Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::db_connect() should be compatible with vB_Database::db_connect($servername, $port, $username, $password, $usepconnect) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::select_db_wrapper() should be compatible with vB_Database::select_db_wrapper($database = '', $link = NULL) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Deprecated: Non-static method vB_Shutdown::init() should not be called statically, assuming $this from incompatible context in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 2294
Medya Yorumları [Arşiv] - Arka BahÇe Forumu

PDA

Tam Sürüm Bilgini Göster : Medya Yorumları


Sayfalar : [1] 2 3

alihoca
26-04-2006, 08:12
Güzel Dostlarım;

Bu başlıkta dilerseniz,
Yazılı ve görsel olmak üzere tüm basın yayın iletişim araçlarında önemli gördüğünüz iç-dış politik yorumları toplayalım.

Saygılarımla

dentist
26-04-2006, 08:42
Bu başlık altında bir standardizasyon olması açısından bu topice uygun yazılar buraya taşınacaktır. Yazıları taşınan arkadaşların anlayışla karşılayacağını umuyorum.

alihoca
26-04-2006, 08:48
ABD'de geçen hafta yayınlanan ve Irak Savaşı'nın perde arkasını en kapsamlı olarak anlatan Cobra II adlı kitap, Türkiye ile Amerika arasında savaş öncesinde yürütülen tezkere pazarlıklarını da tüm çıplaklığıyla ortaya koydu.

New York Times'ta savunma muhabiri olan Michael R. Gordon ile Emekli Deniz Kuvvetleri Korgenerali Bernard E. Trainor'ın kaleme aldığı kitapta, Türkiye'den açılacak cepheye 'Hacı' kod adı verildiği belirtilerek, Bush yönetiminin bu cephe için kapalı kapılar ardından yoğun diplomasi faaliyetleri yürüterek her türlü olanağı seferber ettiği vurgulandı.
Kitaba göre, 1 Mart tezkeresinin reddedilmesinin ardından ABD şoka uğradı. Hatta Beyaz Saray'da Türkiye'ye yönelik nasıl bir cevap verilmesi gerektiğini ele alan bir zirve bile düzenlendi. İşte Türkiye ile görüşmelere katılan ABD'li yetkililer ile generallerinin ifadeleriyle şekillenen kitaptan daha önce hiç gün yüzüne çıkmamış ifadeler:

Cephe fikri Jones'un
Türkiye'den Kuzey Cephesi açma fikrinin mimarı, savaş öncesinde ABD Deniz Piyadeleri Komutanı olan ve daha sonra NATO Müttefik Kuvvetler Komutanlığı'nı üstlenen Orgeneral James Jones'tu. Jones'un bu fikri Amerikan ordusunun Ortadoğu operasyonlarını yöneten Merkez Kuvvetler Komutanı Orgeneral Tommy Franks tarafından da kabul gördü. Ve 'Hacı' kod adıyla anılan Kuzey Cephesi için Türkiye ile dirsek teması başladı. Türk kamuoyu savaşa ezici bir şekilde karşı çıkıyor, Türk hükümeti de Körfez Savaşı'nın bir benzerini yaşamak istemiyordu. Buna karşılık Beyaz Saray'ın talepleri de büyüktü. İşte bu havada pazarlıklar başladı...

Haberi Cheney verdi
ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney, 19 Mart 2002'de, 12 ülkeyi kapsayan 'savaş turunun' Türkiye ayağını yaptı. Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit ve Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu ile görüştü. Ecevit "Cheney bize görünür bir gelecekte askeri operasyon olmadığını aktardı" açıklamasını yaparken, ABD lideri, Kıvrıkoğlu'na savaş planına Türkler'in kesinlikle dahil edeceği mesajını veriyordu. Türk tarafı ise toprak bütünlüğü ve ekonomi konusundaki kaygılarını aktardı.

Pazarlıklarda son aşamaya gelindiğinde ABD Kuzey Cephesi karşılığında Türkiye'ye Kerkük'e Türk askeri sokabilmek de dahil, birçok seçenek sunuyordu. Bush yönetimi milyarlarca dolarlık yardımın yanı sıra PKK'dan sızmaları ve mülteci akınını engellemek için 20 bin Türk askerinin Kuzey Irak'a girmesine izin vermeyi önerdi. NATO'da da Türkiye'ye koruma için lobi yapılıyordu. Buna Belçika karşı çıkmıştı. Ancak ABD öyle bir markaj uyguladı ki, 'aptala dönen' Belçika itirazını geri çekti.

'Hayır diyeni bulun'
Bu arada Orgeneral Franks de yakın çevresine en büyük endişesinin Türkiye'nin desteği olduğunu anlatıyordu. İngilizler'in Türkler'in isteksizliğini gündeme getirmelerine karşın, "Türkler olsa da olmasa da kazanacağız" dedi. Kuzey Cephesi'nden 35 bin askeri Irak'a sokmak isteyen Franks, tezkere oylamasından sadece 3 gün önce 27 Şubat'ta sağ kolu Yarbay David McKiernan'a şöyle diyordu:
"Bu konunun, gelecek iki kuşak Türkler için ne demek olduğunu anlamalarını sağlamalıyız. Para harcayın, gemileri yerine koyun. Ortalığı çılgına çevirmeliyiz. Hayır diyen kişiyi saptayın ve onunla yakından ilgilenin. Benim adımı dolaştırın. Zaman sıkıştırması yapabilmek için koşullar koyun! 'Hayır'a bahane bulamasınlar."

Türkleri boşverin
Ancak dönemin Dışişleri Bakanı Colin Powell'ın evindeki tezkere pazarlığında ipler kopma noktasına geldi. Türk tarafı, tezkere karşılığında ABD'den 25 milyar dolar hibe talep ediyordu. (Bu ismin Powell'ı 25 Şubat'ta ziyaret eden eski Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış olduğu zannediliyor Türk tarafının bu talebi ABD'de 'at pazarlığı' yorumuna sebep olmuştu.)

Tarihler 1 Mart'ı gösterdiğinde tezkere TBMM'den geçmemişti.. Bush yönetimi şoktaydı. Hemen Türkiye'ye nasıl karşılık verileceği masaya yatırıldı. En sert tepki, şu sıralar bir CIA ajanının kimliğini basına sızdırmaktan yargılanan Cheney'nin eski asistanı Scooter Libby'den geldi. Çok kontrollü bilinen Libby, "Türkler'i boşverin. 4'üncü piyade tümenini çekelim. Milyarlarca dolar yardımı bir kenara itiyorlar. Finans piyasalarının Türk ekonomisine yapacağını yapmasına izin verelim!" dedi. İşgal başladıktan sonra da Beyaz Saray'ın Irak koordinatörü olan Zalmay Halilzad'a "Türkler'i Kuzey Irak'a girmekten alıkoy" talimatı verildi. Asker sokma talebimiz de kesin bir dille reddedildi.

Franks: Türkler k.çımı öpsün
Türkiye'ye yönelik en sert tepkiyi yine Orgeneral Franks verdi. Tarih 9 Nisan 2003'tü. Bağdat düşmüş, Saddam devrilmişti. Ancak Kuzey Irak'taki Türkmen bölgesi karışıktı. Türk hükümeti ABD'ye kaygısını belirtti. Yarbay McKiernan konuyu Franks'e aktardığında hiç beklenmedik bir tepki ile karşılaştı. Kuzey Cephesi'nin açılamamasının kızgınlığını üzerinden atamayan ABD'li general, "Türklere git, k.çımı öpmelerini söyle" dedi. Onu yatıştırmak ise Dışişleri Bakanı Colin Powell'a düştü. Bağdat düştükten sonra Irak askerlerinin üniformalarını çıkararak Kerkük'te halkın arasına karışması üzerine, Türkiye'nin müdahalesinden çekinen Powell, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ü arayarak, Peşmergeler'in bölgeden çıkarılması sözü verdi. Powell ayrıca, az sayıda Türk subayının kentte ABD güçlerine eşlik edebileceğini söyledi. Gül ise, "Şu sırada bizim müdahalemize ihtiyaç yok" dedi. Ancak, müdahale haklarının masada olduğunu da açık bir dille vurguladı.

Ruşen ÇAKIR

AnnE
04-08-2006, 08:51
Şu fındık gürültüsüne içinde yaşayanlardan bir bakış.

Giresun IŞIK Gazetesi'nden ;



FINDIK DALDA, FINDIK ÜRETİCİSİ SOKAKTA

Emniyet müdürü de kızakta…
Zapsu yerinde duruyor ama Ordu Emniyet Müdürü görevinden alınıyor.
Erdoğan fındıkla ilgili sorulara “orantısız şiddet-kontrolsuz güç” kullanarak cevap veriyor.
Olağanüstü İslam Konferansı Örgütü toplantısı için Malezya'ya hareketinden önce Esenboğa şunları söyledi:
“Talimatı ben verdim: Medyayı anlamakta zorlanıyorum. Bir emniyet müdürünü birimiyle ilgili bakanımız açığa alıyor veya görevden alıyor, hemen bakıyorsunuz birileri avukat oluveriyor. Soruyorum, bir vali, emniyet müdürüne talimat verecek, ve valinin verdiği talimata emniyet müdürü tamamıyla ters bir cevapla rest çekecek. Ve bu emniyet müdürü orada duracak. Ve düşünün ki bir taraftan otobüs kuyrukları Akçaabat'a dayanıyor, öbür taraftan Samsun'a dayanıyor. Bu talimatı veren benim. Bizzat aradım ve 'Bu trafik açılacak' dedim. Bu esnada iki kişi öldü. Bunun bedelini, haberleri yapan gazetelerde okuyabilecek miyiz. Niye öldü bu insanlar; çünkü trafik kapalıydı. İnsanlar hastaneye yetiştirilemedi, ambulansta öldüler. O gün bütün o çevrede bütün düğünler iptal edildi. Olay aynen Diyarbakır'da olduğu gibi kadınlar, çocuklar yol ortasına konuldu. Trafik kesildi 8 saat, 9 saat...
Gaz, su sıkıp dağıtacaksın: Emniyet müdürünün görevi nedir? Saat 10.30'da yapılanı, talimatı vali bey kendisine verdiği zaman yapmaktır. Su sıkacaksa o zaman sıkacak, biber gazı sıkacaksa o zaman sıkacak. 'Gücün yetiyorsa gel yap' ne demek. Sen halkının güvenliğini sağlamak göreviyle mükellefsin. O görevini yapacaktı. Kimse halkınla karşı karşıya gel demiyor ki. Kamu düzenini bozanların karşısına çık diyor.
Görevden alma adil: Bölge komutanı Tuğgenerali de hemen arattım. Kimle, (Jandarma Genel Komutanı) Fevzi (Türkeri) Paşayı aradım... Bakanımı aradım, valimi aradım. Sabah 5'e doğru trafik açılabildi. Asla burada adil olmayan bir şey yapılmadı.”
İki günsonra Ordu İl sağlık Müdürü açıklama yaptı, “O gün iki ölüm oldu, ikisi de şehir merkesinde ve boğulmadan, o gün ambulansta ölüm olmadı” dedi.
Şimdi ey millet..
Diyarbakır’ı konuyla Erdoğan irtibatlandırdı, biz değil..
Madem öyle, karşılaştırmalı sonuçlara da katlanmalıdır..
Diyarbakır’da “Newwrooz” da bir hafta hayat durdu.. Kaç ölüm oldu ambulansalar çalışmadığı için, kaç düğün iptal edildi hesabı var mı?
Güvenlik güçlerine “kışla ve karakollardan çıkma” diye talimat verildi. Sokak teröriste teslim edildi.
Ordu’da ne diyor Başbakan; “Saat 10.30’da suyu sıkacaksa sıkacak, biber gazı sıkacaksa sıkacak..”
“İzinli gösteri” zaten saat 11’de başlamıştır ey millet..
Yâni Ordu’da; Zapsu mağduru fındık üretcisine, Diyarbakır’da teröriste günlerce gösterilen hoşgörü en baştan, bir dakika bile gösterilmeyecektir. Saat daha 11’de tek lâf etmeden basacaksın biberi, basacaksın suyu..
Kamu düzeni o zaman bozulmamıştı ki..
Peki Diyarbakır’da yüzü maskeli “kamu düzenini bozanlar”la vali yardımcınızı; “sizi kutluyorum” diyen belediye başkanının maiyetinde, sol gerisinde görüşmeye neden gönderdiniz?
Orada neden biber gazı, su sıkılmadı?
“Olay aynen Diyarbakır'da olduğu gibi kadınlar, çocuklar yol ortasına konuldu. Trafik kesildi 8 saat, 9 saat...” diyor Başbakan..
Diyarbakır’da; “yol ortasına konulan çocuklara” polisler tarafından çikolata verildiğini gösteren kayıtlar halâ ellerdedir.. Teröristlere aynı polisler, gazla değil “sapanla” karşılık vermişlerdir..
Gülmeyin…
Neden Karadeniz’de çocuklara çikolata verilmedi?
Neden Karadeniz’de göstericilere sapan değil de biber gazı-su revâ görülüyor?
Diyarbakır’da Belediye başkanı’nın sol gerisinde yüzü maskeli teröristle “görüşen”, teröristi incitmeyen, karşı çıkmayan Vali yardımcısı yerinde kalıyor..
Ama Ordu’da halkıyla görüşen, incitmeyen Emniyet Müdürü görevden alınıyor..
Erdoğan olaya müdahil olarak Emniyet Müdürüne telefonla emir vermeye kalkan Akepe’li Ordu Milletvekilleri Eyüp Fatsa ve Enver Yılmaz’dan hiç bahsetmiyor..
O Ordu (Giresun, Trabzon)’un Akepe’li milletvekilleri mâdem meseleyi çözmek istiyorlardı, neden vaktinde Zapsu’dan randevu taleb edip, hazretin boş vaktini aramadılar görüşebilmek için?
Erdoğan olaya Akepe’li vekillerin gözüyle bakıyor..
Şimdi onlara inandığı için, “doğruyu söyleyen” Ordu İl sağlık Müdürü’nü de görevden alacak mıdır?
Onlar Akepe MYK’da bilgi verirken; “Mitinge sadece fındık üreticilerinin katılmadığını, emniyetin verdiği bilgiye göre çok sayıda illegal örgütün de bu mitinge destek verdiğini kaydetmişler. Mitingin yapıldığı meydanın iddia edildiği gibi 80 bin kişi almayacağını, en fazla 25-30 bin kişilik bir kapasitesi olduğunu dile getiren Ordu Milletvekilleri, miting sırasında uluslararası yolun 10 saat boyunca kapatılmasının yol açtığı zararları” anlatmışlar.
De ki mitinge illegal örgütler katıldı..
Diyarbakır’dakiler legal miydi?
Peki neden tam bir senedir fındık üretcisini Zapsu’ya muhtaç edip tansiyonun önlenemez boyutlara yükselişini engellemediniz de ortamı illegal örgütlerin tahrikine açık hâle getirdiniz?
O gün o meydanda 100.000 kişi vardı beyler, 20 bin değil..
100.000 aç insan.. Bir senedir devletten parasını alamayan insan.. Bir ay sonra harmana-pazara inecek olan mahsülünün para etmeyeceği korkusunu yaşayan…
Ev bark sahibi, çocuk okutan, çocuk evlendirecek olan….
Hastası olan..
Her gece ocakta çorba kaynatmaya, baca tüttürmeye mecbur…
Yaşamaya mecbur 100.000 insan…
Ve devlete, devletine saygılı…
Giresun ve Ordu’nun bütününde fındık tek üründür efendiler.. Alternatifi yoktur.. Kocaeli yarımadasında her şey yetişirken oralara fındık ekim izni verilmesi ne iştir?
Ve bir senedir Giresun ve Ordu’da “çarşı”, memurun, emeklinin maaşı ile dönmektedir.
Giresun ve Ordu’nun Akepe’li vekilleri bunları bilmiyordurlar mıdır da Başbakan’a gidip anlatmamaktadırlar bir senedir?
Meydanın kaç kişi alacağını hesaplayacaklarına bir kilo fındığın bu sene kaça mal olduğunu hesaplayıp iletseler; MYK’da onu anlatsalar ya..
Geçen sene 7 milyon’la açılan piyasa 4 milyona kadar düşmüş, Erdoğan ‘ın parti kongresi için Karadeniz’e her gelişinde de birer milyon kaybederek iki milyona inmiştir.
Akepe’li vekiller sekiz aydır halkın arasına çıkamamaktadırlar ki bunu bilsinler..
Zapsu’nun, kendilerini halkın içine çıkamaz hâle getirdiğinin farkında değil midir bu vekiller?
Fiskobirlik Başkanı’na gizli telefon edip “arkandayız” demeleri yetmez.. Tepkiyi partide göstermeliler.
2007 mahsülü pazara inmeden biber gazı stoklamadan önce halkın duygularını-ihtiyacını düşünün..
Fiskobirlik’ten bana ne.. Siz halledin.. Kötü yönetim varsa gereğini yapın.. Suç varsa cezasını verin..
Fiskobirlik Yönetim Kurulu’na istediğiniz seçilmedi diye oynayan kaprisinizin cezasını vatandaş çekiyor.
Ordu Emniyet Müdürü’nün görevden alınması kıymetli okuyucu, sanıyoruz ki bölgedeki diğer kamu görevlilerine “ders” olmuştur.
Bundan sonra böyle bir olay olduğunda…
Daha izinli gösteri başlamadan vereceklerdir gazı, basacaklardır suyu..
Yapmayın efendiler..
Türk Polisini milletiyle karşı karşıya getirmeyin..
12 Haziran 2006 tarihli ve “Türk Polisini Kim Koruyacak?” başlıklı yazımızda dört örnek vermiştik..
(Olay 1) Yıl 2004. Aylardan Temmuz. Yer; Van İl Merkezi.
Van Emniyet Müdürlüğü basılıyor, polis tokatlanıyor, gözaltındaki bir şahıs “kurtarılıp” çıkarılıyor. Bölge milletvekili olan Milli Eğitim Bakanı gözaltına alınan şahsın babasına “geçmiş olsun” diyor.
Olay 2) Aynı yıl, bir ay sonra.. yer; Diyarbakır şehir merkezi..
Polis “Hevsel bahçeler”inde saklanan PKK’lıları ablukaya alır. 6 gün “girilemez”. Bu süre içinde Belediye Başkanı suç mahalline giderek Emniyet Müdürü ile tartışır. Yakasına yapışır.
Emniyet Müdürü bir süre sonra istifa eder.
Emniyet Müdürü istifa eder ama Vali yerinde kalır.. 2006 Newrooz’unda şehirde her türlü halt yenir fakat “olay” olmaz. Polis teröristlere “sapan”la karşılık verir. Göstericilerin önündeki çocuklara “çikolata” dağıtır. Diyarbakır’ın bayan emniyet müdür muavini kepenk kapatanların açması için sokak aralarında araba ile anons yaparken “Diyarbakır vatandaşı” deyimini kullanır.
Olay 3) Yıl 2006. Haziran ayı. Akepe Edirne Milletvekili Ali Ayağ'ın oğlu, Şile'de trafik cezası nedeniyle 4 polisle tartışır. Milletvekili baba, Emniyet Genel Müdürü Aydıner'i telefonla arar. 4 polis açığa alınır.
Olay 4) Yıl 2006. Haziran ayı. Yabancılara gayrimenkul satışı, Anayasa mahkemesi’nin koyduğu sınır geçildiği için durdurulan Hatay’ın Altınözü ilçesinde bir asker kaçağı gözaltına alınır. Akepeli Belediye Başkanı Cahit Alkan Emniyet Amirliğini basar. İlçe Emniyet Amir Vekilinin makam masasına vurarak camı kırar. “Seçmenimi serbest bırak” der.)
Olay 5) Ordu…..
Hepsinde de “seçilmiş” siyasiler, en hafif deyimiyle “polisin görevine müdahale” etmişlerdi.
Vatandaş polisin görevine müdahale edince başına neler geldiğini biliyorsunuz..
Peki seçilmişler müdahale edince..
Polis “sürülüyor”, “açığa alınıyor”, “kızağa çekiliyor..”
Yapmayın efendiler..
Türk Polisi milletinin emrindedir, rejimin ve devletin bekçisidir.
Yıpranması, devletin yıpranmasıdır..
Devlete yazık ediyorsunuz

AnnE
04-08-2006, 10:51
İçinde yaşayanlardan meselenin bir tarafının doğrusu

Giresun Işık Gazetesi'nden :

İKİ SORUNUN CEVABI

Fındık ve Fiskobirlik meselesi ile ilgili tartışmalar sürüyor. Konu ile ilgili olarak bazı okuyucularımın bana yönelttiği birkaç soru var. İzin verirseniz bunu cevaplamak istiyorum.
1.Fiskobirlik’in gerçekte ne kadar borcu var?
—Fiskobirlik’in 1 Mayıs 2000 tarih itibariyle kimseye borcu yok. Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek’in “1,5 katrilyon borcunu sildik” lafı bir çarpıtmadan ibarettir. Borç Sayın Çiçek’in de içinde bulunduğu 1964’den 1 Mayıs 2000 tarihine kadar gelip geçen tüm hükümetlerin borcudur. Sayın Çiçek Özal’ın ANAP iktidarı zamanında da bakandı. Bunu bilmesi lazımdır. Üstelik Adalet bakanıdır ki, yasaları doğru okuması ve doğru anlaması gerekir. Bunun böyle olduğunu 2000 yılında çıkarılan 4572 Sayılı kanun’un 1/E Maddesi açık olarak yazmaktadır. Hükümetler bu borcu Fiskobirlik’e yaptırmışlardır. Bu da Türkiye’yi yönetenlerin devletin hazinesini nasıl kullandıklarının açık bir göstergesidir.
2. Hükümet ve AKP çevreleri ısrarla “biz oraya karışamayız. Özerktir. Kanuna mı karşı gelelim” diyorlar. Söylendiği gibi Fiskobirlik özerk bir kuruluş mudur?
—Fiskobirlik, Hükümet sözcüsü Sayın Cemil Çiçek’in ve partidaşlarının belirttiği gibi 2005 yılında tam özerk bir kuruluş değildir.
2000 yılında çıkarılan ve az evvel sözünü ettiğimiz 4572 Sayılı Kanun gereği Fiskobirlik gibi öteki 16 birlik de özerk olacaklardır. Ancak bunun için söz konusu kanun gereğince bir geçiş süreci söz konusudur. Bu süre 4 yıl olarak belirlenmiş ve sağlıklı bir geçiş için “Yeniden Yapılandırma Kurulu” kurularak, tüm birliklerin özerkliğe uyum süreci başlatılmıştır.
Tıpkı AB uyum süreci gibi.
Yeniden yapılanma sürecinde Fiskobirlik’ten personel sayısının azaltılması, birliğe bağlı kooperatif sayısının azaltılması ve bundan sonra hükümetlerden fındık alımı için para isteyemeyeceği için kendine yeni kaynak bulması gibi şartlar istenmiştir. Fiskobirlik bu maksatla, işçi çıkarmış, EFİT’i kurmuş, Ordu Yağ sanayini canlandırarak hisselerinin tamamına yakınını almış ve Başbakan’ın şikâyet ettiği FİSKOMAR’ı kurmuştur. Yani yapması gerekeni yapmıştır. Hâlihazırda kurumun maaşlarını ödeyebiliyor ve devlete vergilerini verebiliyorsa sebebi budur.
Fiskobirlik 2003’te fındık fiyatını kendi açıklayarak özerkliğe ilk adımı atmış ancak, devlet ile olan ekonomik/finans bağını kesememiştir. Ekonomik bağını kesemediği için de DFİF’ten kredi istemiş, sık sık hükümete müracaat etmiştir. Ama her nedense kendisine ne kredi (bağış değil) verilmiş ve ne de bulması için destek sağlanmıştır. Çünkü Fiskobirlik alivrecilerin işine gelmeyen çiftçiyi gözeten yüksek fiyat açıklamış, bunu yaparken de hükümet dâhil kimseyi dinlememiştir. Fiskobirlik hükümetten “kötü çocuk” muamelesi görmüştür. Yani devletten bağımsızlaşarak kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenme sürecinde (yeniden yapılanma sürecinde) işte hepimizin şahit olduğu çatışmalar yaşana gelmiştir. Fiskobirlik, devletten özerkliğini kazanırken, hükümetin önce seçim baskısıyla yönetimi ele geçirme operasyonuna, darbesine maruz kalmış, sonra, ekonomik bağımsızlığı sürüncemeye alınarak 53 trilyon küsur alacağı kendisine verilmiş, üstelik bazı imkânları elinden alınarak da çaresiz bırakılmış ve üstüne üstlük bir de “beceriksizlikle” suçlanmıştır. Yönetim bu süreçte elbette çeşitli bunalımlar, “şimdi ne olacak” sorunları yaşamış, öteden beri devlet memuru zihniyeti ile yönetilen kurum ile yöneticilerinin değişimi özümsemeyip, kendine gelmesine izin verilmemiştir. Fiskobirlik özerkliğini tabir yerinde ise zorla elde edebilmiştir. Fiskobirlik’in kesin özerkliğini elde ettiği tarih 2006 Şubat ayıdır. Yani 5 ay öncedir.
Eğer ordu mitingi olmasaydı, kimsenin üreticiyi umursayacağı da yoktu. Bu mitin ile toplum, kendini yönetenlere “biz buradayız ve siz bizim temsilcilerimizsiniz. Öyle ise bizi amaçlarımıza, bizim hayrımıza hizmet edin. Yakınlarınızın ve AB içindesi fındık baronlarının hizmetinden vazgeçin” demiştir.

dentist
07-08-2006, 15:27
Ya sabır...

Türk askeri, "saldırılardan korumak için" Lübnan'a gitsin mi?
Tartışılan soru bu.


En sonda söyleyeceğimi, en başta söyleyeyim...
O Lübnan, bana mı sormuştu, Bekaa Vadisi'nde PKK'yı saklarken?
Neredeydi şu meşhur Mahsun Korkmaz Akademisi... Var mı hatırlayan?


Ne çabuk unutuyor Türkiye...
Hiç mi hafızası yok bu milletin?


Madem göğsümüzü siper edecek kadar çok seviyoruz Lübnan'ı... O zaman neden Lübnan'ın hamisi Suriye'ye savaş açmaya kalktık kardeşim?
Neden?


Evet, çocukların öldürülmesi vahşettir.
İnsanlık suçudur. Ama...
Bekaa Vadisi'nden gelen PKK'lılar, köylerimizi basıp, bizim bebelerimizi öldürürken, vicdanı neredeydi Lübnan'ın?


Din kardeşiysek eğer...
Müslüman Suriye, Müslüman Lübnan... Neden "sünnetsiz" teröristlerin Müslüman Türkleri katletmesine göz yumuyordu?


Bakın önceki gün, Roma'da Lübnan için bir toplantı yapıldı...
15 ülke katıldı.
Abdullah Gül de oradaydı.
Toplantı sonundaki açıklamayı İtalya Dışişleri Bakanı D'Alema yaptı.
Dedi ki:
"Sivillerin öldürülmesi kabul edilemez."


Abdullah Gül, tebrik etti D'Alema'yı.
Türkiye'ye falan davet etti.


Peki kim bu D'Alema?


Abdullah Öcalan, Roma'nın Cehennem Mahallesi'ndeki villasında saklanırken, kimdi İtalya'nın Başbakanı?
Kim veriyordu Öcalan'ın yiyecek içecek parasını, telefon masrafını, avukatlık ücretini, kirasını?
Kimdi o zamanlar, hiç utanmadan, "Öcalan terörist değildir" diyen?
Kimdi, "Türkiye'de insan hakları yok...
Öcalan'ı Türkiye'ye iade etmem" diyen?
Kimdi, Türk milletini sokağa döküp, İtalyan mallarını boykot ettiren?


Bu D'Alema.
İşte o D'Alema.


Bugün çıkmış ne diyor dallama?
"Sivillerin öldürülmesi kabul edilemez."


Allahım ne çabuk unutuyor Türkiye...
Hiç mi hafızası yok bu milletin?

buena vista
13-08-2006, 10:46
Erdal Safak

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin dün Türkiye saatiyle sabaha karşı kabul ettiği 1701 sayılı karar tasarısı, bölgedeki "Yeni "durum"u ve "Yeni dengeler"i yansıtıyor.
Örneğin ilk kez olarak Ortadoğu'yla ilgili bir karar tasarısında İran'ın adı geçiyor; Lübnan'ın egemenliğine saygı göstermesi çağrısıyla. Bu, uluslararası topluluğun mollalar rejimini "Bölgesel güç" olarak kutsaması anlamına geliyor. Ve de Ortadoğu'yla ilgili tüm planlarda, çözüm arayışlarında artk Tahran'ın da söz sahibi olacağını.
O nedenle Hizbullah'ın iki İsrail askerini kaçırmasıyla başlayan 30 günlük Lübnan savaşının galipleri listesinin en başına İran'ı yazmamız gerekiyor.
İkinci galip elbette Hizbullah. 1948, 1956,1967, 1973, 1980 savaşlarında hiç bir Arap ordusunun gösteremediği direnişi bir avuç militan gerçekleştirdi. Bunun İslam aleminde geniş yansımaları olacağı kesin. Fas'tan Endonezya'ya, Malezya'ya kadar uzanan coğrafyada yaşayan halklar, bundan böyle Hizbullah'ı İslam'ın başkaldırısının bayraktarı görecekler, şimdiden portreleri milyonlarca evi süsleyen Şeyh Hasan Nasrallah'ı da "İslam'ın kılıcı". Her ne kadar sözkonusu coğrafyadaki yönetimlerin tümü bu "coşku"yu paylaşmasa da. Hatta çoğunluğu Hizbullah üstünden İran'ın, Şiiliğin etkisinin artmasından tedirginlik duysa da...
Galipler arasına Rusya'yı da katabiliriz. Hizbullah'a TahranŞam koridoruyla ulaşan silahları ve gerek İran nükleer krizinde, gerekse Lübnan savaşında ABD'yi frenleyen diplomasisiyle.

50 yıllık "efsane"nin sonu
Kaybedenlere gelinceSadece Ortadoğu'da değil tüm İslam aleminde desteğinin son kırıntılarını da yitiren ABD ile Genel Sekreter Kofi Annan'ın ifadesiyle "Dünya halklarının gözünde otoritesi ve saygınlığı derin yara alan" BM'nin de bulunduğu o cephenin en başında, hiç kuşkusuz İsrail ordusu sayılacak. Bölgenin en güçlü silahlı kuvvetleri olarak gösterilen, bugüne kadar yenilgi yüzü görmeyen İsrail ordusu, 30 gün süren savaşta, son verilere göre, 8 bini aşkın sortiye, Lübnan'a yağdırdığı 100 binden fazla obüs ve füzeye rağmen, amaçlarının hiçbirine ulaşamadı: Ne Hizbullah roketlerinin İsrail kentlerini vurmasını önleyebildi, ne de Başbakan Ehud Olmert'in daha ilk gün açıkladığı gibi Hizbullah'ı çökertebildi. Tam tersine operasyona hergün sıfırdan başladı. Temizlediği sandığı yerlerde bile ertesi gün karşısına Şii milisler çıktı. Sonunda Hizbullah'ın Litani ırmağının ötesine çekilmesiyle yetinmek zorunda kalarak, Nasrallah'a ve Ahmedinecad'a "İsrail'i yenmenin mümkün olduğu" propagandası için epey koz verdi. Silahlar sustuktan sonra İsrail ordusunda şiddetli bir iç hesaplaşmanın patlak vereceğini söylemek, kehanet olmasa gerek.
Aynı şekilde İsrail hükümetinde de. İsrail tarihinde ilk kez hükümetine asker kökenli bakan almayan Olmert, Hizbullah'ı küçümsemesinin bedelini ağır ödeyecek: Onu savaşı çok kötü yönetmekle, sürekli karar ve strateji değiştirmekle suçlayan kamuoyunda desteği dibe vurdu. Bakalım kellesini nasıl kurtaracak?
Ah, bir nokta daha var: Güvenlik Konseyi'nden önce BM'nin bir başka organı, İnsan Hakları Konseyi bir karar tasarısı kabul etti:
"Sivillere sistemli saldırıları nedeniyle İsrail yetkilileri hakkında soruşturma açılması"
Konsey Başkanı Louise Arbour'a göre, bu soruşturma sonunda İsrail yetkililerinin "Savaş suçu" işlemekten uluslararası yargı önüne çıkarılmaları olasılığı var.
Bakalım Olmert, bakanları ve generalleri o zaman ne yapacaklar? (SABAH)

dohol
01-01-2007, 23:56
Emin Çölaşan hürriyet

BİNLERCE insanın ölümünden sorumlu, eli kanlı bir diktatör idam edildi. Sünniler üzgün, Kürtler ve Şiiler bayram ediyor. Olayı herkes kendine göre yorumluyor.

Ben boyun eğmeyen, inançlarından ödün vermeyen, ölüme bile mertçe gidenlere saygı duyarım. Sevelim veya sevmeyelim, Saddam bunu yaptı. Yalvarıp yakarmadı. Yürekli adammış.

Şimdi burada birkaç soru soralım:

1- Öcalan’ı Türkiye’ye teslim ederken "kesinlikle idam etmeyeceksiniz" koşulunu öne süren ABD, Saddam’ı niçin astırdı?

2- İdama kesinlikle karşı olan AB, Saddam’ın idamına göstermelik bile olsa niçin karşı çıkmadı? Kukla Irak hükümetine ve ABD’ye niçin baskı yapmadı? Yoksa adamına göre muamele mi yapıyorlar? İşin içinde Türkiye’nin idamı kaldırması olunca bastırıyorlar da, sıra ABD’ye gelince ses çıkaramıyorlar mı?

3- Irak halkı arasında bugün tarafsız bir anket yapılsa ve sorulsa... "Saddam döneminde özgür değildiniz ama rejime karşı çıkmadığınız sürece can ve mal güvenliğiniz, işiniz, ülkenizde istikrar vardı. Şimdi kanlı diktatör yok ama ABD işgali altındaki ülkenizde bir dakika sonra ne olacağını, kaç kişinin patlayan bombalar ve silahlarla öleceğini, başınıza neler geleceğini bilmiyorsunuz. Ayrıca ülkeniz bölündü, üç parçaya ayrıldı. Hangi dönemi tercih edersiniz?"

Acaba Irak halkı -ABD’nin koruması altında devlet kuran Kürtler dışında- bu sorulara nasıl yanıt verirdi?

ABD, Irak savaşını 2003 yılında başlatmıştı. Kukla bir hükümet kurdu ama tam üç bin askeri öldü. Irak hezimeti sürüyor. İdam sonrasında neler olacağını da hep birlikte izleyeceğiz.

Allah hiçbir ülkeyi, hiçbir hükümeti yabancıların, ABD’nin, AB’nin kuklası yapmasın.

Emin Çölaşan hürriyet

dentist
24-01-2007, 09:44
Her fikire saygı gösterirken abartıyoruz sanki....demek istemiş gibi geldi bana aşağıdaki yazı. Yorum sizin.

310

trader
24-01-2007, 12:34
Tarihin başlangıcından bu yana Türk ve Türklük duygusu her zaman varola gelmiştir. Çünkü, Türk toplumu millet olarak, tarihin her devrinde bir güç ve bir uygarlık olarak kendisini göstermiştir.

"Benim hayatta yegane fahrim, servetim Türklükten başka birşey değildir" diyen Atatürk, "Biz doğrudan doğruya milliyet perveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı, Türk topluluğudur. Bu topluluğun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o topluluğa dayanan Cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur" demek suretiyle, Türk milletinin ve onun Cumhuriyetinin milli kültüre dayandığını ifade eder.

Ramo
24-01-2007, 13:21
Medyanın olaya bakışı,gazetenin önüne çadır kurup canlı yayın yapmaları.Abartılı cenaze töreni,törende Hepimiz Hırant ız Hepimiz ermeniyiz türünden abartılı sloganlar.Sanırım ölen rahmetliyi bile dili olsaydı.İnsaf dedirtecek cinsten.Ölenin ardından konuşulmazdan hareketle bu vatan için,çok sevdiği iddia edilen bu topraklar için ne yaptı sorusundan daha çok.
Sevgisini,umutlarını,yarınlarını,gençliğini hiçe sayarak başka bir etnik,ırkçı eşkiyalarla çarpışan dağlardaki mehmetçiklerimiz ne düşündü sorusu aklıma geldi.
Dün daha izmirde bir şehidimiz uğurlanırken.Bir çok gazete de, ne adı nede sanı vardı.nede görsel bir yayın organı saatlerini ona ayırdı.Sessizce gidiyordu.Sevdiklerini,uğruna canını verdiği toprağa.

Ne hepimiz Türküz,Nede mehmetiz diyen vardı ortalıkta.

Artık aydın sözcüğünden de tiksinir oldum.Ayaklar baş,başlar ayak olmuş sanki.
Kandan kına yakılmaz diyenler nerede.neden mehmet in kanı dökülürken sessiz.Anası ağlarken duyarsız.Hangisinin anası daha az sancılı doğurdu yavrusunu...

Onca diplomatımız öldürülürken.kimler Türktü?Hergün bir eve şehit haberi düşerken kimler mehmetti? Ben Türküm arkadaş.Bu toprağa vatanım diyen,Bu bayrağa bayrağım diyen kökeni ne olursa olsun herkes gibi.

dohol
24-01-2007, 13:52
Hepimiz insanız

Hrant Dink'in cenazesi sonrası neden ifratla tefrit arasında gidip gelen ve ortayı bulamayan bir toplum olduğumuzu düşündüm.
100 bin kişi olduğu söylenen bir kitle yürüyor.
Çoğunluğun elinde pankartlar.
Bir grup pankartta yazan slogan dikkatimi çekiyor: "Hepimiz Ermeniyiz."
Allah Allah...
Irkçılığa karşı çıkılması gereken bir yürüyüşte, "Hepimiz Ermeniyiz" demek bizatihi ırkçılık değil mi!
Ben Ermeni değilim.
Ermeni yurttaşlarımızla, yurttaşımız olmayan Ermenilerle ve hiçbir ırkla bir sorunum yok ama ben Türküm.
Ama ne yazı yazarken, ne gazetecilik yaparken, ne de başka bir eylemim sırasında Türklüğümü öne çıkarma gereği hissediyorum.
Çevremle ilişkilerimi kurarken onların hangi ırktan, hangi kökenden geldiğini önemsemiyorum.
İnsani değerlerini, aklını, tavrını önemsiyorum ama ne ırkı, ne derisinin rengi, ne de dini inancı beni ilgilendiriyor.
Irkı, dini, rengi negatif bir ayrımcılığın gerekçesi yapmadığım gibi, pozitif bir ayrımcılığın da gerekçesi yapmıyorum.
Hrant Dink'in öldürülmesine de "Namuslu bir aydın, düşünen bir kafa, barışçı bir yaklaşım içindeki kişi" olduğu için ama her şeyden önce "insan" olduğu için üzülüyorum, onu öldürenlere "Bir insanı öldürdükleri için" lanet okuyorum.
Hepimiz Hrant Dink olabiliriz, hepimiz Fırat Dinç de olabiliriz.
Ama hepimiz Ermeni değiliz.
Hepimiz Türk de değiliz.
Hepimiz insanız.

ewp
24-01-2007, 14:02
isteyince güzel ve tarafsız yazabiliyormuş bıçkın delikanlı FA, hayret

Ramo
24-01-2007, 14:19
http://www.agos.com.tr/ermenikimligi.html

Büyük Türk evladını iyi tanımak için baştan sona okumanız önerilir

Ramo
27-01-2007, 21:13
Türklüğü, Cumhuriyeti, Devletin kurum ve organlarını aşağılama Madde 301- (1) Türklüğü, Cumhuriyeti veya Türkiye Büyük Millet Meclisini alenen aşağılayan kişi, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(2) Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini, Devletin yargı organlarını, askerî veya emniyet teşkilatını alenen aşağılayan kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(3) Türklüğü aşağılamanın yabancı bir ülkede bir Türk vatandaşı tarafından işlenmesi halinde, verilecek ceza üçte bir oranında artırılır.
(4) Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz.

Merhum hırant dink in cenazesinde onca insan,Elllerinde pankartlarla ,Hepimiz ermeniyiz.Katil 301 dövizleriyle sloganlar atıyordu.Türkiye bir evladını kaybetti diyerek manşetler yapılıyor.Ortalıkta bir tek Türk bayrağı bulunmuyordu.

Anlı şanlı köşe yazarlarımız,Nobelli yazarımız da sanki sorumlu 301 inci madde gibi yorumlar yapıyordu.

Anayasanın bu maddesine baktığımızda çıkan sonuç.Devleti, kurumlarını eleştirebilirsin.Ancak bana küfretme.Beni aşağılama diyordu.Velhasıl benim uz aklımla anladığım birileri içini dökemiyor,salyasını saçamıyor du sanki.

Tarihin arka sokaklarında kalmış,Anadolu insanına onulmaz acılar getirmiş bir konunun yıllarca önümüze ısıtılıp getirilmesi.İnsanlık suçu bir ayıbın ulusumuz üzerine yıkılması için gösterilen çabalar.1915 lerde yaşanılan Ermeni,Rum,Kürt etnik kışkırtmalarının benzer bir şekilde günümüzde yeniden sahneye konması.Hiç de şaşırtıcı değil.Koskaca bir imparatorluğu yıkanlar,içimizdeki çakallarada yutma görevini biçtiler.Ancak küllerinden yeni bir Türkiye cumhuriyeti doğdu.Hazımsızlık hala devam ediyor.Üzerimize yine aynı şekilde geliyorlar.Yine çakallara kemik atarak geliyorlar.

Yine bu topraklara kin öfke kan ekiyorlar.Pabucu yırtık Ermenisi,Kürdü,Türkü hiç düşünmeden kirli emellerine meze yapıyorlar.Parasal güçleri,kaynakları,insan suratları kan kokuyor.Malesef bu milletin büyük büyük yaptıkları yazarları,çizerleri bile yangına su sıkacağına,ateş atıyor.Bu kirli oyunun bir parçası gibi laflar ediyorlar.
Sövün sayın,Hakaret edin.Yüzlerce insanı boğazladınız deyin.Biz ermeniyiz deyin.PKK eşkiyasına,gerilla deyin.İmralıda kine efendi deyin.Birkez bile şehit cenazezine katılmayın.Nasıl olsa 301 yakalar. sizi.AB dan kocaman kocaman gazateler gelir.Manşet olursunuz.Nobel bile alırsınız.

Artık Türkü kürdü,Ermenisi.Bu topraklara vatanım diyen.Bu bayrağa bayrağım diyen herkes uyanmalı.Hepimiz bu yurdun alt üst denmeden birinci sınıf vatandaşıyız.Kimliğimiz Türk ne alt ne üst.1915 in kötü yazgısını bir daha yaşatmak adına avuçlarını sıvazlayanlara izin verilmemeli.Bu toprakların kaderi ölümler ve savaşlar olmamalı.
saygılarımla

dohol
29-03-2007, 10:21
Bekir Coşkun Hürriyet

’P’


BİR kitap medyanın ilgisini çekti:

"P".

Niçin?..

Çünkü yazarının penisinin boyu 32.5 santim mi ne diyorlar... Bu nedenle kitap, gazetelerin birinci sayfalarında yer alabildi, röportajlara, haberlere, tartışmalara konu olabildi.

Normalde yazarların kalemlerinin büyüklüğü önemli değil midir?..

Bunun penisi büyük!..

Ya da bir yazarın kaleminin gücü, etkisi, sivriliği...

Penis ile pencil nasıl oldu da birbirine karıştı doğrusu henüz anlamış değilim.

(.....)

Bu durumda yayınevine, ya da bizim medyanın huzuruna giden bir yazar, kitabını sunduğunda editör sormaz mı adama:

"Tamam da penisinizin boyu ne kadar?.."

O utanır:

"12.5..."

Editör:

"Olmadı işte... 12.5 boyla biz bu kitabı satamayız... Yani bununla yazılsa yazılsa yemek kitabı yazılır..."

Yazar bir umutla atılır:

"Ama benim de kafam büyük..."

Editör:

"Ben ne yapayım kafanı... Yani büyük kafa olunca işe yarıyor mu, yaramıyor... Şimdi gidip ’bunun kafası büyük’ diye birinci sayfaya koyarlar mı adamı?.. Ama penisiniz 32.5 cm oldu mu tamam işte... Hele hele bir de 40 küsur cm olsa..."

Yazar o zaman boynunu büker:

"Ben de başka kitap yazarım..."

"Adı ne?.."

"G..."

Editör sevinir:

"Hah... Gördün mü bak şimdi kafan çalıştı..."

*

Ne yapalım a dostlar?..

Memlekette bu kadar kitap basılır, yayınlanır, çoğu iyidir, önemlidir, okunması gerekir...

Ama medyada asla yer alamazlar.

Sadece "P" ilgi çekti.

Bu yozlaşan, çürüyen, giderek bataklığa dönüşen kültürün vardığı en uç nokta mıdır "P", yoksa dahası var mı?..

dentist
29-03-2007, 19:15
İçinden iki darbe girişimi geçen günlük

İçinden iki darbe girişimi geçen günlük
Milli Güvenlik Kurulu'nun Aralık 2003 toplantısı. Komutanlar Hilmi Özkök, Aytaç Yalman, Özden Örnek, İbrahim Fırtına ve Şener Eruygur Çankaya Köşkü'nde (soldan). Günlük, Nokta'ya kapak oldu. FOTOĞRAF: ADEM ALTAN
# Türkiye'nin ihtilal tarihine bir de '2004 darbesi' mi eklenecekti? Bu 'fantastik' sorunun yanıtı eski Deniz Kuvvetleri Komutanı emekli Oramiral Özden Örnek'e ait olduğu iddia edilen günlükte saklı
# Nokta dergisinin yayımladığı günlüğe göre TSK'da AKP'ye karşı iki darbe planı hazırlanmıştı: 'Sarıkız' ve 'Ayışığı'. Kuvvet komutanlarının desteklediği bu planlara dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök karşıydı

29/03/2007 (3052 kişi okudu)

RADİKAL - İSTANBUL - 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997... Bu tarihler, Türkiye'nin, çok partili hayata geçtikten sonra meydana gelen (biri postmodern) darbe tarihleri... Periyodu bir zamanlar yaklaşık '10 yılda bir' olan darbe tarihlerine bir de '2004 darbesi' mi eklenecekti? Bu fantastik sorunun yanıtı, 26 Ağustos 2003-26 Ağustos 2005 tarihlerinde Deniz Kuvvetleri Komutanı olan emekli Oramiral Özden Örnek'e ait olduğu iddia edilen günlükte saklı. Günlüğe göre, Kıbrıs'ta 'Annan Planı'na boyun eğen' AKP hükümetine karşı 2004 başlarından itibaren hazırlanan darbe planı, Rum kesiminde referandumda 'hayır' oylarının çok çıkmasının ardından kendiliğinden 'çözüldü'.
Kısa bir süre önce internette www.denizcilersitesi.com adlı web sitesinde birkaç sayfasının yayımlanmasıyla ortalığı karıştıran günlüklerin, 2003-2004'te kaleme alınmış sayfaları, eğer doğruysa, eşikten dönen bir darbeye dair yer yer dramatik, yer yer trajikomik; ama her halukârda çok çarpıcı ayrıntılar içeriyor.

Power Point sunum hazır
Nokta dergisi, '2004'te iki darbe atlatmışız' başlıklı haberiyle, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin 'irtica yanlısı AKP hükümetine' karşı hazırladığı 'Sarıkız' ve 'Ayışığı' diye kodlanan darbe ve eylem planı hazırlıklarını Örnek'in günlüğü olduğu iddia edilen belgeye dayanarak aktardı. Nokta dergisi darbe planlarının Power Point formatındaki slayt sunumunu da yayımladı.
Günlük ilk ortaya çıktığında Örnek, NTV'ye, "Benim hiçbir zaman günlüğüm olmadı. Komutanlığım döneminde, şifreli şekilde günlük faaliyet planları tutuldu. Ayrılırken de bilgisayardan sildirdim. Burada yer alan bilgilerin pek çoğu o dönemlerde bazı internet sitelerinde ya da dergilerde dedikodu şeklinde çıkmış haberler. Bunlar bir araya getirilerek bana yakıştırılmış" diyerek yalanlamıştı. Örnek, günlükle ilgili 'yayın durdurma kararı aldırmak' için mahkemeye başvurduğunu da açıklamıştı.
Günlük, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman, Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur, Hava Kuvvetleri Komutanı İbrahim Fırtına ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek arasında AKP'ye karşı ittifak oluştuğunu gösterirken; dörtlünün, dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'ün politika ve yöntemlerine karşı olduklarını da gösteriyor. Örnek'in Özkök'le ilgili 25 Ekim 2004 tarihli değerlendirmesi şöyle:
"Hepimiz artık bu Genelkurmay Başkanı ile işlerin yürüyemeyeceğine, kendisinin başka menfaatler peşinde olduğuna, korkak ve hükümet yanlısı olduğuna, dıştan cumhuriyetçi gözükmekle beraber içeriden dinci bir görüşü desteklediğine karar verdik."
1 Aralık 2003 tarihli notlarda ise zamanın Genelkurmay 2. Başkanı İlker Başbuğ (şimdi Kara Kuvvetleri Komutanı) için "2. başkan güvenilecek bir general değildi. Kendi yararını ülke yararı üzerinde tutuyordu" yazılı.
Dört kuvvet komutanının Genelkurmay Başkanı Özkök'ün karşı olmasına rağmen AKP hükümetine müdahaleyi savundukları, 1 Aralık 2003 tarihli notta şu cümlelerle ifade ediliyor:
"Son olarak hepimize söz verdi. Kara Kuvvetleri Komutanı 'Ben çok rahatsızım ve devlet elden gidiyor. Bir an önce bir sıkıyönetim içerisine girilmeli' dedi. Bana söz verdiğinde 'Madem hepimiz bu hükümetin Anayasa'ya aykırı hareket ettiğine eminiz, o halde 35. madde gereğince Anayasa'yı da korumak bizim görevimizdir. Eğer bir eylem planı yapılacaksa bu planın ne maksatla yapıldığının bilinmesi lazım. Bu nedenle burada bir karar vermemiz gerekiyor' dedim. Genelkurmay Başkanı bana dönerek 'Her ikiniz de açıkça konuşmadınız ama söylemek istediğiniz şey olamaz ve bize çok zemin kaybettirir. Yapacağımız başka şeyler var' dedi. Ben de 'Doğru söylüyorsunuz o telaffuz etmek istediğimiz şeyden başka da şeyler olabilir. Mesela bu hükümete bir alternatif yaratmak gibi. Ama
onun bile kararının verilmesi gerekir ki eylem planı ona göre hazırlansın.' Bu önerimi kabul etmedi. O zaman boşuna akıntıya kürek çektiğimizi anladım. Niyetleri galiba bize bir şeyler yapıyor gözüküp bizleri oyalamaktı."
İşte günlükten diğer çarpıcı başlıklar:
6 Aralık 2003: Bu hafta bütçe komisyonunda (TBMM Plan-Bütçe Komisyonu) bir AKP milletvekili tekkelerin açılmasını isteyince hepimiz çok rahatsız olduk. Toplandık. (...) Ve kendimize göre bir eylem planı yapmaya karar verdik. Önce basını ele geçirmeye çalışacaktık. Bu nedenle ben M.Ö.'yü (Mustafa Özkan) davet edecektim. Sonra rektörler ile temas edip öğrencileri sokağa dökecektik. Sendikalar ile aynı şekilde hareket edecektik. Sokaklara afiş astıracaktık. Dernekleri hükümet aleyhine teşvik edecektik. Bunları yurt çapında yapacaktık. Yukarıdakiler SARIKIZ olarak anılacaktı.
20 Ocak 2004: Hava Kuvvetleri Komutanlığı'nda yapılacak kuvvet komutanları toplantısına katıldım. MGK ön toplantısı perşembe günü yerine yarına alındığı için koordinasyon ihtiyacı doğmuştu. (...) Jandarma Genel Komutanı (Şener Eruygur) ihtilal özlemi içersinde, bir an önce bu işi yapalım şeklinde konuşuyordu. Bugün de defalarca tekrar etti, en nihayet dayanamadım ve 'Bakın biz sizle böyle konuşmadık. Planlamayı 23 Ocak'tan sonra yapabileceğimizi birkaç kez tekrar ettim. Onun için hiçbir hazırlığımız yok ama başlayacağız' dedim ve ağzı kapandı.
3 Şubat 2004: Ben denetlemeye gittiğim zaman hepsi Jandarma Genel Komutanlığı'nda toplanmışlar ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Şener Eruygur onlara bana salı günü takdim edilen hazırlıkları göstermiş ve yapılan üst düzeydeki bazı yöneticilerin konuşmalarına ait ses kayıtlarını dinletmiş. Bunların çoğu AKP'ye danışmanlık yapan kişilermiş ve Kıbrıs sorununu nasıl halletmeyi düşündüklerini ve bu konuda neler yaptıklarını anlattıkları kayıtlarmış. Takdimin sonunda Hava Kuvvetleri Komutanı ve Jandarma Genel Komutanı hemen 10 Mart' ta ihtilal yapalım diye bastırmaya başlamışlar. Kara Kuvvetleri Komutanı onları şimdilik frenlemiş. (...) Konuşmamıza darbe konusu ile devam ettik. Ben eğer bir darbe yapılacaksa bunun 2004 Aralık'tan önce yapılmamasını ve AB'nin vereceği cevaba göre AKP'nin zaten köşeye sıkışacağını ve o zaman halkın desteğini de alabileceğimizi söyledim.

Darbe gerekçesi Kıbrıs
5 Şubat 2004: Kara Kuvvetleri Komutanı (...) telefonla beni aradı ve gizli hattan görüşmek istedi. (...) "Annan'ın mektubu (BM Genel Sekreteri Kofi Annan'ın Kıbrıs mektubu) gelmiş ve içerisindeki konular tamamen bizim söylediklerimizin dışında olayları kapsıyor.
Onur Öymen (CHP Genel Başkan Yardımcısı) ile İstanbul'da görüştük ve bana bunları anlattı. (...) Hava Kuvvetleri Komutanı 19:30'da geldi ve konuştuk. Önce darbe olabilir mi konusunu açtık. Amacım Şener (Eruygur) yokken onunla teke tek konuşarak fikirlerimi ona söylemekti. Nitekim darbe konusundaki fikirlerimi ona naklettim ve zannediyorum benimle aynı fikirde oldu. Ülkenin ekonomik zorluğu, ABD'nin diğer darbelerden farklı olarak bu kez hükümet tarafını tuttuğunu, halkın henüz destek vermediğini ve desteğin yahut zeminin oluşması gerektiğini kısaca anlattım. (...) TSK'nın Kıbrıs konusundaki düşüncelerinin ne olduğunu açıklayıp istifa etmemiz gerektiğini söyledim. Hava Kuvvetleri Komutanı başka bir seçenek tavsiye etti. Kıbrıs'ta herkesi Annan Planı aleyhinde sokağa dökerek gösterilerin yapılmasını sağlama ve anavatandan da bu hareketlere destek vererek hükümet aleyhine olaylar çıkarmak.

Eruygur'un darbe ısrarı
6 Şubat 2004: Sabah doğruca Jandarma Genel Komutanlığı'na gittim ve orada üçümüz buluştuk. Durumu tekrar gözden geçirdik. Jandarma Genel Komutanı hâlâ darbe yapalım diye inat ediyordu. Ne düşündüğümü bana sordu. Dün akşam Hava Kuvvetleri Komutanı'na anlattıklarımı aynı şekilde ona da anlattım. "Çok aculsunuz" dedim. İkna değil ama durdurulması zaman aldı ve sabah toplanmamızın esas gayesi Kıbrıs konusunda neler yapılabileceği konusunda seçenekleri gözden geçirmek. Ancak biz bu konuyu bırakıp darbe yapacak mıyız yoksa yapmayacak mıyız konusuna girdik.
28 Şubat 2004: Hükümete karşı bir tepki olarak da hem Kıbrıs'ta hem de anavatanda gösterilere ve ulusal platformda toplantılara 3 Mart'tan itibaren başlanacaktı. İkinci konu olarak yine aynı mesele, biz bu adamları darbe ile alaşağı edelim konusuydu. Şener ve Havacı bu konuda çok bastırıyorlar. Şener'in adeta aklından çıkmıyor, iki kelimede bir bunu söylüyor. Havacı da keza öyle. Eğer Kıbrıs'ı vermek istemiyorsak en son limitimiz 9 Nisan 2004. Bu tarihten sonra hükümet taraflara taahhüt vereceğinden geriye dönüş şansı sadece referandum olacak. Referandumun hangi şartlar altında yapılacağını hepimiz tahmin ediyoruz. Bütün şer güçleri evet dedirtmek için keselerin ağzını açacak ve sözler verilecek sonuçta cahil halk 'evet' diyecek. Ne yapacaksak 9 Nisan'dan önce yapmamız gerekecek.

Referandum planı bozdu
24 Nisan 2004: Bugün Kıbrıs'ta referandum yapılıyor. Gece yarısı sonuçları, Türk tarafı yüzde 65 evet ve Rum tarafı yüzde 75 hayır. Böylece Kıbrıs'ta hiçbir değişiklik olmadı ama Rumlar AB'ye girecek. Akşam Jandarma Genel Komutanı'nın evinde yemeğe gittik. Genelkurmay Başkanı gittikten sonra aramızda konuştuk. Anladığım kadarı ile Jandarma Genel Komutanı ile Hava Kuvvetleri Komutanı hâlâ bozuklar. Amaçları illa darbe yapalım ve AKP'yi uzaklaştıralım. Yapalım da, Kara Kuvvetleri Komutanı olmazsa nasıl olur, bunu düşünen yok. Hava Kuvvetleri Komutanı'nı fena bozdum, zira vatanını sadece o seviyor ve ona destek verilmiyormuş pozlarında. Üstelik ne söylediğini kendisi de anlamıyor. Şener hâlâ darbeye ümidini bağlamış durumda. Bana "Çok erken çözüldük, daha direnmeliydik" demez mi.

Eruygur'un tek komutanlı ikinci darbe hazırlığı

Günlüğe göre Şener Eruygur, diğer komutanlara, tutumlarına göre kodlar vermiş.

AKP'ye karşı geliştirilen 'Sarıkız' adlı eylem planı Kıbrıs'taki referandumun ardından çözülse bile, Özden'in günlüğüne göre darbe planlarının sonu gelmedi. Adı 'Ayışığı' olan ikinci darbe planının asıl mimarı, dönemin Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur. İddiaya göre Özden, Eruygur'un hazırladığı darbe planına ilişkin 14 Ekim 2004'te günlüğüne şu notu düşmüş: "Fenerbahçe'ye Aytaç (Yalman) Paşa'lara gittim. Daha çok o konuştu. 'Şener bizden habersiz darbe planı hazırlatmış. Adı da 'Ayışığı'. Darbede kimin başkan olacağı belli değil. Hepimize davranışlarımıza bir kod adı vermiş. Havacı (İbrahim Fırtına) ona destek verdiği için o anlamda, bizler ise sana karşıt anlamda, bana da belli değil anlamda kodlar vermiş. Bu plan GB'nin (Genelkurmay Başkanlığı) elinde olduğu gibi içlerinden biri tarafından sızdırıldığı için MİT ve hükümetin de elinde varmış. İkinci bir planda ise senle ben gösterilmiyoruz, sadece havacı var."

AnnE
03-05-2007, 08:26
Bekir COŞKUN
bcoskun@hurriyet.com.tr

Göbeğini kaşıyan adam...


O göbeğini kaşır.

Göbeğinin tombik olması ona mutluluk verir, çünkü bu yaşamın tadını çıkarttığı anlamına da gelir.

Ayağını altına alıp oturur.

Elinde bayraklarla yürüyen kadınları görünce "Ne vınaklıyo bunlar len..." diye kızar.

"Haberleri" sevmez.

O "Ti-Vi eğlence programına" bakar.

Dünyada neler olup bittiği konusunda, bildiği tek dış politika yorumu "İngiliz yaman olur" görüşüdür.

Kitap okumaz.

Çok da gerekiyorsa "Bi bakıver kitap ne diyor?" diye sorduğu bir "hoca"sı vardır.

Gazete bilmez.

İlgi duyduğu tek gazete, turşu kavanozlarının altına serdiği geçen senenin gazetesidir.

Liderlerle ilgili en kapsamlı düşüncesi "Müslüman adam", demokrasi ile ilgili tek fikri ise "Çalsın ama iş yapsın"dır.

Sonra göbeğini kaşır...

*

İşte; Tayyip Erdoğan’ın bir anda "Her şey için sandık" derken, güvendiği adamdır o...

Büyük kentlerde her partiden, her yaştan, her meslekten, her görüşten, her kesimden milyonlar meydanlara dökülürken... Eski-şimdiki cumhurbaşkanları, üniversiteler, akademisyenler, yüksek mahkemeler, askerler, sivil demokratik örgütler "endişelerini" dile getirirken... Dünya medyası "Türk halkı siyasi İslam’a dur dedi" kanaatine varırken...

Tayyip Erdoğan’ın güvendiğidir o:

Göbeğini kaşıyan adam...

*

Atatürk’ün kızları al bayraklarla yürürken, bu ülkenin aydınlık yüzlü erkekleri meydanları doldururken, çocuklar annelerinin-babalarının elini tutup yarınlarına şimdiden sahip çıkmaya kalkarken...

Göbeğini kaşıyan adam uzakta bıyık altından güler.

Ve sandık ortaya konulduğunda...

Göbeğini kaşıyan adamın dediği olur.

Çünkü demokrasi, bilinçte aşağı-yukarı eşit insanların rejimidir. Bir toplumun çoğunluğu "göbeğini kaşıyan adam" ise, orada demokrasi olmaz, olamaz...

Tayyip Erdoğan işte ona güvenir:

Göbeğini kaşıyan adama...

nomeames
03-05-2007, 15:20
22 Temmuzda Oy Vermeyen, Seneye Haşema İle Girer Denize!!!

Anladınız Siz Onu!

Not : Unlukıtan şimdiden Haşema işine girmiş haberiniz ola:;cadikazani

Saygılar

buena vista
04-05-2007, 20:40
Necati dogru (Vatan)

Yeni seçim ortamına rüzgâr hızıyla girdik. Öyle görünüyor ki bu seçim, geçen seçimde yaşandığı gibi “şok edici sürprizler” getirecek.

Hazır olun!

Ve hatırlayın!

“Seçme” olmamıştı.

“Sarılma” olmuştu.

Geçen seçimde insanlar; “iktidar ki partilerin yarattığı kirlenme ortamına ve ülkeyi içine düşürdükleri ekonomik krize” tepki olarak AKP’ye sarılmışlardı. O bir bilinçli seçme değildi, insanların dindirilmez öfkeleriyle beslenip büyüyen bir
sarılmaydı.

Sokakta gezen biriyim.

Gözlem gücüme güvenirim.

CHP’li de değilim.

Ona hiç oy vermedim.

“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir ve seçimle gelenler seçimle gitmelidir” çizgisinden çıkmamış (çıkmayı da düşünmeyen) bir gazete yazarı olarak, bu seçimde; “İstanbul’da CHP birinci parti olabilir” işaretleri almakta olduğumu yazmalıyım.

Yine aynısı yaşanacak.

“Seçme” olmayacak.

“Sarılma” olacak.

İstanbul AKP’ye sarılmıştı, bu seçimde “ona öfkelendiği” için çok muhtemeldir ki CHP lider ve yönetim kadroları “beklenen fedakârlığı yapabilirlerse” bu kez insanlar CHP’ye sarılacak.

İstanbul Türkiye’dir.

Anadolu’nun köyü, kasabası, şehri, şehirlerinin her mahallesindeki “duygu-düşünce-eğilim mozaiğinin” aynısı İstanbul’da vardır.

İstanbul’da işçiler.

AKP’den menun değildir.

Memurlar memnun değildir.

Esnaflar memnun değildir.

Emekliler memnun değildir.

Eski ümmetçi çizgiden gelme Tayyip Erdoğan’ın, Abdullah Gül’ün, Bülent Arınç’ın; “değişip demokrat, laik, cumhuriyetçi olamayacak kişi olarak gördükleri için” Çağlayan Meydanı’nı dolduran milyonlar da memnun değildir.

İstanbul’da AKP’den:
Faizde çok yüksek parası olanlar. Belediye’den ihale alan müteahhitler. Büyük tüccarlar. İthal malı pazarlayıcıları. Kiraya verecek çok sayıda malı-mülkü olan rant yiyicileri. Borsada “doldur-boşalt yapma” becerisini gösterebilen kumarhane kapitalistleri, Özelleştirme ile devletin satılığa çıkartılan malını, mülkünü, arsasını, binasını yabancı sermaye ile ortak olup satın alabilenler, 3’e aldıkları devlet malını 1-2 yıl sonra 13’e satabilenler, patronlarının gazetecilikten başka işleri de olan büyük medyanın Tayyip Erdoğan uçağına binen, yanak okşayan, “Abdulah Gül ile dün gece Hariciye Köşkü’nde konuştum” diye yazan dört köşe olmuş köşe yazarları, genel yayın müdürleri ve bir de TÜSİAD memnundur.

TÜSİAD ölçüdür.

Her seçimde TÜSİAD, hangi partiyi beğeniyor, hangi lideri “İstikrar getirdi” diye alkışlıyorsa o parti ile o lider İstanbul’da seçimi yitirdi.

TÜSİAD, AKP’yi alkışlıyor.

Tayyip Erdoğan’ı, Abdulah Gül’ü, Bülent Arınç’ı “küresel ilerici” ilan ediyor.

CHP’yi ise eleştiriyor.

TÜSİAD’ın “küresel gerici” bulduğu CHP İstanbul’da bu seçimde birinci parti olabilir. Bu seçimde mağrur AKP tıpkı “yüzde 55 oy alacak dedikleri yıllarda olduğu gibi Bedrettin Dalan’ın kulak burun boğaz profesörü Nurettin Sözen karşısında uğradığı büyük hezimete” uğrayabilir.

Anahtar Baykal’da!

Deniz Baykal, CHP’ye tıpkı 1923 yıllarında olduğu gibi “devrimci bir ruh verebilecek ve gerçek fedakârlığın ne olduğunu” gösterecek adımı atarsa İstanbul CHP’ye sarılacak. İstanbul CHP’nin liderinden şimdi “devrimci bir adım ve egoizm çıtasını aşmış yüksek bir siyasi asalet” bekliyor.

İstanbul!

AKP’yi TÜSİAD’a verdi.

AKP’yi faizcilere verdi.

AKP’yi tuzu kurulara verdi.

Sarılacak parti arıyor!

AnnE
04-05-2007, 21:24
Hiç sanmam Necati Bey :

İstanbul göbeğini kaşımaya devam edecektir , Baykal'ın bir yerlerini kaşımaya devam edeceği gibi...

O senin dediğin yer , kitaplardaki , manzara resimlerindeki İstanbul Necati.
Saymayı denesene kaç tane İstanbul var ve oralarda İstanbul var mı ?

alihoca
04-05-2007, 22:39
İstanbul!
...
Sarılacak parti arıyor!
Sevgili Buena Vista Dost;

Ne diyeyim!
Arattıranların gözü kör olsun.

buena vista
05-05-2007, 11:32
Sevgili Buena Vista Dost;

Ne diyeyim!
Arattıranların gözü kör olsun.

Sn Alihocam,


Haklisiniz.. Bana göre partiler amaç aslinda. Önemli olan ülkemizin gelecegi, degerleri..
Baykal``a ragmen CHP``nin meclisteki sandalye sayisi artiracagini düsünüyorum.

buena vista

buena vista
06-05-2007, 08:33
Çağlayan'dan ilginç anılarınız ve gözlemleriniz var mı?

Nazan M.: Çağlayan'da yapılan miting, en çok bayrakçıların yüzünü güldürdü. İnanılmaz sayıda bayrak sattılar. Bir arkadaşımız da böyle düşünerek bayrak aldığı adama takılmak istemiş ve "İktidara dua et. Onların sayesinde bol bol bayrak satıp para kazanıyorsun" demiş.
Bayrakçı öyle bir cevap vermiş ki arkadaşımız gözyaşları içinde kalmış: "Ben vatanımı satmıyorum, vatanını sevenlere bayrak satıyorum. Üç kuruş kazanmak için vicdanını satanlara dua mua etmem. Ver bayrağımı geri!"

minik not: tenceredeki alintidan...

dentist
06-05-2007, 13:46
ASLI AYDINTAŞBAŞ'IN YAZISI

'Kime oy vereceğiz?'

Günlerdir siyaset dışı dünyadan arayan dostlar, dönüp dolaşıp lafı aynı yere getiriyor: "Kime oy vereceğiz?"

Aslında "kime oy vereceğiz?" diye soranların çoğu, kafadan AK Parti'ye oy vermek istemeyen, ancak diğer partilerde de aradığını bulamayanlar. "Kime oy vereceğiz" sözü bir anlamda "Ben sosyal demokratım elim de sağ partiye gitmiyor" ya da "Beyaz Türk'üm bana kim hitap edecek?" veyahut "Laiklik benim için önemli ve yaşam tarzımın AK Parti tarafından tehdit edileceğinden korkuyorum" gibisinden şikayetler için "şifreli" bir anlatım sayılabilir.

"Kime oy vereceğiz" diyenler, Erdoğan kadar güçlü, Berlusconi kadar zengin, Bill Clinton kadar karizmatik, Cem Boyner kadar havalı, Cem Uzan kadar iddialı ve Süleyman Demirel kadar halk dili konuşabilen bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı aramakta... Ancak maalesef ortada böyle bir yok.
Bu durumda AK Parti'ye oy vermek istemeyip, aradığını bulamayan isimlerin iki seçeneği olacak bu seçimde. Cumhuriyet Halk Partisi ve Anavatan ile Doğru Yol Partileri'nden oluşan Demokrat Parti.
Mehmet Ağar ve Erkan Mumcu liderliğindeki Demokrat Parti'nin nasıl bir rüzgar yakalayacağını önümüzdeki günlerde göreceğiz.

CHP ise her zamanki gibi "laik oylar" kalkanının verdiği güvence ile seçime gitmenin rahatlığını yaşıyor. Aslında "kime oy vereceğiz" diye soranlar, CHP ve Deniz Baykal dendiğinde, şöyle bir yüzünü buruşturup, Baykal'ın AB karşıtlığından, diğer sol simaları dışlamasından, artan milliyetçiliğinden ve uzlaşmaz görüntüsünden şikayet ediyor. Ama çoğu sonunda gidip ona oy verecek. "AK Parti karşıtı oylar bölünmesin", mantığı ile en az geçen seçimdeki kadar seçmenin vatani görevini yapar misali yine CHP'ye yöneleceği varsayılıyor.

Geçenlerde bir kabine üyesi, "Son krizden biz karlı çıktık, bir de CHP" dedi. Gerçekten de her iki partinin de geçen seçime kıyasla, oylarında belli bir artış bekleniyor.
Gerçi Ankara'da AK Parti'nin kan kaybına uğrayacağı, bu seçim geçen seferki başarısını yakalayamayacağı teorisini savunanlar da var. Bunu savunanlar, Türk halkının "rejim ile inatlaşan" partilerden rahatsız olduğu AK Parti'nin "muhtıra" sonrası "askerle kavga eden taraf gibi" görünerek, seçmeni ürküteceğini söylüyor.

Ancak bu teoriyi sorduğum üst düzey AK Parti kurmayları, Anadolu ve seçmenden gelen tepkilerin tam tersine "arkanızdayız" mesajı verdiğini, oylarındaki artışı çok net hissettiklerini söylüyorlar. Bir kabine üyesi, "önümüzdeki süreçte olağanüstü bir şey yaşanmazsa, yani birileri bizimle ilgili kapatma davasını zorlamaya çalışmaz ya da dosyalar dökülmezse, bu iş bize yarar. Oylarımız yükselir" diyor.

Peki askerle çatıştığınız görüntüsü?
"Şu anda durum 11 gözüküyor. Çatışma yok. Bir bildirisi yayınlandı, biz de sert sayılabilecek bir cevap verdik. Biz bundan zarar görmeyiz. Eğer yumruk yemiş ve sinmiş olarak seçime girseydik, seçmen işte o zaman uzak dururdu." Ve "şimdilik..." diye devam ediyor. "Şimdilik ortada öyle bir durum yok."

Sabah

Master
07-05-2007, 12:11
E. Cumhuriyet Savcısı - Gündüz Akgül

Yanlış Olan Ne?04.03.2007

26.Ocak 1970 tarihinde Prof.Dr. Necmettin Erbakan ve arkadaşları tarafından Kurulun Milli Nizam Partisi kuruluş beyannamesinde “Büyük Milletimizin çeşitli tesirlerle kendi yolundan saptırılması gayretlerinin hüküm sürdüğü oldukça uzun bir devreden sonra yeniden ulvi ve şanlı tarihi yörüngesi üzerine oturtulması için füzelerin ateşlendiği gündür. Milli Nizam Partisi; Milletimizi karışık ve karanlık devrelerden sonra aydınlığa götürecek, onu parlak tarihi yörüngesi üzerine yeniden oturtmak için ateşlenen güçlü füzedir.” sözleriyle daha kuruluş aşamasında Laik Cumhuriyet rejimine bakış açısını ve Cumhuriyet dönemini karışık ve karanlık bir dönem olarak tanıtmasını açıkça ilan ediyordu. Zamanla bu partinin "laik devlet niteliğinin ve Atatürk devrimciliğinin korunması prensiplerine aykırı olduğu" gerekçesiyle Anayasa Mahkemesince kapatılması ve sonrasında kurulan Milli Selamet ve Refah Partilerinin de aynı yolu ve taktiği uygulamalını engelleyemedi.

REFAHYOL Hükümeti ile Başbakanlığı ele geçiren RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan ve tayfasının iktidar olanaklarını kullanarak laik Cumhuriyet rejimi aleyhindeki söylem ve eylemleri doruğa çıktı. Son olarak Erbakan’ın, tarikat ve cemaat liderlerini Başbakanlık konutuna iftar yemeğine çağırması bardağı taşıran son damla oldu.
Laik Cumhuriyetin büyük bir tehlike altında olduğunu gören Komutanlar konuyu 28. Şubat.1997 tarihinde toplanan Milli Güvenlik kurulu gündemine taşıdılar ve 9 saat süren tarihi toplantıda alınan kararlar tarihte 28 Şubat kararları olarak yerini aldı.
Necmettin Erbakan’ın tezgahından geçen ve ayni düşüncelerle yetişen çömezlerinin iktidarda olduğu şu günlerde, 28 Şubat kararları, 10. yılı dolarken yeniden gündeme taşınarak tartışılmaya başlandı. Lehinde ve aleyhinde birçok yazı yazıldı yorum yapıldı.

Bende tartışmaya Sayın Başbakanın Adıyaman Hükümet Konağı önünde bin 331 toplu konutun anahtar teslimi için düzenlenen törende söylediklerini ele alarak tartışmaya katılmak istiyorum.

Ne diyor Sayın Başbakan;

“Hala 10 yıl öncesinin maalesef bugüne uygulaması gibi yanlışlarla uğraşıyorlar. Bunların yarın için söyleyecek bir şeyi yok. Yine o güne takılıp kalıyorlar, avare kasnak gibi. Yanlıştan ibret alınması gerekir”

Burada sayın Başbakana sormak istiyorum.

-Piriniz olan Erbakan’ın “RP iktidarı kanlı olacak kansız mı?, Refah ordusu için çalışmayan ve bize oy vermeyen patates dinindendir” diyerek laik rejimin yıkılacağını ima eden söylemine karşı çıkmak mı yanlış?

-RP’nin önde gelen isimlerinden olan Ahmet Tekdal’ın “Türkiye’de hak nizamı tesis etmek isteyen siyasal kadronun adı Refah Partisidir” diyerek laik Cumhuriyet rejiminden başka bir düzen kurmayı düşleyen söylemine karşı çıkma mı yanlış?

-RP’nin Şeriatçı militanı Şevki Yılmaz’ın “Biz Kuran’a yüz çevirenlerden, Allah resulü yetkisiz kılanlardan mutlaka hesap soracağız” diyerek şeriat çığırtkanlığı yapan söylemlerine karşı çıkmak mı yanlış?

-RP’nin diğer bir şeriat militanı ve Kemalizm karşıtı görüşleri ile tanınan Hasan Hüseyin Ceylan’ın “Bu vatan bizimdir. Rejim ve Kemalizm başkalarınındır. Türkiye yıkılacak beyler” diyerek şeriat tamtamları çalan söylemlerine karşı çıkmak mı yanlış?

-RP’nin arka bahçesi olan İmam okullarının kapatılması halinde kan döküleceğini belirten İbrahim Halil Çelik’in “İmam hatipleri kapatırsanız kan dökülür. Cezayir’den beter olur. Kan dökülsün istiyorum.” diyerek kanlı bir kalkışmadan çekinmeden söz eden söylemine karşı çıkmak mı yanlış?

-RP’nin Kayseri Büyük Şehir Belediye Başkanı Şükrü Karatepe’nin 10 Kasım 1996 tarihinde Atatürk’ü anma töreninden dönüşte partinin İl divan Kurulunda yaptığı konuşmada “ İnancımıza saygı duyulmadığı bir dönemde, içim kan ağlayarak bugünkü törenlere katıldım, bu düzen değişmeli, Müslümanlar içinizdeki hırsı, kini, nefreti eksik etmeyin” diyerek laik Cumhuriyet rejimine kin kusan ve yurttaşları kışkırtan bu söylemine karşı çıkmak mı yanlış?

Yoksa ;

-Bu günlerde eyalet sistemi önererek ülkenin bölünmesine olanak sağlamaya çalışan, Atatürkçülükle ilgisi olmayan ancak Atatürk adını kullanarak laik Cumhuriyetin bütün kazanımlarını alt üst eden cunta lideri Kenan Evren’in, karşıdevrimcilere döşediği engelsiz yoldan güvenle yürüyerek Cumhuriyet rejimi ile hesaplaşmaya çalışan ve Anayasa Mahkemesi kararıyla laik rejim karşıtı olduğu saptanan RP’ne dur demek mi yanlış?

-28 Şubat kararları ile 8 yıla çıkarılan temel eğitim sonucunda, imam okullarının orta kısımlarının kaldırılarak genç beyinlerin hurafelerle doldurulmasının önüne geçmek mi yanlış?

-2.Şubat.1997 tarihinde RP’li Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız ve İran’ın Ankara Büyükelçisinin katıldığı Kudüs gecesinde yapılan şeriat gösterisine karşı çıkmak mı yanlış?
Söyler misiniz? Sayın Başbakan bu günün on yıl öncesinden ne farkı var. O gün yapılanların bu gün katmerlisi yapılıyor. Bu nedenle 28 Şubat kararları 10. yıldönümünde 10 yıl öncesinin hatırlanıp tartışılmasının neresi yanlış.

YANLIŞ OLAN NE söyler misiniz?

Sayın Başbakan bu ülkeye yazık ediyorsunuz. 28 Şubat’a bu koşullarda gelindi. Sizinde aktif olarak RP’nin İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığında bulunduğunuz o günlerde partinizin en yetkili görevlerinde bulunanların bu söylemlerini haklı göstermek ve ayni yolda yürümek için 28 Şubat kararlarına karşı çıkmanız belki size yakışıyor ama Laik Türkiye Cumhuriyeti Başbakanına yakışmıyor. Ülkeyi kaosa doğru dörtnala götürdüğünüzün farkında mısınız? RTÜK tarafından durdurulmaya çalışan laik Cumhuriyetin ödünsüz savunucusu Cumhuriyet gazetesinde günlerdir yayımlanan reklamda belirtildiği gibi biz tehlikenin farkındayız.

Yurttaş Recep Tayyip Erdoğan olarak düşüncelerinizi beğenmezsek bile saygı duyarız. Ancak Laik Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olarak bu düşüncelerinize karşı çıkmak, laik Cumhuriyetin koruyuculuğunu yapmak ve bu konuda size hesap sormak da yurttaş olarak bizim hakkımız. Bu Cumhuriyeti Cumhur olarak biz ve yasal olarak koruma görevi olan her kurum koruyacaktır. Ancak konuşmanızda, arkanızdaki %25 oyu Cumhur olarak kabul edip karşınızda olan %75 oyu dışlamak yanlışınızı da görüyoruz. Bu %75 yurttaş çoğunluğu Cumhuriyeti koruma ve kollamada sizin gibi düşünmüyor. Bunu unutmayın.

Şunu da hatırlatmadan geçemeyeceğim. 28 Şubat’ı savunanlar değil, karşı duranlar dolayısıyla siz ve tayfanız büyük bir yanlışın içindesiniz. Ta Nizam partisinden bu yana.

Bilmem ki şimdi yanlıştan ibret alınması gerekenin kim olduğunu anlayabildiniz mi?...
Güzel Ülkemi aydınlık yarınlara taşıyan, laik Cumhuriyete ve Mustafa Kemal Atatürk aydınlanmasına sahip çıkan bir iktidar dileği ile…..

buena vista
12-05-2007, 07:00
Deniyor ki, "Türkiye hangi partiye oy veriyorsa, İzmir onun tersine oy veriyor."
Bu, yanlış.
"İzmir solcudur."
Bu da, yanlış.

Ama İzmir'in hangi partiye oy verdiğinin, "gelecek" açısından ciddi önemi var. Çünkü, İzmir rüzgârın aksine oy veriyorsa, bilin ki, öbür seçimde İzmir'in dediği olur.

Bunu ben söylemiyorum...
İstatistik söylüyor.
Buyrun inceleyin...

1954 seçimini kim kazandı?
Demokrat Parti.
İzmir'de kim kazandı?
Demokrat Parti.
Var mı bir anormallik?
Yok.

1957, Demokrat Parti.
İzmir'de de Demokrat Parti.
Var mı bir anormallik?
Yok.

1961'in galibi kim? CHP.
İzmir'in galibi kim? AP.
Sapma olmuş.
İşte buraya dikkat...
1965'in galibi kim? AP.
İzmir bir önceki seçimde ne dediyse...
Türkiye'de de, o olmuş.

1969, AP.
İzmir'de de AP.
1973, CHP.
İzmir'de de CHP.
1977, CHP.
İzmir'de de CHP.

1983, ANAP.
İzmir'de Halkçı Parti.
Sapma olmuş.
Ama bu sapmanın, İzmir açısından "çok özel bir durumu" var...
Turgut Özal, bir önceki seçimde, İzmir'den Milli Selamet Partisi adına milletvekili adayı olmuştu... Türkiye, bu durumu hiç önemsemedi. İzmirli ise, unutmadı.
Vermedi Özal'a oy...
Sonradan Özal'ın "milli görüş" çizgisinde biri olmadığı ortaya çıkınca, İzmirli rahatladı... ANAP'a da oy verdi.

1987, ANAP.
İzmir'de de ANAP.
1991, DYP.
İzmir'de de DYP.

1995, Refah.
İzmir'de DSP.
Sapma olmuş.
Dikkat isterim...
1999, DSP.
Tarih tekerrür etmiş; İzmir bir önceki seçimde ne dediyse, Türkiye'de de o olmuş.

2002, AKP.
İzmir, CHP.

2007 seçimi enteresan olacak gerçekten... Bakalım, İzmir yine haklı çıkacak mı?

NOT:
Ahmet'i Mehmet'i Hüseyin'iyle...
Hanımsultan'ı Latife'si Zübeyde'siyle...
Şeyhmus'u Temel'i Veli'siyle...
Marika'sı Haim'i Aldo'suyla...
Sensin gavur demeye 24 saat kaldı. (SABAH)

YILMAZ Özdil

AnnE
16-05-2007, 11:48
?
Aralık 2000, Hürriyet.
İşsizlik geriledi, yüzde 5.6'ya düştü.
Ekim 2001, NTV.
İşsizlik geriledi, yüzde 8.5'e düştü.
Aralık 2002, Takvim.
İşsizlik geriledi, yüzde 9'a düştü.
Eylül 2004, Milliyet.
İşsizlik geriledi, yüzde 9.3'e düştü.
Mayıs 2005, Vatan.
İşsizlik geriledi, yüzde 9.5'e düştü.
Temmuz 2005, Radikal.
İşsizlik geriledi, yüzde 10'a düştü.
Aralık 2005, Zaman.
İşsizlik geriledi, yüzde 10.3'e düştü.
Aralık 2006, Sabah.
İşsizlik geriledi, yüzde 10.4'e düştü.
Mart 2007, Referans. İ
şsizlik geriledi, yüzde 10.5'e düştü.
Nisan 2007, Yeni Şafak.
İşsizlik geriledi, yüzde 11'e düştü.

Ve...

Mayıs 2007, CNNTÜRK.
İşsizlik geriledi, yüzde 11.4'e düştü.



YILMAZ ÖZDİL Sabah 16 05 2007

neron
16-05-2007, 12:53
Aralık 2002, Takvim.
İşsizlik geriledi, yüzde 9'a düştü.
Eylül 2004, Milliyet.
İşsizlik geriledi, yüzde 9.3'e düştü.
Mayıs 2005, Vatan.
İşsizlik geriledi, yüzde 9.5'e düştü.
Temmuz 2005, Radikal.
İşsizlik geriledi, yüzde 10'a düştü.
Aralık 2005, Zaman.
İşsizlik geriledi, yüzde 10.3'e düştü.
Aralık 2006, Sabah.
İşsizlik geriledi, yüzde 10.4'e düştü.
Mart 2007, Referans. İ
şsizlik geriledi, yüzde 10.5'e düştü.
Nisan 2007, Yeni Şafak.
İşsizlik geriledi, yüzde 11'e düştü.

Ve...

Mayıs 2007, CNNTÜRK.
İşsizlik geriledi, yüzde 11.4'e düştü.



YILMAZ ÖZDİL Sabah 16 05 2007[/QUOTE]

Burada bir yanlışlık var ama nerede? Yanlış olan, %80 den fazlası zeka konusunda sıkıntılı olan bu halk, yani toplamda hepimiz. Hala bu medyayı okuyup, dinlediğimiz ve seyrettiğimiz için.

Master
18-05-2007, 14:15
Sayın Erdoğan,

Bu bir teşekkür mektubudur. İktidarınızın sonuna geldik, sizin için çok
verimli, çok besleyiciydi ama en yakın arkadaşlarınızdan Sayın Bülent
Arınç'ın kelimeleriyle "Ne yazık ki bitiyor, yani keşke ikinci defa
seçebilme imkanımız olabilseydi. Ama bitiyor."

O yüzden size bir teşekkür mektubu yazmak istiyorum.

Öncelikle size çok teşekkür ederim. Yaptıklarınız yüzünden Türkiye
Cumhuriyeti tarihinin en büyük mitinglerinin kahramanı olduğunuz için…
Milyonları size duydukları öfkede birleştirip sokaklara döktüğünüz, bu
vesileyle 4,5 yılda aşınan Türkiye'nin imajını Batı basınında
cilaladığınız için…

Size en içten teşekkürü borç bilirim… Türkiye'nin her yerinde, her
köyünde milyonlarca eve bayrak asılmasını, o bayrakların aylardır asılı
kalmasını sağladığınız için… Milyonların size duydukları derin kinin
intikamını çatışmada, kavgada değil de Türk bayrağında bulmasına yol
açtığınız, yeni nesillerin bayrağa sımsıkı sarılmasına neden olduğunuz
için…

Eşinizi de es geçmek olmaz… Ona teşekkürlerin tıpkı onun kıyafetleri
gibi en yaldızlısı, en cafcaflısını borçluyum…Türk kadınını alyans
sattırma pahasına kazanımlarına sahip çıkmak için meydanlara çıkardığı
için…

Oğlunuza da teşekkür etmeliyim…Yüzde 9'dan aldığınız işsizliği yüzde
11,4'e çıkarmanıza rağmen bu ülkede hala alınteriyle gemi
alınabileceğini ispatladığı, gençliğe umut verdiği için…

Ya bakanlarınız…Hiç onları atlar mıyım? Teşekkürlerimi sunuyorum onlara
da…Yumurta fabrikalarıyla…Harem selamlık yemek yedirdikleri
aileleriyle…Kaçak villalarıyla…Türkiye'yi Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi'ne şikayet eden eşleriyle…Haklarında verilen gensoru
önergelerine yaptıkları ucuz savunmalarıyla… Milleti isyan ettirip,
uyuyan devi uyandırdıkları için…

Bir teşekkür de kankalarınıza…Mesela size her fırsatta destek veren
Amerika Birleşik Devletleri'ne …. Irak'taki politikalarıyla Büyük
Ortadoğu Projesi'nin iç yüzünü bize gösterdiği için ….Ve elbette Avrupa
Birliği'ne…Unutulmaya yüz tutmuş imtiyaz kelimesini dilimize tekrar
kazandırdığı, "Ver Kurtul"culara, ne kadar versek de kurtulamayacağımızı
gösterdiği için…

Mesleki teşekkürü de unutmamalıyım…40 kişiyi 4 sene önce bir anda işten
ayrılmak zorunda bırakıp, 1 sene evde işsiz oturtup, sonra Kanaltürk'ün
kurulmasına neden olduğunuz için… Bizi "Bir şey yapmalı" diyenlerin sesi
yaptığınız için… Kanaltürk'ü istemeyerek de olsa tarihe geçirdiğiniz
için…

Bir de Kanaltürk adına özür borçluyum size… Medyayı dört koldan kuşatıp,
tek sesli hale tam getirmişken, planlarınızı bozup, milyonların
"Satılmış Medya" diye bağırmasına yol açtığımız için…

Evet Sayın Erdoğan,

Sayın kelimesine kattığınız yeni anlamlar nedeniyle gönül rahatlığıyla
sayın da diyebiliyorum size artık. "Dağ dağa kavuşur da bunlar kavuşmaz"
dediklerimiz sayenizde buluştu… Daha da buluşacak, buluşmayanlar da
sandıkta birleşecek siz böyle devam ettikçe…

Dediğim gibi , sizin için çok verimli, çok besleyici bir dört buçuk
yıldı. Ama iktidarınızın sonuna geldik… En yakın arkadaşlarınızdan Sayın
Bülent Arınç'ın kelimeleriyle "Ne yazık ki bitiyor, yani keşke ikinci
defa seçebilme imkanımız olabilseydi. Ama bitiyor."

Çünkü takiye filan vız geliyor, uyandık sayenizde!!!

Melike İlgün

neron
18-05-2007, 14:24
Çok güzel bir yazı, aktardığınız için teşekkürler Üstat.

AnnE
19-05-2007, 08:31
Şimdi sen, haşemayı bikiniyi falan bırak kardeşim, hikâye anlatma, cevap ver...

Neden sattınız memleketi?

Taşını toprağını kastediyorum, neden sattınız? Bu onurlu milletin dişinden tırnağından arttırıp, yaptığı fabrikaları neden sattınız elaleme? Limanları neden sattınız?
Ne telefon kaldı, ne banka.
Diyordunuz ki, " devletin paraya ihtiyacı var, ondan sattılar, biz de ondan alkışladık..."
O zaman neden, 200 milyar dolar olan borcumuz, bunca satışa rağmen, ikiye katlandı, 400 milyar dolara çıktı?
Nerede bu para?
Kimdir bu Ofer?
Hadi, Başbakan'ın arkadaşıdır, kefil olur... Siz niye kefilsiniz El Kadı'ya?
Madem ekonomi rayında...
O halde neden, dünyanın en yüksek faizini biz ödüyoruz? Neden dünyanın en pahalı benzinini biz kullanıyoruz?
Kıbrıs'ta neden "yes be annem" diye bağırdınız? Neden KKTC aleyhine oy kullanılması için "press" yaptınız? Denktaş'ı sevmiyorsunuz, anladık... Papadopulos'u neden bu kadar seviyorsunuz?
Şehitler "kelle" mi?
Yurtseverler "kafatasçı" mı?
Barzani babanızın oğlu mu?
Kafamıza çuval geçirdi adam, çuval...
İnsanda biraz haysiyet olur.
Neden hâlâ Amerikan elçiliğine gidip, baş başa kaynatıp, talimatları alıp, sonra da köşenizde, "Irak'a girmemiz çok yanlış olur" diye yazıyorsunuz?
Sana soruyorum, iri kıyım, gözlüklü...
Bu senin fikrin mi, elçinin fikri mi?
Neden kıydınız çiftçiye?
Pancarcı, pamukçu, tütüncü, fındıkçı, portakalcı kan ağlıyor. Tarlaları gitti, bahçeleri gitti, traktörleri gitti, hapse giriyorlar hacizden... Ne geçiyor elinize? Ziraat Bankası satılırsa, sizin payınıza ne düşecek?
Okurdan utanmıyorsun, anandan babandan utan bari... 300 lira, 400 lira maaşla hayatta kalmaya çalışıyor emekli...
Oğlu işsiz, kızı işsiz, kendi işsiz babalar var bu ülkede... Yok mu? Ha bi defa da bunları yaz, eline mi yapışır?
İşçi? Memur? Ya esnaf?
Daha dün çöplükten marul toplarken otomobil altında kaldı 6 tane evladımız...
Senin o fonlarından para aldığın Belçika'nın çocukları böyle mi yiyor Brüksel lahanasını?
Patronunu soyuyorsun, köşende bedavadan özel hastane reklamı yapıyorsun alenen... Sana göre hava hoş. En son ne zaman gittin SSK hastanesine? Kalemini sattın, vicdanını da mı sattın? Görmüyor musun, doğduğu için rehin kalan bebeleri?
"Fakir fukaraya yardım yapıyoruz" ayaklarıyla insanımızı dolandırıyorlar...
Alman polisi arıyor, bizde baş köşede.
Mehmetçik Vakfı'na küfür etmeyi biliyorsun da... Dinimizi sömüren vakıflara neden ses çıkarmıyorsun?
Filistin'i seviyorsan, İsrail neden kolunda? Iraklı'ya üzülüyorsan, İngiliz neden dostun? Salak mısın? Yoksa bizi mi salak zannediyorsun?
Başbakan'ın uçağında, bakanların uçağında kaç ülkeye gittin, gezmeye? Kaç para indirdin cebine harcırah olarak?
O maaşla nasıl oturuyorsun o villada?

Uzatmayayım...
Hatırlatmak için güzel bir gün...
Keser döner, sap döner.
"Laik-antilaik kavgası varmış gibi" göstererek, işin içinden sıyrılamazsın.
Hedef saptıramazsın...
Bu sorulara cevap vereceksin en önce.

YILMAZ ÖZDİL SABAH 19 Mayıs 2007

AnnE
04-06-2007, 22:11
Paramızı bize verip faiziyle her şeyimizi alıyorlar



Bankalar ve Merkez Bankası dahil döviz rezervimiz, 11 Mayıs itibariyle 112 milyar 798 milyon dolardır. Bu paranın içinden efektif olarak tuttuğumuz bölüm hariç, yaklaşık 112 milyar dolarlık bölümünü yabancı bankalara yüzde 4 faizle yatırırız. Bu işten zararımızı, yukarıdaki rakamlardan siz hesaplayın.
Yabancılar bizden aldıkları 112 milyar doların, 80 milyar dolarını Hazinemize ve borsamıza sıcak para olarak yatırır; bizim paramızla havadan yüzde 22 faiz alırlar. 112 milyar doların ne kadarının mevduat alınan ülkeye yatırılacağına ise, rating (değerleme) şirketleri karar verirler. Buna, "ülke riski" denilir.
Bu hükümet geldikten beri bu yolla, sıcak paraya yaklaşık 90 milyar dolar faiz ödedik. İşte bu faizlerle, yani hiç para koymadan yabancılar bankalarımızı ve diğer önemli kuruluşlarımızı satın aldılar. Almaya da devam edecekler. Bu nedenle, ülkemize rekor derecede yabancı yatırımcı geldi.
Küresel sermaye, bu yolla hiç sermaye koymadan, Türkiye'de ve gelişmekte olan diğer ülkelerde iyi para kazanıyor. Bu yüzden, bizim gibi ülkeler hep "gelişmekte" ama "gelişmiş" değil.
Yabancıların AKP'yi neden destekledikleri belli değil mi?

ytoruner@milliyet.com.tr

neron
05-06-2007, 09:02
http://www.sabah.com.tr/ozdil.html

Yılmaz Özdil....

Sabırla mücadele koordinatörü...
24 Eylül, 1 şehit.
29 Eylül, 1 şehit.
13 Ekim, 2 şehit.
14 Ekim, 1 şehit.
16 Kasım, 2 şehit.
23 Kasım, 1 şehit.
5 Aralık, 3 şehit.
7 Aralık, 1 şehit.

21 Aralık, Başbakan, New York'ta verdiği demeçte, "sabrımızın sınırı var" dedi.

27 Aralık, 1 şehit.
16 Ocak, 1 şehit.
7 Şubat, 1 şehit.
9 Mart, 3 şehit.
23 Mart, 3 şehit.
7 Nisan, 6 şehit.
8 Nisan, 4 şehit.
9 Nisan, 1 şehit.
16 Nisan, 1 şehit.
21 Nisan, 1 şehit.
23 Nisan, 2 şehit.
25 Nisan, 1 şehit.
26 Nisan, 1 şehit.
27 Nisan, 2 şehit.
3 Mayıs, 2 şehit.
5 Mayıs, 2 şehit.
12 Mayıs, İzmir Bornova...
1 vatandaşımız ölü, 4 yaralı.
15 Mayıs, 2 şehit.
18 Mayıs, 1 şehit.
22 Mayıs, Ankara Ulus...
6 vatandaşımız ölü, 121 yaralı.
24 Mayıs, 8 şehit.
26 Mayıs, 1 şehit.
29 Mayıs, 1 şehit.

30 Mayıs, Başbakan, NTV'ye verdiği demeçte, "Sabrımız taştı, taşıyor, bunların hepsi söylenir tabii. Zaten sabrın taşmaması diye bir şey yok ki... Her şehidin gelmesi, sabrın boyutunu adeta test ediyor" dedi.

1 Haziran, Bingöl...
5 vatandaşımız ölü, 6 yaralı.
4 Haziran, 7 şehit.

neron
05-06-2007, 12:09
http://www.sabah.com.tr/2007/06/01/haber,F7F0162C8B4543629BB85FD318F6B22B.html


Barzani orda değil, burda
Barzani'ye kızan kim?
Biz.

Barzani'nin Süleymaniye Üniversitesi'ni kim yapıyor, yurtlarıyla, kampüsüyle?
Biz.
Otoyolunu?
Biz.
Erbil Havaalanı'nı?
Biz.
Süleymaniye Havaalanı'nı?
Biz.
Barzani'yi Türk askerine karşı koruyacak olan North Sector Amerikan Üssü'nü?
Biz.
Amerikan Elçiliği binasını?
Başbakanlık binasını?
İçişleri Bakanlığı binasını?
Kültür Bakanlığı binasını?
Merkez Bankası binasını?
Biz.
Barzani'ye elektriği veren kim?
Biz.
Erbil içme suyu şebekesini?
Taktak petrol tesislerini?
Tuz Kefire arıtma tesisini?
Biz.
Hastanelerini, köprülerini, otellerini, spor salonlarını, konferans salonlarını, enerji iletim hatlarını, kanalizasyonlarını, akaryakıt tesislerini, caddelerini, alışveriş merkezlerini?
Biz.
Sütü makarnası, deterjanı yağı, peyniri çikolatası, kimin kapısından gidiyor?
Bizim.
Çekiçini çivisini, çimentosunu demirini, lastiğini ampulünü, ne lazımsa, kim veriyor?
Biz.
"Ne güzel işte, para kazanıyoruz" diye, yapılan her katkı, kurşun olarak, mayın olarak, ay yıldızlı tabut olarak kime dönüyor?
Bize.
Bu işleri yapmak için gidenler, kimin hükümetinden izin alıyor, gideyim mi diye?
Bizim.

Barzani'ye kızan kim?
Biz.

O tarafa sınır ötesi harekat, şart.
Bu tarafa sınır içi harekat, daha şart.

Yılmaz Özdil

Master
12-06-2007, 19:48
Ordu ve çıldırma… / Ahmet ALTAN


Geceyarıları garip bir dille yazılmış muhtıraları internet sitesine koyma tuhaflıkları…


Cumhurbaşkanıyla ve başbakanla görüşüp Milli Güvenlik Kurulu’nu toplayarak tartışılacak “Kuzey Irak’a müdahale” gibi önemli konuları basın toplantılarından açıklayıp, devlet kademelerinde konuşmama ciddiyetsizlikleri…


Kürt meselesi gibi olağanüstü hassas konularda halkı meydanlara davet etme kışkırtmaları…


Doğru dürüst yazmayı bile beceremedikleri anadillerine bir ömür vermiş aydınları hedef gösterme cüretkarlıkları…


Bütün bunlar, bizimki gibi bir ordu için bile fazlasıyla gayrıciddi ve disiplinsiz hareketler.


Üstelik boğazlarına kadar siyasete battıklarından bir de kendi mesleklerini unutmuş durumdalar.


Kendi askeri karakolumuzu bile koruyamıyoruz.


İki kişi geliyor, karakolu basıyor, yedi gencecik askeri öldürüp sekizini yaralıyor, ayrıca saldıranlardan biri de olay yerinden kaçmayı başarıyor.


El insaf…


Buna askerlik mi diyorsunuz?


O öldürülen çocuklar bu ordunun generallerine emanet edilmişti.


Ne oldu o emanetlere?


Kim bunun sorumlusu?


Bir ordunun üstüne vazife olmayan işlere karışacağına ciddi biçimde askerlik yapması, karakolunu koruması, çocuklarını sakınması gerekmiyor mu?


O çocukların hesabını kim verecek?


Kimse…


Onun yerine internet sitesine “ordumuzu yıpratmaya çalışıyorlar” diye klişelerle ve tehditlerle dolu bir muhtıra daha koyacaklar.


Korkutup susturacaklar.


Ölen çocukların hesabını vermeyecekler.


Bir yarbay, bir binbaşı, bir er daha uzaktan patlatılan mayınla öldürüldü.


Geçen gün Ayşe Önal’dan öğrendik ki Kuzey Irak’ta Amerikan askerleri “manyetik alanı kitleyip” uzaktan bomba ve mayın patlatmayı imkansızlaştırmış.


Bizim ordu niye bunu yapmıyor?


Niye subaylarıyla erlerini korumuyor?


Halkı sokaklara çağıracaklarına, manyetik alanı kitleyecek teknolojiyi uygulamaları gerekmiyor mu bu komutanların?


Onların işi bu değil mi?


Resmi rakamlara göre Cudi Dağı’nda 35, Gabar Dağı’nda 100 PKK’lı varmış.


Bizim binlerce asker onları yakalayamıyor.


Niye?


Bütün bunlar bizim ordu için bile normal değil.


Sanırım ordunun içinde anormal bir şeyler oluyor.


Çok tuhaf şeyler.


Ve, ordu askerliği bırakmış ülkeyi hızla bir belanın içine doğru sürüklüyor.


Manyetik alanı kitleyip dağdaki yüzeli PKK’lıyı yakalayamadıkları, karakolları doğru düzgün koruyamadıkları için ya Kuzey Irak’a yüz binlerce askerle girip içinden çıkamayacağımız bir felakete dalacağız ya da içerde büyük gösterilerle Türk Kürt çatışması yaratacağız.


Medya generallerin siyasi kavgasına amigoluk yapacağına, ordunun işlevini niye yerine getirmediğini sormazsa, bu kışkırtıcı iklim devam ederse, sonunda generallerin de, medyanın da, aydınların da, halkın da paçasını kurtaramayacağı korkunç bir kaosun içine yuvarlanacağız.


Ordunun neden bu kadar tuhaf davrandığını süratle sorgulayıp anlamak zorundayız.


Korkarım, “dönüşü olmayan” noktaya çok yaklaştık.


Ordu bu anormalliklerini biraz daha sürdürürse Türkiye tarihinde yaşamadığı ölçüde bir karmaşa yaşayacak.


Doların fırlaması, ekonominin çökmesi, iflaslar, işsizlikler, sefaletler değil yalnızca bizi bekleyen, büyük iç çatışmalar, diktatörlük çekişmeleri, blok değiştirme çabaları, savaşlar da epeyce karanlık geleceğin içinde bizi bekliyor.


Yaşadığımız sorun, şu parti ya da bu parti, şu siyasi davranış ya da bu siyasi davranış anlaşmazlıklarının çok ötesinde ve çok daha derin bir sorun.


Sorun ordunun içinde.


Bizi korkunç bir karmaşaya sürükleyen bu çıldırma halinin gerçek nedenini bulup düzeltemezsek…


Bu ülke, bir daha içinden çıkamayacağı kanlı bir kuyuya düşecek.


Herkesin hayatı söz konusu.


Herkesin…



Minik Benzetme : Sanki Osmanlı yazarları Atatürk Samsun'a gitmesinin ardından yazdıkları yazıları hatırlattı...Kaçıncı meşrutiyetti acaba ?? Ali Hoca'm kesin biliyordur....

Ramo
12-06-2007, 20:36
Kırmızı yada Beyaz çizgiler koyup sonra üzerine soğuk su içen bir devlet erki var iken.Namı değer Türkülere gark olmuş,anlı şanlı diyarbakır kalesinin burçları BOP yada benzeri bir takım ucu acık plan ve projelere konu olur iken.Yine bu ilimizin belediye başkanı çıkıp kendi ülkesini çeşitli vesilelerle küçük düşürürken.
Bir sözünde:
Kerkük e müdahale Diyarbakır yapılmış sayılır.
Gibi tuhaf tuhaf sözler eder iken.Son dönemlerde Ordumuzu kirli bir takım alanlara çekme,özde halkın gözündeki itibarını zedeleme türünden sayılabilecek girişimler olur iken.
Aylardır kuzey ıraktaki eşkiya yapılanmasının tehlikeli boyutları vurgulanıp.Acil yapılması gerekenleri tartışması gereken ülkeyi yönetenler yerine başkaları müdahil olurken.
Bir kitapçının bombalanması olayında nerdeyse ordunun en üstlerine kadar ağır bir yıpratma kampanyası bir takım gazetelerin manşetlerini süsler iken.Yine bu günlerde yine ordumuzun yıldızlılarına ağır ithamlar içeren yazılar yazılır iken.Bu yazıya daha ordu yanıt vermemiş iken Yüce Allahın takdiri iki tane komutanımız ölür iken.
İmralı ikametli,eşkiya başının demeçleri yorumları,daha öncekinden daha fazla malum tv leri gazeteleri süsleyip sus diyen çıkmaz iken.

Basiretsizlik ve politikasızlık koca ülkeyi bölgesinde yalnız bırakir iken.
ABD nin bana dokunan terörist size dokunan demokrat, felsefesine amade beylerimiz efendilerimiz eşkiyaya sayın deyip kendi şehitlerine kelle diyecek kadar küçülürken.
Ülkenin en büyüğünün oğlu çürük raporu alıp askerliğe gitmez iken.
Elbette birileri çıkıp bu ülke sahipsiz değildir diyecektir.
Dünün solcusu bugünün nesi olduğunu bilemeyeceğim kalemleri güdümlü zatı muhteremler dün yazdıkları yazılarla gençleri sürüklerkende mi güdümlüy dü diyesim geliyor..
Saygılarımla.

dohol
12-06-2007, 21:29
Çok değil 2-3 yıl öncesine kadar çok demokrat düşünürdüm ya da öyle sanardım.

Ordu derdim demokrasilerde sivil iktidarın emrindedir ve ona asla karışmamalıdır.

Başörtüde isteyen istediği gibi takmalı kimse karışamamalı derdim.

Haa birde Türk devleti büyük devlettir çapulculara hatta bırakın çapulcuları hiç bir devlet ve millete pabuç bırakmaz ve bırakmamalı derdim.

Daha bunlar gibi dışarıda bakınca gerçekten doğru ama bizim memleketimizde malesef doğruluğu şüpheli şeyler söylerdimde söylerdim.

Peki bugun ne oldu? Yukarıda yazdıklarım ve diğer bir çok fikrim değişti ,televizyonda şehit yarbayın ardından selam duran ve ağlamayan ama dudaklarından anlayamadığım birşeyler dökülen o 18 yaşındaki çocuğun ardından duygularım aktı gitti.

Diyeceksinizki hepsi tamam ama Türk devletinin büyüklüğündendemi şüphelisin artık?

Eğer o yüce duygumuda bu teroristlere ve gerekli yerlere ve kişilere (anladınız siz onu) doğru dürüst bir cevap veremez ve kaybettirirlerse hakkımı helal etmiyorum .

Saygılarımla.

dohol

Ramo
17-06-2007, 18:58
İşte dokunulacak milletvekilleri 17 Haziran 2007


ANKA

Milletvekili aday listelerine giremeyen AKP’den 33, CHP’den 15, Anavatan’dan 7, DYP’den 1 ve 3 bağımsız milletvekiline mahkeme yolu göründü.İşte o vekiller.

Haklarında dokunulmazlık dosyaları olan ve 22 Temmuz Genel seçimlerinde aday gösterilmeyen 55 milletvekiline mahkeme yolu göründü. Listeye giremeyen AKP’den 33, CHP’den 15, Anavatan’dan 7 ve bağımsız 3 milletvekiline yargı yolu açıldı.
Başbakan, bakan ve diğer milletvekilleriyle ilgili TBMM’de 22. Dönem 251 kişi hakkında dosya bulunuyor. AKP’de 83, CHP’de 34, Anavatan’da 7, DYP’de 1 ve 3 bağımsız olmak üzere toplam 128 milletvekili hakkında dokunulmazlık dosyası bulunuyor. Dokunulmazlık dosyası bulunan vekillerin seçilememesi halinde, haklarındaki dosyalar da tozlu raflardan indirilecek.

AKP’LİLERİN DOSYASI KABARIK

22. Dönem Meclis’te 251 milletvekili hakkında okunulmazlık dosyası bulunuyor. Bunlardan 83 milletvekili hakkında ki dosya AKP’lilere ait. Aralarında Başbakan Erdoğan ve bazı bakanlar bulunduğu dokunulmazlık dosyaları ve suçlar şöyle:
“Recep Tayyip Erdoğan: Görevi kötüye kullanma. Abdülkadir Aksu, Abdullah Gül: Kayıp trilyon davası kapsamında özel evrakta sahtecilik ve Siyasi Partiler Yasası'na (SPY) muhalefet. Kemal Unakıtan: Evrakta sahtecilik. Mustafa Açıkalın, Adem Baştürk: İhaleye fesat karıştırma. Mustafa Açıkalın, İdris Naim Şahin, Adem Baştürk, Zülfü Demirbağ, Selami Uzun, Mustafa Ilıcalı: İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ndeki uygulamalarında ihaleye fesat karıştırma, cürüm işlemek için teşekkül oluşturma, emniyeti suiistimal, gerçeğe aykırı beyan. Adem Baştürk, Nevzat Pakdil, Mustafa Açıkalın, Hüseyin Besli: Nitelikli zimmet. Erol Tınaztepe: Tedbirsizlik, dikkatsizlik, yaralamaya sebebiyet verme. Fahri Çakır: Bina yıkılmasına ve ölüme neden olma. Adem Baştürk: Görevi kötüye kullanma. Vedat Melik: Evrakta sahtecilik. Emin Tutan, Ali Temmur: Kayıp trilyon davasında evrakta sahtecilik ve SPY'ye muhalefet. Mustafa Eyiceoğlu: Görevde keyfi muamele, adli görevi ihmal. Hanefi Mahçiçek: Görevi kötüye kullanma. Asım Aykan: Görevi kötüye kullanma. Mehmet Erdemir: Müessir fiil ve hakaret. Ahmet Koca: Yetkili mercilerin emirlerine riayetsizlik. Mehmet Salih Erdoğan: Müessir fiil. Akif Gülle: Devlet ihalesi Yasası'na aykırılık. Mahfuz Güler: Görevi kötüye kullanma, resmi evrakta sahtecilik. Ali Sezal: Yıkım kararını uygulamamak. Metin Kaşıkoğlu: Avukatlık görevini kötüye kullanmak. Hüseyin Ordu: Görevli memura hakaret, İbrahim Köşdere: Yedieminlik görevini kötüye kullanma. Adem Baştürk, Nevzat Pakdil: Zimmet. İdris Naim Şahin: İhaleye fesat. Mehmet Sekmen: Usulsüz arsa tahsisi. Mustafa Çakır: Çek Yasası'na muhalefet. Mustafa Ilıcalı, Adem Baştürk: Görevi ihmal. Müfit Yetkin: Evrakta sahtecilik.

http://www.hurriyet.com.tr/gundem/6725637.asp?gid=180

Master
18-06-2007, 16:45
AHMET ALTAN

Askeri çöplük...

Şu günlerde insanlar birbirlerine “allahaısmarladık”, “güle güle” yerine “aman dikkat et,” diyorlar.

“Dikkat et….”

Böyle diyorlar çünkü herkes biliyor ki kendi iktidarlarını ancak kanlı bir karmaşanın içinden çıkartabilecek olanlar, yeni suikastlerden ve yeni katliamlardan medet umuyorlar.

Birilerini öldürecekler.

Türkiye’nin sakin ve düzenli bir ülke olmasına izin vermeyecekler.

Tam herkesin “birileri öldürülecek” tedirginliği yaşadığı günlerde, Amerika’da Türk Ordusu’ndan da iki generalin de katıldığı bir “beyin fırtınasında,” İstiklal Caddesi’nde büyük bir bombalamanın ve Anayasa Mahkemesi eski başkanını hedef alan bir suikastin gerçekleşmesini konu edinen bir “senaryo” tartışılıyor.

Senaryoya göre, PKK bu saldırıları üstlenmiyor ama kamuoyunda bu işi PKK’nın yaptığı inancı “yaratılıyor.”

Ve Türk ordusu Kuzey Irak’a giriyor.

Bu tartışmanın en ürkütücü yanı ise, “ya Amerika PKK liderlerini yakalayıp Türkiye’ye teslim ederse” sorusuna ortaklaşa “sakın ha” diye cevap verilmesi.

Bu senaryoya katılanlar, PKK liderlerinin teslimine karşı çıkıyorlar çünkü bu gelişme “AKP’nin işine” yararmış.

Anlaşılan tarafgirlik o hale gelmiş ki seçimle işbaşına gelmiş bir sivil hükümetin işine yarayan bir gelişme olmasın diye PKK’nın varlığına razılar.

Çünkü şu sırada bir “darbe”nin ya da askeri bir rejime giden yolu açacak olan sıkıyönetim ilanının tek dayanağı PKK’nın varlığı.

Düşünsenize, PKK olmasaydı darbe isteyen cuntacılar ne yapardı?

Ellerinde hiçbir koz kalmazdı.

O yüzden “aman” diyorlar, “sakın PKK’ya dokunulmasın.”

PKK, Kürt halkına nasıl bir yararı olacağı kimse tarafından anlaşılamayan ve açıklanamayan mayınlı saldırılarını sürdürsün.

Sürdürsün ki askeri bir yönetim için elde bir koz bulunsun.

Amerika’daki “fırtınacılar” kitleleri hedef alan “bombalamaları” tartışırken İstanbul’da eski bir astsubay, ordu malı el bombaları ve TNT kalıplarıyla yakalanıyor.

Eski astsubay, emekli askerlerin kurduğu bir “güvenlik şirketinin” de elemanı.

Ele geçirilen bombalar, Danıştay baskınını gerçekleştiren ekibin Cumhuriyet Gazetesi’ne düzenlediği saldırıda kullandıkları el bombalarıyla “aynı seriden.”

Polisler, eski astsubaya bombaları nereden bulduğunu soruyorlar.

O da, “askeri bir çöplükte” bulduğunu söylüyor.

Askeri bir çöplük.

Darbe isteyen cuntacıların bulunduğu bir ülkenin tarifi gibi…

Şimdi bütün bunları birada düşünün.

“PKK’ya dokunulmasın” talepleri, “bombalama” senaryoları, emekli askerlerin zulalarında bulunan bombalar.

Belli ki Türkiye’yi seçimlerden önce kanlı bir kıyma makinesinden geçirecek, insanları öldürecek bir “senaryo” akıllarda dolaşıyor.

Bu işlerde kullanılması muhtemel bombalar da “askeri çöplüklerden” çıkarılıyor.

Bu senaryoda hedef AKP gibi gösteriliyor.

Ama hedef AKP değil.

Hedefin AKP gibi gözükmesinin tek nedeni, bu partinin bütün hatalarına rağmen bu ülkede hala Avrupa Birliği’ni savunan tek parti olması.
Avrupa Birliği’ni savunan hangi parti iktidarda olsaydı, hedef o olacaktı.

Çünkü amaç, AKP’yi devirmek değil, bu “mazereti” AKP düşmanı masum Kemalistlerin aklını çelmek için kullanıyorlar.

Amaç, Avrupa Birliği üyeliğine, özgürlüğe, zenginliğe ve demokrasiye giden yolu kesmek…

Türkiye’de bir darbe rejimi kurmak… Bütün ülkeyi, içinden bombaların, ölümlerin, sıkıyönetimlerin, darbelerin çıktığı büyük bir “askeri çöplük” yapmak.

Minik Bakış : Vayy Hem Özgür Hem Zengin Hem de Demokrasi oluşacak ama Asker CHP DYP ANAP TİTKO MİTİKO SELAMET ALAMET hatta Kürtlerimiz de İSTEMİYOR AB yi... TEK İSTEYEN ALTAN lar ve AKP ..Vay Bee.. Aydın olmak ve Aydınlatıcı olmak.....

Master
19-06-2007, 16:15
3 defa okuduğum bölümleri oldu..iyi de oldu..BBC olmak bu demek kutlarım...


http://www.bbc.co.uk/turkish/specials/955_other_iraq/index.shtml

Ramo
22-06-2007, 10:10
NTV'deki "Neden" programında "Aleviler ve Siyaset"i tartıştık. Açılışta Alevi-Bektaşi Federasyonu Genel Sekreteri Turan Eser'e sordum:
"Neden her seçim öncesi 'Sünniler ve Siyaset' değil de 'Aleviler ve Siyaset' tartışılır?"
Eser, rakamlarla yanıtladı bu soruyu...Verdiği rakamlar, tartışmaya yer bırakmayacak kadar net bir tablo sergiliyordu.
Bu rakamları yorumsuz olarak sizlerle paylaşmak istiyorum:
* * *
Türkiye'de kaç okul var?
67 bin...
Kaç hastane var?
1220...
Kaç sağlık ocağı var:
6 bin 300...
Peki kaç cami var?
85 bin...
Her 60 bin kişiye 1 hastane düşerken, 350 kişiye 1 cami düşüyor.
Peki kaç kilise var?
270...
Kaç cemevi var?
100.
* * *
Türkiye'de kaç doktor var?
77 bin...
Peki kaç din görevlisi var?
90 bin...
Türkiye'de her 900 kişiye bir doktor düşerken, her 780 kişiye bir din görevlisi düşüyor.
Eğitim-Sen'e göre Türkiye'nin 200 bin öğretmen açığı var.
* * *
Türkiye'de kaç kütüphane var?
1435...
Almanya'da kaç kütüphane var?
11 bin...
Türkiye'nin kaç kentinde devlet tiyatrosu var?
13...
Kaç kentte kuran kursu var?
81...
Bu kursların toplam sayısı kaç?
3852...
* * *
Türkiye'de 1 opera derneği var; 11 bale, 10 heykel, 18 resim, 18 sinema, 38 tiyatro derneği var.
Peki kaç tane "cami yaptırma derneği" var?
35 bin...
* * *
İçişleri Bakanlığı'nın bütçesi ne kadar?
783 trilyon...
Ulaştırma Bakanlığı'nın?
678 trilyon...
Bayındırlık ve İskân Bakanlığı'nın?
677 trilyon...
Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın?
632 trilyon...
Sanayi ve Ticaret Bakanlığı'nın?
280 trilyon...
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'nın?
249 trilyon...
Çevre ve Orman Bakanlığı'nın?
404 trilyon...
Sadece Sünnileri temsil eden Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bütçesi ne kadar?
1.3 katrilyon...
8 bakanlığın bütçesi kadar...
22 üniversitenin toplam bütçesine denk...
* * *
Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesinin yıldan yıla büyümesine bakalım:
1997'de 66 trilyon.
1998'de 119...
1999'da 180...
2000'de 270...
2001'de 302...
2002'de 553...
2003'te 771...
2004'te 1 katrilyon...
2005'te 1 katrilyon...
2006'da 1,3 katrilyon...
2007'de 1.7 katrilyon...
* * *
Bir ülke, Diyanet'e, bütün üniversitelerine ayırdığı bütçe kadar pay ayırıyor ve bunu son bir yılda ikiye katlıyorsa, doktordan, öğretmenden fazla imam yetiştiriyorsa, hastane değil cami yaptırıyor, kütüphaneden çok Kuran kursu açıyorsa, o ülkenin durup bir daha düşünmesi gerekmez mi?

can.dundar@e-kolay.net

Ramo
22-06-2007, 14:23
22 Haziran 2007 Cuma 12:03
Zengine mazot vergisi yok! Kimler vergi ödemiyor. Öğrenince isyan edeceksiniz...
İnternethaber/ Bu seçimin sloganı "Mazot 1 YTL olacak"...
Bu slogan ile birlikte çiftçiye atılan "kazık" da meydana çıktı.
Sadece o değil...
Bu ülkenin kaymak tabakasına tanınan "kıyak" da gün yüzünde...

Vergi alınmadan mazot verilir mi?
Verilmez, yok öyle şey diyorsanız yanılıyorsunuz.
Türkiye'de bir kesime "beleş"...

Kimler mi?
ARMATÖRLER...
Yanlış okumadınız, gemi filosu olan armatörler mazot için "tek kuruş" vergi ödemiyor. Vergisiz mazot ile gemilerini yüzdürüyorlar...
Bir "beleşçi" kesim daha var;
UÇAK FİLOSU SAHİPLERİ...
Jet yakıtından da vergi alınmıyor...
THY ile yarışır hale gelen o dev uçak şirketleri "fakir-fukara grubuna giriyor(!)

Peki ya köylü...
Onlar bu ülkenin "efendisi ya" vergiye tabiler...
Tarlasını sürmesi, buğday hasadı yapması ÖZEL TÜKETİM VERGİSİ'ne dahil...

Sabah yazarı Yılmaz Özdil'in deyimi ile ne yapsın çiftçi;
Şileple mi sürsün tarlasını?
Boeing'le mi atsın tohumunu?

Manzaranın özeti şu; Zengin arabasını dağdan aşırmış, fakir düz yolda şaşırmış... Mazot 1 YTL olacak...

http://www.internethaber.com/news_detail.php?id=90728

Ramo
25-06-2007, 13:45
"Çuvalı" AK Parti mi istedi?
25 Haziran 2007 Pazartesi 10:27
Milli Görüşten önemli bir isim. Her yerde onun kitabı ve bu şok iddia konuşuluyor.
Kitabın adı “AKP İntihara Gidiyor.” Yazarı Ahmet Akgül. 2 aydır piyasada olan kitapta müthiş iddialar yer alıyor. Bugüne kadar kitapla ilgili bir dava da açılmadı.

Bu kitapta öyle bir bölüm var ki tüyleri diken diken ediyor. Vatan'dan Can Ataklı da bu bölümü köşesine taşıyor. İşte mail zincirine de giren kitabın o bölümü;

KİTAPTAKİ ŞOK ETKİSİ YARATAN BÖLÜM

“AKP’yi kuranların ve kurduranların, özellikle Tayyip Erdoğan’ın özel bir önem verdiği danışmanlarından ve operatörlerinden biri ile yemekte karşılaştık. Tam bir panik havasındaydı. ‘Hayrola işleriniz iyi gitmiyor galiba!’ dedim.

- AKP’li: Tezkere krizinde oldu ne olduysa, büyü o zaman bozuldu, beklediğimiz sonuç çıkmadı, sonrasını zaten biliyorsunuz.

- Katılmıyorum, Edelman’ın YSK’ya ziyareti, Londra, Washington, New York, Dubai ve bazı şehirlerde daha AKP kurulmadan önce verilen sözler sonunuzu hazırladı. Devleti tanımadan, Anayasal organlardan ve milletten gerçek anlamda bir olur almadan küreyi yerinden oynatacak kararları alabileceğinizi sanmak çocukçaydı. Bu durum AKP’yi bitirdi.

- AKP’li: Hayır, bizi Özkök Paşa ve Paşalar bitirdi. Tezkere krizinde ne yapacağımızı bilemedik. Sorduk ne yapılmalı diye; ‘İktidar sizsiniz, karar almak sizin işiniz, biz kararı uygularız’ dediler.

- Ama zaten siz orduya sormadan informel olarak her türlü garantiyi vermiştiniz. Asıl hata o değil mi?

- AKP’li: Tamam her türlü garantiyi ve tavizi verdik ama ABD’nin Doğu ve Güneydoğu’ya tam yerleşeceğini bilmiyorduk. Yani, ABD ve İngiltere Türkiye’yi işgal edeceklerdi, paniğe kapıldık.

- Ama ABD’lilere bu garantinin AKP’nin kurulması aşamasında verdiniz.

- AKP’li: Evet, çok yanlış yaptık.

- Peki o halde Özkök Paşa’nın ve Paşaların suçu ne?

- AKP’li: Onlar diyebilirlerdi ki; ‘Tezkerenin çıkmasına karşıyız.’ Ancak asker kararı bize bıraktı!

- Normal, demokrasilerde zaten böyle olmaz mı?

- AKP’li: Tamam da, tezkerenin faturasını sonunda AKP’ye kesti ABD’liler. Asker, ‘tezkereye karşıyız’ deseydi, parti ile ABD değil, ABD ile TSK karşı karşıya gelecekti, biz yırtacaktık!?

- Özkök Paşa ve Paşalar size tezkere çıkarmayın demedi mi?

- AKP’li: Hayır demedi ama cesaret edemedik!

- ABD, Türk askerlerinin başına çuval geçirdi ama ceza olarak?!

- AKP’li: Yahu o olayı hiç sorma. O Wolfowitz’in halt yemesi. Bizimkiler (AKPliler), ‘tezkerenin öcünü TSK dan alalım’ diye ona akıl vermiş!

- Yoksa sizin danışman arkadaşlarınızdan biri ve İstanbul’da iki işadamı Wolfowitz’e asıl suçlu AKP değil, TSK demiş olmasın? Çünkü Amerika’ya söz verdiği gibi AKP tezkereyi çıkaracaktı! TSK’yı cezalandırma teklifi, iki işadamı ve bir danışmandan gitmedi mi?

- AKP’li: Çok büyük, çok fahiş bir hata yaptık zaten Wolfowitz Türk ordusunu bizimkilerin teklifi üzerine cezalandırmaya karar verdi.

- Tek başına mı?

- AKP’li: Yok canım, Tayyip Erdoğan ve ve Gül’le paylaşıldı, onlar da ‘olur’ dediler.

- Yani Wolfowitz’in, ABD’nin bu çokbilmiş danışmanının ve İstanbul’daki iki işadamının: ‘Türk ordusunu cezalandırma önerisine’ Tayyip Erdoğan ve Gül ya da Eş Genel Başkanlar ‘Evet’ mi dedi?

- AKP’li: Maalesef öyle!... Tayyip ile Gül’ün gezileri bu plana göre ayarlandı. O gün Tayyip Erdoğan Rize de, Gül de Kayseri’de olacaktı. Çok ters bir şey olursa ikisi ABD’liler tarafından alınacaktı. Bu planı Wolfowitz hazırlamıştı.

- Ne tür bir terslik bekliyordunuz?

- AKP’li: Tayyip Erdoğan ve Gül’e yönelik askeri bir hareket olabilir diye düşündük.

- Yani AKP üst yönetimi, AKP’nin yıldız danışmanı ve İstanbul’daki iki işadamı Türk askerlerinin başına çuval geçirileceğini biliyor muydu?

- AKP’li: Evet tabii... Yanılmıyorsam bir de emekli bir Paşa biliyordu.

- Hiçbir kimse çıkıp ta Tayyip ve Gül’e bunun sonuçlarının çok ağır olabileceğine ilişkin görüş bildirmedi mi?

- AKP’li: Tezkerenin mecliste reddedilmesine çok kızmıştık. ABD Savunma Bakanı arkamızdaydı. Kendimizi çok güçlü hissediyorduk!

- Ordunun sessiz kalacağını mı düşündünüz?

- AKP’li: Biz değil, Wolfowitz öyle düşündü. Türk askerlerinin başına çuval geçirilince, Genel Kurmay Başkanı Özkök ve diğer Kuvvet Komutanı Paşaların, o günkü harekatın nöbetçisi Büyükanıt’ın istifa edip emekli olacaklarını öngörmüştük. Eğer o gün paşalar istifa etseydi, bizim Genel Kurmay Başkanımız hazırdı.

- Kimdi?

- AKP’li: Onu söylemem.”

Konuşmanın devamında Özkök Paşa’nın “Fethullahçı” olarak lanse edildiği ve yıpratılmaya çalışıldığı anlatılıyor. //
http://www.internethaber.com/news_detail.php?id=91094
Minik yorum
Bu yazılanları 3 ay önce kadar biri mailime gönderdiğinde.tüylerim diken diken oldu.Ancak hala ne bir yargının yada konuya muhatap partinin bir şikayet yada tekzip etmemesi beni kara kara düşündürüyor.Ülkemin yarınları adına.

AnnE
06-07-2007, 07:16
Memur 1 YTL...
Borsa, 50 bini gördü...
Hadi gözünüz aydın.

Bakın, önümde bir liste var...
Ankara Ticaret Odası hazırlamış... 1987'den bu yana "İMKB endeksinin bir önceki yıla göre artışı" nı gösteriyor.
Okuyalım...

1987, artmış, yüzde 293
1988, düşmüş, eksi 44
1989, artmış, yüzde 493
Artmış, artmış...
1992, düşmüş, eksi 8
1993, artmış, yüzde 416
Gene artmış, artmış...
1998, düşmüş, eksi 24
1999, artmış, yüzde 485
Düşmüş.
Artmış.
Düşmüş.
2003, artmış, yüzde 79
2004, artmış, yüzde 34
2005, artmış, yüzde 59
2006, düşmüş, eksi 1
2007?
Şimdilik artmış, yüzde 20...

Yani?

Yani...
Tarihine baktığımızda, borsa, en büyük yıllık artışını yüzde 493 ile 1989'da yapmış.
Kim o zaman başbakan?
Akbulut.

Fıkra gibi di mi?

Borsa'nın yükselmesi, Hükümet'in başarısını gösteriyorsa eğer... AKP'nin 4.5 yıllık toplamı, Akbulut'un anca yarısı ediyor... Gerçek bu.

Üstelik...
Kaç kişi oynuyor Borsa'da?
3.265 kişi...
Evet, 3.265 kişi...
Çünkü, bu 3.265 kişi, Borsa'nın yüzde 86'sına sahip. Gerisi, 3-5 kuruş. Kuru kalabalık yani.
Hatta...
Bu 3.265 kişinin de, 1.504'ü yabancı... Aslan payını, yüzde 65'ini, yabancılar elinde tutuyor.

Başbakan'ın, düştüğü zaman "düştü paşam" diye kahrolduğu Borsa, işte bu...
1.504 yabancı.

Ve, dün...

Borsa, 50 bini gördü.
Cumhuriyet'in elindeki son altın yumurtlayan tavuk, Petkim'i, giderayak yabancıya sattılar.
Emekliye de zam yaptılar.
Ayda 20 lira.
Günde 66 kuruş.
Mazot ne olur bilmem ama...
Memurun payına düşen...
1 YTL.


YILMAZ ÖZDİL ( Hala SABAH'ta )

Ramo
11-07-2007, 10:04
Galiba, Audi reklamıydı...
Karlı bir hava.
Yer, buz.
Audi kaptırmış geliyor...
Mahallenin köpeği takılıyor peşine.
İçgüdüsel olarak "güç" ü takip ediyor.
Koştura koştura...
Dili dışarda.
Ama o da ne...
Audi viraja bi dalıyor...
Köpek toparlayamıyor!
Savruluyor...
Takla makla atıyor.
Doooğru şarampole.

Audi'nin her türlü hava şartında ne kadar kıvrak manevra kabiliyeti olduğunu gösteren bu reklam bittiğinde, kamera yavaş yavaş zoom yapıyor... Zavallı köpeğin şaşkın yüz ifadesi kalıyor ekranda...
Hem gülüyorsunuz.
Hem acıyorsunuz.

E bakıyorum gazetelere...
Gücün peşinden koşan tüccar meslektaşlar, tıpkı, bu şaşkın köpeğe benziyor.
Başbakan, bi viraj alıyor...
Bunlar doooğru şarampole.

Nasıl mı? Şöyle...

Başbakan, "cumhurbaşkanını bu meclis seçer, uzlaşma aramama gerek yok" dedi mi? Dedi... Bunlar ne dedi hemen? "Evet, bu meclis seçer, uzlaşma aramasına gerek yok" dedi.
Sonra?
Olmadı...
Bi viraj.
Aynı başbakan çıkıp, "meclisin seçmesi doğru değil, cumhurbaşkanını halk seçmeli" dedi mi? Dedi... Bunlar doooğru şarampole... Şaşkın bir yüz ifadesiyle, yazdılar mecburen, "evet, meclisin seçmesi doğru değil, halk seçmeli..."
Sonra?
O da olmadı...
Bi viraj.
Aynı Başbakan çıkıp, "yeni cumhurbaşkanını yeni meclis seçer, ben de uzlaşma ararım, bütün muhalefet liderlerini tek tek dolaşırım" dedi mi? Dedi...
Bunlar gene şarampole...
Takla ata ata bir hal oldular. Üstleri başları çamur içinde, savrula savrula yazıyorlar şimdi, "evet, yeni cumhurbaşkanını yeni meclis seçer, uzlaşma iyi bir şey..."

İşte böyle maalesef...
Hem gülüyorsun.
Hem acıyorsun.
O nedenle, "Allah bunları bildiği gibi yapsın be kardeşim" demeyeceğim.
"Allah kimseyi bu arkadaşların durumuna düşürmesin" diyeceğim.
Çünkü, bu kaygan zeminde sağlıklı yalakalık yapmak, hakikaten zor iş valla.

Yılmaz Özdil
Sabah

Master
19-07-2007, 09:01
Bekir COŞKUN


Ben AKP’ye oy vermem...


MESLEK hayatım boyunca hangi partiye oy vereceğimi, hangisine vermeyeceğimi hiçbir zaman açıklamadım, her görüşteki okurlarıma sevgimden dolayı.

Ayrıca mücadele partiler arasındaydı ve o partiler iyi-kötü "demokrat-laik Türkiye"nin birer ucundan tutmuşlardı.

Bu sefer öyle değil.

Bu sefer AKP ile laik devlet yarışıyor.

Dönüp bakarsanız, çoktandır devletin tüm temel kurumları ve kavramları ile mücadele eder AKP; Anayasası ile, yargısı ile, Türk Silahlı Kuvvetleri ile, üniversiteleri ile, liberal sermayesi ile, sivil toplum örgütleri ile...

Devrim yasaları ile..

Üniter yapısı ile...

Çağdaş eğitimi ile...

Şimdi iki taraf seçime gidiyor:

AKP ve laik devlet...

*

Ben AKP’ye oy vermem...

AKP; Mustafa Kemal’in kurduğu, Müslüman dünyasında tek laik, tek özgürlükçü, tek medeniyet yolunu zorlayan, uygarlık yolunu seçmiş tek devlet ile hesaplaşmaktadır.

Bu seçimler, AKP ile öbür partiler arasında değildir.

Bu seçimler, AKP ile çağdaş Türkiye arasındadır.

*

Bizim aydınlık umutlarımız vardı.

Bizler düşe kalka, günlük sorunların içinde debelene debelene, yine de bir gün olsun "Dağ başını duman almış, yürüyelim..." ideolojisini dilimizden düşürmeden yol aldık.

Biz; son yüz yılda Ortadoğu halkları içinde tek şerefli savaşı kazanan ve bize emanet eden, tek istekleri "muasır medeniyet seviyesi" olan yiğitlere ihaneti hiç düşünmedik.

Bizim; ne dolarla, Euro’yla satılacak, kasalara konulacak, çıkar ile kıyaslanacak, cüzdanlara sığacak kimliğimiz olmalıydı...

Ne de yoksulumuzun makarna-nohut ile satılacak onuru...

Bizim kadınlarımız birer esir, birer sakıncalı, birer suçlu, birer yasaklı gibi yok sayılmamalı...

Bizim çocuklarımız dergáhlarda, tarikat okullarında ortaçağ hurafeleri öğrenerek büyümemeli...

Bizim aydınlık yolumuz vardı...

Biz ışığa doğru yürüyorduk...

Karanlığa değil...

Ben AKP’ye oy vermem...

buena vista
21-07-2007, 08:34
Bekir COŞKUN


TURNALAR; daha iyi bir yaşam ortamı bulmak için, yavrularını güven içinde, sağlıklı büyütmek için göç ederler.

Kafile kafile başımızın üzerinden geçip giderler ve dönerler.

Yol boyu şarkı söyleye söyleye.

Bugün-yarın bizim yurtsever seçmenlerimiz kıyılardan, tatil beldelerinden oy’larını kullanmak üzere yollara düşecekler.

Tıpkı turnalar gibi.

Özgürlükleri için.

Çocuklarını güven içinde büyütmek için...

*

Demokrasi turnaları bugün-yarın gelecekler ve dönecekler.

Seçimlerin bu tarihe alınması; aslında onların çağdaş yaşam alanlarını ele geçirme planının bir parçasıdır.

"Bu tarihte seçim dünyanın hiçbir yerinde yapılmaz. Demokrasiye ve seçmene saygı duyan, onun oy kullanmasını zorlaştırmaz, kolaylaştırır" dedik, dinlemediler.

Bu dahi çağdaş insana karşı duydukları kinin-nefretin kanıtıdır.

Yaşlısı, çocuğu, hastası ile onu bu cehennem gibi sıcakta yüzlerce kilometrelik yollara zorlamak demokratlıkla, saygıyla, insan sevgisiyle nasıl bağdaşır?

*

Dün haber geldi:

Demokrasi turnaları yola çıktılar.

Bir hesaba göre 5 milyon insan, kayıtlı oldukları seçim sandıklarının olduğu yerlere doğru göç edecek.

Bu dünya demokrasi tarihinde bir ilktir.

Şarkılar söyleye söyleye, varlıklarını sürdürebilmek için, geleceklerini korumak için, çocukları için geliyorlar.

Bölük bölük...

Alay alay...

Kanat çırpıyorlar, var güçleriyle çabalıyorlar, şarkılar söylüyorlar her şeye rağmen.

Yüreklerinde azim var.

Yollar zor olabilir.

Olsun...

Onlar çocuklarını güvenli ortamlarda büyütmek, var olabilmek, çağdaş yaşam düşmanlarına yenilmemek, özgür kalabilmek için yollara düşüyorlar.

Saygın...

Yücelerden yüce...

Bölük bölük...

Alay alay demokrasi turnaları... bcoskun@hurriyet.com.tr

Master
24-07-2007, 07:05
BAYKAL ERDOĞAN'LA GİZLİ ANLAŞMA YAPTI
Zülfü Livaneli'den şok iddia

24.07.2007 05:26
Seçimler öncesi CHP’ye zarar vermemek için bildiğim birçok konuyu içime gömerek sustum, bundan sonra da bu parti ve liderine ilişkin hiçbir şey yazmayacağım.

Çünkü bir faydası olacağına inanmıyorum.

Ama bu konudaki son yazımda size bir tanıklığımı aktarmak zorundayım.

Bunu bir borç olarak görüyorum:


***


Deniz Bey lütfen hatırlayın:

19 Aralık 2002 tarihinde karlı bir Ankara gününün akşamında Mehmet Sevigen’in evindeydik.

Ben Cumhurbaşkanı ile görüşmeden geliyordum.

Abdullah Gül Başbakandı, Tayyip Erdoğan’ın ise Meclis’e girme umudu kalmamıştı.

Cumhurbaşkanı Sezer bir gün önce, Tayyip Erdoğan’ın “milletvekili olmadan başbakan olma” önerisini reddetmişti.

Türkiye’nin kaderi o akşam o evde değişti, çünkü siz “Tayyip Erdoğan başbakan olacak!” diye tutturdunuz.

Sizi “Çok tehlikeli bir oyun bu!” diye uyaran parti dışından önemli şahsiyetlere kızdınız, “Hayır!” dediniz “İki ay dayanamaz. Göreceksiniz iki ay dayanamaz.”

Sizin bu iddianıza karşılık ben ne dedim: “Erdoğan herhangi bir kişi değil, bütün tarikatların birleşerek Erbakan’ın yerine seçtiği siyasetçi; arkasında Amerika, Avrupa desteği de var. Program Türkiye’yi ılımlı İslam cumhuriyeti yapma programı. Sizin dediğiniz gibi iki ayda gitmeyecek; tam tersine, bu odada bulunan herkesin siyasi hayatını bitirecek.”

İki ay dayanamaz iddianızı, “görüşleri gereği IMF ile anlaşma yapmaz, ekonomiyi zora sokar ve dayanamazlar.” tezine oturttunuz.

Ama bunların hepsi bahaneydi çünkü siz iki partili rejimin işinize yaradığını anlamış ve seçim sonuçlarına sevinmiştiniz. Çünkü size ana muhalefet partisi lideri olmak ve soldaki rakiplerinizi yok etmek yetiyordu. Bu iş birliğini daha sonra da sürdürdünüz.

O zaman ben sizin Tayyip Erdoğan’la seçim öncesinde Beylerbeyi’nde gizlice buluştuğunuzu ve bir anlaşma yaptığınızı bilmiyordum.

Bu gecenin tanıkları var: Önder Sav, Eşref Erdem, Mehmet Sevigen, Bülent Tanla, Yaşar Nuri Öztürk.

Belki bazıları sizden korkar ve tanıklık etmez ama bir kısmı da bu sözlerin doğru olduğunu açıklar. Yani tanıklar var. Ötekiler de söylemese bile içten içe bunun doğru olduğunu bilir. Siz de bilirsiniz.

Tartışmanın sonunda dediniz ki: “Bu gece birbirimizin fotoğrafını çektik. İki ay sonra çıkarıp bakalım. Ama rotuş yapmadan. Hangimiz haklı çıkmışız?”

Şimdi, 2007 seçimlerinin ardından o fotoğrafı cebinizden çıkarıp bakın Deniz Bey.

Ve düşünün; Meclis grubunda “Erdoğan’ı başbakan yapıyor diyorlar. Evet yapıyorum. Var mı itirazı olan!” diye bas bas bağırmanıza değdi mi?

Erdoğan’la Beylerbeyi’nde gizlice buluşmaya ve size oy veren milyonları hiçe sayarak gizli anlaşmalar yapmanıza değdi mi? (Deniz Bey, biliyorsunuz ki bu gizli buluşmanın da tanığı var.)

Başbakan olmak, elbette Erdoğan’ın demokratik hakkıdır. Ama bunun için olağanüstü çaba harcamak CHP’nin birinci görevi değildir. Üstelik dokunulmazlık kaldırılmadan.

Bir milletvekilinin mazbatasını iptal ettirip, Anayasa’yı değiştirip, grubu baskı altına alıp, Siirt seçimlerini es geçip Erdoğan’ı meclise sokmak ve dokunulmazlık zırhına kavuşturmak için verdiğiniz canhıraş çabanın yüzde birini partiniz için verseydiniz sonuç bambaşka olurdu.

Size o gün söylediğim gibi, Türkiye’nin kaderini değiştirdiniz.

Deniz Bey; sözlerimde en ufak bir çarpıtma varsa çıkıp söyleyin. “Öyle değildi. Böyle konuşmadık.” deyin.

Genel Sekreterinizin ve en yakınlarınızın tanık olduğu bu konuşmayı inkâr edin.

Ya da başınızı önünüze eğin ve tarihin hakkınızda vereceği yargıyı düşünün.

Deniz Bey; çok ağır şeyler yazdığımın farkındayım. O akşamki tartışmaya kadar bir dostluğumuz vardı, bunları yazmak istemezdim.

Ama hem duruma doğru teşhis koyamamanız, hem de aşırı derecede inatçı olma huyunuz yüzünden hepimizi tehlikeye attınız.

Tayyip Erdoğan’ın yüzde 34 oyla meclisin üçte ikisini ele geçirmesinin manivelası oldunuz.

Daha önce Refah Partisi’nin belediyeleri ele geçirmesi de sizin oyları bölmeniz sayesinde gerçekleşmişti..

Tayyip Erdoğan’ların ve yine çok yakın dostunuz olan Melih Gökçek’lerin en büyük şansı sizdiniz.

CHP’nin ise en büyük şanssızlığı oldunuz.

Bu ülkenin sola şiddetle ihtiyaç duyduğu bir dönemde, bütün uyarılarımıza rağmen partiyi sağa çekmekte, Kürtlerden, Alevilerden, solculardan ayırmakta ısrarlı oldunuz.

Erdal İnönü, Hikmet Çetin, Murat Karayalçın, Fikri Sağlar, Ercan Karakaş, Mehmet Moğultay, Seyfi Oktay, Celal Doğan ve daha birçok sosyal demokratla el ele tutuşup halkın karşısına çıkmanız gerekirken; eski MHP’lileri, eski ANAP’lıları, idamla yargılanmış sağcı militanları parti vitrinine çıkarmakta ısrar ettiniz.

Size defalarca “Bir şeyin aslı varken kopyasına kimse bakmaz!” dememize rağmen, sol politikaları değil, MHP çizgisini tercih ettiniz.

Sağcıları ve sekreterinizi Meclis’e sokarken, İsmet Paşa’nın Avrupa Konseyi’nde komisyon başkanı olma başarısını gösteren torunu Gülsün Bilgehan’ı Meclis dışında bıraktınız.

İnanın ki bunları yazarken samimi olarak üzülüyorum. Keşke haklı çıkmasaydım, keşke sizin tahminleriniz doğrulansaydı diyorum ama durum ortada.

Yazık oldu Deniz Bey, hem size, hem partinize, hem de size inanan temiz yürekli sosyal demokratlara.

Artık bundan sonra istifa etseniz de bir etmeseniz de.

Bad-el harab-ül Basra!

ZÜLFÜ LİVANELİ

VATAN

Minik Not : Svg buena vista Biraz daha saklanır sanıyordum ama çabuk düştü markete bu da 2. süpriz idi....

Minik Yorum : Baykal mı ? Hadi canım sendeee

AnnE
30-07-2007, 13:00
Aç kalan millet degerlerini yer .
Referanduma giderse öyle gözüküyor...
Seçer efendim... Niye seçmesin...
Bu halk erovizyonda Ali Riza Binboga'yi seçmedi mi?
Cumhurbaskanini da seçer elbet...
Popstar yarismasinda Bayhan'i haftalarca oylari ile bir numaraya tasimadi mi?
Tasidi...
Karpuzun iyisini hoplatarak, ziplatarak ve sapsapliyarak pit diye anlayan sevgili halkim, yil boyunca kelek karpuz yese de seçmesini iyi bilir kardesim...
Buz dansi yarismasinda Hülya Avsar junior olarak ayni ses tonu ile hayatimiza duhul eden Tuba kardesimize oy yagdirmadilar mi?
Cumhurbaskanina da oy yagdirirlar elbet...
Tamam, dügüm atilmis iple oy kullanan yegane demokrasi olma serefini tasiyor olabiliriz...
(sistem çöyle çalisiyor : okuma yazma bilmeyen sevgili demokrasi asigi vatandasim, parti programlarini ve adaylari incelemistir ve sira oy atmaya gelmistir. Ama sandik basinda oy pusulasinda nereye evet mührünü basacaktir? iste dügüm atilmis ip bu sirada yardima yetisir. Önceden asiret reisi veya yerel parti temsilcisi tarafindan dügüm atilmis iptir bu... Eger ipin ucunu oy pusulasinin sonuna denk getirirseniz dügüm oy pusulasinda malum partinin tam üzerine gelmektedir.Demokrasi tutkunu vatandasim büyük bir özgüvenle basar, evet mührünü dügümüm hizasina denk gelen partinin evet hanesine...)
Ipli demokrasi olur mu demeyin...
Bana seçkin aydin ayaklari yapmayin, yemem...
Meydanlarda ip kavgasi yapinca demokrasi oluyor da is mührü ipe göre basmaya gelince mi demokrasi sorgulaniyor.
Bosanmalarin yüzde kirklari geçtigi ülkemizde esini dogru seçen halkim, cumhurbaskanininda iyisini seçer kardesim...
On kere üst üste Demireli seçmedi mi?
Sonracima ayni sene Demirele yasak getiren anayasayi da seçmedi mi?
Firdevs'i seçti yahu Firdevs'i...
Bosna için toplanan yardim parasininveremeyen Erbakan'i...
Mavi gözlü diye Dalan'i, doktor diye Sözen'i, agzi bozuk diye Tayyip'i seçmedi mi?
Semranim'i da seçti bu halk unutmayin...
Rahmetli oglunu da...
Bittabi Reha Muhtar'i seçti senelerce...
En seksi erkek olarak Ahmet Mete Isikara'yi seçtigi gibi cumhurbaskanini da seçer elbet...
Banker kastelliyi bir numara yaptigi gibi, tan gazetesine milyonlar sattirdigi gibi, Manukyani vergi rekortmeni yaptigi gibi, Murat 124 arabayi en çok satan araba yaptigi gibi seçer EvvelAllah...
Benim halkim seçmesini bilir çok sükür...
Onlara güvenim tam...
Cumhurbaskani Orduya baskomutanlik yapacaksa da gider en dogru ismi bulur getirir oraya...
Mehmet Ali Agca da olur, Uzan'in babasi da olur, Fatih Ürek de olur...
Yok deve demeyin, burasi Türkiye...
"Sen iste elbet bir yol bulunur...
Sen iste her sey çok güzel oluuuuuur..."
Gani Müjde

bikmisbroker
31-07-2007, 13:16
Fermuar dergisinden mükemmel bir espri.


"Elinden gelse var ya, Recep Cumhurbaşkanı olur, Tayyip Başbakan kalır!"

Bu espriye Emin Çölaşan'dan cuk oturan bir ilave.


"Elinden gelse var ya, Recep Cumhurbaşkanı, Tayyip Başbakan, Erdoğan Genelkurmay Başkanı!"

buena vista
31-07-2007, 20:47
Minik Not : Svg buena vista Biraz daha saklanır sanıyordum ama çabuk düştü markete bu da 2. süpriz idi....

Minik Yorum : Baykal mı ? Hadi canım sendeee
__________________

Sn Master,

Gerçegi söylemem gerekirse, süprizlerden çekinmeye basladim.. Hele bu ikinci
süpriz.. Bekliyorum üçüncüsünü..Ama tuhaf duygularla..Yine de hayirlisi..
Selam, saygi ve sevgi..

buena vista

buena vista
01-08-2007, 08:20
MİLLETVEKİLLERİ "mazbatalarını" aldılar.

Mazbata sözcüğü Arapça’dan gelir.

"Zabt" kökündendir.

"Mazbut" deseniz de olur.

Cümle içinde kullanmak gerekirse:

"Oğlan mazbut.."

Pardon...

"Sayın milletvekilimiz memlekete hizmet etmek üzere mazbatasını aldı" gibi.

Aşağı Arabistan’da develerin bağlandığı kazığa "mazbuta" denir. Ki bu devenin mazbut durumda olduğunu ifade eder:

Mazbuta...

Cümle içinde kullanalım:

"Deve el mazbuta..."

*

Milletvekilleri mazbatalarını aldılar.

Bense kimi seçtiğimi henüz bilmiş değilim.

Eminim siz de ya seçtikten sonra kimi seçtiğinizi öğrendiniz, ya da benim gibi henüz neyi seçtiğinizin farkında değilsiniz.

Sofranızdaki salatalığı görerek ve bilerek aldınız, marketteki tezgáhtan onu seçme hakkınız vardı.

Ama sizin ve çocuklarınızın kaderi ile ilgili, sizi parlamentoda temsil edecek, sizin adınıza kararlar verecek parlamenterleri seçtikten sonra bakıyorsunuz, neyi seçtiniz?..

Bu demokrasi falan değil.

Açıkçası demokrasinin soytarılaştırılmışıdır...

*

Böyle demokrasilerin aldatıcı kılıfı içinde, militarizm, faşizm, diktatörlük gibi bir başka rejim gizlidir.

Türk demokrasisinin aslı diktatörlüktür.

Milletvekilleri kendilerini halkın değil liderin seçtiğini, oy’u kendilerinin değil liderin aldığını bildikleri için, onlar halka değil lidere minnet duyup, ona hizmet ederler.

Halk yaptığı işin demokrasi olduğunu sanır, ama yaptığı iş bir dönem için bir diktatör seçmektir.

Kısacası işi zordur Türkiye’nin.

Salatalığını seçer de milletvekilini seçemez.

Bu büyük ulusal yalanın, herkes tarafından benimsenmiş, kabul edilmiş olması ise "soytarılaştırılmış demokrasinin" mazbut oluşundandır.

Şimdi geçiyoruz yemin törenine...

bcoskun@hurriyet.com.tr

Master
02-08-2007, 10:28
Bekir COŞKUN
bcoskun@hurriyet.com.tr

Atatürkçüleri vurmalı...


BUGÜNLERDE "Atatürkçülük", "Cumhuriyet", "laiklik" gibi laflar etmek iyi değil.

Diyelim ki ben "laiklik" diyeceğim zaman, dört bir yana bakarım, etraf uygun mu?..

Uygunsa "Laiklik meselesine gelince..." diye başlarım. Uygun değilse, iki avucumu dizlerimin arasına sıkıştırıp, boynumu yana yatırarak sessizce otururum.

Kimi zaman kendimi tutamayıp da "Laiklik..." demek üzere ağzım açılmış, bir de "La..." hecesi çıkmışsa, ikinci heceden itibaren anında toparlarım:

"Laaa...havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim..."

Etrafıma bakarım, nasıl oldu?

Böylece durumum düzelmiş olur.

*

"Atatürkçülük" keza ağza alınmamalı.

O gece televizyonu açtığımda Cengiz Çandar ile Nazlı Ilıcak, bir adamı azarlıyorlardı CNN Türk’te...

Ben adamın, programa gelirken içinde Nazlı Ilıcak olduğu halde Cengiz Çandar’ın arabasına çarptığını, Cengiz’in ondan bir tampon ile arka kapının parasını istediğini sandım.

İkisi birden azarlayıp durdular adamı.

O bey de sanki bana "Tampon parasını versem olmaz mı?" der gibi geldi. Sonra suspus kesildi, ağzını açacak oldu azarlandı, yeniden sustu.

Öbür ikisi uzun uzun söylendiler.

O kadar çok aşağılarcasına azarladılar ki, dikkat kesilip anladım; o bey Ankara’daki stüdyodan bağlanmış Atatürkçü Düşünce Derneği Başkan Yardımcısı.

Azarlanma nedeni Atatürkçülükleri...

Zaten sonunda Cengiz Çandar, "Kapatın şunu, gecenin bu saatinde bununla mı uğraşacağız" gibi laflar etti.

ADD yöneticisi ağzını açamadan gitti.

*

Bugünlerde Atatürkçülere, laik cumhuriyetten söz edenlere iyi gözle bakılmıyor.

AKP’nin seçim zaferi, bir linç başlattı.

İslam áleminin son beş asırda kazandığı tek şanlı zaferle bu ülkeyi kuran, tüm dünyanın hayran olduğu... Bu ulusa bağımsızlık, çağdaşlık ve uygarlık ufuklarını açan o büyük insanın adını anmak ve onun düşüncelerini savunmak suç oluverdi bir anda...

Doğrusunu isterseniz böyle günlerin gelebileceği hiç aklıma gelmemişti.

Atatürkçülük suç, öyle mi?..

Bu topraklarda yaşayanların Mustafa Kemal’e duyguları böyle mi olacaktı?..

Böyle midir vefa?..

Böyle midir insan?..

nomeames
03-08-2007, 09:14
Halkın kendisini cumhurbaşkanı görmek istediği iddiasında olan Abdullah Gül, bu iddiasını kanıtlamak için sitesinde bir anket başlattı.. Halka kendisinin cumhurbaşkanlığını isteyip istemediğini sordu... Önceki sabah itibarıyla oylamaya 5406 kişi katılmıştı... "Sn Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanı olmasını destekliyor musunuz?" sorusuna katılımcıların yüzde 45'i "Evet", yüzde 55'i "Hayır" oyu vermişti... Anketi izleyenler, tabii ki sonucu merak etmeye başladılar. Ne var ki anket aynı gün siteden kaldırıldı. Eğer "evet" ler çok olsaydı anket herhalde kamuoyuna iftiharla sunulacaktı. Hayır çok olunca hayırlısıyla anket toz edildi. Demokrasi dedikse o kadar uzun boylu değil tabii...

Kaynak --- Milliyet | Melih AŞIK

:kirmizikart: muheuhe

nomeames
09-08-2007, 13:19
Yaşananlara milletin tepkisi,

Boşuna "Oyu düşer, bir daha seçilemez" falan demeyin. En az %95'le tekrar seçilir. Millet artık mazoşist olmuş kendini itip kakandan hoşlanıyor.

Süper demiş yorumcu arkadaş :friends:-

Ramo
11-08-2007, 09:56
Bekir COŞKUN
bcoskun@hurriyet.com.tr

TÜRKİYE’yi tanımanız için Hürriyet’in internet sayfasına bakmalısınız.

Orada "En çok okunan haberler" listesi var. Dün baktım, en çok okunan birinci haber "İkinci Asena vakası" idi.

İkincisi:

"Tesettür içine - ..."

Köksal Toptan’ın Meclis Başkanı seçilmesi haberini aradım, listede yok. Başbakan konuşmuş, o da yok...

Şehit üsteğmen?...

Yok...

Susuzluk en diplerde bir yerde.

*

"İkinci Asena vakası"nın birincisini bilmediğim için, yüzeysel ve yetersiz bir bilgiyle "ikinci vaka" ile yetindim ve onu yarım bırakıp acele geçtim "Tesettür içine - " haberine...

Erkek dinci yazar, İslami kesimin dergisindeki yazısında diyor ki:

"G-stringin amacı, kadına her an cinselliği düşündürtmektir..."

Yani kadın günün her anında, "Benim popomda şu anda - var" diye düşünüyor ve aklına kötü şeyler geliyor.

İslami erkek yazara devam:

"Bu , haz noktalarına baskı uygulayarak uyarır..."

Bence iyi bir araştırmacı gazetecilik örneği.

Önce kadının beynine girip bakıyor, o an aklı neresinde.... Sonra aşağıya iniyor, baskı noktasını tespit ediyor.

İslami kadın yazarlar ise İslami erkek yazarın bu araştırmasına kızdılar.

"Tesettürlülerin de - giymeleri çok k bir bilgidir. Bir dini bütün Müslüman bu bilgilere ulaşamaz. Bunları nasıl öğrendiniz, nasıl tespit ettiniz?" sorusunu yönelttiler öbürüne.

Ki bu benim, "Bunların aklı her zaman bacak arasındadır" tezimi doğruluyor.

*

Aslında başka yere takılı:

Türkiye bir yüzü İranvari yaşama kayarken, öteki yüzü cılklığın, sululuğun, kalitesizliğin, çürümenin dibine yuvarlanıyor.

Bu ikisi ayrı ayrı tırmandığı için Köksal Toptan’ın TBMM Başkanı olması haberini kimse okumuyor.

G-string ile tesettürün mücadelesidir bu.

Bakalım hangisi kazanacak?

Yoksa "Tesettür içine - " ile ikisi birden mi?..

Ramo
13-08-2007, 10:25
Bidon kafa...


ŞARIL şarıl bedava su varken, baraj yapacağına, dünyanın en uzun borusunu döşeyip, taaa Rusyalardan en pahalı gazı getiriyor...

Depo yok.

Depo var...

Su yok.

Suyu bulsa...

Boru yok.

Boru döşese, o döşeyene kadar zaten su kuruyor.

*

Yani darılmayın ama, hakikaten Allah cezanızı versin be kardeşim.

*

Bakıyorum televizyonlara...

Şöhret olmuşsun yahu!

BBC, CNN hep seni gösteriyor.

Akmayan çeşme başında, elindeki boş bidonu kameraya sallayarak, "elim kırılsaydı" diye bağırıyorsun.

*

Hiç bağırma.

Senin paranla sana köfte ekmek ısmarladılar, hizmet sandın... Sudan ucuz senin oyun.

Hiç bağırma.

*

Düşün şöyle bir...

Maazallah CHP-MHP iktidar olsaydı, ne diyeceklerdi?

"Uğursuz bunlar..."

"Bereketsizler..."

"Geldiler, kuruttular..."

Demeyecekler miydi?

Diyeceklerdi.

Sen de kafanı emme basma tulumba gibi sallayarak, "he valla" demeyecek miydin?

Diyecektin.

Hatta, şu anda tek satır bile susuzluktan bahsetmeyen liboşları, satılık kalemleri okuyup okuyup, "şerefsiz bu laikler" demeyecek miydin öfkeyle?

Diyecektin.

Hiç bağırma.

*

Bak şimdi sen, çoluk çocuk kokarcaya döndün, Afrikalılar gibi fellik fellik yıkanacak dere arıyorsun...

Senin sırtından koltuk sahibi olanlar, borsa vurgunu yapanlar, ihale kapanlar, dolar-faiz volisi vuranlar ise, Perrier’le San Pellegrino’yla jakuzide banyo yapıyor, köpük köpük.

*

Reina’da sular kesik mi sanıyorsun, a benim bidon kafalım?

*

Şimdi iyi dinle...

Yap elini yumruk.

Şeytan kulağına kurşun der gibi vur bakayım kafana iki defa...

Ne duydun?

"Donk donk" di mi?

*

Sen önce onu doldur.

Su kolay.

Yılmaz Özdil Hürriyet

Ramo
13-08-2007, 10:29
Affedersiniz, biz aptal mıyız?


İKİ Alman profesörün raporu canımı çok sıktı doğrusu...Profesör Dieter Lenzen ve Profesör Volkmar Weiss, Batılıların belki de yüz yıldır pişirip pişirip önümüze getirdikleri konuyu yeniden ele almışlar ve başka işleri güçleri yokmuş gibi bir rapor hazırlayıp yayınlamışlar.

Raporun özeti şu:

"PISA testleri, ülkelerdeki ortalama zeká düzeylerini yansıtıyor. Buna göre Tükiye’deki zeká düzeyi (IQ) ortalaması Avrupa ülkelerinin altında."

Yani bizim IQ’muz (zeká düzeyimiz) düşükmüş...

Onlar akıllı, biz aptal mıyız yani? Allah bizi kuru iftiradan saklasın!

Elbette ki zekiyiz, akıllıyız, çalışkanız. Bu halimizden belli olmuyor mu?

Çalışkan ve üretken olduğumuzdan böyle zenginlikler içinde yaşıyoruz.

Akıllı olduğumuz için başımızda hiçbir dert yok!. Ülke maşallah huzur ve sükûn içinde...

Seçim sonuçları bir defa daha gösterdi ki, bütün güzellikler, refah ve mutluluklar bizde...

Herkes hayatından o kadar memnun ki, IQ (zeká düzeyi) katsayımızın ne kadar yüksek olduğunu son seçimde cümle áleme bir kere daha gösterdik!

* * *

Aslında o iki Alman profesöre kızmamızın pek anlamı yok...

Onlar yabancı... Her şeyi söyler... Belki de kıskanıyorlardır bizi... Fakat kendi padişahımızın söylediklerine ne demeli?

Bundan 85 yıl önce, son Osmanlı Padişahı Vahdettin de bugünkü Alman profesörlere benzer bir görüş içindeydi. Vahdettin, Yıldız Sarayı’ndaki bir toplantıda Sivas Milletvekili Rauf Orbay’a aynen şöyle demişti:

"Rauf Bey, millet koyun sürüsü! Bu sürüye bir çoban lazım. İşte o da benim!"

Bu sözler, Rauf Orbay’ın anılarında vardır.

Geçmişte kendi büyüklerimiz bile bizi böyle görürken şimdi elin yabancılarına neden kızalım ki?

* * *

Haa, bir de gelmiş geçmiş en ünlü yazarlarımızdan olan merhum Aziz Nesin’in önemli bir iddiası var. Nesin "Halkımızın yüzde 60’ı aptaldır" demişti de yer yerinden oynamıştı.

Nasıl olur da yüzde 60’ımız aptal olur?

Bazıları "Aziz Nesin bu halka karşı büyük saygısızlık yaptı" diyor, bazıları da küfür ve tehditler savuruyordu.

Yazar, derhal mahkemeye verilmişti. Hakaret suçundan hapse mahkûm edilmesi isteniyordu. Suçlandı, yargılandı, fakat sonunda beraat etti.

Mahkeme, yazarı haklı buldu, böylece aptallığımız yargı kararıyla onaylanmış oldu.

Aziz Nesin’le üç ayrı dönemde beraber çalışmıştık. İlki Malik Yolaç’ın sahibi olduğu Akşam Gazetesi’nde, diğer ikisi ise benim uzun yıllar Genel Yayın Yönetmenliği’ni yaptığım Günaydın Gazetesi’nde... Bu nedenle, fazla sıkı fıkı olmasa da bir dostluğumuz vardı...

Büyük tepkilere yol açan iddiasını ortaya attığı günlerde, arkadaşlar sordu:

"Aziz Ağabey, o sözünde samimi miydin? Sana göre halkımızın yüzde 60’ı gerçekten aptal mıdır?"

Aziz Nesin, soruyu soran arkadaşlara şu cevabı verdi:

"Ayıp olmasın diye oranı düşük tuttum, daha fazlası aptaldır!"

Aradan yıllar geçti. Köprünün altından çok sular aktı.

Biz, Aziz Nesin’in bu görüşlerine rakam olarak katılmıyoruz ama bir parça gerçeklik payı olduğuna da inanmak zorunda kalıyoruz.

Tüm Batı ülkeleri daha çağdaş, daha uygar olmak için çırpınırken, biz toplum olarak layık olduğumuz yönetimi seçtik. Araştırmacı Alman profesörlerin ileri sürdüğü fikirlere kızmaya hakkımız var mı? Elin oğlu halimize bakıp, böyle diyor işte...
Rahmi Turan hurriyet

meraklı
14-08-2007, 13:15
Takıldım kaldım…Her ne kadar sözde bu fikirlere katılıyormuş gibi meyletsem de özde ciddi bir ohhaaaa, demek geldi içimden.

Birinde Hürriyete hoş geldin diye karşılayan Ertuğrul Özkök, diğerinde “dangalak “ diyen Hadi Özışık…
Birinde kadınların tesettür içindeki tercihlerine takan , diğerinde tesettürlü kadın hemcinslerine “uzaylı” muamelesi yapan….

Ay ben Güzel Türkiye’min güzelliğinde ,güzelliğimin bozulmaması için cılız yaşamaya devam edeyim emi…!!

Yılmaz Özdil’i severdim. Samimiyet bulurdum yaptığı muhalefette…Ama bu “saygısızlık” ya da “küfürsel içerik “ zikretmesine taban olmamalıydı. İlle de ayrı ayrı açmak gerekirse;

Bidon : Su taşımaya ve çeşitli maddeler saklamaya yarar (polipilen türevi olarak da anılsa yine o kadar dayanıklı değildir) plastik adlandırılan saklama kabı.
Kafa : Üst, -başı, bir şeyin çekeri, ; canlıbilimde , canlıların gövdeye bağlı omuz hizalarında taşıdıkları, içinde beyin olduğu ve saklandığı ihtiva edilen bölge….
Bidon kafalı: Bu durumda saklayanı saklayan materyal, yani, neymiş ….?????


Gelelim hitabet sanatı ikiye; Dangalak….Bir gazetecinin diğer meslektaşı için uygun gördüğü kelimeye…

TDK dan sıfat ; teklifsiz konuşma içersinde… ya da DAN diye GAklayıp LAKlak eden……..



Dangalakların şifresi

Bilgi edinmeden fikir açıklar
Boşa ahkam kesen yozdur dangalak
Suçsuza yüklenir, suçluyu aklar
Kendisi yolunan kazdır dangalak

Yavaşça konuşmaz, her an bağırır
Kornayla evinden çocuk çağırır
Göbeğini kaşır, sıkça geğirir
Tepeden tırnağa pozdur dangalak

İstenmediğini anlamaz, gelir
Kendini önemser, değerli bilir
Güçsüze hükmeder, güce eğilir
Zorbanın elinde kozdur dangalak

Sözcük dağarcığı üçyüzü geçmez
Gözü dışardadır, yerliyi seçmez
Okumak, izlemek onları açmaz
Çalmadan oynayan kızdır dangalak

Demokrat geçinir, böler parçalar
Ağzına geleni tutmayıp salar
Saygı, sevgi hariç, her telden çalar
Düzeni bozulmuş sazdır dangalak

Nevzat’a saldırır, kusurlar bulur
Sanır ki sövgüsü yanıtsız kalır
Her türlü sohbete maydanoz olur
Tatlıya dökülen tuzdur dangalak

Halk Ozanı Karamanlı Nevzat bunu böyle dese de…Yine de benim fışkırtmalarım bitecek gibi değil…g-string sonraya kaldı…:;hayir *sorry::


:;sicakkahve :friends:-

Ramo
14-08-2007, 14:54
Yılmaz ÖZDİL
yozdil@hurriyet.com.tr


VALLA bana sorarsanız, kulağı tersten göstermenin álemi yok... Dolaylı olarak Abdullah’ı Mabdullah’ı boşverin, gelin, direkt Fethullah’ı cumhurbaşkanı yapalım.

*

Neden derseniz...

*

Bi kere, adam bekár.

Eşi türbanlıymış türbansızmış derdi kalmaz... Hem böylece, "Şekerim, ben laikim ama, AKP’ye oy verdim" diyen Laila Atatürkçülerinin gönlü olur.

*

Ha Abdullah...

Ha Fetthullah...

Kafiye uyuyor.

Ama Abdullah normal lise mezunu... Arkadaşların "dindar" kriterine tam uymuyor.

Fethullah ise imam hatipli.

Cuk oturuyor.

*

Biri Gül’se..

Öbürü "en" Gül.

Daha ne?

*

Uzlaşma meselesine gelince...

*

Mehmetçik Vakfı’ndan kapı gibi teşekkür beratı var. Demek ki, asker cenahından sorunu yok...

Teşekkür etmişler.

E Afrika’da okullar açıp, zenci bebelere İstiklal Marşı falan söylettiği için, Nihal Atsız Türk Dünyası Hizmet Ödülü de almış...

Milliyetçilere de uyar.

DSP desen...

İtirazları olamaz.

Ecevit’le kankaydı.

Ne kaldı geriye?

Said Nursi.

Said-i Kürdi yani.

DTP’yi hiç bozmaz.

*

Oldu mu sana dört dörtlük uzlaşma?

Oldu.

Başka?

Başka avantajları da var...

*

Mesela, Amerika’da oturduğu için, "Çankaya’da kim oturacak" tartışması külliyen biter.

Kimse oturmamış olur!

Zırt pırt Washington’a git gel masrafı da ortadan kalkar, "Resmi Gazete" masrafı da...

Nasıl olsa, her dediğini yazan gazeteleri var.

*

Diyeceksiniz ki, "devleti yıkma suçlamasıyla yargılanan biri, nasıl olur da devletin başına geçer?"

Bal gibi geçer.

Başbakan o iddianın bir benzerinden içeri girmedi mi kardeşim? Son seçimde hapiste yatanı çıkarıp Meclis’e sokmadılar mı? Dokunulmazlık olmasa, milletvekillerin yarısı hákim önüne çıkmayacak mı?

Üzüldüğün şeye bak!

Takılma böyle ilkel fikirlere.

*

Özetle, demem o ki...

*

Türbanmış, uzlaşmaymış, hikáyedir.

Laga lugadır.

Milenyumun çağdaş umutlar vaat eden Atatürk Cumhuriyeti Devleti’ni üç kuruşluk menfaatler uğruna, korkarak, tırsarak, sinerek, karnından konuşarak "şekil" boyutuna indirirsen, gün gelir, olacağı budur.

*

İstersen, oku bir daha yazıyı...

Uyuyor mu şekli?

Uyuyor.

Hayırlı olsun o zaman.

Ramo
14-08-2007, 22:39
http://www.haber10.com/haber/87310/
Gülü dikensiz seven bir zihniyetin ve çarkları acımasızca dönüyor.Kendi doğrularını sınırlayan tüm duvarlara acımasızca saldırıyorlar,yıkıyorlar.Yarın kendi içindeki duvarları görmeye başladıklarında asıl kıyamet o zaman kopacak.

Master
15-08-2007, 13:04
Bekir COŞKUN
bcoskun@hurriyet.com.tr

O benim ’cumhurbaşkanım’ olmayacak...


GÖRDÜĞÜNÜZ gibi AKP merkeze oturmuş falan değil.

AKP; laik cumhuriyetle ve Atatürk devrimleriyle hesaplaşması olan, din merkezli bir partidir.

O "AKP merkez sağ parti oldu" iddiası ise, sadece bir kandırmacanın ve körlüğün gizlenmesiydi.

İşte en yakın kanıt:

Türban için Türkiye Cumhuriyeti’ni Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne veren Abdullah Gül cumhurbaşkanıdır.

Daha kanıt ne istersiniz?..

*

Artık türban devletin başındadır...

Devletin temsil edildiği birinci sıradaki kamusal alana tesettürün adım atmasıyla; AİHM’nin, bizim Anayasa Mahkemesi’nin, Yargıtay’ın, Danıştay’ın ve evrensel hukukun tüm "Laik yönetimlerde dini simge olmaz" kararları çöpe atılmaktadır.

Bizim 235 türbanlı eşe sahip TBMM tarafından...

Bundan böyle tesettürü tapu dairelerinde, nüfusta, bankalarda, karakollarda, belediyelerde, okullarda, üniversitelerde nasıl yasaklarsınız?

*

Ve artık kimse "laik devlet"ten söz edemez.

Dincilerin, bu ülkeye el koyma ve karşı devrimi gerçekleştirme planları aksamadan tıkır tıkır yürüyor.

"Siyasi İslam" bir adım daha attı.

Devleti tesettür temsil edecek.

Bir anda Türkiye’nin fotoğrafı size "Atatürk Türkiyesi"ni değil, "Ilımlı İslam Türkiyesi"ni anlatacak.

Ve ordularımızın "başkumandanı" Abdullah Gül’dür.

Bundan böyle bir gecede çıkartılacak ve Çankaya’da yirmi dakikada imzalanacak yasalarla, neler olacak göreceksiniz.

*

Doğrusunu isterseniz "Göbeğini kaşıyan adam"ın zaferidir bu.

Taa genel seçimlerde kararı o verdi.

Çocukları için aydınlık Türkiye isteyenler meydanlara dökülürken, o uzakta bıyık altından güldü, göbeğini kaşıdı ve dinci devletin yolunu açtı...

Abdullah Gül tam ona göredir.

Zaten onun cumhurbaşkanı olacaktır.

Benim değil...

Master
15-08-2007, 20:50
BEKİR COŞKUN: SIRADA BEN VARIM; SONRA TÜRENÇ VE BAYER, YENİ GELEN ARKADAŞ BEŞİNCİ SIRADA!
15.08.2007 20:18

Bekir Coşkun, "Ben istifa etmem" dedi ama sırasını beklediğini söyledi. Yılmaz Özdil için, "Yeni gelen arkadaş da pek rahat duracağa benzemiyor. O da potaya girer" dedi.



Emin Çölaşan’ın Hürriyet Gazetesinde işine son verilmesinin ardından istifa edeceği öne sürülen Hürriyet yazarı Bekir Coşkun, "Ben istifa etmem. Ama sıramı bekliyorum. Ben ikinci sıradayım. Beni de atarlarsa sıra Tufan Türenç ve Yalçın Bayer’e gelecek. Yeni arkadaş Yılmaz Özdil de pek rahat durmayacağa benziyor. O da 5’inci sıradan potaya girer. Böylelikle atılanların sayısı 5’e çıkar’’ dedi.

Coşkun, tatilini geçirdiği Cunda adasında GAZETEPORT’un sorularını cevaplandırdı. Emin Çölaşan ile bugün kısa bir görüşme yaptıklarını ve daha uzun konuşacaklarını belirten Coşkun ‘’Kendisinin sıkıntısı yeni değil. Dünkü, ondan önceki günkü yazısı ile falan da konunun alakası yok. Aydın beyle ve yönetimle uzun süredir bazı konularda problemleri oldu. Taviz vermedi vermez de. Sonuç da böyle oldu’’ dedi.

'SIRADA BEN VARIM'

Coşkun ‘’Çölaşan’ın bu gelişmeye yorumu ne oldu?’’ sorusuna ise ‘’Bir yorum yapmadı kısa süre görüştük. İşten çıkarılan adam ne yorumu yapsın’’ dedi. Coşkun Çölaşan’ın bundan sonra da gazetecilik hayatına devam etme kararlığında olduğunu vurguladı ve ‘’Yeni bir iş bulur’’ dedi. Coşkun kendisinin de istifa edeceği iddiaları için ise şöyle dedi: ‘’Ben istifayı düşünmüyorum. Ama bana da atılma sırası gelebilir. Çünkü ben ikinci sıradayım. Benden sonra Tufan Türenç sonra da Yalçın Bayer var. Biz de hallederlerse 5’inci sırada da potaya o yeni arkadaş, Yılmaz Özdil girer. Çünkü o arkadaş da pek rahat duracağa benzemiyor’’

'GÜL’Ü SEÇTİK YA…'

Coşkun, kendisinin yazıları konusunda bir baskı olup olmadığı sorusuna ise ‘’ Ben bildiğimi, inandığımı yazarım. Bundan sonra da yazarım. Ama bana sıra gelirse ne yapayım. Beni de kovacaklarsa kovsunlar. Okuyucumla bildiğim istikamette buluşurum. Ama en göze batan ve 2. sırada ben varım’’ dedi. Bekir Coşkun ‘’Yani yazılarınızdan ve yazılarınıza yansıttığınız düşüncelerinizden bir taviz vermeden aynen devam edeceksiniz’’ yorumu için de ‘’ Evet aynen öyle. Zaten toplum olarak yeterli taviz verdik. Abdullah Gül’ü Cumhurbaşkanı seçiyoruz. Bu yetmez mi?’’ dedi. Emin ÖZGÖNÜL/GAZETEPORT


http://www.medyatava.com/haber.asp?id=38873

Master
16-08-2007, 03:55
16 Ağustos 2007

Bekir COŞKUN
bcoskun@hurriyet.com.tr

Kürek mahkûmları...


BU yazıyı zor şartlar altında yazıyorum.

Telefonlar durmadan çalıyor, televizyonlar kapıda, haberciler durmadan bizden söz ediyorlar, benim ise söyleyecek çok sözüm yok.

Sözümü sadece size söyleyebilirim.

Olan şu:

Biz bir kayıktaydık.

Kürek arkadaşımı dalgalar aldı.

Bizim ulaşmak istediğimiz bir yer vardı. Söylene söylene, sızlana sızlana, adeta kendimizi kürek mahkûmu sayarak kürek çekiyorduk o yere doğru...

Orası; sadece bizim aydınlık ülkemizdi.

Çağdaş okulların bahçesinde, çocukların sevgi-barış-özgürlük şarkıları söyledikleri, karanlık merdiven altlarında tarikat kurslarının yer almadığı bir yer...

İtilmiş, yasaklı, suçlu, sakıncalı, haram, günahkár, aşağılanan, hiç sayılan kadınların olmadığı yurt...

Babaların evlerine güler yüzle ve alın teri sıcak ekmeklerle döndükleri...

Soygunun, hırsızlığın, talanın olmadığı bir yer.

İran’a, Suudi Arabistan’a benzemesini asla istemediğimiz... Şeriatçıların, tarikatların, laik cumhuriyet düşmanlarının karanlığa sürüklemelerini asla kabul edemeyeceğimiz mübarek-kutsal vatan...

Mustafa Kemal’in memleketi....

Bizim ülkemiz...

*

Ulaşmak istediğimiz yer burasıydı.

Emin Çölaşan artık yok.

Ne yapmalıyım?..

Bırakmalı mıyım kürekleri?...

Ben şimdiye kadar her şeyimi okurlarımla paylaştım. Evimizi, evimizdeki canlıları, kemanımı, şarkılarımı, sevdalarımı, sancılarımı...

Bilmezsiniz; yazılarımı onlarla birlikte yazarım ben.

Şimdi soruyorum:

Ne yapmalıyım.

Asılsam mı küreklere?..

Avuçlarım kanasa da, hırsımdan ağlasam da, o yere doğru tek başıma kalsam dahi çekmeli miyim kürekleri?

Yoksa, vaz mı geçsem kürek çekmekten?

Söyleyin dostlarım...

Ne yapmalıyım, ne

serdarkus
16-08-2007, 08:06
"Ertuğrul ÖZKÖK


Çölaşan'la veda yemeği


ÖNCEKİ gün İzmir’de Deniz Restoran’da Emin Çölaşan’la yemek yedik.

Emin’le zaman zaman bu tür yemekler yer, sohbet ederiz.

Bu defaki sohbetimizin niteliği farklıydı.

Hürriyet olarak Çölaşan’la el sıkışacaktık.

Tahmin edersiniz ki, benim için zor bir sohbetti.

Emin’le Hürriyet’te aşağı yukarı aynı yıllarda çalışmaya başladık.

Ben gazetenin Ankara temsilcisiydim, o da haftalık sohbetler yapıyordu.

İkimiz de aşağı yukarı aynı yıllarda günlük yazı yazmaya başladık.

Bazen aynı görüşlerde birleştik, bazen de çok farklı noktalarda yer aldık.

Son yıllarda Çölaşan’la Hürriyet arasında bazı sorunlar çıkmaya başladı.

Sonunda iş, gazetenin kurumsal kimliği ile çatışma noktasına geldi.

* * *

Hemen aklınıza şu soru gelecektir.

Acaba siyasi bir mesele mi?

Hayır kesinlikle böyle bir şey yok.

Öyle olsaydı, yazar kadromuza Yılmaz Özdil gibi Türkiye’nin en çok okunan, en muhalif seslerinden birini katmazdık.

Öyle olsaydı, Oktay Ekşi, Bekir Coşkun, Tufan Türenç, Özdemir İnce, Yalçın Doğan, Yalçın Bayer gibi güçlü muhalif yazarlar bu logo altında yazıyor olmazdı.

Çölaşan geçen 20 yıl boyunca istediği her şeyi yazdı.

Yüklü tazminatlar ödeme pahasına bunlara ses çıkarmadık.

Hürriyet bundan 5 yıl önce yeni yayın ilkelerini belirledi.

Bu ilkeler, yeni ve çağdaş bir yayıncılık anlayışının temel taşlarıydı.

Kişi hakları, hakaret, takıntı gibi konularda daha titiz bir yayıncılık sürdüreceğiz.

Bunda kesin kararlıyız.

İşte bu noktada Çölaşan’la bazı anlaşmazlıklar çıkmaya başladı.

Hepimiz o kurumsal kimliğe saygı göstermek, onun koyduğu yayın ilkelerini benimsemek zorundayız.

Peki yazarların bunu kabul etmeme hakkı yok mu?

Var elbet.

O zaman yapacağımız iş, kendimizce daha uygun gördüğümüz bir yerde mesleğimizi devam ettirmektir.

* * *

Türkiye çoğulcu bir ülke.

Bu ülkede gazete olarak sadece Hürriyet yok.

Gazetelerde muhabirlerin işine son verildiği gibi, yazarların da verilebilir.

Genel yayın yönetmenlerinin de...

* * *

Herhalde Çölaşan’la sohbetimizin nasıl bir havada geçtiğini merak ediyorsunuzdur.

Bana göre her zamanki üslup ve samimiyet içinde geçti.

Daha çok ben konuştum, o dinledi.

Sonunda yine el sıkışarak ayrıldık.

Tabii hem 22 yıllık arkadaşlık hem genel yayın yönetmenliği açısından hüzünlü bir ayrılık olduğunu söyleyebilirim.

Dün Emin Çölaşan’ın ayrılması dolayısıyla verilen tepkilere baktığımda şunu anlıyorum.

Hürriyet bu ülkenin en temel üç beş müessesesinden biri.

Şöyle yakın döneme bir göz atın.

Türkiye’nin en muhalif seslerinden biri Necati Doğru’nun Sabah Gazetesi’nde işine son verildi.

Benim hatırladığım tek satır yazı çıkmadı.

Daha geçenlerde Yılmaz Özdil, Sabah’tan ayrıldı.

Çıt yok.

Bundan iki üç yıl önce Tuncay Özkan, Akşam gazetesinden kovuldu.

Kimsenin kılı kıpırdamadı.

Mehmet Barlas, Cengiz Çandar, Mehmet Ali Birand ve daha başka kaç köşe yazarı çalıştığı gazetelerden çıkarıldı.

Birkaç arkadaşı dışında hatırlarını soran bile olmadı.

Onların her biri büyük yazardı.

O zaman...

Acaba yazdıkları gazeteler mi küçüktü...

Hürriyet’e gelince, işin rengi değişiyor.

Bir muhabirin işine son verilmesi bile olay oluyor.

"Büyük gazete" olmanın bedeli var.

Başkaları hep küçük kalmaya, kendilerini küçük görmeye devam ettikçe, biz olduğumuzdan da büyük görüneceğiz ve bu bedeli ödemeye devam edeceğiz.

* * *

Hürriyet şimdi önümüzdeki 10 yıla hazırlanıyor.

Kadrolar gençleşiyor.

Çağdaş yayın ilkeleri yerleşiyor.

Eski güçlü yazarlarının yanı sıra, yeni, genç ve güçlü muhalif sesler yükseliyor.

Kimsenin kuşkusu olmasın, biz iktidarlar karşısında en güçlü müessese, en güçlü ses olmaya devam edeceğiz.

Emin Çölaşan’a gelince...

O güçlü bir kalemdir.

Türkiye’de birçok gazete var. Mutlaka bir başka gazetede sesini duyurmaya devam edecektir.

Türkiye çoğulcu bir toplum.

Burada olmazsa başka yerde.

Başkaları oralarda olmazsa, burada...

Bu duygularla Çölaşan’a "Güle güle" diyorum. "

AnnE
16-08-2007, 12:30
Kar geliyor...


ZAHMET edip hatırlamak seni yorar ama, az gayret et, hatırlamaya çalış...

"Senin yüzünden düştü paşam" dendiğinde, nerelerde geziniyordu borsa?

55 bin.

Şimdi kaç?

47 bin.

*

E hani paşa?

N’aaptı ki bu sefer?

*

Dikkat ediyorsan...

Minnesota’daki muslukçu Jason, evinin mortgage taksidini ödemiyor diye, senin ülkende dolar yükseliyor.

Niye?

Sana mı sordular Jason’a kredi verirken?

*

Seninle ne alakası var ki, Japon ev kadını Akiro, kimonosunu satıp TL’ye yatırmış da, sonra geri çekmiş de, senin borsan o yüzden düşmüş filan... Carry trade mi diyorlarmış ne... Hem zaten kimdir bu Akiro?

*

Kafan karıştı di mi... Yoksa, anlatmadılar mı sana kahvede?

*

"Neyi anlıcam" dersen...

Türkiye artık ne ekonomik kriz çıkartabilir, ne de çıkması muhtemel ekonomik krizi durdurabilir...

Türkiye artık bizim değil.

Anlayacağın bu.

Canım kardeşim.

*

Çocuk sevindirir gibi eline tutuşturdukları balon, şişti şişti, dayanamıyor, hava kaçırıyor...

Ya fiyuuuv diye fırlayıp gidecek...

Kalakalacaksın.

Ya da bum!

*

Bak, balon dedim, aklıma meteoroloji balonu geldi...

*

Yağmur kesildi...

Ankara’yı gördün.

Şimdi de rüzgár dönüyor, küresel bulutlar dağılıyor.

Sağanak dolar bi kesilsin...

Maalesef asıl o zaman göreceksin, yaz ortasında sahte cennetine nasıl kar yağıyor!

Ramo
16-08-2007, 13:35
Derelerini,su havzalarını b*k çukuru yaptığımız.Onca uyarılara rağmen Türkiye çölleşiyor feryadına Allah bilirdeyip,bir taraftanda cincisini,medyumunu nuskacısını çoğalttık.Bilim tarafımız sayrılı,hasta ve yok olmuş.Eğitim Kahramanlarına düşman nesiller yetiştiriyor.
Eh artık elleri yere doğru döndürüp yağmur duasına çıkalım.Nede olsa ilim de bu fende bu.
Birde çöl yakasından dostlara ekonomimizi kurtarsın diye bir yerler satalım.Olmadı sahillerimiz parselletelim.Kendilerine koca duvarlarla village ler kursunlar.

neron
16-08-2007, 13:47
16 Ağustos 2007

Bekir COŞKUN
bcoskun@hurriyet.com.tr

Kürek mahkûmları...


BU yazıyı zor şartlar altında yazıyorum.

....

Şimdi soruyorum:

Ne yapmalıyım.

Asılsam mı küreklere?..

Avuçlarım kanasa da, hırsımdan ağlasam da, o yere doğru tek başıma kalsam dahi çekmeli miyim kürekleri?

Yoksa, vaz mı geçsem kürek çekmekten?

Söyleyin dostlarım...

Ne yapmalıyım, ne


Bekir beyin sorusuna açık yüreklilikle verilmiş ve kendisine yollanmış 2 cevabı görebilirsiniz...


From: Gökhan
Sent: Thursday, August 16, 2007 10:50 AM
To: bcoskun@hurriyet.com.tr
Subject: RE: Sorunuzla ilgili...



Bekir bey,


Sorunuzun cevabı esasında çok açık, ne sizin ne bizim artık Hürriyet ile işimiz kalmadı. Hürriyet artık sizin bizim gazetemiz değil, sahibinin ve onun emirkulunun silahı, propaganda aleti, beyin yıkama cihazı. Reklamlardaki yalan aileye ne oldu, aile kendi çocuğuna sabır ve sevgi gösteremedi mi?


Her neyse, yolunuz açık olsun, siz nerede olursanız olun biz sizi buluruz. Mustafa Kemal’in kurduğu bu ülkeyi aynı ilkeler ile korumak, çocuklarımıza daha çağdaş ve daha iyi yaşam şartlarında bırakmak paraya pula, güce, ihalelere, “istikrara ve demokrasiye” değişilmeyecek hedeflerdir. Eşim ve ben %46 içinde olmadığımız için çok mutluyuz. Başkalarına bırakılacak kadar ucuz topraklar değil burası, mücadeleye daha kararlı olarak devam.



Emin Çölaşan ve sizin yolunuz açık olsun, yanınızdayız.



Sevgiler ve saygılar,

Gökhan ...








--------------------------------------------------------------------------------

From: Ebru
Sent: Thursday, August 16, 2007 9:36 AM
To: bcoskun@hurriyet.com.tr
Subject: Sorunuzla ilgili...



Sevgili Bekir Coşkun,



Her yazınızı yüreğimde hissederek okuyan bir okurunuzum. Daha doğrusu uzun bir süredir Hürriyet okuru olmadığım için yazılarınızı da eskisi kadar okuyamıyorum.

Kürekleri bırakmalı mıyım demişsiniz…Tabii ki hayır ! Asıl şimdi hepimizin kendimizce küreklerimize daha sıkı sarılma zamanı…

Ama gidiş yönü belli olan ve sizin tek başınıza kürek çekerek geminin yönünü değiştiremeyeceğiniz bir gemide değil…

Artık tüm enerjimizi daha mantıklı, stratejik kullanmalıyız…Sizin yazdığınız her yerde sizin okurunuz sizi bulur…Benim gibi okurlarınız da ayrıca çok sevinecektir.

Her şeyin “profosyenelce” düşünüldüğü, dostluğun, kürek arkadaşlığının, vefanın pek de kalmadığı günümüz iş dünyasında ayrılmanızın bile gündeme gelmesi çok onurlu bir davranış…Sizi yürekten kutluyorum. Devamını da getireceğinize inanıyorum. Ne sizi ne de sevgili Emin Çölaşan’ı görmek istediğimiz yer Hürriyet değil…

Hürriyet artık Mustafa Kemal’in Türkiye’sinin gazetesi değil…



Sevgilerimle,



Ebru ...

Ramo
18-08-2007, 16:34
Mayısın ilk haftasıydı.. Türkiye Irak’a girer mi tartışmaları alevlenmişti. Alevlerin karşı kıyıdan nasıl göründüğünü görmek için Irak’taydım.

Tam o günlerde bulunduğum şehirde Müslüman’a gönül verdiği için Yezidi bir kız, Aswad öldürülmüştü. Aswad’ın linçinden iki hafta önce de bir Müslüman kız, Yezidi’ye gönül verdiği için öldürülmüştü. Kızların ölümü voleybol topu gibi bir takımdan öbür takıma geçiyordu. Gönüllerini ailelerinin bilgisi dışında birilerine veren kızların, ‘bu küstah cesaretleriyle’ hayatta kalmaları görülmüş değildi.

Kız dediğin su testisi... Nitekim insan canının güvenliğini sağlamakla yükümlü bölge polisleri de böyle düşünüyor olmalılar ki, Yezidi kızın ve öncekilerin ölümlerini makul bir onayla seyretmişlerdi.

Siyah bıyıklar kuşatması altında siyah çarşaflarla mezarlığa koşan bu kızların aşkı ölümden daha değerli bulan cesaretlerini gıpta ile izlemişimdir ama ölüler duymadığı için bunu onlara hiç söyleyememişimdir.

Irak’ta ve daha da yoğun olarak Kürt bölgesinde kızların öldürülmesi gündelik bir ayrıntıydı. Savaş cephesinin getirdiği yeni bir şey yoktu. Ancak kızların cinayetlerinin mezhep rövanşı ile alınması savaşın sunduğu bir imtiyazdı..

Savaş ve işgal Irak’ında azınlık şiddetinin sonuçları karaya vurmuştu.. Ölü Aswad’ın köyüne giden otobüs durdurulmuş, kadın, erkek, çocuk 23 Yezidi sıra ile öldürülmüştü. Yirmi dördüncüye ‘Köyüne git ve kalanlara gördüklerini anlat. İslam topraklarında tek Yezidi kalmayıncaya kadar öldürmeye devam edeceğiz’ demişlerdi.

Öyle de yaptılar... Yüzyıllardır görünmez olarak yaşayan orta doğunun tarihsel azınlıklarını Irak savaşı ve işgali görünür ve yok edilir kıldı. Kendi sabıkalı kızlarının başını uçuran El Kaide, Yezidi recmini sebep sayarak Yezidilere soykırım başlattı.

Üç araba dolusu bomba ile bir köyün tamamını yok ettiler. 350 Yezidi öldü, kalanları ömürlerini parçalanmış bedenleriyle geçirecekler. Sınırları olmayan din davasına bir yenisi daha eklenmişti. Kuşaktan kuşağa sürecek, yeni nesiller düşmanlarına neden düşman olduklarını bilmeden bu kırıma katılacaklar, kanla çölleşen Ortadoğu topraklarında isimsizler zamansız öleceklerdi. İslam adına, mezhep adına, milliyet adına, inançları kontrol etmek adına... Bu savaşta tuhaf bir durum yoktu. Her savaş böyleydi. Önce en farklı olan, en az olan en güçsüz olanlar temizlenirdi.

Döndüğümde bu hikayeyi olduğu gibi yazdım... Mayısın son haftasıydı. Biz de herkes cumhurbaşkanlığı ile ilgiliydi. Yezidilerin akıbetini merak eden olmadı. Oysa dünyanın en saygın televizyon ve gazetelerinde inanç soykırımı ilk haberdi. Nerdeyse Ağustos’un sonuna geldik... Bizde herkes yine cumhurbaşkanlığı ile ilgili...

Oysa insan aynı anda hem Tanrıya hem politikaya inanabilir. Ve politikaya inandığı için cumhurbaşkanlığı ile ilgilenir. Cumhurbaşkanının, adalet ve kaba güç arasındaki fark hakkında ne düşündüğü ile ilgilenir.

Ve Tanrıya inandığı için, kendi inancından olmayanların kendi inancından olanlar tarafından öldürülmesi konusunda herkesten daha hassas davranır. İnanca ait tek sınav budur.

star Ayşe Önal

janus
19-08-2007, 10:53
Karga...


KARGA akıllı bir hayvandır.

Ama unutkan...

Unutkan olduğu için sakladığı tohumların yerini hatırlayamaz ve düşünür.

Ben bir dalda düşünen karga gördüğümde, onun sakladığı meşe palamudunun yerini unuttuğunu anlarım.

Sağ ayağıyla kafasını kaşır, hatırlayamaz.

Evrendeki müthiş tasarımın, akıl almaz katrilyonca gizeminden sadece birisidir bu. Eğer akıllı karga unutkan olmasaydı, bu ormanlar, bu meşelikler, bu alıç ağaçları, yalçın kayalıkların tepesinde gördüğünüz o incir ağaçları olmayacaktı.

Ama vali karga kadar olamaz.

Ektiği göstermelik "Hatıra Orman"ın kuruduğunu görürsünüz yol kenarlarında.

Karganın ektiği ormanlık alanın ise yakılıp-kesilip, üzerine çirkin kooperatif evleri yapılmasına göz yumdu vali.

*

Bakan da karga kadar olamaz...

Bir hesaba göre karga yılda yüz bin ağaç tohumu gömer.

Sonra yerini unutur.

Unutunca canı sıkılır.

Ve yüksek kayalıklara çıkıp etrafına bakar ki hatırlasın.

O sırada kakasını yapar.

İşte size doğanın katrilyonca gizeminden bir tanesi daha; bir de bakarsınız ki yalçın kayalıklarda incir ağaçları.

Bakan bunu yapamadığı gibi, karganın milyonlarca senede ekip yetiştirdiği yeşil alanları peşkeş çeker, satar, yok eder...

*

Başbakan da karga kadar olamaz...

Karga sakladığı tohumun yerini unutunca aramaya başlar.

Ararken eşelediği toprakta, ağaç kabuklarında, dalların arasında rastladığı zararlıları yiyerek temizler, ormanlık alanların temizlenmesini, sağlıklı olmasını, ormanın genişlemesini sağlar bir çeşit.

Başbakan ise, ormanlık alanı kesip ev yapmaktan suçlanan birisidir, bilirsiniz.

*

Kısacası: Karganın da, unutkanlığının da, kakasının da bir hikmeti vardır.

Ama biz daha çok insanoğlunun basiretsizliğinin, akılsızlığının, kötü niyetinin cezasını çekeriz.

Karga kadar olamaz insan...

Bekir Coşkun/Hürriyet, 2007-08-19
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/7112263.asp?yazarid=2

AnnE
20-08-2007, 18:12
Asagıda okuyacağınız haberin aslınfa pek öyle bir ilginçhaber niteliği yok ; zira
memleketimizde hergün bir takım develer birtakım kadınlara tecavüzz etmekte. Ve fakat , en aşagıda , bu habere yorum yapan AHMET TELCİ isimli deveperverin yorumu haberi gerçek bir haber haline getiriyor :

Seks yapmaya çalıştığı kadını öldürdü!
Avustralya’da doğum günü hediyesi olarak verilen bir deve, seks yapmaya çalıştığı 60 yaşındaki kadının ölümüne yol açtı

AVUSTRALYA’da Queensland eyaletinin başkenti Brisbane’e 600 kilometre mesafede bulunan Mitchell’de yaşayan ve adı açıklanmayan kadına, egzotik ev hayvanlarını çok sevdiği için, eşi ve kızı tarafından Mart ayındaki doğum gününde deve hediye edilmişti. Aile çiftliğinde meydana gelen olayda, evde beslenen 10 aylık, 150 kilogram ağırlığındaki erkek deve, yere yatırdığı kadının üzerine çıktı.

KEÇİYE DE YAPMIŞ

Polis ve deve uzmanlarının içgüdüsel çiftleşme davranışı olarak açıkladıkları hareketi yapan deve, kadını ezerek ölümüne neden oldu. Polis sözcüsü baş komiser Craig Gregory, "Deve kadının üzerine çıkarak ciftleşirken yaptıkları gibi hareketlerde bulunmuş. Sanıyoruz ki deve bunu bir oyun olarak görüyordu. Deve daha önce çiftlikteki bir keçinin üzerine de defalarca çıkmış. Birkaç seferinde keçi boğulmaktan zor kurtulmuş" dedi.

LAMA PAHALI DİYE DEVE

Olaydan sonra deveyi ne yaptıkları bilinmiyor. Aileye ait çiftlikte koyun ve sığır yetiştiriliyordu. Kadının cesedi, hayvanları otlatmaktan dönen kocası tarafından akşam saatlerinde bulundu. Kadının yüzünde ve kolunda devenin ayak izleri görüldü. Kocası ile kızının kadına doğum gününde bir lama ya da alpaka almak istedikleri ancak bunlar çok pahalı olduğu için devede karar kıldıkları öğrenildi.

Şüphe yok ki seks amaçlı

Deve uzmanı Chris Hill, devenin bu davranışının cinsel motivasyonlu olduğundan hiç şüphesi olmadığını söyledi. Ülkeye gelen turistleri 20 yıldır deveyle gezdiren Hill, genç develerin saldırgan olmadığını ancak iyi eğitilmemiş ev hayvanları olarak kullanıldıklarında tehlikeli olabileceklerini belirtti.




OKUYUCU YORUMLARI Yorum Yapmak İçin Tıklayınız

GÖKHAN DAMGACI
böyle şeyleri küçücük çocuklara yapan hayvandan aşağı, aklı olanlar varken. deve ye çok görmemek lazım. nede olsa bizim gibi aklı yok.

Ahmet Telci
Azgın Kadın
Ben bir deve yetiştiricisiyim. Bu zavallı hayvan tahrik edilmeden böyle bir işe kalkışmaz. Zavallı kadın daha uygun hayvanları deneyebilirdi.

Master
23-08-2007, 10:56
Risotto ve bulgur

Türkiye yıllarca samimiyetle Batılı bir ülke olmak için çabaladı.
Batı'nın savunma ittifakında yer aldı. Batılı bir demokrasi, Batılı bir ekonomi kurmaya çalıştı.
Tanıtım filmlerinde mayolu genç kızlar vardı.
Çankaya'da şarap içenler...
Devlet televizyonunda lafını seçip söyleyenler...
Okullarda Batı müziği enstrümanlarını öğrenenler...
* * *
Dipte ise bir başka Türkiye vardı.
O Türkiye, yer sofrasında soğanı yumruklayıp bulgur yiyordu.
TRT spikerleri gibi değil, kendi lisanınca konuşuyordu.
İlahi dinliyor, örtünmeyi seviyordu.
Ama mayo giyene, şarap içene de ses etmiyordu.
İkisi de aynı ülkenin insanlarıydı. Ama ayrı kentlerde, farklı semtlerde yaşıyorlardı.
* * *
Sanayileşmeyle ucuz işgücü olarak kentlere aktı köyler...
Bariyerler yıkıldı.
Artık şarapçılarla bulgurcular aynı coğrafyada, bir aradaydı.
Ülkenin yarısının açlık sınırında yaşadığını unutmuş, kendi yarattığı vitrine âşık olmuş lüks restoranlarda "Memleket ne hale geldi" yakınmaları başladı.
Ardından "zenci muamelesi" geldi.
Barlara "Rakı içen giremez" yazıldı.
Risotto karşısında bulgur, cappucino karşısında Türk kahvesi aşağılandı.
Kılık kıyafet yasakları dayatıldı.
Yol yordam bilmeyenlere "göbeğini kaşıyan adam" yaftası takıldı.
Ve ülkenin demokrat insanları onlardan yana çıktı.
"Kimse kimsenin siyasal tercihine karışamaz, tek bir yaşam biçimini dayatamaz"dı.
Kimse "Bu ülke benim, beğenmeyen gider" tavrı alamazdı.
* * *
Sonra, "zenci muamelesi"nin uygulandığı her ülkede olan oldu; "zenciler" iktidara ağırlığını koydu.
Artık ekranda çoğunluğun dinlediği müzik de vardı; mayo sevmeyenler için tesettür otelleri, şarap sevmeyenler için içkisiz lokantalar...
"Vitrin düşkünleri"nin yüreğini burksa da çoğulcu toplumun gereğiydi bu...
Lakin iş orada kalmadı. Örtünmeyenle, içenle sorunu olmayan geleneksel mütedeyyin kitleler, dışlandıkça içe kapandı, siyasallaştıkça muhafazakârlaştı, yoksullaştıkça tahammülsüzleşti.
Zamanla Ramazan'da açık lokanta bulunmaz hale geldi; içki ruhsatları iptal edildi.
Mayoyu sevmeyenler "Beğenmiyorum" yerine "Mayo günahtır" demeye başladı.
Okullarda din eğitimi zorunlu kılındı.
Şarapçılar, sokaktan çekilip seçkin mahallelerindeki korunaklı sitelere sığınırken "bulgurun iktidarı", "Sana ne lan!", "Al ananı git!" diye dayılanmaya başladı.
Şarap içmeme tercihine saygı duyulacak İçişleri Bakanı, "Ben kuru soğanı kırar, bulgur yerdim. Bana şarap soslu risotto yetirdiler" diye bir valiyi fırçalayabildi.
* * *
Ve nihayet Başbakan tüyü dikti:
Bekir Coşkun'u "Cumhurbaşkanını tanımıyorsan, vatandaşlıktan çek git" diye kovabildi.
Seçim gecesi yaptığı herkesi kucaklama çağrısının cilası döküldü.
Her mazlumun, potansiyel zalim olduğu bir kez daha görüldü.
Bu yaklaşım, AKP muhaliflerini "Türkiye'nin yeni zencileri" haline getirmiştir.
Dün bulgurcuların var olma hakkını savunanlar için şimdi "risottocular"ın yanında saf tutma zamanıdır.
Dün şiirden mahkûm olan siyasetçilere sahip çıkanlar, bugün yazısından dolayı kovulan yazarlara sahip çıkmalıdır.
Mayoyu günah, şarabı yasak sayan zihniyete, herkesin günahının hesabını kendisinin vereceği hatırlatılmalıdır.
Herkesin başbakanı beğenmeme, cumhurbaşkanını benimsememe hakkı olduğu unutulmamalıdır.
Bu ülkeden birilerini kovmak, başbakan dahil, kimsenin haddi değildir.

can.dundar@e-kolay.net

Ramo
24-08-2007, 10:41
Bahçeşehir Üniversitesi'nden Prof. Yılmaz Esmer ile ekibinin yaptığı bir araştırmanın sonuçları, 18 Ağustos günlü Milliyet 'te yayımlandı.



Büyük de yankıları oldu araştırmanın.



56 ilde bin 398 seçmenin katılımıyla gerçekleştirilen çalışma, din, dindarlık, laiklik konularında, çeşitli ve ilginç sorularla yürütülmüş; yanıtları da toplumumuzun şu gelip durduğu noktada, önümüze pek önemli gerçekleri sergiliyor.



Yalnız öğretici değil, uyaran da bir araştırma...



*



Örnekler şöyle:



- Dünyayı ve evreni anlayabilmek için din kitapları mı, yoksa bilimsel buluşlar mı önemli?



AKP'li seçmenlerin yüzde 59'u, MHP'li seçmenlerin yüzde 46'sı ve CHP'lilerin yüzde 15'i, yaşadığımız dünyayı ve evreni anlamak için din kitaplarının bilim kitaplarından daha önemli olduğunu düşünüyor.



- Din ve dünya işleri kesinlikle birbirinden ayrılmalı mı, yoksa birbirinden ayrılamaz mı?



Seçmenler içinde AKP'lilerin yüzde 47'si, MHP'lilerin yüzde 28'i ve CHP'lilerin yüzde 10'u, "Din işleri ile dünya işleri birbirinden ayrılamaz" diyor.



- Ramazan ayında, lokantalar/yemek yenen yerler, gündüz açık mı kalmalı yoksa iftara kadar kapanmalı mı?



AKP'lilerin yüzde 53'ü, MHP'lilerin yüzde 30'u, CHP'lilerin yüzde 12'si, "kapalı kalmalı" diyor.



- Pek çarpıcı bir soru: Bir kadının plajda, havuzda mayoyla dolaşması günah mıdır?



AKP'ye oy verenlerin yüzde 83'ü "günah" diyor; bu oran, MHP'lilerde yüzde 63, CHP'lilerde yüzde 14.



Araştırmada ayrıca şu iki sonuç: Her 4 seçmenden biri, Türkiye'nin AB'ye tam üye olup olmadığını bilmiyor.



Tüm seçmenlerin yüzde 60'ı da, cumhurbaşkanının dindar olmasını önemli buluyor; yüzde 48'inin gönlünden geçen ad da Abdullah Gül!



İşte 22 Temmuz seçmeninin davranış ve tercihlerini gösteren araştırmadan çıkan sonuçlar!



*



Bu sonuçlarda AKP iktidarının payı açık ve büyük. Ama işler onunla başlamamıştır: 1950'lerle başlayan bir süreç var: 1923 Cumhuriyet Devrimi, laik ve demokratik bir toplum tasarısını hayata geçirme yolunda, çok şeyler yaptı.



En başta da eğitimde!



Yukardaki sonuçlarda eğitimin payı bir tutam bile değil!



Türkiye'de kişi başına düşen eğitim süresi üç buçuk yıldır; başka bir deyişle, toplumun büyük çoğunluğu çağdaş öğretimden yoksun bırakılmıştır ve o çoğunlukta da kadınlarımızın payı başta geliyor.



Ve "dinci oligarşi" , en başta eğitimi ele geçirirken, bütün bir topluma da el koymuştur: Onu yaparken de, o eksik, özürlü ve yoz "çok partili düzenimizle" , demokrasiyi de ele geçirmiştir.



Ve ta Milli Selâmet'ten başlayarak, AKP de, "dinci oligarşi" adına, demokrasiyi sömürüyor: Önce iktidarı ele geçirdi, şimdi de devlete, Çankaya'ya doğru yürüyor.



"Tesettür" de kendisiyle beraberdir...



Ne yapmalı?



Geçenlerde, Emre Kongar Hocamız, Dinci Oligarşinin Panzehiri adlı ve pek önemli yazısında, bu oligarşiye karşı mücadele yollarını gösteriyordu. Yapmamız gerekenler, başta bunlardır.



Bir süre önce, Le Monde 'da da pek önemli bir yazı çıkmıştı ve Türkiye'nin "son ve büyük bir hesaplaşma" ya doğru gittiğini söylüyordu.



Durum budurI



Çankaya'ya oturacak kişiyle beraber, "kadın-erkek eşitsizliği" nin bayrağı haline gelen türban da daha tehlikeli olacaktır.



Bizim mücadelemiz gitgide çetinleşiyor.



Onun şimdiden işaretleri de var: Bir yurtsever kaleme, Emin Çölaşan 'a yapılan, gazetesini aşan bir şeydir; tehdit daha başka yerlerden geliyor ve daha kaygılandırıcı. Bekir Coşkun 'a "çek git" hatırlatması da isyan ettirici. Ne var ki, Emin Çölaşan ile Bekir Coşkun, ikisi de yılacak kalemler değildir. Bütün yurtsever kalemler de onlarla beraber kınlarından çekilmiştir.



Evet, büyük bir hesaplaşmaya gidiyoruz...

Server Tanilli /Cumhuriyet

buena vista
26-08-2007, 10:00
TURGUT ÖZAL VE SÜLEYMAN DEMİREL ESERLERİ İADE ETMEMİŞTİ

Kendisine gelen toplam 1243 parça hediyeyi Köşk'ün demirbaşına kaydettiren Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, daha önceki cumhurbaşkanlarının tersine Resim Heykel Müzesi'nden Köşk'e gelen tabloları da müzeye iade etti


Ömer Erbil

Görevinden ayrılmadan önce kendisine gelen hediyeleri Çankaya Köşkü'nün demirbaşına kaydettiren Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, görev süresince Kültür ve Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü'ne bağlı Resim Heykel Müzesi'nden aldığı 80 tabloyu da müzeye iade etti. Daha önceki cumhurbaşkanları, aldıkları tabloları iade etmezken Sezer gelenekleri bozdu.
Kendisine gelen toplam 1243 parça hediyeyi Köşk'ün demirbaşına kaydettiren Cumhurbaşkanı Sezer, daha önceki cumhurbaşkanlarının tersine Resim Heykel Müzesi'nden Köşk'e gelen tabloları da müzeye iade etti.
Oysa, Turgut Özal ve Süleyman Demirel dönemlerinde, eserler Resim Heykel Müzesi'nin demirbaşına kayıtlı olmasına rağmen Köşk'te sergilenmeye devam etmiş ve müzeye iade edilmemişti.
Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü yetkilileri, bu geleneğin Sezer tarafından bozulduğunu belirterek, Çankaya Köşkü'nün duvarlarını süsleyen ve daha önceki cumhurbaşkanları döneminde Köşk'e alınan tabloların da Sezer'in talimatı doğrultusunda, Sayıştay ve Resim Heykel Müzesi uzmanları tarafından envanter kayıtlarının kontrol edildiğini kaydetti. Eserler arasında eksik olmadığı belirtildi.


Hepsi çağdaş ressamlara ait
Sezer'in Köşk için göreve başladığı dönemde seçtiği ve iade edilen eserlerin hemen hepsi çağdaş ressamlara ait. Eserler arasında Leyla Onat "Çingeneler", Hasan Pekmezci "Ve çiçeklerimiz", "Sevinç Sevenlerindir", Şükran Pekmezci "Bohçacılar", Hayati Misman "Kompozisyon", Devrim Erbil "Bahar Ağacı" Hasan Hulusi Mercan "Kireçburnun'dan", Gül Derman "Altın Boynuz Efsanesi" gibi toplam 80 eser bulunuyor. (MILLIYET)

Ramo
26-08-2007, 11:26
Başlık, kısa tutulması gerektiği için fazla bir anlam ifade etmeyebilir. Biraz daha açarak yeniden yazayım; Türkiye’de “dünya sınıflamasına girebilmiş 26 dolar milyarderimiz ve yine nüfusumuza oranı ile dünya rekorlar listesine girmemize yol açan 26 milyon açlık sınırı altında yaşayan vatandaşımız” var...

Okuyunca “Ne var, gayet normal, her yerde öyle” mi dediniz... Öyleyse “normal” olmadığını ispatlayacağım satırları lütfen atlamayın...

Sevgili dostlar, yazının ana tezi “neden fazla milyarderimiz olduğu” değil; olsun, daha fazla olsun!

Ana tez, “bu kadar dengesiz bir yapının” neden ortaya çıktığı, “26 milyarder yaratan ekonominin” neden diğerlerini “açlık sınırında bıraktığı”...

Bu noktada “konuyu detaylandıralım”, sonrasında birlikte “senteze” varmaya çalışalım:

n Türkiye’de sayı olarak, Japonya, Fransa, İtalya, Brezilya’dan daha fazla milyarderimiz var ama birçok gelişmiş ülkeden daha fazla dolar milyarderinin olduğu ülkemizde; “sıcak para politikasından” dolayı, reel ekonominin çarkları durma noktasında...

*Dolar milyarderleri dediğimiz 26 kişinin serveti, 72 milyonluk ülkenin milli gelirinin yüzde 10’una eşit. Bu da gelir dağılımı bozukluğuna en güzel örnek...

*Sayı olarak baktığımızda 26 zengin, Fransa, Japonya, İtalya, Brezilya gibi ülkelerden fazla ama aslında değer olarak baktığımızda durum çok farklı.

26 zenginimizin toplam serveti yaklaşık 36 milyar dolar. Oysa Japonya ve Fransa’da bir zenginin toplam serveti 36 milyar doları geçtiği gibi bu ülkelerdeki zenginlerin toplamı bizim gibi “36 milyar dolara filan” değil “3-4 trilyon doların üstünde” rakamlara ulaşıyor...

*Bu sınıflama içinde Türkiye gibi servetlerin milli gelirin yüzde 10’una ulaştığı, hatta daha üstüne çıktığı “önemli kategorisinde yer alan” iki ülke daha var: Rusya ve Hindistan...

*Rusya ve Hindistan’da “en” tabakanın servet toplamı milli gelirin ortalama yüzde 30’u... Onlar bizden bu konuda “ileri” olmalarına rağmen dünya üzerinde “onları takip eden” önemli kategorisindeki tek ülkeyiz.

Sonuç: Son 5 yılın mucize ekonomisi “Türkiye’de” geldiğimiz nokta çok açık; dünya üstünde sadece “Rusya ve Hindistan” ile kıyaslanacak kadar “bozuk” bir yapı, 26 milyon açlık sınırında vatandaş, yılda Türk halkından 50 milyar dolar üzerinde “rant sağlayan” yabancı sermaye ve bankacılıktan en küçük üretim tesisine kadar “yabancı eline geçmiş” reel ekonomik dinamikler...

Son söz: “26 zengin, 26 milyon açlık sınırında vatandaşımız” yazısını “eleştirmek” amacıyla yazmadım. Nerede olduğumuzu görelim ve “yapmamız gerekenleri toplumsal olarak sorgulayalım” ruh hali içinde yazmayı denedim.

Tez açık ve ben de elimden geldiğince size aktardım. Çocuklarınızın böyle bir ekonomide “geleceğini aramasını” kabullenebiliyorsanız, sorun yok, hiç bir şey yapmayın! Ama “Ben bunu kabul edemem” diyor ve “Gelecek kuşaklar için bir şeyler değişsin” istiyorsanız; bu yazıyı “kendi ifadelerinizi de ekleyerek, lütfen herkese gönderin”.

Bu ülke bizim ve Başbakan köşe yazarlarına kızıp “Çek git” dese bile benim gidecek yerim yok ve buranın “olması gerekene” ulaşması için elimden geleni yapmaya çalışacağım, sizlerle birlikte.

Yiğit Bulut VATAN

meraklı
28-08-2007, 09:46
Sezer'in hakkını Sezer'e verelim: İlkeli, namuslu, dürüst bir Cumhurbaşkanı oldu.
Evet, içe kapalıydı, Köşk'ün dünyayla temasını kesti; bence gerektiğinde Demirel gibi toparlayıcı, yatıştırıcı bir rol üstlenemedi, ama Köşk'te sağlam durdu. Hukuku savundu. Hükümete karşı denge unsuru oldu.
İhtirassız, olgun bir Cumhurbaşkanlığı sergiledi.
Hali tavrı, sıradanlığı, tevazuu ile içimizden biriydi.
Onu emekli hayatına yolcu ederken, bu yazıda kendisi ve eşinden çok çocuklarına teşekkür etmek istiyorum.
* * *
Ülkeyi yönetenlerin çocuğu olmak ağır iştir.
Hakkınız olan hayatı yaşayamaz, istediğiniz işi yapamaz, hediye veremez, alamazsınız.
Mevkiden nemalanma derdinde değilseniz, ağır bedel de ödersiniz:
Mesela İsmet İnönü'nün oğlu Ömer gibi olmadık bir trafik kazasıyla ilişkilendiriliverirsiniz.
Ama hevesliyseniz, Özal'ın çocukları gibi magazin malzemesi haline geliverirsiniz.
Bazen de meslektaşımız Taki Doğan'a saldıran bakan oğlu gibi asabileşirsiniz.
* * *
Sezer'lerin 3 çocuğu var.
7 yıl boyunca hiçbir yerde adlarını duymadık.
Bir olaya karışmayı bırakın, Köşk'e girip çıktıklarına, ortalıkta dolaştıklarına, bir konuda görüş açıkladıklarına tanık olmadık.
Herhangi bir kamu görevlisini "Sen kiminle konuştuğunun farkında mısın?" diye terslediklerini, birilerine "Yakinimdir" diye kart verdiklerini duymadık.
Bir vakar içinde kendilerini gizlemeyi, objektiflerden, kamuoyu ilgisinden, dedikodulardan uzak durmayı başardılar.
Ve Bayar'lardan, Gürsel'lerden, Korutürk'lerden devralınan bir geleneğe sahip çıktılar.
* * *
Sevindirici olan şudur:
Gül ailesinin de 3 evladı var; yaşça daha küçükler. Ama biz onların da şu ana kadar Başbakanlık ve bakanlık yapmış babalarının nüfuzuna sığınarak taşkınlıklar yaptıklarını görmedik.
Onlar da yaşlarından beklenmeyen bir olgunlukla göz önüne çıkmamaya özen gösterdiler.
Bir örnek vereyim:
Gül'lerin büyük oğlu Ahmet Münir, okulu bitirdikten sonra bir işyerinde staj yapmış. Mağazalara dağıtıma çıktıkları kamyonun şoförüyle sohbet ediyormuş. O sırada radyo, Dışişleri Bakanı Gül'le ilgili bir haber yayımlamaya başlamış.
Şoför o gün tanıştığı ve "Nerelisin?" muhabbetiyle "Kayserili" olduğunu öğrendiği gence "Sen Gül'ü tanır mısın?" diye espri yapmış.
Genç gülümseyince, "Baban ne iş yapıyor?" diye sormuş:
Ahmet Münir yalan da söylemeden kaçamak bir cevap bulmuş:
"Dışişleri'nde çalışıyor."
* * *
Hatırlarsınız, Ahmet Münir, yine "Dışişleri Bakanı'nın oğlu" olduğu dönemde, polisten kaçan iki hırsız, gece yarısı arabayla ters yönden otoyola girip kendi arabasına çarptığında da polislere babasının kimliğini açıklamamış, hatta kazayı yurtdışında olan babasına ancak ertesi gün haber vermişti.
Bu tavrın Köşk'te de devam edeceğini umuyor, bekliyoruz.
Belki onlar için ağır bir kıskaç bu; ama Türkiye'de pek az insana kısmet olan bir ayrıcalığın bedeli...
Evet, ülkeyi yönetenlerin çocukları, bazen istikballerini zora sokma pahasına akçeli işlere, ticarete dalmamalı, bir "gemicik" dahi almamalıdır.

Güle güle Zeynep, Ebru, Levent...

Hoş geldiniz Ahmet, Kübra, Mehmet...
Bayrağa mukayyet olun!

Can Dündar

Ramo
30-08-2007, 15:57
ANKA

DTP Genel Merkezi, 30 Ağustos Zafer Bayramı ve 1 Eylül Dünya Barış günü nedeniyle yayınladığı mesajda, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Şırnak’ın Uludere ilçesi kırsalında yaptığı operasyonda “kimyasal silah” kullandığı iddiasında bulundu.


DTP Genel Merkezi’nden yapılan açıklamada, “1 Eylül Dünya Barış Günü arifesinde ülkemizin bir bölümünde şiddetli imha operasyonları yapılmakta, barışın yolunu döşemek için geliştirdiğimiz tüm çabalarımız askeri operasyonlarla tahrip edilmektedir” denildi.

Açıklamada, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Şırnak, Siirt ve Diyarbakır’da “imha operasyonları” düzenlediği ileri sürülerek, “İmha operasyonları göstermektedir ki Kürt sorununun demokratik çözüm yöntemleri tamamen ret edilmekte, sınırsız bir biçimde şiddet tırmandırılarak askeri yöntemlerle inkar ve imhada ısrar edilmektedir” denildi.

KİMYASAL SİLAH İDDİASI

DTP'nin açıklamasında şu görüşlere yer verildi:

"En son Şırnak’ın Uludere ilçesi kırsalında yapılan operasyonda 11 kişi yaşamını yitirmiş ve cenazeleri ailelerine verilmemiştir. Cenazelerin çeşitli bahaneler ileri sürülerek ailelerine verilmemesi operasyonda kimyasal silah kullanıldığı iddiasını güçlendirmektedir. Nitekim operasyon ardından bölgede hayvanlarını otlatan köylülerin 2 atı ve 8 koyunu olay yerinde yedikleri otlardan zehirlenerek telef olmuştur. Savcılar bu olay ve iddiaları araştırmak yerine cenazeleri ailelerine vermeme kararı alarak; sis perdesini kalınlaştırmakta ve kuşkuların artmasına neden olmaktadır. Cenazelerin ailelerine derhal teslim edilmesi insani ve dini vecibelerin yerine getirilmesi kamuoyu vicdanı açısından elzemdir.”

“OPERASYONLAR SÜRDÜKÇE ROLÜMÜZÜ OYNAYAMAYIZ”

TBMM çatısı altında bulunan bir parti olarak “Kürt sorununun” üniter yapı içinde çözümünün demokratik yöntemlerle gerçekleştirileceğine olan inancın ifade edildiği açıklama özetle şöyle devam etti:

“Operasyonların durdurulup demokratik çözüme fırsat verilmesi ve çözümü demokraside arayan tüm güçlerin elinin güçlendirilmesi için AKP hükümetine çağrı yapıyoruz, Operasyonları sürdürdükçe biz rolümüzü oynayamayız ve tüm Türkiye kamuoyunun bizden beklentilerine yanıt olamayız. Gelin 1 Eylül Dünya Barış günü vesilesiyle ülkemizde iç barışı tesis etmek için yepyeni bir hamle başlatalım. İyi niyet adımlarını operasyonları durdurarak gösterelim ve akan kanı bir an önce durduralım. Çözüm operasyonlarda, askeri yöntemlerde, inkar ve imhada değil ülke bütünlüğü içinde farklılıkların kabulünde ve demokrasidedir.

30 Ağustos Zafer Bayramı'nın Türk ve Kürt halkının birlikte verdiği mücadelesiyle yaratıldığını unutmayalım ve Kürt halkının da bu bayramı da onurluca kutlayabilmesi için yeni bir sayfa açalım. Bayramları bayram yapan kardeşleşmeye vesile olması ve 30 ağustos'un kardeş halkın inkarı temelinde şöven duygularla değil özüne uygun kutlanacağı günler diliyoruz"

DTP'Lİ AHMET TÜRK:”KİMSE KENDİ ÜLKENİN TEK SAHİBİ OLARAK GÖRMESİN”

DTP Grup Başkanı Ahmet Türk, Genelkurmay Başkanlığı’nın kendilerine 30 Ağustos resepsiyonu için davetiye göndermemesiyle ilgili olarak yaptığı “bölücülük” suçlamasını sürdürerek, “Kimse kendini bu ülkenin tek sahibi olarak görmesin” dedi. Türk, kendilerine karşı “hasmane” bir tutum sergilendiğini savundu.

Ahmet Türk, DTP Genel Merkezi’nde gazetecilerin sorularını yanıtladı. Türk, Genelkurmay Başkanlığı için kullandığı “bölücü” ifadelerinin hatırlatılmasına, “Kimse kendini bu ülkenin tek sahibi olarak görmesin” dedi. Türk, “Birileri bu ülkenin sahibi olarak kendini görüyor, bu doğru bir yaklaşım değildir. Biz bu ülkede barışı, demokrasiyi, kardeşleşmeyi sağlamaya çalışıyoruz. Bu tip tutumlar demokratik kurallara aykırıdır” diye konuştu. Ahmet Türk, “Bize ayrımcılık yapılması hasmane bir tavırdır. Parlamento’nun sorumluluğunu herkesin görmesi gerekir. Bize bunu hatırlatanlar Parlamento’nun iradesine saygı göstermeli ve sürece katkı sunmalıdır” dedi.

Toptan’ın DTP’ye yaptığı ziyarette kendisine 1 Ekim’de yapılacak TBMM açılış resepsiyonu için davetiye verip vermediğiyle ilgili bir soruya ise Türk, “Çağırırlarsa gideriz. Çağırmazlarsa eleştirimizi de yaparız” yanıtı verdi

Minik Yorum:Bunlar demokrasiyi kendi bahçeleri zannediyorlar.

buena vista
01-09-2007, 08:15
Yalçın DOĞAN

Kebapçıda namaz metroda namaz..

ÖYLE sıradan bir lokanta değil. Hürriyet’in ekinde bir ara en iyi on kebapçı arasında yer almış, Ankara’daki kebapçılardan biri.

İki katlı. Lokanta sahibi ikinci katı içki servisinin verildiği bir yer haline getirmek istiyor. Ne mümkün. O mümkün olmadığı gibi, başka garip şeyler mümkün hale geliyor.

Kebapçı revaçta, çok kalabalık, yemekleri lezzetli olduğu için, buraya sık sık bazı bakanların da yer aldığı AKP’li guruplar geliyor. O bakanların da yer aldığı guruplar, her sefer, "lokantada mescit nerede" diye soruyor. Yemeğe geliyorlar, namaz kılmak için mescit soruyorlar.

Lokanta sahibi bakıyor ki, olmuyor, içkili hale getirmek istediği ikinci kat, bırakın içkiyi, lokanta olmaktan çıkıyor ve mescide dönüşüyor.

Gelen AKP’li guruplar, sofradan kalkıyor, önce erkekler, arkadan kadınlar, lokantanın mescidinde gurup ve sıra halinde namaz kılıyor. Yemek yerken namaza gitmek, daha önce böyle bir adet var mı, sırf gösteri.

Bu farklı bir tarz-ı hayat, farklı bir yaşam biçimi.

TUNALI’DA MESCİT

Ankara’nın en büyük camii Kocatepe Camii. O camiye açılan en büyük cadde, Tunalı Hilmi Caddesi.

Cami bir kaç yüz metre ilerde, yine de, Tunalı Hilmi’nin kavşağına mescit yapılıyor. Dün cuma. Cuma nedeniyle, Tunalı’daki mescitte namaz kılınıyor. Her cuma olduğu gibi, namaz kaldırımlara taşıyor, insanlar yürüyecek yol bulamıyor. Oysa, cami işte hemen şurada.

Bu farklı bir tarz-ı hayat, farklı bir yaşam biçimi.

METRODA MESCİT

Kızılay Metrosu. Aynı zamanda alış veriş merkezi.

Metroda mescit var. Dün cuma. Kızılay metrosundaki mescitte cuma namazı kılanlar, metroya taşıyor, insanlar metroya binmek için, birbirinin üstüne çıkıyor.

Daha da tatsızı, namaz kılanlar, yoldan geçen ve namaz kılmayanlara yan gözle bakıyor.

Bu farklı bir tarzı-hayat, farklı bir yaşam biçimi.

Lokanta, metro, hastane, pastane, postane, hava alanı fark etmiyor, her yer mescitle doluyor.

DEMOKRASİ DİYE DİYE

En sık söylenen söz, en başta türban dahil, "herkes istediği gibi giyinir, istediği gibi yaşar, neden insanlar birbirine karışıyor" gibi, sözüm ona, özgürlük ve serbestiyet. Sözüm, ona demokrasi. Demokrasi, arkasına sığınılan kutsal kavram.

Elbette demokrasi. Ama, bunların demokrasiyle, özgürlükle ilgisi yok. Demokrasi diye diye, tarz-ı hayat değişiyor. Siyasal rejim değişiyor. Değişim yavaş yavaş ve iki türlü.

1- Dayatma, belli dinsel simgeleri topluma fiilen kabul ettirme yolayla. Örneğin, türban Çankaya’ya fiili olarak çıkmış bulunuyor. Bu tarz-ı hayatın değişimi işareti.

2- Alıştırma yoluyla. Başkentin göbeğinde, kebapçıdan metroya uzanan mescit zinciri, kaldırımlara taşan namazlar, toplumda önce garipseniyor, ardından alıştırma dönemi geliyor.

Gerçekte günlük yaşam biçimi değişiyor. Dini motiflerin ağır bastığı sisteme kayıyor.

Biri geçen yıl, diğeri on yıl önce, ben iki kez İran’a gidiyorum. Cuma namazları dahil, İran İslam Cumhuriyeti’nde ne sokaklara taşan namazlar var, ne iki durakta bir, mescit. Ama, dayatma sonuna kadar.

Burası laik Türkiye Cumhuriyeti. Başkentte sokaklara taşan manzaralar, ne bazı salakların dilinden düşürmediği demokrasi ile izah edilebilir, ne isteyen istediğini yapsın, aldatmacası ile. (Hürriyet)

dentist
02-09-2007, 13:28
İran, Kuzey Irak'a giriyor, Türkiye neden giremiyor?
İran, PKK'nın yan kolu PJAK'ın ülkesindeki faaliyetleri nedeniyle Kuzey Irak'taki bazı bölgeleri bombalıyor. İddialara göre, İran birlikleri sınırı geçti. ABD'der, İran'a hiçbir tepki yok. Peki, Türkiye neden engelleniyor?

Cemal Subaşı / Tempo

İran'ın, Kuzey Irak'a yönelik harekatına ilişkin haberler, Talabani'ye ve Barzani'ye bağlı Peyamner ile Puk-Media internet siteleri tarafından dünya kamuoyuna duyuruluyor. Bu haberlere göre, İran ordusu, PKK'nın yan kolu PJAK (Partiya Jiyana Azadiya Kürdistan - Kürdistan Özgür Hayat Partisi) nedeniyle sınırdaki Kandil, Hacıümran, Hınere ve Hakurk bölgelerini bombalıyor. PJAK'ın, İran'da 2 bin 500 civarında militanı olduğu ilare sürülüyor.
Haberlerin ardından, Kürdistan Yurtseverler Birliği lideri ve Irak Devlet Başkanı Celal Talabani ile Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesud Barzani, İran'ı kınadı. Liderler ABD ve AB başta olmak üzere, İran'a baskı uygulanmasını istedi. Ancak bu ülkelerden İran'a tepki gelmedi.
Kuzey Irak yönetiminin iddialarına göre, bir İran uçağından, sınırdaki bazı köylere bildiriler atıldı. Bildirilerde, "İran, birkaç gün kadar buraları bombalayacak" yazıyordu. Nitekim, Peyamner internet sitesine demeç veren bir peşmerge sözcüsü, stratejik noktalarda bulunan beş köyün boşaltıldığını ve köylülerin göç etmeye başladığını ileri sürdü.

'Türkiye kalıcı olur' korkusu
Akıllara takılan soru şu: Türkiye, İran gibi neden Kuzey Irak'taki PKK kamplarını vuramıyor? İran, PJAKkendi toprak bütünlüğüne saldırıda bulunduğu için Kuzey Irak'a giriyor. Ancak, Türkiye'nin olası harekatına, ABD ve AB karşı çıkıyor İstanbul Kültür Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Fakültesi Öğretim Üyesi ve Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etütler Vakfı (TESEV) Dış Politika Programı Direktörü Doç. Dr. Mensur Akgün, gerekçeleri şöyle sıralıyor:
" ABD ile İran arasında hemen hiç ilişki yok. İran'da, ABD'nin büyükelçiliği bile bulunmuyor. ABD'nin caydırıcı olabilmesi için tek yol, müdahale etmek. Ancak, PJAK nedeniyle müdahale etmek söz konusu değil." Doç. Dr. Mensur Akgün, ABD'nin Türkiye'yi tehdit etmediğini, telkinde bulunduğunu söylüyor: "Türkiye, karar verir de, kendi ulusal çıkarlarının buna uygun olduğu kararına varırsa, -ki şu ana kadar inanmıyor gibi- ABD bu konuda ikna edilebilir. ABD, Irak'taki varlığının tehlikeye girmemesi ve kaosun daha da artmaması için Türkiye'ye bu telkinde bulunuyor. Ayrıca Türkiye, Kuzey Irak'a girerse, 'kalıcı olur' korkusu var. Bu, İran için geçerli değil. Aksine, Irak bölünürse, topraklarının bir bölümü zaten İran'ın nüfuzu altına girecek. Yani Türkiye gibi bölünme korkusu yok." Sonuçta İran'ın, ABD ile ekonomik ve siyasi ilişkileri olmadığı için Kuzey Irak'a rahatlıkla girip çıkıyor. Türkiye ise, ilişkilerinin zarar görmemesi için ABD'nin, "Kuzey Irak'a girme" uyarısını ciddiye alıyor.

Ramo
04-09-2007, 23:32
DTP'li başkandan teröriste şehit muamelesi 4 Eylül 2007


Ali LEYLAK- Mehmet Emin ÖZTÜRK/ŞANLIURFA, (DHA) / Metin İLİKSOY/ NİZİP(Gaziantep), (DHA)

SİİRT'te güvenlik güçleriyle girdikleri çatışmada öldürülen 2 PKK’lı teröristin cenazelerinin ailesine verilmemesine tepki gösteren DTP'li bir grup, Şanlıurfa'da gösteri yaptı. DTP Şanlıurfa İl Başkanı Mustafa Demir, ‘şehit’ olarak nitelendirdiği teröristlerin cenazeleri için bundan sonra gıyaplarında tören düzenleyeceklerini söyledi.
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/7219877.asp?gid=180&a=177594
Minik Yorum:Dilleri ve dişleri büyüdü.Isıracak kemik arıyorlar.

neron
05-09-2007, 16:10
Baş döndüren mutluluk


Bana çok değil, beş gün önce ‘Bir hükümet bir gün vatandaşlarına bu tür gelecek sözleri verecek’ deseydiniz size katiyen inanmazdım ama işte şimdi bunlar gerçek oldu.

Olan biten bir MUCİZE... Kelimenin tam anlamıyla mucize....

TBMM’de okunan hükümet programını inceledikçe başım mutluluktan dönüyor, içim coşku doluyor ve AKP’ye destek vermekle ne kadar da iyi yaptığımı yine anlıyorum.

Bana çok değil, beş gün önce ‘Bir hükümet bir gün vatandaşlarına bu tür gelecek sözleri verecek’ deseydiniz size katiyen inanmazdım ama işte şimdi bunlar gerçek oldu.

Olan biten bir MUCİZE... Kelimenin tam anlamıyla mucize....

Türkiye’ye bu sözleri veren bir hükümetin var olması bizler için ne kadar büyük bir şans. Umarım herkes bunun farkındadır.

Başta hükümet, sivil toplumu güçlendireceği taahhhüdünü veriyor. Zaten bu konu cumhurbaşkanlığı resmi karikatüristi Salih Memecan tarafından hemen her gün gazetesinde çiziliyor. Sivil toplumu oluşturma taahhüdünün ardından asıl şok geliyor. Şimdi sıkı durun; hükümet üstüne üstlük bir de....

‘Hükümetimiz medyanın bağımsızlığına önem vermektedir’ demekte ve bu yetmiyormuş gibi şu düşüncelere de yer vermektedir:

‘Bireylerin doğru habere ulaşma hakkı, güçlü bir demokrasi kültürünün oluşması için birinci şarttır. Şeffaf bir yönetim ancak bağımsız, tarafsız ve sorumlu medyayla mümkün olabilir.’

Bu alışık olmadığımız sürpriz tespitlerden sonra programda şu sonuca varılıyor:

‘Bunun için medyanın çoğulcu, şeffaf ve rekabetçi bir yapıda gelişmesi için gerekli adımlar atılacaktır.’

Bir şoktan diğerine savruluyor insan programı okurken. Şahsen ben medyayla ilgili bölümleri okurken elimde olmadan ağlamışım. Arkadaşlar üzüldüğümü sandılar. Ben de ‘Ne üzülmesi, aksine içim içime sığmıyor, coşku ve sevinçten ağlıyorum’ dedim.

Hükümetin gelecek Türkiyesi için verdiği sözlere aynen katılıyorum da bu yeni ve birçoğumuz için adapte olunması zor düzene uyum sağlamak için medyanın da üstüne düşen görevler var. Bunlara şimdiden hazırlanmaya başlamalıyız. Çünkü alışık değiliz, hemen değişemeyiz biz öyle.

Bence en çok bağımsız, tarafsız, sorumlu medya olmak bölümü sorunlu olacaktır. Sorumluyu çabuk oluruz da neden bağımsız olacağız, bunu anlayamadım... Tarafsızlık ise üzerinde şimdi çalışmaya başlasak 15-20 yıl içinde mutlaka gerçekleşir.

Programda bir de ‘Bireylerin doğru habere ulaşma hakkı’ diye bir şeyden bahsediliyor. Bu meselenin biraz daha açılması lazım. Hükümetten ricam; bu meseleyi biraz daha açmak ve daha anlaşılır hale getirmek için bir dizi seminer düzenlemeleri. Bunun iyi olacağını düşünüyorum. Meseleyi daha iyi anlarsak, hükümetin neyi kastettiği daha net olursa, o zaman biz de üstümüze düşeni yaparız diye düşünüyorum.

Yeni bir Türkiye yaratılıyor. Umarım bu, size de bize verdiği kadar heyecan veriyordur.

Serdar TURGUT

http://www.aksam.com.tr/haberpop.asp?a=90347,4

Minik soru: Medya maymunu kime denir?

meraklı
05-09-2007, 16:31
Maymun ne kadar medyatiktir bilmem ama…yalakalığın bu boyutuna şapka çıkarmak gerek…:;melek

Minicik yorumCUK : Maymun takla atarken yiyeceği muzu düşünürmüş ..:wink2:

Master
06-09-2007, 21:30
Bekir Coşkun
bcoskun@hurriyet.com.tr

Yoğun değişkenlik...


NE kadar çabuk değişiyorlar.

Diyelim ki Devlet Bahçeli...

AKP’nin dış politikalarını Türkiye’ye ihanet sayması ile o politikanın sahibi Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olması için Meclis’in en önüne gidip oturması arasında 6 gün var.

Apo’nun asılması için ip dahi tedarik edip Başbakan’a kürsüden atması ile elini sıkıp Başbakan’a "başarılar" dilemesi arasında 7 gün...

"Başarılar" dileyip de "Hükümet programına ret oyu vereceklerini" söylemesi arasında 5 gün...

Programa "ret" oyu vermeleri ile AKP’nin Çankaya’daki zafer resepsiyonuna katılmaları arasında 2 gün...

*

Değişmenin en hızlısı DSP’de.

DSP’nin AKP’yi "büyük tehlike" sayması ile onların cumhurbaşkanlığını da ele geçirmeleri oturumuna katılmaları arasındaki zaman 2 gün...

Liderleri Bülent Ecevit’in izinden gideceklerini söylemeleri ile, onun Meclis’te dahi kabul etmediği türbanın devletin tepesi Çankaya’ya çıkmasına genel kurula katılarak katkı sağlamaları arasında 3 saat...

Zeki Sezer’in hükümetin kimi hedeflerine destek olacaklarını söylemesi ile "AKP iktidarından büyük kaygı" duyduklarını söylemesi arasında beş saniye var.

*

CHP?..

CHP’lilerin "ellerini sıkmayız" demeleri ile el sıkmaları arasında 2 gün...

Deniz Baykal’ın laik devletin çok ciddi tehdit altında olduğunu söylemesi ile parti yönetimine az konuşma emri vererek "Gerginliğin odağı biz olmayalım" demesi arasında 1.5 gün...

Bütçe görüşülürken "Bu sefer kürsüye çıkarak eleştirmeyeceğim" demesi ile kürsüye çıkması arasında 5 dakika var.

*

AKP’nin belki de en büyük şansı; muhalefet partilerinin gevşekliği, kararsızlığı ve tutarsızlığı.

AKP bilinen hedefine varmak için ne kadar kararsızsa, muhalefet partileri laik cumhuriyeti savunmakta o kadar kararsızlar.

Tamam; siyaset Arapça’dan, at terbiyecisi (seyis)den gelir.

Ama milleti eşek yerine koymanın bu kadarı da fazla.

Ramo
07-09-2007, 10:49
Atina'daki "Albaylar Cuntası" ve Washington, Nikos Samson 'a darbe yaptırtıp Makarios 'u devirmek istediler. Faşist Samson ekibinin Türkleri de hedef alması 20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı'na yol açtı.



Washington ve Atina'nın işbirliği belgeleri 1993 yılından itibaren birçok Amerikan kaynağında yayımlandı. Washington ayrıca, Nikos Samson yönetimini resmen tanıyacağı konusunda güvence de vermiştir, belgeleriyle açıklandı.



- Ecevit hükümeti 20 Temmuz 1974'te farkında olmadan Amerikan emperyalizminin hesabını bozmuştu. Washington, Atina'daki cuntayı kullanarak "Amerika karşıtı ve Üçüncü Dünyacı" Makarios ' u bu çok stratejik adadan tasfiye edecekti.



- Ecevit (ve Erbakan ), Amerika'nın operasyonuna çomak sokmuşlardı. Washington için esas mesele, Üçüncü Dünyacı, üstelik Ortodoks bir devlet başkanının silinmesiydi.



- Türkiye'nin müdahalesinin de etkisiyle faşist Nikos Samson amacına ulaşamadı. Ancak Türkiye'nin garantör ülke olarak adadaki varlığı, Makarios'un adadaki mutlak egemenliğini sona erdirdi.



- Makarios artık Türkiye ile uğraşmak zorundaydı. Bu uğraşında Amerika'nın desteği gerekecekti. Makarios'un Amerika karşıtlığı ve "Üçüncü Dünyacı kimliği" silinecekti. Makarios'un adadaki mutlak egemenliğine son veriliyordu. Bu çok ilginç bir çelişkidir. Emperyalist ve faşist operasyonu engelleyen Ankara, farkında olmadan Washington'un planının kısmen gerçekleşmesini sağladı.



- Washington Türkiye'nin müdahalesi sonucu Albaylar Cuntası ve Nikos Samson kartlarını kaybetti; ikisi de silindiler. Ancak Makarios'un önüne, "Türkiye meşgalesi", adada fiilen konmuş oldu.



- Hatırlayalım: Amerika 6. Filo'yu Türkiye'nin Kıbrıs operasyonu karşısında kullanmadı, gevşek davrandı.



- Ankara'nın tutumu, Albaylar Cuntası'nın sonunu getirdi. Karamanlis Avrupa'yı arkasına alarak Atina'ya dönerken Doğu Akdeniz'de yeni dengeler kurulmasa bile ABD ile Avrupa arasındaki roller değişti.



Aradaki İngiltere, yeni Ortadoğu projesini yazmaya başlamıştı bile. Daha 1960 Anlaşması'nda Yunanistan ve Türkiye'ye imzalattığı belgelerle, 99 mil karelik alanın tapusunu cebine, askeri üsler olarak çoktan yerleştirmişti.



Bütün mesele Ortadoğu...


Kıbrıs sadece bir ada değildir. ABD ve AB emperyalizmi için olağanüstü bir konumdadır. Balkanlar, Anadolu, Kafkaslar, Körfez ve Doğu Akdeniz hattının kilit taşıdır. Süveyş Kanalı, Ege, Boğazlar, Türkiye; İran ve Arap ülkeleri bu ada üzerinden yapılacak operasyonlarla denetlenebilir.



Bazen askeri operasyonlar, kimi zaman da ticari ve siyasi eylemler öne çıkar. Yeltsin döneminde Rusya'nın karaparasının büyük bir bölümü Kıbrıs üzerinden aklanmıştır. Richard Halbrooke 'un bu işleri ne kadar iyi bildiğini kitaplarımda ve Cumhuriyet'teki yazılarımda bütün ayrıntıları ile anlattım.



Şimdi artık ABD ve AB'nin yeni Ortadoğu planlarında, Kıbrıs'ın paylaşılması söz konusu. İşte bu nedenle Türkiye'yi adadan tasfiye etmek istiyorlar. AKP de en büyük destekçileri.



Kıbrıs'taki kolordunun yeni görevi


Türkiye'nin KKTC'deki kolordusu artık adadaki Türkleri Rumlara karşı korumak için kullanılmayacak. Bu görevi yanında daha da önemli bir işi olacak.



İleride, ada üzerinden Türkiye'ye karşı yapılacak eylemleri engellemek görevini üstlenmek zorunda.



TSK'nin resmi belgelerinde, "Türkiye'nin stratejik çıkarlarını korumak için..." ifadesi bulunsa da bu yetmez; bunun açılması gerekir.



ABD ve AB için şimdi BOP zamanı, onlar öyle diyor. Ya biz ne diyoruz?



- İki Türkiye'den biri BOP'un içinde olalım diyor. İşbirlikçi şeriatçılar, bölücüler ve kimi büyük sermaye çevrelerinin bulunduğu cephe böyle diyor.



- Karşılarında 70 milyon insanın "bulunması gerekiyor". TSK de bu tarafta bulunduğunu nisan ve mayıs aylarında açıkladı.



Kalan 70 milyon insanın oluşturduğu kurumların nerede durduklarını açıklamaları kaçınılmaz. Avukatların, mühendislerin, işadamlarının, işçilerin, ziraatçilerin bulundukları odalar, dernekler, vakıflar yani herkesin...

Erol Manisalı (Cumhuriyet - 07.09.2007)

buena vista
08-09-2007, 16:33
Yalçın DOĞAN


ORLANDO neresi, Fas neresi? Orlando-Fas hattında Türkiye neresi?

Amerika’da Orlando’da bir kaç Türk geçenlerde bir taksiye biniyor. Şoför Fas’lı. Arabadaki konuşmalardan, bizimkilerin Türk olduğunu anlıyor ve anında patlatıyor:

"Biz Recep’le Gül’ü çok seviyoruz, onlar Müslüman, onlar İslama büyük hizmet ediyor".

Fas’lı şoför, Tayyip Erdoğan ile Abdullah Gül’ü kendisine ve o aleme çok yakın hissediyor. Ardından hızını alamıyor:

"Biz Atatürk’ü sevmeyiz, o Müslümanları öldürdü, namaz da kılmazdı".

Bizimkiler itiraz edince, Atatürk’le ilgili bildiklerinin yanlış olduğunu anlatınca, Fas’lı önce şöyle durup bakıyor, hemen sonra:

"Türkiye şimdi iyi yolda".

İMAJ VE İMAJ

Amerika’da çalışan Fas’lı bir şoförün Türkiye üzerine söyledikleri ne yazar? Onun gibi, çeşitli ülkelerde on binlerce insan, her ülke için neler söylüyor, neler düşünüyor? Üzerinde durmaya bile değmez, demek mümkün.

Bir açıdan öyle. Ama, diğer taraftan, imaj. Türkiye’nin Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte, dünyaya verdiği imaj böyle. Ilımlı İslam. Batının bütün gazeteleri böyle yazıyor, önde gelen politikacıları Türkiye’yi böyle tanımlıyor.

TV’lerde izlediği, gazetelerde okuduğu, konudan komşudan dinlediği laflarla, Türkiye hakkında fikir sahibi olan Fas’lı gariban şoför, öyle düşünmesin de, ne halt etsin?

ENTARİ VE TİŞÖRT

Fasl’lı ve daha nicelerinin Recep ve Gül sevgisini pekiştiren fotoğraf, işte burada.

Geçenlerde Türkiye’den bir gurup arkadaşım Kızıldeniz’e gidiyor. Kızıldeniz kıyısındaki Şarm el Şeyh dünyanın en gözde dalış yerleri arasında. Denizi ve su altı cennetiyle, dünya turizm merkezleri arasında önde gelen yerlerden biri.

İşte, fotoğrafta görüyorsunuz. Arkadaşımın çektiği fotoğrafta, Şarm el Şeyh’te denize giren bizimkilerden bir kare.

Adam, denize girmek için, Türkiye’den kalkıyor, ta Kızıldeniz’e gidiyor, üstünde tişört. Ne görgü ama.

Ya kadınlar? Başörtüsü ve entariyle denizde. Görgüsüzlük, uyumsuzluk diz boyu.

Daha dikkat çekici olan, balık kadın. Türban ve şnorkel, her tarafı kapalı. Bu da, bizim türbanlı balık kadınların denize girme adeti.

Herkes istediği gibi denize girer, ama bu mu zevk, moda bu mu? Dünya turizm merkezinde, denizde entarilerle, t-shirtlerle, Türkiye imajı.

Fas’lı şoför haklı. Hele, dün gazetelerde yer alan Merkez Bankası Başkanı ile eşinin fotoğrafını görse, iyice haklı. (Hürriyet)

buena vista
09-09-2007, 08:35
Yılmaz ÖZDİL
yozdil@hurriyet.com.tr

9 Eylül...


PUNTA’da bayram vardı...

Yunan ordusu, Pasaport’tan karaya çıkmış, İzmir Metropoliti Hrisostomos, "evlatlarım, ne kadar Türk kanı içerseniz, o kadar sevaba girersiniz" diyerek, yere kapanmış, ilk ayak basan Yunan albayının çizmelerini öpüyordu.

İnce, uzun boylu, siyah takım elbiseli bir delikanlı fırladı ortaya, aniden... Elinde revolver! Bastı tetiğe, trak trak trak... Efsun Alayı’nın etekli sancaktarı, karpuz gibi düştü atının sırtından, karpuz gibi... Bir panik, bir telaş... Anladılar ki, tek kişi! Sarıverdiler etrafını, ilk süngüyü iman tahtasına sapladılar, sonra neresine denk gelirse, orasına... Şehit olmuştu, Hasan Tahsin.

Henüz 30’unda.

İstanbul Hükümeti, "bu tür şayialara ehemmiyet vermeyin" diyordu, hálá...

"Teori ile pratiğin kesiştiği insan" ise kararını vermişti... "Vakit tamam" dedi, "Anadolu’ya geçiyoruz..."

*

Böyle başladı macera.

*

Ateşten gömleği giymişti ulus... Aktı gitti, aylar yıllar, kanlar canlar... Takvimler 30 Ağustos 1922’yi gösterdiğinde, yer gök yarılırken, şöyle yazıyordu hatıra defterine Yüzbaşı Kanellopulos, "Türk topçusu susmuyor, titreyerek güneşin batmasını bekliyoruz."

Batmasını beklediği güneş, doğuyordu aslında... Çıktı bir kayanın üzerine Mustafa Kemal, vınlayan kurşunlara aldırmadan, haykırdı karanlığa, "Eyy Hacıanesti nerdesin! Gel de kurtar ordularını!"

Kudurmuştu Ali Kemal...

Kin kusuyordu gazete köşesinden, "bu millici mahluklar kadar, başları ezilmek ister yılanlar hayal edilemez... Düşmanlar, onlardan bin kere iyidir!"

*

O "mahluk"lardan biriydi, İzmirli süvari teğmen Yıldırım. 18’inde... Yaralı ve 40 derece ateşli olmasına rağmen, hastaneden kaçıp cepheye koşmuş, bugün kendi adını taşıyan Küçükköy İstasyonu’nu almaya çalışırken, düşmüş, bahçesine gömülmüştü...

Yıldırım son nefesini verirken, 30 kadar Yunan askeri girdi, savunmasız Kuzuluk Köyü’ne... Gözleri bir kıza takıldı. 15’inde... "Taze incir gibi" dediler, sırıtarak... Korktu Fatma, kaçtı, evine kapandı, kapıyı kilitledi. Omuzladılar. Açılmadı. "Yakalım" dediler... "Evi yakalım, kız nasıl olsa çıkar..." Verdiler ateşe. Alev alev. Çıkmadı kardeşim...

Çıkmadı.

*

Teğmen Şevket, Uşak’tan geçiyordu o sırada...

Sakarya’da şehit olan Yüzbaşı Basri’nin anneciği yakaladı kolundan... "Basrim nerde?" diye sordu. İçi çekildi Şevket’in... "Arkadan geliyor" dedi. Söylemedi gerçeği... Söyleyemedi.

Ve ömrünün sonuna kadar unutamadı bunu, "kendimi asla affetmedim" diye yazdı anılarında...

*

İstanbul’daki işgal kuvvetleri komutanı General Charpy, öfkeden deliye dönmüştü... Yırttı elindeki haritayı, fırlattı. "Bu hızla yarın İzmir’e girerler" dedi. İnanamıyordu. 250 bin kişilik devasa ordu, hayalet gibi çıkıp, bir ordan bir burdan dalan, kılıçlarıyla hızar gibi biçen Fahrettin Altay komutasındaki Türk süvarisi tarafından lokma lokma bölünmüştü... Dile kolay, 14 günde, 400 kilometre!

Kaçıyordu Yunan...

Ecel peşlerinde.

*

Ve, 9 Eylül.

Hava mis... Çiçekler açıyordu İzmir’in dağlarında.

Bornova’dan boşaldılar, aşağı doğru, dört nala... Bugünkü Kahramanlar’a geldiler, ödenecek bedel vardı daha... İkinci Tümen Dördüncü Alay’dan Konyalı Mehmet, Akşehirli Hakkı, Avanoslu Ahmet... Düştüler oracıkta. İlk giren süvari olma "şerefi" de Yüzbaşı Şeref’e nasip oldu. İzmirli soyadını aldı sonra... Yunanlılar, çil yavrusu gibi Karaburun’a, Çeşme’ye kaçışırken, minarelerden ezan sesleri yükseliyordu, hiç olmadığı kadar coşkuyla...

Şeref gitti, Hasan Tahsin’in düştüğü yere, Hükümet Konağı’nın alnı kabağına dikti al sancağı! Yüzbaşı Zeki, kışlayı yıllar sonra yeniden Türk Kışlası yaparken; Asteğmen Besim, Kadifekale’ye varmıştı bile...

Allah bize o günü göstermişti.

*

Belkahve...

Mustafa Kemal, oradaydı.

Seyrediyordu İzmir’i.

İşgal edildiği gün, bir ulusun Kurtuluş Savaşı’nı başlatan... İşgali bittiği gün, o ulusun Kurtuluş Savaşı’nı bitiren İzmir’i.

Seyrediyordu.

Ağır ağır karardı hava... Kavuniçi bir top gibi gömüldü Körfez’e güneş, usuuul usul.

"Biliyor musun İsmet" dedi...

"Bir rüya görmüş gibiyim..."

Karabasanla başlayan, mucizeyle biten bir rüya...

3 yıl 3 ay 22 gün süren macera, sona ermişti.

Zaferle.

Nif’te kendisi için hazırlanan bağevine gitti... Tek kat, taş, penceresiz, gaz lambasının cılız ışığıyla aydınlatılan, buram buram Ege kokan, bağevine... Etrafında efeler. Yorgundu. Çok yorgun. Kadınlarımız, ellerinden öpmeye kalktılar. İzin vermedi. Yemek getirdiler. Yemedi.

Cigara çıkardı.

Bi kahve istedi.

*

Sonra...

*

Türk bankasını Yunan bankasına satmakla övünen partinin, bir mensubu çıktı... Mustafa Kemal’in orada şekerli kahve istediğini anlatarak, "şekerli kahveyi i...ler içermiş" dedi.

Katıla katıla güldü.

*

Bakıyoruz 22 Temmuz’a...

Çok gülen olmuş bu fıkraya İzmir’de.

Ne diyelim...

Cümleten hayırlı fener "alayları" dilerim!

Ramo
09-09-2007, 09:35
Bir kaç kez okudum,Özdil in bu yazısını bir varoluş bu kadar güzel anlatılabilirdi.Bu kadar güzel kaleme yakışırdı harfler.Yüreğine,diline sağlık.Ancak oda biliyor ve söylüyorki.Atanın şekerli kahve içerek zaferi kutladığı yerde dikenler yeşerdi palazlandı.Şeker acı oldu.Hem dilimize hem yüreğimize batar.

buena vista
09-09-2007, 11:19
Bir kaç kez okudum,Özdil in bu yazısını bir varoluş bu kadar güzel anlatılabilirdi.Bu kadar güzel kaleme yakışırdı harfler.Yüreğine,diline sağlık.Ancak oda biliyor ve söylüyorki.Atanın şekerli kahve içerek zaferi kutladığı yerde dikenler yeşerdi palazlandı.Şeker acı oldu.Hem dilimize hem yüreğimize batar.


Evet..Haklisiniz.Yazdiklariniza katiliyorum.
Bu arada, nerede Ata`nin heykelleri ve büstleri varsa orada soygunculuk, dolandiricilik da daha fazla oldu.

Master
10-09-2007, 23:57
9 Eylül tarihi Balkanlar ve Doğu Akdeniz bölgesinde iki memleketin tarihi için çok önemliydi. Bulgaristan Halk Cumhuriyeti bunu monarko-faşizmden kurtuluş ve sosyalizmin kuruluş bayramı olarak kutlardı. Bu tarihin Bulgarlar için artık fazla bir şey ifade etmediği, en azından kutlanan bir bayram olmaktan çıktığı açıktır. Maltalılar da 8 Eylül Türk kuşatmasından kurtulma gününü bütün Hıristiyan dünya adına kutlarlar.
Türkiye'de ise 9 Eylül, İzmir'in kurtuluşu yani Kurtuluş Savaşı'nın nihai hedefine ulaşılması demek. Çünkü 15 Mayıs 1919'da İtilaf Devletleri İzmir ve havalisinin işgalini kendi saflarına çok geç katılan küçük Yunanistan'a verdiler.
Alışılmış tasvir; büyük Giritli denen Venizelos'un İngiltere ile Fransa'nın hem devlet adamlarını hem kamuoyunu büyülemesi ve büyük ülküsü uğruna bu sefere girişmesiydi. Gerçek sebep ise ticari ve iktisadi altyapıları açısından İngiltere ve Fransa için çok önemli olan bu bölgenin muhafaza altında tutulup İtalya'ya kaptırılmamasıydı. Daha da derin bir gerçek ise; dört yıllık savaş boyunca perişan olan orduların, yorgun askerlerin ve artık sıkıntıya tahammülü kalmayan ulusların ilave işgale tahammül edemeyeceğiydi.
İngiltere Yunan ordusunu öne sürdü; harcamalar İngiliz pound'uyla yapılıyordu, malzeme de Britanya ordusunun artıklarıydı. Bu bardağı taşıran son damla oldu; kıpırdanan Türkiye örgütlenmeye direnecek komuta ve lider kadrolarını aramaya başladı. O vakte kadar yanlış olarak girilen harbin ve o harp içinde yapılan hataların yarattığı tahribattan ve ne olursa olsun sulh şartlarına uymanın gereğinden bahsedenler dahi başka türlü konuşmaya başladılar.

Ege'nin Helenleri
Kendileri açısından aynı hatayı Fransızlar da güney bölgelerimizde yaptılar. Yorgun orduları ve jandarmaları yorgun mahalli Hıristiyanlardan nefer topladı. Ege'nin işgalinin İtalyanları adeta hasım cepheye ittiği ve yakın gelecekte milli güçleri desteklemeye yönelttiği açıktır. Yunanistan hadiseli ve kanlı bir biçimde İzmir'e çıktı. Venizelosçu siyasi çevrelerde ordu kendini muzaffer ilan etti, taraftarların sayısı arttı.
O yıllara ait "Rebetiko" dediğimiz Yunan mahalli müziğinde bile Venizelosçu havalar yer alır.
Gelecekten çekinen az sayıdaki insanların başında General Metaksas vardı. Herkesin bildiği gibi küçük Yunanistan'ın Ege ve Anadolu macerasına hep karşı çıkmıştır. Muhaliflerinin suçladığı gibi korkak olduğundan değil, karşısındakilerin ne olursa olsun askeri bir ananeden gelen, ölüsü bile derhal toparlanacak bir ordu ve komuta heyeti çıkaracak nitelikte olduğunu bilecek kadar iyi bir kurmay olduğundan.
Ege bölgesine yerleşen Helen nüfus daha çok adalardan göç etmiştir. 18 ve 19'uncu yüzyılın İzmir ve Ege bölgesi bu nüfus için gümrah bir hayat alanıydı. Açıkçası Akdeniz adalarının sert çevresinde bunalan bu nüfus Helenlerin en çalışkanı eski tabirle zahmetkeş olanıydı. Sırtlarında toprak taşıyarak bağlar ve meyve bahçeleri oluşturdular. Gıdım gıdım toprak satın aldılar.
19'uncu yüzyılda İngiltere ve Fransa'nın demiryolu hatları onlara da hayat verdi. Kazandılar. Çocuklarını okuttular, gönendiler. İstanbul, Marmara, hatta Trakya havalisindeki Rumlar gibi değildiler, çağdaş Helenizmin ulusçuluğuna bağlıydılar, en azından iltifatkardılar.

Yakın tarihe kazındı
Kıymetli tarihçimiz Rauf Beygu'nun İzmir üzerindeki çalışmalarında da belirtilir; 1897 Yunan Savaşı sırasında İzmir limanından kalkan gemiler karşı tarafa gönüllü taşıyordu, hem de marşlarla. Osmanlılık ve İzmir henüz buna aldırış edecek kadar imparatorluğun kozmopolit atmosferinden uyanmamıştı. Girit olayları, Balkan bozgunu Ege adaları dediğimiz Akdeniz adalarının Türklerden boşalıp İzmir'in muhacirlerle dolması ulusçu bir İzmir bıraktı, kendinden önce gelenlere bakıp "Gâvur İzmir" dediler. Aslında İzmir çoktan hızla Türkleşip Müslümanlaşmıştı.
1922 sonbaharına kadar yaşananlar iki kitleyi adamakıllı karşı karşıya getirdi. Şurası bir gerçek, iyi asker olduğu anlaşılan Sakallı Nurettin Paşa'nın yerli Hıristiyanlara karşı sert tavırları tamamen kendisinden kaynaklanmıyor. Üç yıl üç ayın getirdiği sıkıntılar ve kin yerli halkı da barışsever tutumundan haklı olarak uzaklaştırmıştı. Dolayısıyla 9 Eylül silinmez olarak yakın tarihe kazındı.
Bugün zaman zaman yeknesak bir kutlama olabilir. Ama zaman zaman yeniden yorumlanan bir gün olacağı açıktır. Eğer Türkler etraflarında uyumlu bir dünya bulurlarsa 9 Eylül tarihi bir nokta olur; eğer hasım bir çevre oluşursa günün anlamı değişir. Örnekleri görülmüştür.
9 Eylül'den sonra Ege bölgesindeki diğer müstahkem mevkiler de ele geçirildi. Aynı şey yaşandı. Ege barışsever, müreffeh bir bölgedir. İnsanların kıtlıktan gelme düşmanca duygular beslemelerine gerek yoktur. Ama bu hafızaların silindiği anlamına gelmiyor. Galiba Türkiye'nin en tarihçi bölgesidir.

Minik Not : Bir İzmir'li olarak geçte olsa...

buena vista
17-09-2007, 19:46
Bir süre önce Hürriyet Gazetesi'yle yolları ayrılan Yazar Emin Çölaşan, suskunluğunu ART'deki programında bozdu.


Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay ile hazırladığı programda konuşan Çölaşan, "AKP aleyhine yazmamam konusunda uyarıldım. Bu son dönemlerde daha çok olmaya başladı. Ancak baskı gören sadece ben değildim. Muhabir arkadaşlar medyada daha çok baskı görüyor. Başbakan'a soru sormamaları için uyarılıyorlar" dedi.

Çölaşan, ART'de yaklaşık 1.5 saat süren program boyunca, Hürriyet Gazetesi'nde yaşadıklarını çarpıcı bir dille anlattı.

AKP'nin medya patronlarını "teslim aldığı"nı öne süren Çölaşan, "Hepsi bir yerlerinden yakalanmış. O yüzden seslerini çıkaramıyorlar. Hele Maliye Bakanı Kemal Unakıtan'la ilgili hiç kimse bir şey yazamıyor. Ben de bu yüzden gazeteden ayrılmak istiyordum. Ancak görüştüğüm birçok gazeteci arkadaşım (sakın ayrılma, orası bir mevzi, mevziyi terk etme) dediler. Bu yüzden atılana kadar yazmayı sürdürdüm" ifadesini kullandı.

Çölaşan, Hürriyet'ten ayrıldıktan sonra bir kitap yazmaya başladığını da söyledi. Yazar, kitapta yaşadığı olayların ayrıntılarının belgeleriyle ortaya konulacağını belirtti.

Kitabını Bilgi Yayınevi'nden okura sunacağını belirten Çölaşan, "Ekim'in ortasında çıkar kitap" dedi.

ÇÖLAŞAN'A SEKRETER

Öte yandan, Çölaşan'ın anlaştığı yayınevi Bilgi, yazara bir oda ve sekreter tahsis etti. Çölaşan, çalışmalarını Bilgi'nin merkezinden yürütecek.
( Kaynak : www.realhaber.com )

Master
18-09-2007, 12:50
PENCERE
İLHAN SELÇUK
ABD Türkiye'yi Bölmeyi mi Düşünüyor?..
Abdullah Gül , Çankaya'ya çıkar çıkmaz Güneydoğu'ya gitti; AKP'nin cumhurbaşkanı olduğundan, parti tabanınca sarıldı sarmalandı...

AKP Güneydoğu'da DTP'yi seçim sandığında zorluyor...

Peki, Gül her şeyden önce neden Güneydoğu'yu yeğledi?..

*

Türkiye'nin güneydoğusu ile Irak'ın kuzeyi arasında Amerikan BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) işliyor...

Bizim ülkemizde "Ilımlı İslam Devleti Modeli" ne doğru gidişatta ciddi bir engel yok...

Peki, ABD'nin kulağı kesik ustalarının bölgede tasarımları ne?..

*

1) Güneydoğu Anadolu ile Kuzey Irak'ta, daha başka deyişle her iki yanda çoğunlukla ağır basan din İslamdır...

Sünnidir..

Nakşidir..

Ilımlı İslam projesi bölgede ağır bastı mı, yeme de yanında yat...

2) Her iki tarafta ağır basan etnik çoğunluk Kürtlerden oluşuyor...

Kuzey Irak'ta aşiret düzeni üzerine Barzani-Talabani var...

Bizde Güneydoğu Meclis'e DTP'yi yolladı...

Etnik taban aynı...

3) Ekonomik ilişkiler (teröre karşın) yoğunlaşmış durumdadır; giden gelen kamyonun, alışverişin, tezgâhtaki ihalelerin haddi hesabı bilinmiyor... Sınır kapısı ticaret turnikesi gibi... Kuzey Irak, Güney Irak'tan çok, Anadolu'ya bakıyor... Ortak ekonomik altyapı oluşuyor...

4) Her iki tarafta da PKK var...

Ancak terörün üssü, Kuzey Irak'ta, Kandil'de barınıyor...

PKK'yi (terörü) hem Kuzey Irak yönetimi, hem ABD koruyor...

Ankara'daki Meclis'te grubu bulunan DTP de PKK'ye 'terörist' diyemiyor...

5) ABD Irak'ı işgal etti; ülke artık 'fiilen' parçalandı...

Amerika Kuzey Irak yönetimiyle, Bağdat'tan ayrı olarak petrol üzerine anlaştı...

*

Beş madde üzerine yukarıda sıralanmış gerçekler, Güneydoğu sınırının her iki yanında konuşlanmış Amerika'nın BOP'una uygun bir gelişimi ve oluşumu vurguluyorlar...

2002'de AKP'ye terörsüz bir Türkiye teslim edilmişti.

O günden bugüne, terör, Amerikan himayesinde geliştirildi; mayınlı yöntemler uygulamaya geçirildi; Türk ordusunun Güneydoğu sınırını aşarak terör yuvalarını basması ve dağıtması engellendi...

Neden?..

PKK üstüne pazarlık için...

Bugün ne söyleniyor:

- PKK'yi dağdan düze indirin..

- Nasıl?..

- Af çıkarın!..

Peki, bugünkü Diyarbakır yerel yönetiminin hali meydanda!.. Barzani - Talabani'nin durumu besbelli!.. DTP'nin söylemi ortada!.. PKK de düze inince sorun çözülecek mi?..

Yoksa Amerika başka bir şey mi düşünüyor?..

*

Amerika'nın planı kör kör parmağım gözüne somutlaşırken biz ne yapıyoruz?..

AKP iktidarı marifetiyle ABD'ye biat ediyoruz...

Gül neden Çankaya'ya çıkar çıkmaz apar topar Güneydoğu'ya gitti?..

Yanıtı belli bir bilmece bu!..

dentist
19-09-2007, 11:00
Bekir Coşkun
bcoskun@hurriyet.com.tr



Helal anayasa...


SIRA geldi kendi anayasalarını yapmaya.

Parlamentoda çoğunluğu, ülkede iktidarı, cumhurbaşkanlığı ile de devleti ele geçirdiklerine göre, bir anayasaları eksikti.

Şimdi onu yapıyorlar.

Kafalarındaki "ılımlı İslam"a engel olmayacak bir anayasa...

Nitekim Mir Dengir Mehmet Fırat, dünkü gazetelerde "Siyasi irademizi anayasanın arkasına koyacağız" diyordu.

Anayasanın arkasına koyacakları o siyasi iradeyi elbette tahmin edersiniz.

Anayasanın dili yok.

Ki "Kim benim arkama saptırılmış siyasi iradesini koyuyor?" diye yakınsın.

*

Yeni anayasada gizli ya da açık:

- Anayasa Mahkemesi�nin çoğunluğu iktidara geçiyor, böylece anayasanın özündeki devrim yasalarına aykırılık gibi bir engel kalmıyor.

- Laikliğin tarifi (elbette kendi malum kafalarına göre) yeniden yapılıyor.

- Türban serbestleştiriliyor.

- MGK�nın işlevi ve etkisi azaltılıyor.

- Yargının bağımsızlığı budanıyor.

- YÖK iktidara bağlanıyor.

- İrtica-gericilik-tarikat-marikat nedeniyle ordudan atılanlara geri dönme kapısı açılıyor.

*

Ve hepimiz biliyoruz ki; amaçlarına doğru bir adım daha atıp kendi helal anayasalarını yapıyorlar.

Peki buna kim engel olacak?

Bu pısmış-sinmiş muhalefet mi?..

Her devrin adamı kesilen bu yazarlar-çizerler, bu aydınlar mı?..

Her fırsatta irticadan ve laikliğin tehdit altında olduğundan söz edip ortalığı ayağa kaldıran... Ama Abdullah Gül cumhurbaşkanı olunca selama duran laik cumhuriyetin bekçileri(!) mi?..

Bu medya mı?..

Yeni Cumhurbaşkanı�nın kendilerini uçağa doldurup dünyayı gezdirmesini bekleyen patronlar mı?..

Ya da; kendisini yalnız ve aldatılmış hisseden, ülkesinin sürüklendiği karanlığa gönlü razı olmayan, ama çaresiz-küskün insanlar mı?..

Kim engel olacak AKP�nin kendi anayasasını yapmasına?..

Kim?..

Master
21-09-2007, 13:41
TRT'DE İLK 'İKİNCİ CUMHURİYET' TARTIŞMASI
Reha Muhtar bir miladın perde arkasını yazdı

21.09.2007

İkinci Cumhuriyet’in bugünkü anlamıyla, isim babası olan Mehmet Altan bir süre önce Ertuğrul Özkök’e, soruyordu...
1992 Temmuz’unda ilk kez bir televizyon programında “İkinci Cumhuriyet’in tartışılmasını hararetle destekleyen idealist akademisyen Ertuğrul Özkök’e ne oldu da bugün, bu kavramın karşısında?..”
Soru beni tam 15 yıl öncesine,1992’nin o Temmuz gecesine götürdü...
Başka kentlerde yaşayanlar pek bilmezler...
Yaz Ankara’da çok sıcak geçer, ama geceler hafif hafif eser...
TRT’nin 2. kanalına program yaptığım günlerdi...
İkinci Cumhuriyet tartışmasını ilginç ve önemli buluyordum...
Türkiye, İkinci Cumhuriyetçiler’in dediği gibi “Çok daha demokratik, çok daha sivil, çok daha katılımcı, daha çoğulcu bir sistemi haketmiyor muydu?”
Mustafa Kemal’in her dediği kutsallaştırılmış, Kemalizm diye bir ideoloji yaratılmış ve düşünce hayatı kısırlaştırılmıştı...
Söylemler daha fazla demokrasi isteyen insanlar için enteresan ve albeniliydi, söyleyenler ise entelektüeldi...
Kuşku yok Çetin Altan bu işin ideolojik alt yapısını kuran, fikir babasıydı...
Kendisini aradım;
Bana, “Bu İkinci Cumhuriyet’in isim babası bizim Mehmet Altan...” dedi, “Sen git onunla konuş... Bu işi götüren o...” dedi...
Bugün hala sorarım kendi kendime...
Altan ailesinde Çetin Altan, Ahmet Altan ve Mehmet Altan arasında adı konulmayan aile içi gizli bir görev dağılımı mı vardır?..
Esasen aynı fikirler, farklı mecralarda 3 ayrı adam tarafından savunulur...
Ne ilginç tesadüftür ki, bugünlerde İkinci Cumhuriyet Gazetesi de kardeş Ahmet Altan tarafından çıkartılacak...


***


Neyse...
Telefonda görüştüğüm Mehmet Altan deyim yerindeyse fişek gibiydi...
Karşısına düşündüğüm ismi duyunca, adrenalininin yükseldiğini farkettim...
Uğur Mumcu Cumhuriyet’i yani Birinci Cumhuriyet’i savunacaktı...
Ona, “Çetin Altan Mehmet Altanı’ı önerdi...” dediğimde, “Uyanık!.. Çocuğunu başıma salıyor... Olsun, çocuğu gelsin farketmez...” dedi...
Uğur Mumcu’ya göre bunlar, “dönek aydın fantezileriydi...”
İtiriaf edeyim biraz da sert bulmuştum Uğur Mumcu’yu...
Hani ne vardı sanki daha fazla demokrasi istemekte?..
Yıllar yılı hep daha fazla demokrasi isteyen bizler değil miydik?..
Hani ne vardı sanki, toplumun farklılıklarından, kültürlerin ayrılıklarından, değişik renklerden ve tonlardan yeni bir sinerji yaratmada?..
Amerikalı dediğin bu farklılıkların patlayan sinerjisi değil miydi?..
Esasen Amerikan toplumunun Kıta Avrupa’sına karşı en temel üstünlüğü bu farklılıkların sinerjisinde yatmıyor muydu?..
Uğur Mumcu bu ütopyalardan hoşlanmıyordu besbelli...
Bunların “emperyalist oyunları” olduğu kanısındaydı...
Amaç Atatürk’ün Cumhuriyet’inde gedikler açmak, sulandırmak, laikliği ve Cumhuriyet’i ketempereye getirmekti...
İkinci Cumhuriyet tartışması son canlı yayın tartışmasıydı sanırım Uğur Mumcu’nun hayatında katıldığı...
Zor bir tartışmaydı...
Bir kere TRT’deydi ve TRT Devlet televizyonuydu...
Programın tanıtım fragmanları girdiği zaman ortalık ayağa kalktı...
Haber Dairesi Başkanı Şahap Alp, odasına çağırdı beni:
-Sen ne yapıyorsun?..
-Cumhuriyet’i tartıştırıyorum...
Acayip acayip yüzüme baktı... Hani bu deli yine ne yapıyor gibi?..
“Her taraftan telefonlar geliyor...” dedi...
“Sen merak etme abi, ben her şeyi hallettim...” dedim...
Pek inanmadı ama, başına da bir iş almak istemiyordu...
Bugün Mehmet Altan’ın, “Niye değiştin Ertuğrul Özkök?..” diye sorduğu Hürriyet’teki o yazı çok işime yaramıştı...
Hürriyet’in Genel Yayın Müdürü’nün “Çok ilginç bir tartışma olacak” diye ilan ettiği tartışmayı sansürlenen haber dairesi başkanı da olmak istemeyecek kadar iyi bir prof esyoneldi...
Tartışma tarihi bir tartışmaydı...
Bugün yeniden onlarca kez izlemek isteyeceğim bir programdı...
Tartışmadan sonra, Mehmet Altan İstanbul’a döneceği için havaalanına gitti...
Uğur Mumcu ile TRT’nin karşısındaki Ankara Oteli’nin açık havadaki masalarından birinde oturduk...
Püfür püfür esen bir Ankara rüzgarı vardı...
Yine emperyalistlerin oyunlarından bahsetti, tarihten örnekler verdi...


***


Birkaç ay sonra arabasını çalıştırırken patlayan bombayla öldürdüler Uğur Mumcu’yu...
O günden bugüne İkinci Cumhuriyet, tartışma olmaktan çıktı, hayatın bir parçası oldu...
Ertuğrul Özkök, kinayeli bir şekilde soruyor ya hani:
“İkinci Cumhuriyet’in ilk Cumhurbaşkanı mı..?” diye...
15 yıl önce o programı yapan bir meslektaşı olarak ben bir şeyler söyleyeyim Mehmet Altan’a...
Hiçbir zaman farklı fikirlerin olmasından korkmadım...
Değişik renklerin, değişik kültürlerin, farklı fikirlerin, farklı değerlerin bir potada eritilmesinden hep yeni ve mükemmel bir sinerji çıkacağına inandım...
İkinci Cumhuriyet bunlarsa itirazım yok...
Ama İkinici Cumhuriyet derken, eldeki çoğulculuktan da olacaksak?..
Eğer eldeki çoğulcu modernite, daha da kısırlaşacak?..
Farklılıklar türban giymekten ibaret kalacaksa?..
Yarın Anadolu Üniversiteleri’nde başı açık kızlar yalnızlaşacaksa?..
Hakkını aramak zorunda kalacaksa?..
Bizler çok demokratik bir toplum olmaya gidelim derken, Malezya’ya uzanacak ya da Hamas’a selam duracaksak...
Varsın olmasın o İkinci Cumhuriyet...
Ben almayayım...
Alana da mani olmayayım!

VATAN

Minik Yorum : Eski fişek samimi....

Master
21-09-2007, 13:49
Ertuğrul Özkök
ertugrulozkok@hurriyet.com.tr

Yazının kaynağına gitmek için tıklayınız...

Elbette odunu bile seçtirirsiniz


BAŞBAKAN diyor ki:"Herkes kendi işine baksın."Demek istiyor ki:

"Anayasa’yı yapmak biz seçilmişlerin işidir, siz buna karışmayın."

Ben diyorum ki:

Çok tehlikeli ve riskli bir yola giriyoruz.

Elbette biz gazeteciyiz.

Elbette sandıktan çıkmıyoruz.

Elbette kanun yapma yetkisi sizin elinizde.

Hatta...

Elbette, "Siz isterseniz odunu bile seçtirirsiniz"...

Ancak...

* * *

Bize, "Siz işinize bakın" diyemezsiniz.

Çünkü işimiz bu.

Karışmak.

Sizin işinize de, toplumda olan bitene de karışmak.

Eğer basın, demokratik hayatın ayrılmaz parçası ise elbette işinize karışacak.

Ya öteki kurumlar...

Üniversiteler...

Yüksek yargı...

Sendikalar...

İş dünyası...

Sivil toplum örgütleri...

Anayasa "en üst toplumsal mutabakat" demekse, bizler, onlar işe karışmadan bunu nasıl sağlayacağız?

"Ben yaparım. Halk kabul eder" diyorsanız, çok tehlikeli bir gidişin yolunu açmış olursunuz.

* * *

Eğer demokrasi bir kurumlar sistemi ise ben de bu yetkime dayanarak işinize karışıyorum ve diyorum ki:

Çok tehlikeli bir yola giriyorsunuz.

Biliyorum, hemen "Darbe mi" diyeceksiniz. Çünkü hiç aklınızdan çıkmıyor.

Hayır ben ondan söz etmiyorum.

Siz nasıl "Kadınlar korkmasın" diyorsanız, ben de "Siz de korkmayın. Bir askeri darbe tehlikesi ortaya çıkarsa birlikte karşı çıkarız" diyorum.

Hatta bu konuda size kamuoyu önünde söz veriyorum.

Bana güvenmiyor musunuz?

Güven karşılıklıdır.

O zaman bizden size güvenmemizi nasıl beklersiniz?

* * *

22 Temmuz seçimini, "Dindar Cumhurbaşkanı seçimi" haline getirdiniz.

Böylece siyasi bir karara, dini bir motifi soktunuz.

Şimdi Anayasa’yı "türban referandumuna" çevirmeye doğru gidiyorsunuz.

Yani toplumsal bir mutabakat teşebbüsüne yine dini bir motifi sokuyorsunuz.

Bir rejim, adım adım işte böyle elden gider.

Ben diyorum ki:

Siyasi hayata din motifini sokmak "haksız rekabettir".

Anayasalar, maddelerinden çok "ruhları" ile yaşayan toplumsal mutabakat metinleridir.

Şimdi "türban" gibi bir dini motifi, Anayasa referandumunun ana teması haline getirirseniz, rejimin ruhunu da değiştirmiş olursunuz.

Şunu çok iyi biliyorum.

Anayasa’yı bu motifle referanduma götürürseniz halkın onayını alırsınız.

Ama bu sizin zaferiniz olmaz.

Türkiye kaybeder.

Cemaatten alacağınız alkışlar da o kaybı telafi edemez.

* * *

Tekrar ediyorum.

Elbette siz isterseniz odunu bile seçtirebilirsiniz.

Anayasa’yı, türban Anayasası haline getirip halkın onayını da alabilirsiniz.

Ama bunu yapmayın.

Önce seçim meydanlarında verdiğiniz uzlaşma sözünün samimiyetini ispat ediniz.

Toplumun bir kesimine hákim olan, rejimle ilgili endişeleri gideriniz.

Bu güven ortamı oluştuktan sonra türban sorunu kendiliğinden ortadan kalkacaktır.

Yoksa Anayasa’yı, kendi zaferi ilan eden kişilerin yaratacağı iklim, her mahallede türban Ogün’leri, oruç Yasin’leri yaratacaktır.

Bir ülke işte böyle Malezyalaşır.

Minik Yorum : Süvari : Bunuda mı kovacaklar..bu da 2. Cumhuriyetçi değilmiydi ..Uff yaa kim kimdi ..kim dönendi ..ne döndü..aman yaaa

neron
21-09-2007, 13:54
Minik yoruma bir cevap, bir Türk büyüğünden zamanında verilmişti

Dün dündür, bugün de bugün

AnnE
21-09-2007, 14:04
Ortalıkta dönen , çark eden falan yok ki...
Bu ve bunun gibiler kısa vadeli avantaya doğru hiç sapmadan , hiç taviz vermeden giderler. Bunlar kadar yolundan dönmeyen görülmemiştir.

chem73
21-09-2007, 15:49
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=7223577&yazarid=2

buena vista
23-09-2007, 10:04
Soner YALÇIN

sonery@hurriyet.com.tr

AKP’nin Anayasa tasarısı hazırlıkları, Türkiye’nin bir saklı gündeminin doğmasına neden oldu: "Darbe mi? Şeriat mı?" İşte Türkiye’nin gizli gündemi bu soru. Herkes bunu tartışıyor. Ne rastlantı; yıllar önce, İslam devriminden önce benzer soru İran’ın da gündemindeydi. İranlı solcular, demokratlar, liberaller ve milliyetçiler bu soruyu tartışıyordu, darbeye karşı çıkıyorlardı. Gelin İran’ın İslam devrimi öncesi ve sonrası günlerine gidelim. Bir de, "mahalle baskısı" var mıymış görelim.


MERHABA. Benim adım Bahman Nirumand. İranlı bir gazeteci-yazarım.

Şah’ın devrilmesinde aktif rol oynayanlardanım.

Ve aynı zamanda mollaların, demokrasi ve özgürlük getireceğine inanan milyonlarca solcu, demokrat, liberal ve milliyetçi insandan biriyim.

Evet, Humeyni yeryüzünde cenneti vaat etti bize. Demokrasi gelecek, kimse fikirleri ve siyasal görüşleri yüzünden tutuklanmayacak, işkence yapılmayacak, kadınlara eşit haklar verilecek, giyim serbest olacaktı.

Şah’ı devirdikten sonra mollaların camiye geri döneceklerinden emindik. Devleti yönetecek durumda olduklarına inanmıyorduk.

Yanıldık. Kitaplardan ezberlediğimiz cümleleri, içi boş kavramları birbirimize söyleyip duruyorduk.

ÜZERİNDE DURMADIK

Her şey 14 Ocak 1979 tarihinde değişti. Şah, İran’ı terk etti. Ardından İran tarihinin en büyük yürüyüşü Tahran’da yapıldı. Sansür, yasak yoktu, istediğimiz gibi bağırıyorduk.

Fakat mitingde ilk dikkatimi çeken, kim liberal Musaddık ya da solcu şehitlerin resimlerini taşıyor ise mollalarca dövülüyordu.

Pek üzerinde durmadık bu olayın, "Hele bir kurtlarını döksünler, sonra sakinleşirler" diye düşündük.

Ertesi gün gazetede, bir hırsızın genç mollalar tarafından yakalanıp, adına "İslam Mahkemesi" denilen bir mahalli heyet tarafından 35 kamçı cezasına çaptırıldığı haberini okuduk.

Haberi ciddiye almadık; "Üç beş sapsızın işi" dedik.

Bu arada bira-şarap fabrikalarının yakılması, sinemaların tahrip edilip filmlerin sokaklara atılması gibi olayların üzerinde hiç durmadık. "Ufak tefek şeylerin" toplumun demokrasi ve ulusal bağımsızlık yolundaki çabaları etkilemesini istemiyorduk.

Biz bunları söylerken, mollalar tarafından, kadın ve erkeklerin yan yana yüzemeyecekleri; okullarda aynı sınıflarda olamayacakları; birlikte spor yapamayacakları gibi gerici kararlar ardı ardına alınmaya başlandı.

"Müslüman kadınların yanında orospuların yeri yoktur" denilerek kadınlara örtünme zorunluluğu getirildi. Özellikle üniversitelerde bu yüzden çatışmalar çıktı.

Bu çatışmalardan rahatsız olduk; kadın sorununun güncelleşip ön plana geçmesini istemiyorduk! "Asıl mücadele, emperyalizme ve kapitalizme karşı verilmelidir" diyorduk. Kadın sorunu bir yan çelişkiydi, ana çelişki sömürüydü. Kadının giyim sorunu, emperyalizme karşı verilen mücadeleyi baltalamamalıydı!

Peçesiz, başörtüsüz sokağa çıkan kadınlar artık açıkça, gözümüzün önünde dövülüyordu. Bazı kadınların yüzüne kezzap atılıyordu.

Biz ise hálá büyük laflar ediyorduk; bu tür olayları devrimin kaçınılmaz sancıları olarak görüp umursamıyorduk! "İttifak" "Eylem Birliği" gibi terimlerin peşinden koşup duruyorduk.

GEÇİŞ SANCILARI SANDIK

Humeyni, "Bütün sorunlarımızın sebebi, cemiyetimizdeki ahlaksızlıklardır. Bunların kökünü kazımalıyız" diyor; genç mollalar terör estiriyordu. Kitabevleri yağmalanıyor; gazete bayileri ateşe veriliyordu.

Şiraz’da "İslam Mahkemesi" eşcinsel ve fahişe olduğu gerekçesiyle dört kişiyi idam ediyordu. Benzer olay Tahran’da da gerçekleşiyor, üç fahişe ve üç eşcinsel kurşuna diziliyordu.

Sesleri ve görüntüleriyle erkekleri tahrik ettikleri için kadın spikerler televizyondan kovuluyor; uyuşturucu olarak görülen müzik yasaklanıyordu. Alkol içen, kırbaç cezasına çaptırılıyordu.

Şimdi düşünüyorum da, insan zamanla her türlü aşağılanmaya alışıyor galiba. Hiçbirini görmüyorduk; basmakalıp analizlerimizin doğru olduğuna o kadar inanıyorduk ki!..

Oysa toplum hızla dincileştiriliyordu. Alınan her kararda "Tamam bu sonuncusu" diyorduk. Ama arkası hep geliyordu.

Kızların evlenme yaşı 18’den 13’e düşürüldü. Parfüm, ruj, saç boyası, mücevher gibi kadın malzemelerinin yurda girişi yasaklandı. Kadın çamaşırı satan mağazaların vitrinlerine sutyen, kombinezon vs. koymasına bile izin yoktu.

Kamu dairelerinde kadın memurlara tesettüre girme emri çıkarıldı.

Aslında birçok aydın kadının üye olduğu kadın dernekleri vardı. Onlar kendi küçük çevrelerinde "hamilelik tatilinin uzatılması", "eşit işe eşit ücret" gibi talepleri tartışıyorlardı.

Biz aydınlar hep aynı düşüncedeydik: Demokrasi ve özgürlüğe geçiş sancılarıydı bu tür vakalar! Abartmaya gerek yoktu.

Hepimiz "ana çelişki" üzerinde duruyorduk; öncelikle dışa bağımlılık ve ekonomik krizden kurtulmalıydık.

REFERANDUM OYUNU

Üç ay önce Humeyni, Paris’te komünistler de dahil olmak üzere her görüşün rahatça örgütleneceği bir demokrasiden, özgürlükten bahsederken, şimdi tüm solcu, milliyetçi ve liberalleri İslam düşmanı ilan etmişti.

Bu sözler üzerine ilk protestomuzu yaptık. Mitingimize bir milyonu aşkın insan geldi.

Mollaların en iyi siyasi stratejileriydi; işlerine gelmediği zaman hemen gündemi değiştiriyorlardı.

Referandum meselesini gündeme getirdiler. Halka soracaklardı: "İslam Cumhuriyeti’ni istiyor musunuz, istemiyor musunuz?"

Kuşkusuz bu bir oyundu; halkın yüzde 65’inin okuryazar olmadığı bir ülkede kim ne anlardı cumhuriyetten?

Yapılan propaganda belliydi; dediler ki: "İslam’a evet mi, hayır mı diyorsunuz?"

Biz bu oyunu biliyorduk ama şöyle düşünüyorduk: "Önemli olan cumhuriyettir; serbest seçimlerdir; demokratik haklardır; özgürlüklerdir. İslam Cumhuriyeti bunu sağlayacaksa neden karşı çıkalım?"

Ancak bazı küçük kesimler bu oyuna gelmemek için referandumu boykot ettiler.

Sonuçta, "evet" diyen 20 milyon, "hayır" diyen ise sadece 140 bindi.

Mollalar bu referandum sonucunu çok iyi kullandılar. Güya tüm ülke yaptıklarını onaylıyordu. Artık televizyondan sonra basın da ellerine geçmişti. Sanki tüm muhaliflerin sayısı 140 bin kişi gibi gösterdiler. Halbuki 20 milyon içinde bizim oyumuz da vardı. Ama artık bizim sesimizin çıkmasına izin verilmiyordu.

HALKI ANLAYAMADIK

Mollalar güçlendikçe saldırganlaştılar.

Örneğin, tirajı bir milyon olan liberal "Ayendegan" Gazetesi’ni kapattırdılar. Sıra sonra "Keyhan" Gazetesi’ne geldi; muhalif yazarların işten çıkarılmasını sağladılar.

Tüm bu olanları protesto etmek için mitingler düzenlemeye başladık. Ama iş işten geçmişti artık; insanlar yılmıştı, korkuyordu.

Özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık için ayaklanan halkın, bu kadar kısa sürede değişeceğini düşünememiştik.

Sanmıştık ki, mollaların gerici yasalarına/kurallarına halk karşı çıkacak. Halbuki tersi oldu; mollalar yasak, sansür getirdikçe arkalarından gidenlerin sayısı arttı.

Örtünmek moda oldu!

Tüm bunlara "gelip geçici bir fırtına" diye bakmak ne büyük yanılgıydı.

Komünistlerden, solculardan, demokratlardan, milliyetçilerden sonra liberal İslamcılar da zamanla mollaların hedefi oldu.

Şah döneminden daha çok insan cezaevlerine konuldu; idam edildi.

Milyonlarca insan canını kurtarmak için yurtdışına kaçtı.

Kaçanlardan biri de bendim.

Umarım bizim hatalarımızdan birileri ders çıkarır.

(Not: Bu metin, Bahman Nirumand’ın "İran" kitabından derlenmiştir.)

Türkiye’nin İran benzerliği çok şaşırtıcı

ÖNCE bir tespit yapalım:

Diyorlar ki, "Türkiye, İran’a benzemez!"

Yanılıyorlar.

Bu nedenle gelin önce kısa bir tarih yolculuğu yapalım:

19. yüzyılda İngiltere’nin Osmanlı Devleti gibi İran üzerinde de nüfuzu vardı.

İki ülke de tarım ülkesiydi.

20. yüzyıl başında, -İran 1906; Osmanlı 1908- askerlerin bastırmasıyla iki ülkede de meşrutiyet ilan edildi.

Her iki ülke 1920’lerde yeni liderleriyle yönetildi:

İran’da subay Rıza Han (Pehlevi), "ormancılar ayaklanmasını" bastırıp yönetimi devirerek kendini "Şah" ilan etti.

Türkiye’nin lideri ise iç ve dış düşmanları yenen Mustafa Kemal Atatürk’tü.

Her iki lider de ülkelerinin tarihlerinde görülmedik boyutlarda, modernleşme ve reform politikalarını uygulamaya koydu. Ülkelerini eğitim sisteminden hukuk sistemine kadar laikleştirmeye çalıştılar. Kılıf kıyafet devrimi yaptılar.

Bu reformlara her iki ülkede de karşı çıkan pek olmadı; sayıları az olmakla birlikte muhalif olanlar da çok ağır cezalara çaptırıldı.

İran 1940’ta, Türkiye 1946 yılında parlamenter demokrasiye geçti.

İran’da 1951’de, Türkiye’de 1960’ta "milliyetçi/ulusalcı solcu" askerler darbe yaptı.

İran’da başta petrol olmak üzere millileştirmeler yaşanırken, Türkiye de dışa açıldı, yabancı sermayeyi kabul etti.

CIA, İran’daki darbeci Musaddık’ı yıktı. Yerine tekrar Şah Rıza Pehlevi’yi getirdi. Şah bütün partileri kapattı, liderlerini hapsetti.

Türkiye, 1961’de demokrasiye döndü, seçimler yapıldı.

1960’lı yıllar, her iki ülkede de sol, milliyetçi ve İslamcı hareketin ivme kazandığı dönem oldu.

Aynı dönemde her iki ülkenin siyasi ve iktisadi olarak dışa bağımlılığı arttı. ABD "abi" rolündeydi. Düşman ise komünizmdi.

Her iki ülke de solcularını ezmek, yok etmek için her yola başvurdu. Devlet güçleri, sola karşı diğer güçlerle ittifak yaptı.

Sol muhalefetin ezildiği dönemde İslamcı hareketler güçlendi.

YEŞİL KUŞAK PROJESİ

Burada meseleye daha geniş açıdan bakıp, 1970’li yılların son dönemini bir hatırlayalım.

Sovyetler Birliği, Afganistan’a girmişti.

ABD’nin kontrolündeki Şah, İran’ı terk etmişti. Türkiye’de büyük bir sol dalga vardı.

Soğuk Savaş döneminde siz ABD’nin yerinde olsanız ne yaparsınız?

İran’da Sovyetler Birliği yanlısı solculara karşı mollaları desteklediler.

Türkiye’de 12 Eylül 1980 askeri darbesini yaptırıp, İslamcıları kuvvetlendirerek solu ezdirdiler.

ABD, Şah’tan umudunu kesince mollaları destekledi. İran’da mollaları yok etmek isteyen askerlerin elini kolunu bağladı.

Şah Rıza Pehlevi, ölmeden birkaç hafta önce, "Amerika ve İngiltere yerine muhalefeti yok etmek isteyen askerleri dinleseydim, ülkeyi terk etmek zorunda kalmazdım" diye açıklama yaptı.

ABD, Sovyetler Birliği’ni İslam ülkeleriyle kuşatıp içindeki İslamcı halkları ayaklandırarak yıkacağını hesaplıyordu.

Bu nedenle İranlı subaylara hep engel oldu.

Örneğin: Şah gittikten sonra, ülkenin başında kalan sosyal demokrat Başbakan Bahtiyar "İslam Cumhuriyeti’ne izin vermeyeceğim" diyordu.

Genelkurmay Başkanı Karabagi, Bahtiyar’ı destekliyordu.

Bahtiyar, ABD ve İngiltere’ye danıştı. Tabii ki destek alamadı.

Mollalar şanslıydı; dünya siyasal konjonktürü onların lehineydi.

Sonunda Humeyni, Tahran’a geldi. Yerleştiği "Refah Okulu"nda, liberal-İslamcı Mehdi Bazargan’ı Başbakan ilan ettiğini açıkladı. ABD ve Avrupa bu "ılımlı İslamcı" atamadan mutlu oldu.

Ancak mollalar güçlendikçe iktidara yerleşti.

Son hedefleri, halkın oylarıyla Cumhurbaşkanı olan liberal Müslüman Beni Sadr idi.

Askerler bu kez Beni Sadr’ın imdadına yetiştiler; darbe yapabileceklerini söylediler. Sadr darbe istemedi ve yurtdışına kaçmak zorunda kaldı.

Mollalar iktidara yerleşti. "Ilımlı İslam" istemiyorlardı!

DESTEK ESNAFTAN

İran tarihine bakıldığında, mollaların devlete karşı ayaklandığı görülmemişti. Sadece 1963’te Şah, mali kaynaklarını yok ettiği için ilk protesto eylemini gerçekleştirmişlerdi. Bu nedenle Humeyni, Türkiye’ye sürgüne gönderilmişti.

Durum aslında bizim Nakşibendiler’e benziyor, onlar da hep devletin yanında olmuşlardı. Neyse...

Türkiye’deki İslami hareketler ile İran’daki mollaları destekleyen güçler arasında benzerlikler var mıydı?

Yapısal farklılıklar olsa da taban aynıydı:

Mollaların ülke içinde en büyük destekçisi, iç ticaretin üçte ikisini, ihracatın üçte birini elinde tutan ve geleneksel değerlerin savunucusu Bazar esnafıydı.

Mollalar ayrıca liberal-burjuva çevrelerinden de destek gördü. Bunun sebebi, özerklik için harekete geçen Azeri, Kürt, Beluciler gibi etnik unsurların başlarının hemen ezilmesi talebiydi.

Ve tabii, din adamlarının siyasal örgütlenme gücünün en büyük dayanağı ise, cami komiteleriyle girdikleri yoksul mahallelerdi. Camiler cihat birliklerinin hücre evleriydi. Kısa bir süre öncesinin solcu varoş mahallelerinin yoksulları akın akın mollaların arkasından yürüyordu artık.

Şimdi tekrar başa dönüp soralım: Türkiye, İran’a benziyor mu?

AnnE
23-09-2007, 19:31
Memleketin en böyük gazetesinin böyük başyazarı, memleketin en mühim meselesine en ciddi eleştiriyi getirerek vatandaşların önüne dünyanın en sert gerceklerini kırbaç gibi şakırdatmış :

Ertuğrul ÖZKÖK


Havuz problemi


SİZE, Cem Yılmaz parodilerinde rastlamayacağınız bir havuz problemi sormak istiyorum.

Çok büyük bir havayolu şirketinin Avrupa’dan ABD’ye uçan A-330 uçağındasınız.

Yemek servisi açılıyor.

Servis, business class’ın en arka sırasından başlıyor.

Siz business class’ın önden üçüncü sırasında 10-A numaralı koltukta oturuyorsunuz.

Mönüde ana yemek olarak üç seçim hakkınız var.

Gulaş et, mantarlı makarna ve ızgara somon balığı.

Uçak, her seferinde bu üç yemekten belli miktarda yüklüyor.

* * *

Soru şu:

Diyelim ki somon ızgara yiyeceksiniz.

Arkadan başlayan servis size gelinceye kadar, somon ızgara tabağından size de kalması şansı yüzde kaçtır?

Cevap şıkları şunlar:

a) Bu ciddi bir havayolu şirketidir. İhtimal yüzde 100.

b) Yüzde 70.

c) Yüzde 50’nin altında.

d) Size kesinlikle kalmaz.

Havuz probleminin cevabını yazının sonunda vereceğim.

Bu sorunun muhatabı benim.

Bir hafta arayla Atlantik aşırı iki seyahat yaptım.

Biri Türk Hava Yolları ile.

Ötekinin adını vermiyorum, çünkü biraz eleştireceğim.

Belki sadece benim başıma gelmiştir diye genelleme yapmak istemiyorum.

Şunu belirteyim:

Uçuşların her ikisi de Amerika Birleşik Devletleri’neydi.

Her iki uçak da A-330 tipiydi.

Türk Hava Yolları ile New York’a uçtum. Ötekiyle de Washington’a.

Biri Türkiye’nin havayolu şirketiydi.

Öteki ise dünyanın en güçlü ülkelerinden birininki.

Her ikisi de business class’tı.

Aradaki farklar şöyleydi:

Türk Hava Yolları, catering işini Viyana’da büyük başarılara imza atan Atilla Doğudan’la ortaklaşa kurduğu bir şirkete verdi.

Başlarda Doğudan’ın ne yapmak istediğini tam anlayamamıştım.

Ama son seyahatim için şunu söyleyebilirim:

THY bize tam anlamıyla "first class" hizmeti verdi.

Yemek için seçim hakkı kesinlikle çok daha fazlaydı.

Yemeklerin sunumu için seçilen tabaklar çok iyiydi.

İnsana "nouvelle cuisine" estetiği ile yemek yediği duygusunu veriyordu.

Yemeğin başında, bir görevli, şef kıyafetiyle mükemmel kanepeler dağıtıyordu.

Burada yediğim somon füme gerçekten çok lezzetliydi.

Sonuç:

Atlantik aşırı business class uçmak için kesinlikle THY’yi tercih ederdim.

Atilla Doğudan, sonunda Viyana’daki kalitesini THY’ye taşımayı başarmış.

Kendimi güzel bir restoranda yemek yemiş gibi hissettim.

Boneli, beyaz önlüklü şefin yarattığı restoran efekti de gerçekten güzeldi.

* * *

Gelelim öteki havayoluyla ilgili havuz probleminin cevabına.

Doğru cevap "d" şıkkıydı.

Geriden başlayan servis bizim sıraya geldiğinde, ne bana ne de yanımdaki kadına somon ızgara kalmıştı.

Çözüm ne?

a) Business’te arka sıralarda oturacaksınız.

b) Somon ızgara yemeyeceksiniz.

c) Türk Hava Yolları ile uçacaksınız.

Ama "c" şıkkını, yani THY’yi seçiyorsanız dikkat, orada da çok ciddi bir sorun var.

Kalkışta ve inişte insanlara zorla dinletilen o öldürücü ağır Türk müziği.

İnsan sırf o işkenceye katlanmamak için somon ızgara yemekten bile vazgeçebilir

Master
24-09-2007, 09:18
Mehmet Tezkan mtezkan@gazetevatan.com

Bence, AKP’nin türban konusunda oyun planı başka..

Şöyle: Anayasa’nın ikinci maddesini değiştirecekmiş gibi davranıyorlar..

Ortalık ayağa kalkıyor..

Yüksek öğrenimde kılık kıyafeti serbest bırakacaklarını söylüyorlar, kıyamet kopuyor..

Çarşaf da mı serbest, peçe de mi serbest gibi yorumlar yapılıyor..

Yok yok, diyorlar, onlar değil.. Devrim yasaları var..

Kısaca havanda su dövülüyor..

Niye mi?

Anlatayım..

Bir kere AKP, Anayasa’yı değiştirse bile kolay kolay türban yasağının kaldıramayacağını biliyor..

Türbanın üniversitelerde serbest olabilmesi için Anayasa’nın ikinci maddesinin değişmesi gerekir.. Yeni bir laiklik tanımına ihtiyaç var..

Yaparlar o zaman?

Yapamazlar..

Çünkü dördüncü madde ilk üç maddenin değiştirilemeyeceğini, değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceğini söylüyor..

Olur mu ama, değiştirilmiyor ki yenisi yazılıyor..

Tamam da kabul edilene kadar yeni madde eskisinin değişmesi için verilen teklif değil mi?

Evet.. O zaman Anayasa’ya aykırı.. Teklif edemezsin..

Kim söylüyor?

Yüzde 92 oy veren halk..


*


Yani laiklik maddesiyle oynamak kolay değil..

Peki ne yaparlar?

Yüksek öğrenimde kılık kıyafet serbesttir diye madde koyup sorunu aşabilirler mi?

Tartışmalı ama zor..

Çünkü türbanı yasaklayan Anayasa Mahkemesi, Anayasa’nın ikinci maddesine atıfta bulundu.. Laiklik karşıtı eylem sayarak yasak getirdi..

Bu ne demek?

Şu: Anayasa’nın ikinci maddesi değişmeden türban üniversitede serbest kalamaz..

İkinci madde de değiştirilemiyor..

Yani çıkmaz sokak..

Hayır değil..

İşin püf noktası burada..


*


AKP’nin önünde tek yol kalıyor.. Üniversitelerdeki türban yasağı uygulamasını yumuşatmak..

Bu nasıl olacak.. Rektörler marifetiyle, YÖK eliyle..

Demek ki YÖK’ün değişmesi gerekiyor..

Yeni anayasa değiştiriyor.. YÖK’ün 11 üyesi olacak, 6’sını Bakanlar Kurulu belirleyecek..

11’e 6..

Başka söze gerek var mı?

Başkan da AKP’li bir isim olmalı..

Kim kim?

Abdüllatif Şener olmasın!

Troyka falan deniliyordu ama AKP’nin dördüncü ayağı Şener’di.. Kenara çekildi, üniversitede ders vermeye başladı..

Yoksa YÖK Başkanı olmaya mı hazırlanıyor..

Neden olmasın..

AKP bu konuya bu kadar çok önem veriyorsa en güçlü adamını da YÖK’ün başına koyar..

Bence bu isim de Abdüllatif Şener olur..

Uygulamayı gevşet, görmezden gel, gerisini zamana bırak..

Plan bu mu?

İlk aşamada evet. İlk hedef YÖK’tür..

İkinci hedef Anayasa Mahkemesi..

Yeni anayasa üye sayısını 17’ye çıkartıyor.. 8 üyeyi Meclis belirleyecek.. 5’te 3 çoğunlukla.. Yani AKP oylarıyla..

Sonra ne olacak?

Anayasa Mahkemesi’nin türban-laiklik ilişkisini yeniden yorumlayacak.. 1989’da yapılan katı yorumu değiştirecek.. Yumuşatacak.. Türbana geçit verecek.. Kalıcı olmasını sağlayacak..


*


Şimdi size bir soru.. En kritik nokta..

Anayasa Mahkemesi’nin sekiz üyesi ile YÖK’ün altı üyesini kim belirleyecek..

Başbakan..

Başbakan bu isimler diyecek, Bakanlar Kurulu atayacak..

Başbakan bunlar diyecek, AKP grubu Meclis’te seçecek..

Olay bitecek..

Sivil anayasalı sivil demokrasi olacak!


http://www9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?tarih=24.09.2007&Newsid=138274&Categoryid=4&wid=131

Master
24-09-2007, 09:31
Mine G. Kırıkkanat mine.gokce@wanadoo.fr 24.09.2007

Cesaretten esarete


İsa’dan Önce 502 yılında Roma, Kral II. Porsenna’nın komutasındaki Etrüsk orduları tarafından ablukaya alındı. Kentin bütün yolları tutuldu, buğday bulunmaz oldu.

Roma halkı açtı. Gaius Mucius adlı genç Patrisyen, (toprak sahibi) tarihte böyle kuşatma görmeyen kentin Etrüskler tarafından aşağılanmasını onuruna yediremiyordu. Duyduğu utancı kendisini feda ederek temizlemeye karar verdi. Senato’ya gitti ve: “Tiber nehrini geçip tanrıların yardımıyla soylu bir amaca hizmet edeceğim, kentten çıkıyorum, ancak firar ediyorum sanmayın!” dedi. Senatörler izin verdi.

Gaius Mucius, pelerininin altına bir hançer gizledi ve düşman saflarına sızdı. Etrüsk karargâhına vardığında, asker aylıkları dağıtılıyordu, komutan ve Başyaveri yan yana oturmuşlardı. Hangisinin Porsenna olduğunu bilemeyen Gaius Mucius, hançerini rastgele salladı ve Kral yerine Başyaveri öldürdü. Kıskıvrak yakalanıp Porsenna’nın önüne çıkartıldığında bile korkmuştan çok ürkütücü bir görünümü vardı.

“Ben Romalıyım!” dedi Porsenna’ya. “Seni öldürmek istiyordum, öldürmek için gösterdiğim cesareti, ölmek için göstermeye hazırım. Acıda ve savaşta cesaret, bir Roma erdemidir. Sana kin besleyen bir ben değilim. Ardımda aynı yolu izleyecek pek çok onurlu Romalı var. Her an bir hançer, karargâhının ortasında göğsüne inebilir. Roma gençliği sana savaş açtı Porsenna! Ardına ordularını alamayacağın bir savaş. Teke tek. Sen ve bir Romalı arasında geçecek bir dövüş olacak bu!”


***

Kral, genç Romalı’nın cesaretinden hem ürkmüş, hem de müthiş öfkelenmişti. Eğer hazırlanan komployu tüm ayrıntılarıyla anlatmazsa, bir ateş çemberinin ortasında yavaş yavaş yakmakla tehdit etti, Gaius Mucius’u.

Savaş divanının ortasında, tanrılara tütsü yakmak için kullanılan kutsal bir ocak yanıyordu. Gaius Mucius sağ elini ateşin içine daldırdı ve öylece tutarak: “İyi bak Porsenna! Yücelik istendiği zaman gövde nelere dayanır, öğren!” dedi. Etini kılını kıpırdatmadan çatır çatır yakan Romalının irade gücü, Etrüsk Kralı’nı sarsmıştı. Gaius Mucius’u ateşten uzaklaştırdı ve: “Seni özgür bırakıyorum” dedi. “Benden çok, kendi canını yaktın. Eğer hizmetimde olsaydın, cesaretini överdim. Seni savaş yasalarıyla cezalandırmayacağım. İşkence görmeyeceksin. Seni bağışlıyorum, Roma’ya dönebilirsin.”

Genç Romalı, Kralın bu cömertliğine karşın: “Madem ki cesarete saygın var, benden tehditle alamadığını, iyilikle öğreneceksin” dedi. “Roma gençliğinin seçkin neferleri, üç yüz Patrisyeniz biz. İlk ben geldim. Ardımdan tek tek ötekiler, seni öldürmekte başarılı oluncaya kadar şanslarını deneyecek ve hiçbirisini, öncekinin kaderi etkilemeyecek!”

Gaius Mucius, Roma’ya döndükten sonra sağ elini yitirdiği için Scaevola, yani “solak” diye anıldı. Ama gösterdiği cesaret, Porsenna’yı düşündürdü. Roma’ya elçiler gönderdi ve barış önerdi.


***

16 Mayıs 1919 günü, İsmail Hakkı Efendi’nin kaptanlığında İstanbul’dan Karadeniz’e açılan Bandırma vapurunda 76 kişi vardı. 22 kurmay subay, 25 er ve erbaş, 8 müşavir ve katip, 21 mürettebatla 76 genç adamdılar.

Mustafa Kemal Paşa Samsun’a çıktığında, ardından 54 genç yürek geliyordu. Önden gelenlerle birlikte, 300 etmiyorlardı, henüz! Ama yüz binler olacaklardı 4 yılda...

Bu toprakların sonuncu evrensel kahramanı, son dehası, idam fermanıyla birlikte bu ülkenin kulluk talihini de yırttı ve tarihin matematik akışını değiştirdi. 57 yılda yaktığı ömrünün eserini, kendisi gibi cesur olacağını umduğu gençlere emanet etti. Gençliğe Hitabe’si, Atatürk’ün gerçek vasiyetidir.

Bu vasiyet az sayıda yüceye, çok sayıda cüceyi yenebileceği cesareti aşılamaktadır. Yücelik cesaret ister, cücelik esaret. Kafaları esir alabilmek için, önce cesareti unutturmak gerekir.

Gençliğe Hitabe’nin ders kitaplarından niçin çıkarıldığı, açık değil mi?

http://www9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?tarih=24.09.2007&Newsid=138303&Categoryid=4&wid=122


Minik Yorum : Baskı hatasıdır diyenler de var ama... ;)

neron
25-09-2007, 10:52
Bekir COŞKUN
bcoskun@hurriyet.com.tr

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/7352952.asp?yazarid=2


AMERİKA’dan önemli haberler geliyor:

"Başbakan iftar verdi..."

"Erdoğan namaza durdu..."

"Tayyip Bey sahura kalktı..."

Bunlar işin "İslami" yanı.

"Ilımlı" yanı ise "Jennifer Lopez, Brad Pitt ve kimi Hollywood yıldızları Erdoğan’ın iftar yemeğine katılacaklar" diyorlar, oldu mu size "ılımlı İslam"...

*

Nedense bizim Müslümanlar, her zaman Amerika’ya hayrandırlar. Bir yere gidip beklemeleri gerektiğinde orası Amerika’dır.

Bayılıyorlar oralara.

Normalde Arabistan çölündeki kutsal mekánları-şehirleri sevmeleri gerekmez mi?

Bunlar fırsat bulunca doğru Amerika’ya.

Haberlerde gördüm; seçim boyunca halkın "Bilal askere" diye bağırdığı, Türk ordusunda yazıcı dahi olmayan oğul Bilal, turp gibi orada Amerika için çalışıyor.

Torunlar Amerika’da doğdukları için, elbette onlar şimdiden Amerikan vatandaşı.

Ailenin tümünün cebinde ABD’nin "yeşil kart"ı...

Şimdi kimin "gidecek bir başka yeri olup olmadığını" daha iyi anlıyorum.

*

Ama dağlarda PKK, ABD silahları ile kasabalardan-köylerden gitmiş yoksul çocuklarımızı (Elbette ABD’ye güvenerek ve ABD silahları ile) vurmaya devam ediyor.

Türkiye, Kuzey Irak’ta kıpırdayamıyor.

Çünkü ABD’den habersiz operasyon yapmama taahhütleri var; dünkü Cumhuriyet’te altında Abdullah Gül’ün imzası olan anlaşmanın metni yayınlandı.

Ve bir bir tabutların içinde köylerine-kasabalarına dönüyorlar yaban güvercinleri.

(Dün Kara Harp Okulu’nda konuşan Kara Kuvvetleri Komutanı Başbuğ’un sözlerini öbür sayfalarda bulup okumalısınız.)

*

Ama ne gam?..

Oğul, torun, gelin, kızlar, aile Amerika’da, Jennifer Lopez iftara geliyor.

Hollywood’un ilgisi de çok fazla diyorlar.

Hollywood Hollywood olalı, içinde hem komedi, hem trajedi, hem entrika olan bundan iyi film görmüş olabilir mi?..

Olamaz...

neron
25-09-2007, 10:53
Özdemir İNCE


Cengiz Çandar ve statüko zaptiyeleri
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/7353295.asp?yazarid=72


’HER dönemin adamı gezginler kumpanyası’ndan Çengiz Çandar’la ilgileneceğim bugün. Cengiz Çandar, cumhuriyetçileri statükocu olmakla suçluyor. (Referans, 7 ve 14 Eylül 2007).

Öyleyse evrensel statükoyu tanımlayalım: Küresel, liberal ve emperyalist kapitalizm.

Şimdi Türkiye’de statükoyu tanımlayalım: IMF ve Dünya Bankası’nın yönetiminde; ABD ve AB’nin gözetimi altında; küresel, liberal ve emperyalist kapitalizmin hizmetinde AKP iktidarının düzeni.

Cengiz Çandar, bu küresel kapitalist emperyalizmin hizmetinde dirsek çürütüyor, sonra kalkıp bu kapitalizm ve emperyalizmin hedef haline getirdiği cumhuriyeti savunanlara "statükocu" diyor.

EMPERYALİZME ÖVGÜ

Statüko (statu quo) sözlük anlamıyla kendi başına ne iyidir, ne de kötüdür. Nötr bir durumdur. Onun iyilik ve kötülüğü toplu durumda ortaya çıkar, yani görecedir ve konjonktüreldir.

Cengiz Çandar’ın yanında yer aldığı ve övgüsünü yaptığı evrensel statükonun ne olduğunu yukarıda yazdım, bir kez daha yazayım: Küresel, liberal ve emperyalist kapitalizm.

Cengiz Çandar, küresel, liberal ve emperyalist kapitalizmi eleştiren cumhuriyetçileri statükonun zaptiyeleri olarak tanımlıyor.

YA GREV HAKKI!

Cengiz Çandar, İslamcı AKP’nin Türkiye’de karşı olduğu ne kadar ilke ve özellik varsa onları statüko olarak tanımlıyor. Ona göre demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti statükoyu temsil ediyor. Ona göre Anayasa’nın 174. maddesinin koruması altında olan Devrim Yasaları da statükonun bir parçası.

Ama çalışanların aleyhine olan yasalara, memurlara grev hakkını vermeyen yasalara karşı değil. Milletvekillerinin dokunulmazlığına, partiler ve seçim yasalarına karşı değil. Bu bağlamda (değişiklik istiyorsa) istediği AKP’nin öngördüğü değişiklikler. İktidar partisinin sözcülüğünü yapıyor ve AKP zihniyetine karşı çıkanları statükocu olmakla suçluyor.

Şimdi birkaç statüko durumunu inceleyelim: Hitler, Mussolini, Salazar, General Franko, Humeyni ve benzerlerine karşı statükoyu savunmak iyi mi yoksa kötü mü?

ROBERTO CARLOS!

Cengiz Çandar’ın önemli özelliklerinden biri, dayanıksız ve dayanaksız iddialarını doğru ve gerçekmiş gibi ileri sürmesidir: "Hiçbir anayasanın ’değiştirilemez’ ve hatta ’değiştirilmesi teklif dahi edilemez’ maddeleri olamaz" (Referans, 14.04.07) diye yazıyor. Bu mesnetsiz, Cengiz Çandar’vari iddia en azından Fransız ve ABD anayasaları karşısında geçersizdir.

Fransız anayasasının 89. maddesinde, yönetimin cumhuriyet olan biçimi ve ülkenin toprak bütünlüğü ile ilgili herhangi bir değişiklik ve değişiklik önerisinin yapılamayacağı yazar.

ABD anayasası ilk kabul edildiği günden bu yana çok bakımdan değiştirilmiş olmasına karşın, temel ilkeleri 1789’da olduğu gibi kalmıştır. ABD anayasasını yapan "Babalar", herhangi bir partinin metni değiştirmemesi için, yerine getirilmesi olanaksız koşullar koymuştur.

Cengiz Çandar’ın boş iddiasını bu iki örnek çürütmektedir. Birleşmiş Milletler’e üye devletlerden kim bilir kaçının anayasasında değiştirilmez maddeler vardır.

NOT: Cengiz Çandar, kendisinin 2. Cumhuriyet Milli Takımının Roberto Carlos’u olduğunu yazmış (Referans, 23.09.07). Doğrudur, onun mümtaz yeri bu "Gayrimilli Karma"dadır!

Master
26-09-2007, 05:02
Umur Talu
utalu@sabah.com.tr

Küresel mahalle


Hakikaten "bir başkadır benim memleketim".
Malezya dahi şaşırmıştır bu ilgiye.
Her eğilimden basın, "Malezya'yı keşfe" çıktı.
Dünya yuvarlak ya; kimi hep Batı'ya giderek ulaşıyor Malezya'ya, kimi hep Doğu'ya.
Orada karşılaşıyorlar.
Bizimkiler atışırken, Malezyalılar şaşkın.
Kendinden şüpheli, kendinden ürken, aslında hep başkalarına benzemek isterken bir başkasına benzeme endişesi taşıyan, ruhu yaralı canım memleketim.

Oralarda bir de Endonezya var.
Felakettir yani.
"Endonezya olmak" tan da korkulabilir.
Ben korkardım eskiden.
Çünkü, "küresel sistem" dışında kalmasın, "bu kış komünizm gelmesin" diye, CIA teşvikli seri katliamla neredeyse bir gecede onbinlerce insan kesilmişti orada.
Diktatör olsun, baskı olsun, katliam olsun, ceset olsun, ama "sistem dışına kaçmasın" diye.

Aslına bakarsanız, "Malezya olmaya teşebbüs suçu" da mevcut bu küresel sistemde.
"Malezya olmaya teşebbüs suçu" nun din ile, ağzımızdaki mahalle baskısıyla, başını örtmeyle filan ilgisi yok.
O "küresel mahallenin baskısı" na dair.
"Malezya olmaya teşebbüs suçu", aslında küresel ekonomiye, ucuz işgücü ve teknoloji ile sanayi mahallesi, "sıcak para" tatil köyü olarak, "ihracata dayalı ekonomi", "yükselen piyasa" diye eklemlenmişken, oyunbozanlığa kalkışmak demek.
Birdenbire, ekonomini korumak uğruna, "yanlış bir yol" a sapıp spekülatif sermaye akışını sınırlandırmaya, vergilendirmeye girişmek,
"mahallenin abilerinin, ağalarının, babalarının baskı ve buyrukları" ndan farklı bir yol tutturmayı tasavvur etmek demek.
Malezya hem bu suçun bedellerini ödemiş, hem de bir süre daha o suçu işlemeye devam ederek nispeten daha az hasarla atlatabilmiş bir memleket.


"Küresel mahalle" açısından "mahalle dışına meyletmek" ciddi suç zaten.
İran, "İslam Cumhuriyeti" olduğu için mi, "Şeriat devleti" ve "İslam Krallığı" Suudi Arabistan'a göre daha tehlikeli mesela?
İran "devrim ihraç etmeye niyetli olduğu" için mi, Bin Ladinler' in (CIA projeleriyle de) yetiştiği, dünyanın her tarafına dağılan "mücahitler" i finanse etmiş Suudi Arabistan'dan daha ürkütücü?
İran Şii olduğu için, Suudi Arabistan Sünni olduğu için mi?
İran'da kadınlar (zorla) örtündüğü ama oy verebildiği, aday olabildiği için mi; Suudi Arabistan'da kadınlar (zorla) örtündüğü ama oy da veremediği, aday da olamadığı için mi?
İran'da "dini" zümre ve imtiyazlar bulunduğu, Suudi Arabistan'da "dini" nin yanında, ülke kaynaklarına el koyan maddi imtiyazlar ile hanedan ve zümre hâkimiyeti olduğu için mi?
Hangi ülkede olursa olsun nükleer silah dünya, bölge için tehlikeli: Ama İran'ın "bir ihtimal" nükleer silah kapasitesi, İsrail'in varolan, kullanmaya hazır, Akdeniz'de dolanan nükleer silahlarına göre niye daha tehlikeli?
Mesele İran'ın "masum, kendi halinde, insan haklarına saygılı" olmadığının tescili değil; mesele çifte standart.

Çifte standart yok aslında.
"Standart" şu:
"Küresel mahalle" dışına çıkmayacaksın; bilhassa petrolünle, paranla, ticaretinle, verginle, küresel alışveriş, tasarruf ve yatırımda dolardan başka paraya niyetle, silahlanma kaynağın ve biçiminle, dünya hiyerarşisini sarsıcı meydan okumalarla kafayı (kendi kendine) yemeyeceksin.
Suudi Arabistan'ın "no problem" olmasının esas sebebi bu.
"Milli devrim" le Şah devirip petrolü millileştiren ve CIA darbesiyle kazınan "laik" İranlıların suçu da oydu.
"İslam devrimi yapmış" İran'a saldırtılırken, "Diktatör" Saddam' ın "iyi çocuk" olmasının esas sebebi de oydu.
Sistem dışına kaçtığında Saddam' ın "pis çocuk" olmasının da.

"Mahalle baskısı" sadece başın örtüsüne dair bir şey değil.
Esas, "gözün bağları" na dair bir hikâye.

Ramo
27-09-2007, 19:01
IMF'nin ucuz döviz, yüksek faiz politikasının faturalarını ödeye ödeye perişan olduk. Önümüze yeni bir fatura getiriliyor.

1994 yılında ekonomi duvara vurmak üzere iken, başta IMF olmak üzere yabancılar bize "İyisiniz... iyisiniz" diyor ve de bize yüksek faizle döviz kredisi kullandırıyordu. Batacağı gözle görülen Impex Bank, Marmara Bank ve TYT Bank gibi bankalara İsviçre'deki finans kuruluşları yüzde 25-yüzde 45 gibi inanılamaz faizlerle döviz kredisi kullandırıyordu.
Başkalarına yüzde 5 faizle kredi verenler yabancıların güç durumdaki bankalardan aldıkları yüksek faizin içinde "risk primi" vardı. Çünkü bu çarkın dönmeyeceği, saadet zincirinin bir yerde kopacağı belliydi.
Yıl başında 15 bin TL olan dolar nisan ayı başında 38 bin liraya çıktı. Merkez Bankası rezervleri hızla erimeye başladı. Gecelik faiz yüzde 400'e yükseldi.
Ortalığı temizlemek ile Tansu Çiller görevlendirildi. IMF'nin tavsiyesi doğrultusunda üç banka kapatıldı.

Aman yabancılar üzülmesin
Üç bankanın batacağını göre göre yüksek faizle döviz kredisi veren yabancılar, "Paramızı isteriz... Vermezseniz Türkiye'nin itibarı sıfır olur... Türkiye'ye kimse para vermez..." diyerek yaygara koparınca, mecburen alacaklarını devlet ödedi. Faturayı halk paylaştı.

2001 başında ekonominin yüksek faiz ve ucuz döviz nedeniyle duvara vurmak üzere olduğu belliydi. Bankalar ayakta kalmak için yüzde 25- yüzde 35 faizle dolar topluyor, dövizle borçlanıyordu.
Şubat ayında Merkez Bankası'ndan bankalar döviz çekmeye başladı. Merkez Bankası dolar fiyatını 963 bin TL'ye yükseltti. Gecelik faiz yüzde 1.400'ler gibi inanılmaz rakamlara yükseldi.
Ortalığı temizlemek ile Kemal Derviş görevlendirildi.
IMF'nin tavsiyesi doğrultusunda 20 banka kapatıldı. Bankaların borçlarını TMSF üstlendi. Böylece bankaların batacağını göre göre yüksek faizle kredi veren yabancıların bankalardan alacakları TMSF tarafından güvence altına alındı.
Bankaların içeriye, dışarıya borçlarını gene halk ödüyor. Öde öde bitmiyor.

Biz bu filmi çok gördük

Şimdi IMF tarafından öncekilerden farklı bir senaryo önümüze getiriliyor.
1994 krizinde yabancıların döviz alacaklarını "devlet" temizlemiş, faturayı halka ödetmişti.
2001 krizinde yabancıların alacaklarını TMSF üstlendi. Fatura halka ödettiriliyor.
Anlaşıldığı kadarıyla IMF olası bir dalgalanmada bu defa yabancıların alacaklarının T.C. Merkez Bankası tarafından ödenmesini sağlayacak bir düzenleme getiriyor.
1994 krizinde ortalığı temizlemekle Tansu Çiller, 2001 krizinde Kemal Derviş görevlendirilmişti. Anlaşıldığı kadarıyla olası bir dalgalanmada ortalığı temizlemek için seçilen kişi Mehmet Şimşek. Verilen bilgiler doğru ise, Devlet Bakanlığı'na getirilen Mehmet Şimşek şu günlerde ABD'de IMF ile yeni senaryonun uygulanma şeklini belirlemeye çalışıyor.
Ne diyelim? Hayırlı olsun... IMF'de "formül" tükenmez!.."Bizde bu ense olduktan sonra, biz daha çok dayak yeriz!"

guras@milliyet.com.tr

Ramo
28-09-2007, 16:12
Allah kerimdir, cömerttir, kerem sahibidir, lütfu ve ihsanı boldur. Her şeyden haberlidir, yukardan bakınca görüyordur, sevabını da bana, size, ona, vergi veren hemen herkese yazıyordur.

Bize çaktırmıyorlar.

Açık etmiyorlar.

Söylemiyorlar.

Ramazan ayında şehirlerin en büyük meydanlarına kurulan yoksula, çaresize, işsize, umutsuza “oruçlarını açsınlar” diye yiyecek vererek aslında inaçları ve Ramazan ayını alet edip “oy toplamak için üretilmiş sadaka sosyalizmini Türkiyemiz’e has bir model” olarak kazandıranlar (başta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın iktidar partisi çizgisindeki tüm yeni sivil, politik bürokrasi ve Anadolu ağırlıklı olarak uç verip taze zenginleşen sınıf mensubu elitistler) bizden gerçeği saklıyor.

Parayı bize ödetiyorlar.

Allah kabul ederse!

Hayır duasını kendilerine alıyorlar. Ramazan ayı boyunca “sadaka sosyalizmi çadırlarına” giden ve sayıları 11 milyona ulaşan yoksul insanlar, kendilerine sunulan iftar yemeklerinin parasının bizlerden çıktığını bilmiyor.


***

Bu gerçeği ben bulmadım.

Prof Şükrü Kızılot buldu.

SKY TV’nin iyi habercilerinden Can Baydar da, iki gün üst üste konuyu çeşitli açılardan alıp işleyen yayınlar yaptı. Prof Şükrü Kızılot, vergi yasalarının ince labirentlerinde dolaşırken, 3 yıl önce, 2 Ocak 2004 tarihinde, 5035 ve 581 sayılı yasalarla “vergi yerine sadaka verenlere muafiyet tanınmasına” imkân veren yeni düzenlemeler getirildiğini gördü.

Üç yıl olmuş.

Şükrü Hoca dahil herkes uyumuş. Bu düzenlemelere göre, bir dernek ya da vakıf, kuruluşunun amaçları bölümüne; “fakirlere yardım amacıyla gıda bankacılığı faaliyetine bulunuruz” diye yazarsa bu tür vakıf ve derneklere yapılan gıda, temizlik, yiyecek, giyecek yardımlarının tutarı vergiden düşülüyor.

Hem gelir vergisinden.

Hem kurumlar vergisinden.

Fakire-fukaraya, garibe-gurebaya, Ramazan’da kurulan iftar çadırına koşan milyonlarca çaresize; birileri yiyecek-içecek yardımı yapıyor görünüyorlar. Ancak yardımın tamamını vermeleri gereken vergiden düşüyorlar.


***

Gıdayı kim vermiş oluyor.

Sen, ben, o...

Biz, siz onlar...

Vergi verenler...

İftar yemeğinin parasını biz veriyoruz, duayı onlar yani Ramazan çadırlarını kurarak “kimsesize iftar desteği” verdik propagandası yapanlar topluyor. Allah da bunu görmüyor, bilmiyor, sezmiyormuş gibi toplumu kandırıyorlar. Gıda bankacılığı ile uğraşan vakıf ve dernekler ve onlara destek verenler, “fakirlere yardım ettikleri” için takdir topluyor.

Gerçekten takdir etmeli.

Fakat yaptıkları harcamayı vergilerinden düşünce bu, “hayır etme eylemi” olmaktan çıkıp, toplumun vergisini verenin parasıyla “fakir-fukarayı-garip-gurebayı Ramazan çadırında kandırma” siyasetine dönüşüyor.

Allah bunu biliyor.

Biz de bilelim istedim.
Necati Doğru ndogru@gazetevatan.com

buena vista
29-09-2007, 18:49
Yalçın DOĞAN



EN yetkili ağızlardan birinden, özel sohbetimiz sırasında duyduğum söz, her geçen gün biraz daha doğrulanıyor. Halen Türkiye’nin en etkin görevlerinden birini yürüten o yetkilinin sözü şöyle:

"Amerika müttefikimiz gibi değil de, bize düşmanmış gibi davranıyor, Türkiye’nin belini doğrultmasını sanki hiç istemiyor."

Türkiye’nin dün Irak’la terörle mücadele adı altında imzaladığı anlaşma tam bir skandal. En kritik konu, Türkiye aleyhine sonuçlanıyor. Anlaşmadan sıcak takip maddesi çıkartılıyor. Sıcak takip, herkesin bildiği sınır ötesi operasyon. Hukuken imkansız hale geliyor.

Anlaşmanın imzalanması zaten bu madde için uzuyor. Sonunda, Amerikan baskısıyla, Türkiye sınır ötesi operasyon hakkından vazgeçtiğini dünyaya ilan ediyor.

O etkili ve yetkili makamın sözlerini ister istemez bir kez daha anımsıyorum.

ASKERE RAĞMEN

Uluslararası deyimle, sıcak takip, bizde günlük deyimle sınır ötesi hareket.

Askerler aylardır, sınır ötesi operasyon, diye bas bas bağırıyor. Her kapalı toplantıda, her açık fırsatta. Sınır ötesi operasyon olmadan, PKK ile mücadele güç. Elbette, önce kendi evini düzenlemek gerek. Ama, bataklık Kuzey Irak’ta. Sokakta çelik çomak oynayan çocuklar biliyor bunu. Yine de, Irak’la yapılan anlaşmadan sıcak takip maddesi kaldırılıyor.

AKP iktidarı Amerika’ya boyun eğiyor. Çünkü, Amerika bastırıyor.

Böylece, askerin sınır ötesi operasyon sözleri askıda kalıyor. Bu anlaşmanın içerde ciddi sıkıntı yaratacağını şimdiden söylemek, erken bir tahmin değil.

İçişleri ve Dışişleri Bakanlığı’nda müzakere tekniği iflas ediyor. Konu iki bakanlığı da ilgilendiriyor. Müzakereyi fiilen yürüten İçişleri Bakanlığı. Zaten, Amerika bastırmış, teknik filan laf.

Yeni Dışişleri Bakanı Ali Babacan, yeni İçişleri Bakanı Beşir Atalay ilk sınavlarında çakıyor.

BM HAKKI GİTTİ

Bundan daha vahim bir sonuç var.

Sıcak takip, Birleşmiş Milletler kuralı. Koşullar oluştuğunda, BM ülkelere sıcak takip hakkı tanıyor.

Şu ya da bu biçimde, tehdit altındaki bir ülkenin kullanabileceği bir hak. Her ülke için, bütün zamanlarda geçerli.

Şimdi Irak’la imzalanan anlaşmadan sıcak takip maddesinin kaldırılması, Türkiye’nin BM nezdinde bu hakkını kaybetmesi anlamını taşıyor.

Sıcak takip maddesini özel bir anlaşmaya koymak istediğinde, o madde reddedilirse, BM hakkı kayboluyor. Bundan sonra artık imkansız ama, günün birinde, bir başka iktidar, sıcak takip kararı verirse, adamlar başımıza dikilip, "anlaşma ile siz bu haktan vazgeçtiniz, size geçmiş olsun" diyecek.

Terörle mücadelede, AKP’nin bugüne kadar attığı en geri, en skandal adım. Pratikte sınır ötesi hareket artık yok, teoride ise, uluslararası hakkın askıya alınması var.

Dışişleri Bakanı Ali Babacan New York’ta ABD Bakanı Rice’a belki de, bininci kez, "PKK ile mücadelede somut adımlara ihtiyacımız var" diye dert yanarken, Ankara’da sıcak takip maddesi anlaşmadan çıkıyor.

DALGA GEÇER GİBİ

Anlaşmada sıcak takip yok ama, dalga geçer gibi, bir kurul var.

Bu kurul oturacak, altı ayda bir, terörle mücadelede neredeyiz, sorusunu ele alacak. Sürekli oyalama.

Geçen yıl da, ABD Terörle Mücadele Koordinatörü atıyor. Bu girişim hiçbir işe yaramıyor. Şimdi yeni numara, bu kurul. Dostlar alışverişte görsün.

Türkiye terörle mücadelede ciddi darbe alıyor. (HÜRRIYET)

Ramo
01-10-2007, 10:55
Dış politikada büyük başarı kazanıldı:

Artık, Avrupa Birliği'nde istenmediğimiz açıkça belli oldu. Fransa ve Avusturya eliyle Almanya, açıkça bizi istemiyor. Bunlar istese, diğerleri sırada. Bırakın istemeyi, uyum süreci bile işletilemiyor.
Artık, Irak'ta "sıcak takip" olanağımız kalmadı. Amerika'ya boyun eğildi. Kabul etmesek de, Kürt devleti kuruldu. Kürt devletinin baskısı, bize geri adım attırdı. Burada da her şeyi kaybettik. Bunun karşılığında, PKK'nın ileri gelenlerinden bazıları bize verilecek. Ama, PKK bitmeyecek. Üstelik, PKK'nın elinde ABD tankları bile var.
Kıbrıs'ta Denktaş'tan kurtuldular. Bir zamanlar hiç kabul edemeyeceğimizi açıkladığımız Birleşmiş Milletler'in aracılığını şimdi koşa koşa kabul ediyoruz.
Ekonomide büyük başarı kazanıldı:

Borsanın yüzde 71'i, devlet tahvillerinin yüzde 38'i yabancılara ait. Üstelik, fiyat kontrolü de onların elinde. Sonuç olarak, artık döviz fiyatlarını bağımsız dediğimiz Merkez Bankamız belirleyemiyor.
Merkez Bankamızda 70 milyar dolar, bankalarda ayrıca 50 milyar dolar dövizimiz var. Ama, bunlar bizim ihtiyaçlarımız için değil, yabancıların ihtiyaçları için tutuluyor.
Artık, bankalarımızın resmi olarak yüzde 22'si yabancıların elinde. Ama, gayri resmi olarak bankaların yaklaşık yüzde 45'i yabancılar tarafından kontrol ediliyor.
Özelleştirmelerden büyük para kazanıldı. Ama, paralar faize gitti. Faize karşı olduğunu söyleyen hükümet, en büyük rantiye dostu çıktı.

İhracat arttı ama...

Düşük döviz kuru, yüksek faiz, bol özelleştirme geliri, yıllık 20 milyar dolara yaklaşan yabancı yatırım sayesinde enflasyonu yüzde 10'un altına düşürdük. Bu düzenin devamı ettirilmesi ise, tamamen yabancıların elinde. Yani, enflasyon hem kalıcı olarak düşürülemedi hem de bu konudaki karar yabancılara bırakıldı.
Artık, üretim yapılamıyor. Enerji ve iş gücü fiyatlarımız yüksek. Değerli Türk lirası sayesinde, ithal edip tüketmek, üretmekten daha ucuz. Bu nedenle, her tarafımızı alışveriş merkezleri sardı. Buralarda, neredeyse tamamen yabancı mallar satılıyor. İhracat arttı ama ithal mala süsleme yapılıp satma anlamında.
İç işlerde büyük başarı kazanıldı:

Türk vatandaşları, "siz", "biz" diye ayrıldı. "Kapalılar", "açıklar"dan nefret ediyor. Artık, herkes birbirine düşman gözüyle bakıyor. Bazıları, namaz kılıp, oruç tutmayana iş bile vermiyor.
Cumhurbaşkanı, generallerle; Başbakan rektörlerle, savcılarla kavgalı. Bu coğrafyadaki tek koruyucumuz olan asker, iyice sindirilmiş ve yıpratılmış durumda. Ülke bölünmekle karşı karşıya. Üstelik, bölününce paylaşım kolay olsun diye, belediyeler kullanılarak mali bakımdan da özerk bölgeler yaratılıyor.
Şimdi de anayasa değiştiriliyor. Artık, yüzde 51 ne derse o olacak. Artık, kim daha hızlı çoğalıyorsa, Türkiye'nin idaresi onda kalacak. Artık, para ve yardım ile kimler kandırılabiliyorsa, Türkiye'yi onlar yönetecek. Artık, yüzde 51'i alan, 5 yıl için "kral" olacak. Aslında, bizi, "kral"ı yönetenler yönetecek. Bize de Sayın Başbakan'ın dediği gibi gitmek kalacak!

ytoruner@milliyet.com.tr

Ramo
01-10-2007, 14:34
http://www9.gazetevatan.com/newpics/news/011020070347573360126.jpg
KATI şeriat yasalarının kadınlara hayatı zindan ettiği Suudi Arabistan’da son olarak pes dedirtecek cinsten bir boşanma olayı yaşandı.

Riyad’da yaşayan bir adam, bir erkeğin sunuculuk yaptığı televizyon programını tek başına izleyen eşini ’ahlaksızlık’ yaptığı gerekçesiyle boşadı. Adı açıklanmayan adam şeriata göre yabancı bir erkekle bir kadının aynı odada yalnız kalamayacağı gerekçesiyle eşini boşadığını söyledi.

Minik Yorum:Türban takıp çarşaf giyeceğim diye meydana çıkan Türk kadınlarıda okudumu acaba

Vatan

buena vista
06-10-2007, 07:37
Amerikan Kongresi yine “Ermeni soykırımı” kararını çıkarmak istiyor, Başbakan telefon görüşmeleri yaparak sorunu atlatmaya uğraşıyor.

Fransa Dışişleri Bakanı Ankara’da, konulardan biri de Fransa’da şimdilik askıda olan “soykırımın reddini” yasaklayan kanun. Bu kanun İsviçre’de çıktı ve uygulanmaya başladı.

1915’te yaşanan trajediyi, Nazilerin Yahudi soykırımıyla ilgili genel kabulün yanına yerleştirme girişimleri kolay kolay sona ermeyecek.

Biz de her yıl aynı korkularla yaşamaya devam edeceğiz. Dünyadaki yaygın kanı, bizim meseleye yaklaşımımızla ve kendimizi savunma tarzımızla, 1915 olayının sorumluluğunu vicdanen taşıdığımız yönünde.

Durum bu kadar açık ve Türkiye’den bu meseleyi savuşturma yönünde atılan her adım da tam tersine, dünyadaki yaygın inancı besliyor.


***

Her yıl aynı faaliyetlerle içimiz sıkılırken bir kez daha kendimize dönüp “nerede yanlış yapıyoruz” sorusunu sormayı sürekli erteliyoruz. Bu soruyu sorduğumuzda, 1915 olaylarıyla ilgili duruşumuzu sorgulamaya başlayacağız. O zaman belki bu meselenin yarattığı ağırlıktan kurtulma yönünde adım atabileceğiz. Oysa bugün en basitinden, Ankara’da meselenin “takipçisi” olarak görevlendirilmiş olan kurumun başındaki kişilerin her beyanları bütün ülkeyi biraz daha “sorunlu” hale getiriyor.

“1915 öncesinde Ermeniler daha fazla Müslüman öldürdü” gibi bir iddiayı kanıtlama yolunda en olmadık girişimlerde bulunulduğu sürece kimseyle herhangi bir tartışma içine girmeniz mümkün değildir.

Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin 1915’te yaşananlar konusunda bir sorumluluğu ve vicdani yükü olmadığını göstermek üzerine kurulu bir politikada ilerleme sağlanamadığı sürece Türkiye ve Türk halkı sürekli suçlamalara muhatap olacaktır.


***

Amerikan Kongresi’nin soykırım kararı belki bu yıl da atlatılır, ama gelecek yıl mesele yine aynı şekilde yaşanacaktır. Fransa’da o kanun belki çıkmayacak, ama Fransızların ve dünyanın konuyla ilgili görüşü bu nedenle değişmeyecektir.

Dünyanın 1915 olaylarıyla ilgili kanaatini değiştirmek için önce bu olaya kaba milliyetçilik ve “suçluluk telaşı” olarak görülen anlamsız kanıtlarla bakmaktan vazgeçmek zorundayız. Belki böylece bu topraklarda yaşanmış onca trajediden birinin bugün hâlâ kabus olmaya devam etmesini önleyebiliriz.

Okay Gönensin ogonensin@gazetevatan.com 06.10.2007

Ramo
07-10-2007, 13:08
Yılmaz ÖZDİL
yozdil@hurriyet.com.tr



NAİM Süleymanoğlu.

Hamza Yerlikaya.

Halil Mutlu.

Nurcan Taylan.

Mahmut Demir.

Tanıyorsunuz değil mi?

Olimpiyat şampiyonlarımız.

*

Mehmet Okur.

Süreyya Ayhan.

Hakan Şükür.

Natalia Hanikoğlu.

Elvan Abeylegesse.

Mehmet Aurelio.

Bunları da tanıyorsunuz...

Millilerimiz.

*

Peki ya, Durducan Nevruz?

Tanımıyorsunuz değil mi?

Tanımazsınız...

Çünkü onu, diğerleri gibi manşet yapmıyorlar; naklen vermiyorlar.

Halbuki, Türkiye’nin hem "milli" hem de "olimpiyat şampiyonu" sporcusu Durducan... Fotoğrafını büyütüp, poster gibi odama astım.

*

Benim kahramanım o.

*

Zihinsel engelli sporcuların yarıştığı, Özel Olimpiyat Oyunları, Çin’de başladı. 167 ülkeden, 7 bin 200 sporcu katılıyor. Açılış töreninde, 80 bin kişilik Şanghay Olimpiyat Stadı, hıncahınç doldu... Başta ABD, 12 ülkede "naklen" yayınlandı! Arnold Schwarzenegger, Colin Farrell, Vanessa Williams, Yao Ming gibi dünyaca ünlü yıldızlar oradaydı.

Türkiye de var orada...

62 sporcumuzla birlikte.

Aslında 20 kategori var; biz, futbol, basketbol, voleybol, atletizm, yüzme, masa tenisi ve bowling dallarıyla katılıyoruz. Türkiye Özel Sporcular Derneği Onursal Başkanı Dilek Sabancı da orada... Kafilemizin resmi geçidi sırasında, Coca Cola’nın 1 Numarası, Türkiye’nin gururu Muhtar Kent de, çocuklarımızla birlikte yürüdü; elinde Türk bayrağıyla.

Dünya, bu olimpiyatı konuşuyor.

Yok di mi haberiniz?

*

Durducan, 15 yaşında.

Down sendromlu.

100 metre sırtüstünde Olimpiyat Şampiyonu oldu, Olimpiyat Şampiyonu... Ay yıldızlı formasının göğsüne taktı, altın madalyasını.

İstiklal Marşımızı dinletti.

Duymadınız...

*

Bowling takımımız da, 191 puanla Olimpiyat Şampiyonu oldu. Bu puan, Özel Olimpiyat Tarihi’nin rekoru!

Yine yüzmede, Fatih Türkmen ve İsmail Cem Alev, gümüş madalya aldı.

Özlem Turanlı, bronz.

Basketbol milli takımımız, Japonya’yı devirdi, çeyrek finale çıktı, rakibimiz İspanya... Voleybol milli takımımız, Çin’i eze eze yendi; Jamaika ile Yunanistan’ı rezil etti; hep 2-0... Sırada Rusya ve Finlandiya var.

En genç millimiz, 10 yaşında.

Gökay Aydemir... Jimnastikçi.

Kafilenin adeta maskotu.

Herkes ona sarılmak istiyor, herkes onun yanağından makas almak istiyor, herkes onu öpmek istiyor.

O sıkılıyor.

Elinde meyve suyu, sessiz sakin bir kenarda oturmak istiyor; kimseyle konuşmadan, kimseyle göz göze gelmeden... Her zamanki gibi.

Tanımıyorsunuz değil mi?

Tanımazsınız.

*

Kendi ağırlığının 3 katını kaldıran dünyadaki ilk insan Naim, "Türk gibi kuvvetli" olduğu için kaldırmamıştı o ağırlığı...

Allah vergisiydi.

Bel kemiğine saplanan omurgasının çapı, normal insanlara oranla 2 kat büyüktü.

Yani, doğuştan.

*

Durducan’ın durumu da doğuştan.

Onunki de Allah vergisi.

Niye birini alkışlayıp, öbürünü alkışlamıyorsunuz ki?

Niye birinin müsabakasını naklen verip, öbürünü vermiyorsunuz?

Ne işe yarar TRT?

Spor programlarına telefonla bağlanıp fırça mırça atan RTÜK Başkanı... Aloo?

*

Gelişmiş bir ülkeye gidin, "ne kadar çok engelli var bu ülkede" dersiniz... Her yerde görürsünüz. Çünkü o ülkelerin engelli vatandaşları, hayatın içinde yer alabilir. O ülkeler, engelli vatandaşlarını da düşünür, ona göre dizayn eder şehirlerini...

Ya Türkiye?

Gelsin buraya bir yabancı, "bu ülkede hiç engelli yok" der. Çünkü engelli vatandaşlarımız, hayatın içinde yer alamaz. Çünkü, kömür, bulgur dağıtanlar, sadakayı bile şova dönüştürenler, iftarları Olimpiyat Çadırı’nda yapanlar, engelli vatandaşlarımız için kılını bile kıpırdatmaz. Çünkü zihinsel ve bedensel engelleri nedeniyle "oy veremez" o vatandaşların çoğu!

E oy yoksa, niye hizmet olsun ki?

*

Lütfen... Olimpiyatın bitmesine 5 gün daha var. Gösterin şu çocukları...

Manşet yapın, naklen verin.

Çünkü diyor ki onlar...

"Bana kazanma şansı verin!

Kazanamasam bile...

Destekleyin!"

Tek istekleri bu.

chem73
07-10-2007, 16:44
Dün saat 13.00'te Lütfi Kırdar Kongre Merkezi'ndeki Borsa Lokantası'nda bir İngiliz tarihçisi ve arkadaşıyla randevum vardı.
Saat 13.00'e birkaç dakika kala Lütfi Kırdar'ın önündeydim. Ama boş yere park edecek bir yer aradım. Cadde park edilmeye kapatılmıştı.
Normalde park edilmenin serbest olduğu ve cumartesileri park yerlerinin neredeyse boş olduğu caddenin sağı ve solu 1.5 kilometre boyunca kırmızı beyaz polis kordonuyla yasak bölge ilan edilmişti.
Yolun kenarına çekilmiş bir araba çekme aracı, yasağı ihlal etmeyi düşünenlere bunun iyi bir fikir olmadığını telkin ediyordu.
Çevrede polisler vardı. Birinin yanında durdum ve camı indirdim.
"Ne oluyor?
"Başbakan'ın iftar yemeği var" dedi şoför.
"İftara daha altı saat var" dedim.
"Onu bana söyleme" dedi polis memuru.
Beşiktaş'a indim, stadın yanından dönüp arabamı Hyatt Oteli'nin garajına park ettim. Yürüyerek lokantaya gittim. Yarım saat geç kalmıştım.
Yemekten sonra arabamı almak için Hyatt'a dönerken kırmızı-beyaz şeritlerin arkasında park edilmiş dört sivil araç gördüm.
Kaldırımda duran belediye park memuruna sordum: "Onlara neden yasak değil?"
"Onlar AKP'li."
"Ben de AKP'liyim" dedim.
"O zaman siz de park edebilirsiniz. Ancak AKP kimlik kartınızı arabada görülecek bir yere bırakmanız lazım. Aksi takdirde polisler çeker."
Arabaları teker teker inceledim. Gerçekten her birinde fotoğraflı birer AKP kimlik kartı vardı.
"Hikâye ne?" diye sordu İngiliz arkadaşım.
Hikâyenin ne olduğunu anlattım. "Sizin Gordon Brown arkadaşlarıyla yemeğe gittiğinde Londra'da böyle mi oluyor?"
"Hayır. Mümkün değil" dedi. Gülümsedi, "Sen de AKP'li ol, bir kart al."
Başbakan'ın, tabii ki, iyi korunması lazım. Ama arkadaşlarıyla yemek yiyecek diye sabahın köründen itibaren caddenin AKP'lilere tahsis edilmesine ne anlam vermeliyiz? Bu tahsis hangi yasa veya kurala göre yapıldı? AKP Şişli İlçe Başkanlığı'nın muhasebesinde çalışan arkadaş ve diğerleri bu bedava park imtiyazını hak etmek için ne yaptılar?
AKP'liler VIP mi?
Bu işte rahatsız edici bir şey var. Çünkü bu gibi işler totaliter ülkelerde oluyor.

mmunir@milliyet.com.tr

dentist
08-10-2007, 10:29
http://video.haberturk.com/Video.aspx?v_ID=31078&k_A=haberturk

Ramo
09-10-2007, 20:27
Yılmaz ÖZDİL
yozdil@hurriyet.com.tr



30 Haziran, 3 şehit.

Başbakan, Genelkurmay Başkanı’na başsağlığı telgrafı gönderdi, "Derin üzüntü duydum, aziz şehitlerimize Allah’tan rahmet, şahsınızda Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarımıza başsağlığı dilerim" dedi.

4-9 Temmuz, 2 şehit.

Başbakan, Genelkurmay Başkanı’na başsağlığı telgrafları gönderdi, "Derin üzüntü duydum, aziz şehitlerimize Allah’tan rahmet, şahsınızda Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarımıza başsağlığı dilerim" dedi.

12-16-17 Temmuz, 5 şehit.

Başbakan, Genelkurmay Başkanı’na başsağlığı telgrafları gönderdi, "Derin üzüntü duydum, aziz şehitlerimize Allah’tan rahmet, şahsınızda Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarımıza başsağlığı dilerim" dedi.

*

22 Temmuz...

Durmak yok, telgrafa devam.

*

26-29 Temmuz, 2 şehit.

Başbakan, Genelkurmay Başkanı’na başsağlığı telgrafları gönderdi, "Derin üzüntü duydum, aziz şehitlerimize Allah’tan rahmet, şahsınızda Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarımıza başsağlığı dilerim" dedi.

1 Ağustos, 3 şehit...

Başbakan, Genelkurmay Başkanı’na başsağlığı telgrafı gönderdi, "3 askerimizin şehit olmasından derin üzüntü duydum, aziz şehitlerimize Allah’tan rahmet, şahsınızda Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarımıza başsağlığı dilerim" dedi.

2 saat sonra, şehit sayısı arttı.

Başbakan, Genelkurmay Başkanı’na ikinci başsağlığı telgrafı gönderdi, "5 askerimizin şehit olmasından derin üzüntü duydum, aziz şehitlerimize Allah’tan rahmet, şahsınızda Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarımıza başsağlığı dilerim" dedi.

4-7 Ağustos, 4 şehit.

Başbakan, Genelkurmay Başkanı’na başsağlığı telgrafları gönderdi, "Derin üzüntü duydum, aziz şehitlerimize Allah’tan rahmet, şahsınızda Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarımıza başsağlığı dilerim" dedi.

17-19-24-29 Ağustos, 6 şehit.

Başbakan, Genelkurmay Başkanı’na başsağlığı telgrafları gönderdi, "Derin üzüntü duydum, aziz şehitlerimize Allah’tan rahmet, şahsınızda Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarımıza başsağlığı dilerim" dedi.

18-25-26 Eylül, 5 şehit.

Başbakan, Genelkurmay Başkanı’na başsağlığı telgrafları gönderdi, "Derin üzüntü duydum, aziz şehitlerimize Allah’tan rahmet, şahsınızda Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarımıza başsağlığı dilerim" dedi.

6 Ekim, 1 şehit.

Başbakan, Genelkurmay Başkanı’na başsağlığı telgrafı gönderdi, "Derin üzüntü duydum, aziz şehidimize Allah’tan rahmet, şahsınızda Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarımıza başsağlığı dilerim" dedi.

*

7 Ekim 13... 8 Ekim 2 şehit daha.

Başbakan, Genelkurmay Başkanı’na başsağlığı telgrafları gönderdi, "Derin üzüntü duydum, aziz şehitlerimize Allah’tan rahmet, şahsınızda Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarımıza başsağlığı dilerim" dedi.

neron
17-10-2007, 13:32
http://www9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?tarih=17.10.2007&Newsid=142225&Categoryid=4&wid=122

Mine G. Kırıkkanat mine.gokce@wanadoo.fr 17.10.2007

Biri bunlara söylemeli


Bugün yapıcı bir yazı yazacağım ve velinimetlerini gücendirirler korkusuyla “acı” konuşamayan dostlarına inat, sultan müsveddelerine dosdoğruyu hasım olarak ben söyleyeceğim: Çok rüküşler!

Artık görmezden gelinemeyecek, çünkü tahammül edilemeyecek kadar kaba, zevksiz ve gülünçler.

Öylesine rüküşler ki, paçoz görüntüleri gözlerimizi bulandırıyor, rahatsızlık veriyor ve hatta Türkiye’yi resmen rencide ediyor, çünkü dünya önünde utandırıyorlar.

Öylesine zevksizler ki, ne giyseler, ne taksalar, kime diktirip hangi markadan alırlarla alsınlar sonuç değişmiyor, ucubeyle gudubet arasında kalıyorlar.

İster güzel olsunlar ister çirkin, ister şişman olsunlar ister zayıf, ister kadın olsunlar ister erkek, şık değiller, olamıyorlar ve olacağa da hiç benzemiyorlar. Niye?

Çünkü sadece şık değil, “klas” olmak istiyorlar, oysa zarif bile değiller!

Klas şıklığın olmazsa olmazı, zarafettir.

Bunların her şeyleri var. Paraları var, merakları var, iktidardalar, moda magazin bilgileri benimkine beş basar, dünyaca ünlü modacıların butiklerini aşındırıyor, hatta bazen yağmalıyorlar... Ama zarafet sahibi değiller, zevk sahibi de olamıyorlar!

Zevk ve zarafet her zaman birlikte yürümez.

Zarafet, bir görgü birikimidir ve bunlar açısından maalesef, Türkiye açısından ne yazık ki, dünden bugüne servet sahibi olmak gibi zerafet sahibi olunamaz.


***

Zarafet, sonradan görülemeyen, sonradan olunamayan, kalıtsal bir özelliktir.

Soyluluk gibidir: Zarif olunmaz, zarif doğulur. Parayla, pulla, yoksulluk ve yoksunlukla ilgisi yoktur. Zarafet, bir vücut dilidir, duruştur, taşıyıştır. Zarif insana çuval giydirin, şık olmasa bile yine “klas” tır.

Daha anlaşılır olmak gerekirse, zarafetin estetik ölçüleri vardır, her insan zarif olamaz. Soyaçekime bağlıdır, herkes zarif doğamaz. Dolayısıyla kimse, zarif değil diye ayıplanamaz.

Bunların da ataları belli, ana babaları, oturup kalkmaları, sofra sofa adabı, sanattan ne anladıkları, bırakın estetik felsefe tarihi, düpedüz estetikten ne belledikleri belli, ayıplayacak da değiliz, suçlayacak da.

Ayakkabılarını çıkarıp kurduğu bağdaştan koltuğa tırmanan adam, elbette koltukta da hiç olmazsa bir ayakkabısını fora edip tek ayağını altına kıvırır!

Yüzyıllardır üç karış yüksekliğindeki hamur tezgâhında, elinde oklava hamur açan kadınların kız torunları, elbette, ne yaparsa yapsın kalçalarının genişliğinden yakınacak, bazılarının da bacakları tıpkı futbolcular gibi çarpık olacaktır. “Evrim” dediğimiz zaten böyle bir şey, kimse değiştiremeyeceği genişlikler, kalınlıklar ve basıklıklardan sorumlu tutulamaz.

Yani kadın erkek, hiç birinden doğal zarafet beklemiyoruz zaten.

Ama bu kadar mı kaba, rüküş olmak zorundalar?

14 kişinin sıralandığı sahne fotoğrafına bakıyorum, kadınların her biri birer pakete benziyor, ortadakinin tepesine fazladan birkaç fiyonk atmışlar. Erkeklerin her biri, kiminin üstüne uzun, kiminin üstüne kısa gelen ceketler ve pantolonlar içinde, kimi tarla korkuluğunu andırıyor, kimi mumya müzesindeki mostralığını.

Hiçbirinin fiziği değil, giysilerin kalitesi, markası da değil rüküşlük kaynağı. Altı üste, üstü başa, başı da yaşa yakıştırmak notasında zırt ediyor zurna. Yani zevk sahibi olmak noktasında.

Oysa zevk, zarafet gibi değildir, bakarak öğrenemeyenler, sorarak öğrenebilir.

Biri bunlara söylemeli artık: Türkiye’de yılbaşı hediyeleri bile onlardan daha şık paketleniyor.

neron
19-10-2007, 07:57
http://www9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?tarih=19.10.2007&Newsid=142577&Categoryid=4&wid=136

Reha Muhtar rmuhtar@gazetevatan.com 19.10.2007

"Ben ders almam, ders veririm..."


Sözler ağızdan çıkana kadar siz onlara hakimsinizdir... demişti bir dostum,
“Ağızdan çıktıktan sonra artık onlar size hakim olur...”
Ne doğru ve ne bilgece bir söz...
Fatih Terim, “ben ders almam, ders veririm” sözünü çok düşünerek mi etti bilinmez, ama o sözün yarattığı etkiye artık Fatih Terim hakim değil...
Söz bir kez ağızdan çıktıktan sonra Fatih Terim’i de Türkiye’yi de etkisi altına aldı...
O sözün sonrasında Fatih Terim Macaristan galibiyeti alarak rahatladığını düşünse de Moldova ve Yunanistan maçlarındaki kayıplar, sözü yeniden bunaltıcı etkisiyle gündeme oturttu...
Yunanistan maçının daha 5. dakikasında çevremde konuştuğum insanlar, “Türkiye’nin değil, Yunanistan’ın maçı kazanmasını istiyorlardı...”
Çünkü Fatih Terim’in “ben ders almam, ders veririm” şeklindeki sözleri sinir uçlarına dokunmuştu...
Sanki Türkiye’nin yenilmesini ve Fatih Terim’in de gitmesini istiyorlardı...


***

Bir Yunanistan maçında, bir Türk seyircisinin, “İçten içe maçı kaybetmemizi ve Fatih Terim’in gitmesini” istemesindeki “ruhsuzluk” stada da, sahaya da yansıdı...
Esasen “ruhsuzluk” sadece futbolcularda değil, Türk Milli Takımı konusunda tüm toplumda var...
Toplum Milli Takım konusunda ruhsuz olmasa, Milli Takım da ruhsuz olmayacak...
Kimse inanmıyor, kimse heyecanlanmıyor, kimse gerçekten kazanıp da finallere gitmek istemiyor...
Çünkü gıcık kaptıkları isimler var, Milli Takım’da ya da onun başında...
Bazıları Hakan Şükür’ü sevmiyor ve istemiyor...
Onu Fetullahçı ve şeriatçı buluyor...
İçten içe takımda “Şeriat propagandası yaptığını” düşünüyor...
Hakan Şükür’ün oynadığı takımın galip gelmesini esasen içinden istemiyor...


***

Fatih Terim’i sevmeyenler ya da ona gıcık kapanlar da var ve sayıları az değil bu toplumda...
Onlar da esasen Fatih Terim’e ifrit olma yüzünden Milli Takım’ın galip gelmesini istemiyor içten içe...
Hatta mağlup olup teknik kadro zor durumda kalınca, içten içe mutlu oluyor...
Hıncını çıkartıyor kendince gıcık olduklarından...
Bir kısım Federasyon Başkanı Haluk Ulusoy’un gitmesini istiyor ve Ulusoy’a duyduğu gıcıktan, Milli Takım’ın başarısına tilt oluyor...
Türkiye son aylarda, birbirini düşman olarak gören insanların hızla karşı kamptakilere karşı cepheleştiği, bir ülke olmaya doğru gidiyor...
Ben bu kamplaşmayı Türkiye’de 1978 yılında yaşamıştım...
Milliyetçi Cephe ve solcular şeklinde beliren bu cepheleşmenin yarattığı kan gölü bir yana, aynı milletin insanları iki ayrı kampta birbirlerini açık düşman ilan ettiler...
Türkiye siyasi olarak şimdi de hızla “laik İslamcı” cepheleşmesine gidiyor...
Ağır cepheleşme psikolojisini “demokratik tartışma ve polemik” zanneden “dantel demokrat arkadaşlara” hatırlatmak isterim ki durum gerçekten vahimdir...
Milli Takım’ın kendisindeki ve arkasındaki ruhun kaybolmasındaki vehamet, onların sanal olarak yaşadıkları cennetin çok uzaklarındadır...
Tek yürek olmaktan vazgeçtik, Türkiye birbirini düşman olarak görmeye başlayan insanlardan oluşmaktadır artık...


***

Bu “ruhsuz enerji” , kazanmaya dönük bir sinerjiye dönüşmeyecekti elbet...
Yunanistan’ın kazanmasından içten içe zevk alan insanlarla doludur artık Türkiye...
Bu yolla gıcık kaptıkları insanların cezalandırılacağını düşünüyorlar...
Sadece takım değil, Türkiye’de desteleyecek ruh kalmıyor o Milli Takım’ı...
“Ders almanın ve ders vermenin çok ötesine” geçti olaylar...
Benim 18-19 yaşlarında yaşadığım o cepheleşme yıllarında, insanlar için için başka diyarlara gitmek, başka ülkelerde yaşamak isterlerdi...
O ruh bir kere kaybolmaya görsün, geri getirmek çok zordur...
Milli Takım’daki bölünmeler, gıcıklaşmalar, omuz atmalar, tilt olmalar, futbolla sınırlı değil artık...
Bu toplum “ruhunu” kaybediyor, farkında değil insanlık!..

buena vista
19-10-2007, 19:11
“Sınırötesine karşı koymak ABD-Türkiye koalisyonunun sonu ve Türkiye’nin ABD düşmanı ülkelere katılması anlamına gelecek. Karşı koymamak ise Kürt-Amerikan koalisyonunun bitişine ve ABD’nin bölgedede zayıf bir görüntü vermesine yol açacak.”


Güncelleme:NTV 18:13 TSİ 19 Ekim 2007 Cuma


LONDRA - Türkiye ile bölgesel Kürt yönetimi arasında biriken hali hazırdaki krizi, kar ve zarar açısından ele aldığımızda Recep Tayyip Erdoğan’ın, sonuçları ne olursa olsun bundan en fazla karlı çıkacağını, ABD ve Irak’taki müttefikleri Araplar ve Kürtlerin ise tartışmasız en fazla zararlı çıkacağını söylemek mümkün.
Haberin devamı

Türkiye Başbakanı, bu krizi oldukça zeki şekilde idare ederek, topu Amerikan sahasına atarak ve uzaktan büyük hasadı beklemek suretiyle izleyerek benzeri görülmemiş siyasi bir ustalık ortaya koydu.

Amerikan zihin karışıklığı, ABD yönetimi tarafından tekrarlanan ricalarda açık şekilde ortaya çıktı. Özellikle de ABD Başkanı George W. Bush, Türkiye’ye kendisi tutması, PKK üslerini yıkmak için Irak’ın kuzeyine saldırma tehditlerinde ileriye gitmemesi çağrısında bulundu ve sonuncusu Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık El Haşimi olmak üzere krize diplomatik çözüm bulmak için Türkiye başkentine gönderdi.

Türkiye’nin isteği yani PKK’nın Kuzey Irak topraklarından kendi topraklarına saldırılarının engellenmesi talebi gerçekleşecek veya daha güzel ifade ile tek bir asker dahi hareket etmeden birfiil gerçekleşmeye başladı. Daha da önemlisi bu kriz aralarındaki büyük zıtlaşmaya rağmen siyasi ve askeri kurumlar arasında nadir bir birlik ortamı oluşturdu.

TÜRK ULUSAL ÇIKARLARI, ABD İLE KOALİSYONUN ÜSTÜNDE
Zira Erdoğan liderliğindeki AK Parti’nin parlamento sandalyelerinin çoğunluğunu kazanması ve hükümeti kurmasından itibaren, bu parti kendisini Türk ordusu komutanları tarafından reddedilir bir pozisyonda buldu. Bu komutanlar Türkiye’deki laikliğe ve mühendisi Kemal Atatürk olan geleneğe tehdit oluşturması açısından AK Parti’ye hep şüpheyle baktılar.

Daha da önemlisi Türkler ulusal çıkarlarını, ABD ile koalisyonlarının üstünde tuttuklarını ve Türkiye’nin çıkarları stratejik müttefik ABD’nin çıkarlarıyla çeliştiği vakit bağımsız egemen kararlarını pekiştirmekte bir an bile tereddüt etmediklerini ispatladılar. Tıpkı 1 Mart 2003’te Türk hükümetinin hava sahasını İncirlik Üssü’nden hareket eden Amerikan savaş uçaklarına nasıl kapattığını ve ABD güçlerinin Irak savaşı yolunda Türk topraklarından geçmesini nasıl engellediğini gördüğümüz gibi. Oysa Araplar tam aksine topraklarını ve üslerini açmışlar ve medyayı bu saldırıya desteğe boyun eğmişlerdi.

EN ZARARLI ABD ÇIKTI
Kuzey Irak’a girme yönündeki bu Türk kararı sebebiyle en büyük trajediyi yaşadığı için en fazla zararlı çıkan ABD’dir. Çünkü ABD’nin Irak’taki dar görüşlü politikaları, Türk halkını öncelikle hükümeti arkasında birleştirdi ve ikinci olarak iki ezeli düşmanı yani Şii İran ve Sünni Türkiye’yi kendisine ve Irak’taki işgaline karşı birleştirdi. Bu durum birkaç ay önce düşünülemezdi. Bu koalisyon oluştuğu takdirde İran nükleer tesislerini vurmaya yönelik Amerikan hareketlenmesine büyük darbe teşkil edecektir.

Türk güçlerinin Kuzey Irak’a saldırısı gerçekleştiği takdirde ABD ve yönetimi için en büyük sıkıntı oluşturacaktır. Zira Amerikan tercihleri sınırlı olması yanı sıra zor olacaktır. Bu saldırıya karşı koymak Amerikan-Türk koalisyonunun sonu ve Türkiye’nin ABD düşmanı ülkeler kampına katılması anlamına gelecektir. Karşı koymamak ise Kürt-Amerikan koalisyonunun bitişine ve ABD’nin bütün bölge halklarının gözünde zayıf bir görüntü vermesine yol açacaktır.

IRAK’TAKİ PARÇALANMIŞLIK KÜRTLERE YARADI
Hali hazırda Irak’ı saran çöküş ve parçalanmışlık ortasında, Kürt yöneticilerinin elden ettiği büyük kazanım, şu günlerde bölgelerinin beslendiği güvenlik ve istikrardır. İstikrar bu yönetimleri, havaalanları açan, Kürt bayrağı dalgalandıran, Arapça eğitimini kaldıran ve ziyaretçilerine havaalanlarında tören düzenleyen bağımsız bir devletin liderleriymiş gibi hareket etmeye sevk etti.

Daha da önemlisi Bağdat’taki merkezi hükümetin onayını almadan ve hatta istişare dahi etmeden uluslararası petrol şirketlerine petrol arama anlaşmaları imzalıyorlar. Türk saldırısı güvenlik kaosu, çöküşü ve hatta istikrar hayalinin sona ermesi ve egemenliğin büyüyen dinamiklerinin ortadan kaldırılması anlamına gelecektir.

BATI TÜRKİYE’Yİ DOĞU’YA İTİYOR
Türk hükümeti parlamento ve demokratik kurumlara başvurmak ve herhangi bir vakitte uygulama hakkını muhafaza etmek gibi yavaş ve iyi etüd edilmiş adımlarla anayasal olarak işgale zemin hazırlayarak büyük bir zekayle krizi idare etti, bu dengeli akıllı davranışla topu başkalarının sahalarına attı ve aynı zaman zarfında en önemli iki komşu İran ve Suriye’nin desteğini elde etti. Şöyle ki Suriye Devlet Başkanı, Türkiye’nin Kuzey Irak’a girme hakkını desteklediğini ifade etti. Bu destek yeni stratejik koalisyonu içeren ve belki şer ekseninin iki ülkesi İran ve Suriye ile bölgesel süper devlet Türkiye arasında üçlü bir koalisyona genişleyebilecek bir destektir.

Batı, Türkiye’yi gerek dini faşist sebeplerden dolayı AB’ye üyelik kapılarını yüzüne kapatmak suretiyle gerekse de ABD Kongresi’ndeki komisyonun son yaptığı gibi Ermeni katliamları dosyasını kaşıyarak milli duygularını provake etmek ve hakaretler yöneltmek suretiyle Doğu’ya ve İslami imparatorluk geçmişine dönmeye sevk ediyor.

İroni, kendisini tehlikeli bir trajedi içinde bulan Irak bölgesel Kürt yönetiminin, bu Türk tehditleriyle mücadelede kendisini Arap ve Müslüman müttefikler olmaksızın yalnız bulması. Bu durum onun dar görüşlülüğünü, siyasi ve diplomatik kurumlarındaki karar organlarında sezgi ve akıldan yoksunluğunu yansıtıyor.

ERDOĞAN MALİKİ’Yİ CİDDİYE ALAMAZ
Belki de tek harekete geçen şahıs Irak Başbakanı Sayın Nuri El Maliki idi. Maliki yaptığı telefon görüşmesinde Sayın Erdoğan’a Irak’ın kuzeyindeki PKK üslerini tasfiye etme sözü verdi. Sayın Erdoğan’ın Maliki’nin sözlerini ciddiye alacağını düşünmüyoruz. Çünkü o da Maliki’nin öncelikle bir orduya ve uçaklara sahip olmadığını, ikinci olarak Kürdistan bölgesinin işlerini belirlemesine izin verilmediğini ve üçüncü olarak kendisini dahi koruyamayacağını çok iyi biliyor.

Türkiye bölgesel süper İslami güç olarak konumunu hızlı şekilde tekrar alıyor ve sırtını Batı’ya ve özellikle de ABD’ye iyi etüd edilmiş periyodik adımlarla dönüyor. Türkiye, egemenlik, feraset, bağımsız karar, ekonomik ilerleme ve askeri güç alanında demokrasiye model sunuyor. Bu model bölge halklarının diktatör rejimler, bir üçüncüsü İran’a karşı beklenen Afganistan ve Irak’taki başarısız Amerikan savaşları eliyle bölge halklarının yaşadığı alçalmışlık hali sebebiyle İslam dünyasında mevcut değil.

Türkiye, PKK’nın benzer saldırılarına yanıt olarak, Suriye’ye askeri saldırı tehdidinde bulunmuştu. Hafız Esad mesajı süratle almış ve Abdullah Öcalan’ı Türk istihbarat ağına düşmesi ve cezaevlerinin denir parmaklıklarında son bulması için Nairobi’ye uzaklaştırmıştı. İşte şu an Türkiye, Kuzey Irak’taki Sayın Celal Talabani ve Sayın Mesut Barzani’ye karşı aynı kartın mesajını veriyor. Acaba Talabani ve Barzani, baba Esad’ın yaptığını yapacak, beyaz bayrağı çekecek ve kendi evlatlarına yüz mü çevirecek? Hali hazırda önlerinde başka tercih bulunmuyor.

*Londra’da yayımlanan El Kuds El Arabi gazetesi, 18 Ekim 2007, Genel yayın yönetmeni,
Arapçadan çeviri: Halil Çelik

buena vista
19-10-2007, 19:49
MİLLİYET

TBMM'nin önceki gün tarihi bir mutabakatla kabul ettiği tezkere, uluslararası politikanın en önemli gündem maddesi oldu.
ABD Başkanı George Bush, Türkiye'yi askeri harekâttan vazgeçmeye çağırırken, NATO Genel Sekreteri Jaap De Hoop Scheffer ile AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso da Ankara'ya itidal önerdiler.
Ankara'da Bakanlıklar semtindeki TBMM binasında yapılan bir oylamanın, dünya politikasını sarsacak boyutlarda bir olaya dönüşmesine hep birlikte tanık olduk.
Türkiye, böylelikle, güç kullanmak suretiyle, Irak'taki oyunu bozabileceğini ilgili bütün aktörlere duyurmuş oldu.
Tezkere, Türkiye'nin eline çok kuvvetli bir kart vermiştir. İlgili aktörlerin, zayıf bir ihtimal de olsa, bu kartın kullanılabileceği olasılığını hesaba katmaları gerekir.
Unutmayalım ki, Türkiye'nin Kıbrıs'a müdahalesine Batı'nın asla izin vermeyeceği yolundaki hesaplar 1974 Barış Harekâtı ile tersyüz olmuştu.
* * *
Oylamayla verilen mesajın gittiği ilk adres Beyaz Saray'dır. Tezkereye ilk tepkinin hemen sıcağı sıcağına Beyaz Saray'dan gelmiş olması, mesajın yerine etkili bir şekilde ulaştığını gösteriyor.
Bu mesaj, ABD'nin PKK'nın Kuzey Irak'taki faaliyetlerine ses çıkarmayarak, bu terör örgütünü himaye etmesine verilmiş en etkili yanıttır.
Teröre karşı durmak, her şeyden önce ahlaki bir yükümlülüktür. ABD yönetimi, bu açıdan bütün dünya karşısında ciddi bir zafiyet sergilemektedir. ABD Dışişleri Bakanlığı'nın, her yıl hazırladığı "teröre destek veren ülkeler listesi"ne ABD'nin de dahil edilmesinin zamanı gelmiştir.
Ortaya çıkan krizin bundan sonra nereye yöneleceği de büyük ölçüde ABD'nin içinde bulunduğu kayıtsızlıktan çıkıp çıkmayacağı sorusunda düğümleniyor. Kuzey Irak'tan ve Bağdat'tan gelen ilk haberler, ABD'nin ağırlığını koymaya başladığına işaret ediyor.
* * *
Şimdi Türkiye'ye de düşen, tezkereyi TBMM'den geçirdikten sonra bu adımın yarattığı baskıdan yararlanarak, meseleyi diplomatik alana kaydırmak, barışçı çözüm seçeneklerini sonuna kadar zorlamaktır.
Aynı zamanda, Türkiye, muhtemel bir askeri harekâtın muhasebesini de soğukkanlı bir şekilde yapmak zorundadır.
Askeri harekâtın Türkiye'nin uluslararası alanda tecrit edilmesinden, ekonomik çalkantıya, toplumsal barışın sarsılmasından yeni bir terör dalgasına kadar pek çok sonuçlarının olabileceği hesaba katılmalıdır.
Aslında, Türkiye tezkereyle birlikte, ABD ve onun şefkatli kanatları altındaki Kuzey Iraklı Kürt gruplarla yüksek riskler içeren bir bilek güreşine girişmiştir. Türkiye'nin elindeki kozların ağırlığı yabana atılmamalıdır.
Ancak, başarı için bu oyunun soğukkanlı bir şekilde ve aklın bütün imkânları seferber edilerek oynanması gerekir. Duyguların ortalığı kapladığı, hamasetin tırmandığı durumlar başarının önünde engeldir.
Tezkere aşaması geride kaldığına göre, şimdi biraz sakinleşmemize engel bir durum kalmamıştır herhalde.

Ramo
23-10-2007, 18:13
Birinci seçenek...

"Kimse çarpışmasın, terörist kovalamasın, hiç şehit vermeyeyim, koltukta oturduğum dönemi kazasız belasız atlatayım."

İkinci seçenek...

"Bu terör örgütü, TC’nin varlığına tehdittir, bu tehdit yok edilmeden halkımız asla huzur içinde yaşayamaz, o nedenle elimdeki tüm kuvvetlerle, neredeyse bulup, yok edeceğim."

İkinci seçenek, risklidir...

Vuruşursanız, pusuya düşebilir, ölebilirsiniz. Terörist kovalarsanız, üstüne giderseniz, illa ki şehit verirsiniz. Bu durumda, kişisel ikbaliniz biter. Koltuğunuzu kaybedebilirsiniz... Ama bu tercihi yapanlar bilir ki, kişisel ikbal, devletin ve milletin ikbali yanında, önemsizdir.

Birinci seçeneğin ise, bu seçeneği tercih eden kişiye hiç riski yoktur.

Bakın, işte şu kadar süre şehit vermedim, dersiniz... Halbuki, sizin kılınızı bile kıpırdatmadan oturduğunuz, şehit vermedim diye övündüğünüz dönemde, terör örgütü güçlenmiştir... Eleman temin etmiş, cephane almış, pusular hazırlamıştır. Terörle mücadeleye kalktığınız anda, olması gerekenden daha güçlü bir tehditle karşı karşıya kalınacak, daha çok şehit verilecektir.

Aslında o verilen şehitler, sizin günahınız değil, vakti gelmesine rağmen, terörle mücadele etmemiş olan kişilerin günahıdır...

*

Kim diyor bunu?

En şiddetli günlerde, Hakkári’de, efsane general Osman Pamukoğlu ile birlikte "kelle"yi koltuğa alan, emekli albay Erdal Sarızeybek diyor.

*

Bi daha okuyun lütfen.

Hadisenin özeti, "zamanında yenilen hurmalar"dan ibarettir.

*

Siyaset sahnesindekiler yıllardır "yan gelip yattığı" için, "aslında o verilen şehitler, sizin günahınız değil, vakti gelmesine rağmen, terörle mücadele etmemiş olan kişilerin günahıdır"...
Yılmaz Özdil

Ramo
23-10-2007, 18:16
"Hamaset" hakim düşünme, anlama, ifade, meydan okuma biçimi. Oysa "hamaset"in nice politikacısı, bürokratı, paşası, düşünürü bu ülkenin hakiki sorunlarına, derin acılarına doğru teşhisler, sahici çözümler sunamadan geldi geçti.
Halihazırdakiler de, sınırlı, kısıtlı düşünme ve hareket biçimlerini mutlak doğru sandıkları sürece öyle olacak.
Onlar gidecekler...
Sorunlar ve acılar baki kalacak.
Belki de;
Esas geçmeleri gereken kendi sınırlarının ötesi!

Belki de;
Devleti yönetiş biçiminiz yanlış.
Belki de;
Hükümet etme, hükmetme tarzınız yanlış.
Belki de;
"Terörle mücadele" anlayışınız ve icraatınız yanlış.
Belki de;
Askeri yetiştirme ile sevk ve idare yöntemleriniz yanlış.
Belki de;
Diplomasiden anladığınız ve o anladığınız kadarıyla diplomatlığınız yanlış.
Belki de;
Komşularla ilişkilerdeki haliniz yanlış.
Belki de;
İşgalcilerle sadece toprakları değil ruhları da işgal edilenler arasındaki yalpalamalarınız yanlış.
Belki de;
ABD ile koalisyon ortağı filan olup sonra da yakınmalarınız yanlış.
Belki de;
Büyük devlet diye konuşurken büyüklükten kastınız yanlış.
Belki de;
Birlik, beraberlik, bütünlük, kardeşlik derken bunların içini dolduruş şekliniz yanlış.
Belki de;
Değerlendirme, yorumlama, manalandırma alışkanlıklarınız yanlış.
Belki de;
Kendinizi bu bölgede İsrail çıkarlarına yakın konuşlandırmanız, askerinizi, istihbaratınızı, silahlarınızı onlara bu kadar kanka kılmanız yanlış.
Belki de;
Kendi topraklarınızı süratle mayından, ölümden arındırmamanız, toprakları binlerce yoksul köylünün kullanımına açamamanız yanlış.
Belki de;
ABD'ye yıllarca üssünüzü açıp oradan komşularınızı bombalatmanız, orada şimdi karşı çıktığınız oluşumların güç kazanmasına yataklık edişiniz yanlış.
Belki de;
Demokrasi ile terörü birbirine karıştıranlara köpürürken sizin de öyle bir karışıklık, karşıtlık yaratmanız yanlış.
Belki de;
Bölünme tehlikesinden bu kadar çok bahsederken, devletten başlayarak ülkeyi sürekli cephelere ayırarak kafanızda ve ruhumuzda bölmeniz çarpmanız yanlış.
Belki de;
Büyük Ortadoğu projelerine yamak, ABD'nin en şahin ve tilki ve de kurt, Ortadoğu halklarını birbirine kırdırmaya adanmış yeni muhafazakarlarına ortak yazılmanız, bu "esaret" yanlış.

"Terörün kahpeliği" bir sürü yanlıştan beslendi, bir sürü yanlışı da besledi.
"Terörün kahpeliği" bu topraklardaki sorunlardan beslenirken yanaşık durduğumuz büyük devletin Ortadoğu oyunlarının beslemesi oldu.
"Terörün kahpeliği" yalapşap bir hamasetin siyaset, hitabet, diplomasi, güvenlik politikası sanılmasından da beslendi.
"Terörün kahpeliği" şiddet, zorbalık, dayatma, kullaştırma, tuzak, köleleştirme, büyük devlete uşaklık, katliam, cinayet, kan, nefret, kin, iç savaş, provokasyon ile silaha biat, despotluğa boyun eğme, korkuya rehinlik gibi kiri, pası "demokratlık, demokrasi mücadelesi" filan zannedenlerin büyük büyük yanlışından, rehineliğinden, "cesaretinden" değil "esaretinden" de beslendi.

Belki de yukarıdaki "yanlışlar"ın hiçbiri yanlış değildir. Yanlış düşünmüşümdür.
Ama onlar da yanlış ise; bu kadar yanlış ın siyasi, idari, maddi hesabını veremeyenlerin öylece gelip geçtiği bir cumhuriyet ve demokrasi, bir şeffaflık, açıklık, hesap verebilirlik, bir millet egemenliği rejimi olabilir mi!
Olabilir belki de; bu kadar yanlış, çok yanlış değil mi?

Master
24-10-2007, 11:35
Yılmaz Özdil
yozdil@hurriyet.com.tr



Kaşgarlı'dan Aurelio'ya...


"Gördüm ki, yüce Tanrı, devlet güneşini burçlarından doğdurmuş; onlara Türk adını kendisi takmış. Cihan halkının dizginlerini hep onların ellerine bırakmış. Her kim onların diline sığınırsa, onu kendinden sayıyorlar, her türlü korkudan kurtarıyorlar..."

Kaşgarlı Mahmut

Divan-ı Lügati’t Türk

*

900 sene önce yazmış.

Meali...

Ne mutlu Türk’üm diyene.

*

Ordumuz, 2 bin 216’ncı kuruluş yıldönümünü kutladı, geçenlerde...

Cumhurbaşkanlığı forsundaki ilk yıldızın parladığı gün, milattan önce 220.

*

E bakıyoruz bugüne...

Beyaz Saray ne der, Brüksel kızar mı, Kremlin üzülür mü, bataklığa mı saplanırız, dizimize taş mı değer, falan.

Bir endişe.

Bir ürperti.

Zannedersin, acemidir, tarihinde ilk kez silaha sarılıyor sanki bu millet.

Aç ansiklopediyi!

Vuruşmadığımız tek sayfa bile yok...

Tek sayfa bile.

Bu tırsaklık niye?

*

Deniyor ki, "aman aklıselim..."

Yavuz Selim’i biliyorum ama, aklıselim diye birini tanımıyorum ben ecdadımızdan.

Var mı tanıyan?

Deniyor ki, "yurtta sulh..."

Evet, öyle demiş, adam gibi adam.

Ama okumasını bilirsen.

Çünkü "yurdumda sulh yoksa, cihana da sulhu haram ederim" demek istediğini neden anlamak istemiyorsun?

Kendi giremiyor, hálá, "ABD’nin Irak’ta ne işi var?" diyor.

Bizim Viyana’da, Kahire’de ne işimiz vardıysa, onun da Bağdat’ta o işi var.

Dünya bu.

Bileğin kadar varsın.

Yüreğin kadar.

Yoksa, yoksun.

*

Okuyoruz yazılanları...

Askere gitmek istemeyen çıtkırıldımlar gibi mazeret üstüne mazeret üretiyorlar.

Seçim geçsin.

Şu referandumu yapalım.

Washington’a soralım.

Londra’ya danışalım.

Heyet gönderelim.

Toplanalım.

Bi daha toplanalım.

Kaygım o ki, biraz daha üstlerine gidilirse "vicdani retçi" olacak bunlar!

*

Halbuki, bak ne diyor Aurelio bile?

"Korkma sönmez..."

Ramo
24-10-2007, 21:52
Milli Güvenlik Kurulu (MGK), ''Bölgede bölücü terör örgütünü doğrudan veya dolaylı şekilde destekleyen gruplar üzerinde öncelikle alınması gereken ekonomik tedbirlere ilişkin olarak Bakanlar Kuruluna tavsiyede bulunulması kararı'' aldı.

ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesinde kabul edilen 1915 olaylarına ilişkin karar tasarısıyla ilgili gelişmelerin de görüşüldüğü MGK toplantısında, ''Ermeni diasporası ile Ermenistan'ın Türkiye aleyhinde yıllardır yürütmekte oldukları kampanyanın son ürünü olan söz konusu tasarının hiçbir gerekçeyle mazur gösterilemeyeceği ve kabul edilmeyeceği'' vurgulandı.

MGK'nın, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün başkanlığında bugün Çankaya Köşkü'nde yapılan olağan toplantısının ardından yayınlanan bildiride, toplantıda, ülke genelindeki güvenlik ve asayiş durumu ile bunu etkileyen iç ve dış gelişmelerin gözden geçirildiği belirtildi.

Bildiride daha sonra şöyle denildi: ''Birlik ve beraberliğimizi zedelemeyi amaçlayan terör saldırılarına karşı halkımızın her zaman olduğu gibi sağduyusunu koruyacağına ve kardeşlik duygusuna zarar verecek davranışlardan kaçınarak teröre gereken yanıtı vereceğine olan inanç bir defa daha vurgulanmıştır. TBMM'nin 17 Ekim 2007 günü kabul ettiği Hükümet Tezkeresi çerçevesinde alınması gerekebilecek siyasi ve askeri tedbirler görüşülmüştür. Bölgede bölücü terör örgütünü doğrudan veya dolaylı şekilde destekleyen gruplar üzerinde öncelikle alınması gereken ekonomik tedbirlere ilişkin olarak Bakanlar Kuruluna tavsiyede bulunulması kararı alınmıştır. ABD Temsilciler Meclisi Dış ilişkiler Komitesinde 10 Ekim 2007 günü kabul edilen 1915 olaylarına ilişkin karar tasarısıyla ilgili gelişmeler de görüşülmüş; Ermeni diasporası ile Ermenisten'ın Türkiye aleyhinde yıllardır yürütmekte oldukları kampanyanın son ürünü olan söz konusu tasarının hiçbir gerekçeyle mazur gösterilemeyeceği ve kabul edilmeyeceği vurgulanmıştır. Gelişmelerin seyrine göre konunun bütün veçheleriyle yeniden değerlendirilmesi kararlaştırılmıştır.''

SABAH
Mini Yorum:
Üç cins at, üç cins tosun salsak yukarı kata
Üç gün sonra üç katır, üç sağmal inek çıkar.
Zamanda mı, yerde mi, yoksa bizde mi hata?
Yapıp uçurduğumuz kartallar sinek çıkar.
ABDURRAHİM KARAKOÇ...

dentist
25-10-2007, 10:17
466

467

468

469

470

dentist
25-10-2007, 10:18
471

buena vista
25-10-2007, 19:17
Yalçın DOĞAN


"ÜYE ülkeler teröre karşı mücadelede kararlı olduklarını ittifakla kabul etmişlerdir. Üye ülkelerden herhangi birinin terörle karşı karşı kalması durumunda, o ülkeyle işbirliği için kararlıklarını bir kez daha teyit etmişlerdir."

Bu ve benzeri masal cümleler sıradan ülkeler ya da sıradan kurumların ağzından çıkmıyor. Bunu söyleyen NATO. Bir, üç, beş, on kez değil, yıllardır her fırsatta söylüyor. Çok büyük dostumuz Amerika ile birlikte.

Dün NATO Savunma Bakanları toplantısında aynı parlak cümleler havada uçuşuyor. Masal destekler, hayal işbirlikleri, boş vaadler.

TÜRKİYE-NATO

Türkiye, NATO’nun en yüksek organı NATO Konseyi’ne doğrudan PKK terörünü bir kez getirmeyi şöyle bir deniyor.

Verilen bilgi karşısında, terörle mücadelede işbirliği nutukları atan o ülkeler taş gibi, hiç birinde ses yok. NATO’da olup da, terörle mücadele eden iki ülke bundan ders alıyor. İspanya ve İngiltere kendi yaşadıkları terörü NATO’ya getirmekten vazgeçiyor.

Bununla birlikte, alt komitelerden biri olan NATO Güvenlik Komitesine Türkiye PKK’yı yine de getiriyor. Hiç bir sonuç çıkmıyor.

Dünkü Savunma Bakanları toplantısında ise, PKK terörü konuşuluyor. Yine herkes kabul vaziyetinde. Teselli ile karışık, uyarılar eksik değil.

IRAK VE ÖTESİ

NATO’nun 80’lerin ikinci yarısından sonra, farklı bir işlevi var. Terörle mücadele.

Afganistan, Somali, Lübnan, Kosova NATO’nun yeni anlayışının ürünü olarak, bu bölgelere asker gönderdiği yerler. Başı Amerika çekiyor. Türkiye buralara asker gönderen ülkeler arasında.

Hatta, Irak’a girmeden önce, Amerika benzer biçimde NATO’yu göreve çağırıyor. Kendisi önde. Çok az ülke katılıyor.

Asıl önemli nokta şu:

1999’da Apo’nun yakalanmasından sonra, bizde terör kesiliyor. 2003’te Amerika Irak’ı işgal ediyor. 2004’te PKK terörü yeniden başlıyor. Nasıl bir tesadüf ise!

Dünyanın çeşitli bölgelerine, terörü önlemek adına giden NATO ve Amerika, konu Irak’a geldiğinde, terörü destekler konuma düşüyor.

İşimiz hiç kolay değil.

30 bin insan 300 milyar dolar

MALİYETİ akıl alacak gibi değil. Her türlü tasavvuru aşıyor.

1984’de başlayan PKK terörü bugüne kadar 30 binden fazla insanın hayatına mal oluyor. 30 bin insan. Klasik savaşlarda kaybedilen insan sayısından bile daha fazla. Kapsamlı savaşlarda ancak bu kadar insan hayatını kaybediyor.

Terörle mücadelenin mali yönü ise, tahminlerin ötesinde. Ulaştığım bilgiler, bu açıdan da ürkütücü.

1984’den bugüne kadar terörle mücadeleye harcanan para 300 milyar doları buluyor.

300 milyar dolar!.. Küçük-büyük yüze yakın baraj, binlerce kilometre yol, binlerce okul, binlerce hastane. Bu para sadece Güneydoğu’ya harcanmış olsa idi, Güneydoğu bugün Batı bölgelerimizdeki gelir düzeyine çoktan ulaşmış olurdu.

Türkiye’nin bugünkü ekonomik gelişmişlik düzeyinin, AB ülkelerine göre geride kalmasında, yirmi yılı aşkın süredir terörle mücadele için harcanan para en büyük rol oynuyor.

300 milyar dolarlık harcama, AB’si ve ABD’si ile Batının terörle mücadelede, Türkiye’yi neden yalnız bıraktığını çok iyi anlatıyor. (Hürriyet)

neron
26-10-2007, 08:00
http://www9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?tarih=26.10.2007&Newsid=143732&Categoryid=4&wid=122

Mine G. Kırıkkanat mine.gokce@wanadoo.fr 26.10.2007

Hani sağduyu vardı...


Medya ne demek?

Gazeteler, televizyonlar, radyolar, demek. RTÜK, televizyonların ve radyoların terörle ilgili yayınlarını sansürleyerek, medyayı iki bacağından kesti. Yazılı basına, esamesi okunmadığı için midir, yoksa “yazsa ne yazar, okusa kaç kişi okur,” diye düşünüldüğü için mi bilemeyeceğim, ilişmedi.

Beklerdim ki medya, iki bacağı sorgusuz sualsiz kesilirken hiç olmazsa bağırsın. Kesilmeyen yazılı basın, kesilen radyo ve televizyonlardan daha çok bağırdı. Sansürlenenler, RTÜK’e “emrin olur” deyip gıklarını çıkarmadı.

Kanaltürk hariç.

Kanaltürk, RTÜK’ün sansürüne Danıştay nezdinde itiraz etti ve dün, T. C. Danıştay On üçüncü Daire, “Türk Milleti Adına” RTÜK’ün kararını durdurdu.


***


Bu yazıyı yazarken, ülkede hâlâ hukukun üstünlüğüne inananlar ve bu inancı boşa çıkarmayan yargıçlar tarafından sansürden kurtarılan televizyonları iziyorum: Kendilerini tekrar yayın özgürlüğüne kavuşturan durdurma kararını, şöyle veriyorlar: “Danıştay, yapılan itiraz sonucunda RTÜK’ün yayın yasağını durdurdu...”

İtiraz sanki gökten zembille düşmüş, Danıştay’a kim başvurmuş, özenle es geçiliyor, Kanaltürk’ün adı anılmıyor.

Neden?

Çünkü koca koca televizyonlar, büyük büyük olanakları, milyar milyar maaşlı elemanları, RTÜK’ün yasağını Danıştay’a taşımamış, koca koca hukuk büroları, birbirinden ünlü avukatlarına karşın, “basın yayın ve ifade özgürlüğü”nü savunmamış.

Onlar, RTÜK’ün kararına sen, ben, bizim oğlan tadında oturdukları yerden verip veriştirirken, ne hükümet nezdinde onlar kadar etkili, ne de olanaklarının onda birine sahip Kanaltürk, yargıya başvurmuş.

Utanıyorlardır herhalde. Umarım, utanıyorlardır.


***


Bir ülkede, “ifade özgürlüğü”nün simgesi medya o özgürlüğü savunmuyor ve bırakın sansürü delmeye cesaret, sansüre karşı hukuksal mücadeleye bile girişmiyorsa, ne için vardır, ne işe yarar, yanıtını bilmiyorum.

İfade özgürlüğü, ekranlarda mahalle karılarını birbirlerine sataştırmak mıdır?

Düşünüyorum da, birbirinden düzeyli eğlence programları sansürlense böyle tepkisiz kalır mıydı acaba anlı şanlı televizyonlarımız?

Ama zaten RTÜK de eğlence programlarındaki küfürlü, argolu, edepsiz pespayelikte “toplumsal psikolojiyi olumsuz etkileyen” bir faktör görmüyor. Mutasyona uğramış insan müsveddelerinin yakası açılmadık “sürtük” sohbetlerinde, “çocukların ruh sağlığına” yönelik bir tehdit algılamıyor.

Böyle RTÜK’e böyle televizyonculuk radyoculuk ya da tersi yaraşır elbet.

Haydi, diyelim ki uluslararası deyimiyle “genel kanal” denilen televizyonların varoluş nedeni, zaten reklam haberciliği. Ama bir de adı üstünde, “haber” kanalları var. Onlar niçin boyun eğdi sansüre? Niçin harekete geçmediler, savunmadılar basın özgürlüğünü?

Oysa RTÜK’ün terörist saldırılara ilişkin yayın yasağı, ne anlama geliyordu, düşünen var mı?


***


Medyayı, “sorumlu yayıncılığa” davet etmek başkadır, yayın yasağı koymak başka. Yayın yasağı, sansür, dikta rejimlerinde olur.

İktidara gelirken “çoğunluğa” dayanacak ve demokrasiyi “halk ne isterse odur”, diye tanımlayacaksın, sonra PKK’ya karşı çoğunluktan korkup, halkın tepkisini sansürleyeceksin.

Ortada savaş yok, olağanüstü hal bile ilan edilmemiş, ama “şehit haberleri” yassah! Ne biçim demokrasi bu? Arkana aldığın çoğunluktan mı korkuyorsun, seni iktidara taşıyan halktan mı, diye sormazlar mı ?

Danıştay’ın kararı açıkça gösterdi ki, AKP hükümetinin RTÜK’e başvurusuyla konulan haber yasağı, bizzat RTÜK yasasının 25. maddesindeki “yayınların önceden denetlenemeyeceği ve durdurulamayacağı” kuralına aykırı. Bir RTÜK düşünün ki, kendi varlığının temeli olan kanunu doğru okuyup uymaktan aciz. Bir hükümet düşünün ki, kendisini iktidara getiren halkın tepkisinden çekiniyor.

Bu halk AKP’yi seçerken olgunsa, birbirine düşmeyecek kadar olgundur. Medya, sansürlenmeden sorumlu davranamıyorsa, o zaman AKP iktidarına alkış tutarken de sorumsuzdur!

Ne o, sizi seçenlerin “sağduyu” suna güvenmiyor musunuz yoksa?

Master
30-10-2007, 06:20
Yılmaz Özdil
yozdil@hurriyet.com.tr

Yeniden!


NE mutlu...

Cumhuriyetimiz 84 yaşında.

Necmettin Erbakan 81.

*

Malum, o da 29 Ekim doğumlu.

Abdullah Gül gibi.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Cumhuriyet Bayramı’nda doğduğunu yazarken, kendisine bu yolları açan Necmettin Erbakan’ı unutursak, yakışmaz...

Vefalı olmak lazım.

*

Tabii, cumhuriyet coşkusu yaşayan herkes, Erbakan ve Gül kadar talihli olamıyor, maalesef.

Mesela, Başbakan Erdoğan’ın doğum günü de, cumhuriyetin doğum günü...

Ama Türkiye’nin değil.

Fransa’nın.

Başbakan’ın doğum günü, 26 Şubat, İkinci Cumhuriyet’in ilan edildiği gün.

*

Neyse... Bakın, birinci ikinci falan derken, aklıma geliverdi... İstanbul Büyükşehir Belediyesi, şehrin her tarafını bayram reklamlarıyla donattı.

Kullandıkları slogan şu:

"Cumhuriyet coşkusu yeniden!"

*

Sondaki ünlemi ben koymadım.

Orijinali böyle:

"Cumhuriyet coşkusu yeniden!"

*

"Eskiden" var bi de, demek ki.

*

E bakıyorum "eskiden"lere...

Büyükşehir Belediyesi’nin geçen sene, önceki sene, ondan önceki sene verdiği bayram reklamlarında "yeniden!" yok.

Bu "yeniden!" yeni.

*

Geçmiş bayramın kutlu olsun Türkiye.

Artık keyfine göre...

İstersen 84.

İstersen 83+1.

Master
02-11-2007, 05:36
Yılmaz Özdil
yozdil@hurriyet.com.tr



Erdal İnönü...


YAŞARKEN kıymetini bilmediğimiz, öldükten sonra arkasından ağıt yaktığımız siyasilerden "kabine" kursaydık, Türkiye, çoktan Almanya olurdu herhalde.

Bakın, Erdal İnönü vefat etti.

Okuyorum yazılanları...

En nazik siyasetçi.

Bilge kişi.

Mütevazı.

Esprili.

Uygar.

Saygın.

Dürüst.

Hoşgörülü.

Güler yüzlü.

Zarif.

Centilmen.

Bilim adamı.

Seviyeli.

Erdemli.

Kucaklayıcı.

Uyumlu.

Entelektüel.

Vatanperver.

Sözde değil özde demokrat.

Koltuğunu bırakabilen...

Konuşmaktan çok dinleyen...

Fizik problemi çözen tek lider.

*

Seçtik mi başbakan?

Seçmedik.

*

Çünkü, ne kadar aksini iddia edersek edelim, bu tür kavramların hiçbir önemi yoktur ülkemizde... Hikáyedir.

*

Polemik olsun diye değil, sesli düşünelim diye yazıyorum... İki kez ezici çoğunlukla seçilen Başbakanımız "en nazik" midir?

"Mütevazı" veya "güler yüzlü" olduğu söylenebilir mi? "Bilim adamı" zaten değil, "fizik problemi çözmesini" bekleyemeyiz... "Kucaklayıcı" mı? "Esprili" mi? "Konuşmaktan çok dinleyen lider" mi? "Hoşgörülü" mü?

*

Kısaca "karizmatik" diyoruz...

*

İnönü’ye ne diyorduk yaşarken?

E.T.

meraklı
02-11-2007, 06:08
Kim ne derse desin ...O bir tarihti, birdaha tekerrür edemeyecek olan, tıpkı Atatürk gibi............

Master
06-11-2007, 06:53
Yılmaz Özdil
yozdil@hurriyet.com.tr



Breh breh...


Şırnak’ta 12 sivil katledildi...

"Kimseye pabuç bırakmayız!"

Şırnak’ta 13 asker şehit...

"Rüzgár eken fırtına biçer!"

Hakkári’de 12 asker şehit...

"Bedeli neyse öderiz, ödetiriz!"

"Hevesleri kursaklarında kalacak!"

Tezkere...

"İnce eleyip sık dokuyoruz!"

Barzani’ye...

"Boş laflara karnımız tok!"

Talabani’ye...

"Herkes ayağını denk alsın!"

"Sözün bittiği yerdeyiz!"

DTP’ye...

"Bindiğin dalı kesme!"

CHP’ye...

"Elini taşın altına koy!"

MHP’ye...

"Bin düşünür, pir adım atarız!"

İngiltere’ye giderken...

"İnceldiği yerden kopsun!"

Oxford’da...

"Sabır taşımız çatlamıştır!"

Romanya’dan dönerken...

"Günah bizden gitti!"

AKP toplantısında...

"Bıçak kemiğe dayandı!"

Rice gelmeden önce...

"Kendi göbeğimizi kendimiz keseriz!"

*

ABD’ye bi indi...

"Pozitif duygular içindeyim."

neron
06-11-2007, 14:17
http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?tarih=06.11.2007&Newsid=145553&Categoryid=4&wid=122

Mine G. Kırıkkanat mine.gokce@wanadoo.fr 06.11.2007

Mostradan madaraya



Hani karşınızda biri limon yer, sizin damağınız kamaşır. Limon neyse de, bozulmuş et yer, ot yer, b.k yer, siz dokunmazsınız, görüntüsü yeter, öğüresiniz gelir, yiyen bana mısın demez de sizin mideniz kaldırmaz...

Pistir yanınızdan geçen kişi, kokar, kendisi rahatsız olmaz, siz burnunuzu tıkarsınız.

Geğirir adamın biri, hasbelkader oturduğunuz masada, burnunu karıştırır bir başkası, siz utanırsınız hani...

İşte ağzımda öyle bir kekremsi tat, midem bulanıyor bugün.

Oysa ben hiçbir şey yemedim.

İçim dışım tertemiz, vicdanım rahat.

Ama karşımda, hatta hepimizin gözü önünde yenilen haltın görüntüsü içimi kaldırıyor, sineye çekemiyorum.

İhanetin buruk tadı bile değil bu.

Madaralığın, çürük yumurtadan beter kokusu.

Rezilliğin, alçaklığın karşısındaki aczin dayanılmaz utancı.

Tükürülen suratlarını yağmur yağdı deyip sıvazlayarak sırıtan acizlerle birlikte aşağılanmış, küçümsenmiş olmak duygusu.

Yalanın, sahtekârlığın çukuruna onlarla birlikte düşmek korkusu.

Kusmak geliyor içimden, kusabilsem, rahatlayacağım sanıyorum.

Yanıldığımı biliyorum, ne yapsam rahatlayamam, çünkü ben yemedim, siz yemediniz, başkaları yedi ve ne yazık ki, yemeyenleri bozar bu halt.

Milletçe madara olduk.

Devletimizle alay ediliyor, biz utanıyoruz.

Türkiye rezil ediliyor, biz rüsva oluyoruz.

Büyüklerimiz küçülüyor, biz aşağılanıyoruz.

Daha doğrusu öyle hissediyoruz.

Oysa bizler, büyük denilenlerin küçük, dolayısıyla küçümsenmeye açık olduklarını biliyor, bu bilgiye rağmen başımızı dik tutuyorduk.

Neden üstümüze alınıyoruz?

Neden, hâlâ Türkiye’yi bizim sanıyoruz?

Türkiye onların da Türkiye’si. Hatta daha çok onların, artık.

Onlar utanmıyorsa bize ne oluyor, bizim kursağımızdan halt geçmedi ki...

Ama işte, olmuyor, anlatamıyoruz yüreğimize, kabullenemiyoruz gözlerimizin önünde insanların alçalmasını, bir ülkenin rezil edilmesini.

Düşünüyorum. Ne zaman başladı bu çürüme; ne, ne zaman, nereye değdi de çürüdü koca ülke?

Onur, ne zaman kaybedildi, çünkü anılmaz oldu, unutuldu.

Hayasızlığa ne zaman alıştık?

Sadaka verildiği için mi dilenmeye alıştırıldı bir çoğunluk, yoksa dilencilik eğilimi mi sadakaya alıştırdı hepsini?

Peşkeş rantı mı alıştırdı birilerini, kan parası veriyor diye düşmanla ticaret yapmaya, yoksa can mı paradan daha ucuz da bu ülkede, düşmanla işbirliğinden vazgeçilmiyor?

Ve şimdi, “Allah versin!” denilen Türkiye, şehitlerinin kanına karşı ne aldın sorusuna, “Sırtım sıvazlandı!” diyebilecek mi, yine?

Mostradan madaraya daha ne kadar yolumuz var?

Master
08-11-2007, 15:48
Yılmaz Özdil
yozdil@hurriyet.com.tr



Bakar kör


PREDATOR.

Kızılötesi kamerasıyla, yedi bin metreden, geceleri bile, trafik işaretlerini okuyabiliyor. Sentetik diyaframlı radarı var. Üstelik pilotsuz.

Blackbird.

Sesten üç misli hızlı. Neredeyse atmosferin üstünden, yerdeki teröristin saç rengini bile görüyor. Radara yakalanmıyor.

Dragon Lady.

Halk arasında, U2 diye bilinen casus uçağı... 24 kilometreden, otomobil plakasını görecek kabiliyete sahip. O kadar yüksekten bakıyor ki, pilotları, astronot gibi giyiniyor.

Global Hawk.

Bu da pilotsuz... Uydu marifetiyle, başka kıtadan bile yönetebiliyorsun. Kar, yağmur, fırtına, bana mısın demiyor. Keskin gözleriyle 100 bin kilometrekare araziyi tarayabiliyor.

Prowler.

5-ALQ-99 diye, sinyal bozucu sistemi var. Bir düğmeye basıyorsun, şak, teröristlerin elindeki telsiz-telefon, elektronik ne varsa, kilitleniyor, kullanılmaz hale geliyor.

*

ABD, "anlık istihbarat" için bunları tahsis edecekmiş bize.

*

Bana sorarsanız, bi tane de uzay mekiği versinler... PKK, ay üssü Alfa’da çünkü.

*

Kardeşim...

Daha iki gün önce gördük, adam burnumuzun dibine piknik masası kurdu, üzerinde Apo posteri, kafamıza çuval geçiren Amerikalı general, Irak istihbarat şefi, Barzani’nin İçişleri Bakanı, bizim milletvekilleri, teröristler, hep birlikte, Brezilya’dan futbolcu transfer etmiş gibi imza töreni yaptılar, Biji TV de yayınladı.

Hani predator?

*

E diyeceksiniz ki...

Peki nedir bu anlık istihbarat denilen?

*

- Şu an gireyim mi?

- Girme.

- An be an gireyim mi?

- Girme dedim sana.

Budur...

*

Soruyorsun, anında ne yapman gerektiğini söylüyor... Daha ne predatoru istiyorsun?

*

Yok hálá istiyorsan...

Yüzde 90 körlüğe bile çare var ama, "senin görmek istemeyen gözlerinin" görmesini sağlayacak sentetik diyafram icat edilmedi henüz.

Master
10-11-2007, 10:13
Yılmaz Özdil
yozdil@hurriyet.com.tr



10 Kasım


HER ne kadar, tam da mesai saatinin başlangıcına denk geldiği için "9’u 5 geçe"den kuşkularımız olsa bile, kesin olarak 10 Kasım’da vefat ettiğinden eminiz, Atatürk’ün.

*

Peki doğum günü ne?

*

Mesela, Leonid Brejnev’in de öldüğü gün, Atatürk’le aynı, 10 Kasım... Ama Brejnev’in doğduğu günü biliyoruz, 19 Aralık.

*

Şimdi hiç kimse çıkıp, "Efendim, 19 Mayıs, çünkü kendisi öyle söylemiş" falan demesin.

Ulusun kaderinin değiştiği gün, 19 Mayıs... Sembolik olarak kendisine bu tarihi seçtiğini kavramamak için, öküz olmak lazım.

*

Sakın ola, hiç kimse çıkıp, "O tarihlerde doğum günleri kaydedilmiyordu" da demesin...

Atatürk’ten 3 yaş küçük İsmet İnönü’nün 24 Eylül’de; 2 yaş küçük Celal Bayar’ın 16 Mayıs’ta doğduğunu nasıl biliyoruz?

Hatta...

Atatürk’ten 156 yaş büyük Birinci Abdülhamid’in 20 Mart’ta; 391 yaş büyük Ebussuud Efendi’nin 3 Ocak’ta; 614 yaş büyük Japon İmparatoru Go-Uda’nın 17 Aralık’ta; 1981 yaş büyük Julius Caesar’ın 12 Temmuz’da doğduğunu bilmiyor muyuz?

*

Bunlar devlet adamı olduğu için devlet kayıtlarına girmiş ise... Atatürk ne?

*

Devlet adamı olmayanlara da bakalım... Atatürk’ten 8 yaş büyük Mehmet Akif Ersoy’un doğum günü 20 Aralık; 14 yaş büyük Tevfik Fikret’in 24 Aralık; 5 yaş büyük Mata Hari’nin 7 Ağustos; 21 yaş büyük mısır gevrekçisi Will Keith Kellogg’un 7 Nisan; 195 yaş büyük termometre mucidi Gabriel Fahrenheit’ın 24 Mayıs değil mi?

*

Josef Stalin ile Frank Zappa’nın, aynı gün, 21 Aralık’ta; Avusturya İmparatoru Ferdinand ile Maria Sharapova’nın 19 Nisan’da; Johann Sebastian Bach ile Ronaldinho’nun 21 Mart’ta; İbn-i Sina ile Angelina Jolie’nin 4 Haziran’da doğduğunu bilmiyor muyuz?

*

Bilmesek bile, ansiklopediye, tarih kitaplarına veya internete başvurarak, kolayca öğrenebiliyoruz pekálá.

19 Mayıs, sembolik...

Gerçek ne?

*

Gerçek şu...

Mitolojiden Hollywood’a, milattan önceden günümüze, aklımıza gelen gelmeyen herkesin doğum gününü biliyoruz.

Atatürk hariç!

Çünkü, bu gerçeğin ortaya çıkarılması, izinin sürülmesi, "izindeyiz" diyenlerin göreviydi...

Kimse yapmadı.

Ebussuud Efendi’yi merak edenler, zahmet edip Mustafa Kemal’i araştırmadı.

*

Ki, o Mustafa Kemal, vasiyetnamesinde, kız kardeşi ve manevi kızlarının yanında, sadece, Türk Tarih Kurumu’na sahip çıkılmasını istemişti.

Sadece...

Başka bir şey istemedi.

*

Sanırım, dünyada, cumhuriyetinin kurucusunun doğum gününü bilmeyen tek cumhuriyet biziz.

*

"Saat 9’u 5 geçe, Atam Dolmabahçe’de" filan... Tiyatro.

Bu ayıp hepimize yeter

Master
12-11-2007, 14:07
490


Bir an kimin huzuru burası dedim...

dentist
12-11-2007, 14:16
Acı içinde bakıyorum şu an resime.

Neymiş efendim yaş olarak büyükmüş ve çok samimi ilişkiler içindeymişler onun için gidilmişmiş.

Hangi memlekette bir örneği vardır bunun veya bize nerde böyle davranılmıştır. Tamam tamam tabii yaa hatırladım Libya daydı değilmi? !!!

Minik ek:

Kral, bayraksız uğurlandı
Türkiye'ye gelişinde ülkesinin bayrağı göndere çekilerek karşılanan Suudi Arabistan Kralı Abdullah, Atatürk'ün ölüm yıldönümüne denk gelen 10 Kasım'da ayrılırken kendi bayrağının yarıya çekilmesine izin vermeyince uğurlanışı 'bayraksız' oldu

Anıtkabir'e de gitmedi
Kral Abdullah, geçen yıl gerçekleştirdiği ziyarette olduğu gibi bu yıl da Anıtkabir'i ziyaret etmedi. Suudi yetkilileri, Vahabi geleneklerinde kabir ziyareti olmadığı için Kral'ın Anıtkabir'e gitmediğini söyledi.
Anıtkabir ve bayrak konusundaki katı tutumunu değiştirmeyen Kral Abdullah'ın gelişte Cumhurbaşkanı, dönüşte ise Başbakan tarafından uğurlanmasının diplomasi kulislerinde rahatsızlık yarattığı ileri sürüldü.
Kral Abdullah, kaldığı Swissotel'de dün Başbakan Erdoğan'ı kabul etti. Erdoğan-Abdullah görüşmesi sürerken Cumhurbaşkanı Gül de otele gelerek toplantıya katıldı. Cumhurbaşkanlığı kaynakları, Abdullah Gül'ün Kral'a veda etmek için otele geldiğini söyledi.

dentist
12-11-2007, 14:28
Notlar...
Barı duvar örüp kapattılar

# Kral Abdullah'ın kaldığı Swissotel'in personeli dün 09.05'te lobide saygı duruşunda bulundu ve İstiklal Marşı söyledi.
# Rejim yapan Kral Abdullah'ın yemeklerini hazırlamak için altı aşçısı beraberinde Ankara'ya gelirken, hangisini tercih edeceği bilinmediği için sevdiği 15 ayrı meyve soyularak odasına gönderildi.
# Türk lokumunu çok seven Kral'ın odasına sürekli lokum takviyesi yapıldı. Gül de önceki gece verdiği yemek mönüsüne kahvenin yanına lokum ekletti.
# Kral'ın çalışma mekânı olarak ayrılan Concerto Restaurant'ın bar bölümü, Kral'ın isteği üzerine 'duvar örülerek' kapatıldı. Odalardaki minibarlardaki içkiler de toplatıldı.
# Kral dairesinde Abdullah'ın Suudi Arabistan'daki yaşam koşullarının aynısı oluşturuldu. Evinde kullandığı havlular, seccade ve Kuran-ı Kerim, 10 ayrı marka parfüm odaya konuldu.
# Otelde şifreli yayın kapatıldı, Arap kanallarının izlenmesi için özel uydu anteni takıldı.
# Kralın odası 24 saat boyunca 23 derece sıcaklığa ayarlandı.
# Suudi heyetinin talebi üzerine otelin bir salonu mescide çevrildi. Ancak yüzlerce kişilik heyette bir iki kişi dışında mescidi kullanan çıkmadı.

neron
12-11-2007, 14:32
Afganistan' da çekilmiş, Hikmetyar'ın dizi dibine oturma fotoğrafını hatırladım birden. 4-5 yıl önce ilk fotoğrafı kıyasıya eleştiren toplumduk, şimdi 2-3 cılız tepki ile alıştırılıyoruz etek dibine ilişmeye.

zumbul
12-11-2007, 14:54
Adamın parası çok efendim

Buşt un da parası çoktu mesela
tayyip oturduğu yerin dibine kadar gitti

biz de para yok

olmaması gerekiyo zaten malum para puşta yakışır der atalarımız

da,

tayyip bi busht un gül de öbürünün ayağına neden gider onu çözemedim
var bi puştluk bu işlerde:;kahkaha

janus
12-11-2007, 15:12
%47 yarım ekmek köfteye, 1 paket bulgura, 1 çuval kömüre oy vermemişmiydi? Bence, bu şekilde oy alanla oyu veren arasında bir fark olamaz.

neron
13-11-2007, 08:50
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/7678270.asp?yazarid=2&gid=61&sz=96369

Bekir COŞKUN
bcoskun@hurriyet.com.tr

Benim cumhurbaşkanım olsaydı...


BEN böyle "devlet adamı" görmedim. Sen kalk git kaldığı otele, Kral’ın dibine otur.

Öbürü de öte yanında...

Kral ortada.

İki gündür bekliyorum:

9 uçak, iki bin bavul, üç yüz gardırop ve altın tahtı ile gelen (iyi ki petrol kuyularını getirmedi) Kral’ın oteline giden ve sağına-soluna oturan Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ve Başbakanı size "gurur" mu verdi, yoksa "hüzün" mü?

O zaman ben "Benim cumhurbaşkanım olamaz" dediğimde niye kızdınız?

*

"Benim cumhurbaşkanım" olsaydı; Anıtkabir’i ziyareti reddeden, bu ülkeyi kuran insana saygı göstermeyi kabul etmeyen bir Kral’a "Devlet Şeref madalyası" vermezdi.

Hem de 10 Kasım günü...

Mustafa Kemal; son yüzyılda, İslam áleminin Batı emperyalizmine karşı tek onurlu ve şanlı zaferini kazanmış komutandır.

Kral ise; Körfez savaşları boyunca, kendi topraklarını korumak için kutsal mekanların savunmasını dahi elinde bira kutusu olan Amerikalı askerlere bırakmış birisidir.

"Benim cumhurbaşkanım" olsaydı....

Kimin koltuğunda oturduğunu bilir, en şerefli savaşın kahramanına saygı göstermeyen, kutsal toprakları ABD deniz piyadelerine bekleten bir Kral’ın oteline koşmazdı.

Kral, görüşme salonuna Atatürk’ün resimlerinin asılmasını da kabul etmedi, kendi fotoğrafını astırmış, onun altına oturdular.

10 Kasım nedeniyle tüm bayraklar yarıya indirilirken, Suudi Arabistan bayrağının yarıya indirilmesini de reddetti Kral.

Ama bizim "devlet adamları" doğru otele.

Biri sağında, biri solunda.

Ortada Kral...

Tepelerinde de, kendisi yetmiyormuş gibi fotoğrafı.

Ben ise televizyonda şeriat bayrağının altındaki öpücükleri sayıyorum; işte sırayla ve hasretle yumuluyorlar... Sağ yanak bir, sol yanak iki, sağ yanak bir kez daha, etti üç...

*

Ne yapacaksınız?

Abdullah Gül "Benim Cumhurbaşkanım" olsaydı böyle yapmazdı.

Ben böyle "başbakan" ya da böyle "cumhurbaşkanı" istemem.

Benim de; en yüce değerlerimizi ayaklar altında paspas yapanları "reddetme" hakkım vardır.

Böyle yapmazdı "Benim Cumhurbaşkanım" olsaydı.

Minik yorum: Gerek yok...

neron
13-11-2007, 09:40
Sıralamada herhangi birşey dikkate alınmamıştır

1) İmralı sakini
2) ABD' deki Fetuş
3) Şeyh Sait (yerine torunu da olur)
4) Derviş Mehmet (yerine torunu da olur)
5) eski meclis başkanı (4. sırada aldıysa tekrar almasında sakınca yok, madalya bol)
6) gül ve hayrüniş(kendilerine)
7) emine ve recoş (alınmasınlar diye)
8) Barzani
9) Buşt
10) Papadopoulos
11) tüm bakanlara
12) yandaş gazetecilere
13) Netekim amca ya (döneminde en fazla İHL açtığı için)

Bunlar ilk aklıma gelenler...

dentist
13-11-2007, 18:29
http://w10.gazetevatan.com/fotogaleri/act/1546_148_13112007_2.jpg

neron
14-11-2007, 08:06
http://www.milliyet.com.tr/2007/11/14/yazar/temelkuran.html

Ece TEMELKURAN Kıyıdan
'Şehitler ölmez. Babalar ölür!'

Babası, Güneydoğu'da ölen ilk askerlerden biriydi. Arkadaşım henüz beş yaşındaydı. Bugün o, "Daha fazla kan! İntikam!" demiyor. Onun sesine hepimizin ihtiyacı var. Bugün bu köşeyi, siyaseten hepimize yeni bir kerteriz olacağını düşündüğüm www.yenisoz.net adlı sitede yayımlanan yazısına ayırıyorum. Önünde acı ve saygıyla eğildiğim bu yazının tamamı ve başka "yeni sözler" için siteye bakmanızı öneririm. Dün Gabar Dağı'nda yitirdiğimiz 4 asker çocuğumuzun ve bütün ölen çocukların acısını bütün kalbimle paylaşarak...
* * *
Babam öldüğünde daha 12 Eylül bile olmamıştı. O ve bölüğü operasyon sırasında 'kırsalda' bir grupla karşılaşır. 'Ateş etmeyin, biz çobanız' diye bağırmaları üzerine babam bölüğe dönüp 'Ateşkes' dediği anda üç kurşun yer ve ağır yaralanır. (...) Toplam altı kişi ölür. O zamana kadarki en büyük çatışmadır. TRT'nin film kayıtları evde bir yerlerde durur hâlâ. Hayal meyal ben de hatırlıyorum; cenazeyi, bir askeri kargo uçağıyla bir yere gidişimizi, sonra helikopterle "memleketimize" nakledilişimizi.

'Büyüyünce asker olucam'
27 sene geçti. Babasız geçen bir çocukluk, ergenlik ve gençlik. Çok kızdığım oldu babama. Ne zaman annemle kavga etsem, babama kızardım, "Ne diye gittin, bizi babasız bıraktın" diye. İçinde baba geçen cümleler kuramazdım, başkalarından bahsederken bile. Annemden başkası "Çocuğum, oğlum" dedi mi, yüreğim burkulurdu; garip bir yetimlik kompleksi herhalde. Küçükken anlamazdım babamın neden öldüğünü, "Büyüyünce asker olucam; babamın intikamını alıcam" derdim. Sonra baktım ki, ardı arkası kesilmiyor ölümlerin, intikam yeminlerinin. ( ...) Sonra yavaş yavaş anladım ki, ölümlerin intikamını almak için verilen yeni canların intikamı da başka ölümlere tahvil ediliyor. Kan durmuyor; acılar, babasız, evlatsız kalan aileler geometrik olarak artıyor. Ne için, neden tüm bu acılar?
Babasız geçen bir ömrün bedeli kaç hektar topraktır? Kim bana açıklayabilir, babamın şehitliğinin tam olarak neye hizmet ettiğini? Ya babamın ta 1980'de ölümü anlamsızdı, ya sonrakilerin ölümü alakasız.
Komşularım, ayıplayan gözlerle bakıyorlar, balkonuma bayrak asmadığım için. Bilmiyorlar ki, ben evdeki Türk bayrağını dükkândan parayla ya da bir gazeteden promosyon olarak almadım; babamın tabutundan verdiler bize. Nasıl asayım o bayrağı? Hem benim acımı kaç metrekarelik bayrak, kaç kişilik yürüyüş ya da ne kadar hamasi nutuk azaltabilir ?
Hayır, ben bayrak asmadım, asmayacağım.

'Şehit ölmez, oğul ölür'
Ben HADEP'e de oy verdim, bağımsızlara da. Çünkü artık biliyorum ki, bu savaş çare değil; silahla olacak olsa 27 senede kesilirdi bu kan davası. Eğer bölünmeyecekse bu ülke, silahla değil; konuşarak, birbirimizi anlamaya çalışarak, siyasetle olacak ancak. Yoksa daha çok çocuk babasız büyüyecek, daha çok anne-baba acıların en büyüğünü, çocuklarından daha uzun yaşamanın kahrını yaşayacak.
Boşuna bağırıp durmayın. Ben artık biliyorum:
Belki milyonlar için şehitler ölmez ama bazılarımız için babalar, oğullar ve kardeşler ölür. Hem de öyle bir ölür ki, acısı hiç ama hiç tükenmez.

'Bir babam daha olsa'
Başkaları nasıl ediyor bilmiyorum ama, bir babam daha olsa asla feda etmezdim bu vatana. Cemal Süreya'nın o kahreden dizelerinden hareketle, "Sizin hiç babanız şehit oldu mu, benim bir kere oldu; kör oldum". Artık göremiyorum bütün bu kanın neden aktığını!

ecetem@hotmail.com

Master
15-11-2007, 11:44
Yılmaz Özdil
yozdil@hurriyet.com.tr



PKK'nın beli kırıldı


BIÇAK kemiğe dayandı, kimseye pabuç bırakmayız, gereken yapılacak, bedeli neyse öderiz, ödetiriz, Çankaya’da kritik güvenlik zirvesi (7 saat sürdü),

kararlıyız, gerekirse gireriz, boş laflara karnımız tok, hevesleri kursaklarında kalacak, kritik MGK (7 saat sürdü), kararlıyız, gerekirse gireriz, ekonomik ambargo geliyor, Habur’u kapatabiliriz, elektriği kesebiliriz, sözün bittiği yerdeyiz, hatalarımızı tekrar etmeyeceğiz, bin düşünür pir adım atarız, inceldiği yerden kopsun, sabır taşımız çatlamıştır, Oxford’daki kız ağlayarak sordu, babana sor cevabını aldı, Rice iki gün süre istedi (22 gün önce), kedi bile vermem, günah bizden gitti, kendi göbek bağımızı kendimiz keseriz, kritik Bakanlar Kurulu toplantısı (7 saat sürdü), kararlıyız, gerekirse gireriz, şakamız yok, yanlış hesap yapıyorlar, Washington’da kritik zirve (Başbakan, uğurlu olarak bilinen kırmızı-beyaz kravatı ile katıldı), anında istihbarat, kırmızı telefon, üçlü mekanizma, Predator, sentetik diyaframlı radar, askerlerimizin bırakılmasına sevinemedim, öyle demek istemedim, çarpıtmayın, basın kendini çek etsin, Ayşe tatile çıkabilir mi, belki Fatma tatile çıkar, Fatma dağa çıkmış, kocası da, Barzani haddini aştı (2 bin 387’nci kez), istihbaratın turşusunu kurmayız herhalde, yumruk kalktı, Osman Pamukoğlu canlı yayında, tahrik memurluğu yapmayın, eller tetikte, Kutuderesi’nde kuşatma, büyük yığınak, sınırda teyakkuz, Skorsky’ler sıfır noktasına indirme yapıyor, F-16’lar kalktı, çatışma anının görüntüleri azzzz sonra, ateş yağdırdık, teröre lanet mitingleri çığ gibi, Vedaaaat, burdaaa, Ahmeeeet, burdaaaa, müthiş diplomasi trafiği, Beşar Esad destek verdi, İran’dan sürpriz ziyaretçi, Irak heyeti geldi, kırmızı çantanın sırrı ne, bordo bereliler karakollara yerleşti, inlerine girdik, tepelerine bindik, emekli generaller Fikret Bila’ya içini döktü, öfkemiz sınırda, İkiyaka’da kıstırdık, kritik Bakanlar Kurulu toplantısı (7 saat sürdü), kararlıyız, tezkereyi dolaba kaldırmayız, Genelkurmay yazı yazdı, cevabi yazı yazıyoruz, özerklik istiyoruz, bindiğiniz dalı kesmeyin, invasion değil incursion, kış bastırmadan gireceğiz, sen Teksaslıysan ben de Kasımpaşalıyım...

*

Netice?

*

Nil Demirkazık tutuklandı.

*

PKK zor toparlanır artık.

dentist
15-11-2007, 17:00
.........................

*

Netice?

*

Nil Demirkazık tutuklandı.

*

PKK zor toparlanır artık.


Malesef özet bu .

İnsan bazen bilinçlimi yapılıyor diye kuşkuya düşüyor , yazıklar olsun.

dentist
17-11-2007, 20:55
http://www.milliyet.com.tr/2007/11/16/cizer/resim/c.jpg

Master
17-11-2007, 22:52
Yılmaz Özdil
yozdil@hurriyet.com.tr



Aferin


560 Moritanyalı.

414 Filistinli.

321 Afganistanlı.

317 Burmalı.

203 Pakistanlı.

187 Iraklı.

125 Somalili.

73 Gürcistanlı.

54 İranlı.

32 Bangladeşli.

31 Birmanyalı.

31 Eritreli.

20 Moldovalı.

12 Azerbaycanlı.

12 Çinli.

11 Suriyeli.

8 Libyalı.

8 Sri Lankalı.

6 Tunuslu.

6 Faslı.

4 Nijeryalı.

3 Ukraynalı.

2 Dominikli.

2 Mısırlı.

2 Cezayirli.

1 Ruandalı.

*

Kim bunlar?

*

Sadece son 15 günde, sınırlarımızdan şakır şakır geçip, anca "şehir merkezleri"nde yakalanan "kaçak"lar...

2 bin 445 kişi!

Yakalanmayanlar?

Varın siz hesap edin.

*

Dün...

*

Irak Türkmen Cephesi Genel Başkanı Dr. Sadettin Ergeç, Erbil’den kalkan tarifeli uçakla, İstanbul Atatürk Havalimanı’na indi.

Anında yakaladık!

Ülkeye sokmadık.

Niye?

Giriş yasağı var.

*

Meğer, adamcağız önceki ay Türkiye’de kalp ameliyatı olmuş, ülkeden çıkışı 3-5 gün geciktiği için para cezası kesilmiş... Para cezasından haberi yok. Ödemediği için "yurda giriş yasağı" konmuş... E kimse de karşılamadığı için, cep telefonundan Cumhurbaşkanlığı’nı Genelkurmay’ı falan aradı, 4.5 saat sonra özel izinle girebildi.

*

Bana sorarsanız, Barzani’ye kırmızı pasaport veren devletimizin, MİT vasıtasıyla bu tehlikeli adamı izlemesinde fayda var...

Çünkü İstanbul’a indi ama, maazallah, "terörist faaliyette bulunmak üzere" Ankara’ya geçebilir.

buena vista
18-11-2007, 11:06
Uzun süredir Kur'an-ı Kerim ayetleriyle örtünme konusunu işleyen İhan Selçuk, bu pazar yazısında 'sıkmabaş' diye tarif ettiği türbanlıları cehennemlik ilan etti.

İlhan Selçuk/Cumhuriyet

Kuranıkerim ve Türbancılar...

Bugün cuma değil..

Pazar..

Ama olsun, ben Kuranıkerim'deki tesettüre, türbana, kadına ilişkin kutsal ayetleri sizinle paylaşmak istiyorum...

İyi bir Müslümanın rehberi doğrudan Kuranıkerim'dir...

Aymaz kişilere, çokbilmişlere, kendisinde bir hikmet görüp ulema geçinenlere boşverin...

Müslümanlıkta papazlık yoktur...

Kendi aklınıza güvenin...

Allah'ın kitabı Kuranıkerim'i bilmeyen, Müslüman değil, Müslüman mukallidi olur...

*

Bugün Çankaya Köşkü'nde bir türbanlı hanım var...

Başbakanlık Konutu da bir türbanlı hanımın elinin altındadır...

Peki, türban devletin ve de hükümetin doruklarına tırmandı diye Türkiye eskisinden daha çok mu Müslüman oldu?..

*

Bu soruya yanıt vermeden önce Kuranıkerim'in kadınlara ilişkin buyruklarından birkaçını anımsamak iyi olacaktır...

Nur suresinden:

"Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler kötü kadınlara yakışırlar..."

Ey Müslümanlar!..

"Kölelerinizden ve cariyelerinizden iyi olanları evlendirin!.."

"İffetli olmak isteyen cariyelerinizi, dünya hayatının geçici menfaatını elde etmek için, fuhşa zorlamayın..."

Ahzap suresinden:

"Kadınların; babaları, oğulları, erkek kardeşleri, (...) hizmetçi kadınları ve cariyeleri hakkında bir sorumluluğu yoktur..."

Nisa suresi:

"Allah'ın kimini kimine üstün kılmasından ötürü ve erkeklerin mallarından sarf etmelerinden dolayı, erkekler kadınlar üzerine hâkimdirler (egemendirler)."

"Serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara öğüt verin, yataklarında onları yalnız bırakın, nihayet dövün..."

*

Görüldüğü gibi Kuranıkerim'de kadın-erkek eşitliği olmadığı gibi, cariye ve köle düzeni vardır...

Demek ki İslamın anayasasında çağımızın insan haklarını benimsemek yolu kapalıdır...

Önce bu gerçekler herkes tarafından biline!..

*

Şimdi gelelim bizim türbancı Müslümanlara; Kuranıkerim'in kadınlar hakkındaki tüm yasalarına sırt çevirip türbancılığı politikada meslek edinenlere...

Nur suresinde bu konuda şu kural konuyor:

"Ey Muhammet ,

Mümin kadınlara söyle...

Başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar..."

Kuranıkerim'de türban ya da sıkmabaş yoktur; boyun sarıp sarmalanmayacak, başörtüsü göreneksel usul üzerine yakaların üzerine salınacaktır...

*

Atatürk devrimi Anadolu Türklüğüne ve Müslümanlığına çağdaşlığın, uygarlığın, insanlığın yolunu açmıştır...

Türbanı bir flamaya dönüştürüp siyaset sahteciliğinin en büyüğünü yaparak Müslümanlık taslayanlar ikiyüzlü yalancılardır...

Bunlar Müslüman değil, kutsal Müslümanlığı kullananlardır...

Topu cehennemliktir; çünkü Anadolu insanına en büyük kötülüğü yapıyorlar...

Master
18-11-2007, 11:14
18 Kasım 2007

Ertuğrul ÖZKÖK


Bir kadını tehdit etmek


1974 yılında, Londra’nın yeni parlayan alternatif tıp uzmanlarından birine postadan küçük bir paket geldi.

Kadının adı Meg Patterson idi.

Uzun yıllar Hong Kong’da kalmış ve akunpunkturla tedavi üzerinde uzmanlaşmıştı.

Dr. Meg Patterson, postadan gelen paketi açtığında onu hayretler içinde bırakan bir şeyle karşılaştı.

* * *

Eric Clapton, 18 Ağustos 1970 günü, Londra’nın West End bölgesinde gezerken bir dükkánın vitrinindeki gitar dikkatini çekti.

Bu klasik bir Fender Stratocaster’di.

Ancak gitarın bir özelliği vardı.

Solak müzisyenler için yapılmıştı.

O an aklına en sevdiği arkadaşlarından biri olan Jimi Hendrix geldi.

Hendrix solak bir gitaristi ama döneminin birçok müzisyeni gibi, sağ el için imal edilmiş gitarları tersine çevirerek sol eliyle çalıyordu.

Clapton gitarı satın aldı. O akşam bir lise konserinde Jimi Hendrix’le buluşacaktı.

Ona sürpriz yapacak ve hediyesini orada verecekti.

Ama Jimi Hendrix o akşamki konsere gelmedi.

Eric Clapton düş kırıklığı ile evine döndü.

Yatağa girerken, ertesi gün onu şoke edecek bir haberle uyanacağı aklına gelmemişti.

Jimi Hendrix bir gece evvel aşırı doz uyuşturucudan ölmüştü.

* * *

1970’ler Eric Clapton için kayıp yıllardı.

Jimi Hendrix gibi o da uyuşturucunun girdabında kaybolup gitmişti.

Hiçbir şey onu kesmiyor, sevgilisiyle birlikte en saf eroini kullanıyordu.

Eroine haftada 2000 dolara yakın para ödüyordu.

Yani bugünün parasıyla 16 bin dolara yakın bir para.

Evinden dışarı çıkmıyor, kimseyi görmek istemiyordu.

Ahmet Ertegün, uyuşturucuyu bırakması için ona günlerce yalvarmış, hatta önünde ağlamıştı.

Ama hiçbir şey onu etkilemiyor, tam aksine, Charlie Parker, Ray Charles gibi idollerinin uyuşturucu yolunda yürümek istiyordu.

Üstelik, tek acısı Jimi Hendrix’in ölümü de değildi.

Eric Clapton, bir kadına umutsuz bir şekilde áşık olmuştu.

* * *

Kadının adı Pattie idi ve Beatles’ın ünlü üyesi George Harrison’un karısıydı.

Birbirine yakın evlerde oturuyorlardı.

Kariyerindeki en önemli şarkılardan biri olan "Layla"yı onun için yazmıştı.

Pattie de ona sempati duyuyordu.

Geceler boyu konuşuyorlardı. Hatta bir gece işi öpüşmeye kadar götürmüşlerdi.

Clapton, ondan George Harrison’ı bırakıp kendisiyle yaşamasını istiyordu.

Ama Pattie’nin buna hiç niyeti yoktu.

Bu cevapları alan Eric Clapton, daha sonraki yıllarda utançla hatırlayacağı, istemeyeceği yollara başvurmaya başladı.

Önce George Harrison’a gidip, "Ben senin karına áşığım" dedi.

Harrison çok şaşırdı, çok üzüldü.

Ama karısını bırakmadı.

Uyuşturucu batağındaki Clapton için artık son yol kalmıştı.

Sevdiği kadını tehdit etmek, hatta şantaj yapmak.

Bir gün onu evine çağırdı ve en kararlı haliyle yüzüne bakıp şunu söyledi:

"Eğer kocanı bırakıp bana gelmezsen, eroin kullanmaya başlayacağım."

Aslında bu büyük bir yalandı. Çünkü Clapton neredeyse bir yıldan beri damarlarına "brown sugar" denilen en saf eroini zerkediyordu.

Pattie ona acıyarak baktı.

Hiçbir şey söylemeden çekip gitti.

Eric Clapton 1973 yılında Dr. Meg Patterson’la tanıştı ve eroinden kurtulmak için mücadeleye başladı.

Uzun ve acıklı bir süreçti.

Sonunda başardı ve eroini bıraktı.

Ama geçirdiği o dönem, hayatında kayıp yıllar olarak kalacaktı.

Çılgınca áşık olduğu kadına, blöf ve şantaj yapacak kadar diplere düşmüştü.

* * *

Dr. Meg Patterson, elindeki o şeye hayretle baktı.

Postayla gelen koliden altın bir kaşık çıkmıştı.

Yanına iliştirilen zarfta ise kısa bir mektup vardı:

"Beni eroinden kurtardığın için sana minnet borçluyum. Artık bu kaşığa ihtiyacım yok. Bunu sana bir hatıra olarak gönderiyorum."

Paketten çıkan kaşık, Eric Clapton’un eroini sıvılaştırmak için kullandığı altın kaşıktı.

O mektup, dünyanın en ünlü blues müzisyenlerinden birinin hayatında dönüm noktası olacaktı.



(*) "Clapton-The Autobiography", Eric Clapton, Broadway Books, 2007

meraklı
18-11-2007, 16:03
Teşekkür tıklamak bana yeter mi...yetmez tabiii...o kadar duygulandım ki.
Bu yazma hastalığımı yenebilsem belki daha seri konuşmayı becerebilirim...:;kahkaha

Dönüm noktası kısmına takıldım.....

Acep ülkemiz için de dönüm noktası ne olacak kiii, olacak mı ki????:kafasız:
:friends:-

zumbul
19-11-2007, 08:16
18 Kasım 2007

Ertuğrul ÖZKÖK


Bir kadını tehdit etmek...............


...................Paketten çıkan kaşık, Eric Clapton’un eroini sıvılaştırmak için kullandığı altın kaşıktı.

O mektup, dünyanın en ünlü blues müzisyenlerinden birinin hayatında dönüm noktası olacaktı.



(*) "Clapton-The Autobiography", Eric Clapton, Broadway Books, 2007
cimi hendriks ve eric kleptın sonra da zumbul..
uyuşturucudan ölmesek maazallah(..):
şaka bir yana azdan çoktan eksik bildiğim bir olayın tamamını öğrenmeme aracı olduğu için sensei ye teşekkürler...:friends:-

AnnE
19-11-2007, 11:53
aklınızda bulunsun.GErektiginde fon oluşturup hallederiz ama, neyse..



,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,

Yorum yapanlar dikkat!


Bir internet sitesinin haberine yorum yapan vatandaş hakaret edince 3.500 YTL ceza yedi.

19.11.2007 11:06
Edinilen bilgiye göre, türkücü Mustafa Çiçek, Çelikhan Kaymakamlığı'nın 5 ay önce Şehit Şeyho Şişman Lisesi'nde düzenlediği eğlence programında sahne aldı. Program bir internet sitesinde haber olarak yayınlandı. Haberin yayınlandığı web sayfasının yorum köşesinde 'gutlas' rumuzuyla Mustafa Çiçek'i hedef olan ve hakaret içeren bir yorum yayınlandı.

Mustafa Çiçek, yorum yazısında 'yavşak' sözcüğüyle kendisine hakaret edildiğini, küçük düşürüldüğünü öne sürerek suç duyurusunda bulundu. Çelikhan Cumhuriyet Başsavcılığı'nın yaptığı soruşturma sonunda, yorum yazısının ilçede lokanta işleten Abdurrahman Büyüktaş'ın bilgisayarından yazıldığı belirlendi ve Abdurrahman Büyüktaş hakkında ceza davası açıldı.

Sanık Abdurrahman Büyüktaş, Çelikhan Sulh Ceza Mahkemesi'nde görülen davanın duruşmasındaki ifadesinde, lokantasındaki bilgisayarını zaman zaman arkadaşlarının da kullandığını, yazıyı kendisinin yazmadığını, kimin yazdığını bilmediğini belirtti.

Mahkeme, Türk Dil Kurumu internet sitesinde yer alan Genel Türkçe Sözlük içerisinde araştırma yapıp 'yavşak' kelimesinin mecaz anlamda 'yılışık, geveze kimse' anlamında kullanıldığını, sözcüğün ayrıca 'bit yavrusu' anlamına da geldiğini belirledi.

Yargılama sonucunda, hakaret suçunu alenen işlediğine karar verilen Abdurrahman Büyüktaş'ın 3 bin 500 YTL ceza ödemesi kararlaştırıldı.



Vatan

Master
20-11-2007, 14:14
Çok yakışıklı değilsiniz, bu açığınızı mizah gücüyle mi kapattınız?
Son zamanlarda benimle bozduğu, daha doğrusu yazılarımdan üzerine vazife çıkardığı için gidip konuşayım dedim
DİLEK ÖNDER

Çok yakışıklı değilsiniz, bu açığınızı mizah gücüyle mi kapattınız?



SELAHATTİN DUMAN

Sözleriniz yıkım oldu oysa ben birinciliği fiziğime veriyordum!



Her şey Selahattin Duman’ın 13.10. 2006 tarihinde yayınlanan “Yok mudur kurtaracak?” başlıklı köşe yazısıyla başladı. Duman bu yazıda, köşesinde sürekli erkekleri eleştiren Dilek Önder’i “potansiyel erkek düşmanı” ilan ediyordu. Bir diğer yazında ise “Köşe yazarı Bayan Dilek Önder’e erkeklere sürekli saldırması talimatını kim verdi?” isyanıyla yetkililere sesleniyordu! Bay Duman’ın ‘saldırılarına’ daha fazla dayanamayan Önder, soluğu Bodrum’da Duman’ın evinde aldı. Ve işte

ne olduysa bundan sonra oldu!..



Son zamanlarda benimle bozduğu, daha doğrusu yazılarımdan üzerine vazife çıkardığı için gidip konuşayım dedim. Ne diyor? Ne istiyor? Kadınlar hakkında neler düşünüyor? Hazırlıklı ama biraz da gergindi. Her an erkeklerle ilgili ters bir şey söylememi bekler gibi... Bir laf söylesem hemen cevabını yapıştıracak yani... İlk düş kırıklığım onun bilmediğim bir tarafını keşfetmek oldu. Meğer o da sıkı bir National Geographic’çiymiş. Daha da beteri; üstelik bir de çevreci... Bu yüzden onu anlatmak için doğadan örnek vermek isterim. O her ne kadar kendisini fok balığına veya kırma sokak köpeğine benzetse de ben huyunu suyunu bildiğim birine yakıştırmayı yeğlerim... Hani kediler, bulunduğu ortamdaki her hareketi, kendisine yapılacak bir suikast olarak algılarlar ya... İşte aynen öyle... Hani ilk defa gördüklerine yavaş yavaş yaklaşırlar, yerden yerden, sonra patilerini aniden ona atıp çekerler ya, bakalım ne yapacak diye... İşte aynen öyle... Biraz da, “Ben senin bildiğin erkeklerden değilim. Üstelik de kodum mu oturturum” havasında... Oysa konuştukça aynı yere doğru gidiyoruz. Hatta eğleniyoruz...

ÖNDER: Neden son zamanlarda yazılarınızda benden bahsedip duruyorsunuz?

DUMAN: Yazılarımda tarif ettiğim bir yiğitlik kavramı var. Yiğitlik kavramı, maçoluğun kravat takmış hali. Bu yiğidin de bir kalesi var. Bütün kale gitmiş bir tek burç kalmış. Ben ve benim gibi yiğitler de bu burcu teslim etmemek için mücadele ediyoruz sanal ortamda. Bu yüzden de kadınlara akıl veren, fikir veren, kadınların gözünü açan her şey bizim doğal potansiyel hedefimiz haline geliyor. Baktım ki yazılarında kadınlar için erken uyarıcılar kullanıyorsun...

ÖNDER: Ne erkeni? Geç bile kalınmış...

DUMAN: Benim için erken. Böyle şeylere 100 sene sonra ihtiyaç olabilir diye düşünüyorum. Ben öldükten sonra istediğini uyandır. Seninle hesaplaşmak için küçük bir parantez açtım, o kadar. Daha mermi sallamadık birbirimize.

ÖNDER: Mermiyi boş verin. Söylesenize, kadınları en fazla komik erkeklerin etkilediğinden bahsedilir. Siz de bunun faizini aldınız mı?

ÖNDER: Bu bir şehir efsanesidir. Sıralama yaparsak Türkiye’de hem en geniş kitleye ulaşan hem de her kızın üzerinde çok derin etkisi olan komedide birinciliği Cem Yılmaz’a veririm. Ama Cem Yılmaz bu konuda adeta bir çölde yaşıyor.

ÖNDER: Hiç de öyle görünmüyor.

DUMAN: Magazin gazetelerine bakarsan öyle. Ben seni alır yemeğe götürürüm, benim de hakkımda öyle şeyler çıkar. İşin aslı bir yemektir. Bunu sen bilirsin, ben bilirim. Kadınlar madem bizi beğeniyorlar, nerede bu kadınlar?

ÖNDER: Bana yemek mi teklif ediyorsunuz?

DUMAN: Sizin gibi hoş bir hanımefendiye yemek teklif etmemek zaten salaklık olur.

ÖNDER: Çok naziksiniz! Bu işler komiklikle olmaz diyorsunuz ama sizin de çok yakışıklı olduğunuz söylenemez. Mizah gücünüzle bu açığınızı kapattığınız olmuyor mu?

DUMAN: Kadınlar konusunda sıkıntı yaşamadım çok şükür. Nasıl kapattım açıklarımı bilmiyorum ama bu söylediğiniz benim için yıkım oldu.

ÖNDER: Hangisi?

DUMAN: Ben birinciliği fiziğime veriyordum! Aynaya baktığım zaman kendimi yakışıklı bulan, tahrik olan bir adamımdır... O kadar yakışıklı bulurum kendimi. Demek ki işin aslı başkaymış!

ÖNDER: Kadını mizah nereye kadar etkiler?

DUMAN: Nereye kadar etkilediğini değil ama nereye kadar etkilenmediğini bilirim.

ÖNDER: Nereye kadar?

DUMAN: Kadın sana gülerken yan masadaki bir yakışıklıya bakıyor olabilir. Kahkahaları da, senin söylediğine değil, onu etkilemek için atıyor olabilir. Hangisinin doğru olduğunu bilemezsin.

ÖNDER: “Komikliğin faydası yok” diyorsunuz. Zararı var mı? “Bu adamın da güldürmekten başka bir numarası yok” deyip çekip giden oldu mu?

DUMAN: Bizde, meyve yiyen yarasalarda olduğu gibi 600 metreden etkili sonarlar vardır. Akıllı erkekler sonarlarını çalıştırırlar. Nereden sonuç alınacağını bilirler. Faydasız birine gidip mesai yapıyorsan tabii ki geri döner.

KADINLAR HAYATIN MERKEZİNE KENDİLERİNİ KOYUYORLAR

ÖNDER: Bu konuyu biraz açalım.

DUMAN: Yani anlarsın. Karşılıklı elektriklenme olur. Bu elektrik idaresinden saat bağlatmak gibi değildir. Başka türlü bir elektrik alırsın onun karşılığını verirsin. Elektriği aldığın andan itibaren bir karar var demektir. Onun dışında kadınları güldüreyim de benimle yatsınlar olmaz yani...

ÖNDER: Size göre kadınlar kaça ayrılır?

DUMAN: Yeryüzünde kaç tane kadın varsa o kadar. Bunlar bölünerek de çoğalabilir. Çünkü asla bir homojenlik göstermezler.

ÖNDER: Nasıl yani?

DUMAN: Atıyorum, çok ağırbaşlı gördüğün bir kadının dümbelek çalan bir ortamda kalkıp şıkıdım şıkıdım oynadığını görüp şoka girersin. Veya çok şıkıdım bir kadın, bakarsın evlenir, kafasını örter ya da bambaşka bir yola gider.

ÖNDER: Siz de kadınları çözemeyenlerdensiniz...

DUMAN: Hayır, anlayabilenlerdenim. Bugüne kadar erkekle kadın farkı konusunda öğrendiğim bir şey var; kadın eğlenmeyi, hayatın tadını çıkarmayı daha çok seviyor. Dünyayı, vatanı, çevreyi kurtarmak gibi meseleler kadın için tali. Hayatı değerlendirirken kendinden başlıyor. Hayatın merkezine doğrudan kendisini koyuyor.

ÖNDER: Ben de erkekleri öyle sanıyordum.

DUMAN: Erkekte bu, narsistlerde ve egosantriklerde görülen bir şey. Ama narsist ve egosantrik olmadıkları halde en mütevazı kadın bile bir şeyin merkezidir. Ailenin ya da çocukların...

ÖNDER: Peki erkekler kaça ayrılır?

DUMAN: Erkeklerde, kadınlar kadar hormon gücü, fiziki zenginlik yoktur. Kas gücü vardır. Çok naif görünen kadınlar, hayat önünde erkeklerden daha dayanıklı çıkıyorlar. Kadınlar içkiye dayanamaz denir. Doğru. Vücudunun yağ oranı daha yüksek olduğu için daha çabuk sarhoş olur ama erkekten daha uzun yaşarlar. Erkekler için bu çıldırtıcı bir durumdur. Beraber olduğu kadının kendisinden daha fazla yaşayacağını bilmek ve yaşarken de ne yapacağını bilememek kötü bir şeydir.

ÖNDER:Size ne? Siz ölünce ne yaparsa yapsın...

DUMAN: Kadının başka bir erkekle olma ihtimalinden bahsetmiyorum. Onun hayattan zevk alma ihtimaline hasetimi dile getiriyorum.

ÖNDER: Erkeklerden bahsediyorduk...

DUMAN: Erkekler daha basit. Bizi destekleyen tek hormon var o da testosteron. Ne yaptığı belli. Boğalık ve tosunluktan öküzlüğe kadar giden bir süreçtir.

ÖNDER: Öküzleri biliyoruz da, bu süreçten bahsedelim mi biraz?

DUMAN: Her insan fizyolojik olarak bir hayvana benzer. Mesela ben neye benzerim?

ÖNDER: Neye?

DUMAN: Ben fok balığına, deniz aslanına, kırma sokak köpeğine benzerim.

ÖNDER: Karakter olarak mı?

DUMAN: Hayır, fiziki olarak. Her insanın bedeni bir hayvandan esinlenmiş gibidir. Dikkat edin, kimi deveye, kimi fareye kimi zürafaya benzer ama nüfus kağıdı vardır.

ÖNDER: Erkekleri hal ve davranış olarak hayvanlara benzetecek olursak...

DUMAN: E, zaten siz onu gayet başarılı yapıyorsunuz. Ayıdan başlıyorsunuz. Halbuki biri beni ayıya benzetse memnun olurum. Çünkü ayı karada yaşayan hayvanların en zekisidir. Alet kullanabilen bir hayvandır. Hantaldır, biraz sevimsizdir ama zeki bir hayvandır. Ağzının tadını bilir.

ÖNDER: “Öküzlerin” ne gibi özellikleri vardır?

DUMAN: Öküzden önce, her erkeğin bir tosunluk dönemi vardır. Tosunluk, erkek sığırın üç yaşa kadar halidir. Boğanın küçüğüdür.

ÖNDER: Ne yapar bu tosunlar?

DUMAN: Artık bedeni gelişir, yetişkin bir hale gelir, cinsel arzuları uyanır. İneklere başka türlü bakmaya başlar. Tahriklenir. Neşelidir, hareketlidir. Kabadayıdır. Hiçbir şeyden çekinmez. Sonra büyür, boğa olur. Boğalık dönemi de geçer.

ÖNDER: Boğalık dönemini geçmeyelim hemen.

DUMAN: Boğa dölleyendir. 4-5 yaşından sonra sapıtır. Canı sürekli inek ister. Mal sahibine, “Bu bana karı bulmuyor” gözüyle bakar. Acısını ona buna tos atarak alır.

ÖNDER: İnsanın hangi yaşlarına tekabül eder bu?

DUMAN: 25-30’lu yaşlar. Sahibi başa çıkamaz hale geldiğinde radikal bir karar verir. Boğayı öküz yaparlar. Yani cinselliğini bitirirler. Öküz olunca, o sakinleşir. Ne verirsen yer, ne iş olsa yapar. Bu böyle ölene kadar devam eder. Eti de bir işe yaramaz, kartlaşır falan.

ERKEK KARTLAŞTIĞI VE İŞE YARAMADIĞINDA EVLENİYOR



ÖNDER: İnsanlarda?

DUMAN: İnsanlarda bu duruma geldiği zaman evlendiriyorlar erkeği.

ÖNDER: Yoksa evlendikten sonra mı öküzleşiyor bu erkekler?

DUMAN: Hayır. Evlilik töreni bu işin ritüeli. Tek eşli boğa olmaz. Tek eşli hale getirmek, insanı çifte koşmak gibidir. Çifte koştuğun zaman artık bir erkek öküzlüğünü bilir. Hayatı aynı tevekkülle kabul eder ve tek düze hayatı yaşar. Tarlaya koşmuşsan oraya gider, bostana koşmuşsan oraya gider. Yanına bağlanan öküzle geyik yapa yapa gider, gelir. O yüzden gamsızdır, duyarsızdır. Dedim ya, öküzün gamsızı kasabın bıçağını yalar.

ÖNDER:Bu öküzlerin şimdi bir de viagrası var...

DUMAN: Bir fıkra vardır; 90 yaşındaki bir adamı, akrabaları huzurevine yerleştirmişler. Ortam güzel, odalar güzel falan... Yetkililer, “Biz de şöyle sosyal hizmetler var, şunu yapıyoruz, bunu yapıyoruz” falan diye huzurevini anlatırken “Yatarken de muhakkak erkek hastalara birer viagra veriyoruz” demişler. Akrabalar şaşırmış, “Nasıl, niye?” Cevap şu olmuş: “Yataktan düşmesin diye...” O yaşta erkeğe viagra bunun için lazım olur.

ÖNDER:Ama ortalık evden kaçan öküzlerle dolu!

DUMAN: Biz daha viagranın sosyal etkilerini çok da iyi hesaplamış bir toplum değiliz.

ÖNDER: Nasıl yani?

DUMAN: Bugüne kadar hiçbir erkek eczaneye gidip de, “Bana viagra lazım” diye istememiştir. Hep “Birisine lazım” diye satın alınmıştır. Viagrayı alıp telef olan erkeklerin sayısı belli değil. Birkaç ünlüyü kamuoyu biliyor. Onlar öyle telef olup gitti. Meçhul kahramanlar da var. Viagrayı üreten firmanın meçhul bir yaşlı delikanlı heykeli yapması ve her sene ona bir çelenk koyması lazım.

KADINLAR SEÇİCİDİR, ERKEK SADECE NAMI YÜRÜSÜN İSTER



ÖNDER: Bir erkek, “o sırada ölmeyi” başka türlü ölümlere yeğler mi?

DUMAN: Yeğlenmez gibi geliyor. Atın ölümü arpadan olsun diyeceksin ama değil.

ÖNDER: Göze alanlar var ama...

DUMAN: Ben hiç kullanmadım. Yakın çevremde kullanan da yok. Uzak çevremden aldığım izlenimler ise çoğunun pişman olduğu yönünde.

ÖNDER: Niye?

DUMAN: Çünkü kontrol edilemeyen ve saatler süren bir ereksiyon herhalde ıstırap veriyordur diye düşünüyorum.

ÖNDER: Biz bunun erkeklere zevk verdiğini sanıyorduk...

DUMAN: Bir yere kadar iyi de, ıstırap verecek kadar olabiliyormuş.

ÖNDER: Evde yalnız başınayken almıyorlar ya bunu. Rus kızlarla falan...

DUMAN: Bir kere Rus kızlarla viagra alınmaz, teknik bilgileriniz yanlış.

ÖNDER: Niye?

DUMAN: Rus kızları tarifeye bağlıdır.

ÖNDER: E, verir parayı, sabaha kadar tutar. Sizin uzak tanıdıklarınız da, biraz cimriler herhalde...

DUMAN: Bilmiyorum yani. Benim izlenimime göre belli bir dönemden sonrası azap. Belgesel seyretmiyor musunuz? Köpek türündeki hayvanlarda ereksiyonun uzaması yüzünden organlar kilitleniyor ve hayvanlar çiftleşme anında birbirlerinden ayrılamıyorlar. Çünkü onun yatışmasını bekliyorlar. Viagra da böyle bir şey. Allah’tan kadın da bunu kilitleyecek bir mekanizması yok.

ÖNDER: Biraz da aşk meşk olaylarına girelim. Bu yaşa kadar aşktan ne anladınız?

DUMAN: Aşktan önce erkeğin kadını anlaması zaman ister. Bir erkek için tosunluk ve boğalık dönemlerinde kadınla ilişki kurmak yani yatağa girmek bir skordur. Erkekte seçicilik yoktur. Mümkün olduğu kadar spermini saçmak, namını yürütmek ister.

ÖNDER: Ben bunu yazınca da kızıyorsunuz.

DUMAN: Yok canım, yaz; bir şey demiyoruz. Ne sormuştun?

ÖNDER: Aşk çeşitlerini...

DUMAN: Aşkın bu kadar uzun süredir tartışılmasının nedeni tarifinin olmaması. Aşık Veysel’e sormuşlar, “Aşk nedir?” diye, “Erkek kadını görür, kavuşamazsa aşk olur” demiş.

ÖNDER: Farklı farklı aşklar var mıdır? Romantik, cinsel aşk falan...

DUMAN: Erkeğin aklı kadını gördüğü zaman seyirir. Soğukkanlı bir karar vermesi mümkün değildir. Yolda giden bir kadının kıçını görür tahriklenir. Statüsü önemli değildir. Ona bakar, buna bakar tahriklenir. Erkek için sürekli skor yapma eğilimi olduğundan aşk mı, tutku mu, istek mi, ayırması mümkün değildir. Kafası karışıktır. Eğer kadın evlenmek niyetindeyse onu alır, nikah masasına götürür. Erkek nasıl gittiğinin de, kiminle evlendiğinin de farkına varmaz. Ama kadın farkındadır. ÖNDER:Şimdilerde pek öyle değil ama... Sizce kadınlar erkeklerden ne ister?

DUMAN: Seçme şansı olan kadınların birinci olarak baktıkları şeyin güç olduğuna inanıyorum. Ne komiklik, ne bilmem ne... Şöhret, eğer güçle beraber varsa tabi... Kadının bilinçaltında güce tapıcılık var. Çok çirkin bir erkeğin, ki başıma geldi, belli bir güce, üne kavuştuktan sonra birden rağbet görür hale gelmesi ki başıma geldi, erkeği şaşırtır, ki başıma geldi.

ÖNDER: “Ne oluyor lan?” mı dediniz.

DUMAN: Erkek bir süre tatlı hayat geçirebiliyorsa daldan dala konar. “Evleneyim” diyorsa kiminle evlendiğini çoğu zaman fark etmeyebilir. “Aradığım kadını bulursam evleneceğim” diyen erkek teoride bunu söylüyordur.

YATAK DEDİĞİN BİRKAÇ SAAT TABİİ İŞİM ÇOK ACELEYSE!

ÖNDER: Peki çıtırlar mı, 40’lıklar mı?

DUMAN: Çıtırları tercih etmem. Utanırım. Kendime yakıştıramam onlarla düşüp kalkmayı. Yatak dediğin olay, gecenin birkaç saati. Günü paylaşmak için farklı şeylere bakarsın.

ÖNDER: Birkaç saat... İyisiniz yine..

DUMAN: Yani işim aceleyse tabii... Ben artık belgesel izliyorum. Hayvanların cinsel hayatına dair her şeyi biliyorum. Mesela kaplan kızışma döneminde günde 45 defa çiftleşiyor. Fakat her biri 5-6 saniye sürüyor.

ÖNDER: “Sevmek bir ömür sürer, sevişmek bir dakika” yani... Artık ayrılıyoruz. Hadi o ayrılmanın 54’ncü yolunu söyleyin de ...

DUMAN: Diyorsun ki, “Ben erkeğin kadından ayrılmak için uydurduğu 51’nci yalanı buldum. Ama sonuncu yalanı bulamazsın.

ÖNDER: Neymiş o?

DUMAN: Yani erkek kadından ayrılmak istediğini söyleyecek değil mi? Nasıl söyleyecek?

ÖNDER: Nasıl?

DUMAN: Hiçbir şey söylemez abiciğim. Kadını öper gibi yapar, kendine çeker, “tak” diye kafayı vurur. Kadın dağılır, erkek gider.

ÖNDER: Oldu... Benim derhal Ankara’ya dönmem lazım. Kendinize iyi bakın.

DUMAN
Türünüz çoğaldı

Tuğçe Baran çaktırmadan aşağıdan yukardan didikliyor. Sen direkt, kafadan dalıyorsun. Meyhaneye içmek için değil de, gidip direkt kavga çıkarsam da katılsam diye bir mantık var sende. İclal Aydın, “Ya, yapmayın, etmeyin. Biz aslında iyi yaratıklarız. Böcek gibiyiz, çiçek gibiyiz...” diye mızmızlanıyor. Allah’tan Ruhat menzilini belli etmiş, böyle ufak işlerle uğraşmıyor. Yani ben Ruhat’tan Fransa’ya gidip “Ben Türk’üm, Ermeni soykırımı yoktur” diye kendini tutuklatmasını bekliyorum. Yemin ediyorum, böyle bir şey olursa, bütün mahpusluk süresince ona ben bakacağım. Ne cigarası eksik kalır, ne hediyesi.... Çayı kahvesi, devamlı servis... Sevgili Ruhat kardeşime söz veriyorum.




22.10.2006
Haber: Dilek Önder

Master
22-11-2007, 05:16
Yılmaz Özdil
yozdil@hurriyet.com.tr



Değiliz


Ne dedi Başbakan?

"Eli silahlı

kovboy değiliz."

*

Böylece...

"Ne olmadığımız" konusunda, yeni bir şey daha öğrenmiş olduk.

*

Üşenmedim...

Arşivi taradım.

Bakın, Başbakan’ın ağzından başka neler "değiliz..."

*

Gece rüya görüp, sabah üfürenlerden değiliz. Kimseden izin alacak değiliz. Hiçbir gerilimin tarafı değiliz. Savaş peşinde değiliz. Küçük hesaplar içinde değiliz. Irak’a asker göndereceğiz diye çok da arzulu değiliz. Arzu edilen neticeyi almış değiliz. Güdülen değiliz. Muhatabı değiliz. Pabuç bırakanlardan değiliz. Revahet içinde değiliz. Tahammül noktasında değiliz. Aceleci değiliz. Oyalanmak niyetinde değiliz. Rahatsız değiliz. Tabii biz bunu birilerinin arzusu, talebi ya da tahrikiyle yapacak değiliz. Kim ne der, endişesinde değiliz. Sağır değiliz.

*

Dost bildiğimiz ülkeler, terör örgütünün liderlerini yakalıyor, serbest bırakıp, başka ülkelere gitmesine izin veriyor, bu nasıl dostluk anlamış değiliz.

*

Kafatasçı değiliz. Din eksenli değiliz. Herhangi bir partinin devamı değiliz. Hiçbir ideolojinin esiri değiliz. Biliyorsunuz, sağ parti değiliz, sol parti de değiliz. İlkesizlerden değiliz. Havaya girenlerden değiliz. Sonuçları abartanlardan değiliz. İnsanları ak ve kara diye ayıranlardan değiliz. Pisliği pislikle temizleyenlerden değiliz. Kirlilikten sorumlu değiliz. Alışılmış değiliz.

Malezya değiliz.

*

Birileri akıl veriyor, "aman, sert olmayın" diye... Şairimiz söylüyor ya, "yumuşak başlı isem, kim demiş uysal koyunum, kesilir belki fakat, çekmeye gelmez boynum..." Mesele bu. Yoksa, sert değiliz.

*

Ekonomik kurtuluş savaşı şart ama, işgal altında değiliz. Yabancıya karşı değiliz. Her şeyi kendimiz yapacak değiliz. Para gelsin de, nasıl gelirse gelsin anlayışı içinde değiliz. Müsrif tüccar değiliz. Milletin efendisi değiliz. Komşusu aç olan, tok yatamaz, bunu tabana yayabilmiş değiliz. Sorumlusu biz değiliz.

Devlet babalığa talip değiliz. Eski alışkanlıkların aktörü değiliz. Sihirbaz değiliz. Fiyat belirleyici değiliz. TMO’yu Fiskobirlik’i çökertsin diye devreye sokmuş değiliz. Biz kimin IMF’ci, kimin IMF kulu olduğunu biliyoruz, kul değiliz.

*

Su zengini değiliz. Sulu şaka yapanlardan değiliz. Barajda ısrarlı değiliz. Fenerbahçe’nin oynadığı futboldan memnun değiliz. Yozgat’ın Tokat’ın Çorum’un yolunu bilmeyenlerden değiliz. 81 vilayetin 81’ine de bakanlık verecek değiliz.

Uzlaşmak zorunda değiliz.

Uzlaşmaz değiliz.

Çark etmiş değiliz.

Polemikler içinde değiliz.

Kimseyle çamur güreşine girişecek değiliz. Dargın değiliz. Kırgın değiliz. Unutacak değiliz. Vazgeçmiş değiliz. Değişecek değiliz.

*

Tetikçi yakalandı diye, arkasını bırakacak değiliz. Suçlu arama durumunda değiliz. Hesap sorma makamı değiliz. 301 noktasında, direnç koyma noktasında değiliz. Hepimiz Anayasa hukuku profesörü olmaya mecbur değiliz. Ödün verecek değiliz. Taviz verecek değiliz. AB yolundan dönecek değiliz. Dönülmez yolda değiliz. AB’ye muhtaç değiliz.

*

Deniyor ki, AB’nin 50’inci kuruluş yıldönümü kutlamalarına Türkiye neden davet edilmedi... Şüphesiz ki, AB üyesi değiliz.

*

Kanun çıkarırken, kimsenin yatak odasında değiliz.

O safhada değiliz.

*

Kasaba devleti değiliz. Aşiret değiliz. Mahalle ağalığı yapmaktan yana değiliz. Sokak ağalığı yapmaktan yana da değiliz. Affedersin ama, eli silahlı kovboy değiliz.

*

Peki neyiz?

Henüz onu söylemedi.

*

Ama vaziyet kabak gibi ortada olduğuna göre, sanırım, masum değiliz... Hiçbirimiz.

buena vista
24-11-2007, 14:45
Atatürk 1937'de Diyarbakır'a geldiğinde bir ilkokulu ziyaret etmiş. 3'üncü sınıfa girip çocuklara zor bir problem sormuş. Kafası üç numara tıraşlı bir çocuk, "Ben çözerim" diye tahtaya fırlamış, çözmüş problemi...
Başöğretmen, öpmüş çocuğu...
" - Ne olmak istiyorsun?" diye sormuş.
" - Âşık, Paşam!" demiş çocuk...
" - Tamam ama..." demiş Atatürk, "Sen iyi bir mühendis ol. Bize köprüler, yollar yap, yine şiir yazarsın."
* * *
10 yaşındaki o çocuk, büyüyüp kafasına koyduğu gibi "âşık" oldu; köprüler, yollar değilse de şiirler, yazılar, kitaplar yarattı ülkesi için...
14'ünde "komünistlikten" içeri atıldı. Komünistliğin ne olduğunu karakolda öğrendi.
25'inde Dil Tarih'e girdi; kürsüler kapatılınca işsiz kaldı.
Sonra 33 yıl sürecek eğitimciliğine başladı; 33 yılın 27'sini sürgünde geçirdi.
İlk atandığı Sivas Lisesi'nde milletvekilinin oğlunu sınıfta bıraktı diye kendisini eleştiren Milli Eğitim Bakanı'nı tersleyince Hekimhan'a sürüldü.
Hekimhan'da köylerden topladığı öğrencilere ev tutup gece gündüz kurs veren oydu.
Doktor Tahsin'le köy köy gezerek sıtma taraması yapan o...
Orada, evindeki divanın altına gizlenen polisler, arkadaşıyla şiir okuduğunu saptayınca 7 ay cezaevinde yattı.
* * *
30'unda Elazığ'daki okuluna 5 bin kitaplı kütüphane kurdu.
Bu başarısı Bitlis sürgünüyle "ödüllendirildi". Bitlis'te şımarık bir milletvekili yeğenini kovdu diye kızan Milli Eğitim Müdürüne, "Sen makamına âşık olabilirsin, ama ben cumhuriyete âşığım" dedi.
Urfa'ya tayin edildi.
Sonraki durağı Silifke'de bir harabe halde devraldığı liseyi, kısa zamanda en iyi üniversitelere öğrenci yetiştiren bir okul haline getirdi.
Bedelini Aydın'a tayinle ödedi.
* * *
40'ında Artvin'deydi. Okul müdürünü öldürmüşlerdi. Kimsi gitmiyordu. Onu çağırdılar. Koşarak gitti.
Bir 10 Kasım'da Atatürk'ün toprak reformu idealini anlatırken, "Sen ne diyorsun, in aşağı!" diyen valiye "Asıl sen çık dışarı! Senin Atatürk'ü dinlemen bile yanlış" demiş, kürsüden inip yaka paça dışarı attığı adamı bahçede de kovalamıştı.
Sinop'a sürüldü. Çünkü Sinop Lisesi müdürünü bıçaklamışlardı.
Göreve başladıktan 34 gün sonra "Haydi Kastamonu'ya" dediler.
* * *
12 Mart'ta Sivas'ta tutuklandı. Aklandı.
Beyşehir'deyken "Su Getirme Derneği" kurdu; Belediye'nin yapamadığını yaptı diye merkeze alındı.
Sonra nerede ateş varsa, oraya yollandı:
Nusaybin...Cizre... Diyarbakır...
50'sinde, her gün olay çıkan "Bozkurtlar kalesi" Atatürk Lisesi'ne müdür olarak atandı. Okula gittikten 2 saat sonra silahlı saldırıya uğradı. Silahla karşılık verdi. Çatışmayı izlemekle yetinen 243 öğretmeni görevden aldı. Yurdu katillerden temizledi. "Ey Türk! Titre ve kendine dön" yazısını sildirip yerine Atatürk'ün "Bağımsızlık benim karakterimdir" yazısını astırdı.
Bir gün fizik laboratuvarına girdi, dersin konusu titreşimdi. Dersteki öğrencilere "Doğada her şey titreşir. Bunu bilin, ama siz sakın titremeyin" dedi.
Hayranlıkla bu öğüdü dinleyen öğrencilerden biri de bendim.
O sözleri ömür boyu hafızamdan silmedim.
* * *
Sevgili hocam Vecihi Timuroğlu, aydınlanma kavgasında sonraları dal gibi bir oğul ve kız yitirdi.
Yine de dimdik ayakta kaldı.
70 yıl önce üç numaraya vurulmuş başını okşayan "Başöğretmen"in adını taşıyan "onur ödülü"nü alacak bugün; vefalı Anadolu Eğitimcilerinin elinden...
Biz de 81 yaşındaki çınarı ayakta alkışlamak için orada olacağız.
Ve şahsında, bu ülkenin aydın ve çilekeş öğretmenlerinin ellerinden öpeceğiz.

can.dundar@e-kolay.net

Master
27-11-2007, 08:20
Yılmaz Özdil
yozdil@hurriyet.com.tr



DTP, ETP, FTP... Harf çok ZTP'ye kadar yolu var


Günlerdir tartışılıyor...

DTP kapatılsın mı?

Kapatılmasın mı?

*

Kapatılırsa ne olacak?

Yenisi açılacak.

Kapattın daha önce...

Yine açtı.

*

Peki...

Mesela, Avrupa’da parti kapatan "tek" devlet bizimki mi?

Değil.

Ama, Avrupa’da "en çok" kapatan bizimki.

Niye?

Çünkü, Avrupa’da kapatılan partiyi, hem de aynı kadrolarla, bir daha açtırmazlar adama...

Yok öyle yağma!

Bizde ise, çaycı alırken bile temiz káğıdı istiyorlar, parti kurmaya kalk, tescilli PKK’lı bile olsan, fark etmiyor...

Bile bile lades!

*

E sonra?

"Aç kapa, aç kapa!"

Nasıl olsa, soran yok...

"Kardeşim, devlet mi yönetiyorsun, musluk reklamı mı çekiyorsun?"

*

Halbuki...

3 satır tarih okusan.

Aradan 89 sene geçmesine rağmen, Kürt Teali Cemiyeti ile PKK arasında hiçbir fark olmadığını görürsün.

Bu topraklarda kurulan, Kürt İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni, Kürt Milli Fırkası’nı, Kürdistan Teşriki Mesai Cemiyeti’ni hatırlamazsan... Hadiseyi sadece DTP’den ibaret sanman, normal.

Osmanlı’daki Jin, Rozi dergilerini, Serbesti Gazetesi’ni bilmezsen...

Roj TV’yi yeni icat zannetmen de, normal.

Suudi Arabistanlı Lawrence vardı da, Binbaşı Noel yok muydu?

Bugün Amerikalı General Petraeus var da, o gün, Amiral Bristol yok muydu?

Şeyh Said’in taaa 1925’te ayaklanma için belirlediği tarih, Nevruz değil miydi?

Zaten asıl mesele, yine Musul’un, petrolün paylaşımı değil miydi?

*

Öyleydi... Ama, demem o değil.

*

PKK’nın 1978’de kurulduğunu kabul edersek, o günden bugüne, yönetim kadroları aynı mı?

Aynı.

Ya bizim?

10 başbakan değişti.

6 cumhurbaşkanı.

*

Var mı devlet politikası?

Yok.

Ecevit’in yoğurt yiyişi farklıydı, Demirel’in farklı... Yılmaz başka baktı, Çiller başka, Erdoğan başka bakıyor... Evren’in görüşü ne yöndeydi, Özal’ın ne yöndeydi, Gül’ün ne yönde?

Öbürü, ısrarla, hep aynı hat üzerinde ilerliyor.

Sen, habire şerit değiştiriyorsun.

*

Netice?

İşte böyle, döner dolaşır, gelirsin başladığın noktaya ve sanki ilk kez duyuyormuş gibi sorarsın, "kapatalım mı, kapatmayalım mı?"

Master
28-11-2007, 01:12
Yılmaz Özdil
yozdil@hurriyet.com.tr



Expo 2015


İZMİRLİLER kızıyor...

"Herkes Expo’yu yazıyor, sen niye yazmıyorsun, ne biçim İzmirlisin?"

*

Elindeki "76 senelik" Fuar’ı öldürmüş bir kentin, 8 sene sonra, "bir defaya mahsus" yapılacak Fuar’la kalkınacağını sanması, dramdır... Ama yazayım bari.

*

Expo alabilmek için bir tema belirlemek gerekiyor. İzmir’inki, sağlık... Kozları da, Hipokrat’ın Bodrum’daki hekimlik çalışmaları, ilk ameliyatlara ev sahipliği yapan Hierapolis, eczacılığın babası Galen’in Bergama’daki araştırmaları.

*

Bir, Bodrum Muğla’da.

İki, Hierapolis Denizli’de.

Üç, Türk eczacılığının atası İzmirli Eczacıbaşı’nı İstanbul’a kim kaptırdı?

*

Deniyor ki, "Bugüne kadar 63 kez Expo yapıldı. 10 milyonu yabancı, 50 milyon konuk gelecek. Expo, Paris’e Eyfel Kulesi’ni kazandırmıştı, o vesileyle yapılmıştı; İzmir’in de böyle bir kazanımı olabilir. İzmir; Avrupa, Asya ve Afrika’ya çok yakın, merkezi konumuyla avantajlı."

*

Bir, madem bu kadar önemli, bugüne kadar Expo gezen var mı aramızda? Vazgeçtim 63’ünden, 5 tanesinin nerede olduğunu sayabilen çıkar mı?

İki, 50 milyon konuğun 10 milyonu yabancı olacağına göre, 40 milyon Türk vatandaşının Expo görmek için İzmir’e gelmesini bekleyen var mı gerçekten? (Çoluk çocuk, 4 tane İstanbul ediyor.)

Üç, mevzu Eyfel ise, mimar Eyfel’in İzmir’de yaptığı mekan zaten vardı... Güzelim eseri, önce balık hali, sonra otopark, ardından alışveriş merkezi yapmadık mı? Üstelik, "Burayı Eyfel yaptı" diye övünürken, orasının mimar Eyfel ile alakasının olmadığı da ortaya çıkmadı mı?

Dört, İzmir Avrupa, Asya ve Afrika’ya yakınsa, rakibimiz Milano, kutuplarda mı? Avrupa ve Asya’ya yakınlık maharetse, o zaman neden son Expo Japonya’da?

*

Peki nedir?

Expo 2015 projesi, AKP’nin, şirin görünüp, belediye seçimlerinde İzmir’i kazanma projesidir.

*

Bu konuda yıllardır çaba harcayanların "aniden" devre dışı bırakılmasının, bugüne kadar İzmir’e dair adı bile geçmeyenlerin "aniden" Paris’e lobi yapmaya falan gitmesinin, abanılmasının sebebi budur.

Gitmesin mi?

Gitsin.

İzmirliyim, mutlu olurum.

Ama Expo hikayedir, niyet budur.

*

Bakın dün Ertuğrul Özkök yazdı, yolda anlatmışlar, Cumhurbaşkanı Gül, İzmir’in Halil Rıfat Paşa semtindeki Kemal Reis İlkokulu’nda "bir sömestr" okumuş...

Ne tatlı tesadüf ki, Fehmi Koru da aynı mahalledenmiş... İlk defa duydum. Doğma büyüme İzmirli Özkök de, yeni duymuş.

*

Yakında, Başbakan’ın Narlıdere’de askerlik yaptığı, Unakıtan’ın aslen Bucalı olduğu, hatta çocukken Tilkilik’te boyoz sattığı, Salih Memecan’ın Göztepe’yi tuttuğu, Nazlı Ilıcak’ın dededen Bornovalı olduğu ortaya çıkarsa, şaşmayın.

neron
28-11-2007, 09:42
Doğru söze bir şey denmez, sadece şapka çıkarılır.

Master
28-11-2007, 18:49
Ahmet Hakan
ahmethakan@hurriyet.com.tr



Kanlı Pazar manifestosu


EĞER ...

1969’un şubat ayının o soğuk ve "kanlı" ikinci pazar günü...

Yaşım elverseydi...

Ve Beyazıt Meydanı’nda olsa idim...

Dindar da olsam, imam hatip mektebine de gitsem, anam türbanlı, babam sakallı da olsa, "İslamcıyım" da desem...

Benim yerim...

Kesinlikle Amerikan 6. Filo’sunu protesto eden solcu gençlerin, yani Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yanı olurdu...

Asla ve kata...

Polisle birlik olup o gençlere karşı tekbirlerle saldırıya geçen sözüm ona Müslümanların yanında olmazdım.

Çünkü...

Ben öyle bilirim ki...

Bu işin din / diyanetle, içine doğulan kültürel çevreyle, hatta ideolojik duruşla falan bir ilgisi yoktur.

Bu bir kişilik ve ahlak sorunudur.

Ve mesele bu kadar basittir.

* * *

Eğer...

Yaşım elverseydi...

O pazar günü...

Kalbim 6. Filo için değil...

6. Filo’yu protesto eden solcu gençler için atardı.

Bugünlerde Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına ağız dolusu küfürler yağdıran Mehmet Şevket Eygi gibilerin, o günlerde "din / iman" adına yaptıkları aşağılık propagandanın ve kışkırtmanın etkisi altına girip galeyana gelmezdim.

Eygi ve onun gibilerin, "Bir yanda Sovyetler Birliği, bir yanda ABD var... Biz kötünün iyisi olarak ABD’den yana olmalıyız" şeklindeki izahlarına zerre kadar itibar etmezdim.

Çünkü...

Bu tür yaklaşım tarzını en azından "utanç verici" bulurdum...

Bir "kötü"den kurtuluşu, bir başka "kötü"de aramanın ve "kötüler arasında bir tercih" yapmaya kalkışmanın insanı küçük düşüren bir iş olduğunun ayırdında olurdum.

Böylesi bir tercihin insanlık onuruna yakışmayacağını düşünürdüm.

Hangi konjonktürde yaşarsam yaşayım...

Biraz izan, biraz insanlık ve biraz şuur sayesinde...

Hangi tarafı seçmem gerektiğini idrak edebilirdim.

Tekbirlerle saldırıya geçenlerin karşısına dikilirdim...

"Deli misiniz? Ne yapıyorsunuz?" diye haykırırdım.

"Kötünün iyisini savunmak size mi düştü?" derdim.

* * *

Gelin görün ki...

İlahi takdir işte!

O gün orada değildim...

Ve fakat...

Aklımın erdiği andan itibaren...

Orada olmadığım halde...

Orada olup bitenler nedeniyle "suçluluk" duydum.

Ne zaman o "Kanlı" Pazar gününden söz açılsa yüzüm kızardı...

Hele o günlerde milleti 6. Filo’nun yanında "Allah için cihada" çağırıp kışkırtan adamların, bugün bir parça utanç duyup en azından seslerini kesmek yerine...

Hálá eski kinlerini dipdiri tutup Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına ağız dolusu küfürler yağdırdıklarını gördükçe...

Yüzüm kızarmaya devam ediyor.

Bu manifestoyu da işte bu yüz kızarıklığı içinde yazıyor ve diyorum ki:

Lütfen adımı Mehmet Şevket Eygi gibilerin hizasına yazmayın.

Eğer ille de birinin yanına yazacaksanız...

Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının hizasına yazabilirsiniz...

Hiç gocunmam...

Aksine şeref duyarım.

meraklı
30-11-2007, 08:29
Yılmaz Özdil
yozdil@hurriyet.com.tr


Gidişat


2007... Isparta’da bir öğretmen hakkında, öğrencilerine, ön yüzünde Atatürk portresi, arka yüzünde "Cumhuriyet’e sahip çık" yazılı tişörtler giydirip Cumhuriyet Mitingi’ne götürdüğü için soruşturma açıldı. Suçlu bulundu. Maaşı kesildi.


2008...

İzmir Atatürk Lisesi’ne yapılan baskında, 3 Atatürk büstü, 2 Gençliğe Hitabe, 8 Nutuk ele geçirildi. Öğrencilerin beynini yıkamaya çalışan 9 "yobaz" öğretmen soruşturmanın selameti için açığa alındı.

2009...

Kadıköy Anadolu Lisesi’nde gizli gizli "Atatürk’ü anma töreni" yapıldığı duyumlarını alan Milli Eğitim müfettişleri, operasyon düzenledi. 200 öğrenci ve 11 öğretmen, İstiklal Marşı söylerken suçüstü yakalandı. Çıkan arbedede pencereden kaçmayı başaran "elebaşı" fizik öğretmeni, aranıyor.

2010...

Milli Eğitim Şûrası’na yakasında Atatürk rozetiyle katılıp, "Burası şeyhler, dervişler, müritler memleketi olamaz" diye slogan atan 3 "meczup" öğretmen, salondan atıldı.

2011...

Galatasaray Lisesi’nin yatakhanesinde yapılan aramada, yastıkların arasına gizlenmiş halde, 71 Türk bayrağı, 28 Atatürk posteri bulundu. Yatakhane mühürlenip, ilaçlandı... Vefa ve Haydarpaşa liselerinde, iPod’larına "10’uncu Yıl Marşı" yükleten 129 öğrenci, ibret-i álem için falakaya yatırıldı. Bahariye İlköğretim Okulu’nda "Andımız"ı okuduğu saptanan 7 ila 11 yaş arasındaki 90 öğrenci, psikolojik tedavi altına alındı.

2012...

Gece saat 04.00 sularında ellerinde çiçeklerle duvardan atlayarak Anıtkabir’e girmeye çalışan 3 öğretmen ve 14 öğrenci, belediye zabıtaları tarafından coplandı. Zabıtaları protesto için toplanan Gazi Üniversitesi öğrencileri, tazyikli su ve göz yaşartıcı bombayla dağıtıldı.

2013...

"Şerefli Gazeteci Ali Kemal’e iade-i itibar gecesi"nde olaylar çıktı... Hasan Tahsin posteri açan Dokuz Eylül ve Ege Üniversitesi’nin "gerici" doçentleri, linç edildi.

2014...

Kemalistler, Makedonya’dan TV yayınına başladı. Programlara telefonla katılan 8’i rektör, 17 profesör, meslekten tart edildi. Makedonya’ya nota verildi. Milli Eğitim Bakanlığı, Makedonya Büyükelçiliği’ne siyah çelenk bıraktı.

2015...

Florya sahilinde "Atatürk yuvası" ortaya çıkarıldı. İzinsiz kamp kuran ve çadırlarında "Atatürk ilkeleri" eğitimi vermeye çalışan 5 öğretmen ve 78 öğrenci, "kıyı kanununa muhalefet", "taşınmaza tecavüz" ve "fuhuş"tan savcılığa çıkarıldı. Çadırlar yıkıldı. Geçen ay da, Atatürk Orman Çiftliği’nde benzer bir "Atatürk yuvası" dağıtılmıştı.

2016...

Dolmabahçe’deki İngiliz firkateyninde kutlanan "19 Mayıs Vahdettin Efendimize Saygı ve Gençlik Bayramı" törenlerine gölge düştü. Samsun’da korsan gösteri yapmaya kalkışan 19 Mayıs, 18 Mart, Karaelmas ve Karadeniz Teknik öğrencilerine ateş açıldı.

2017...

Avrupa Birliği, Atatürkçü Düşünce Derneği’ni terör örgütleri listesine aldı. ODTÜ ve İTÜ’de derneğe bağış toplayan 38 örgüt mensubu genç tutuklandı. Gençlerin ana-babalarının da, 10 yıl önce Tandoğan mitingine katıldıkları, hatta, 12’sinin Çağlayan mitingine de gittiği tespit edildi.

2018...

ABD, Fransa’dan Malta’ya geçmeye çalışan Erdoğan Teziç’i paketledi... Yıkıcı faaliyetlerde bulunan eski YÖK Başkanı, Paris’teki Bosna Büyükelçiliği’ne sığınmıştı. Bosna’ya nota verildi. Boliç dövüldü.

2019...

Birleşmiş Milletler, Atatürkçülerin "mülteci" kapsamına alınamayacağını açıkladı. Bu arada, Türkiye, Almanya’da tutuklanan Vural Savaş’ın yargılanmak üzere iadesini istedi.

2020...

Atatürkçüler, Toroslar’da kıskaca alındı. Stratejik ortağımız ABD, insansız uçaklarla anında istihbarat vereceğini bildirdi.

2021...

Gülüyorsunuz belki ama...

Çember daralıyor.

neron
04-12-2007, 10:29
http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?tarih=04.12.2007&Newsid=150041&Categoryid=4&wid=136

Reha Muhtar rmuhtar@gazetevatan.com 04.12.2007

Ülkü, Sabiha Gökçen ve Afet İnan'ların azaldığı türbanlı Türkiye!!!


Türban demokratik bir farklılaşmanın ve zenginliğin sembolü müdür yoksa, her şeyiyle bir Avrupa ülkesi olmak isteyen, Atatürk Türkiye’sine alternatif başka bir yaşam biçiminin mi sembolüdür?..

Tarhan Erdem ve ekibinin dün Milliyet’te yayınlanan araştırması artık tüm kuşkuları ortadan kaldırıyor...

“AKP yönetiminde geçen 4 yılda başını örtenlerin sayısı yüzde 64’ten 69’a, bunun içinde başını türbanla örtenlerin sayısı ise tam 4.5 kat artarak, yüzde 3.5’tan yüzde 16.3’e çıkıyor...

Çarşaf ve peçe kullananlarla birleştiğinde Türk kadınının yüzde 18’i peçe, çarşaf veya türban takıyor...

AKP iktidarında geleneksel başörtüsü takanlar yüzde 5, türban takanlar ise 4.5 katı artarak, Türkiye’nin yaşam tarzındaki radikal dönüşümü gösteriyor...”


***

Esasen kimse aldanmasın bu rakamlar bugünün değil, dünün gerçeğidir...

Yani AKP’nin geçmiş 4 yılının gerçekleridir...

Şimdi yetişen kuşak, bu oranı kısa zaman içinde türbanlı sayısında yüzde 30’lara, başörtüsüyle birleştiğinde yüzde 80’lere çıkartacaktır...

Başörtülü kadın sayısı tüm kadınlar arasında fazlalaşacak, türbanlı kadın sayısı ise başörtülüler arasında fırlayarak artacaktır...

Bu araştırmanın koyduğu açık gerçek Türk kadını artık giyimi ve kuşamıyla Atatürk’ün onlar için istediği yerin çok uzağındadır...

Bilemiyorum Tarhan Erdem’in bu tabloları üzerine Sayın Başbakan ve Emine Hanım ne düşünüyorlar?..

Sadece Tevhide’ye duyarlı politikalarının 4 yılda Türkiye’yi getirdiği yer burasıdır ve Türkiye’de şu anda başı açık kadınlar açık ara azınlıktadır...

Başörtülüler değil, esasen türbanlı kadınların ezici bir çoğunluğa ulaşması birkaç yıl içinde gerçekleşir Türkiye’de...


***

Eşi ve politikaları türbanlı Başbakan’ın bu tablodan “mutlu olmadığını” söylemek elbette olanaksız, çünkü dün Rize’den gelen haber, Başbakan’ın Tevhide’den sonra valiliğe ödül almaya giderken türbanını çıkartan Rize’deki İmam Hitap Lisesi öğrencisi Elif Azer’i ve babasını da arıyarak “Merak etmeyin... Bizzat illgileneceğim” dediğini ortaya koyuyor...

Belli ki Başbakan ve eşi, önceliği ve tek seçeneği “Türbanlılara destek vermekten” ibaret görmektedir...

Şu anda görünen, Atatürk’ün olmasını istediği kadın modelinin artık Türk kadının içinde her şeyiyle azınlıkta kaldığıdır...

Yeni tarz Türk kadını Atatürk’ün batılı ve çağdaş bir rol model olarak yarattığı manevi kızları Ülkü ile profesör Afet İnan ve ilk kadın pilot Sabiha Gökçen’le sembolize olan modern Türk kadını imajının çok uzağındadır artık...

4 yılda 4.5 kat fırlayan türbanlı kadınıyla, halen türbanlıya destek, başı açığa modern kıyafetliye köstek politikalarla merak etmeyin Türkiye daha da dönüşecektir...

Bu rakamlar, bu oranlar daha da yukarılara fırlayacaktır...


***

Eşler türbanlıdır, politikalar türbanlıdır, hayat daha da hızla türblanlılaşacaktır...

Bu tabloya “demokrasinin zenginliği, çeşitliliği” demek için insanın ya kör, ya şaşı, ya da hatırı sayılır bir çıkarı olması gerekir...

Eşi türbanlı, politikaları türbanlı olan bir Başbakan’ın “Hayır türbansız bir Türkiye istiyorum” diyecek hali yoktu...

Bu biliniyordu ve türbanlı Türkiye’nin yavaş yavaş türbansız Türkiye’yi iyice yalnızlaştıracağı ve izole edeceği de kuşku götürmüyordu...

Birkaç ay önce sanıyorum Independent “Laikler azınlıkta” dediğinde Türkiye’de kıyamet kopmuştu...

Kopartılan kıyameti bilmem, ama görünen o ki başı örtüsüz Atatürk’ün yaratmaya çalıştığı kadın modeli rakamlarla azınlıktadır artık Türkiye’de...

Bu istatistik bir gerçektir...

Bu durum daha da hızlı bir şekilde dönüşecektir...

Ok bir kere yaydan fırlamıştır...

Eğitim politikaları, iktidar gücü, trendler, Türk kadınını hızla kapanmaya götürecektir...

Bir de bakacaksınız ki bir süre sonra, “demokrasi istediğinizde de zaten büyük çoğunluk türbanlı olacak...”

Artık türbansızlar için demokrasi isteyeceksiniz...

Zaten şu anda olmakta olan budur...


***

Bir vebal var...

O vebal zaten türbanlı olan ve türbanlı politikaları uygulayanların ötesinde, “kendilerini türbansız gösteren, zevat içindir...”

Hiç utanmadılar, “Türkiye demokratik değil” derken...

Hiç sıkılmadılar, “haki renkten bıktık” diye çığırtkanlık yaparken...

Hiç yüzleri kızarmadı, “Türkiye’de moderniteyi savunan demokrasiye inanmış Cumhuriyetçiler’i gericilik ve ulasalcılıkla suçlarken...”

Yazmış oldukları beyaz kağıda yazılmış binlerce kara yazı, yüzlerinin karasıdır...

Onlar yazmış olduklarından ve söylediklerinden utanmayacaklar...

Bu Cumhuriyet’in çocukları, Atatürk’ün çocukları onları hiç unutmayacak...

Cumhuriyet’in tarihine Atatürk’ün çocukları mutsuz olmuş, azınlıkta kalmış, olarak geçebilirler...

Ama onlar, azınlık değil çoğunluğun yardakçısı olsalar da, kapkara bir liste halinde kuşaktan kuşağa aktarılacaklar...

Sizleri Cumhuriyet’in Atatürk’ü sonsuz benimsemiş çocukları hiç affetmeyecek...

Bunu böyle bilesiniz Ali Kemal’ler...

neron
04-12-2007, 10:31
http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?tarih=04.12.2007&Newsid=150064&Categoryid=4&wid=122

Mine G. Kırıkkanat mine.gokce@wanadoo.fr 04.12.2007

Yeni çar sünnet meraklısı


Yıl 2004. Avrupa Birliği Konseyi’nde bir basın toplantısı. Salon tıka basa gazeteci dolu. Kürsünün ortasında Vladimir Putin. Sağ yanında Javier Solana, sol yanında Anders Fogh Rasmussen oturuyor. Bir Fransız gazeteci, Vladimir Putin’e Rusların Çeçenistan’da yaptıkları katliamları hatırlatarak Çeçenlerin insan hakları yok mu, biçeminde bir soru yöneltiyor.

Rusya Devlet Başkanı mikrofona eğiliyor. Öfkelendiği belli değil. Ama Rusça verdiği cevabın çevirisi kulaklıklara düştükçe, Javier Solana bembeyaz kesiliyor. Rasmussen, gülümserken donakalan bir heykel. Gazeteciler, şoklanmış balık.

Vladimir Putin’in soruya verdiği yanıt, bırakın insan hakları ihlali, Çeçenleri insandan bile saymayan bir zihniyetin Fransız gazetecinin şahsına küfredermiş gibi tezahüründen ibaret:

“Çeçenistan’daki fanatik İslamcılara özeniyorsanız, Rusya’ya gelin sizi sünnet ettirelim. Bizim ülkemiz çok dinli bir topluluktur, en iyi sünnetçiler bizdedir, sizi işinin ehli bir uzmana göndeririz, öyle bir keser ki bir daha uzamayacağından emin olabilirsiniz!”


***

Yıl 2007. Putin’in Birleşik Rusya Partisi ezici bir çoğunlukla yeniden iktidar. 1 Aralık 1999’da “geçici başkan” olarak Yeltsin’in koltuğuna oturan eski KGB yarbayı, 2000 yılında resmen başkan seçildiği yüzde 52,52 oy oranını, Rusya’yı kendi deyimiyle “dikey iktidar” la yönettiği 7 yılda, yüzde 62,8’e çıkardı ve ülkesini, dünya patron adaylığına taşıdı. Üç ay sonra, güya devlet başkanlığını bırakması gerekiyor. Hiç kuşkunuz olmasın ki, Rusya’da zaten kültürü olmayan demokrasi deneyimi bitmiştir ve diktatör Putin öyle ya da böyle daha uzun yıllar devletin başında kalacaktır.


***

Küfürbazlığı, cüreti bir yana Vladimir Putin bence 21. yüzyıla damgasını vuracak en büyük devlet adamı, en ilginç şahsiyet. KGB yarbaylığı dışında, hukuk eğitimi alan Putin, has bir Rus milliyetçisi. Rusya’da gerçek bir demokrasi kurulabileceğine hiç inanmadı ve haklıydı: Çarlık rejiminden komünizme geçen devasa ülkede, SSCB yıkıldıktan sonraki demokrasi deneyimi yalnızca “özelleştirme” adı altında toprak altı ve toprak üstü kaynaklarını fütursuzca yağmalayan talancılara yaradı. Bugün Putin’in yaptığı, komünistlerin halka zorla kabul ettirdiği diktatoryal bir rejimi, seçim yoluyla halka onaylatarak yeniden kurmaktan ibarettir.

Putin’in devlet başkanlığındaki Rusya’da iktidar, KGB’nin yerini alan ve zaten Putin’in emrindeki Rus Gizli servisleri FSB’dir.

Yedi yılda 22 gazeteci öldürüldü, Ukrayna Devlet Başkanı Yuçenko dahil, Rusya’ya kafa tutan pek çok yabancı zehirlendi, muhalefet susturuldu, medya tamamen Putin’in hizmetine geçirildi.

Ama Vladimir Putin, sadece bunları yapmadı: Rusya’nın kaynaklarını talan eden “özelleştirme” oligarklarını öldürttü, hapsetti, canını kurtarmak isteyenler dışarı kaçtı ve doğal gazdan petrole, her şey yeniden devletin kontrolüne geçti.

Bugün Rusya, dünyanın birinci doğal gaz, ikinci petrol ihracatçısı olarak eski uydularını ve Türkiye dahil Avrupa’yı enerji yollarıyla kendisine bağlamış, Çin’i bağlamak üzeredir. Uranyumdan kömüre, altından demire sınırsız madenlerinden gayri bir tarım devi olarak, 2006 yılında yüzde 6,5 ekonomik büyüme ve dünyanın üçüncü büyük döviz rezerviyle ABD’den boşalmakta olan “küresel lider”liğe adaydır.


***

Vladimir Putin, SSCB’nin yenildiği savaş alanında Rusya’yı küresel ekonomi sayesinde zafere taşımaktadır.

Sen dışarda borçlan, içerde başını bağla ve göbek deliğine hayranlıkla “Ne büyükmüş!” diye bakarak uyu Türkiyem.

Sen, Rus mafyası Akdeniz kıyılarına yatırım yapıyor diye göbek atar ve abazanların Çariçe Katarina’nın torunları nataşalarla alem yaparken...

Tepende oluşan devasa Rusya’nın yeni çarı, ne türban takar, ne sünnete gelir gibi görünüyor!

neron
05-12-2007, 09:15
http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?tarih=05.12.2007&Newsid=150243&Categoryid=4&wid=122

Mine G. Kırıkkanat mine.gokce@wanadoo.fr 05.12.2007

Mutluluk sahte, salaklık hakiki


Bir dünya düşünün ki çocuklar, arabası “baba” olana baba diyor. Büyüyünce akıllanmıyor, bisküvi yiyince astronot olup uzaya gidiyor.

Delikanlılık döneminde kraker ısırınca, komşu kıza göbek attırıyor.

Zaten daldırma çayla kız tavlıyor, kahve içerken de âşık oluyor. Ama ne kadar aptal olursa olsun, kız sürdüğü kokuya vurgun! Onu terk edemiyor.

Fakat kablolu televizyonu yoksa ve Amerikan dizisindeki “artizin” sütyen rengini bilemezse, abazan kalıyor...

Mecburen, sakalını traş ettiği jiletin içinden çıkan robot kızla idare ediyor.

Sonunda ne sürdüğü parfüm, ne traş losyonu, ama lipofize kahvesinin saldığı kimyasal fındık kokusu sayesinde bir kıza yamanıyor.


***

Kavga mı edecekler? Daha keskin olamayan cep telefonlarıyla birbirlerinin üstünü başına parçalayarak dövüşüyorlar.

Zarar yok! Toplu tarifeden cep telefonuyla gece gündüz ucuza konuşup barışıyorlar.

Arabalarına benzin doldururken, eşek arısı kılıklı kız öyle çok çip para veriyor ki, bedava yaşayacaklarına inanıp evleniyorlar.

Evlenmeye karar vermelerinde tabii mobilyada “eskiyi getir yeniyi götür” kampanyasının, Seda Sayan’ın şakıdığı halıların, bir türlü hızlanamamasına karşın Mazhar gitar tıngırdattıkça temizlenen internetin de etkisi var.

Hanım da kendi kendine dolan buzdolabı, sofrayı toplayan bulaşık makinesi, kocasının televizyon gibi seyrettiği sessiz çamaşır makinesiyle mutlu olabiliyor, zaten. Lekeleri soğuk suda çıkaracak deterjanı buldu mu, tamam. Bir de içine makineyi kireçten koruyacak tableti koyduysa, ver eline buharlı ütüyü, değme keyfine.

Bey dersen, kuru fasulyenin içindeki üç beş fazla sucuk halkasına kaynanayla kaynatayı bile çekmeye hazır.

Zaten koku sürmediği, traş olmadığı ve sucuk yemediği zamanlar, maç seyrederek mutlu, gol atılınca orgazm oluyor daha çok.

İki maç arasında ayağa uygun bir kredi bulup çocuk yaparlarsa, yavrunun istikbali tabii ki kredi hesabında.


***

Çocuğun bakımı da pek kolay; bağlıyorsun altına peti, şarkı söyleyip dans ediyor. Ancak çişini söylemeye hiç niyeti yok: Litrelerce işese de kuru kaldığından, poposunda bir paketle dolaşmaktan hiç rahatsız değil!

Bir şekilde büyüyüp gurbete mi gitti? Bu sefer evinizde bal arısı kılıklı çocuklar beslemeye başlıyorsunuz, sizi cep telefonuyla özlediğiniz yavrularınıza bağlıyor, hatta bazen İngiltere’den bile getirip kavuşturuyorlar.

Ve Türkiye böyle yaşayıp gidiyor, sayın seyirciler!


***

Yoksa sizin yaşamınız reklamlardaki gibi değil mi?

Nasıl yaşıyorsunuz peki? Reklamlardan sonra başlayan dizideki gibi mi? Hangi oyuncuya âşıksınız, hangi hikâye sizin hayatınız, hangisi sizsiniz o dizilerdeki?

Belki de cehalet yarışmalarını, kim daha talk salak şovlarını, lahmacun kralının ince kıyılmış soğan esprilerini, mutasyona uğramış hadım evladının müzik otoriteliğini seyredip gülüyorsunuzdur, kah kah.

Oysa siz yaşarken ekran tefecilerine borçlandığınız hayali bir dünyada, gerçek dünyada bir çocuk, taş doldurduğu sırt çantasıyla denize atıyor kendisini, cennet vaadinin peşinde. Hocalar, kızların içindeki cini çıkarmak için uçkur çözüyor. Atatürk ve rasyonel mantık okul kitaplarından çıkarılıyor, İsviçre dağlarının kızı Heidi romanındaki büyükanne hidayete erip tesettüre giriyor, 5 bin imam hatip de yargıçlığa ve savcılığa hazırlanıyor, zaten.

Siz reklamlardaki Türkiye’yi borçlanarak yakalamaya ve ödünç yaşamaya çalışırken satın alamayacağınız mutlulukları, çocuklarınızın çocuklarına ödetilecek dış borç yükleniyor sırtınıza.

Türkiye din diktatörlüğüne kayıyor, sattılar sizi, sattılar kadın erkek eşitliğini, laikliği, hukuk devletini. Ne gam?

Reklamlardaki Türkiye’de Atatürk hâlâ yaşayıp bahçelerden gül derlediği ve siz de televizyon karşısında Ayşe Teyze’nin cipslerini atıştırdığınız sürece...

Selamünaleyküm Türkiya!

Esselamünaleyküm ve tayyibullah!

Ramo
09-12-2007, 13:51
BU gerçeği artık herkes görmeli:

Siyasetçi-bürokrat-vurguncu el ele verdiklerinde, onları kimse durduramıyor.

Bir yolunu bulup, bir kılıf uydurup, bir bahane yaratıp doğanın en güzel parçalarını çalıyorlar.

Dünyamızı alıyorlar elimizden.

Ne orman, ne kumsal, ne koy, ne ırmak, ne koruluk, ne dağ, ne göl kurtuluyor ellerinden.

Boz ayıları, kınalı keklikleri, telli turnaları, yunusları, geyikleri dahi ranta çevirip, bir yolunu bulup satabiliyorlar.

Bizler ise sadece ağlayan birer seyirciyiz.

Güçsüz...

Korkak...

Beceriksiz...

*

Oysa; hiç kimse sizden daha çok pencerenizden görünen koruluğun sahibi değil.

Hiç kimsenin sizden daha çok o ormanda payı yok...

Hiç kimse çocuklarınızın oynadığı yeşil alanda, sizin kadar söz sahibi olamaz...

Hiç kimsenin sizden daha çok hakkı olamaz o kumsal üzerinde...

Hiç kimse sizin kadar sahibi değil; oradaki ırmağın, gölün, sincapların, kuşların, havanın, suyun...

*

Dünyamızı o yağmacılardan korumanın tek yolu var:

El ele verip bizim ve çocuklarımızın olan dünyayı korumak.

Tüm iyi niyetli ve yağmacılarla suç ortağı olmayan derneklerin, vakıfların, toplulukların bir araya gelip, güçlü bir platform kurmaları, birbirlerine yardıma koşmaları gerekiyor.

İnsanların; semtlerde, mahallelerde, beldelerde, kasabalarda, köylerde örgütlenmeleri şart.

Bizler el ele vermeliyiz.

Bu, Kurtuluş Savaşı’mız kadar yüce bir mücadele sayılmalı.

Bu yurt bizim.

Korkak, sessiz, sinmiş, nemelazımcı insanlar asla ve asla güzel bir dünyayı hak etmezler.

Bu yağma karşısında yüreği olan tüm sivil toplum örgütlerini, yüreği yanan sıradan yurttaşları çığlık çığlık çağırıyor yurt...

Lütfen...

Bizler acı çektik, hiç olmazsa çocukların hatırı için...

Uzatın elinizi...

Bekir coşkun/ Hürriyet

Ramo
14-12-2007, 22:25
Kurban


ŞEHİDİN bebeği doğdu.

Şehidin iki çocuğu yetim kaldı.

Şehidi ikizleri uğurladı.

Şehitlik’te Babalar Günü.

Damatlıkla gönderdi...

Kefenle karşıladı...

Şehidin 1 aylık eşi...

Şehit ailesine haciz geldi.

Şehidin sadece bir kez görebildiği

40 günlük bebeği, törene annesinin

kucağında, biberonuyla katıldı.

Şehidin 6 günlük kızı...

Şehidin 2 aylık oğlu...

Şehit babasının resmini öptü.

Şehit babasına asker selamı verdi.

Yırtık çoraplı şehit yetimleri...

*

Bizim direkler sağlam dursun diye...

Direği yıkılmış kaç ev?

*

Unutmayalım, olur mu...

*

Attaaya giden babasının tabutunun ardından bayrak sallayan 5 yaşındaki kızı, resmini öpen 2 yaşındaki oğlanı, yürek yangınını evinde bırakıp, cenazede dimdik durmaya gayret eden 3 aylık gelini, saçını tarar gibi mezar okşayan anneyi...

Unutmayalım.

*

Boşverin, "ikiyüzlü" ve aslında "yüzsüz" taziyeleri, sözde nefret kusan klişe başlıkları, duyguları kayış gibi olmuş siyasilerin salladığı sert tavırlı palavraları, camiye girerken takılan, çıkarken çıkarılan üzgün ifadeli maskeleri...

Boşverin.

*

O son bakışı...

Unutmayalım.

*

Adres:

Mehmetçik Vakfı.

"Kurban" bedeli, 230 lira.

İstersen, hemen şu köşede şubesi bulunan, Ziraat, Vakıflar, Halk, İş, Garanti, Finansbank, Oyak ve Türk Ekonomi bankalarına... İstersen, bir tık uzağındaki, www.mehmetcik.org.tr adresinden, kredi kartınla.
----------------------------------------------
Kasap bizim kurbanı kaçırdı.
O önde bıçakla biz arkada,Mahallenin çocukları işin gırgırında,70 lik babam nefes nefese..
Hayvanda bıçak korkusu
Ha babam de babam.2 saat kovalamaca.
Epey bir sokak gezdik.

Sonunda...
Bir daha yaşamayacağım.Mehmet e emanet ettim.Allah kabul etsin.

buena vista
15-12-2007, 10:07
Kesif bir umutsuzluk bulutu çöktü, ülkenin duyarlı insanlarının üzerine...
Hangi sofraya otursanız, hangi toplantıya katılsanız, sanki bir bozgun karargâhındasınız:
Son düşen kalelerin haberleri geliyor cepheden birer birer:
Yargı da gitti.
Medya da gitti.
Türk-İş de gitti.
YÖK de gitti.
Her haber, manşet manşet karartıyor gözlerdeki yılgınlık bulutunu... Dokunsanız nimet değil, hezimet yağacak. Havada ağır bir teslimiyet kokusu var.
***
ODTÜ'de Erdal İnönü'yü andık önceki gün...
Herkes onunla ilgili güzelim hatıralar anlattı. Kardeşi Özden Toker'in bir anısı, salonu güldürdü:
Erdal Bey, sözlükte "merak" kelimesinin karşılığına bakmış. Okuduğuna inanamamış:
"Üstüne vazife olmayan işlere karışmak..."
"Merak"ın böyle küçümsendiği bir "Herkes işine baksın" toplumu burası... Üstüne vazife olmayan işlere karışanların yadırgandığı, hatta yargılandığı bir coğrafya...
Erdal Bey, hep "Merak edin" dermiş öğrencilerine...
Sonradan karşılaştıklarına da "Ne keşfettin?" diye sorarmış.
"Batı'dan 300 sene geri kalmamızı, merak eksikliğine bağlardı" dedi Özden Toker...
Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Mehmet Tomak da Erdal Bey'in bu "300 senelik fark"a değindiği bir konuşmasını hatırlattı.
Şubatta İstanbul Kültür Üniversitesi'nden "onursal doktor" unvanı alırken şunları söylemiş:
"800 yıl önce, 1100-1200'lerde Batı Avrupalılar İslam bilginlerinin kitaplarını tercüme edince görüyorlar ki, Doğu'da, o zaman İslam âlemi denilen bölgede bilim daha ileride... Sonra değişmiş bu durum... Bunu öğrenince kendi kendime dedim ki;
"Yine değişir!"
"Bunun için yapılacak şey, bugünkü duruma bakmadan, 300 yıllık gecikmenin bize bıraktığı geri durumu düşünmeden, umutla bir şeyler yapmaya çalışmaktır."
***
Başa dönersek:
AKP, ikinci döneminde kadrolaşma atağına hız verdi.
Neredeyse her iki seçmenden birinin oyunu almış olmanın şişinmesiyle, Cumhurbaşkanlığı'ndaki freni bertaraf etmenin güveniyle ve "Ben yaptım, oldu" cüretiyle gidiyor.
Yargıda, medyada, dış politikada tehlikeli oyunlar oynuyor.
Karşısında etkili bir muhalefet olmamasının keyfini sürüyor.
Ama hem zaferle başı dönen AKP'nin, hem ümitsizce sinen muhaliflerinin unuttuğu bir gerçek var:
Türkiye seçmeni 1991'den beri, "yüzer-gezer" hale geldi.
2002 seçiminde, daha önce oy verdiği partiyi değiştirenlerin oranı yüzde 44'ü buldu.
Yani seçmenin neredeyse yarısı, artık parti sadakatiyle oy vermiyor; o gün çıkarı kimden yanaysa, konjonktürel rüzgâr kimin yelkenini şişiriyorsa, ona veriyor.
İş, o rüzgârı değiştirebilmektir.
"Nereye gidiyoruz?" diye panikleyip dövünmek yerine silkinip halkın karşısına güçlü bir iktidar alternatifi koyabilmektir.
"Bugünkü duruma bakmadan umutla bir şeyler yapmaya çalışabilmektir."
Silkiniş çarelerini "merak" edebilmek, üstümüze vazife olmayan işlere karışabilmektir.
Bunu yaparsak?
Erdal İnönü'nün dediği gibi:
Yine değişir.

can.dundar@e-kolay.net

Master
21-12-2007, 11:38
Yılmaz Özdil
yozdil@hurriyet.com.tr

Çürük raporu


HAVA, ustura.

Dışarsı, eksi 12...

308 kişinin yattığı teneke tavanlı koğuşta, sobalar cayır cayır yanıyor ama, anca kendini ısıtıyor, donuyoruz.

Hele ben...

Kar denilen hadiseyi görebilmek için 50 kilometre yol yapıp Spil Dağı’na giden, İzmirli... Üç fanila, çift don, biri uzun, ata toprağından hediye keçe çorap, nafile, bana mısın demiyor.

"Dikkaaaat!"

Ulan ne oluyor?

Bölük komutanı gelmiş.

Saat gece yarısı, hayırdır?

"Giyinip, dışarda toplanın arkadaşlar" dedi komutan... Eğitimde canımıza okuyan o sert adam gitmiş, zannedersin babam gelmiş, sesinin tonunda şefkat... Kara kara düşünceli, dalgın sanki... Çıktı dışarı. Biz de apar topar giyinip, toplaştık koğuşun önünde.

Tabip asteğmen orada.

Ve, öğrendik.

308 kişiden biri menenjit.

Sanırım ayvayı yedik.

Meğer, ateşlenen arkadaşımızı revire götürmüşler, orada anlaşılmış ki, vaziyet kötü... E bulaşıcı aynı zamanda... Arkadaşımızı hastaneye, bizi de tek tek kontrol için revire.

Karantinaya alındık.

307 kişi temiz çıktı.

Koruyucu ilaçlar filan...

1 hafta sonra hayat normale döndü.

Hastaneye ziyarete gittik... "Çürüğe ayırıp" evine göndereceklerini tahmin ediyorduk. Öyle olmamış. "Canıma kıyarım" demiş.

- Oğlum olmaz öyle şey.

- Olur!

Çaresiz, devam kararı vermişler. Hastanede, kontrol altında ama, asker... Çürük değil. Asla.

*

Günler geçti, 8 ay bitti, bizimle birlikte terhis oldu o arkadaşımız... Kulakları çınlasın diyemeyeceğim, çünkü o ilk vurgunda, bir kulağını kaybetti maalesef... Ama aslan gibi gitti memleketine, huzurla.

*

Dün okuyorum...

Şırnak’ta düşüp ölen Gebzeli er Recep Karaca, meğer, kalbinin delik olduğunu saklamış... Delikmiş ama, mangal gibiymiş o yürek.

Ailesi desen...

"Recep gitti, başkaları yaşasın" demiş, evlatlarının organlarını bağışlamış hiç tereddüt etmeden.

*

Ve, DTP Genel Başkanı.

Bana sorarsanız, askerlik yapmak istemiyorsa, yapmasın... Ama "çürük raporu" sahteyse, yanına da kalmasın.

10 yıl mı yer, orasını bilemem.

Şurasını biliyorum...

O "sahte çürük raporu"nu ona kim verdiyse, en az iki katını yesin!

*

Yarısı, sahtecilikten.

Yarısı da, hasta oldukları halde bırakmayanlar, gizleyenler için... Bu çocukların vatan borcu varsa, vatanın da onlara borcu var

neron
22-12-2007, 23:52
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/7906413.asp?yazarid=17&gid=61&sz=31938

22 Aralık 2007

Ege CANSEN
ecansen@hurriyet.com.tr

Stresle başa çıkmanın 101 yolu


(Bu yazıyı buzdolabının kapağına asın) SABAHLARI 15 dakika erken kalkın. Sabah için, akşamdan hazırlık yapın.

Vücudunuza dar gelen kıyafet giymeyin. İlaçla yaşamaktan kaçının. Randevularınızı önceden ayarlayın. Hafızanıza güvenmeyin; mutlaka yazın. Aracınızı, bozulmadan servise götürüp bakım yaptırın. Her kilidin yedek anahtarını yaptırın ve belli yerlerde bulundurun. Daha sık "hayır" deyin. Yapacaklarınızı öncelik sırasına sokun. Zamanınızı israf etmeyin. Öğle ve akşam yemeklerini basitleştirin. Kötümser insanlardan uzak durun. Önemli evrakın birden fazla fotokopisini çektirin. Evde çalışmayan ne varsa tamir ettirin. Yapmaktan hoşlanmadığınız işler için yardım isteyin. İhtiyaçlarınızı önceden belirleyin. Bir defada yapılması zor büyük işleri, küçük parçalara ayırın. Etrafı toplayın, dağınıklıktan kurtulun. Gülümseyin. Bebekleri gıdıklayın. Dost bir kediyi veya köpeği okşayın. Kendinizi, bütün soruların cevabını bilmekle yükümlü hissetmeyin. Bazı şeyleri de bilmeyin. Karşılaştığınız insanlara, onların hoşuna gidecek bir şey söyleyin. Yağmur yağmasını isteyin; yağınca yağmurda yürüyün. Arada bir çarşı hamama gidin. Kendi kendinize, nerede eski günler, her şey daha güzeldi demekten vazgeçin. Verdiğiniz kararın ne anlama geldiğini iyi düşünün. Kendinize güvenin. Nüktedan olun. Sizi mutlu edecek bir şey yapmayı yarına bırakmayın. Hiç tanımadığınız insanlara yürekten bir merhaba deyin. Eski bir arkadaşlarınızla karşılaşınca ona sıkıca bir sarılın. Hava açıksa, gece yıldızları seyredin. Bir şarkıyı ıslıkla çalmayı öğrenin. Arada bir şiir okuyun. Kendinize bir demek çiçek alın. Bir çiçek koklayın. Yardım istemekten çekinmeyin; alamazsanız üzülmeyin. Görünüşünüze özen gösterin. Her şeyi kararında yapın; ifrata kaçmayın. Nerede gerekiyorsa, orada mutlaka gerekli emniyet tedbirini alın. Daima daha iyisini yapmaya çalışın, ama mükemmeliyetçi olmayın. Resim ve heykel sergilerini gezin. Ayakkabınızı boyatın. Berbere gidin. Kendi kendinize bir şarkı mırıldanın. İyi bir müzik dinleyicisi olun. Kendi kendinize yetmeyi öğrenin. Her gün biraz idman yapın; her fırsatta yürüyün. Dünyanın en yetenekli insanı olmadığınızı kabul edin; gerekiyorsa elimden ancak bu kadar geliyor deyin. Yeni moda birkaç şarkıların sözlerini ezberleyin. İşe erken gidin. İşe her gün aynı yoldan gitmeyin. Amirinizden izin alıp bazen işten erken çıkın. Kırlarda dolaşın. Maça gidip bağırın. Başkaları dilemeden, siz onlara iyi günler dileyin. Teşekkür edin. Arabanıza güzel koku yayan bir alet koyun. Evde kendi kendinize yemek pişirin, güzel bir sofra kurun, sonra da afiyetle yiyin. Başkalarını adam etmekten vazgeçin. Severken karşılık beklemeyin. Sinemada film seyrederken patlamış mısır atıştırın. Bir ağaç, olmazsa bir çiçek dikin. Şişmanlamayın. Hatıra defteri tutun. Bir hela temizleyin. Káğıttan bir uçak yapıp uçurun. Bir derneğe veya kulübe girin, arkadaş edinin, toplantılara katılın. Mutlaka yeterince uyuyun. Az konuşun, çok dinleyin. İş arkadaşlarınıza ve dostlarınıza iltifatı esirgemeyin. Bir güne yapılacak çok şey tıkıştırmayın. Acelesiz yaşayın; daha önünüzde yaşanacak çok güzel günler var. Stresli davranmak, doğuştan gelen değil, sonradan kazanılan kötü bir huydur; bunu unutmayın.

(Listeyi veren Dr. Naci Yıldızalp Ağabey’e teşekkür ederim.)

Son söz: Öfkeyi, kendinize zevk edinmeyin.

meraklı
25-12-2007, 08:57
İstanbul Sanatçılar Kahvehanesi'nde çaylar tazelenmiş, sohbet koyulaşmış. Az sonra kahvehanenin önüne Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Müdürlüğü'nün kamyonu yanaşıyor.
Kamyonun tamponundaki tabelada "Mebus olursun, ama sanatçı asla" yazıyor.
Direksiyondaki belediyeci el frenini çekip kahvenin kâhyasına sesleniyor:
"-Sanatçı var mı?"
"-Var abi... Kaç tane lazım?"
"-5 adet!"
"-Hemen ayarlarız. Hangisinden istersin: Dramcı var, komedici var, dans edebileni var."
"-Şöyle tanınıp bilinmişlerden olsun. 35 adet de yardımcı alıcaz."
"-Yardımcı oluruz abi...
"-Ama konservatuvarlı olacak.
"-Bizde hepsi oralı..."
Kamyoncu, elindeki ihale duyurusu çıktısına bakıyor. İhtiyaç listesi kabarık... Hepsi "tane tane" yazılmış:
"-Pedagog da var mı?
"-Buluruz, kaç tane istersen..."
"-Tamam. 2 adet pedagog, 5 adet dekorcu, 7 adet aksesuarcı, 9 adet de halkla ilişkilerci lazım. Bayanından...
"-Çok para tutar yalnız, haberin olsun..."
"-Valla ihale usulü... İş, en düşük teklif verene gidecek; orasını sen düşün... 25 adet de figüran seç bana... Enstrüman çalanından var mı?"
"-Zurnacılar var bizim...
"-Tamam 20 adet de onlardan ekle..."
***
Milliyet'ten Mehmet Demirkaya'nın haberini okuyunca bu sahneyi hayal ettim.
Bence yılın haberiydi. Haberden de öte, 2000'ler Türkiye'sinin acı bir belgesiydi:
Büyükşehir Belediyesi, Kamu İhale Kurumu'nun internet sayfasında "Sanatçı ve teknik eleman personel hizmeti alınacaktır" diye ihale duyurusu yapmış.
İhalenin niteliği bölümüne de "168 adet sanatçı hizmet alımı" diye yazmış.
Dikkat edin: "adet"le sanatçı alınıyor.
Aranan özellikler belirtilirken, "istisnai roller" oynayacak "5 adet oyuncu"nun "tiyatro çevresince tanınmış ve kabul görmüş" olma koşulu belirtilmiş.
Alınacak sanatçılar için düzenlenen ihaleye isteyen teklif verebiliyor. En düşük teklifi veren rolü kapıyor.
***
İstanbul Belediyesi'nden bir üzüntü mesajı bekledim. Nihayet dün, sanatçı alımı için başka bir yöntem olmamakla beraber "sanatçı" ve "ihale" sözcüklerinin yan yana gelmesinden rahatsız olduklarını bildiren bir açıklama yaptılar.
"Bundan böyle daha hassas oluruz" dediler.
Oysa yıllardır yapılanlar, hem son yapılanı sürpriz olmaktan çıkarır hem de bundan böyle yapılacakların garantisi sayılır.
Aynı kafa, daha önce heykellere tükürmedi mi?
Karikatüristleri en sudan bahaneyle dava etmedi mi?
60 yıldır aralıksız perde açan kurumu "arı kovanı"na benzetmedi mi? O kurumun genel müdürünü sansüre direndi diye görevden çekmedi mi?
Tarihi tiyatro sahnelerini kapatıp yıkım emri vermedi mi?
Kaygılarını dile getiren sanatçıları "Çeksin gitsin" deyip dava açmakla tehdit etmedi mi?
Televizyonlara belli sanatçılar için "Çıkarmayın, başınız yanar" yollu şantaj mesajları göndermedi mi?
Şimdi belediyeye ofis malzemesi alır gibi tiyatrocu alınmasına şaşmamalı...
Ne yazık ki bu tavır, "zaruri bir işlem"in değil, sanata ve sanatçıya yönelik, tırmanan bir saygısızlığın ürünü...
İhaleyi ve tepkileri izleyip göreceğiz:
Bakalım kaç "tane" sanatçımız varmış.

can.dundar@e-kolay.net

meraklı
27-12-2007, 16:20
Patlıcan...


"OYUNA gelmeyelim."

"Bizi bataklığa çekmeye çalışıyorlar."

"İkinci Sarıkamış faciası olur!"

"Harekát fayda sağlamaz."

"Hukuka göre, işgalci oluruz."

"Dağı taşı bombalamak manasız."

"CHP savaş çığırtkanlığı yapıyor."

"MHP savaş kışkırtıcılığı yapıyor."

"Harekát istemeleri bahane, asıl amaç, AK Parti’yi yıpratmak."

"Sınır ötesine karşıyım, çünkü daha önce defalarca yaptık, sonuç alamadık."

"Askeri müdahale başarısız olur."

"Harekát naraları atan faşistler..."

"İçerdeki teröristler bitti mi ki, Kuzey Irak’takilerle uğraşma safahatına gelinecek?"

"Demokrasimize gölge düşürür."

"AB’ye karşı zorda kalırız."

"Aksine, PKK güçlenir."

"Operasyon yapalım diyenler, politika ve uluslararası ilişkilerde bilgisiz... Ya da gizli niyetleri var!"

"Cahil tamtamları."

"Sınır ötesi harekát isteniyor ama... Son haftalarda yaşanan baskınlar, silahlı kuvvetler için bir amatörlük görüntüsü vermiyor mu?"

*

Hatırlarsınız...

Çok değil, alt tarafı bir ay önce bunları diyordu, "embedded" arkadaşlar.

*

Bugün ne diyorlar?

"Hainlere ağır darbe."

"İnleri yerle bir edildi."

"Kaçacak delik arıyorlar."

"Tam isabet."

"Harika zamanlama."

"Ayak izlerini bile görüyoruz."

"AK Parti’nin başarısı."

"AB arkamızda..."

"Gurur duyuyoruz."

"İftihar ediyorum."

"Göğsüm kabardı."

* * *

Padişahın canı patlıcan çekmiş...

Yapmışlar, afiyetle yemiş ve demiş ki:

"Şu patlıcan ne güzel sebzedir."

Dalkavuk onaylamış:

"Ağzınızın tadını biliyorsunuz... Öyle lezizdir ki, 40 çeşit yemeği olur, tatlısı olur, turşusu olur... İnsan yemeğe doyamaz, parmaklarını yer."

Ertesi gün.

Padişah tersinden kalkmış...

Bir gün önce çok beğendi diye, gene patlıcan yapmışlar, sofrasına getirmişler.

Kükremiş bu sefer...

"Ne bu yahu, her gün patlıcan patlıcan, bari bi şeye benzese!"

Dalkavuk atılmış hemen...

"Haklısınız valla! Ne yemeği yemek, ne tadı tat, zaten kara kuru bi şey."

Padişah kızmış:

"Sen değil miydin, daha dün, patlıcanı yere göğe sığdıramayan? Alay mı ediyorsun benle?"

Dalkavuk eğmiş boynunu...

"Aman padişahım, yanlış anlaşılmasın" demiş, "ben sizin dalkavuğunuzum, patlıcanın değil."

Yılmaz ÖZDİL

Ramo
29-12-2007, 20:57
TAKAYASU hastası.

Bakanların kankası.

Dursun Uyar hapse girdi...

Bana sorarsanız, haksızlık edildi.

*

Bakın, iki örnek vereyim size.

*

Biri, rahmetli Ecevit.

Hayali, Köykent Projesi’ydi.

30 yıl kafa yordu, en son başbakan oldu, "bu son fırsatım" dedi, pilot bölge seçti.

Neresi?

Ordu’nun 9 köyü.

Ne yaptı oralarda?

Eşek bile yürüyemiyordu, 160 kilometre yol yaptı, uçak indirirsin, 4’er şeritli.

İki bardak yağmur yağınca çoluk çocuk boğuluyorlardı, köprüler yaptı.

Zehirleniyorlardı, derelere akıtılan foseptikleri kapattı, kanalizasyon yaptı.

Karda kışta tulumba basıyorlardı, içme suyu şebekesi yaptı, her eve bağladı.

Telefon yoktu, bağladı.

Park yoktu, yaptı, 13 tane.

Yani?

Yani... Türkiye’de hiç kimseye faydası olmadıysa bile, bu 9 köye oldu.

Kaderlerini değiştirdi.

Sonra?

Sonra, seçim oldu.

1.200 seçmen vardı.

Kaç oy aldı biliyor musunuz?

4.

Rüyalarında bile göremeyeceklerini aldılar, günahlarını bile vermediler!

*

Öbür örnek...

"Davul tozu minare gölgesi holding"in sahibi, dini bütün bir arkadaş.

Zihin okuyan cihaz icat etti!

Topladı ahaliyi camiye, anlattı...

"Bu cihaz, beyinlerden geçen düşünceleri okuyor, yazıya döküyor, ama henüz tam geliştiremedik, şimdilik 72 saatlik okuyor."

Tam geliştirince ne olacakmış?

Onu da anlattı...

"Bu cihazı geliştirirsek, kainatta mevcut bulunan, uzaydaki Hazreti İsa’nın, Hazreti Muhammed’in hayatta yaşadığı ses dalgalarını alacağız, süzeceğiz, televizyonlarda canlı olarak yayınlayacağız."

Netice?

Bu projeye, 2 milyar Euro verdi ahali.

2 milyar Euro!

*

Şimdi ağlıyorlar...

Faizden vazgeçtiler, ödedikleri ana paranın uzaydan geri gelmesini bekliyorlar.

*

Lütfen bir daha okuyun...

Dursun’un suçu var mı?


Yılmaz Özdil

buena vista
31-12-2007, 08:22
Tufan TÜRENÇ
tturenc@hurriyet.com.tr


BİR ülkenin cumhurbaşkanı, başbakanı... Bakanlarının, milletvekillerinin bir ikisi dışında hemen tümü...

Eğer opera, bale ve klasik Batı müziği izlememişse, izlemiyorsa, o ülkenin kültür düzeyi mümkün değil yükselmez.

Ve o ülke tıpkı bizim gibi vıcık vıcık bir kültür yozlaşmasına uğrar.

İşte böyle bir ülkede çok büyük çoğunluk da Fazıl Say’ı, onun ruhundaki travmaları anlayamaz.

Ve oturduğu yerde Başbakan Erdoğan’ın lütfuyla milletvekili olan eski şarkıcı, ünlü dizilerin yapımcısı Osman Yağmurdereli de kalkar Fazıl Say için şöyle der:

"Bu kardeşimizin acaba hangi CD’si Türk halkı tarafından beğenilip rağbet gördü, çok sattı, hangi klasik bestesi? Ne yaptı da bu kadar şöhretli oldu?"

Ben biraz Osman Bey kardeşime Fazıl Say’ın ne yaptığını anlatayım.

Fazıl Say bir dünya sanatçısıdır.

Yılda ortalama 130-140 konser verir. Bu konserlerin sadece 10’u, 15’i Türkiye’dedir. Gerisi dünyanın dört kıtasındadır.

Piyano virtüözü olarak dünyanın en önde gelen sanatçılarından biridir.

2008 ve 2009 konser takvimi bugünden dolmuştur.

Bu konserlerinin çoğunda sanatçıya dünyanın en ünlü orkestraları ve şefleri eşlik eder.

* * *

Osman Bey’e anlatmaya devam edelim.

36 yaşındaki sanatçının 25 klasik bestesi, 9 albümü, 15 tane de uluslararası ödülü var.

Fazıl Say dünyanın dört bir yanındaki konserlerine yetişebilmek için günlerini uçaklarda ve havaalanlarında geçirmek zorunda kalıyor.

En büyük sıkıntısı ise vizeler.

Avrupa’nın birçok ülkesi kendisine pasaport vermek için can atıyor.

Ama o "Ben Türk’üm, bütün vize zorluklarına katlanırım, çünkü dünyayı ay yıldızlı pasaportla dolaşmak istiyorum" diye bu önerileri yıllardan beri geri çeviriyor.

Osman Yağmurdereli sanatçı hakkında daha geniş bilgi edinmek istiyorsa bunu internetten, ansiklopedilerden ve arşivlerden kolayca elde edebilir.

Belki o zaman "Ne yaptı da bu kadar şöhretli oldu" gibi ucuz ve anlamsız sözler sarf etmez.

Osman Bey kızmasın, Fazıl Say’a teşekkür etsin.

Keşke Fazıl Say gibi bir iki kişi dışında öteki sanatçılarımız da ülke için duydukları endişeleri dürüstçe söyleyebilseler.

Ülkemizin ortaçağ karanlığına sürüklenmesine karşı çıksalar.

Hiç kuşkunuz olmasın sanatçıların tepkisi her iktidarı inanılmaz şekilde etkiler.

* * *

Bence Cumhurbaşkanı’na, Başbakan’a yakın olan gazeteci arkadaşlarımıza da büyük görevler düşüyor.

Bu arkadaşlarımız onların masalarına oturabiliyorlar.

Uçaklarına biniyorlar.

Onlarla konuşabiliyorlar.

Bu az buz bir mazhariyet değildir.

Onlara düşüncelerini söyleyebilirler, eleştirilerini yöneltebilirler.

Laik, demokratik cumhuriyetin vazgeçilemezliğini anlatabilirler.

Bunu yaparlarsa hem sempati besledikleri iktidara iyilik etmiş olurlar, hem de daha az hata yapmasını sağlarlar.

Örneğin Cumhurbaşkanı’na AKP’nin noteri olmadığını, 70 milyonun cumhurbaşkanı olduğunu anımsatabilirler.

Bir iktidarı eleştiriler değil, yandaşlarının şak şakları yıkar.

Tarih bunun örnekleriyle doludur.

buena vista
01-01-2008, 10:24
1 Ocak 2008

Yalçın DOĞAN


7.400, evet yedi bin dört yüz dava. 30 milyar dolarlık özelleştirmeye 7.400 dava açılıyor.

Bu yirmi yıllık özelleştirmenin hukuk bilançosu. Yirmi yılda 30 milyar dolarlık özelleştirme yapılıyor ve buna karşı 7.400 dava açılıyorsa, özelleştirmelerde hukuk artık guguk oluyor. Başka anlamı yok.

Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın ünlü sözü herkesin kulağında. "Babalar gibi satarım". Özelleştirmeler eleştirildiği zaman, bakanın bu eleştirilere karşı verdiği yanıt bu.

Babalar gibi satarım, ne demek. İstediğim gibi satarım, kimseyi takmam, bana kimse karışamaz, demek. Karışan bir kurum var. Yargı.

İSMMMO DOSYASI

Ben özelleştirmelere karşı değilim. Ekonomiyi yıllarca sırtında taşıyan KİT’ler hızla kural dışına kayıyor. Onların işlevi değişiyor:

1-Devlet eliyle fert zengin etmek.

2-Verimsiz işletme nedeniyle, enflasyona kaynaklık etmek.

Bunların verimli hale getirilmesi, ekonomiye yük olmaktan kurtarılması gerek. Bunun için özelleştirme kaçınılmaz. Ama, hukuk ve ekonomi kuralları çerçevesi içinde. Bir yandan rekabete dayalı, açık ihaleler, öte yandan orada çalışanların haklarının güvence altına alınması. Özelleştirme sonrasında verimli işletmelere dönüşmesi.

Bu amaçlar kağıt üstünde kalıyor. Pratik çok farklı.

Geçenlerde İstanbul Serbest Muhasebeciler Mali Müşavirler Odası’nın (İSMMMO) yayınladığı "Özelleştirme Dosyası", babalar gibi satmanın, hukuki sonuçlarını yayınlıyor.

İncelenen dönem yirmi yılı kapsıyor. Ama, son yıllardaki çarpıklık çok daha belirgin.

BU BİR SKANDAL

Açılan 7.400 dava Türkiye’nin aynası. Şu gerekçelerle açılıyor:

Görevi ihmal, görevi kötüye kullanma, kamu kaynaklarına zarar verme, arsa spekülasyonu, rant yaratma, tekel ve kartel oluşturma, haksız rekabet ortamı yaratma, vergi kaybı.

Bu lafların Türkçesi, bu özelleştirmelerde, bir bit yeniği var, demek. Kendi keyfine göre peşkeş çekmek, o kurumu gözüne kestirdiğine vermek, gibi.

Dünyanın her yerinde özelleştirme var. Ancak, hiçbir ülkede, bu kadar çok dava açılmıyor.

7.400 dava demek, hemen her özelleştirmenin mahkemelik olması demek.

Benzer örnekte bir başka ülke var mı? Bu bir skandal.

Açılan 7.400 davanın dört bini sürüyor. Sonuçlananların önemli çoğunluğu, hukuk diliyle, idare aleyhine. Yani, olmadı baştan.

Dosyayı hazırlayan İSMMMO yetkililerine, lehte ve aleyhte sonuçlanan dosya sayısını soruyorum, "onun üzerinde henüz çalıştıklarını" söylüyorlar.

2008 yılında öngörülen büyük özelleştirmeler var.

Halk Bankası, Karadeniz Bakır İşletmeleri, SEKA, Türkiye Demir Çelik İşletmeleri, Türkiye Elektrik Dağıtım A.Ş., Tekel, Türkiye Denizcilik İşletmeleri bunların bazıları.

Hepsi de yağlı kuruluş. Siz şimdi seyredin gümbürtüyü.

Yeni yıla onlar nasıl girdi

12 milyon 930 bin kişi. Nüfusa oranı yüzde 17.81.

Türkiye İstatistik Kurumu çalışmasına göre, Türkiye’de 12 milyon 930 bin kişi yoksulluk sınırı altında. Türkiye’de yaşayan her 5.4 kişiden biri yoksul.

Ne demek yoksulluk? İnsanın temel ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak olması. Açlık sınırının bir üstü. Açlık, gıda harcamasının insana yetmemesi, açlıktan ölmesi. Yoksulluk, gıda ve gıda dışı harcamaların yetmemesi.

Dünyanın 17. büyük ekonomisi diye övünülen, her yıl şu kadar büyüyoruz, diye yere göğe konamayan Türkiye’de her beş kişiden biri yoksulluk sınırında. Bu genel bir rakam.

Kırsal kesimde durum daha vahim. Kentlerde yoksulluk oranı yüzde 9.31 iken, kırsal kesimde yüzde 31.98. Yani, kırsalda her üç kişiden biri yoksul.

Onlar acaba yeni yıla nasıl girdi? HÜRRIYET

buena vista
06-01-2008, 16:47
YILBAŞI ertesinin gazete ve televizyonlarında en çarpıcı haber geçen yılbaşının tekrarı olsa da, Taksim'deki "hayvanlık"tı. "Hayvanlık" diyerek hayvanlara hakaret ettiğimizin farkındayız ama, en hafifi bu!
Yılbaşında Taksim Meydanı'nda kadınlara, kızlara saldırıldığı artık bir memleket gerçeği; aklı başında olan bir kadın, bir kız o gece Taksim'e çıkmaz.
Oysa çıkması gerekir, lakin madem devletin gücü, onu bu hayvanların elinden kurtaramıyor, o zaman "yılbaşı gecesi Taksim'e çıkmak özgürlüğü"nden vazgeçeceksin.
Şimdiye kadar nelerden vazgeçmedin ki!
* * *
EĞER "hayvanların" saldırısına uğrayanlar, Türk kızları, kadınları olsa böyle söylemek kolay...
Avusturya'dan gelmiş, Litvanya'dan gelmiş zavallılar, ne bilsinler Taksim'deki hayvanları...
Oysa onları da Türkiye'ye girerken uyarmak gerek:
"Yılbaşı gecesi Taksim'e gitmeyin!"
* * *
HANİ "Türkiye'yi Tanıtma Fonu" vardı ya, geçen gece Taksim'deki "hayvanlıktan" sonra, o fonun beş mislini, elli mislini, yüz mislini dağıtsanız, o görüntüleri unutturamazsınız.
Nasıl da kızlara saldırıyorlardı, ellenmedik, mıncıklanmadık yerleri kalmamış, zavallılar ciyak ciyak bağırıyorlardı. Hele bir herif; İranlı olduğu anlaşıldı.
Zavallılar bir eczaneye sığınmışlar, eczane sorumlusu Kemal Avcı kızları içeriye almış, kapıyı kapatmış. Saldırganlar kapıyı, camı zorlamaya başlamış, neyse eczacı, 155'e telefon etmiş, polis çağırmış, hem eczaneyi, hem de yabancı kızları kurtarmış...
* * *
SONRASINI biliyorsunuz, kızlar şikâyetçi olmamışlar, kim bilir ne kadar korktular. Saldırganlara adam başı 57 YTL ceza kesilmiş, ne zaman ödeyecekleri de belli değil... Hele o İranlı...
Kızlar İranlı için "Bizi korudu!" demişler...
Zavallılar şaşkın, kim bilir hangi şart altında böyle demişlerdir.
Peki, diyelim bizimkiler yasa gereği 57 YTL ile paçayı kurtarıyorlar, ya o İranlı, her televizyon görüntüsünde en başta o, bu nasıl korumaksa...
"Beni asarlar, beni hapse atarlar!" diyen siyasi suçluları karşı tarafa teslim eden polis, acaba bu adamı gözaltında tutup ertesi sabah sınır dışı edemez miydi?
Hayır, adam serbest, yine Taksim'e çıkıyor, bereket bir genç kız "Utanmıyor musun, rezil ettin Türkiye'yi!" diye azarlıyor.
Ağzına sağlık!
Olay bitti mi?
Bizce bitmedi...
O azgın hayvan sürüsünün elinde kızları kurtaran eczacı Kemal Avcı ve arkadaşlarına kuru bir teşekkür bile yok!
Dükkânının tahrip edilmesini ve yağmalanmasını göze alan bu insanlara, bu şehrin Vali'sinin, Emniyet Müdürü'nün, Belediye Başkanı'nın bir borcu yok mu?
Türkiye burası; insanın iyisi değil, kötüsü makbuldür.
Vali, Emniyet Müdürü, Belediye Başkanı hep birlikte, Filibe Eczanesi'ne gidip teşekkür etseler, ayakları mı aşınır?

h.pulur@milliyet.com.tr

AnnE
06-01-2008, 18:39
Pazenci Cemil demiş ki ;

Ben AKPlileşmiyorum, AKP Cemil İpekçi'leşiyor...!!!

Yorum : Doğru laf.

AnnE
10-01-2008, 10:45
10 Ocak 2008

Yılmaz ÖZDİL
yozdil@hurriyet.com.tr

Memleketim...

İran gaz verirse...

Kesinti olmayacak.

ABD istihbarat verirse...

Teröristi vuracağız.

Yağmur yağarsa...

Sular akacak.

Yabancı para gelirse...

Büyüyeceğiz.

*

Durum kontrol altında yani.

*

Bu "gönül rahatlığı"yla oturdum ekran karşısına, televizyon seyrediyorum... Kredi kartından batan biri, delirmiş; kayınpeder kaynana baldız komşu, 4 kişiyi öldürüp 5 kişiyi yaralamış, sonra da intihar etmiş... Daha önce akrabasını öldürüp "iyi hal"den 13 ayda serbest bırakılan biri de, bu sefer, eşini ve 6 çocuğunu katletmiş... Huzurevine emanet edilen dedeyi çırılçıplak soymuşlar, cep telefonuna kaydedip, kahkahalarla gülüyorlar; ninemin biri yerde yatıyor, birini tokatlıyorlar, biri "doktoor, doktooor" diye yalvarıyor. Yeteri kadar "ilginç" olmamış ki, Mahsun Kırmızıgül’ün son filminden "ihtiyarlara dayak" sahneleri ilave ediliyor. "Sağlıkta devrim" şahane gidiyormuş bu arada, ilaç olmadığı için beyin ameliyatları yapılamıyormuş; profesörler, "mümkünse, bu sorun halledilene kadar kalçanızı malçanızı kırmayın, protez de yok" diyor.

Şükür, bitti haberler...

Show’u seyrediyorum, Acun kutu açtırıyor, yarışmacı ağlıyor; acil paraya ihtiyacı var, yaş 48, borç gırtlakta, 2 çocuk, ev kira... Yüreğim kaldırmıyor, D’ye zaplıyorum... Lösemili çocuğu için patronla yatan Şehrazat’ı kaçırmışlar. Şak... En heyecanlı yerinde, araya tanıtım giriyor; pansiyonu basmışlar, polis Necla’yı fuhuştan götürüyor, yapraklar dökülüyor. Atv’ye zaplıyorum... Orada da "sosyal içerikli" bir dizinin tanıtımı var; kadınlar hapiste... Necla’yı da buraya getirirler mi acaba? Şaka şaka... Zaplıyorum; Fox’ta Ahmet Çakar... "Spor programı galiba" diyorum, meğer yarışma programı... İşten atılmış, 2 senedir boşta geziyor, elde avuçta olan suyunu çekmiş, banka hacizi gelmiş, cebindeki para arkadaşından aldığı 50 lira, 2 kız evladı var; üstelik, "Ankara’nın eski adı Ancyra’nın ne anlama geldiğini" bilmiyor! Ahmet Çakar, bilsin diye dudaklarını ısırıyor, yarışmacı ağlıyor, ben ağlıyorum, benim hanım ağlıyor... Allahım biraz "huşu", Kanal 7’ye zaplıyorum, film var, Talih "Kuşu..." Yabancı dizi seyredeyim, kendime geleyim diye "bir umut" zaplıyorum cnbc-e’ye, çıka çıka, karşıma çıkan, "umutsuz ev kadınları" iyi mi... Eurosport’a zaplıyorum, aha, milli maç var, unutmuşum... Keşke hatırlamasaydım aslında, Finlandiya’ya yenilen voleybol milli takımımız Almanya’ya da yeniliyor... Zaplıyorum Star’a... Eh be nihayet! Şarkı yarışması var, eğleneceğiz azıcık. O da ne? Jüri ağlıyor... Seda Sayan’ın rimelleri akmış, İbo’nun gözleri şişmiş... Bir yarışmacının kız kardeşi böbrek hastası, ameliyat masrafını çıkarmak için gelmiş. Birini, işsiz ve kumarbaz babası bıçaklamış. Biri, kimsesizler yurdunda büyümüş, bitlenmiş, dayak yemiş, yıllar sonra anneciğini bulmuş, kavuşmuşlar ama, anne kanser, kısa süre sonra ölmüş, 2 küçük kardeşi var, başlarını sokacak ev istiyor. Biri trafik kazası geçirmiş, eşinin kolu kopmuş. Birinin bacağı sakat. Biri, 3 çocuklu dul, baba alkolik, ölmüş zaten, anne merdiven temizliğine gidiyor. Birinin ablası ölmüş, eniştesi intihar etmiş, ana-baba boşanmış. Biri bayıldı. Pozisyonu ağır çekim tekrar gösterdiler. Sunucunun tansiyonu düştü.

*

Keyifli, rutin bir günün akşamı, vakit hayli ilerledi...

Artık zaplamıyorum, saat 23.30 gibi, kendimi jiletliyorum.

Master
12-01-2008, 12:47
Yılmaz Özdil
yozdil@hurriyet.com.tr



Kız sen finansın neresindensin?


22 Temmuz...

Ağustos.

Eylül.

Ekim.

Kasım.

Aralık.

10 Ocak...

Hükümetin "eylem planı" açıklandı.

*

"Plan"ı açıklamak 6 ay sürüyorsa...

"Eylem"i varın siz düşünün gari.

*

Plan, 145 madde.

103 tane "cek..."

42 tane "cak..."

Biri, Merkez Bankası, Ankara’dan İstanbul’a taşına"cak."

Niye?

"Para orada."

*

Fransa’nın merkez bankası, başkent Paris’te... İngiltere’ninki, Londra’da.

Rusya’nın Moskova’da.

İspanya’nın Madrid’de.

Denilebilir ki:

"O ülkelerin başkentlerinden büyük şehirleri yok; dolayısıyla, finans merkezleri de mecburen başkentleri."

Mantıklı.

*

ABD’nin finans merkezi neresi?

New York.

Where is the merkez bankası?

Washington.

Mantıksız mı?

*

İtalya’nın merkez bankası, neden Milano’da değil de, Roma’da? Çin’inki, neden Şanghay’da değil de, Pekin’de? Brezilya’nınki, neden Sao Paulo’da değil de, Brasil’de? İsviçre’ninki, neden Zürih’te değil de, Bern’de?

Ve...

Türkiye’nin merkez bankası, neden padişah efendimizin başkentinde değil de, "Cumhuriyet"in başkenti "İstiklal" caddesi "Ulus"ta?

*

İstisna yok mu? Var.

Mesela, Almanya...

Başkent, Berlin.

Merkez bankası, Frankfurt.

Peki, tutunacak dal mıdır?

Değildir.

Çünkü, Alman merkez bankası, 1957’de kuruldu... Kuruluş kanununa "başkent Berlin olmadığı sürece, merkez bankasının yeri Frankfurt’tur" diye madde konuldu. Yıllar geçti, devir değişti. Devir değişirken, işin rengi de değişti. Avrupa Birliği merkez bankası, bölünmüş Berlin’de kurulamayacağı için, Frankfurt’ta kurulmuştu. Berlin, Berlin oldu ama, o saatten sonra Alman merkez bankasını kaldırıp Berlin’e götürmek, manasız hale geldi. Bu yüzden yeni bir kanun çıkardılar, "Merkez bankası Frankfurt’ta kalacaktır" dediler.

*

Peki nedir? Bence şudur...

*

Merkez bankası sadece "kasa" değil.

İnsan.

Merkez bankasında çalışanlar, mesleklerinin en seçkin, en eğitimli, en birikimli, en saygın insanlarından.

Ama, memur.

Aldıkları maaş ve lojman imkanları sayesinde, Ankara’da uygun bir "standart"ta yaşayabiliyorlar.

İstanbul’a taşınmak zorunda kalırlarsa, o "standart"ta kalabilmeleri imkánsız.

Ne olacak?

Ya istifa edecekler.

Ya emekli olacaklar.

Ya da, önce İstanbul’a gelecekler, sonra da, merkezleri İstanbul’da bulunan "özel" bankalar tarafından kapışılacaklar!

Kapışılınca ne olacak?

Merkez bankası boşalacak.

"Kadro"lar boşalınca ne olacak?

*

Arkadaşlar dolduracak.

Minik Kanı : Yola Devam edildiği üzere herhalde Meclisde taşındıktan sonra İstanbul'a, Anıtkabir ve GenkurBşklığı kalacak Ankara'da...Ankaranın taşına bak....vsvsvsvs

Master
15-01-2008, 12:02
Yılmaz Özdil
yozdil@hurriyet.com.tr

Yazının kaynağına gitmek için tıklayınız...

Al sana istikrar!


4 milyon kişi işsiz.

24 milyon kişi yoksul.

40 milyon kişi borçlu.

Netice?

Haftada...

2 milyon kişi piyango bileti alıyor.

3 milyon kişi İddaa...

6 milyon kişi loto oynuyor.

Yılda... 390 gün at yarışı var!

Evet, 365 değil, 390.

Çünkü, dıgıdıktan baht arayanlara yıl yetmiyor, bazı günler iki seans koşuluyor.

*

Ahmet Çakar, soru soruyor, ev dağıtıyor, otomobil dağıtıyor, para dağıtıyor.

Telefon ettim...

Nedir vaziyet?

"Kötü, çok kötü... Beni gören yakama yapışıyor, yarışmaya katılmak için torpil istiyor, ağlayan, yalvaran, sokağa çıkamaz hale geldim" diyor.

En son bir emekli yarıştı...

Maaş 900 lira, iki evlat var, ikisi de üniversite mezunu, ikisi de işsiz, babadan harçlıkla idare ediyorlar, aylık 50’şer lira.

Kaç kişi böyle sırada?

"90 binden fazla!"

*

Acun, soru bile sormuyor...

Önceki akşam, bir İngiliz gelin katıldı. Annesinin 21 tane kardeşi varmış! Kafa káğıdı yabancı, zihniyet yerli yani.

O niye gelmiş peki?

Borcu var, iyi mi...

*

Aradım Acun’u...

Sendeki sıra kaç bin?

"340 bin!"

Vay anam vay... Niye sence?

"İnsanlarımızın çok borcu var. Batan batana... Hem ayağımızı yorganımıza göre uzatmıyoruz, hem de aza kanaat etmiyoruz galiba... Mesela, bir arkadaş katıldı, 30 bin liraya adeta hayatı kurtuluyordu, 40 bin lirayı alıp gitme şansı vardı, kutuyu tercih etti, sıfır lirayla gitti."

Senin durum?

"Ben de boçluyum!"

*

Özetle...

Divanü Lugati’t Türk 2008 versiyonunda, borcu olmayan "ıssız acun kaldı mı?"

Kalmadı kardeşim, kalmadı.

++++++++++++++++

Lüks yaşayana ’kaynağını göster bakalım’ denilecek



Yeni Gelir Vergisi Kanunu ile birlikte, lüks yaşayana "Bunları nasıl ve neyle finanse ettin" diye sorulacak.Servet yerine harcamanın sorgulanacağı yeni sistemde, kredi kartı dahil yüksek harcaması olan, 5 yıldızlı otellerde kalan, özel hizmetçisi, yatı, son model uçağı bulunan mercek altına alınacak.


VERGİ Konseyi, Gelir İdaresi Başkanlığı ve Gelir Politikaları Genel Müdürlüğü’nce yürütülen yeni Gelir Vergisi Kanununun maddelerinin yazımı çalışmaları sürüyor. Komisyonların 15 Şubat’a kadar ek süre istediği çalışmalarda, yeni Gelir Vergisi Kanunu’nun ana hatları ortaya çıkárken, "gider bildirimi", "asgari gayri safi hasıla" ve "ortalama kár haddi" gibi vergi güvenlik müesseseleri, yeni kanuna girecek. Böylece "Nereden buldun" ve "Hayat standardı"nın kaldırılmasıyla, vergi güvenlik müesseselerinden mahrum kalan vergi mevzuatı, yeni kanunla birlikte tekrar kayıp ve kaçakla mücadeleye dönük oto kontrol sistemlerine kavuşacak.

İKİLİ YAPI KURULACAK: Daha az madde ile daha anlaşılır ve basit bir yapıyı öngören yeni düzenlemede, sermaye kazançları ile diğer kazançların ayrı ayrı vergilendirildiği ikili (dual) bir yapı kurulacak. Buna göre, sermaye gelirleri sabit ve düşük oranlı, diğer kazançlar ile artan oranlı tarifeye tabi olacak. İkili sistemde, kár paylarında çifte vergileme de söz konusu edilemeyecek.

KREDİ KARTINA DA BAKILACAK: Gider bildirimi ile birlikte, yıl içindeki harcamalar o yıla ilişkin beyan edilen gelirle kárşılaştırılacak. Geliri düşük, harcaması fazla olandan bu durumu açıklaması istenecek. "Nereden buldun" dan farklı olarak servet yerine harcamanın sorgulanacağı yeni sistemde, kredi kartı dahil yüksek harcaması bulunanlardan, 5 yıldızlı otellerde kalanlardan, özel hizmetçisi, yatı, uçağı, son model uçağı olanlardan beyan ettiği gelir ile yaşam standardı arasında büyük fark bulunanlar, mercek altına alınacak. Bu kişilere, "Bu harcamaları nasıl finanse ettin? Bu şekilde nasıl yaşayabiliyorsun?" diye sorulacak.

BEYANLAR KARŞILAŞTIRILACAK: "Asgari gayri safi hasıla" ile işletmelerin belli dönemdeki hasılatına göre, bir yıllık tahmini hasılata ulaşılıyor. Kár marjı da düşülerek, bu hasılata uygun beyanda bulunup bulunmadığına bakılıyor. "Ortalama kár haddinde" ise aynı sektörde faaliyet gösteren firmaların satış miktarına göre ortalama kár oranları belirleniyor. Buna göre de ortalama kár haddine ulaşılarak, beyanlarla kárşılaştırma yapılıyor.

KÜÇÜK ESNAFA MUAFİYET: Yeni gelir vergisi kanununda, basit usulde vergilendirmeye son verilmesi öngörülüyor. Esnaf odalarının kárşı çıktığı ve 900 bin dolayında esnafı ilgilendiren düzenlemeye göre, ayakkabı boyacısı, ayakkabı tamircisi ve berber gibi getirilecek limitlerin altında gelir elde eden küçük esnaf için "vergiden muaf esnaf belgesi" düzenlenecek. Bu şekilde, söz konusu grup vergiden muaf tutulacak. Diğer mükellefler ise gerçek usulde vergiye geçirilecek.


Minik Bakış : %53 için ...

http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/8022151.asp?gid=196&sz=11603

buena vista
19-01-2008, 14:13
19 Ocak 2008

bcoskun@hurriyet.com.tr




HERHALDE medyadan izlediniz; Başbakan türban için oturmuş Meydan Larousse’a bakmış.

Normalde Nur Suresi 31’e bakması gerekmez miydi?

Bu Meydan Larousse’a bakıyor.

Ve okuduğunu anlatıyor da:

"Meydan Larousse’a göre türban; yumuşak kumaştan, kenarı teğelsiz, ipek veya pamukludan....."

Oysa hepimiz biliyoruz ki ne Nur Suresi, ne Meydan Larousse... Başbakan’ın kafasındaki türbanın tek tanımı var:

Siyasi simge...

İktidara yerleşen, Çankaya’ya çıkan, Meclis’i kapsayan, bürokrasiyi içine alan, kısacası artık Türkiye fotoğrafı olan bu değerli simgeye üniversitelerde kapılar kapalı olduğu için, Başbakan’ın keyfi kaçıyor ve bu eksiği gidermek istiyor.

İşte o zaman çözüm arıyor:

"Bana içinde türban olan şeyi getirin..."

"Nur Suresi 31’i?.."

"Hayır, Meydan Larousse’u..."

*

Elbette devlet Nur Suresi 31, ya da Meydan Larousse’a göre değil, Anayasa’ya göre yönetildiği için... Ve Başbakan ömründe hiçbir zaman Anayasa kitabını açıp bakmadığı için sorun çıkıyor.

Gördünüz; o "Bir cümleyle hallolur" dedi, Prof. Özbudun oradan bir cümleyle cevap verdi:

"Hallolmaz..."

Hatta AKP’nin kurtarma aracı konumundaki Devlet Bahçeli de kamuoyuna mutlulukla açıkladı:

"Bir cümle de ben buldum..."

Yine de olmadı.

Olmuyor...

*

Çünkü; Anayasa’da "Türkiye’nin laik olduğu" yazılıdır ve bu "değiştirilmesi teklif dahi edilemez" bir hükümdür.

Türban ise; dokusu Meydan Larousse’ta yazıldığı gibi öyle pamuk-mamuk değil. Herkes biliyor ki türban, laik Cumhuriyet’i çökertmek isteyenlerin yürüttüğü karşı devrimin siyasi simgesidir.

Eğer arkadaşlar ısrar ederlerse...

Yargıtay Başsavcısı, "Cumhuriyet’in temel ilkelerini yok sayarsanız kaos doğar" diyor.

Bence de...

Meydan o kadar da boş değil...

Bekir COŞKUN

Master
19-01-2008, 20:32
Erdoğan'dan türban eleştirelerine sert yanıt

Ak Parti Genel Bakanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, "Türkiye’de milletin kılığıyla kıyafetiyle uğraşmaya kimsenin hakkı olmadığını" söyledi.
Başbakan Erdoğan, Haldun Alagaş Spor Kompleksinde yapılan partisinin Ümraniye Kadın Kolları 2. Olağan Kongresindeki konuşmasında, Türkiye’nin ekonomisinin bugün geldiği noktayla ilgili rakamlar verdi.

"ONLARIN İŞİ GÜCE BAŞÖRTÜSÜ"

Erdoğan türban konusunda sert konuşarak şunları söyledi:
“Ama medya bunları yazmaz ha! Niye? Yazarsa neler olacağını biliyorlar. Onların meseleleri farklı. Onların işi gücü başörtüsü, şu bu... Bunu yazıyorlar, bunu tutuyorlar. Türkiye nereden nereye geliyor bunu yazsana kardeşim. Kendileriyle otur konuş, ne derler biliyor musunuz? Şunu derler; şirketlerimizin değeri bire on katladı. Kendileri söylüyor, medyaların patronları. Bankalarımız bire 20 bire 30 fiyatla sattım. İnsaf! Bu imkanları bu iktidarla yakalıyorsun, kalkıp bu ülkenin, bu milletin başörtüsüyle niye bu kadar uğraşıyorsun? Bu ülkede, milletin kılığıyla kıyafetiyle kimsenin uğraşma hakkı yok, yok. Olmamalı... Bu, insanların, vatandaşların bireysel tercihidir. Bırak, bireysel tercihi olarak nasıl giyiniyorsa öyle giyinsin. Sen ne karışıyorsun buna. Bu ’din ve vicdan özgürlüğü’ne girmezmiş. Ne özgürlüğüne girer? Bizim önümüze iki de bir Anayasa’yı çıkartmasınlar. En az onlar kadar Anayasayı biz de biliriz. Bu ülkede eğer kuvvetler ayrılığı prensibi varsa, bu ülkede yasama, yürütme ve yargı erki birbirine müdahale etmeyecekse, herkes yerini, konumunu gayet iyi bilmeli. Kimse yasama veya yürütme organının üstünde kendini göremez, bulamaz. Bunu böyle bilsin. Özellikle de kimse ihsası reyde bulunamaz ve yargı makamı ihsası rey makamı değildir. Onlar da vatandaşlık görevini, gerekli olduğu zamanda, Anayasanın tayin ettiği şartlar içerisinde yapmaya mecburdur. Demokratik hayatın temel unsurları olan siyasi partileri, baskı altına almaya kimse gayret etmesin. Bizim gayemiz, Atatürk’ün ifade ettiği, ‘muasır medeniyet seviyesine Türkiye’yi çıkarmaktır. Bunlar bu şekilde, bu ülkede milletin bugüne kadar tek bireysel tercihleriyle uğraşanlar, bu ülkeye patinaj yaptırdı. Bu ülkeyi gerdiler."

“OTUR OTURDUĞUN YERDE"

Başbakan Erdoğan, konuşmasının devamında ise rektörlere yüklendi. Erdoğan, “Bakıyorsun bir rektör çıkıyor darbe çağrısı yapıyor. Kimsin sen ya! Sen önce yerini bil, otur oturduğun yerde. Rektör olduğun üniversitede yavrularımızı en iyi şekilde yetiştirmekle mükellefsin. Orduya akıl verme! Ordu ne yapacağını senden çok daha iyi bilir" diye konuştu.
Erdoğan, bu tür adımların Türkiye’de arzu edilmeyen bir havayı ve atmosferi oluşturduğunu dile getirerek, bu tür görüşlere 22 Temmuz seçimleriyle milletin yanıt verdiğini kaydetti. Bazı köşe yazarlarının “Yüzde 47 ile AK Parti şımardı" dediğini belirten Erdoğan, bu tür söylemlere de, “Hayır. Biz yerimizi gayet iyi biliriz. Bizim gösterdiğimiz tevazuyu siz gösterebilseydiniz hey kalemşorlar, bu ülke bu noktaya gelmezdi" karşılığı verdi.
Medyayı eleştirmeyi sürdüren Erdoğan, bu ülkede özgürlükler noktasında alınması gereken mesafeyi almaya devam edeceklerini kaydederek, siyasi iktidarların görevinin bu olduğunu, kendilerinin de bunu gerçekleştirdiklerini söyledi. Demokrasinin ekonomisiyle at başı gideceğini vurgulayan Erdoğan, bugün demokrasiye sadakat göstermeyen, sanal davrananların bir gün ona ihtiyaç duyacağını bilmesi gerektiğini söyledi.

(ANKA)

Master
20-01-2008, 21:10
20 Ocak 2008

Ercan KUMCU
ekumcu@hurriyet.com.tr

Vergi ahlakı


VERGİ ahlakı dendiğinde konunun iki boyutu da birden düşünülmelidir.

Birincisi, vergi verme ahlakıdır. Onun bizde olmadığını iyi biliyoruz. İkincisi, vergi koyma ahlakıdır. Bu konuda gidecek daha çok yolumuz var.

Demokrasilerin en temel ilkelerinden biri vergi koyma ve vergi oranlarını tespit etmeye yetkili tek kurumun Parlamento olmasıdır. Parlamento bu yetkisini hiçbir şart altında bir başkasına devredemez.

Vergi koyma ahlakı konusunda sorunlarımızdan biri demokrasinin bu temel ilkelerinden birini fazla ciddiye almamamızdan kaynaklanıyor. Parlamento vergiyi koyuyor. Vergi oranının ne olacağının tespiti yetkisini belli sınırlar içinde Hükümet’e bırakıyor. Hükümetler de bir gecede aldığı bir kararla belli vergi de oranı yükseltebiliyor ya da indirebiliyor. Kararı parlamenterler de ya günlük gazetelerden ya da Resmi Gazete’den öğreniyorlar.

REAYA MUAMELESİ

Vergi koymanın bir ayağı devlete harcamaları ile uyumlu belli bir vergi gelirini sağlamaktır. Aynı önemde, vergi koymanın bir başka ayağı, konan verginin ya da değiştirilen vergi oranının ekonomik birimlerin kararlarını ne şekilde etkileyeceğinin iyi araştırılmasıdır. Son yıllarda birinci ayak öne çıktı, diğeri çoğunlukla göz ardı edildi.

1999 yılının son günlerinde devletin belli ekonomik şartlarda belli bir faiz oranı ile geçmişte sattığı borçlanma senetlerinin faiz geliri üzerine getirilen vergiyi hatırlayın. Hukuki olarak gelirlerden alınıyormuş gibi görünen yeni vergi aslında iktisadi açıdan servet vergisiydi. Yasa on dakikada çıktı. Parlamenterle dahi neye karar verdiklerini anlayamadılar. Verginin muhatapları konuyu ertesi gün öğrendiler. Üstelik, konu bir başarıymış gibi kamuoyuna tanıtıldı. Ama, vergi koyma ahlakı ayaklar altına alındı.

Ekonomi bir süreçtir. Ekonomik faaliyetler ocak ayının birinde başlayıp aralık ayının son gününde bitmez. Çoğunlukla alınan ekonomik kararlar ile alınan kararların uygulanması arasında belli bir zaman geçer. Geçen zaman içinde, alınan kararların üzerine oturduğu parametreler radikal bir biçimde değiştiğinde bir biçimde "ekonomik zarar" oluşur. Oluşan ekonomik zarar, ister özel, ister kamu sektörüne ait olsun, sonuçta tüm ekonomi için zarardır. Vergi çeşitleri ve oranları da alınan ekonomik kararların üzerine oturduğu en önemli parametrelerdendir. Vergi koyma ahlakı da konunun bu yanıyla devreye girer. Demokrasilerde verginin muhatabı "reaya" muamelesi görmez.

KISIRDÖNGÜ KIRILMALI

Hangi dürtüyle olursa olsun, yeni bir vergi konması ihtiyacı doğduğunda ya da uygulamadaki bir verginin oranının değişmesi gündeme geldiğinde, öneri kamuoyunda, ama özellikle yeni uygulamanın muhatapları arasında tartışılır.

Yeni bir vergi konması ya da bir vergi oranının artırılması her zaman muhataplarının itirazı ile karşılaşacaktır. İtiraz edilmesi önerinin uygulanamayacağı anlamı taşımaz. Ama, yeni uygulama belli bir süre verilerek ilerideki bir tarihte başlatılır. Ekonomik birimler hesaplarını ileride oluşması beklenen şartlara göre yaparlar. Bu şekilde, ekonomik süreç içinde oluşabilecek "ekonomik zarar" asgaride tutulmaya, hatta zararın hiç oluşmamasına çalışılır. Vergi koyma ahlakı bunu gerektirir.

Vergi verme ahlakının olmadığı bir toplumda vergi koyma ahlakının çok gelişmiş olması elbette beklenemez. Vergi koyma ahlakı olmayan devlet vatandaşlarının vergi verme ahlakı sahibi olmalarını da bekleyemez. Ama, bu kısırdöngüyü kırması gereken kurum demokrasilerde devlet olmak zorundadır.


Minik Not : D Dumrul dan Ahlaklı davranış beklemek için önce vsvsvsv...

AnnE
22-01-2008, 06:55
"Azəristar" iştirakçıları Azərbaycanı "Alaturka" pop-star müsabiqəsində biabır etdi

Aygün Şükürova 20 Yanvar faciəsinin nə üçün ümumxalq hüzn günü olmasını bilmədi?
Məlum olduğu kimi, Türkiyənin məşhur "Alaturka" pop-star müsabiqəsi yenidən start götürüb. Bu dəfəki yarışmanın əsas özəlliklərindən biri müsabiqəyə iki azərbaycanlı müğənninin qatılması olub. Bunlar "Azəri star" müsabiqəsinin iştirakçıları Aygün Şükürova və Ülviyyə Tağıyevadır. Həmyerlilərimiz müsabiqəyə "Azəri star" layihəsinin rəhbəri Kemal Cenk İçtenin dəstəyi ilə qatılıblar. Layihənin şərtlərinə uyğun olaraq özlərini təqdim etmək üçün hər bir iştirakçıya 30 saniyə vaxt verilsə də, Aygün Şükürova bundan istifadə edərək həmin gün 20 Yanvar faciəsinin olduğunu xatırladıb və "bu gün Azərbaycanda matəmdir, amma buna baxmayaraq bu gün mən səhnəyə çıxdım" deyib. Münsiflər isə matəmin nə ilə əqalədar olduğunu soruşduqda o anlaşılmaz cavablar verib. Ən sonda, yəni bir neçə dəfə münsiflərin sualından sonra "erməni soyqırımı, falan" deyə cavab verib. Bu barədə bir az sonra.
Müsabiqə boyu Aygünün və Ülviyyənin səslərini az da olsa bəyəndiklərini deyən münsiflər hər iki iştirakçıya artıq çəkilərinə görə irad tutub. Armağan Çağlayan hətta Ülviyyənin səhnəyə uyğun görkəmi olmadığını və qidalanmasına fikir verməyi məsləhət bilib...
2004-cü ildən təşkil olunan "Azəristar" müsabiqəsi neçə-neçə müğənnilər yetişdirib. Görəsən, Azərbaycanı Turkiyədə təmsil etmək üçün normal görkəmə malik olan və savadlı bir iştirakçı tapılmadımı? 1990-cı ildə XI Qızıl Ordunun əsgərləri tərəfindən dinc xalqı al-qana boyanılan bir faciəni isə Aygünün soyqırımla səhv salması bir millətin yaxın keçmişdə baş verən faciəsinə bu qədər unutqan yanaşması kimi qəbul edilə bilər. Bir sözlə Aygün milyonlarla tamaşaçı qarşısında nəinki özünü, 9 milyona yaxın Azərbaycan xalqını biabır etdi. Düzdür, Bakının mərkəzində yüzlərlə azərbaycanlını qanına qəltan edən rus ordusunun içində ermənilərin də olması danılmaz faktdır. Ancaq tarix tarixdir. Tarixdə baş verən faktı olduğu kimi çatdıracaqsan ki, sabah sənə qarşı istifadə olunmasın.
Görəsən 2004-cü ildən bu yana keçirilən "Azəristar" müsabiqəsinə daha gözəl səsə malik olan, səhnəyə yaraşan, incə bədənə sahib olan, savadlı, yaxın tariximizi bilən xanım və ya oğlan iştirakçısı yox idimi? Görəsən, Cenk Kamal İçtenin türklərin diliylə desək, bu "şişko və şişmanları", savadsız qızları milyonlarla tamaşaçı qarşısına çıxarmaqda məqsədi nədir? Axı, Türkiyənin "Star" telekanalı ilə yayımlanan "Alaturka" pop-star müsabiqəsini peyk anten vasitəsiylə bütün dünya seyr edir. Yaxşı, deyək ki qızların savadı yoxdur, başları mahnı oxumağa qarışıb və yaxın tariximizdən bixəbərdilər. "Azəristar" yarışmaçılarını başqa ölkədə keçirilən "Alaturka" pop-star müsabiqəsinə aparan Cenk Kamal İçten öncədən onları hərtərəfli hazırlaşdıra bilməzmiydi? Və yaxud, əgər, qızlarımız 20 Yanvar günü səhnəyə çıxacaqlarını bilirdilərsə, heç olmazsa geyimlərinə bir əl gəzdirərdilər. Həmin gün çılpaq şəkildə səhnəyə çıxmağa nə ehtiyac vardı? Ola bilər ki, bu müsabiqədə onlar geyimlərini sərbəst seçə bilməyiblər. Amma 20 Yanvarda nə baş verməsini bilməmək biabırçılıqdır.
Məsələ ilə əlaqədar olaraq Cenk Kamal İçtenlə əlaqə saxladıq. Bildirdi ki, Ülviyyə ilə Aygün gözəl səsə malik olduğu üçün məhz onların Popstara qatılmasına kömək edib. Bu ənənəni davam etdirəcəyini deyən təşkilatçı bundan sonra "Azəristar"ın digər iştirakçılarının Türkiyədə müsabiqəyə qatılmasını təmin edəcəyini də vurğuladı. Qaldı ki, Aygünün 20 Yanvarın nə üçün ölkəmizdə Ümumxalq Hüzn Günü kimi qeyd olunmasını bilməməsinə, Cenk bəy yaxasını kənara çəkərək "burada mənlik heç bir şey yoxdur, bu, Aygünün savadsızlığından irəlir gəlir. Hər kəs tarixini bilməlidir və öyrənməlidir" dedi.
Armağan Çağlayanın Ülviyyənin kök olmasına görə iradlarını bildirməsinə gəlincə, Cenk bəy bunu belə izah etməyə salışdı ki, "ora gözəllik müsabiqəsi deyil ki, görkəmə çox önəm verilsin. Söylədiyim kimi əsas odur ki, güclü səs diapazonu var. Armağan Çağlayan hər iştirakçıya bir irad tutmağa öyrənib, mütləq o, kiməsə nəsə deməlidir, fikir verməyin". Vəssalam, hörmətli Cenk bəydən aldığımız savab bu oldu.
Sonra müsabiqə haqda məlumat verən Cenk bəyin sözlərinə görə, Türkiyənin "Star" telekanalı ilə yayımlanan "Alaturka" pop-star yarışmasına qatılmaq üçün 73 mindən artıq gənc müraciət edib: "Müsabiqənin qaydalarına əsasən kimsə sonda müsabiqəni tərk etməli olsa da, bu həftə Aygün çıxmalı idi. Lakin mən buna əngəl oldum və beləliklə həmin iştirakçı yenidən yarışmaya qatıldı. Odur ki, iştirakçıların müsabiqəni tərketmə prosesi gələn həftədən başlayacaq".
Ola bilsin ki, Cenk bəy haqlıdır. Yəni ora bir gözəllik yarışması deyil. Amma unutmayaq ki, bu iki xanım Azərbaycanı Türkiyədə təmsil edir. İkinci, ən önəmlisi 20 Yanvar kimi tariximizə qara hərflərlə yazılmış bu günün mahiyyətini dərk etməyən iki xanımın məhz həmin günü səhnəyə çıxması (necə geyinməsi önəmli deyil) və "20 Yanvarda sizin ölkənizdə nə baş verib" sualına cavab verə bilməməsi nəhayət münsiflər heyətinin 2-3 dəfə ünvanladığı suallardan sonra "soyqırım olub" deməsi 20 Yanvarda baş verənləri detallı şəkildə aça bilməməsi bizim tariximizə olan hörmətsizlikdir. 20 Yanvarda ölkəmizin azadlığı və müstəqilliyi uğrunda canlarından keçən insanlara hörmətsizlikdir. Yoxsa, kim bilmir ki, Bakıya gələn ordunun içərisində ermənilərin olmaması faktını. Amma dediyimiz kimi, 20 Yanvar günü səhnəyə çıxan bu iki xanım əlinə düşən fürsətdən istifadə edib milyonların qarşısında 20 Yanvarda baş verənləri, millətimizin orada şəhid olmuş balalarının öz azadlıqları uğrunda tankların altına çəkinmədən atıldıqlarını anlatmalı idilər. Çox təəssüf. Ona görə də, heç olmasa bu gündən sonra xarici ölkəyə hansısa bir tədbirdə ölkəmizi təmsil edəcək insanları seçərkən diqqətli olmağımız gərəkdir, cənablar! Çünki artıq o səhnədə Aygün və Ülviyyə yox, Azərbaycan adı var. Bu qədər.

meraklı
22-01-2008, 08:44
Valla Azerbaycan’da Cenk Kemal İçten necidir, ne işe yarar bilmem ama, anlaşılan odur ki dünyada kabul olunan vitrin (belki yanında dedikleri türden bir geçmiş tarihi bilmektir). Sahneye yakışmaması ,şişman olması sesi güzel olmaması …Bilemedim…

Işın Karaca da şişman; ama sesi güzel, yorumu güzel….Gene bilemedim…
Yine de düşündüm taşındım…Onlar şarkı söyledikleri gününde matem günü ilan edilmesine karşın neye istinaden matem günü bilmiyor- ya da açıklayamıyorsa bu sadece onların ayıbı değil… Nihayetinde bizim Ülkemizde hangi yeni yetme hatun kişi ya da ergen oğlan tarihimizle ilgili gerçekleri ya da anlamları biliyor ki…??

Klişeleşmiş, Türklerin Anadolu’ya girişi 1071 Malazgirt Zaferi, eee??
Kurtuluş Savaşımız 1919 İzmir’den denize döktük düşmanı..ee???
Kılık kıyafet devrimi-pardon inkılâbı, Harf, şapka, iktisadi düzenlemeler vsvs…eee???

Kim biliyor bunların anlamını….Eski “60” kuşağı, ölmek üzere olan- o zamanların çocukları .


Peki şimdilerde bilen kim pardon…??? kapılmış akıntyıa , o bar benim bu pub senin dolaşan; bmw leriyle yayaları ezip gemicikler alanlar mı bıliyor???
Askere gidip “şehit” mertebesinde ölenler mi biliyor (o garipler ne uğruna öldüklerinin bilincinde mi)

Yaww de gedin işinize…

Sabah sabah sööletmeyin beni…


:;hayir

Master
22-01-2008, 09:56
20 Ocak 2008

Ercan KUMCU
ekumcu@hurriyet.com.tr

Vergi ahlakı


VERGİ ahlakı dendiğinde konunun iki boyutu da birden düşünülmelidir.

Birincisi, vergi verme ahlakıdır. Onun bizde olmadığını iyi biliyoruz. İkincisi, vergi koyma ahlakıdır. Bu konuda gidecek daha çok yolumuz var.

Demokrasilerin en temel ilkelerinden biri vergi koyma ve vergi oranlarını tespit etmeye yetkili tek kurumun Parlamento olmasıdır. Parlamento bu yetkisini hiçbir şart altında bir başkasına devredemez.

Vergi koyma ahlakı konusunda sorunlarımızdan biri demokrasinin bu temel ilkelerinden birini fazla ciddiye almamamızdan kaynaklanıyor. Parlamento vergiyi koyuyor. Vergi oranının ne olacağının tespiti yetkisini belli sınırlar içinde Hükümet’e bırakıyor. Hükümetler de bir gecede aldığı bir kararla belli vergi de oranı yükseltebiliyor ya da indirebiliyor. Kararı parlamenterler de ya günlük gazetelerden ya da Resmi Gazete’den öğreniyorlar.

REAYA MUAMELESİ

Vergi koymanın bir ayağı devlete harcamaları ile uyumlu belli bir vergi gelirini sağlamaktır. Aynı önemde, vergi koymanın bir başka ayağı, konan verginin ya da değiştirilen vergi oranının ekonomik birimlerin kararlarını ne şekilde etkileyeceğinin iyi araştırılmasıdır. Son yıllarda birinci ayak öne çıktı, diğeri çoğunlukla göz ardı edildi.

1999 yılının son günlerinde devletin belli ekonomik şartlarda belli bir faiz oranı ile geçmişte sattığı borçlanma senetlerinin faiz geliri üzerine getirilen vergiyi hatırlayın. Hukuki olarak gelirlerden alınıyormuş gibi görünen yeni vergi aslında iktisadi açıdan servet vergisiydi. Yasa on dakikada çıktı. Parlamenterle dahi neye karar verdiklerini anlayamadılar. Verginin muhatapları konuyu ertesi gün öğrendiler. Üstelik, konu bir başarıymış gibi kamuoyuna tanıtıldı. Ama, vergi koyma ahlakı ayaklar altına alındı.

Ekonomi bir süreçtir. Ekonomik faaliyetler ocak ayının birinde başlayıp aralık ayının son gününde bitmez. Çoğunlukla alınan ekonomik kararlar ile alınan kararların uygulanması arasında belli bir zaman geçer. Geçen zaman içinde, alınan kararların üzerine oturduğu parametreler radikal bir biçimde değiştiğinde bir biçimde "ekonomik zarar" oluşur. Oluşan ekonomik zarar, ister özel, ister kamu sektörüne ait olsun, sonuçta tüm ekonomi için zarardır. Vergi çeşitleri ve oranları da alınan ekonomik kararların üzerine oturduğu en önemli parametrelerdendir. Vergi koyma ahlakı da konunun bu yanıyla devreye girer. Demokrasilerde verginin muhatabı "reaya" muamelesi görmez.

KISIRDÖNGÜ KIRILMALI

Hangi dürtüyle olursa olsun, yeni bir vergi konması ihtiyacı doğduğunda ya da uygulamadaki bir verginin oranının değişmesi gündeme geldiğinde, öneri kamuoyunda, ama özellikle yeni uygulamanın muhatapları arasında tartışılır.

Yeni bir vergi konması ya da bir vergi oranının artırılması her zaman muhataplarının itirazı ile karşılaşacaktır. İtiraz edilmesi önerinin uygulanamayacağı anlamı taşımaz. Ama, yeni uygulama belli bir süre verilerek ilerideki bir tarihte başlatılır. Ekonomik birimler hesaplarını ileride oluşması beklenen şartlara göre yaparlar. Bu şekilde, ekonomik süreç içinde oluşabilecek "ekonomik zarar" asgaride tutulmaya, hatta zararın hiç oluşmamasına çalışılır. Vergi koyma ahlakı bunu gerektirir.

Vergi verme ahlakının olmadığı bir toplumda vergi koyma ahlakının çok gelişmiş olması elbette beklenemez. Vergi koyma ahlakı olmayan devlet vatandaşlarının vergi verme ahlakı sahibi olmalarını da bekleyemez. Ama, bu kısırdöngüyü kırması gereken kurum demokrasilerde devlet olmak zorundadır.


Minik Not : D Dumrul dan Ahlaklı davranış beklemek için önce vsvsvsv...

Şükrü KIZILOT
skizilot@yaklasim.com

Şaraptaki yüzde 663 vergiye bakan bile şaşırdı


PAZAR günü Antalya’da, Türkiye Otelciler Federasyonu (TÜROFED)’in, genel kurul toplantısı vardı.

Başbakan Tayip Erdoğan’ın açılış konuşmasını yaptığı genel kurulda ben de "Turizmde Vergisel Düzenlemeler ve Sorunlar" konulu bir konuşma yaptım.

YÜZDE 663 VERGİ

Konuşmamın bir bölümünde, şarapla ilgili vergilerden söz ederken, 12 AB ülkesinin, şarap üretiminden Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) almadığını, AB üyesi iki ülkenin de (Fransa ve Macaristan) 1 litre şaraptan sadece üç cent (5 Yeni Kuruş) tutarında ÖTV aldığını, Türkiye’de şaraptan alınan ÖTV’nin, AB ülkeleri ortalamasının, yüzde 360 fazlası olduğunu vurguladıktan sonra, Türkiye’de 60 Yeni Kuruşluk sofra şarabından, yüzde 600’ü aşan vergi alındığını belirttim.

Tam o sırada, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay sordu;

- Sayın Hocam, yüzde 600’ü aşan vergiyi neye göre buluyorsunuz.

- Çok basit Sayın Bakanım. Yürürlükteki kararnameye göre, 60 Yeni Kuruşluk sofra şarabının;

Asgari ÖTV’si 3.28 YTL

KDV’si ( 60 + 3.28 = 3.88 x % 18=) 70 Yeni Kuruş

Toplam Vergi 3.28 (ÖTV) + 70 (KDV) = 3.98 YTL oluyor.

Oranladığımızda, 60 Yeni Kuruşluk sofra şarabının toplam vergisi, şarabın çıplak bedelinin yüzde 663’ünü buluyor.

Buradaki ilginç olaylardan biri de sadece şarabın çıplak bedelinin değil, 3.28 YTL ÖTV’sinin de yüzde 18 KDV’sinin alınması. Yani verginin de vergisi alınıyor. Minik Müdahil olma : Ahlaklı Vergi kanunları Kutsaldır..

Bakan, hesabı anlamış ancak yüzde 663’lük vergi oranı karşısında, hayretini de gizleyememişti...

HER ŞEY DAHİLDE ÖNEMLİ

Güneydeki otellerin çoğunda, "Her şey dahil" fiyat belirleniyor. Özellikle yabancılar için şarap, bizim yemekte su içmemizin benzeri bir olay.

Öğle yemeğinde de akşam yemeğinde de su yerine adeta şarap içiyorlar.

Bu aşamada, ülkemiz açısından, "üç önemli çarpıklık" söz konusu.

1- AB ülkelerinde, şarapta "minimum ÖTV" sıfır olarak belirlenmiş. Nitekim, yukarıda da belirttiğimiz gibi, 12 AB ülkesinde, şaraptan ÖTV alınmıyor.

2- Şarap alımında, ÖTV’de dahil tutar üzerinden ödenen yüzde 18 KDV, "her şey dahil" fiyat belirlenen turizm işletmelerince indirim konusu yapılamıyor. Gider ya da maliyet olarak yazılıyor.

Turizmci, yüzde 18 KDV’yi indiremiyor, bunun yüzde 20’si kadar yani yüzde 3.6 Kurumlar Vergisi avantajı (!) oluyor.

3- Yüzde 663’lük toplam vergi ödenmesi ve KDV indiriminin kabul edilmeyişi, şarapta kaçak üretimi körüklüyor.

Şu anda Türkiye’de üretilen şarabın yüzde 70’i kayıtdışı!..

Bunu da herkes biliyor.

ÖTV İNMELİ

Yukarıda yapılan açıklamalardan, AB ülkeleri ile ilgili örneklerden ve yüzde 70’lik kayıtdışı üretimden de anlaşılacağı gibi, sofra şarabında yüzde 663’ü bulan vergilerde, büyük yanlışlık var.

Bu rakamlar ve vergilerle ilgili bazı sorunlar, Kültür ve Turizm Bakanı’nın da dikkatini çekti. Nitekim kapanış konuşmasında da "Kızılot Hoca’nın açıklamalarını not aldım. İlgililerle görüşeceğim" dedi.

Turizmle ilgili diğer sorunlara, çarpıcı örneklerle, yarın devam edeceğiz...

Master
24-01-2008, 05:55
Hasan Pulur
h.pulurl@milliyet.com.tr

12 yıl önce yola çıkıldı...

DEMİR Özlü'nün geçici dahi olsa anayurduna avdeti arkadaşlarını, dostlarını heyecanlandırır, dalgalandırır, renklendirir. Uzun yıllardan beri İsveç'te yaşayan hikâyeci, romancı ve hukukçu Demir Özlü'yle geçen pazar günü Taksim'de Marmara Oteli'nin kahvesinde buluştuk ve tabii Türkiye'yi masaya yatırdık; onun, uzaktan, Türkiye'ye bakışı ve değerlendirişi hayli ilginç oluyor...
* * *
GÖZLEMLERİNE bir tespitle başladı:
"Medyanın okumaya ve düşünmeye pek vakti bulamayan kimi temsilcileri yüzyıla yaklaşan cumhuriyet sürecini dillerine dolamışlardır. Bazıları da cumhuriyetin kuruluşundaki Jakobence sertliği, bugünkü dine dönüşün nedeni olarak görüp hafif çözümlere ulaşıyorlar."
* * *
DEMİR Özlü'ye göre, cumhuriyette de önceki meşrutiyet döneminde de devlet "teokratik" değildi.
Ya neydi?
"Osmanlı devleti teokratik bir devlet değildi, çeşitli dinlerin kendi hiyerarşik düzenleri içinde serbestçe yaşadıkları 19. yüzyıl Türkiye'si, Müslümanların da ibadete veya inançlarını teşhire zorlandıkları bir toplum değildi."
Araya girdik:
"Ya padişahın halife oluşu..."
Demir Özlü'ye, göre, bunlar, halifelik ve şeyhülislamlık kurumu, dinsel özgürlüğün dışında sadece biçimsel ve simgesel değerlerdir.
İslam halifesi olan padişahın, Allah'ın yeryüzündeki göstergesi oluşu?
Demir Özlü'ye göre, bu, padişah Abdülhamit'in propagandistlerince çıkarılmıştır, bu da devletin din devletine dönüştürülmüş olduğunu göstermez. Cuma günleri Yıldız Camii'nde namaz kılan, akşamları da Beyoğlu'ndaki Naum tiyatrosunda Fransız oyunları seyreden padişah teokratik değildir.
* * *
ŞİMDİ buraya dikkat edelim, Demir Özlü diyor ki:
"Tarihte ilk defa, Türkiye, teokratik bir devlete dönüştürülme tehlikesiyle bugün karşı karşıyadır."
* * *
PEKİ, buraya nasıl gelindi?
"Sol" ayağı olmayan topal bir demokrasi türüyle...
Demir Özlü kadar yeterli özetliyor ki:
"1946'dan bugüne bağımsız sol partiler ezildi, kurucuları mahvedildi, sürekli yasa dışına itildi, hapishanelere dolduruldu. Onların kendi kuruluşlarını dahi yönetip yönetemeyecekleri belli olmadı. Sol adına eski devlet partisi CHP'den türeyen partilere izin verildi. Onlar da bir yandan devletin dalkavukluğunu yaptılar, bir yandan da ezilen halk kalabalıkları için herhangi bir reform programını izlemeksizin merkez-sağ partilerin politikalarıyla birleştiler.
Merkez-sağ partiler ise insani, hatta gerçekten hiçbir değerin de ardında olmaksızın bir yandan oy için din istismarı yaptı, bir yandan da kapitalizmi körüklediler.
Bir de komünizm paranoyası, Türkiye'yi durmadan sağa itti. Düşünceyi fiili şiddet olarak gören gerilik, ardından insan yaşamını hiçe saymaya başladı."
* * *
Durdu, kendi sordu, kendi cevapladı:
"Bu durumda, aslen dindar olduğunu öne süren bir partinin fakir halk tabakalarından destek bularak sürekli gelişmesi elbette yanıltıcı değildir.
Teokrasiye bu yolla varılır. Üzerinde en duyarlı olunması gereken de budur." (x)
* * *
DEMİR Özlü'ye "Bunları yazsana!" dedik.
"Yazdım!" dedi, cebinden bir gazete kesiği çıkardı, 13 Temmuz 1996 tarihli MİLLİYET'in, "Entellektüel Bakış" köşesi, Erbakan'ın Refah Partisi koalisyon ortağı, tam 12 yıl önce Demir Özlü "Teokrasiye bu yolla varılır" demiş...Diyeceksiniz ki:
"Varıldı mı?"
Durun canım, aceleniz ne? Terazi var, tartı var, her bir işin vakti var! Yüzde 47 hızla bu yol kolay kolay alınamaz.
———————
(x) Teokrasi: Siyasal gücün ve erkin Tanrı'dan geldiği inancına dayalı olarak toplum yönetimi, Tanrı'nın yeryüzündeki vekilleri olduklarına inanılan din adamlarının elinde bulundurdukları toplumsal düzen.

AnnE
26-01-2008, 07:48
Papa, Başbakan, YÖK ve Celal Şengör

Abbas Guclu MİLLİYET


Üniversiteler Arası Kurul (ÜAK), önceki günkü toplantısında, İTÜ Öğretim Üyesi, Avrupa Bilimler Akademisi üyesi Celal Şengör'ü YÖK üyeliğine seçti. Şengör'ün yeni görevine başlayabilmesi için Çankaya'nın onayı gerekiyor.
Celal Şengör, dünyaca tanınmış, üretken bilimadamlarımızdan biri. Kamuoyu onu deprem sonrası tanıdı. "Büyük depremde İstanbul yerle bir olur ve yüz binlerce kişi ölür" dediğinde, kızanlar çok oldu. Ama hiç sevmeyenler bile hak verdi. Çünkü İstanbul'daki yapılardan çoğunun kartondan kuleler olduğunu herkes biliyordu.
Şengör'ün en sert çıkışı ise Yusuf Özcan'ın YÖK Başkanlığı'na atanmasından sonra gerçekleşti. Yeni YÖK Başkanı'nı, akademik açıdan o kadar yetersiz buldu ki "Kendisinin hiç bir akademik özelliğinin olduğunu düşünmüyorum. Asistan yapılmasında bile tereddüt edeceğim bir insanı alıp YÖK'ün başına getirdiler" yorumunu yaptı.
Şengör'ün dünkü hedefi ise Başbakan Erdoğan'dı. Cumhuriyet'in Bilim ve Teknoloji ilavesinde yayımlanan makalesinde, Papa 16. Benedictus'un Roma Üniversitesi'ne neden sokulmadığını uzun uzadıya anlattıktan sonra, "Tayyip Bey bilsin ki bizler de Roma'daki meslektaşlarımızdan aşağıya kalmayız.
Ama hiçbirimiz bir Türk Başbakanı'nın Papa'nın duruma düşmesini istemeyiz" dedi...
Gül, Üniversiteler Arası Kurul'un YÖK üyeliğine layık gördüğü Celal Şengör'e yönelik kararnameyi imzalayacak mı, imzalamayacak mı? İmzalamazsa gerekçesi ne olacak? İmzalarsa YÖK'te hangi rüzgârlar esecek? Bütün bunlar merakla bekleniyor.
Daha önce aynı göreve, aynı kurul tarafından seçilen Galatasaray Üniversitesi Öğretim Üyesi Necmi Yüzbaşıoğlu'nun bir aydır Köşk'te imzada bekletildiği dikkate alındığında, Şengör'ün de uzun süre bekletileceğine kesin gözüyle bakılıyor.
Oysa, YÖK Başkanı Özcan 24 saatte atanmıştı. Bakanlar Kurulu'nu temsilen Çankaya'ya gönderilen adayların bekleme süresi de 10 günü geçmiyor.
Çankaya ile ÜAK arasında yaşanan bu soğukluk, olası bir gerginliğin habercisi olarak değerlendiriliyor...

Master
26-01-2008, 15:39
Yılmaz Özdil
yozdil@hurriyet.com.tr


Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenleri...


"Din ve vicdan hürriyeti, eğitim hürriyeti, kişinin temel hak ve hürriyetidir...
Hákim kılınacak olan şeyler, İslam’ın getirdiği ana kaidelerdir. Sünneti seniyyedir. İmam hatip liseleri, imam yetiştirsin diye açılmadı. Dinini bilen doktorlar, avukatlar, mühendisler olsun diye açıldı" diyen kim?

Süleyman Demirel.

"Başörtüsü ile uğraşmak, gardırop Atatürkçülüğünün tipik örneğidir. Atatürk, kadınların kılığına kıyafetine karışmamış, o konuda yasa çıkarmamış, ne giyeceklerine hiç müdahale etmemiştir" diyen kim?

Bülent Ecevit.

Başbakanken öfkelenip, dönemin Karadeniz Teknik Üniversitesi Rektörü Kemal Gürüz’e "Başörtülü kızlarla ne alıp veremediğin var?" diye soran kim?

Turgut Özal.

"Demokrasi aşınızdır, ekmeğinizdir, başörtünüzdür, namusunuzdur, sahip çıkın... Bu seçim, evladını başörtülü diye üniversiteye yollayamayanların seçimi olacak. Zulüm edenlere karşı hesap soranların seçimi olacak" diyen kim?

Tansu Çiller.

"Türkiye’nin AB’ye giden yolu, sadece Diyarbakır’dan geçmez. Neresinde sorun varsa, orasından geçer. İmam hatip lisesinin önünden de geçer. Çağdışı kıyafet yasaklanabilir ama, başörtüsü çağdışı kıyafet olarak yorumlanamaz. Devrim kanunlarında böyle bir örtü yasağı yok" diyen kim?

Mesut Yılmaz.

"Başörtüsü dramına son verilmeli... Başörtülü bacılarım, üniversitelerde okumalıdır. Bunları perişan etmeye kimsenin hakkı yoktur. Başörtüsü, insan hakları kapsamındadır" diyen kim?

Devlet Bahçeli.

"Laiklik, isteyenin takmasının, isteyenin takmamasının ortak güvencesidir. Öğrenci kızlara başörtüsünü yasaklamayı, Avrupa Konseyi’ne anlatamazsınız" diyen kim?

İsmail Cem.

"Üniversite özgürlüktür. İktidara gelir gelmez, başörtüsü yasağını kaldıracağız. Başörtüsüne, seçim beyannamesinde yer veren tek parti biziz" diyen kim?

Mehmet Ağar.

"Yıllardır söylüyorum; başörtüsü yasağı, hakka da, hukuka da uymaz" diyen kim?

Erkan Mumcu.

*

Yani?

*

Yani, yeni değildir.

Dünün... Gelmiş geçmiş tüm iktidarların ve iktidar adaylarının toplamıdır, bugün.

buena vista
26-01-2008, 19:14
Dogru yeni degil.. Bunu hepsi yapti.. Ancak, ampul gibisi çikmamisti..
Gerçekten bunlar sadece seçim zamani degil, kalici olmak için çaba
harciyorlar..Bakalim kim kazanacak..!

buena vista

buena vista
26-01-2008, 19:24
İLHAN SELÇUK /CUMHURİYET


AKP Kuyrukçuluğunda MHP'nin Tarihsel Rolü?. .

Aaaa.. o da ne?..

Meğer MHP (Milliyetçi Hareket Partisi) de türbancıymış...

Doğrusu şaşırdım kaldım...

Neden böyle oldu?..

Kanun zoru mu vardı?..

MHP niçin AKP'nin kuyruğuna takıldı?..

*

MHP Genel Başkanı seçimlerde nutuk kürsüsünden AKP lideri RTE' ye ip atmıştı...

Meğer Sayın Devlet Bahçeli AKP'ye attığı ipe kendisi tutunacakmış...

Seçimlerden sonra RTE'nin AKP'sine en büyük destek MHP'den geliyor...

Nasıl?..

MHP düpedüz AKP'ye kuyrukçuluk yapıyor...

Çankaya olayındaki kuyrukçuluk daha unutulmadan türbancılıkta MHP'nin AKP'ye desteği doğrusu çok çarpıcı...

Hikmeti nedir?..

*

Bugün Uğur Mumcu için yazmayı düşünüyordum...

Düşündüm...

Ve kendi kendime sordum:

- Uğur yaşasaydı, bugün MHP ve Bahçeli'ye ilişkin neler yazardı?..

Yanıt:

- Neler yazmazdı?..

Türkiye bugün Uğur'un katlanabileceği bir manzara sergilemiyor; Atatürk Cumhuriyeti dinci karşıdevrim sürecini yaşamaktadır...

MHP de bunun hınk deyicisine dönüşmüştür...

*

Oysa MHP milliyetçi bir parti değil miydi?..

Meğer değilmiş...

Bu köşede geçen yaz şöyle yazmıştım:

" - Laik Atatürk Cumhuriyeti'nin 'varoluşu' ve 'bütünlüğü' için dün bana işkence etmiş olanlarla bugün gerekirse el ele vermeyi yurtseverliğin doğal ve sade gereği sayıyorum..."

Büyük bir cayırtı kopmuş, yalnız dinci medyada aleyhime yaklaşık 20 yazı yayımlanmıştı...

Oysa cayırtıya gerek yokmuş...

Meğer MHP milliyetçiliği dinci kuyrukçuluğuna dönüşecekmiş...

*

MHP verdiği kararın taktik bir niteliği olduğunu sanıyorsa aldanıyor..

Türban olayı 'türban olayı' değildir...

1) AİHM (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) ve bizim Anayasa Mahkemesi kararlarına aykırı bir yola girilmektedir... ki bu, 'İslamcı Türkiye' nin Batı'dan kopuşunda önemli bir aşamadır...

2) MHP ılımlı İslam devleti modeline uyumda, stratejik bir kararla karşıdevrime katılmakta, sivil darbeye destek sağlamaktadır...

*

Türkiye türban kararıyla türban ötesi hesaplaşmanın dönüm noktasındadır; tesettürü anayasaya sokmak, anayasanın değiştirilemez temel maddesi laikliği delmek demektir.

Ramo
27-01-2008, 11:27
YİNE "2-B"leri tuttu.

Zaman zaman böyle oluyor.

Biz unuttular sanıyoruz, ama krize girdiklerinde "2-B"yi bulup getiriyorlar.

"2-B", yani 2’nci maddenin B fıkrası.

Ama daha çok ormanları satıp paraya çevirmenin, çalınmış ormanları da yasalaştırmanın kod adı:

"2-B."

İşte yine "2-B"yi önlerine aldılar.

2 Lüksemburg, 6 Singapur, 15 Malta büyüklüğünde ormanlık alan "orman" olmaktan çıkartılıp satılacak.

Ormanları açanlara, tarlaya çevirenlere, üzerine villa yapanlara, ağaçları kesip kooperatif kuranlara, kurtarılmış mahallelere af getiriliyor.

Daha önceki tasarıda 1981 tarihinden önceki orman yağmaları affedilirken, tarihi de 2007 olarak öne çekiyorlar, ki bu son zamanlardaki yağmacılar da kurtulsun.

*

"2-B" birçok işe yarıyor:

Bir defa; yağmacılardan biraz para alıyorlar. Ki bu biraz bile 25 milyar dolar tutuyor, yağmanın boyutuna bakın.

İkincisi; kendi kendilerini de kurtarmış oluyorlar, çünkü irili ufaklı çoğu orman yağmacısı.

Üç:

Orman verip oy almak, siyasi ahlaksızlık geleneğidir.

İşte; yerel seçim var.

İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Bursa gibi büyük kentleri kuşatmış yağmacıların oyları, bir siyasi partiye seçimi kazandıracak kadar çok.

*

Böyle bir rezilliktir bu.

Bizim mokasen ayakkabılı salon çevrecileri, birkaçı dışında vakıflar, dernekler, elbette orada oturarak sağladıkları avantalardan olmamak için sessiz kalacaklardır.

Asla tepki göstermeyecekler.

Asla TBMM’nin önüne gidip "yapmayın" demeyecekler...

Asla meydanlara çıkmayacaklar.

Birer utanmaz suç ortağı olarak "çevreci" rollerini oynayıp, bu tarihimizin en büyük doğa yağmasını seyredecekler.

Bizler dizimize vuracağız.

Cılız, sessiz, etkisiz...

Bir cennet yurda ihanetin, yabandaki boyutuna baka baka...

Ramo
27-01-2008, 11:56
Bu yazıyı okuyunca kahroldum.Sözler yuvarlandı sonra büzüldü dudaklarımda.
Yüreğim daha bir hızlı çarptı,daha bir öfke sıkıştı sinir uçlarıma.

Çevre konulu bir çalışma için İspanya dayız.Malaga yakınlarında şimdi tamamen orman alanı haline dönüşmüş,ancak bir zamanlar işlenen felaketin boyutlarınıda örnek olsun şekliyle bir kaç yıkık dökük virane yazlık ev ve oteller bırakılmış bir bölgedeyiz.
Bir zamanlar bu bölge bizim gecekondu örneği önce yakılmış,sonrada siyasi boşlukları kullanarak,bir kısım kişiler yazlık villalar ve oteller dikmişler.Konuya duyarlı çevre derneklerinin uzun sürecek bir dava süreci başlamış.Bu arada yapılan yatırımlar,ikinci yada üçüncü kişilere bir güzel satılmış.12 yıllık mahkeme süreci sonrası,davayı kazanan çevre örgütleri olmuş.

Bunu yapanların bir kısmının tüm varlıklarına el konmuş.Davanın seyrini değiştirmeye çalışan;hatta meclislerine af teklifi sunan millet vekilleri de ceza almışlar.

Afrika kıtasını gören bu güzel tepeler bir yanda sisli dağlarını,tepelerini saklarken,bir yanda İspanya ya özgü olduğu belirtilen,yaprakları uzun çam ağaçları ile İspanya kıyılarına yaklaşan gemileri tekneleri selamlıyor.

Proje çalışma ortaklarımız,öğretmenler,öğrenciler bu güzel yerin hikayesini büyük bir keyif ve gurur içinde anlatıyorlar.

Bizim atalarımız buraları bize yeşil bıraktılar.Bizde bu emaneti çocuklarımıza bir yanlışdan dönerek yeşil bırakacağız.

Bizim böyle anlatacak hikayelerimiz varmıydı acaba.
Bir zamanlar düşman çizmeleriyle çiğnenip kirletilmeye çalışılan bu toprakları kanı ile yıkayan bu millete ne oldu?

Ramo
28-01-2008, 11:08
Hortumlamaya bir nefes daha aldırdılar! Aslında haber gazetelerin arka sayfalarında 20 gün önce, “İhale Kurumu’nun Yetkisine Tırpan” başlığıyla yayınlandı. Haberi gazeteden kesip yanına; “Hortumlamaya bir nefes daha aldırdılar” diye yorumlamak üzere not düşmüştüm.

Fakat güzel ülkemiz!

Ülkemizin ışıklı gündemi!

Sarsıcı haberleri!

Şimşeklenen olaylar!

Bana bu yazıyı yazacak fırsatı vermedi. Ancak vakit bulabildim, o kupürü çıkardım, yeniden okudum. Bu gelişmeden sizi haberdar etmezsem kendimi sorumlu sayarım. Biliyorsunuz, 2002 ekonomik krizi patladıktan sonra rahmetli Bülent Ecevit’in başbakan olarak “siyasi sorumluluğunu yüklendiği” DSP-ANAP-MHP iktidarı döneminde ve Dünya Bankası’ndan çağrılan Kemal Derviş’in yönetiminde “yeni bir İhale Kanunu” çıkartılmıştı.

Amaç çok netti.

Yolsuzluğu önlemek.

Hortumculuğu bitirmek.

Bunun için “İhale Kanunu’nda çok ileri sayılabilecek değişiklikler yapılmış” ve kendisine yapılan ihalelerde bağımsız olarak (resen) soruşturma yapma yetkisi verilen Kamu İhale Kurumu (KİK) oluşturulmuştu.



***


Ülkenin hırsızlık, yolsuzluk, hortumlamayla sarsılmasından gerekli dersi çıkartarak yeni bir “İhale Kanunu” ve bağımsız soruşturma yetkisi olan bir “İhale Kurumu” oluşturan Ecevit iktidarının ömrü uzun olmadı.

Seçimler yapıldı.

Yolsuzluktan.

Hortumlamadan.

Hırsızlıktan!

Bezmiş halk, “iktidar partilerinin üçüne birden sandıkta unutamayacakları” tokat atmış ve iktidara AKP’yi taşımıştı. AKP’liler de seçim meydanlarında sürekli olarak; “hırsızlığı, yolsuzluğu, hortumlamayı” propaganda malzemesi yapmış ve “hortumları keseceğiz” sözü vermişlerdi.

Sözler hep verilir.

Sonuca bakmalı.

Sonuca baktık.

AKP, “hortumlamanın, yolsuzluğun, partiye yakın şirketlerin kayırılmasının önünü tıkayacak İhale Kanunu” nu 10 kez değiştirip budadı. En son olarak da 20 gün önce Kamu İhale Kurumu’nun yetkisini tırpanladı.



***


Şunu yaptı.

Bir bakanlık ya da bir belediye veya bir devlet kurumunda ihale olmuş. Bazı usulsüzlükler, haksızlıklar, yasaya aykırı durumlar yaşanmış ve birilerine “hortumlama” yapılmış. Bundan haberdar edilen gazeteci de haber olarak yazmış. İşte Kamu İhale Kurumu, bağımsız olarak “bu haberdeki iddiaları” araştırıyor, belgelendiriyor, kanıtlandırıyor ve ihaleyi iptal edebiliyordu.

Şimdi edemeyecek.

Şimdi, gazetecinin yazdığı haberi ihbar kabul edip harekete geçemeyecek. İhaleyi iptal edemeyecek. Ancak ihaleyi yapan kuruma “gözden geçirin” önerisinde bulunacak. Yani “anamı öpen kadı misali...” davayı yeniden aynı kadıya götürecek. Böylelikle “hortumlamaya derin bir nefes daha aldırılmış” oluyor.

İlk örneği de yaşandı.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin “Beyaz Köşk ve Hıdiv Kasrı” onarım inşaatı ihalesinde usulsüzlük saptayan Kamu İhale Kurumu, bu ihaleyi iptal edemedi.

Haberiniz olsun!

Necati doğru/VATAN

buena vista
29-01-2008, 07:51
GEÇEN cuma Uludağ.

300 kişilik cami dolunca, Uludağ’a kayak yapmaya giden tatilcilerin bir bölümü ile otellerde çalışan personelin bir bölümü cuma namazını eksi üç derecede karlar altında kılıyor.

Otel çalışanları, "böyle bir manzarayla ilk kez karşılaştıklarını" söylüyor. Onlar kar manzarasına alışık, karlar altında kılınan namazlara değil.

Bu fotoğraf ve haber Milliyet’te yayınlanıyor. Kayak yapmaya, Uludağ’a gidenler cuma namazını eksi üç derecede, karlar altında kılacak kadar özveri gösterdiklerine göre, bu merak onlarda ne zaman uyanıyor? Kim bunlar? Üç olasılık var:

1-Kayak yapanlar belli gelir grubunda. Onların cuma merakı, namazı eksi üç derecede karlar altında kılacak kadar ileri değil. Aniden fışkıran bu adet, iktidara yaranma merakı. Toplumsal sırnaşıklık. Hem kendileri, hem iktidarın kendisi için aldatıcı ve tehlikeli.

2-AKP kendi sermaye sınıfını yaratıyor. Artık onlar da, bir zamanlar kendilerini yabancı hissettikleri ve dışlandıkları mekanlara gitmeye başlıyor. O grubun yaşam tarzı değişiyor. Ürkekliklerini üstlerinden atıyor.

3-Ya da ikisi birden, karlar altında namaz kılanlar hem iktidar sırnaşıkları, hem AKP’nin yeni tip insanları.

Bu sıradan bir fotoğraf değil. Türkiye’nin değişen sosyolojik manzarasını yansıtıyor. İslam değerlerinin giderek ağır bastığı bir manzarayı.

Türbana serbestlik tanıma, bu değişimin en çarpıcı simgesi, göstergesi.

70’lerdeki sağ-sol kutuplaşmasından sonra

HUKUKÇULAR, "aman çok tehlikeli" diye uyarıyor. Son numara, türbanla ilgili Anayasa değişikliğini referanduma sunmak.

Tehlikeli olmasının yanı sıra, öğrenim özgürlüğünden hareketle, Anayasa hukukçuları, "temel haklara ilişkin referandum olmaz" görüşünde birleşiyor.

Buna rağmen, AKP referandumu kendi içinde tartışıyor. Türbanda serbestliği halkın yüzde 70’i istediğine göre, AKP "bizim elimiz güçlü" havasında. Yani, referanduma gideriz, bu laikçilere de hadlerini bildiririz, hesabında.

Aynı anda, türbana dönük herhangi bir yargı yolunun önünü kapatmak da, hesaplar arasında. 22 Temmuz sonrası, referandumla seçimden sonra, güç tazeleme hırsı.

AKP’deki kaygı, "referanduma kadar geçecek 45 günlük sürede, herkes birbirine daha da fena girecek" yönünde.

Aklı başında hukukçuların ikinci itirazı burada. Zaten yay gibi gerilmiş toplumu, referandumla iyice germek.

Cumhurun başı olan, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ise, referandumu savunuyor. Cumhuru böleceği, kutuplaşmanın daha da sertleşeceği bir yöntemi savunmak, bir Cumhurbaşkanı için çok talihsiz.

1970’lerdeki sağ-sol çatışmasından yaklaşık kırk yıl sonra, Türkiye kendi içinde ve hiç bir dış etken olmadan, ilk kez böylesine toplumsal bölünme eşiğinde.

Huzurunuzda AKP iktidarı. (Hürriyet)

Yalçın DOĞAN

Master
31-01-2008, 08:18
Yılmaz Özdil
yozdil@hurriyet.com.tr


Çene


ÇENE: Takıyye organıdır... Vücutta "çift" taraflı çalışan tek eklemdir. Hem aşağı-yukarı, hem sağa-sola hareket eder. Yani, neresi işine geliyorsa, oraya gider.

Çene çalmak: Herkes türbanı konuşurken, türbanla meşgulken, şakır şakır malı götürme durumu, araklama.

Çenen tutulsun!: "Türbanı sakın üniversiteye sokmayın" diyenlere yönelik temenni, antilaik hissiyat.

Çeneyi dağıtmak: Tenhada tek tek kıstırılan laiklerin başına gelecek olan.

Çene yarıştırmak: Acun’un yeni projesi... Kutulara türban, çarşaf, burka, tülbent, peruk koyuyorsun, yarışmacı açıyor, kutusundan ne çıkarsa, onu takıyor.

Çenesi kilitlenmek: AB... Car car konuşur, böyle zamanlarda çıtı çıkmıyor!

Çenesini tutmak: Hükümetten tırsan eyyamcı aydınların, söyledikleri aman duyulmasın diye, çenesini eliyle kapatarak fısır fısır konuşması durumu.

Çenesi düşük: "Uyardırma kerizi" politikası uygulayan partinin disiplinine uymayıp, "Üniversiteye girelim, arkası gelecek" diye itiraf eden, acemi politikacı.

Çene egzersizi: Merve Kavakçı.

Çene çıkması: Aşırı zorlamadan mütevellit parti kapanması, geçici felç.

Çeneye kuvvet: Nazlı Ilıcak.

Çene cerrahisi: Anayasa komisyonu.

Çene estetiği: Cemil İpekçi.

Çene yormak: Hukukun, sakız gibi çiğnene çiğnene, guguk olmuş hali.

Çene suyu çorba: Haber kanalları.

Çeneaşı: Seçim öncesi dağıtılan bulgur, makarna... Beslemez, tokluk hissi verir.

Çene çukuru: Velev ki, erotik gamze.

Rüyada çene görmek: Daima hayra yorulur... Muradınıza ereceğinize, üç vakte kadar ÖSS’yi kazanacağınıza, yüksek makamlara geleceğinize işaret eder.

Geniş çene: "Bana ne birader, ben cebime bakarım, memleketi ben mi kurtaracağım" diye düşünen, rahat insan.

*

Uzun lafın kısası...

Çenebazlık etmenin álemi yok. Anatomiyi, fizyonomiyi Anayasa’ya koysan ne olur, koymasan ne olur kardeşim.

*

Anayasa gereği "laiklik" üzerine yemin eden milletvekili, "türbanlı hákim olmalı" diyorsa... Anayasa gereği "vatanın milletin bölünmez bütünlüğü" üzerine yemin eden milletvekili, "konfederasyon" istiyorsa... Anayasa gereği "Cumhuriyet’in şan ve şerefini korumak, yüceltmek" için yemin eden cumhurbaşkanı, şeriatçı Kral’ın oteline gidip, şeref madalyası takıyorsa...

*

O milletin çenesi değil...

Aslında gözleri bağlanmıştır, gözleri.

Ramo
31-01-2008, 22:35
Kime sorarsanız sorun, size Atatürk’ün Türk kadınına haklarını “verdiğini” söyleyecektir.

Türk kadını bu yönde en ufak bir çaba göstermemiştir, savaş yıllarında İttihat ve Terakki denetiminde kurulan etkisiz birkaç örgütü, Halide Edib’in konuşmalarını, okunmayan birkaç kadın dergisini, Türkocağı’na çay içmeye gidip gelen birkaç “tango çarşaflı” hanımı falan saymazsanız... Ki, saymayınız.

Hani o milletvekili “yapılan” Satı Kadın falan var ya, meclis kürsüsüne hiç çıkmış mıdır, konuşma yaptıysa ne söylemiştir, Kemalistler tutanaklardan bulup açıklasalar da öğrensek!

Eh, tıpkı bunun gibi, İnönü de çok partili hayatı aziz Türk milletine “bağışlamıştır”.

1925 yılında çocuğun oyuncağını elinden alıp, 1945 yılında geri vermek gibi bir şey!

General Franco gibi Amerikan baskısına direnseydi, hele Amerika’ya üs verip ağzını kapatacak tıynette bir adam olsaydı, nah görürdünüz çok partili sistemi...

Bu memlekette, bir avuç, devede kulak sosyalist dışında, hiçkimse hiçbir hakkı için mücadele etmedi. Sosyalistler de esip savurmayı iyi bildiler ama her sıkıyı gördüklerinde çil yavrusu gibi dağılıp kaçtılar. Üç beş çocuk silah atmaya kalktı, kendini darağacında buldu.

Tövbe, dinciler ettiler mücadele!

Örgütlendiler, çalıştılar, oy verdiler, verdirdiler, hem sosyal hem siyasal bir savaş verip bu noktaya geldiler. Sosyalistler gibi aptallık etmediler.

Laik hanım kızlarımız da ya “paralı koca bulup rahata erme” çabasıyla yetindiler, ya da sakız patlatarak televizyon seyretme keyfiyle...

Sınıf değiştirme sürecinin yalnızca “parasal yanıyla” ilgilendiler, bu işin “üstyapısını” önemli saymadılar.

Atatürk onlara haklarını vermişti ya, mesele tamamdı. Herşey hazırlop gelmişti.

Devlet gerekeni gerektiği zaman nasıl olsa verirdi, büyüklerimiz herşeyi bizden daha iyi bilirlerdi, onlar ne verirlerse o kadar, ne zaman verirlerse o zaman...

Örneğin Medeni Kanun 1926 yılında çıkabilir, buna karşılık kadınlar meclise ancak 1935 yılında girebilirler, yani arada dokuz yıllık “küçük” bir fark bulunabilirdi, kim ağzını açacaktı?

Oysa, 12 Eylül’ün “toplumu ve özellikle gençliği dıngıllaştırma” zokasını dinciler yutmadılar, Tuna Kiremitçi’nin dediği gibi, okudular ve tartıştılar. Berikilerin “guruları” artık çişlerini tutamaz duruma düşerlerken, onlar zıpkın gibi genç aydınlar yetiştirdiler.

Şimdi, Afeş’in keçisinde şafak attı!

Korkuyorlar. Haklar ellerinden gidebilir.

Öyleyse mücadele edecekler.

Miting mi düzenlerler, yeni parti mi kurarlar, Deniz Baykal’ı mı devirirler, bazı akıllara seza ablaları gibi balıkçı takası kiralayıp Samsun limanına çıkartma yapmaya mı kalkarlar, bilmem artık.

“Bürokrasinin, halkın eğitim düzeyini yeterli gördüğü ölçüde ve dönemeçte gıdım gıdım verdiği haklar” için değil, çatır çatır, söke söke kendi öz çıkarlarını korumak için.

Yani demek istiyorum ki, CHP’nin “mahkeme kapılarında ağlama” yöntemiyle kurtaracağı mevzilere fazla güvenmesinler, meclis toplantı sayısı konusunda da sökmedi bu, cumhurbaşkanı seçimi konusunda da...

Umarım “sivil toplum örgütü” sanıp Ergenekon çetesine falan da gitmez şabalaklar!

(Akşam) Engin Ardıç

Master
01-02-2008, 07:03
, Deniz Baykal’ı mı devirirler, bilmem artık.

“Bürokrasinin, halkın eğitim düzeyini yeterli gördüğü ölçüde ve dönemeçte gıdım gıdım verdiği haklar” için değil, çatır çatır, söke söke kendi öz çıkarlarını korumak için.

Yani demek istiyorum ki, CHP’nin “mahkeme kapılarında ağlama” yöntemiyle kurtaracağı mevzilere fazla güvenmesinler, meclis toplantı sayısı konusunda da sökmedi bu, cumhurbaşkanı seçimi konusunda da...

Umarım “sivil toplum örgütü” sanıp Ergenekon çetesine falan da gitmez şabalaklar!

Özellikle Bu bölüm için 2. tşk ;)

Ramo
06-02-2008, 15:18
MHP...


Başbakan, Samanyolu TV’de...

"Bunlar eli silahlı, devamlı kin, nefret, kan... Adeta bundan zevk alıyorlar. Bahçeli’yi dinliyorum, aman yarabbi, nasıl hareketler bunlar?"

Başbakan, Adana’da...

"İp atanları, ip atlayanları, benim milletim gayet iyi bilir."

Başbakan, Bolu’da...

"Kimileri gırtlaklarını yırtarak, ip atıyor. Yıkanıp temizlensinler, asıl bunların kirli çamaşırlarına ip lazım."

Başbakan, Adıyaman’da...

"Bu millet, sizin cemazüevvelinizi iyi bilir. CHP yavrusunu doğurmuş, MHP... Al birini, vur öbürüne."

Başbakan, Malatya’da...

"Bunlar, kendi işaretleriyle, çirkin tavırlar içerisinde, şehitlerimizin cenazelerini istismar eden takım..."

Başbakan, Kanal A’da...

"Bahçeli, dürüst değil... MHP’nin tutarsızlıklarla halkı aldatmaya çalışmasına üzülüyorum."

Başbakan, Ankara’da...

"Milliyetsiz milliyetçilik bitmiştir. CHP değirmenine su taşıyor MHP."

Başbakan, Bayburt’ta...

"Bu bağımsızlar parlamentoya girecek. Bir de MHP girerse, biz bunların kavgalarıyla mı uğraşacağız? İkisi de uç... Yüce Divan’a gitmesi gerekenlerden biri de Bahçeli."

Başbakan, Afyon’da...

"Bunlar DSP’nin değirmenine su taşıyordu. DSP’nin suyu bitti. Hortumculuk bunların döneminde zirve yaptı mı? Yaptı. Dürüstlük başka şey, haram-helal başka."

Başbakan, Sakarya’da...

"Önce saygıyı öğren... Senin düştüğün seviyeye düşmeyeceğiz. Aldığım eğitim, buna müsaade etmez... Yanına mafya kopuklarını toplamışsın, konuşuyorsun. Hem merak ediyorum... Bahçeli kaç ülkeye gitmiş? Kendisi uçma özürlü mü? Olur ya, uçaktan korkar, uçamaz!"

Başbakan, Söğüt Şenlikleri’nde...

"Kardeşi kardeşe düşürenler, tarihe kadavra gibi bakanlar, provokatörler, bu milletin ruhunu, idrakini bilemez."

Başbakan, NTV’de...

"Bahçeli’yi muhatap almıyorum!"

Başbakan, Kütahya’da...

"Bölücü örgütün başını sana hediye edecekler. Sen kalkıp, hapishaneyi, İmralı’yı döşeyeceksin... Yemezler! Dürüst olalım. Ne milliyetçisi yaaaa! CHP’ye yedek parça olmayın."

*

Taaa Orhun Yazıtları değil...

Daha dün söylendi bu laflar.

*

Ya bugün?

Göreceğiz...
Yılmaz Özdil

----------------------------------------------------
Minik yorum:Bozkurtlar,Akkurt olma yarışı içinde

Gozlemci
07-02-2008, 03:17
Orgutlenmeden bu isler olmaz. Bu ulkede hangi tarikat en iyi orgute sahip? Ugur Mumcu'nun yazilarinda, Maltepe askeri lisesine sahte raporla ogrenci sokmaya calisanlar hangi tarikat idi? Oraya sokulmayan ogrenciler ve sonradan bazi ozel Fen liselerinde yetistirilenler simdi hangi mevkideler?

Aslinda pek hazzetmedigim Ulsever'in yazisi....

-------------------------------------------------------------------------

Türban karşıtları neden kaybediyorlar?


BU satırlar yazılırken Meclis Genel Kurulu "türban oylaması"nı yapmamıştı. Ancak, neticeyi şimdiden tahmin edebiliyorum.

Başı kapalı üniversiteye girmek bundan böyle serbest olacak. AKP süreci çok kötü yönetti ama yine de kazanacak. Sonradan Anayasa Mahkemesi aksine bir karar alsa dahi Pandora’nın kapağı açılıyor, geri dönülmez bir sürece giriliyor. Hatta daha önceleri de yazdığım gibi mücadelenin burada durulmayacağını, yerel seçimlere kadar alanını genişleterek devam edeceğini de söylemek mümkün.

Türban neden kazanacak? Çok basit ve kaba bir dille ifade edeyim:

Türbana karşı olanlar tembeller de ondan!

Evet, türbana karşıt olanlar da büyük oranda, karşı cephe gibi, ideolojik ve dışlayıcı, dolayısıyla "tek doğru"nun kendi tekellerinde olduğunu düşünüyorlar. Bu bakımdan birbirlerine çok benziyorlar. Ama, bir konuda çok farklılar.

Bir taraf çok çalışkan, diğer taraf ise çok tembel!

* * *

Israrla iddia ettiğim gibi AKP’nin ana motorunu Milli Görüş yönlendiriyor. Tabanda ve çok geniş bir alanda onlar var. Erdoğan, "Milli Görüş hırkasını çıkardım" dedi diye yok olmadılar ve artık büyük çapta Saadet Partisi’ne omuz vermedikleri için bu parti veremli hasta gibi erimeye devam ediyor, AKP her geçen gün büyüyor.

Ben Milli Görüş’ün ideolojisine katiyen katılmıyorum, onların dünyevi görüşlerini kendi liberal-demokrat görüşlerimle bağdaştıramıyorum.

Ama örgüt anlayışlarına ve çalışkanlıklarına büyük saygı duyuyorum.

Büyük şehirlerdeki taşra-semtlerde, ilçelerde, beldelerde, köy ve mahallelerde onlar varlar.

Hatta, sadece onlar var! Güneydoğu’da Hizbullah da var ama diğer tüm yerlerde sadece onlar var.

Marksistler, sosyal demokratlar, liberaller, laikçiler vb. taşrada, gecekondu semtlerinde, işçi mahallelerinde, köylerde hiç olmadılar, onlar uzaktan ahkám kesmeyi hep tercih ettiler.

Tersine Milli Görüş hep oradaydı, hatta başta Almanya olmak üzere Avrupa’da da Türk işçilerinin olduğu her yerde her zaman hazır bulundu.

Bulundukları yerlerde de katiyen kaba siyasi propaganda yapmadılar. Ekonomik itilmiş ile sosyolojik kakılmışın karı-koca olduğu fukara bölgelerde ezik insanlara onlar kol kanat gerdiler. Sağlık hizmeti verdiler, eğitim hizmeti verdiler, cenaze kaldırdılar, mevlit okuttular, dahası erzak ve kömür dağıttılar. Bunları yıllarca yaptılar, yapmaya devam ediyorlar. Hatta 2002’de AKP iktidar olana dek masrafları büyük çapta kendi ceplerinden karşıladılar. Şimdi de Fak-Fuk-Fonu’u ve AKP’li belediyeleri, ihtiyaç sahibi insanlar için kullanıyorlar.

Bunları yaparken de insanların zihinlerine 3 olguyu kazıdılar:

1) Devletten hiçbir hayır gelmez.

2) Diğer siyasi kuruluşlar sadece kendi ceplerine çalışırlar.

3) Müslüman adamın halini ancak gerçek Müslümanlar anlar.

Gerçekten de yaşanan pratik devletin bir türlü sosyal devlet olamadığını, diğer partilerin de ağızlarına dek yolsuzluğa bulaştığını gösteriyordu.

Onlar insanların kafasına yıllarca 2 hüküm yerleştirdiler:

Yolsuzluğun olduğu her yerde yoksulluk büyür!

Müslüman iktidar yolsuzluk yapmaz, yoksullukla mücadele eder.

Gerçek ne olursa olsun, ezik insanlar bizzat ayaklarına giden bu insanlara inanıyorlar.

* * *

Türbanın kazanmasına çok ama çok kızanlar, kendilerine şu soruyu sormak zorundalar:

Milli Görüş harıl harıl çalışırken biz ne yaptık?

Milli Görüş çok çalıştı, şimdi de AKP’den karşılığını istiyor ve alıyor!

Cuneyt Ulsever, Hurriyet'ten

meraklı
07-02-2008, 09:26
Önceki gece NTV'de akademisyenlerle türbanı tartışıyorduk, ki internet adresimize bir mektup düştü.
Tahran'da yaşamış, "adının açıklanmasını istemeyen" bir diplomat eşi, İran'daki örtünme konusundaki deneyimini aktarıyor, Türk kadınlarını uyanık olmaya çağırıyordu. İsmi kontrol ettik; doğruydu.
Mektup, 1991-94 yılları arasında Türkiye'nin Tahran Büyükelçiliği'ni yapan Korkmaz Haktanır'ın eşi Handan Haktanır'dan geliyordu.Yayında isim vermeden, mektuptan bölümler okudum.
Yayından sonra da kendisine ulaşıp mektubun tamamına bu köşede yer vermek için iznini istedim.
İşte Handan Haktanır'ın "türban uyarısı":

"Ruj süreni sopaladılar"
"Tahran'da görev yapmış bir diplomatın eşi olarak, türban konusunda düşündüklerimi bir iki cümleyle ifade etmek isterim:
Tayin yerimiz olan Tahran'a uçağımız inerken 'hicab'ımı başıma geçirdiğimde kendimi şöyle teselli ediyordum:
'Nasıl olsa burası benim ülkem değil. Birkaç yıl dişimi sıkar katlanırım. Çok şükür ki biz Atatürk kızlarıyız ve böyle şeyler bizim başımıza gelmez.'
Tahran'daki görev süremiz boyunca (gayrimüslimler de dahil olmak üzere) 'hicab'sız dolaşan tek bir kadın görmedim. Bir yabancı diplomatın eşi, şapka takarak bu yasağı delmeyi denedi, ancak devrim polisleri kendisini derhal ikaz ettiler.
Bir başkasının eşi ruj sürdüğü için karakola alındı ve ellerine sopalarla vuruldu. Bu hanım bir keresinde 'Eğer Müslümanlık buysa, Hıristiyan olduğum için çok şanslıyım' demişti.

"Süreç 3 yılda tamamlandı"
"Tayinimizin ilk günlerinde İranlı hanım dostlarım bana sürekli olarak Türk kadınlarının dikkatli olmalarını ve erkeklerin bilinçaltındaki güvensizlik duygularından ve endişelerden kaynaklanan bu uygulamanın, sinsice ve adım adım geldiğini söylüyorlardı.
Bir gün okullarına gittiklerinde kapıda 'Bundan böyle hicabsız derslere giremeyeceklerine' dair bir kâğıt bulmuşlardı.
Dedikleri kadarıyla, sürecin tamamlanması üç yıl almıştı. Ondan sonra ise çok geç olmuştu.
İtiraz edenlerin sayısı giderek azalmış, sonuçta yıllar sonra bu ortam içine doğan kızlar için 'hicab'lı olmak son derece doğal ve yerine getirilmesi gereken bir şart olarak algılanmaya başlanmıştı.
Bu uyarıları ben o zaman masal dinler gibi dinlemiştim. Evet, ben de onlar gibi giyiniyordum, ama bu benim değil onların sorunuydu. Bizim ülkemizde böyle şeyler olmazdı.

"Rüyamda korkuyordum"
Ancak, bir süre sonra vestiyerden 'hicab'ımı alıp taktığımı, ancak sokağa çıktıktan sonra fark ettiğimin ayırdına vardım. 'Hicab', benim için de artık bir refleks haline gelmişti.
Öyle ki, bazen rüyalarımda bile kendimi başı açık olarak gördüğümde korkuyla uyanıyor 'Devrim polisleri geliyor, ben ise hicabımı takmamışım' diye paniğe kapılıyordum. İşte o zaman, 'hicab'ın aslında buzdağının görünen parçası olduğunu; asıl amacın, kadının ezilmesi, kontrol altına alınması ve korku altında yaşayan, ikinci sınıf insanlar olduklarına inandırılması olduğunu anladım.
O nedenle Türk kadınlarının çok dikkatli olması ve son derece masumane bir şekilde, özgürlük adı altında gelen bazı uygulamaların, ileride çok daha baskıcı bir rejimin ayak sesleri olabileceğini asla akıllarından çıkarmamaları gerekmektedir.
En içten saygılarımla..."



can.dundar@e-kolay.net

....: onlarda 3 sene imiş, ya bizde....???? Temel zaten vardı....:kafasız: (..):

Ramo
09-02-2008, 13:13
Babaannem Zehra Hanım nasıl giyinirdi bilemem. Çünkü baba tarafından dedem Yusuf Bey' le ve o sırada kimileri bebek amcalarım ve halalarımla birlikte, 1910'lardaki karşılıklı kıyımlar sırasında Taşnaksityun çetelerince Iğdır'daki evlerinde katledilmişler. Kurtulan bir tek, o sırada üç dört yaşlarındaki babam olmuş. (Öyküyü merak edenler kardeşim Nihat Behram' ın " Miras " adlı romanından öğrenebilirler.) Zehra Hanım nasıl giyinirdi bilemem.



Fakat herhalde, o yıllarda bütün toplumsal kesimlerden kadınlar gibi başında bir başörtüsü vardı. Tıpkı anneannem Gonca Hanım gibi. Sizler, başörtülerini dinsel bir simge gibi değil, Cumhuriyet öncesindeki geleneklerin bir gereği olarak taşıyan bu kadınlara karşı suç işliyorsunuz.



***



Çocukluğumun geçtiği Kars'ta, yağmura, toza toprağa karşı korunmak dışında annemi hiç başı örtülü görmedim. Fotoğraflarında da başında modern şapkalar vardır. Annem dört çocuk büyütmüş bir ev kadınıydı. Ama kemanıyla da bizlere klasik Batı müziği parçaları çalardı. Bu sırrı, uzun yıllar sonra Kars'a gittiğimde çözdüm. Evimizin bulunduğu sokaktaki konservatuvar binasının restorasyonu yapılıyordu. Demek ki müzik eğitimini orada, ya da belki bir halkevinde almıştı. Çocukluğumun geçtiği Kars, ( Orhan Pamuk' un kurguladığının tam tersi) bambaşka bir yerdi. Ben orada, o yıllarda, ne çarşaflı, ne de türbanlı bir kadın gördüğümü anımsıyorum. Bugünün Kars'ı da bu türden görüntülerin uzağındadır. Siz benim anneme, teyzeme, onların arkadaşlarına, Cumhuriyet'in birinci, ikinci kuşak insanlarına karşı suç işliyorsunuz.



***



Ergenliğimin önemli bir bölümü Çankırı'da geçti. Orada bir dindarlık havası vardı. Ama bu, tıpkı Yahya Kemal' in bazı şiirlerinde tarif ettiği gibi, töresel, kültürel bir dindarlıktı. Din konuşulmaz, günlük yaşamın içinde olağan bir olgu olarak yaşanırdı. Başörtüsü herhangi bir şeyin simgesi değil, daha çok yine yaşlı kadınların ya da nispeten daha yoksul kesimlerden kadınların taşıdığı bir örtüydü. Zenginlik, gösteriş ayıptı. Esnaf, işçi ya da memur komşularımız akşamları evlerine dönerken, ellerinde taşıdıkları şeylerin ne olduğunu anlayamazdınız. Bunun nedeni, o şeyler her ne ise, açıkta taşınırlarsa, alamayacak durumdaki insanlara karşı ayıp ve günah olacağı içindi. En saygı duyduğumuz kişi, aynı mahallede oturduğumuz, eşi ve kızı annemin arkadaşları olan kent müftüsüydü. Bembeyaz sakalı, koyu renkli, tertemiz, modern giysileriyle o, sokaktan geçerek evine doğru giderken, çevresine ürküntü değil, iyilik, hoşgörü saçan iyi yürekli bir masal kahramanı, içimizden biriydi. İlkokul, ortaokul, lise arkadaşlarımın birçoğu, esnaf ya da köylü çocuklarıydı. İlkokulda yoksul bir kız arkadaşımızın okula bir gün, bildiğimiz hamam takunyalarıyla geldiğini unutamam. Ama türban denen bir şey bu öğretim basamaklarının hiçbirinde aklımızın ucundan geçmezdi. Kız-erkek eşittik, arkadaştık. Hangi toplumsal tabakadan gelirsek gelelim, hepimizi birleştiren ortak bir ışık, bir aydınlık vardı. Bu ışık, yine kadın ya da erkek, bütün öğretmenlerimizin, bütün o sevgili insanların açık alınlarında, açık başlarında onurla ışıldayan şeydi. Siz bütün bu anlattıklarıma, bütün bu insanlara karşı suç işliyorsunuz. Sizin görgüsüz, şatafatlı düğünleriniz; marka merakınız; kibirli, gösterişçi, ikiyüzlü halleriniz; bir zamanlar bu toplumun insanlarının günlük yaşamlarında doğal bir yaşam alanı olarak var olan kutsal yerleri miğfere ve süngüye dönüştürmeye çalışan dindarlığınız; benim anlattığım, yaşadığım bu Türkiye'ye ne kadar yabancı, uzak ve düşman...



***



Suç işliyorsunuz, evet. Nice güçlükler aşılarak bir araya getirilmiş bu ülkenin insanlarını laikler ve dindarlar, inananlar ve inanmayanlar gibi, çoktan geride kalmış yapay ve zorlama ayrımlarla birbirinden ayırmaya çalışarak bu ülkeye ve insanlarına karşı suç işliyorsunuz.



Günlük yaşam içinde töre olarak kalması gereken dinsel değerleri bu yaşamın yönlendiricisi yapmaya çalışarak, akla, bilime, özgür düşünceye ve aynı zamanda da bu dinin kendisine karşı suç işliyorsunuz.



Demokrasiyi yüzde hesaplarına vurarak demokrasiye karşı suç işliyorsunuz.



Kurtuluş Savaşı'nın ve Cumhuriyetin, bağımsızlıkçı, emperyalizm karşıtı ideallerine, fotoğrafları altında ister istemez durduğunuz Mustafa Kemal' in aydınlık aklına, ruhuna, bu ülkenin insanlarının doğal vatanseverliğine, özverisine, Ortadoğu çamuruna değil, kadının ve erkeğin gerçekten eşit ve arkadaş olduğu bir dünya özlemine; Batılı değerleri bile daha da yüceltecek azmine, beklentilerine, çalışkanlığına, yaratma yeteneklerine karşı suç işliyorsunuz.



Suç işliyorsunuz, evet. Siz ve içerdeki ve dışardaki her türden yardakçılarınız, hep birlikte suçlusunuz.



Ne kadar yadsısanız da, bu böyle...

Ataol Behramoğlu (Cumhuriyet - 09.02.2008)

buena vista
12-02-2008, 18:44
Türbanı eleştiren İlhan Selçuk, Aziz Nesin'in tezini desteklemeye başladığını yazdı

Cumhuriyet Gazetesi Başyazarı İlhan Selçuk gündemdeki türban tartışmalarını değerlendirdi. Eleştirileri dozunu Aziz Nesin'e de gönderme yaparak artıran Selçuk, Aziz Nesin'in "Türklerin yüzde 60'ı aptaldır" tezine inanmaya başladığını yazdı. İşte İlhan Selçuk'un Cumhuriyet Gazetesi'nde yayınlanan o köşe yazısı...


Ortalıkta tam bir hayhuy geçerli...

Zavallı kadınlarımız..

Zavallı kızlarımız..

Erkeklerin kavgasında kim vurduya gidiyorlar...

*

Anadolu'da geçerli olan neydi?..

Köylü kafasını sıfır numarayla tıraş ettirir, kasket giyerdi..

Köylü kadın başını örterdi... İkisinin de gerekçesi vardı...

Köy evinde hamam mamam hak getire, saçını başını nerede sabunlayacaksın?..

Her sabah banyoda duş mu alacaksın?..

Kadın tarlada toz toprak içinde, güneş altında çalışacak...

Başını örtmesin de ne yapsın?..

Bir de üstüne erkek egemenliği diyor ki:

- Kadın günahtır, namahremdir, başını açamaz, tesettür gerek...

Kasabada çarşaf..

Köyde yemeni..

Ya da yeldirme..

Amerikancı İslamcılık politikası, toplumun geleneklerini dincilikle işleyerek, erkek egemenliği üstüne siyasal tahtını kurdu...

*

'Eğitim-öğretim' insanın kişiliğini oluşturur..

Kimliğini saptar..

Fransız neden Fransızdır..

Arap neden Arap'tır..

Çocuk ailede yetişir, eğitilir, büyütülür, okulda öğretim görür...

Alman neden türban takmıyor, çarşaf giymiyor?..

Hangi ulustan, ırktan, ülkeden olursa olsun kız çocuğuna küçücük yaştan başlayarak tesettür eğitimi verilirse, zavallı örtünmeyi doğal sayar, yaşamının vazgeçilmez kuralı olarak benimser...

Türkiye'de ne oluyor?..

Ailede eğitim tesettürse..

Kız çocuğu okulda ne yapacak?..

İki arada bir derede kalacak...

*

Bugün Türkiye bir açmazın, çıkmazın, tuzağın içinde...

Akıldışı öğretim düzenini devlette geçerli kılmak isteyenler iktidarda egemenleştiler...

Kız çocuğu 7 yaşında okula başlayacak...

İlkokul..

Ortaokul..

Lise..

12 yıl türbansız..

Peki, bu kızcağız üniversiteye girerken neden ve niçin türban takacak?..

Sonra?..

Üniversiteyi bitirip kamu hizmetine girmek isterse, türbanını ya da başörtüsünü niçin ve neden çıkaracak?..

Kızın hayatında türban dört yılık üniversite süreci için mi geçerli olacak?..

*

Türkiye bir tuzağa düşürüldü...

Aziz Nesin hep yinelerdi:

- Türkler aptaldır...

Abartıyor sanırdım...

Şimdi inanmaya başladım...

Eğer Atatürk sayesinde başlattığımız aydınlanma devrimine 'paydos' diyerek Arap'ın çorabın kuyruğuna takılıp kadınımızı, kızımızı tesettüre mahkûm edersek, Tarih Baba'nın defterine kimliğimiz nasıl yazılacak:

- Aptal Türk!..

Tesettür üniversiteli kızın başında değil, bizim kafamızda aklımızı örttüğünden, kendimize aptallıktan gayrı bir sıfat bulmak zor olacak...


minik hatirlatma: konu 1982 Anayasasi`nin % 92 oyla kabul edilmesi..
Rahmetlinin agzindan % 92 yerine, % 60 çikiyor.. Kara mizah yani..

Master
13-02-2008, 07:17
Küçük çocuk annesine sordu: 'Sol ne demek?

' Anne bir süre düşündükten sonra yanıtladı: 'Sol; sokakta seksek oynamak demek, korkudan öleyazsan da lunaparkta zincirli sandalyeye binmek demek, gece yatağından gökyüzünü izleyip gözüne kestirdiğin bir yıldızla sır paylaşmak demek, küçük fokları gaddarca öldüren fok katillerini hiç unutmamak ve kürk giymiş bir bayanın üstüne, 'Yaşasın foklar' diyerek kalıcı boya atmak demek, yunusların bazen bir insan olduğunu düşünmek ve onların o muhteşem özgürlüklerini kıskanmak demek, Afrika'da bir ay sonra 700 bin yaşıtın çocuğun susuzluktan öleceğini öğrenip kumbaradaki parayı koşarak acil yardım kurumlarına götürmek ve bundan böyle diş fırçalarken musluğu kapalı tutmak demek, yemeğini bitirip geri kalanını üşenmeden bir torbaya koyup en yakın hayvan barınağına götürmek demek, köpeğini gezdirirken bir poşete onun bıraktıklarını almak ve çöp kutusuna atmak demek. Kesilen her ağaç, yanan her orman için ne yapıp edip mutlaka ve mutlaka ağaç dikmek demek, kimselerin bu orada ne yapıyor demesine
aldırmadan insanların kumsalda bıraktığı çöpleri toplamak demek, çok meraklı
olmak demek, şu yaşadığımız dünyada kaç dil konuşuluyor, farklı kaç renk
insan var, neden Çinliler sütle yapılmış yiyecekleri yiyemezler, Güney ve
Kuzey Kutbu'na kaç kişi gitmiştir, onların bu yolculuklarda başına neler
gelmiştir, şu bizim oturduğumuz kentin kaç kapısı var, şu bizim oturduğumuz kentte kaç müze var, yazıyı ilk bulan kavim Sümerlerin kaç tanrısı varmış, Hititlerin kaç tanrısı, Hint mitolojisiyle Yunan mitolojisindeki tanrılar birbirine ne kadar benzer, güçlülerin tanrısı Apollon'un da, Hint tanrılarından en sevilen insan başlı fil tanrı Gadeş'in de yardımcıları neden faredir, bir karınca bir kilometreyi ne kadar zamanda kat eder, sesten hızlı giden uçakların hızı saatte kaç kilometredir, neden erik ağaçları erken açar, dünyada kaç çeşit kurbağa vardır, insanın en yakın akrabası gerçekten susineği midir, Freud neden herkesin bildiği bir bilim adamıdır, karpuz neden soğuk suya bırakılır, dünyada parfüm yapılan kaç çeşit çiçek vardır, çöllerde kum fırtınaları neden hâlâ insanların korktuğu bir doğa olayıdır, kırlık alanlarda neden ay ve yıldızlar daha parlaktır, aşk nedir, bu neden başımıza gelir, kalbimiz sık sık neden kırılır, vicdan nedir, neden yalan söylerken yüzümüz kızarır...'

Küçük çocuk 'Anne dur biraz' dedi, 'kafam karıştı.' 'Elbette karışacak' dedi annesi, 'Dünyanın en zor sorusunu sordun, devamı var. Sol demek; her yaptığın işin neye yarayacağını bilmek demek, okuduğun her kitabı, denizlerin tuzunu, göklerin mavisini iyi bilmek demek, bir ormanda pusula olmadan Kuzey Yıldızı'na bakıp yolunu bulmak demek, herkes birinin karşısında mum gibi dururken kendin gibi durmak demek, geceden ölesiye korkmak ama geceyi sevmek demek, gün batımlarını sevmek demek, ormandaki tüm sesleri sevmek demektir;
kendin için dans etmek demek, ağız dolusu gülmek demek, her yenilgiden sonra
şöyle bir silkinip kendi küllerinden yeniden doğmak demek.'

Küçük çocuk birden bağırdı, 'Şimdi anladım' dedi, 'Sol demek hiç
durmadan düş kurmak demek! '

Işıl Özgentürk (Cumhuriyet Gazetesi, 30 Nisan 2006

Master
14-02-2008, 06:23
Hasan Pulur
h.pulurl@milliyet.com.tr

Vural Savaş'ın dediğine bakın!

HAYDAA, bir bu eksikti...Yargıtay'ın eski başsavcısı Vural Savaş ''AKP çoktan kapatılmalıydı'' diyor...(x)
Diyelim o zaman kapatılamadı, şimdi kapatılsa olur mu?
AKP Genel Başkanı ve Başbakan Tayyip Erdoğan Almanya'da ''Hedefe er veya geç varacağız'' dediği sırada böyle bir şey teklif edilebilir mi?
* * *
ŞU türban işini, kenarından köşesinden pişirip kotardılar, sırada devlet daireleri var, başörtülü savcılara, doktorlara, hâkimlere, kimyagerlere, mühendislere, mimarlara, polislere kavuşmanın hasretiyle yanıp tutuşurken AKP'yi kapatmak da neyin nesi? Daha hafta tatilini ''cuma''ya çeviremediler, meyhanelerin başına ''4. Murat'lar''ı getiremediler, yapacak daha çok iş var...
''AKP çoktan kapatılmalı''ymış...
Kapansa ne olacak?
''Refah''ı, ''Fazilet''i kapattılar da ne oldu?
Geçen gün Latif'in enfes bir karikatürü vardı, otobüs bileti almak isteyen kadına soruyorlar: ''Türbanlıların yanında yer kalmadı, laiklerin yanına verelim mi?''
Aynı şey uçaklar için de geçerli olmaz mı?
''Muhafazakâr eşcinselin'' çizgilerini taşıyan başörtülü bir hostes hoş değil mi?
* * *
YA televizyon spikerleri, sunucular, programcılar, niye onlar başlarını örtmesinler!
Başörtülü sinema ve tiyatro oyuncularına ne buyurulur?
Hülya Avşar'ın oynayacağı, Sinan Çetin'in yöneteceği film en az ''Berlin in Berlin'' kadar güzel olmaz mı? Olmasına olur da o sahneler türbanla nasıl çekilir?
* * *
KIZI alacaksınız, üniversitede okutacaksınız, mezun olunca, iş arayınca ''Başını aç da öyle gel!'' diyeceksiniz...
Bunun böyle olacağına da herkesi inandıracaksınız!
Şairin dediği gibi, ''siz herkesi kör, âlemi sersem'' mi sanıyorsunuz?
Bunun sonu ''Başörtüsü mecburidir, herkes başını örtecektir''e kadar gider mi, gitmez mi?
* * *
EVET, lafa nereden girdik, nereden çıkıyoruz...
Vural Savaş, geçmişten örnekler veriyor, ''Ben başsavcıyken hem Refah Partisi'ni, hem de Fazilet Partisi'ni kapatan davayı açmıştım'' diyor.
Anayasa Mahkemesi'nin her iki partiyi de kapatan kararında ne var biliyor musunuz?
Genel başkanların resmi daire ve üniversitelerde türban veya başörtüsü takılmasını destekleyen konuşmaları...
Bu konuşmalar laik cumhuriyet ilkesine aykırı bulunmuş, her iki parti de kapatılmış.
Ne yani, o günlerle bugün aynı mı?AKP yöneticileri, başta genel başkanları, başörtüsü ve türbanı destekleyerek laikliğin elden gitmesine sebep mi oluyorlar?
Haşa!
* * *
''TUTTURMUŞLAR laiklik elden gidiyor, laiklik elden gidiyor... Bu millet istedikten sonra tabii elden gidecek yahu! Sen bunun önüne geçemezsin ki!''
İmza: Tayyip Erdoğan (Değiştim demeden önce)
* * *
GALİBA şimdi anlar gibi oldular; Tayyip Erdoğan ve benzerleri asla değişmezler, onların değiştiğini sananlar ''takiyye'' zokasını yutanlardır.
Onlar, ''Sakallı Celal''in ''Vapur Doğu'ya giderken, içindeki bazı enayiler Batı'ya koşarlar'' dedikleridir.
(x) Bilgi Yayınları

Master
19-02-2008, 19:23
Kıymet Nadir Bindebir - Gazeteport


Eyy benim kafası 'su kaçırmasın hava almasın' diye devekuşu yumurtası gibi paketlenmiş hemşirem!

Eyy dini modernize edemediğinden, çağdaş yaşamı islamize etmeye çalışan tuhaf iktidarın seçmeni!

Eyy benim üstü kebap altı Lara Croft modifiye müslüman kardeşim!

Ey inandığı din;

erkeği kadına tercih eden,

üstün gören,

erkeğin otoritesini tartışılmaz ilan eden,

erkeği kadının hamisi,

kadını erkeğin hayatını kolaylaştırıcı unsur,

vesayet altında tutulması gereken bir çeşit geri zekalı ya da aciz ve hatta şeytan konumunda tanımlayan hemşirem!

Dini inancı 'Penis Diktatoryasına mutlak itaat'ı emreden hemşirem!

İslamiyeti 'kültür', ahlakı dinden ibaret sanan hemşirem!

Eyy benim yaşama dair talimatı, erkekler tarafından yazılmış, erkek postacı Cebrail aracılığıyla gönderilmiş din kitaplarından alan hemşirem!

Üniversiteyi bitirirsen, diplomayı duvara asıp evinin kadını olacağını, kocanın şirketlerinden birinde çalışıyormuş gösterilip Bağkur primlerinin ödeneceğini, sonra da benim yıllarca it gibi çalıştıktan sonra bağlanan emekli aylığım kadar emekli aylığı alacağını biliyorsun değil mi? Ben de biliyorum. Bu hiç hoşuma gitmiyor.

Belki de kocanın şirketlerinden birine ortak gösterilirsin, adına ihalelere katılınır, 'vekaleten' kararlar, krediler alınır, hisseler satılır. Senin iraden dışında, haberin bile olmadan, sen hayata katılamadan ailenin erkekleri senin adına herşeye katılırlar, ekonomiyi falan bile yönlendirirler hatta. Sen de asaleten değil 'vekaleten' yaşayıp gidersin.



Üniversiteye okumak için mi gitmek istiyorsun?

Hayır! Üniversiteyi medreseleştirmeye. Mescit, çömelmeli kenef, abdest lavabosu talep etmeye. Diğer kadınlar üzerinde baskı oluşturmaya.

Kamu binasına çalışmak için mi girmek istiyorsun?

Hayır! Mescit, çömelmeli kenef, abdest lavabosu talep etmeye. Diğer kadınlar üzerinde baskı oluşturmaya.

Her yere Penis Diktatoryası'nın sana verdiği talimatları yerine getirmek için girmek istiyorsun. Bir düğmenize basacaklar, sürüler halinde çağdaş giyimli kadınların üzerine saldıracaksınız. Bir düğmenize basacaklar birşeyi protesto etmek ya da liderinizi alkışlamak için okullardan (AKP'li Belediye'nin tahsis edeceği) otobüslerle meydanlara doluşacaksınız.

Erkek emredecek siz yerine getireceksiniz. İnisiyatif, karar alamadan. Hiçbir zaman kendi başına hareket edebilen çağdaş, özgür kadınlar olamayacaksınız. Hep sürüler halinde yaşamanız, sürüler halinde eylem yapmanız gerekecek. Sizin yerinize Penis Diktatoryası düşünecek, beyninizdeki gri hücreleri kullanmayacak, alınan kararların sorumluluğunu üstlenmeyeceksiniz.

Pasif yaşamak da bir tür rahatlıktır hemşire. Bunu istiyor da olabilirsin.

Düşünmeme, koşulsuz itaat etme karşılığında ananın rahmi kadar sıcak, sarıp sarmalayan yuvanda güven içinde oturup, itaate dayalı sosyal düzen isteyen 'kul' çocuklar yetiştireceksin. Karnına basınca elham okuyan, bacağını çekince hatim indiren bebeklerle oynayan, isyan değil itaat eden 'kul'lar.

Türban dediğin tesettürün sadece bir parçası hemşire. Kafa derisinde çıkan keratini kapatan kumaş parçası. Sana göre Allah'ın yarattığı saç, bana göre evrim sürecinde beyni radyasyondan, ısıdan korumak için oluşmuş izolasyon maddesi. Şampuan reklamına göre 'hazinemiz', İslama göre bir telini gösterirsek cehennemde yanacağımız kıl kümesi.

Dinin örtünmeni emrediyorsa neden (Penis Diktatoryasının sokağa döktüğü) İranlı kızkardeşlerin gibi kara çarşaflara girmiyorsun? Bak "Eşarp yetmez, en iyi örtünme kara çarşaftır" diye sana destek gösterileri yapıyorlar oralardan.

Ama sen hemşire! Sen Ampul Partisi'nin sadakalarından, lutuflarından, avantalarından payını almakta olan Araplaşmış, ruju ojesi yerinde hemşire! Sen tesettür mayoya 250 Dolar, ipek türbana 500 Dolar, ya da üç kilo bulgura bir oy verebilen hemşire!

Sen, Allah korkusu, erkek korkusu, ölüm-cehennem korkusu arasında sıkışıp kalmış gariban! Bırak o soyut korkuları da, yakında Türkiye'de de kurulmasını beklediğim din muhafızlarının kızılcık sopasından, kırbacından, recm'inden kork.

Şimdilik rengarenk giyinebilmeni laik Cumhuriyet'e borçlu olduğunu da hiç unutma hemşire. Ampul Partisi'nin hortumlayıp babanın/kocanın cebine koyduğu avantada, oruç/namaz polisine ödeyecekleri maaşlarda benim aylığımdan kesilen, içtiğim rakıda, şarapta ödediğim vergiler olduğunu herzaman hatırla. (hadi sor şimdi Alo Fetva hattına: "İçkiden alınan vergiyle Din Polisi'ne maaş ödenirse bu para helal midir?").

Sen de ben de biliyoruz ki senin dini inancının sana verdiği görev, yüklediği sorumluluk okumak, çalışmak, sosyal hayata aktif katılım değildir hemşire. Senin aklın bir adamın üçüncü beşinci karısı olmaya, ona sorgusuz itaat etmeye yatıyorsa eğer, eve kapanıp rahmin döl tutmayacak hale gelinceye kadar çocuk doğurup onları 'itaatkar, isyan etmeyen kullar' olarak yetiştirmeye yatıyorsa eğer, senin ne okumandan fayda gelir ne çalışmandan hemşire.

Kadını cinsel obje, ticari meta olarak gören sokakta kendi halinde yürüyen erkek değil, Kanada'dan Avustralya'ya kadar yayılmış yıllık cirosu 95 milyar Dolarlık tesettür giyim pazarıdır hemşire.

Kadını cinsel obje olarak gören dindar, dinsiz, ateist, bilmemneist erkek değil, beyni dinle yıkanmış yobazdır hemşire. Ona daha çocuk yaştayken nikah kıyabilen, kadını kapatarak pasifize eden Penis Diktatoryası'nın yobazı.

Soyut korkularını besleyerek özgüvenini aslında Penis Diktatoryası kırıyor senin. Sonra gelip "Beni mağdur ettin, bana zulmettin" diye beni suçluyorsun. Sonra da aynı Penis Diktatoryası açık (yani normal) giyindiğim için beni 'kokoş', değersiz ilan edip sana benim üzerimden kendini namuslu, değerli hissettiriyor, prim veriyor. Benim üzerimden senin egonu şişiriyor. Kadını kadına kırdırıyor yani.

Fallik strüktürde ibadethanelerde tapınanlara da bu yakışıyor.


Minik Not : Katılmadığım yerler var...

Ramo
24-02-2008, 20:08
Sevgili dostlar, 2005 yılında gösterime giren ve daha sonra bazı televizyon kanallarında da yer alan ‘Ada’ filmini hatırlıyor musunuz?
Filmin özeti şöyle: Yedek organ sağlamak amacıyla insanlar klonlanıp, kendilerine genetik olarak yüzde 95’in üstünde uyan, ikincil bir yapı oluşturuluyor. Ortaya çıkan klonlar, bilinçlerinde ve bilinçaltlarında yapılan manipülasyonlarla, ‘nükleer bir kirlenme sonucu kurtulanların ortak bir sığınakta yaşadıkları fikri’yle programlanıp, temiz kalan adaya gitme beklentisi içinde “bir arada” barındırılıyorlar...
Kendilerini “esas” sanan “klonlar”, nasıl bir oyun içinde olduklarını fark edemeden, “adaya seçilecekleri” günü bekliyorlar. Ada fikriyle “motive” edilip aslında “neye hizmet ettiklerini” asla anlayamıyorlar. En acı ayrıntı da; başkalarının “amaçları” uğruna “araç” olduklarının farkına asla ama asla varamadan yaşıyorlar...
Bu filmi seyrederken aklıma küreselleşmenin komik beklentilerle ’klonlaştırdığı’ülkelerin insanları geldi. Daha açıkçası “Türkiye’min insanları yani bizler ve Türkiye’nin son dönemde geçirdiği değişim...”
Pazarlanan sahte AB dinamiği adı altında serbest dolaşımın dahi olmadığı-tartışılmadığı, Gümrük Birliği’nde rekabet eden firmaların bile mal pazarlamak için vize alamadığı, ülkelerindeki en güzel sahiller yabancı tatil köylerine verilerek gelirleriyle halkın kalamadığı asla kalamayacakları lüks oteller yapılan, bankacılık sistemi yabancılaşan, devlete olan borçları dahi yabancı tekellere satılan, Telekom’u, Ereğli’si, Tüpraş’ı, Telsim’i, Turkcell’i, TV’leri, TEKEL’i, limanları, uluslararası sermayeye transfer edilen, ülkesinden petrol boru hatları geçip sadece yıllık 100 milyon dolar gibi komik kiralar ile avunup elindekinin değerini bilmesi engellenen, belki de çok daha fazlasını elde eden ve/veya etme şansına sahip ülkesinde 200-300 milyar dolar GSMH masalıyla uyuyan, kısacası ‘klonlaşan’ kendi topraklarında kiracı konumuna düşerek ‘beklentiler ile motive’ edilen Türk halkı... Ve en kötüsü kendisine anlatılan Avrupa, IMF, Özelleştirme gibi hikayelerle “kandırılan” ve “ADA’ya seçilip refaha huzura kavuşacağını düşünen Türk halkı”...
Sonuç: Konuyu hiç uzatmayacağım. Bugün yaşadıklarımızın neredeyse tamamı “o zavallı klonların hayal ettikleri daha doğrusu kendilerine hayal ettirilen Ada’ya varacakları” günü beklemeleri kadar gerçek. Tartıştığımız konular, türban ve her türlü politik tartışma dahil, arkada işleyen “çarkları” örtmek için “alevlendirilen” suni gündemler...Arkada “işleyen” mekanizma çok açık; ADA hayaliyle “gelişmek” için “çabalayan” bir ülke, her türlü ekonomik dinamiği ele geçirilen, insanları “kendi topraklarında” sadece “çalışan” konumuna düşen yani “klon” olup “yeni sahiplerine” hizmet eder hale gelen bir yapı...
Son söz: Bugün Türkiye toprakları üzerinde “yaşayan bizler” sıcak para ve faiz geliri olarak “bizi klonlayanlara” yaptığımız onca abuk subuk tartışma arasında fark edemeden yılda 100 milyar dolar üstünde kaynak aktarıyoruz. Önümüzdeki yıllarda, satılan “banka-şirket-TEKEL-tersane-altyapı” gibi dinamiklerimizden dolayı, “inanılmaz boyutlarda oluşacak” kar transferlerini de yukarıdaki rakama ekleyin, sonuç çok net: Kendi toprakları üstünde “bir şirketmişcesine” işçi konumunda çalışan bir halk ve tek kurşun dahi atmadan “ekonomik olarak” işgal edilen bir toprak... Diyeceksiniz ki; ekonomik olarak böyle oldu ama siyasi olarak bağımsızız! Şaka mı yapıyorsunuz; ekonomiyi kim kontrol ediyorsa, artık siyasi tercihlerinizi de onlar kontrol ediyor... Ben oldukça açık anlattım, en azından denedim, başarabildiysem ne mutlu! Ortaya çıkan yapı çok kesin; kendi toprakları üstünde, kendi sınırları “içinde” klonlanan ve “olmayan” ADA fikriyle her alanda motive edilip, katma değeri “transfer edilen” güzel ülkem, güzel halkım...

Yiğit Bulut/VATAN

buena vista
26-02-2008, 06:36
bcoskun@hurriyet.com.tr



ŞİMDİ anladınız mı "Gül benim cumhurbaşkanım değildir" dememi?..

Evet; o benim cumhurbaşkanım değil...

O geçerken, kaldırımın kenarında durup asla alkışlamam.

Arkamı dönerim.

Televizyonda gözüktüğünde asla bakmam, kanal atlayıp "Dingo-mingo"yu izlerim.

Gazete sayfalarında "Bir açıklama yapan Cum..." diye başlayan haberleri okumam, geçerim.

Sohbetlerde söz düşerse kestirip atarım:

"O benim cumhurbaşkanım değil..."

*

Türban yasası önündeyken "düşünüyormuş" gibi yaptı sadece.

Türbanı siyasi bayrak yapmış, "hanımının" türbanı için Türkiye’yi AİHM’ye vermiş birisinin önüne türban serbestisi yasası gidince "düşündüğüne" nasıl inandınız?

Bu tür "düşünmek" bana yabancı değil; muhterem karım işime gelmeyen bir şey sorduğunda "Düşüneyim" derim.

Ama hiçbir zaman düşünmem.

Düşünüyormuş gibi yaparım.

Muhterem, "Bak düşünmüyorsun, çünkü dudakların uzadı" der, öyle düşünceli düşünceli bakarım.

*

Abdullah Gül’ün de "düşünüyormuş" gibi yaptığını herhalde artık biliyorsunuz.

Olsun...

Bu bir dönüm noktası oldu, takvimlerinize bir çetele koyun:

AKP’nin kaybetme süreci başladı.

Bakın:

- Sermaye kesimi dahi uyandı; kısa vadeli çıkarları için Türkiye’nin ufkunun karartılmasına göz yumduklarını nihayet gördü patronlar.

- Toplumu etkileyen ve şimdiye kadar AKP’yi destekleyen birçok yazar-çizer-aydın artık açıkça eleştirmeye başladı.

- AKP’ye oy verdiğini gizleyenler dahi şimdi ortaya çıkıp "Elim kırılsın, oy verdim" diyorlar, kamuoyu yoklamalarında (SONAR ve diğerleri) iktidarın yüzde 10’a yakın oy kaybı var.

Külah düştü, kel gözüktü...

Belki de iyi oldu; şu benim olmayan Cumhurbaşkanı’nın türban yasasını imzalaması...

İyi bakın:

Türkiye pişman...

Master
26-02-2008, 09:10
Hasan Pulur
h.pulurl@milliyet.com.tr


"Aysel'den utanın..."

VERGİ kaçıran, Hazine soyan, rüşvet alan, rüşvet veren, kamu malını tahrip eden, kaçak elektrik kullanıp, su çalan, KDV vermemek için pazarlık yapan...
Bunlardan kime rastlarsanız önce "Allah'tan utanın!" deyin ve ekleyin:
"Aysel'den de utanın!"
* * *
KİM bu Aysel?..
Geçen hafta vefat eden, şarkı sözü yazarı Aysel Gürel...
Cenazesi kendisine yakışan bir biçimde kaldırıldı, müzikle ilgili olan herkes, Aysel Gürel'i öbür dünyaya, hakkını helal ederek uğurladı...
* * *
GAZETECİLİĞE başladığımız ilk yıllarda bizden bir hayli kıdemli bir "ağabeyimiz" vardı; Vedat Akın... Yıllar sonra onun Aysel Gürel'in eşi, Müjde Ar ile Mehtap'ın babası olduğunu duyduk. Bitmiş bir ilişkiyi ne Aysel Gürel'e sorduk, ne de Müjde Ar'a, sanki duyulmasını istemiyorlar gibi bir hava vardı. Hem bize ne, kim kimin eski kocasıymış, kim kızların babasıymış, bize ne? "Magazinci" değildik ya!
Diyeceksiniz:
"Peki şimdi Aysel Gürel'den söz etmek nereden çıktı?"
Aysel Gürel bir devlet memurunun kızıydı, galiba bir hâkimin... Her ay babasından bağlanmış emekli maaşını almaya Fatih'e gider, aylığını alıp yolda ona buna, fakir fukaraya dağıtıp dönermiş...
* * *
HASTALIĞININ son günlerinde, kızı Müjde Ar, dalgın yatan annesinin yanağına yanağını dayamış:
"Hadi iyileşeceksin, Fatih'e gidip maaşını alacağız!"
Komaya girmek üzere olan Aysel Gürel'in gözleri açılmış:
"Ben ölüyorum, devleti kandıramam!"
* * *
İŞTE onun için vergi kaçıranlara, Hazine'yi soyanlara, ihalelerde rüşvet alıp verenlere "Allah'tan utanın!" demenin yanında, bir de "Aysel'den utanın!" deyin...
Bunlar cumhuriyetin ilk kızlarıdır.
Hayır, onların nesli tükenmez, torunlarından torunlara biraz fire verseler de...
* * *
GEÇEN gün Mehmet Altan'ın yazısından bir alıntı yaptık; şöyle yazıyordu:
"Zengin olmadan laik olunamaz. Bir toplum zenginleşmeden laik olamaz. Siirt'in bir mezrasında oturan adamın aklına, laik mi olayım, şeriatçı mı olayım? diye bir sorun gelmez."
Okurların uyarısıyla, aklımıza geldi:
"Siirt'in bir mezrasında oturan adamın aklına, demokrat mı olayım, faşist mi olayım diye bir soru gelir mi?"

Minik Taziye : Allah Kulunu bilir...Özleyenlere sabır dilerim...

dentist
01-03-2008, 08:13
Güneş tutulması!


Bush "çık" dedi.

Çıktık.

Tatilde olsan, oteldeki odanı bu kadar çabuk boşaltamazsın, oteldeki odanı...

Apar topar!

*

Böyle bu işler çünkü.

Gel deyince, gidiyorsan...

Vur deyince, vuruyorsan...

Gir deyince, giriyorsan...

Çık deyince, çıkacaksın.

*

Sakın ola, onurdan monurdan bahsetmeyin bana... Hangi onur?

*

Lübnan�a gitmek istemiyoruz, İsrail�i korumak için, tıpış tıpış gidiyoruz...

Afganistan�a gitmek istemiyoruz, ABD�yi korumak için, tıpış tıpış gidiyoruz...

Irak�tan çıkmak istemiyoruz, kendimizi korumak için, kıçın kıçın çıkıyoruz!

Ne onuru?

*

Tatbikatta, durup dururken gemimizi vurdu mu füzeyle? Muaveneti? Vurdu.

Biri yarbay, 5 şehit, 22 gazi...

Ne yaptık? Yeni gemiler verdi, sustuk.

Irak�ı işgal etmek için, topraklarımıza asker yerleştirmek istedi mi? İstedi.

Ne yaptık? At pazarlığı... Para istedik.

Çuval geçirdi mi kafamıza? Geçirdi.

Ne yaptık? Üstüne özür diledik.

"N�olur deliğe süpürmeyin" falan.

*

Ya bu sefer?

Sıkı durun...

Dünkü toz duman içinde gözden kaçan bir "son dakika" haberi daha vardı:

"Dünya Bankası, stratejik işbirliği çerçevesinde, Türkiye�ye 6.2 milyar dolar kredi verilmesini onayladı."

*

Böyle bu işler...

Al parayı.

Sen de kömürü al.

Kes sesini!

Ne onuru?

Yılmaz Özdil Hürriyet

buena vista
01-03-2008, 09:07
Sedat Ergin
sergin@milliyet.com.tr

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kuzey Irak’ta yürüttüğü harekâtın dün sona ermesiyle birlikte ortaya çıkan tartışmalarla ilgili olarak Milliyet’in sorularını yanıtladı.
Orgeneral Büyükanıt’a yönelttiğimiz sorular ve kendisinin yanıtları özetle şöyle:



Çekilme emrini kimin verdiği konusundaki tartışmaları nasıl karşılıyorsunuz?

Org. Büyükanıt: Şimdi ben spekülasyona girmek istemiyorum. Hiç kimsenin çekil mekil dediği yok. Bu tamamen askeri gerekçelerle alınmış bir karardır. “Çekil” diye ne siyasi kanat ne de yabancılardan bir ima bile gelmedi. Yabancıların kısa sürsün diye demeçleri oldu. Bunun sorumluluğunun hepsi bize ait. Erken çekildi diyorlarsa, gitsinler orada bir 24 saat kalsınlar... 300 kişinin 242’si tesirsiz hale getirildi, ayrıca temas da kesildi.


Önceden açıklamak cinayet olurdu

Üstelik kararı Gates’in gelmesinden çok önce verdik. Öyle bir dakika önce karar veremeyiz. Onun için yapılan bu eleştiriler gerçekten çok haksız. Ülkemizin içindeki tüm kesimler harekâta her türlü desteği verdiler, göğüs gerdiler. Geçen çarşamba günü birliklerimizin üçte biri içerdeydi. Ancak o tarihte “çekiliyor” demek bir cinayet olurdu. Bir harekâtın en hassas dönemi çekilmedir. Girmek değil. “Çekiliyor” dediğinizde, bu oradaki teröristlere “pusunu kur, tuzağı kur” demektir. Muazzam bir hata olur. Böyle bir şey denemez.


Hükümetin genel manada bilgisi vardı


Hükümetin çekilme kararından haberi olmadığı yolundaki eleştirilere ne diyorsunuz?

Org. Büyükanıt: Her dakikası olmayabilir. Ben bu kadar operasyon yaptım. Ama genel manada bilgileri vardı tabii. Ama detayları, örneğin bir bölüğün girdiği gibi bir detayı tabii ki bilmeyebilirler. Ama yapılan eleştiriler gerçekten çok insafsız. Harekâta gölge düşüren bir yaklaşım. Gerçekten çok üzüldüm. O kadar sarf ettiğimiz bütün gayret, o kadar emek, o Mehmetçiklerimizin o şartlarda yaptıkları görevi gölgeler.

Biz Gates’in gelişine bakmayız


Çekilmenin Gates’in gelişinin hemen ertesi günü olması zamanlama olarak...

Org. Büyükanıt: Ama bu bizim elimizdeki bir şey değil ki... Biz askeri gerekçelere göre karar veririz. Yani Gates geliyor, gelmiyor biz onlara bakmayız. Bizim için Mehmetçikler önemli. Tereyağından kıl çeker gibi gerçekten çok güzel bir çekilme yaptık.
Harekâta ait ipucu verir miyim?

Ancak siz dün “Kısa süre izafi bir şeydir” dediğiniz için herkes bunu çekilmenin hemen olmayacağı şeklinde yorumladı...


Org. Büyükanıt: Maalesef bir siyasi şahsiyet de diyor ki; “Biz bir yıl kalacaklar zannediyorduk.”
Ben, “kısa sürenin izafi bir kavram olduğunu” söyledim. Bu, kimisi için bir gün kısadır, kimisi için bir yıl kısadır.
Ben genel bir yaklaşımdan söz ettim. Yoksa harekâta ilişkin bir ipucu veremem ki. Harekâta ait ipucu verilir mi?

Başbakan çekilmenin olacağını biliyor muydu?


Bu sabah çekilmenin olacağını Sayın Başbakan biliyor muydu?

Org. Büyükanıt: Şimdi söyle söyleyeyim. Çekilmenin olacağını tabii ki biliyordu.
Ama böyle dakikası dakikasına bilemez tabii. Sayın Başbakan’ın askeri danışmanı olan general de kendisinin yanına sürekli gidiyor.
Ama bana göre, orada (ulusa sesleniş konuşmasında) söylediği şey (harekât devam etmektedir ifadesi) harekâtın emniyeti açısından doğruydu. “Çekiliyor ya da çekilecek” denir mi, mümkün değil.

Oradaki gruplara güven duymuyoruz, çünkü...


Talabani’nin Ankara’daki temsilcisi çekilme kararını dün (perşembe) bildiklerini söyledi.

Org. Büyükanıt: Şimdi şu var. Bize diyorlar ki, onunla konuşun, bununla konuşun. Ne konuşursak gidiyor. Onun için biz çok ketum davranıyoruz. Neden, çünkü bilgi gidiyor. Harekâtın emniyetini tehlikeye düşürecek hiçbir bilgiyi vermemeye çalışıyoruz. Ama bu, bizim oradaki gruplara neden güvensiz olduğumuzu da ispatlayan bir olay.

Bir kusur varsa bizimdir...


Gates’in dünkü temaslarından sonra, Sayın Başbakan ile bir temasınız oldu mu?

Org. Büyükanıt: Sürekli oluyor, olmak zorunda... Ben şunu söylüyorum. Çekilme kararını asker olarak verdik. Eğer bir kusuru varsa, o kusur bizim... Ama bu da çok insafsız bir eleştiri olur. Görevini yapmıştır Silahlı Kuvvetler orada, Kara Kuvvetleri ile, Hava Kuvvetleri ile, Jandarma’sıyla... İnanılmaz şeyler yapmışlardır.

Askeri harekâtın gereklerini askerler bilir


Başkan Bush’un dünkü açıklamasını nasıl karşılıyorsunuz?

Org. Büyükanıt: Hepsi aynı istikamette. Sayın ABD Başkanı söyledi diye, birliklerimizin orada eğer bir temas ihtimali olsa çekilir mi? Böyle bir şey olabilir mi? Bu askeri bir harekât, askeri harekâtın gerekleri yapılır. Bunu da askerler bilir. “Orada birlik niye bırakmıyorsun?” demek çok yanlış. Orada askerlerin ne şartlarda görev yaptıklarını biz biliyoruz. Ünlü bir sözü hatırlatmak istiyorum; “Ben sizden makul olmanızı beklemiyorum, insaflı olmanızı bekliyorum” diye.

buena vista
02-03-2008, 08:28
bcoskun@hurriyet.com.tr


BAŞIMI kaldırıp baktım.

"Yaban güvercinleri" bölük bölük dönmeye başladılar.

Saydım, saydım.

27 eksik çıktılar.

*

O yaz karnemdeki kırıklar alışılmışın dışında biraz az olduğundan babam izin vermişti, onu gömleğim ile vücudum arasına sokup eve getirmiştim.

Tülmen’deki bağ evimizin büyük boş odasına saldım.

Çok mutsuzdu.

Arada bir tavana yakın cama bakıyor, oradan çıkmak istiyor, cama çarpıyor, çıkamıyor, yeniden deniyordu.

Su tasına su koydum, ekmek kırıntıları, bulgur, buğday, maydanoz bile verdim ona.

Karşı köşeye sinip onu izliyor, korkmasın diye sanki ondan daha küçük olmak için büzülüyordum.

Razı olmadı teslimiyete.

Hastalandı.

O bir köşeye büzüldü, ben öbür köşeye.

O gün farkına vardım; önünde tas tas suyu, çeşit çeşit yiyeceği vardı, ama bir şeyi yoktu:

"Özgürlüğü..."

Sonunda yenik düşüp onu bahçede yere bıraktım, uçmak istedi uçamadı, gücünü yitirmişti ve özgürlüğü elinden alındığı için canından olmuştu yaban güvercini.

*

Bizim evin üzerinden sabah ve akşamları geçerler, başımı kaldırıp bir eski anının mahcubiyeti ile bakarım.

Doğanın en "istisna" canlılarındandır şu yaban güvercinleri.

Barışı severler, ama "teslimiyet" olmaz.

Yeryüzünün en güçlü ve yırtıcı canlıları kafeslere alışıp esarete razı olurken, yaban güvercini bağımlı yaşayamaz.

Ve...

Onların hem güçlerinin sebebi, hem ölümlerinin nedenidir masumiyet.

Ne kadar saflar bilemezsiniz.

Ne kadar saftırlar...

*

Dün yaban güvercinleri dönmeye başladılar.

Alay alay, bölük bölük.

Saydım...

27 eksik var...

Master
02-03-2008, 09:03
Yılmaz Özdil
yozdil@hurriyet.com.tr


Ulusa Serzeniş


"AN be an takip ediyorum" diyen Başbakan, Ulusa Sesleniş’te "Harekát kararlılıkla devam etmektedir" derken... Ulus, o sırada Barzani’nin seslenişini dinliyordu: "Harekát bitti!"

Böylece, ulusunun yaptığı harekátın akıbetini, elálemden öğrenen dünyadaki tek ulus, biz olduk...

TRT’den ulusuna seslenmeye hazırlanırken, NTV’den ulusuna seslenmeye gerek kalmadığını öğrenen tek başbakan da, bizim ulusun.

Muhtemelen, Zap kampını ele geçiren bizim çocuklara da, peşmergeler seslenmiştir, "Haybeye mermi yakmayın, az önce Roj TV verdi, sizin ulusun harekátı bitmiş!"

*

Siz bakmayın yukarıdaki fotoğrafta pişmiş kelle gibi sırıttığıma... 25 yıldır "iletişim" işi yapıyorum, rezaletin böylesini, ne gördüm, ne duydum.
*

Ve, merak ettim...

Ulusun umurunda mı?

*

Reyting listelerine baktım...

Mesela, TRT’de yayınlanan Ulusa Sesleniş, aynı TRT’de yayınlanan makara kukara programı "Güldüren Görüntüler"den daha az izlenmiş!

atv’deki "Red Kit", aynı atv’deki Ulusa Sesleniş’ten daha fazla izlenmiş!

"Tazmanya Canavarı" desen...

Fark atmış.

Şabaniye, Fıkralarla Türkiye, Gezelim Görelim, Siz Mutlu Lerzan Mutlu, Keloğlan ile Cankız...

Hepsi, Ulusa Sesleniş’in üstünde.

Gördüğüm kadarıyla, Başbakan’ın Ulusa Sesleniş’i bi tek Jetgiller’i geçmiş...

*

Netice itibarıyla...

Böyle başa, böyle tarak.

*

Sanırım, o nedenle, şöyle seslenmişti ulusa, Mustafa Kemal...

"Unutulmamalı ki, bilgisiz ve bilinçsiz bir halk topluluğu, ulus olma hakkına asla sahip olamaz!"

Master
02-03-2008, 09:17
İlber Ortaylı

Yine isim değişikliği

İstanbul gelecek yılki belediye seçimlerine akıllıca bir düzenlemeyle girecek gibi. Suriçi İstanbul dediğimiz eski Dersaadet’in iki ilçeye ayrılması gibi bir acayiplik sona eriyor; Eminönü ve Fatih birleştirilecek.

Anlaşılır şey değil ama bazı politikacılar suriçi İstanbul’un birleştirilmesini beynelmilel bir siyaset oyunu ve Fener-Rum Patrikhanesi’nin bir komplosu gibi gösteriyor. Bu manasızlığa verilecek cevap; suriçi İstanbul’un Tanzimat dönemine kadar Dersaadet ve sur dışında ise Eyüp, Galata ve Üsküdar’ın bilad-ı selase (üç belde) diye ayrı kadılıklar, yani yargı ve belediye bölgesi olarak düzenlenmiş olduğudur. Suriçi İstanbul her zaman Dersaadet, yani İstanbul kadısının idari, beledi ve yargı alanıydı.

Ayrı iki ilçe teşkil etmenin Tanzimat döneminin belediyeciliğinin bir garip tasarrufu olduğunu söylemeliyiz. Ama burada iki beledi daire vardı, yoksa ilçe idaresinden söz etmek mümkün değil; kaldı ki 1920’lerin ve 30’ların olanakları içinde iki ilçeye ayrılan suriçinin bugün de böyle gitmesi gerekli değildir.
Eminönü dediğimiz bölge Sarayburnu, Unkapanı, Yenikapı üçgenini kapsar. Burada bugün 33 mahalle var, hepsi de tarihi mahallelerdir: Alemdar, Balabanağa, Binbirdirek, Hocapaşa, Emin Sinan Mahallesi, Demirtaş, Hacıkadın, Hoca Gıyaseddin, Hubyar, Küçük Ayasofya, Kalenderhane, Katip Kasım, meşhur Mercan, Mesih Paşa, Molla Fenari, Molla Hüsrev, Muhsine Hatun, Nişanca (Eyüp Nişancası başka), Saraç İshak, Rüstempaşa, Sururi, Allah daim etsin Süleymaniye mahallesi, Tahtakale, Taya Hatun, Yavuz Sinan, Şehsuvar, Demirtaş gibi şehrin beş asrını yansıtan eski isimler taşırlar.
Eminönü Belediyesi mahalleleri birleştirip bazılarını lağvetmek ve isim değiştirmek gibi bir uygunsuzluğa başvurmadı. Bizde köy, mahalle ve sokak ismi değiştirmek

II. Meşrutiyet’te başlayan bir münasebetsizliktir. Balkan ülkelerinde olduğu gibi aşırı milliyetçi bir politikanın gereğinden çok, bir zevzeklik sonucu sayılmalıdır. Çünkü bu isim değiştirmelerle ön planda şehrin ve ülkenin kendi tarihi tahrip edilmektedir.

Belediyenin durumuMiladın 4’üncü asrı ile 19’uncu asır arasında tam 1400 sene yeryüzünün en büyük ve parlak metropolü olan ve halen şöhret ve ihtişamı devam eden Eminönü bölgesi aslında şimdi kazılarla açığa çıkmaya başlayan İmparator Konstantin surlarının çevirdiği ilk büyük metropoldü. 5’inci asırda İmparator Thedosius’un inşa ettirdiği bugünkü surlar hem savunmayı berkitmeyi hem de şehrin artan nüfusunu, sarnıçları, bazı gerekli bahçelerin oluşturduğu bölgeyi suriçine almayı amaçlamıştı.

Bu bölgede Osmanlı devrinde Cerrahpaşa, Fatih ve Çarşamba gibi güzide ve kalabalık semtler yer aldı; oysa Bizans devrinde burada Studion Manastırı (sonra İmrahor denen cami), Hora Manastırı, Pammakaristos Kilisesi (sonraki Fethiye Camii) gibi yapılar ve etrafında bostan, bahçe, sarnıç ve seyrek yerleşmeler vardı. Osmanlı devrinde de şehrin hayatı, ulaşım vasıtaları bugünkü gibi olmamasına rağmen, bir idarenin elindeydi ve suriçi İstanbul’u İstanbul kadısı yönetirdi.

Bugünün Eminönü’sünün durumunu daha evvel de tartıştık; en sefil gelirli belediyedir. Gündüz 2 milyonun kirlettiği, gece İstanbul’da yılın kaç ayını geçirdiği pek belli olmayan 100 binin altında nüfus. Eski sakinleri Eminönü’yü 1960’lı yıllardan itibaren süratle terk etmiş, çok az sayıda insan burada oturmaya devam ediyor. Gündüz 2 milyon insanın geçimini sağladığı ve dünyanın kültür merkezi olan bu ilçenin belediyesi ancak 20 bin kişinin oyuyla seçiliyor, üstüne bir de devlet memuru statüsündeki insanlara seçilme yasağı getirildiğine göre, belediye meclislerine ancak orada ikametgah gösterenler aday olabiliyor.

Eminönü Belediyesi yükümlü olduğu hizmetleri yerine getirmek için didinen, zavallı bir örgüttür. Eminönü nüfusu mevsimlik; kışın burada oturup yazın gidenler veya aksini yapanlardan oluşur. Bu kadar az seçmen sayısı burada demokratik bir temsil mekanizmasının işlediğini iddia edenlerin ciddiye alınamayacağını gösterir.

Eminönü’nün Fatih’le birleştirilmesi şarttır ama asla yeterli değildir. Bu idarenin başındaki kimsenin tayin edilmesi gerekir ve gelirlerinin kanunla artırılması gereken bir kuruluş söz konusudur. Buna karşılık belediye meclisinin mevcut belediye kanunundaki gibi kamu hizmeti yapanları, üniversite hocalarını dışlaması şöyle dursun, çok geniş kuruluşları içine alacak biçimde bir adaylık ve seçim mekanizması ile oluşması gerekir. Bunların hepsi kanunla tespit edilmelidir.

Hoş olmayan işlemler
Suriçi İstanbul’un başkan seçimi bu bölgedeki seçmene bırakılmayacak kadar ciddi bir sorundur. Hatırlayalım, Paris’in merkezi 1870 Komünü olayından beri tayinli başkanlara bırakılırdı, hatta bunlardan biri Başbakan Chirac’tı. Er veya hatun kişi, burayı yönetecek cesaretteki pehlivanın, titizce tayin edilmesi gerekir; buna karşılık belediye meclisi üyeleri de sadece mahallin esnafı ve işsizlerden değil, en geniş ölçüde temsil yeteneğine sahip kimselerden oluşmalıdır.

Maalesef üniversite mensupları hiçbir zaman belediyelerde temsil edilmemiştir. Oysa Eminönü bölgesi Avrupa’nın en eski üniversite mıntıkasıdır. Bu istisnai yapı şüphesiz kanuni düzenleme gerektirir.
Fatih Belediyesi’nin yeni seçim düzeni için bir bölge düzenlemesine de giriştiği görülüyor, yani bazı mahalleleri birbiriyle birleştiriyor. Neden böyle yapıldığı malum değil. Ve daha da kötüsü bir mahalleyi öbürüyle birleştirirken isimleri de yok etmişler; buna tarihin katli denir.

Değiştirilen mahallelerin isimlerini verelim: Sancaktar Hayrettin Mahallesi, Abdi Çelebi Mahallesi, Nevbahar Hatun Mahallesi, Keçeci Hatun Mahallesi, İnebey Mahallesi, Hobyar Mahallesi, Davutpaşa Mahallesi, Kasap İlyas Mahallesi, Kürkçübaşı Mahallesi, Çakır Ağa Mahallesi. Mesela Kasap İlyas Mahallesi Muhtesib İskender’e dahil edilmiş ve böylece Kasap İlyas gibi önemli eski semtin nam-ı nişanı kalmayacak.

Mahalleleri kaldırmak, birleştirmek hoş değil; manasız işlemlerdir. Hele herkesten çok tarih ve coğrafya karşısında muhafazakar ve hürmetkar tutum takınan arkadaşların bu gibi işlemlerini anlamak zordur. Belediye reisleri geçer, hatta bugün olduğu gibi belediyeler de geçer gider ama Fatih gibi semtler ebediyen kalır, altını üstüne getirseniz onun tarihini araştıran adamlar vardır. Asıl onların gözünde yani bu şehrin tarihinde iyi bir yer edinmek gerekir.

buena vista
06-03-2008, 06:34
bcoskun@hurriyet.com.tr



SON olaylar-tartışmalar bize bir şey öğretti:

Fazla kimsemiz yok.

Laik Cumhuriyet’i savunmak, ona sahip çıkmak, onu beklemek hiç kimseye bırakılamaz.

Onun tek sahibi var:

Siz...

Çağdaş kadınlar...

Aydınlık yüzlü babalar...

Yetişkinler...

Gençler...

Aklı ve yüreği olan cumhuriyet çocuklarıdır Cumhuriyet’in gerçek bekçileri.

O gözleri buğulu buğulu, boynundaki damarlar patlarcasına bağıran ve çocukları-torunları için "aydınlık Türkiye"yi isteyen adamdır bizim paşamız...

Her sabah ağzında son lokması ile merdivenlerden koşarak işine giden ve o gün geldiğinde meydanda başına "Atatürk kadınıyım" bandını takan melek yüzlüdür; devrimlerimizin bekçisi...

*

Fazla kimsemiz yok...

Görüyorsunuz; bizim sadece ve sadece "çağdaşlık" gibi masum bir ısrarımız var. Çok can vererek, çok yanarak, çok ağlayarak koyulduğumuz uygarlık yolundan dönmek istemiyoruz.

Bunun için; demokrasi, laiklik, bağımsızlık gibi yüce kavramları içinde barındıran "cumhuriyetimize" sarılıyoruz.

O bizim kara sevdamızdır.

Bu kadar...

Ama sorun çıktı...

Atatürk cumhuriyetini yıkıp yerine dinci rejim kurmak isteyenler dört bir yanı sardılar.

Tepeden tırnağa ele geçirdiler Türkiye’yi.

*

İşte bu noktada kendimizden başka kimseye güvenemeyeceğimizi öğrendik, canımız sıkıla sıkıla, içimiz yana yana.

Olsun...

Zaten demokrasi sivillerin işi değil midir?

Eğer cumhuriyet sevdaysa, sevda yüreğe düşer, devredilemez.

O kadın, o erkek, o genç, babasının omzunda minik bayrağını sallayan o çocuktur cumhuriyeti savunacak olan.

Görüyorsunuz:

Fazla kimsemiz yok...

AnnE
10-03-2008, 07:30
Güngör Uras Olayların içinden
guras@milliyet.com.tr

Besim Hoca’nın milli gelir makinesi

TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) 2006 milli gelirini kâğıt üzerinde yüzde 31.6 artırdı. 2007’nin ilk 9 ayı için daha önce yüzde 3.8 olarak açıklanan büyüme hızını yüzde 5’e yükseltti. Kısaca ‘Deve idik... Kuş olduk... Uçuyoruz elhamdülillah!’
Başbakan Sayın R.T. Erdoğan, ‘2013’te halkımıza kişi başı 10 bin dolar milli gelir vaadinde bulunmuş idi.’ TÜİK sayesinde bu hedefe bu yıl sonundan önce (evvel Allah) ulaşmamız mümkündür.
Çünkü Başbakanlığa bağlı TÜİK’in düzelttiği milli gelir rakamlarına göre 2007 milli geliri en az 654 milyar dolar olarak açıklanacak. Bölünüz bunu 73 milyondan 70 milyona indirilen nüfusa. Kişi başına 2007 sonunda 9.200-9.300 dolar milli gelire ulaştığımız görülür. 2008’de de TÜİK bir omuz atarsa, 10 bin doları deviririz!.
Mahalli idare seçimlerine AKP hükümeti bu parlak tablo ile girer. Ve de halktan layık olduğu desteği (inşallah) alır.

Suyu basınca milli gelir artıyor

Bu işlerin ciddiyeti kalmadığına göre, Sayın okuyucularıma yazının kalan bölümünde ‘Besim Hoca’nın Milli Gelir Makinesi’ni anlatayım. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nin bir odasında (şimdilerde işlemeyen ve kullanılmayan) bir Milli Gelir Makinesi durur. Bu makinenin ilginç bir hikayesi vardır.
Besim Hoca (Prof.Dr. Besim Üstünel) 1951’de London School of Economics’e eğitime gider. Okulda Milli Gelir’in oluşumunu ve değişimini gösteren bir makineyi görünce hayrete düşer. Bu makineyi Yeni Zelandalı İktisatçı A.W.H. Phillips 1949’da yapmıştır. Milli Gelir makinesi 2x1.2x1 metre boyutlarında, içinde cam tüpler olan, önü camdan yapılmış bir dev alettir. İçinde su dolaşır. Suyun miktarına, girip çıktığı yerlere göre en sonunda milli gelir hazinesinde sular birikir.

Üretimsiz gelir artmaz

Makineyi kullanacak kişi önce makineye konulacak su miktarını (parasal büyüklüğü) belirler. Sonra vergi oranlarını ayarlar. Bütçe hazinesini doldurur. Faizleri, döviz kurunu düzenler. Makineyi harekete geçirir. Makineyi çalıştırırken yaptığı düzenlemelerin fiyatları, istihdamı, üretimi nasıl etkilediğini, milli geliri nasıl azaltıp çoğalttığını görür.
Besim Hoca o yıllarda dekan olan Refii Şükrü Suvla’ya mektup yazarak makinenin faziletinden söz edince İktisat Fakültesi de 10 bin İngiliz lirasına bu makineden bir tane alır. Bundan önceki kuşak iktisatçılarımızın, plancılarımızın çoğu doktora kurslarında bu makineyi kullanmışlardır.
Bu makineden 15 tane üretildiği sanılıyor. Bazı üniversitelerde bu makine hala eğitim amacıyla kullanılıyor. Makineyi yapan A.W. Phillips, ünlü bir iktisatçıdır. Enflasyon ile işsizlik arasındaki ilişki üzerinde durmuştur. Enflasyonu dizginlemek için frene basıldığında işsizliğin arttığını, enflasyon göze alındığında istihdam sorunu yükünün azaldığını, bu birbirine zıt politikaları dengelemenin zor olduğunu anlatır.

Master
11-03-2008, 06:52
Yılmaz Özdil
yozdil@hurriyet.com.tr

AKP İzmir'i alır mı?


BAŞBAKAN İzmir’deydi.

"İzmir’i istiyorum" dedi.

Doğal olarak soruyor okurlar:

"İzmir’de ne oluyor?"

Olan şu...

*

Ahmet Sarışın, SHP’den belediye başkanıydı. Ahmet Sarışın, CHP’den belediye başkanıydı. Ahmet Sarışın, kendi evinde, Bülent Ersoy’un nikáhını kıyan adamdı... Ahmet Sarışın, tekrar SHP’ye geçti. Ahmet Sarışın, SHP’den başkan adayı olamadı. Ahmet Sarışın, eşini, SHP’den başkan adayı yaptı.

Ve...

Ahmet Sarışın, AKP’ye geçti.

Rozetini, Tayyip Erdoğan taktı.

*

Ali Sözer...

SHP’nin belediye başkanıydı.

CHP’nin başkan adayıydı.

AKP’ye geçti.

*

Erdal Kalkan...

Transferleri o yürütüyor.

SHP Edirne milletvekiliydi.

CHP Edirne milletvekiliydi.

Şimdi?

AKP İzmir milletvekili.

*

Cemil Şeboy...

Buca Belediye Başkanı.

Üç dönemdir başkan...

Birinci dönem, ANAP’tan.

İkinci dönem, DSP’den.

Bu sefer, AKP’den.

*

Cengiz Bulut...

Kariyeri şöyle:

ANAP’tan belediye başkanı.

ANAP’tan milletvekili.

DSP’den belediye başkanı.

Genç Parti’den başkan adayı.

En son?

AKP’li.

*

"Laik" bir gazeteci arkadaş var... Belediyelerden para alıyor, dandik dundik belgeseller yapıyor. İstedi... Yüz vermediler... Oturdu, "CHP’li belediye başkanı, Tayland’a Expo gezisine değil, Sexpo gezisine gitti" diye yazdı. Yalanlandı. Yalanlandığını yazmadı.

*

Cumhuriyet mitinglerinde falan hep baş köşede olan bir başka gazeteci arkadaş var... Aslında, Ege bölgesindeki bazı AKP’li belediye başkanlarının "halkla ilişkileri"ni yürütüyor. Bu başkanları, İstanbul’a getirip, İzmirli kökenli gazetecilerle tanıştırıyor. "Bir iki satır bahsedilmesini" rica ediyor.

Bakın, ben sözümü tuttum!

Bir iki satır bahsediyorum...

*

İzmir’de olan budur.

*

Ha unutmadan...

Başbakan’ın rozet taktığı "taze AKP’liler" arasında, "Álemciydik, kumar oynuyorduk, gece hayatına takıldık yani... Bana, Çingene Arif ya da Piç Arif derlerdi, ben de öperek selam verirdim" diyen, eski Fenerbahçeli ve Galatasaraylı futbolcu Arif de var.

Ramo
15-03-2008, 19:28
Benimki sadece bir öneri. Bir niyet. Bir umut. Kürt kardeşimi ABD işgalciliğinin, İngiliz hinoğluhinliğinin elinden, etkisinden kurtarmalıyız.
Kürt kardeşim!
Amerika’ya değil...
İngiltere’ye de değil...
Türkiye’ye güvenmeli; “Ankara söz verince yapar, hiç yalan söylemez, beni kandırmaz, bana çelme atmaz, arkadan vurmaz” diyebilmeli. Kürt kardeşim, yapılmasını istediklerini; ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya’nın “Türkiye’ye dayatmasıyla” alabileceği beklentisinden çıkmalı.
Çıkarılmalı.
Benimki bir umut!
Bir samimi niyet!
Bir hesapsız beklenti!
Anadolu’da bizim Kürt kardeşimizin; “Kandil Dağı’nın, adadaki Apo’nun, Irak’ta ABD kuklası Celal Talabani’nin” oyuncağı olmaktan özgürleşmesi gerekiyor.


***


Kandırmakla!
Dalkavuklukla!
Dini alet etmekle!
Yalanla olmaz.
Şafiiliğe, Nakşiliğe, Sünniliğe yağ çekmekle, ramazanda bir torba pirinç, bayramda yarım kamyon kömür göndermek ve bazen Diyarbakır’a gidip, “Kürt sorunu vardır...” demek sonra Rize’ye gidip, “Tek bayrak-tek millet-tek dil-tek vatan” diye hamaset nutukları atmakla olmuyor.
Yaşadık gördük.
Vur kurtul da olmuyor.
Ver kurtul da olmuyor.
22 yıldır olmadı.
Yalancılık, yapaylık, düşüncesizlik, plansızlık, programsızlık yüzünden her geçen yıl Kürt kardeşim Ankara’dan biraz daha koptu, Irak işgalcisi, kan dökücü, 1 milyon insanı öldürücü, petrol emperyalistliğinden vazgeçmeden küresel lider olan ABD ile İngiltere’nin ağzına bakar oldu. Kürt kardeşim, Türkiye’deki Tayyip Erdoğan, Deniz Baykal, Devlet Bahçeli’den çok Irak işgalini başlatarak Orta Doğu coğrafyasında; “Arap ile Kürt, Türk ile Arap, Kürt ile Türk halkaları arasına paslı birer hançer sokan” Başkan Bush’a, Dick Cheney’ye, Donald Rumsfeld’e, Paul Wolfowitz’e güvenir oldu.


***


Bir pencere açılıyor, ABD, nedenini benim bilemediğim, bilgisine ulaşamadığım, tahmin de edemeyeceğim bir strateji değişikliğine gitti. İstihbarat desteği ile Irak hava sahasına girme imkânı vererek ve “elma dersem gir, armut dersem çık” diyerek bizim ordumuzun PKK’nın burnunu Irak’ın Kandil dağlarında da sürtmesine izin verdi.
ABD silahsız PKK istiyor.
Belki de Türkiye’nin bu silahsız PKK ile masaya oturmasını arzu ediyor ve bunun altyapısını hazırlıyorlar.
Yeni bir dönem açıldı.
Bir şeyler yapmalıyız.
Bölünmeden, parçalanmadan, birbirimizi öldürmeden, tek bir devlet olarak Türk ile Kürt sonsuza kadar birlikte yaşayabilmek için Kürt kardeşimizi ABD’nin elinden kurtarmalıyız.
Ekonomik paket.
Siyasi paket.
Kültürel paket.
Anayasal paket.
Kürtçe TV paketi.
Hepsi birden.
Bölünmeden.
Benimki bir umut.
Bir hesapsız niyet!
Bir samimi beklenti!

Necati Doğru/VATAN

Ramo
18-03-2008, 19:29
YARGITAY Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, Anayasa Mahkemesi’nde kapatma davası açtı...

*

Bunu duyan Başbakan Erdoğan, hukuka büyük saygısı olduğu için, "Yargıya intikal eden konular üzerinde konuşmamız yanlış olur" dedi.

Meclis Başkanı Toptan da, devleti temsil eden, sorumlu bir siyasetçi olduğunu kanıtlayıp, "Türkiye bir hukuk devletidir, Anayasa Mahkemesi’nin en doğru kararı vereceğine inanıyorum, herkes hukuka güvensin, müsterih olsun" dedi.

Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin ise, her zamanki gibi mantıklı ve olgundu, "Adalet Bakanı olarak, yargıya intikal eden bir konu hakkında yorum yapmam uygun olmaz, ancak şunu söyleyebilirim ki, siyasilerin kendilerini, davranış biçimlerini çek etmelerinde fayda var" dedi.

Eski Adalet Bakanı ve şimdiki Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek ise, dayanamadı, vatandaşın duymak istediği en doğru cümleleri kullandı, "Hizmet için seçilenler, kavga çıkması, gerginlik olması için olaylara adeta çanak tutuyorlar, çok net iddia ediyorum, partinin kapatılmasını en çok siyasiler istiyor, yoksa bu kadar ahmakça politika güdülemezdi" dedi.

*

Ama ne zaman dediler bunları?

DTP için dava açıldığında!

*

Şimdi ne diyorlar?

"Garabet..."

"Yüz karası..."

"Halkı da kapatın bari!"

"Görülmemiş utanç..."

"Savcı yargılansın!"

"Savcı da ölümü tadacak!"

*

Zaten anlatmaya çalıştığımız bu...

Hukuk, bir gün herkese lazım!

Yılmaz Özdil/Hurriyet

Master
20-03-2008, 12:06
Yılmaz Özdil
yozdil@hurriyet.com.tr



Cici savcı


DTP kapatılırken...

Başbakan, hukuka saygı istiyor.

AKP kapatılırken...

Başbakan, hukuka bindiriyor.

*

Bunu hatırlattım önceki gün.

E-mail yağdı...

AKP’liler soruyor:

"Sen DTP’li misin?"

*

Hatta, "askerimiz kahramanca mücadele ederken, sen nasıl olur da hiç utanmadan, DTP’yi savunursun, ayıp ayıp" diyen bile var!

*

Peki...

*

"Ucu nereye varırsa varsın, bedelini ödemesi gereken kim olursa olsun, ödeteceğiz! Bizzat takip edeceğim... Üstüne gitmeye kararlıyız... Artık ülkemizde hukuk dışında hiçbir hareket tarzına tahammülümüz yok!"

Kime ait bu laf?

Başbakan’a.

"Açık söylüyorum... Sakın, kimse bu soruşturmayı engellemeye çalışmasın... Bunu deneyen, gider!"

Bu laf kime ait?

Abdullah Gül’e.

"Savcı, hepimizin savunduğu yargı bağımsızlığı çerçevesinde soruşturmasını tamamlayıp, iddianamesini hazırlamıştır. Bu konuda bizim bir şey söylememiz mümkün değildir... Hepimizin yargıya güvenmesi lazım."

Bu kimin?

Cemil Çiçek’in.

*

Ne zaman dediler bunları?

Savcı, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Büyükanıt’ı "çete" kurmaktan yargılayıp, içeri tıkmak istediği zaman!

*

Genelkurmay Başkanı’nı abuk sabuk dedikodularla içeri tıkmak isteyen savcı, cici savcı... AKP’yi kapı gibi belgelerle kapatmak isteyen savcı, çirkin savcı!

*

Valla, kendim yazıyorum diye söylemiyorum ama, güzel yazı oldu galiba... Elime sağlık yani.

Ramo
21-03-2008, 17:44
SEYİT Onbaşı...

O top mermisini nasıl taşıdı?

*

Bana sorarsanız... Şöyle taşıdı.

*

Seyit, o top mermisini taşırken...

İstihkam Komutanımız kim?

Weber Paşa!

İstihbarat Komutanımız kim?

Thauvenay Paşa!

Donanma Komutanımız kim?

Souchon Paşa!

Genelkurmay 2’nci Başkanımız kim?

Bronsart Paşa!

1’inci Ordu Komutanımız kim?

Liman von Sanders Paşa!

*

E bütün payeler Alman subaylarına verilince, 276 kiloluk top mermisini sırtta taşıma payesi kime kaldı?

Seyit Onbaşı’ya!

*

Hesapta yabancılar saldırıyor...

Ordu, yabancıya emanet!

*

İlkel... Akla, bilime ve gerçeğe saygısız, yeteneksiz, korkak, milletine acımasız, yabancıdan medet uman, basiretsiz kafanın yüküdür, o Seyit’in sırtındaki...

Top mermisi değildir.

*

Dini imanı alet ederek, elálem istedi diye elálemin savaşına giren, elálem istedi diye cihat ilan eden, elálem istedi diye evlatlarını hoyratça ateşe süren zihniyetin yüküdür, o Seyit’in sırtındaki.

*

Genç arkadaşlar!

Sepet gibi oturmayın...

Diriliş’i okuyun, Diriliş’i.

Yoksa, gün gelir, sırtınızda o top mermisini taşırken bulursunuz kendinizi.

Yılmaz Özdil
--------------------------
İsyankar yorum: Oy uğruna,koltuk uğruna,yalan toplarınızdan bıktık,Bari o kocaman yürekli aslanlarımızıda bu yalanlarınıza ortak etmeyin...

buena vista
22-03-2008, 14:12
can.dundar@e-kolay.net


Cuma, haftanın belalı günü haline geldi: 12 Mart muhtırası bir cuma günü verilmişti.
12 Eylül darbesi yine bir cuma geldi.
Geçen cuma Yargıtay Başsavcısı “laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline geldiği gerekçesiyle” AKP’ye kapatma davası açtı.
Bu cuma da Ergenekon savcısı “demokrasi karşıtı eylemlerin odağı haline geldiği gerekçesiyle” sorguladığı örgüt için gözaltı harekâtına girişti.
* * *
Son iki cuma hamlesinin birbirinden bağımsız olduğuna insanları inandırmak zordur artık...
Her adım bir öncekinin rövanşı, her hamle diğerinin intikamı gibi algılanıyor.
Uzun süredir “derin”den süren iktidar hesaplaşması su yüzüne çıktı.
Büyük kapışmada kılıçlar çekildi.
Ve ne yazık ki ilk kurban, hukuk oldu.
İki önemli davanın iki savcısı, şimdi çatışan tarafların hukuksal temsilcileri gibi gösteriliyorlar.
* * *
Dünkü “baskın”, hem gözaltına alınan isimler dolayısıyla, hem alınış biçimleri itibarıyla tam bir darbe havası yarattı.
Biliyorsunuz uyuşturucu müptelaları bazen bilinçle, bazen zevk saikiyle “ayarı kaçırıp” dozu şaşırırlar; “âlemde” buna “altın vuruş” denir; ki dönüşü yoktur.
83 yaşındaki bir başyazarın, bir rektörün, bir parti liderinin sabaha karşı evinden derdest edilip sorguya götürülmesi, tam bir “altın vuruş”tur.
AKP, ister “kalıp direnme”ye ister “vuruşarak çekilme”ye karar vermiş olsun; dünkü manzaradan ürkmelidir:
Çünkü bu gerginlik, içeri alınanları değil, kendilerini vurur.
* * *
Yıllardır Ergenekon‘u izliyoruz, hakkında programlar yapıyor, kitaplar yazıyor, belgeler yayımlıyoruz.
Bu karanlık çetenin açığa çıkmasını, sorumluların yakalanıp yargılanmasını istiyoruz.
Ama bugün yapılmaya çalışılanın, derin devleti temizlemek değil, bu bahaneyle muhalifleri tasfiye etmek ve -Baykal’ın dün isabetle teşhis ettiği gibi- “kendi derin devletini yaratmak” olduğunu da görüyoruz.
Kavga, sanıldığı gibi demokrasi güçleri ile otokrasi güçleri arasında filan değil:
Kavga, birbirinden beter iki çetenin devlete hâkim olma kavgası...
Birbirlerini batırmaya çalışanların, itişirken tüm gemiyi batırabilecekleri “derin” bir dalaş bu...
* * *
İtiraf edeyim ki gelecek cumadan korkuyorum artık...
Puslu havada bulanık sulara doğru sürükleniyor Türkiye...
Faşizan bir rejim arayanların arayıp bulamayacağı kadar elverişli bir provokasyon ortamı oluştu.
Daha da kötüsü; itidal ve sağduyuyu devreye sokacak, şişeden çıkan cinleri bastıracak, hukuku tartışmanın dışına taşıyacak, aklıselim sahibi bir otorite de görünmüyor ortalıkta...
Dileriz birileri, ortamı yatıştırmak yerine yangına körükle giden Başbakan’a, göremediği sonucu söylüyordur:
Hükümet tansiyonu düşürmezse, tansiyon hükümeti düşürecek.
Ama düşerken, Türkiye’yi de krize sürükleyecek. (Milliyet)

buena vista
24-03-2008, 08:33
Açık Pencere

m.asik@milliyet.com.tr

İlhan Ağabey’i dün Etiler’de Gazeteciler Sitesi’ndeki evinde Yalçın Pekşen’le birlikte ziyaret ettik... Kapıda bekleşen muhabirlerin arasından geçip içeri girerken Yalçın:
- Ben de yıllarca bu evin üst katında oturdum, dedi, İlhan Abi de 1970’den beri bu evde oturur. Genişliği 90 metrekaredir.
İlhan Ağabey yorgun ama zinde idi. Tabii her zaman olduğu gibi esprisi de yerinde... Mütevazı salonunda bizi:
- Gene solladım sizi, diye karşıladı, hepinizden daha ünlü yazar olduğum ortaya çıktı...
İçerideki Yalçın Bayer, Uğur Dündar ve Emre Kongar’la birlikte sohbete daldık. Daha sonra Mustafa Sarıgül de katıldı.
‘Fikri lider’ diye sorgulanmış
Emniyetteki sorgu 11 saat sürmüştü... Savcılık sorgusu 4 saati aşmıştı. Geceyi sandalye (veya koltuk) üzerinde uyuklayarak geçirmiş. Emniyetin 1970’lere göre hayli geliştiğini anlattı. Mesela 10 parmağının ayrı ayrı ve avuçlarının içinin izini almışlar. Sorgu nazik geçmiş. Çeşitli siyasi meselelerde ne düşündüğünü de sormuşlar. Cumhuriyet gazetesi bombalama olayından sonra dinlemeye alınmıştı. İlhan Ağabey’in gazete çalışanlarıyla telefonda şakalaşmaları dahi sorguda konu olmuş.
Anladığımız kadarıyla “Ergenekon’un fikri lideri” olarak sorgulanmış... Salıverilmiş olmakla birlikte soruşturmadan tamamen çıkarıldığını düşünmüyordu. Açılacak davada yer alabilirdi. Bu arada merakla sorduk:
- Veli Küçük gibi isimleri tanır mıydın?
- Hiç karşılaşmadım, dedi İlhan Ağabey...
Kimi yorumlarını ve sorgunun ayrıntılarını soruşturmayı etkilememesi için yazmıyoruz. Ancak, İlhan Ağabey yüksek sesle bir dilekte bulundu. Dedi ki:
Başbakan harekete geçmeli
- Türkiye’de demokrasi çok tehlikeli bir kutaplaşmaya sürükleniyor... Burada gerilimi azaltmak için harekete geçmek görevi Sayın Başbakan’a düşer... Siyasetçiler el birliği ile Türkiye’yi bu tehlikeli yörüngeden çıkarmalıdır...
Acaba Egenekon soruşturması genişleyecek ve kimi uçlara doğru ilerleyecek mi?
- Genişleyecek izlenimi aldım, dedi İlhan Ağabey...
İki gün boyunca getirilen kumanyaları imza atıp almış ama yememiş... Yemeklerden emniyet mensupları da pek memnun değilmiş. Zaman zaman Fenerbahçe muhabbeti oluşmuş aralarında. Ziverbey günlerinden söz açılınca bir görevli başını uzatmış:
- Sizin Ziverbey Köşkü adlı kitabınızı okudum, diye konuşmuş...

Artık gazetede
Ağabey önceki gece serbest bırakılınca, sabaha karşı gazeteye gelmiş. Beşinci kattaki odasına çıkmış. Tabii dostları da peşinden... Genel Yayın Müdürü İbrahim Yıldız, “Siz gözaltındayken gazete iki kat tiraj aldı” deyince, “O zaman geri döneyim istersen” diye espriyi patlatmış. Sorguda polislerin kendisine “İlhan Abi” diye hitap etmek için izin istediklerini anlatmış.
Onca yorgunluğa rağmen dün de keyfi yerindeydi... 1962’den bu yana tam 46 yıldır Cumhuriyet’te yazan İlhan Ağabey’in kısmetinde 83 yaşında yeniden nezarette gecelemek varmış. Tabii fikir lideri olmak kolay değil! Evet evet, fikir lideridir kendileri: “Dürüst, aydınlık, çileli gazeteciliğin fikir lideri”... Bunun da kimi bedelleri oluyor tabii...

Master
26-03-2008, 12:45
26 Mart 2008

Şükrü KIZILOT
skizilot@yaklasim.com

Milletin vekili ile aslının farkı


SON günlerde en çok tartışılan ve herkesi ilgilendiren iki konu var. Bunlar "sosyal güvenlik" ve "sağlık hizmetleri" ile ilgili...

Bu iki konuda, milletvekilleri yani milletin vekili ile milletin aslı arasındaki farkları biliyor musunuz?

Merak edenler için açıklayalım.

SAĞLIK HİZMETLERİ

1. Ödenecek Para:

a) Milletvekilleri: Gaziler gibi yüzde 20’yi bulabilen "özel hastane farkını" ödemiyorlar. Bunun dışında, ayakta tedavide hekim ve diş hekimi muayenesinde her vatandaştan alınan 2 YTL katkı payını bile ödemiyorlar.

b) Milletin Aslı: Özel hastaneye gittiğinde, yüzde 20’yi bulabilen "özel hastane farkı" ödeyecekler. Ayrıca 2 YTL katkı payını da ödüyorlar.

2. Emeklilere Sağlık Hizmetleri:

a) Milletvekilleri: Emekli milletvekilleri ve ailesinin sağlık giderleri TBMM bütçesinden karşılanıyor. Özel hastanelerden yararlandıklarında, faturanın tamamını TBMM öder. Herhangi bir ad altında para ödemezler.

b) Milletin Aslı: Emekliler ve ailesi, özel hastaneye gittiklerinde, yüzde 20’yi bulabilen "özel hastane farkı" ödeyecekler. Ayrıca kamu hastanelerinde de ayakta tedavide hekim ve diş hekimi muayenesinde 2 YTL katkı payı, otelcilik hizmeti ve öğretim üyesi farkı ödeyecek.

3. Diş Tedavisinde İmplant Bedeli:

a) Milletvekilleri: Emeklileri de dahil, diş tedavisindeki implant bedelinin tamamı, TBMM’ce karşılanıyor.

b) Milletin Aslı: Bırakınız tamamını, 1 YTL’si dahi ödenmiyor.

EMEKLİLİK

1. Emekli Aylığı Tutarı:

a) Milletvekilleri: Ayda 4.219 YTL emekli aylığı alıyorlar.

b) Milletin Aslı: Bu tutarda bir emekli aylığı hayal...

2. Çalışırken Emekli Aylığı Alabilme:

a) Milletvekilleri: Milletvekilliği görevi sürerken, milletvekili olarak ücret ve ayrıca emekli aylığını aynı anda alabiliyorlar. Bu arada, milletvekilliğinde 2 yılı dolduranlar, emeklilikle ilgili diğer koşulları taşıyorlarsa, "milletvekili emeklisi" olup, aynı anda, hem milletvekili maaşı hem de milletvekili emekli aylığı alabiliyorlar.

b) Milletin Aslı: Kamuda çalışanlar, hizmet süreleri 40 yıl bile olsa, hem ücret hem de emekli aylığı alamıyorlar. Çalışırken ücret, emekli olduklarında da emekli aylığı alabiliyorlar.

"Milletin aslına dayak, vekiline kıyak gibi bir şey. Peki niye böyle?" diye soranlara;

Anayasamızın 86/2. maddesinde, bu konuda özel bir hüküm yer alıyor. Birlikte okuyalım:

"TBMM üyelerine ödenecek ödenek ve yolluklar, kendilerine TC Emekli Sandığı tarafından bağlanan, emekli aylığı ve benzeri ödemelerin kesilmesini gerektirmez."

Evet... Yanlış okumadınız; yasaya değil, Anayasa’ya özel bir hüküm konulmuş!

3. Çalışan Emekliler:

a) Milletvekilleri: Emekli milletvekilleri, herhangi bir işte çalıştıklarında, "Sosyal Güvenlik Destek Primi (SGDP)" ödemezler.

b) Milletin Aslı: Emekli olarak çalıştıklarında, SGDP öderler.

BORÇLANMA

1. Milletvekilleri: 15 yıla kadar, geriye dönük borçlanıp, kolay emekli olabiliyorlar.

2. Milletin Aslı: Bırakınız 15 yılı, bir gün dahi geriye dönük borçlanamıyorlar.

Şimdi, "Milletin aslına tanınmayan bu haklar, vekiline niçin sağlanmış?" diye soranlar olabilir.

Haklısınız... Ancak bu sorunun muhatabı biz değiliz; vekillerinize sormanız gerekiyor...

buena vista
27-03-2008, 06:31
bcoskun@hurriyet.com.tr



"BU devirde parti kapatmak utanılacak bir şey" diyorlar.

Ki ben onları gazete köşelerinde olsun, televizyonlarda olsun, orada-burada olsun görüyorum, bir gözleri küçülmüş:

"Neyi var arkadaşın?.."

"Utandı..."

"Neden?..

"Bu devirde parti kapatılmasından..."

*

Ama bu devirde laik cumhuriyete karşı suçlar işlenirken; suç işleyen partiye yalakalık yapmaktan utanmadılar.

Suçun işlenmesinden değil de, suça ceza verilmesinden utanıyorlar.

Siz hiç duydunuz mu; diyelim ki mahkemenin huzurunda hırsız utanmıyor. Ama hákim utanmış masanın altında, mübaşir çıkartamıyor...

Şimdi de cezadan kurtulmak için ilgili ceza maddesini çıkartmaya çalışıyorlar Anayasa’dan.

Dünyada görülmüş şey değil.

Suç duruyor da ceza kalkıyor.

Bundan da utanan yok.

*

Belki arkadaşlar hukuktan utanmıyorlar da demokrasiye karşı hassasiyetleri mi var desem...

Değil...

Çünkü demokrasimizin yüz karasıdır; genel seçimlerde kömür-nohut ile oy toplamak.

Ama utanmamışlardı.

Pekiiii...

Demokrasinin "dokunulmazlık" zımbırtısının altına; zimmet, suiistimal, evrakta sahtecilik, kayıp trilyonlar, rüşvet, hile ile çıkar sağlama gibi suçları doldurup... "Dokunulmazlık" adı altında yüz kızartıcı suçlardan kaytarmak utandırmaz mı insanı?..

Utanan yoktu...

*

Bakın; herkes AB’ye kavuşacağımızı beklerken, Arabistan’a döndü Türkiye...

Tepeden tırnağa gericilere teslim olmuş, yarından endişeleri ve korkuları olan bir ülkenin fertleriyiz artık.

Bunda gericilerin eteğine tutunmuş ahmak Türk demokratlarının payı yok mu?

Ama ne yapacaksınız, bu ülkenin ufkunu karartmaktan utanmadılar da, suç işleyen varsa hesap sorulmasından utanıyorlar...

Utanmanın utanılmazlığıdır bu... BEKIR COSKUN

buena vista
30-03-2008, 12:08
http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=113405,10,195

Master
31-03-2008, 01:16
Vahap MUNYAR
vmunyar@hurriyet.com.tr

Maliye, dava kazanan bankalardan 700 milyon YTL’yi nasıl kurtardı


SON 10 günde halka açık bankalardan, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’na (İMKB) "vergi alacağından feragat" duyuruları gitti. Önce bu duyurulardan bazılarına bakalım:

AKBANK: 2001, 2002 ve 2003 yıllarında yapılan vergilendirme hatalarından kaynaklanan 754 milyon 303 bin YTL’lik alacak konusunda Maliye Bakanlığı ile uzlaştık. Maliye Bakanlığı ile alacağımızın 484 milyon 710 bin YTL olduğuna dair anlaşmaya vardık.

İŞ BANKASI: 240 milyon 151 bin YTL’lik fazla vergi ödemesinin iadesi davasından feragat ettik.

FİNANSBANK: 121 milyon 738 bin YTL’lik fazla vergi ödemesinin iadesi davasından feragat ettik.

ŞEKERBANK: Maliye ile 46 milyon 601 bin YTL’lik uzlaşma gerçekleştirdik.

YAPI KREDİ BANKASI: Maliye ile uzlaştık, vergi dairesine 49 milyon 63 bin YTL yatıracağız.

TÜRK EKONOMİ BANKASI: Maliye Bakanlığı ile uzlaştığımız tutar 41 milyon 207 bin YTL olarak kesinleşti.

Bankaları, Maliye Bakanlığı ile mahkemede karşı karşıya getiren, "enflasyon muhasebesi"ne geçilmesinin ardından yapılan hesaplamalardaki yanlışlıktı. Maliye, bankacılık sektörü için birkaç yıl üst üste fazla vergi hesaplamıştı. Fazla vergi 2 milyar YTL’yi aşıyordu.

Bu "hesap hatası"ndan en fazla haksızlığa uğrayan Akbank, hakkını mahkemede aramaya karar verdi ve ilk davayı açan banka oldu. Diğer bankalar da Akbank’ı izledi.

Bankalar açtıkları, "hesap hatası yaptın, bizden fazla vergi istiyorsun" davalarını kazanmaya başlayınca Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, Türkiye Bankalar Birliği’ni (TBB) ziyaret etti. Maliye’nin gücünü göstermek için bankaların çoğunda sıkı bir inceleme başlattı.

İşte bu ortamda gerçekleşen ziyaret sırasında Unakıtan, dava kazanan bankalara çağrıda bulundu: "Biliyorsunuz vergiyle ilgili yeni bir uzlaşma yasası çıkardık. Davaları kazanmış olabilirsiniz. Biz yine de gelip uzlaşmadan yararlanmanızı istiyoruz."

Bazı bankacılar itiraz etmeyi denedi: "Mahkemelerde çok net şekilde haklı bulunduk. Alacaklarımız öyle kolay vazgeçilecek rakamlar değil."

Bu kez Maliye bürokratları devreye girdi: "Siz bu konuda bizimle uzlaşırsanız, biz de size başka konularda kolaylık gösteririz."

Bu görüşmeden sonra bankalar birer-ikişer Maliye’yle uzlaşma yoluna gitti, vergi alacaklarının yüzde 35’inden vazgeçme yolunu seçti.

Böylece mahkeme kararlarıyla bankalara 2 milyar YTL iade etmesi gereken Maliye Bakanlığı, 700 milyon YTL’yi kendisinde tutmayı garantilemiş oldu.

Ortada mahkeme kararları varken, bankaları Maliye’yle "uzlaşma masası"na oturtan güç neydi?

Konuya, "Unakıtan, bankaların bileğini büktü" diye mi yaklaşalım...

Bankacılık sektörüyle ilgili yasal altyapıda hálá "gri alanlar var" diye mi düşünelim?

CHP’yi kapatsınlar vakfa dönüştürsünler

ŞİŞECAM’ın Bulgaristan’ın Targovishte kentindeki tesislerinin "resmi" açılışı için Varna uçağına binmek üzere Atatürk Havalimanı’ndayız.

Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) Başkanı Oğuz Satıcı, Başkanvekili Mehmet Büyükekşi ve Bilgili Holding Başkanı Serdar Bilgili’yle son gelişmeleri konuşuyoruz.

Oğuz Satıcı, Türkiye’nin asıl sorununun "güçlü ana muhalefet eksikliği" olduğuna dikkat çekip, bir görüş ortaya attı: "CHP, güçlü bir sosyal demokrat muhalefet oluşmasını engelliyor. CHP, Atatürk’ün kurduğu bir parti. En iyisi Atatürk’ün mirasına uygun şekilde vakfa dönüştürüp, düşünce üreten kurum haline getirmek. Hatta amblemindeki 6 okun her biri için enstitü de kurulabilir."

Satıcı’ya göre vakfa dönüştürülmüş CHP’nin siyaset sahnesi için "önemli çatı" olma şansı da var. Bu çatı yeni politikalar geliştirebilir, Türk siyasi hayatına katkıda bulunabilir...

CHP’yi vakfa dönüştürmeyi düşünenler çıkar mı? Sanmam...

TİM’in tam sayfa ilanları Ergenekon yüzünden durdu

TÜRKİYE İhracatçılar Meclisi (TİM) yönetimi AKP ve MHP’nin Anayasa’yı değiştirip üniversitelerde türbanın önünü açma girişiminden itibaren ortaya çıkan gergin ortama karşı, gazetelere tam sayfa ilanlar vermeyi planladı.

TİM, bu amaçla "sağduyu" çağrısı yapan ilan metinlerini hazırladı. Gününü kararlaştırmak üzereyken, Cumhuriyet Gazetesi İmtiyaz Sahibi ve Başyazarı İlhan Selçuk, İstanbul Üniversitesi eski rektörü Prof. Kemal Alemdaroğlu ile İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, Ergenekon operasyonu kapsamında göz altına alındı.

Bunun üzerine TİM, ilanları durdurdu... Daha önce tam sayfa ilanlarla Merkez Bankası’na karşı "ihracat, iş, aş" uyarısı yapan TİM, ilanla "sağduyu" çağrısını yeniden gündeme getirir mi?

Oğuz Satıcı ve ekibinden şimdilik ses yok...

zumbul
04-04-2008, 15:34
Yılmaz ÖZDİL
yozdil@hurriyet. com.tr

Türk’iye...


SPOR Bakanımız, "Milli takımda Türk olmayan Mehmet olmasın" demişti, Aurelio’yu kastederek.. .

Ben de, "Hükümette niye İngiliz vatandaşı Mehmet var o zaman?" diye sormuştum, naçizane.

*

Çok küfür yedik.

*

Vatandaş Mehmet’in sadece milli takımda değil, göğsünde ay yıldız bulunan Fenerbahçe formasıyla da nasıl ter döktüğünü vicdanı olan herkes gördüğüne göre, devam etmekte fayda var!

*

Ramazan Şahin.

Milli güreşçimiz.

Üç gün önce Avrupa Şampiyonu oldu.

İlk kim kutladı?

Spor Bakanımız.

*

Kimdir Ramazan Şahin?

*

Aslında Rus vatandaşı.

Orijinal adı, Ramazan İrbayhanov.

İki sene önce Türk vatandaşı yapıldı.

O dönemki Spor Bakanı Mehmet Ali Şahin olduğu için, Şahin soyadı verildi.

*

Yani, bugün getirilseydi. ..

Ramazan Başesgioğlu olacaktı!

*

Şampiyonumuz Ramazan’la sıcağı sıcağına ilk röportajı Doğan Haber Ajansı yaptı... Nasıl yaptı? Rusça yaptı... Niye birader? Çünkü Ramazan, Türkçe bilmiyor.

*

Peki, Aurelio biliyor mu Türkçe?

Biliyor.

Gökçek Wederson?

Biliyor.

Kim bilmiyor?

Kazım Kazım bilmiyor...

O da milli.

Ana Türk, anadili İngilizce!

*

Özetle...

AKP’nin kapatılma davasıyla birlikte gündeme gelen "Anayasa" diye bir şey var. Okumanızı tavsiye ederim.

Madde 66.

"Kan bağı ile bağlı olan" yazmıyor!

"Vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür" yazıyor.

*

Bir kez daha teşekkürler Mehmet...

Ne mutlu Türk’üm diyene.

Master
08-04-2008, 11:18
Oktay EKŞİ
oeksi@hurriyet.com.tr

Bunlar kimin dostu?


BATILI dostlarımız (!) ağız birliği etmiş gibi Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın iktidar partisi hakkında açtığı dava nedeniyle ahkám kesip duruyorlar.

Önce Avrupa Birliği’nin kendisini çoban, bizi koyun sanan yetkilileri başlamıştı. Onları, çoğu Avrupa’da bulunan Batı basınındaki yazılar izledi.

Ne dediklerine geleceğiz. Ama önce bu meslektaşlarımızın hep birlikte tanık olduğumuz uygulamalarından söz ederek, bunlara ne kadar önem vermek gerektiğini size bırakmak istiyoruz.

Bunlar değil miydi George Bush’un "Saddam’ın elinde nükleer kitlesel ölümlere yol açacak biyolojik ve kimyasal silahlar var" diyen? Bunlar değil miydi "Saddam eğer isterse 45 dakika içinde Batı ülkelerini mahvedecek silah üretti" palavrasını sıkan? Bunlar değil miydi, "Saddam’ın Nijer’den zenginleştirilmiş uranyum aldığını (veya alacağını)" dünyaya duyuran?

ABD bunların oluşturduğu kamuoyu gücüyle Irak’a saldırmadı mı? Bu saldırı sonunda orada (tahminlere göre) 1 milyona yakın insan ölmedi mi? Bu yalanların sorumluluğunu üstüne alan oldu mu?

Bırakın onu... İskenderiye Kütüphanesi’nin MS 391’de -bir iddiaya göre- Roma İmparatoru I.Theodosius’un emriyle yakılmasından bu yana yapılmış en büyük kültür cinayeti Bağdat’ta işlendi. Irak Ulusal Müzesi’nde bulunan binlerce yıllık eserler ve buluntular, Amerikan askerlerinin koruması altında yağma edilip müze mahvedildi.

Söyleyin lütfen kültür, bilim áşığı Batı medyasından ve pek iddialı Avrupa aydınlarından bu konuda bugüne kadar kaç cümle duydunuz? Duymadınız, çünkü önce "işimize geliyor mu gelmiyor mu?" hesabı yapmadan ağzını açan fikir namusu sahibi adam bulmak orada da çok kolay değildir.

Türkiye hakkında yazdıkları zaman da dikkat etmek lazım. Eğer o olayda çıkarları yoksa "doğruyu" yazar ve söylerler. Ama bir şekilde çıkar ilişkisi söz konusuysa, doğru söyleyeni bulmanız, bir çuval pirinç içinde bir tane taş bulmak kadar zor olabilir.

Bu olaydaki çıkarlarının da bugünkü iktidarı işbaşında görmek olduğu biliniyor. Çünkü bugünkü iktidarın "ulusal çıkardan önce Batı’nın çıkarları" ile uyumlu olmaya dikkat eden siyasi anlayışıyla onların beklentileri örtüşüyor. O nedenle de "hukukun üstünlüğü" imiş, "hukuk devletinin kuralları" imiş hiç aldırış etmiyorlar. Meseleyi, Anayasal sisteme aykırı eylemlerin odağı olmak gibi önemli bir nedenin dışına çıkarıp "seçimlerde şu kadar oy almış bir parti hakkında dava açılır mı"ya getiriyorlar ve oraya kilitlemek istiyorlar.

Dikkat edin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin "laiklik korunmazsa demokrasi yaşayamaz" anlamına gelen, "Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülkede laikliği korumanın, demokrasiyi yaşatmanın temel koşulu olduğunu" vurgulayan kararlarını görmezden geliyorlar. Türkiye’de ABD Büyükelçisi sıfatıyla görev yapmış olan -bu nedenle Türkiye uzmanı geçinen- Morton Abramowitz ile bilim adamı Henry J.Barkey bile Newsweek dergisinde çıkan bir yazılarında, "Bizim çıkarlarımız bu iktidarın kalmasını gerektirdiğine göre, onun gereğini yapmalıyız" anlamına gelen tavsiyelerle başlayıp "gerekirse Türkiye’ye müdahale etmeliyiz" noktasına gelen laflar ediyorlar.

Tabii zerre kadar utanmadan...

Ramo
12-04-2008, 17:25
PİRİNÇ, yüzde 100 zamlandı.

Mercimek, yüzde 70.

Fasulye, yüzde 160.

Zeytinyağı, yüzde 133.

Un, yüzde 70 zamlandı.

*

Pilav, 50 kuruş.

Çorba, 50 kuruş.

Kuru, 1.5 lira.

Zeytinyağlı, 1 lira.

Ekmek, bedava.

*

İlk fiyatlar, piyasadan.

Öbürleri, Meclis lokantasından.

Evet, enflasyon tek hane...

Ama Meclis’te!

*

Onlar 2 senede emekli.

Bizi 65’te yapıyorlar.

İlaç ve tedavi parası ödememek için kendilerini "gazi" ilan ettiler. Memura yüzde 2 verirken, kendi maaşlarına yüzde 50 zam yapıyorlardı, son anda yakalandılar... Vergilerimizle alınan kontörleri, çocuklarına dağıtmışlar.

*

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak, hazır gelmişken, Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Barroso’dan rica ediyorum... Bizim millet olarak etkimiz yok, sizi dinlerler. Malum, egemenlik sizin... İlla bir reform yapacaksak, önce Meclis’te reform yapılsın... Avrupa Birliği parlamentolarındaki "etik" kurallar, bize de getirilsin. Çok şey istemiyoruz... Gariban ülkeyiz, haddimizi biliyoruz; Alman’la, Fransız’la, İspanyol’la eşit tutulmayı talep etmiyoruz... Anayasamızda bulunan "eşitlik" ilkesi gereği, milletvekillerimizle "eşit" olmak istiyoruz. Hepsi bu. Lütfen.


Yılmaz Özdil Hurriyet

buena vista
15-04-2008, 10:10
aguclu@milliyet.com.tr

17 Nisan’larda aklıma hep Köy Enstitüleri gelir. Okudukça, tanıdıkça, mezunlarıyla karşılaştıkça gururla, burukluğu bir arada yaşarım.
Böylesine önemli bir eğitim modelini yaratan bir ulusun ferdi olarak gururların en büyüğünü yüreğimde hissederim. Ama bir hiç uğruna kapatıldıkları aklıma geldiğinde de nasıl bunu yaptılar diye içim içimi yer.
Eğer 60 yıl önce Köy Enstitüleri’nin kapısına kilit vurulmasaydı, bugün karşımızda, çok farklı bir Türkiye tablosu olurdu. Ne 7.5 milyon okuma yazma bilmeyenimiz, bir utanç anıtı gibi karşımızda dururdu ne de üreten değil tüketen ezberci nesiller yetiştirmiş olurduk.
Demokrat Parti’nin artıları kadar eksileri de vardı. En büyük hatası da bu okulları kapatmak oldu. Tıpkı, daha sonra kendilerini kapatanların yaptığı gibi.
Hafta sonu, Yeni Nesil Köy Enstitüleri Derneği Kartal Şubesi’nin açılış töreni vardı. Gün boyu etkinlikler gerçekleşti. Başkan Prof. Dr. Kemal Kocabaş’ın müthiş sunumunda, mezunların konuşmalarında ve sonrasında gerçekleşen panelde, Köy Enstitüleri’nin o günkü heyecan, coşku ve ülke sevdalarına bir kez daha şahit olduk.
Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel, İlköğretim Genel Müdürü İ. Hakkı Tonguç, şükranla anıldı. 60 yıl önce, bugünün çok ilerisindelermiş. Yücel, 1940’da, Köy Enstitüleri’ni açarken bakın ne demiş:
“Ülkemizin dağlarında, kendi kendine açıp solan çiçek bırakmayacağız...”
Ya bugün! Çocuklarımız doğuyor, büyüyor, ölüyor da, kimsenin haberi olmuyor!..
Tonguç ise şu hedefi koyuyor: “Çirkin olan hiçbir şey Köy Enstitüleri’nde yer almamalıdır.”
Öyle de oldu. 8 yıl boyunca, üreten, sorun çözen, köyünün, kentinin, ülkesinin kalkınması için canla başla çalışan insanlar yetiştirdiler. Mükâfatları ise kapatılmak oldu. Ama unutulmadılar. Unutulmayacaklar.
Köy Enstitüleri, eğitim yoluyla, Anadolu insanının nasıl bir değişim geçirdiğinin de destanı oldu. Dünya eğitim literatürüne de böyle girdi. Ancak kıymetini bilemedik. Tıpkı bu güzide kurumları kapatanları darağacına gönderdiğimiz gibi...
Menderes ve arkadaşları, geç de olsa, iadei itibarlarına kavuştular. Ülkemize kazandırdıklarını ve bu uğurda verdikleri mücadeleyi, şükranla anıyoruz. Aynı iadei itibar Köy Enstitüleri için de gerçekleşmelidir.
Ülkesini, toprağını, insanını seven, ilerici, özgüvenli, yaratıcı, demokrat insanlar yetiştirmek suçsa onlar bu suçu işlediler. Türkiye’yi Atatürk’ün hedefleri doğrultusunda çağdaş medeniyet seviyesine çıkarmak için gece gündüz demeden, ülkemin her karış toprağı benim vatanımdır, neresi olursa olsun gözüm kapalı giderim demek kabahatse, onlar bu kabahati işlediler. Yüzyıllar boyu, çobanlığın ötesine geçemeyen köy çocuklarından öğretmenler, doktorlar, profesörler, yazarlar, sanatçılar yaratmak aykırılık ise onlar bu aykırılığı da yaptılar.
Köy Enstitüleri’ne kızmak işin en kolayı. Karalamak da. Keşke onları daha yakından tanıyabilseydiniz. Tanıyabilselerdi.
Dün Köy Enstitüleri’ni kapatan kafalar, şimdi de anadolu liselerini yok ettiler. Oysa onlar da Anadolu insanı için bir fener olmuştu!..
Hasan Yalıncaklı, 1947 Pamukpınar Köy Enstitüsü mezunu. Tatlı ve acı hatıralarını, uzunca bir şiirle dile getirmiş. İşte birkaç dörtlük:

İstiklal Marşı’yla okul açıldı/Karanlık kapılar geride kaldı/ Bacı kardaş birbirine sarıldı/ Günlerden 17 Nisan olunca
Topraklar işlendi alın teriyle/ Birlik tazelendi el emeğiyle/ Okullar açıldı Türkçe diliyle/ Günlerden 17 Nisan olunca
Ekin başak tuttu nar çiçek açtı/ Aydınlığın ilmin yolunu açtı/ Anayurtta yeni bir çağ başlattı/ Günlerden 17 Nisan olunca
Laik cumhuriyetle Ata izinde/ Ant içti yürüdü durdu sözünde/ Vatan aşkı varolmuştu özünde/ Günlerden 17 Nisan olunca
Kıraç toprak bostan oldu bağ oldu/ Dirildi başaklar ambara doldu/ Her hanede dost sofrası kuruldu/ Günlerden 17 Nisan olunca
Ezeli geri bak dün nerde kaldı/ O günleri kimler sattı kim aldı/ Hatıralar yüreğimi kanattı/ Günlerden 17 Nisan olunca...
Özetin özeti: Zor buluyoruz, kolay harcıyoruz. İnsanları da kurumları da...

Abbas Güçlü

Master
16-04-2008, 21:05
Yılmaz ÖZDİL
yozdil@hurriyet.com.tr

Pirinç


Ve, ulusal bilinç uyanıyor...

"Pirinç almayın!"

Yeni kampanyamız bu.

*

Peki ne alalım?

*

Buğdayı ABD’den getiriyoruz.

Mercimeği Kanada’dan...

Mısırı Arjantin’den getiriyoruz.

Susamı Sudan’dan...

Arpayı Ukrayna’dan.

Baklayı İtalya’dan.

Sarmısağı Çin’den.

Anadolu’da gezerken çekirdeğini yanlışlıkla elinden düşür, ayçiçeği fışkırır...

Rusya’dan getiriyoruz.

Pamuk Yunanistan’dan.

Elma Şili’den.

Portakal Brezilya’dan.

Muz Panama’dan.

Vişne Almanya’dan.

Ceviz Çin’den.

Hesapta milli yemeğimiz...

Fasulye İran’dan.

Barbunya ABD’den.

Soya Arjantin’den.

Pirinç Avustralya’dan.

Nohut Meksika’dan.

En cüzel çay?

İngiltere’den.

İneklere yem olarak döktüğümüz kepeği bile utanmadan ABD’den getiriyoruz...

İnekler Hollanda’dan.

*

Kendi kendine yeten 7 ülkeden biriydi memleketim... Memleketimi IMF’ye satan arkadaşlar sayesinde, bugün, Mali, Kamerun, Peru, Suriye, Ekvador, Mısır, Hindistan, Burkina Faso’nun da aralarında bulunduğu 103 ülkeden ithalat yapıyor, karnını doyurabilmek için.

*

ÖSS’ye giren çocuklarımızın, Allah zihin açıklığı versin diye yuttuğu 3 adet okunmuş pirinç tanesi bile, ithal... Sen hangi ulusal bilinçten bahsediyorsun?

*

Dolayısıyla, önerim şu...

Mazot 20 YTL olsun.

Çobanları bakan yapın.

Doğurun.

buena vista
19-04-2008, 07:51
bcoskun@hurriyet.com.tr


YILLARCA parlamento muhabirliği yapmış birisi olarak adam dövücüleri yakından tanımışımdır.

Meclis’in adam dövücülerinin en büyük özellikleri, hiçbir zaman kürsüye çıkmamış ve konuşmamış olmalarıdır, bu nedenle adam döverler.

Bu, düğünlerde şarkı ya da şiir patlatamayan Türk erkeklerinin tabanca patlatması gibi bir şeydir.

Gerektiğinde konuşmaları gerektiğini bilirler, ağızları ile konuşamadıkları için yumruklarını konuştururlar adam dövücüler.

Ben onları tanırım.

*

(Bu yazıyı dün TBMM’de iktidarın adam dövücüleri tarafından dövülen Kamer Genç için yazıyorum. O tek başına muhalefet boşluğunu dolduran ve muhalefet partilerinden de daha iyi muhalefet yapan birisidir. İktidarı eleştirip sonra onlarla birlikte oy kullanan, resepsiyonlarına-sofralarına koşup oturan, kaypak ve ikiyüzlü birisi değildir. Bu yüzden canını zor kurtarmıştır adam dövücülerin elinden.)

*

Dönüyorum adam dövücülere:

Adam dövücülerin adam dövme işleri, memleketin durumuyla ters orantılıdır. Memleketin durumu bozuldukça adam dövücülerin durumu düzelir.

Çünkü laf bitmiştir.

Başbakanlar, bakanlar, iktidardakiler laf bulamadıklarında, işte o zaman adam dövücü yerinden kalkar.

İki elini yumruk yapıp, sancak ipi çekme pozisyonunda hızlandırarak ilerler.

Önünde oluşan barikatı aşmak için ise, sağ ayağını kaldırıp en yakın üyenin boynuna koyduktan sonra, sol ayağını da diğer en yakın üyenin boynuna yerleştirir. Ki bu parti grubu nereye giderse sırtlarında oraya gitme olanağı sağlar onlara.

Bir diğer pozisyon:

Adam dövücü ters dönerek domalır.

Sağ-sol kalça darbeleri ile barikatı aşıp dövülecek kişinin önüne kadar ilerler.

Burada yanlış yön tayini ile divan kátibinin önüne gidip durma yanlış anlaşılacağından, alttan bakarak hedef kontrolü önemli bir noktadır.

(.......)

Ne bileyim ben?..

Son tespit; bir iktidarın milletvekilleri Meclis’te adam dövmeye başladıklarında...

O iktidar bitmiştir.

Bu kadar...

Bekir COŞKUN

Master
20-04-2008, 09:56
Fatih Altaylı
fatihaltayli@haberturk.com



Atamalar ciddiyetle yapılır

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin nasıl bir ciddiyetle yönetildiğini öğrenmek çok acı.
TMSF Kurulundaki boş üyeliklerden biri için bir atama yapılacak.
Atanması istenen isim Başbakan Erdoğan’ın bir arkadaşının oğlu, Mehmet Fatih Karaca.
TMSF‘ye bu ismin atanması için ilgili Devlet Bakanı Nazım Ekren’e talimat veriliyor.
Ekren’in bakanlığı da Mehmet Fatih Karaca’nın TMSF üyeliğine atanması için kararnameyi hazırlamaya başlıyor.
Ancak Mehmet Fatih Karaca’yı tanıyan bilen yok.
Ankara bürokrasisi Fatih Karaca’yı tanıyor. Gerçi onun adında Mehmet yok ama olsun. Eski RTÜK Başkanı bildik bir isim.
Bakanlık kararnameye eski RTÜK Başkanı Fatih Karaca’nın adını ve kimlik bilgilerini yazıp Başbakanlığa yolluyor.
Başbakanlık hatanın farkına varmıyor.
Başbakan Erdoğan önüne koyulan Karaca’nın atanma kararını imzalıyor ve Çankaya Köşkü’ne yolluyor.
Sezer dönemi olsa Sezer Karaca hakkında bir araştırma yaptırır belki hatayı farkederdi.
Ama Abdullah Gül, AKP Hükümeti’nden gelen kararname ve yasalarda “Çankaya noteri” ilkeleriyle çalıştığı için o da Fatih Karaca’nın atamasını onaylayıp yolluyor.
Böylece Başbakan’ın yakını Mehmet Fatih Karaca yerine eski RTÜK Başkanı ve Melih Gökçek’in dostu Fatih Karaca TMSF’ye atanmış oluyor.
Üstelik bu hatanın düzeltilmesi de imkansız.
Çünkü TMSF üyeleri, kurulun bağımsız yapısı gereği görevden alınamıyor.
Bir kez atandı mı, 2 yıl süreyle görev yapıyorlar.
Yani şu anda hükümetin eli kolu bağlanmış vaziyette.
Fatih Karaca istifa etmezse 2 yıl TMSF üyesi.
Sevgili Fatih Karaca’ya yeni görevinde başarılar diliyorum.


NOT: İyi ki, Başbakan’ın Abdullah Öcalan’la isim benzerliği olan bir tanıdığı yokmuş.
Bir yanlış bir doğru

Vatan Gazetesi TMSF’nin Çukurova grubuna İnterbank’tan kaynaklanan borçlarına yönelik olarak başlattığı operasyonu dün “Özel haber” başlığı ile duyurmuş.
Doğru. Çok özel bir haber.
O kadar özel ki, bu köşenin okurları bu haberi 10 gün önce okumuşlardı.
Karamehmet, batık banka sahipleriyle geçmişte yaptığı işlerden dolayı oldukça sıkıntı yaşıyor.
Erol Aksoy’dan aldığı Show TV’nin yüzde 13’ü de TMSF’ye geçti.
Bu işlemlerden ilki bana göre hatalı.
Çünkü Karamehmet, İnterbank’ı Çağlar’a satarken, Çukurova Grubu’nun bankaya 250 milyon dolar borcu olduğu gizli değildi.
Bu borç, bankanın satış fiyatından düşülerek satış yapılmıştı.
Belli ki, alıcı Çağlar bu borcun silinmesi ile ilgili işlemleri bankanın bilançosunu bozmamak için yapmamış ve kapanmayan bu borç şimdi Karamehmet’in başını ağrıtıyor.
Bence burada TMSF’nin yaptığı işlem hatalı.
Buna karşın Show TV’nin bir kısım hissesine el koyulması kararı son derece doğru.
Çünkü Aksoy, Show TV’yi Karamehmet’e satarken bir kısım hisse Erol Aksoy’da, daha doğrusu Erol Aksoy’un güvendiği şahıslar üzerinde kalmıştı. (Bunlar şimdi Doğan Grubunda çalışıyor)
Karamehmet taksitleri ödedikçe bu hisselerin devri yapılacaktı.
Ancak TMSF Erol Aksoy’un bankasına el koyunca işler karıştı.
Bildiğim kadarıyla ödemeler yapılmadı.
Bence İnterbank’ın borçlarından ötürü Karamehmet’in üzerine gitmek ne kadar yanlışsa, Show TV hisselerinin bir bölümüne el koymak da o kadar doğru.


Çalık bugün ödüyor mu?

Hazır TMSF’den söz açılmışken, ATV-Sabah satışıyla ilgili duyumlarımızı da aktaralım.
Biliyorsunuz Çalık ATV-Sabah’ı 6 Aralık 2007 günü satın aldı.
İhale şartnamesine göre, satın aldığı bedelin yarısı kendisinden 7 Aralık günü istenebilirdi.
Yani 550 milyon doları 7 Aralık’ta ödemek zorunda kalabilirdi.
Ama TMSF kıyak yaptı ve bu parayı hemen istemedi.
Aradan 5 ay geçti.
Bütün onaylar, izinler çıktı.
Üzerine bir de 2 ay zaman verildi.
Çalık hala parayı ödemedi.
Anlaşıldı ki, Çalık ihaleyi alırken böyle bir parası, böyle bir parayı bulmak için gerekli hazırlığı yoktu.
Ve kendisine verilen sürenin sonuna gelindi.
Haftaya Perşembe son gün.
O güne kadar ödedi ödedi. Ödemedi, 110 milyon dolan teminat yandığı gibi eğer ikinci halede fiyat daha düşük olursa, aradaki farkı da Çalık ödeyecek.
Fakat bana ulaşan bilgilere göre Çalık parayı bulmuş.
ATV-Sabah için ödenecek 1,1 milyar doların 700 milyon doları iki kamu bankasından kredi olarak verilecekmiş.
Gerisi de Körfez kaynaklı bir fondan sağlanıyormuş.
TMSF, muhtemelen bugün yapılacak ödeme ve devir için hazırlık yapıyormuş.
ATV-Sabah’ın Çalık’a geçmesi, kamunun elinde olmasından iyidir.
Ancak geçmişte medya gruplarının kamu bankalarına olan borçları, bizzat bugünkü iktidarın büyükleri tarafından sürekli eleştiri konusu yapılırdı.
Şimdi kamu bankalarınca finanse edilerek bir medya grubu oluşturuluyor.
Bunun ne kadar bağımsız, ne kadar ilkeli bir yayın yapabileceğine varın siz karar verin.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Çocuk bayramını kazık kadar adamların bayramına çevirmediğimiz zaman

Master
22-04-2008, 15:04
Yılmaz Özdil
yozdil@hurriyet.com.tr



Çocuk Mustafa


Bilgisayarı olmadı.

Mustafa Kemal’in...

İnternete giremedi.

iPod’u olmadı.

Televizyon görmedi.

Çizgi film seyredemedi hiç.

Spider Man’i tanımadı mesela.

Legosu olmadı.

Futbol topu olmadı.

Basketbol oynayamadı.

Spor ayakkabı bile giyemedi.

Cep telefonu yoktu.

Kısa mesaj atamadı.

Hesap makinesi kullanamadı.

Anaokuluna gidemedi.

Okul servisine binemedi.

Atlıkarıncaya da...

Tommiks okuyamadı.

Kokulu silgisi yoktu.

Halbuki o da çocuktu...

Cola tadamadı.

Cips yiyemedi.

Beslenme çantası olmadı.

*

Çocukluk fotoğrafı yok.

İçime hicrandır...

Yaş günü bile yok.

Bilmiyoruz ne gün doğduğunu.
*

Bugün çocuklarımızın sahip olduğu hiçbir şeye sahip değildi, çocuk Mustafa Kemal...

Ama, hayalleri vardı.

Dünyada başka hiçbir milletin çocuklarında olmayan bir hediyeyi verdi, bizim çocuklarımıza... Yarın, 23 Nisan.
*

Boşverin, basmakalıp törenleri, bayat mesajları, ruhsuz konuşmaları, boşverin...

Hayalleri var mı çocuklarımızın?

meraklı
22-04-2008, 15:15
Yok...................

Çocuklarımızın herbi haltı var ama, hayalleri yok....

İdealleri yok... ÇOcuklukları yok ki........

Onlar doğarken büyük doğuyorlar

Onlar büyürken yaşlanıyorlar...

Onlar misket yuvarlayamadan yalanların çemberini çeviriyorlar.....

Evet çocuklarımızıın bilgisayarları ,cep telefonları var...Onların mp3 leri, dev ekran televizyonları, sinema sistemleri var.....

Onların aktivite denen, kurs denen programlarıyla dolu hafta sonları var....

Ama okudukları kitapları zihinlerinde canlandıran hayal dünyaları yok....

Onların pembe hayalleri, beslenen duygularının safiyane tazeliği yok...

Onların çocukluğu yokki, çocuk bedenlerin çocuk hayalleri zihinlerin tazeliğinde gelişsin ve dünyaları uçsuz bucaksız büyüsün... Kalplerine aksın... Duyguların şımarıklığında en güzel hazları alabilsinler...


İçimizdeki çocuğu ve evlatlarımızı hep çocuksu yaşatabilmek umuduyla , kalınız efendim sağlıcakla....

:friends:-

Master
23-04-2008, 22:02
CHP'de genel başkan seçimi
Altan Öymen



CHP kurultayına dört gün kaldı. CHP'nin 1250'ye yakın delegesi, bu cumartesi günü Ankara'da toplanacak. Önce Genel Başkan Deniz Baykal'ın açılış konuşması dinlenilecek... Sonra, Parti Meclisi'nin raporu üzerinde söz hakkı kullanabilen sınırlı sayıdaki delege, sınırlı süre içindeki konuşmalarını yapacak. Sonra da genel başkan seçimine geçilecek.
Bu seçimin, daha önce de belirttik, sadece CHP için değil, ülkemizin genel siyaset hayatı açısından iki önemli özelliği var:
1) Bugünkü iktidar partisi AKP ile, anamuhalefet partisi CHP arasındaki oy farkı, bir önceki seçime göre çok büyüdü. 22 Temmuz seçimlerinde, birincinin oy oranı yüzde 46.6, ikincisininki yüzde 20.9'dur.
Bu sonuçlar AKP'nin başarısının göstergesidir. Ama bir yandan da, AKP'li olmayanların çoğunluğu oluşturmaya devam etmesine rağmen, muhalefetin de başarısız kalmaya devam ettiğinin göstergesidir.
AKP'nin politikalarından kaygı duyan milyonlarca vatandaşı karamsarlaştıran bu dengesiz durumun değişmesi, anamuhalefet partisi olarak iktidar alternatifi sayılan CHP'nin kendini yenilemesine bağlıdır. Ülkenin sorunlarına çözümler getirebilecek inandırıcı politikalar ve projelerle, oy oranını artırmasına bağlıdır.
2) Bundan 11 ay sonraki yerel seçimler, bunun ilk sınavı olacaktır. CHP'nin o seçimlerde, şimdiye kadarki durgunluğundan kurtulup, bugünkü iktidar-muhalefet dengesizliğini giderecek başarılı sonuçlar alması gereklidir. Bu, pekâlâ mümkündür. Ama, o yola girilip girilemeyeceği, kurultaydaki seçime bağlıdır. Her şeyden önce de, o seçimin yapılış şekline...
* * *
'Seçimin yapılış şekli' diyoruz. Çünkü o 'şekil', son beş yıldır, demokratik ülkelerde benzeri görülmemiş bir hale geldi. Bugünün uygulamasına göre, şöyle:
Baykal'ın dışında 'aday adayı' olan dört siyasetçi var: Aday adaylıklarını ilan etme sırasıyla, partinin geçen dönemdeki grup başkanvekili Prof. Dr. Haluk Koç, işadamı Umut Oran, Prof. Dr. Tolga Yarman ve geçen dönemdeki Gençlik Kolları Başkanı Ayhan Yalçınkaya...
Dördü de değerli isimler... Fakat aday adaylıklarının 'adaylık' haline gelmesi için, 1250 civarındaki delegenin 'yüzde 20'sinden, yani yaklaşık 250'sinden 'Biz bu arkadaşın adaylığını istiyoruz' diye imza almaları gerekli. (Bir deleğe sadece bi aday için imza atabilir.)
Bunlar, partinin 2003 kurultayındaki tartışmalı (ve mahkemelik de olan) tüzük değişikliğinin sonucu. O vakte kadar, aday olmak için gerekli imza oranı, delege sayısının 'yüzde 5'iydi. Yani, 60 kadar üyenin imzası yeterliydi.
Ayrıca, delegeler, birden fazla aday adayının adaylığı için imza atabilirlerdi... Bu da mantığın gereğiydi. Çünkü, bazı delegeler, aday adaylarının tümünü değerli bulabilir, ama hangisini seçeceğine karar vermemiş olabilirdi. "Hepsi aday olsun, konuşmasını yapsın... Hangisini en fazla beğenirsem, onu seçerim" diyebilirdi. Bu da seçimin çok adaylı geçmesini kolaylaştırırdı.
* * *
CHP'nin kurultayında seçimin çok adaylı geçmesinin bir sakıncası yoktu. Hatta faydası vardı. 2003'ten önceki tüzüğün kuralına göre, her iddialı aday adayı, 60 civarındaki 'imza barajı'nı aşıp, kurultayda adaylık konuşması yapma imkânını kullanabiliyordu. Kendini ve seçilirse yapacaklarını anlatabiliyordu.
Seçilmezse de, ne onun içinde 'Konuşma hakkım olsaydı, delegeleri ikna edebilirdim' diye bir ukde kalıyordu, ne de, onu merak eden delegelerin içinde 'Ne söyleyeceğini öğrenemedik. Acaba ne diyecekti' diye bir merak kalıyordu.
Ayrıca: Seçim, zaten 'üç turlu seçim'di: İlk iki turda, yarıdan fazla oy alan aday çıkmazsa, son tura, en fazla oy alan iki aday kalıyordu. Ötekiler eleniyordu. Aday fazlalığından doğan oy dağılması sona eriyordu. İlk turlarda elenen adayları seçen delegeler, son turdaki tercihlerini o iki adaydan biri için kullanıyorlardı.
Delegeler, tüm adaylar arasındaki 'en beğendikleri'ni seçemeseler de, 'son iki adaydan en beğendikleri'ni seçebiliyorlardı. Yani, bizim 'tursuz' genel ve yerel seçimlerdeki gibi, kullandıkları tek oy'un baraj altında kalması riski altında değillerdi. En istemedikleri adayın seçimine katkıda bulunma tehlikesiyle karşılaşmıyorlardı.
* * *
Ama işte, 2003 kurultayına kadar var olan ve hiç kimsenin şikayetine neden olmayan bu usul, o kurultayda, genel başkan ile yakın arkadaşları tarafından birden bire değiştirilmek istendi. Hem de gizlice hazırlanıp, kurultay sırasında bir 'oldu bitti' halinde ortaya çıkarılan bir değişiklik taslağı ile...
Öyle ki, o taslak kurultay komisyonunda görüşülüp genel kurula getirilirken, delegelerin çoğu, seçimin her zamanki usule göre yapılacağını sanıyordu. Baykal'ın karşısına çıkmak için, dört aday, hazırlıklarını tamamlamıştı. 60 küsur imzalı adaylık belgeleri ceplerindeydi. Adaylık konuşmalarını yapacakları zamanı bekliyorlardı.
Ama bütün o hazırlıklar ve beklentiler, birden bire boşa çıktı. Taslak geldi. Genel Kurul'dan çok tartışmalı bir şekilde (birinci defa reddedilmişken, çeşitli etkiler altında tekrarlanan ikinci oylamayla) kabul edildi. Ve hemen yürürlüğe konuldu. Uygulandı.
Yani, klasik deyimle 'maç başladıktan sonra kalenin yeri değiştirildi.' Veya -adaylardan Bedri Baykam'ın benzetmesiyle- 'atletizmde sırıkla atlama yarışmasına katılan adaylar, çıtaları üstünde yükselip 3 metreyi geçmek üzerelerken, çıta birden 5 metreye çıkarıldı.'
Bir saat içinde, sıraya girilerek Kurultay Başkanı önünde atılması gereken en az 250 küsur imzayı (daha da fazlasıyla) sadece Baykal topladı. Zaten ekibindeki arkadaşları onun hazırlığını önceden yapmışlardı. Öteki adayların (ki biri bugünkü Sosyal Demokrasi Derneği Başkanı Erol Tuncer'di) adaylığı fiilen sona erdi.
* * *
CHP kurultayındaki yüzde 20'lik 'adaylık barajı'nın başlangıcının hikâyesi, öyle... Aradan geçen zaman içinde uygulaması daha da pekişti.
Şimdi imza toplamanın iki aşaması var:
Birincisine 'ilk imza' deniliyor. Ve genellikle, sadece genel başkanın ekibi tarafından uygulanıyor. Ekip mensupları tüm illerdeki delegelere, üzerinde 'CHP Genel Başkanlığı'na Sayın Deniz Baykal'ı aday gösteriyoruz' yazılı kâğıtları imzalatıyorlar.
Adaylık için asıl geçerli imza, kurultay günü Kurultay Başkanlık Divanı'nın önünde sıraya girip atılacak ama, bu, bir çeşit 'irade beyanı' gibi kullanılabilecek. Kurultay'daki imza işlemi başladığı sırada, o 'ilk imza'yı attığı halde sıraya girmeyenler olursa, aranıp, 'Nerede kaldın, yoksa imzandan vaz mı geçtin?' diye sorulabilecek...
Baykal'ın dışındaki adaylar ise, 'imzacı'larını ancak, Baykal için o 'ilk imza'yı atmayanlar arasında arayabilecek...
Gerçi, Baykal'a 'ilk imza' verdikten sonra bundan vazgeçmek mümkün ama, bunu yapacak olanların, o ilk imzaları toplayanlara dilekçe vererek 'Ben vazgeçtim. Öteki adaya imza vereceğim' demeleri ve bunu kurultayın Başkanlık Divanı önünde teyit etmeleri gerekiyor.
Öteki adayların delegelerden imza isteme faaliyetine gelince... Onlardan bu faaliyete en erken başlayanın ekibindeki siyasetçilerde bile, o konuda ayrıntıya girmeme eğilimi var.
Çünkü kendilerinden yana oldukları belli olan delegelere genel merkezce baskı yapılacağından kaygılılar. Çalışmalarının olumlu olduğunu, ama bunun sonucunun kurultay günü ortaya çıkacağını belirtiyorlar.
Farkındayım, bir gazete yazısı için biraz fazla teknik ayrıntı vermiş oldum. Ama CHP kurultayı, öncesindeki gelişmelerin anlaşılması için, bunları hatırlamak gerekiyor.
Mesela: Radikal'in geçen hafta perşembe günkü sayısında konumuzla ilgili şu başlık var:
"CHP İstanbul İl Örgütü'nde 139 delegenin (kurultay delegesinin) tamamı, kurultay öncesi Baykal'a destek imzası verdi."
Bunun anlamı şu: Demek ki, Baykal ekibi, kurultay delegelerinin yüzde 11'inden fazlasını oluşturan İstanbul delegelerinin hepsinden, yukarıda değindiğimiz 'ilk imza'ları almış. (İstanbul delegelerinin sayısı 140'tı. Biri vefat etti. Sayı 139'a indi.)
Öteki illerdeki durum henüz açıklanmış değil. Ama Baykalcıların, imza sayılarını en az 800'e çıkarmak istedikleri anlaşılıyor. Eğer hedeflerine varırlarsa, 1250 civarındaki delegeden geriye kalan 'henüz imza atmamış'ların sayısı ancak bir 'aday adayı'nın adaylığını sağlamaya yetebilir.
İstanbul'la ilgili habere göre, İstanbul İl Başkanı bu sonuçtan büyük gurur duyuyor. Diyor ki: "Bu, İsmet İnönü dönemi dahil, CHP tarihinde bir ilk."
Bu, acaba gurur duyulacak bir durum mu?
Şu doğru: Tek parti döneminde bile, dönemin Cumhurbaşkanı İnönü, o görevine seçilirken, oyların tamamını alamamıştı.
Ama İsmet İnönü'nün bundan üzüntü duyduğunu sanmıyorum. Malûm, -oyların tamamını alamamak bir yana- oyların çoğunluğunu kaybedip iktidarı devretmeyi de içine sindirerek, demokratik rejimin kapılarını açan odur. Ve, tabii, onun genel başkanlığıdaki -o zamanki- Cumhuriyet Halk Partisidir.
Bir şey daha: Cumhuriyet Halk Partisinin onun başkanlığında başlayan 'parti içi demokrasi'sini de, hatırlamakta fayda vardır. İnönü, partisini, çeşitli görüşlerin özgürce tartışıldığı Kurultaylardan geçirerek yönettikten sonra, gene bir kurultay içinde alınan bir kararın gereğini yerine getirerek, genel başkanlık koltuğunu bırakmakta da tereddüt etmemiştir.
* * *
Özetle: Bu CHP kurultayında yapılacak seçimin şeklinin ve usulünün demokratik olmaktan ne kadar uzak olduğu ve CHP'nin tarihi gelişmesine ve geleneklerine ne kadar ters düştüğü bellidir. Bu Kurultay, genel başkanlık seçimine geçmeden önce, o usulü değiştirmenin yolunu aramalıdır

buena vista
24-04-2008, 20:28
Deniz Baykal``in, „ Ülkeme ve partime hizmete hazirim..Genel baskanlik yarisinda yeni arkadaslarima basarilar
diliyorum.“ deyip, kösesine çekilmesi bence dogru olani..
Ancak, parti içindeki ayak oyunlarina (arka planda gözükse de )baskanlik etmesi maskaralik tek kelime ile.
CHP` nin muhalefete mahkum bir parti imajindan kurtulmasi için UMUT ORAN`in ya da bir digerinin arkadan dolanip iki
puan almasi dilegim. Ama bu kurultayin sonucu da ne yazik ki simdiden belli..!

buena vista

Ramo
25-04-2008, 14:35
Deniyor ki:

"Baykal ne derse, delegeler onu yapacak, böyle demokrasi olur mu?"

*

Kardeşim!

Tayyip Erdoğan "Adaydır kardeşim!" diye kestirip atmasa, Çankaya’ya çıkabilir miydi Abdullah Gül?

Cumhurbaşkanlığı makamı bile iki dudağın arasındayken, bakanlar bakan olduklarını, hangi bakan olduklarını televizyondan öğreniyorken, hangi delege iradesinden bahsediyorsunuz siz?

Bakın, geçenlerde üniversitede hadise çıktı, Devlet Bahçeli’nin kafası bozuldu, cart diye Antalya Teşkilatı’nı kapattı...

Hani delege?

*

365 gün 24 saat demokrasinin faziletlerinden bahseden partilerimizde, demokrasi memokrasi hikáyedir.

*

Şimdi sıkı durun...

*

Türkiye’de demokrasi "sadece" Anayasa Mahkemesi’nde, Yargıtay’da ve Danıştay’da vardır.

Seçimle gelir.

Geldiği gün, gideceği gün bellidir.

Mesela, vadesi doldu, Danıştay Başkanı 20 gün sonra gidiyor... Danıştay üyelerini ayarlayıp, ’’sevdim bu koltuğu, iki sene daha oturayım’’ diyebilir mi?

*

Asker desen...

Oturduğu gün, kalkacağı gün belli.

Kazık çakmak yok!

*

Aslına bakarsınız, siyasilerin hukuktan hoşlanmama sebebi bu... Çünkü, demokrasiye inanan, uygulayan, dolayısıyla demokrasiyi kollayan bi hukuk var.

Ve sanırım o yüzden, onca darbeye, höt zöte rağmen, milletin kendi seçtiği vekillerine güvenme oranı yüzde 10’larda sürünürken, askere güveni yüzde 90.

*

CHP’ye dönersek...

Benzeme başkalarına.

"Gelmek"ten ibaret değildir demokrasi.

"Gitme"yi bilmektir asıl.

neron
30-04-2008, 07:40
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/8818905.asp?yazarid=249&gid=61&sz=58633

30 Nisan 2008
Yılmaz ÖZDİL
yozdil@hurriyet.com.tr

Al sana IMF mektubu...


IMF Başkanı

Sayın

Dominique Strauss-Kahn

*

Değerli Başkan...

Siz burnunuzu sokana kadar, sürünerek de olsa yürüyen bir sistemimiz vardı.

Bi düzelttiniz...

Komple iflas etti.

Çünkü, siz emeklilik yaşını 65’e çekince, ahali de sigortalılık yaşını 1’e çekti!

Henüz doğmamış çocuğunun ultrason fotoğrafını getirip, sigortalı yapan bile var.

- Bu ne?

- Pipi.

- Onu sormuyorum birader, neci?

- Frezeci!

Diyeceksiniz ki, öyle şey olur mu?

Bizce de olmaz...

Hatta tam "Öyle şey olur mu" demeye hazırlanıyorduk ki, Başbakanımız ATO Başkanı’nı kolundan yakalayıp, "Bizim Memo’nun kaydını yaptın mı?" diye sordu.

Memo, Cumhurbaşkanı’nın oğlu.

Mısır tüccarı.

15 yaşında.

E, 15 yaşında mısır tüccarı olursa, 5 yaşında finansman müdürü neden olmasın?

Ok yaydan çıktı tabii...

Şu anda bizim mahalle berberine kayıtlı 873 çocuk var. Berber tıraşı bıraktı, çocuk başına 500 liradan kayıt yapıyor. Sayenizde "sigorta hava parası" diye bir şey çıktı başımıza... Masraflar 260 lira filan tutuyor, 240’ar lira yelken... Bakkalda çırak patlaması yaşanıyor. Ana babalar aniden hücum etti, 350 sene reklam çekmeye yetecek kadar bebek yıldızımız oldu.

Üstelik...

Bu yasa, mahkemeden dönecek. 65 yaş emelinize ulaşamayacaksınız. Ama millet, fırsat bu fırsat, 1 yaş emeline ulaştı... Yarın öbür gün yasa iptal edilince, "mezarda emeklilik" hikaye olacak. "Kundakta sigortalılık" baki kalacak.

Yani, tam battık.

Başta, siz ve sizden akıl alan hükümetimiz olmak üzere, emeği geçen bütün heyetinizi tebrik ederim.

TC vatandaşı Yılmaz.

neron
30-04-2008, 07:44
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/8818910.asp?yazarid=17&gid=61&sz=58633

30 Nisan 2008
Ege CANSEN
ecansen@hurriyet.com.tr

Türkiye tetikte durmalı


HER sabah internette Dünya Bankası’nın o günkü basın bültenini okurum.

Bu bültende, dünya iktisadiyatı hakkında sayısal ve sözel özet bilgiler bulunur. Ayrıca IMF, Dünya Bankası, Avrupa Merkez Bankası, Amerikan Merkez Bankası gibi kuruluşların başında bulunanların verdikleri beyanlar da bu bültende yer alır. Bunları okuyarak olup biteni izlemeye çalışırım. Bazı yorumları benimser, bazılarına dudak bükerim. Son günlerde yayımlanan bir bültende IMF Avrupa müdürünün Türkiye hakkındaki sözlerini okuyunca kelim attı. Aynen şöyle diyor zatı muhterem. "Türk reel sektörünün dış borçları, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine nazaran yüksektir. Bu sebeple Türkiye tetikte durmalıdır."

* * *

Ey muhterem! Siz ki, koskoca IMF’nin koskoca Avrupa Müdürüsünüz. Herhalde mastırlı hatta doktoralı bir iktisatçısınız. Dahası arkanızda, yaptıkları analizlerle sizi besleyen yüzlerce ekonomi uzmanı hatta profesörü var. Bu işlerden iyi anlarsınız. Mademki üzerine titrediğiniz Türk ekonomisi ile ilgili kaygılarınız var, niçin ona "bugün izlemesi gereken" somut bir yol göstermezsiniz? Uyanık kalmak veya tetikte durmak gibi sıfatsal önerileri herkes meşrebine göre anlıyor. Mesela hükümet bunu "Türkiye’ye sıcak para girişi aksamasın" diye anlıyor ve petrol şeyhlerine gidip, aman bize para yollayın diye yalvarıyor. Merkez Bankası, ikazınızı "yüksek faize devam" diye tercüme ediyor. Avrupa Birliği, Türkiye sıkıştı, Kıbrıs ve Güneydoğu’da "siyasi açılım (?)" yapsın, biz onlara para yollayalım şeklinde tavır koyuyor. Sizin "Ey Türkiye! Tetikte dur" demekten de maksadınız bunları duymak mı? Yoksa ileride kötü bir şey olursa "ben demiştim zaten" demek için mi bizi ikaz ediyordunuz?

Türk ekonomisinin derdi "cari açıktır". Temel sebebi de "yüksek faiz-düşük kur" politikasıdır. Açığın doğrudan sermaye girişleriyle veya reel sektör borçlanmasıyla kapatılmış olması önemli değildir. Sonuçta dışarıdan gelen her para bir yükümlülüktür/borçtur. Yabancı bankaların hazırladıkları, sayılarla Türk ekonomisi raporlarında yer alan "External Debt" yani "Dış Borç" rakamına, yatırım için gelen dövizler de dáhil ediliyor. Üstelik "ucuz döviz" yüzünden Türkiye’den sermaye çıkışları hızlandı. Oyak bile banka satarak elde ettiği 3 milyar dolarıyla dışarıda yatırım fırsatı kovalıyor. Dış borç toplamı, kriz yılı 2001’de 113 milyar dolar iken şimdi 250 milyar dolar. Bunun 160 milyar doları reel sektörün borcu. Şimdi tehlikeli diye nitelendirdiğiniz bu tablonun oluşmasında sizin etkiniz hiç mi yok. Bu hükümete de "bizim sözümü dinlemediler" diyebilir misiniz? Daha ne yapsınlar? İktidara yol gösteren "1920’lerden kalan mandacı aydınlarımız", iktidara mütemadiyen korkmayın "IMF’nin ve AB’nin sopasının vurduğu yerde gül biter" deyip duruyor. Tanrının ipini boş verin AB’nin ipine tutunun diye akıl veriyor. İş adamlarımız, "IMF arkamızda; zaten borç yiğidin kamçıdır" inancıyla dışarıdan borçlanıyor. Bunlar sizin telkininiz değil mi? Şimdi nereden çıktı bu "özel sektörünüzün borcu çok, tetikte durun, ekonominiz kırılgan" eleştirisi. Haksızlık, vallahi haksızlıktır bu.

Son Söz: Fazla borç, insanı borç arsızı yapar.

buena vista
01-05-2008, 09:37
İlhan Selçuk

Gece hastaneye apar topar götürülürken anımsadım ki Ahmet Haşim’ i Yahya Kemal’ den daha çok severim; şiire vurgun olanların bildikleri aşağıdaki ünlü dizeleri onun yazmasını temenni ederdim:

Hafız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış ..

Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle..

Gece bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış ..

Eski Şiraz’ı hayal ettiren ahengiyle..


Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde..

Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter..

Ve serin serviler altında kalan kabrinde..

Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter..”


Peki, Yahya Kemal’in bu güzelim şiirinde eksik olan neydi?

Yanıt çelişkili ve garip.

Azrail!..

.

Niçin?..

Çünkü Azrail pek sevimli bir melek sayılmaz:

“- Aman Azrail aman.. Tanrı’nın birliğine yoktur güman...”

Şiirin sözcüklerine yeniden bir göz atalım:

Gül..

Bahçe..

Bülbül..

Bahar..

Ahenk..

Azrail’in ne işi var bunların arasında?..

.

Son günlerde çoğu zaman kimi sorulara yanıt vermek zorlaştı. Allah aşkına ortalığı sarıp sarmalayan “ Kutlu Doğum Haftası ”nın futbolla ne ilgisi var?..

Gazetelerin yazdıklarına bakılırsa, önce Feto’ nun adamı Hakan Şükür Galatasaray’ı ele geçirdi...

Sonra tevatür şöyle yayıldı :

Hakan Şükür’ün dediğine göre “ Kutlu Doğum Haftası ” ünlü uluslararası futbol derbisinde Galatasaray’a yarayacaktı ..

Yaradı mı ?..

İşler gittikçe karışıyor..

Feto Galatasaray’a el koyup “ kutlu doğum ”u futbola soktuktan sonra Papa’nın ne yapacağı bilinir mi?..

Meryem Ana’ nın Hazreti İsa öyküsü de kale ağlarına karışıp Hıristiyan yandaşlarına tezgâhlanmaya başladı mı, Hakan Şükür solda sıfır kalır mı kalmaz mı ?..

.

Evet, işler gittikçe karışıyor...

Kırk yılda bir hastaneye yatayım dedim..

Ben hastanede yataktayken olan bitenlere bir bakın:

* Feto’nun Galatasaray’a hamlesi..

* Hakan Şükür’ün “ Kutlu Doğum Haftası ”yla atılımı ...

* Katar Emiri Arap şeyhinin medyanın ikinci büyük grubu Sabah’a el koyması ...

* Bizim medyanın Arap şeyhine karşı feveranı ...

* İslamcı takımın dincilik yöntemleriyle küçük kız çocuklarını aşağılık cinsel politikaları için kullanan pislikler...

.

Sizlerden bir süre daha izin istiyorum..

Henüz hastanedeyim...

Ama, bugün 1 Mayıs...

Selam sana 1 Mayıs...

Yalnız Türkiye için değil, tüm dünyaya dönük bir değişimin tohumlanması sürecine girdik...

Dünyada bir şeyler oluyor...

Olacak...

Farkında mıyız?..

Türkiye’yi kaşkaval dinciliğin insanlık ve çağdaşlık dışı düzenine sürmek isteyenlerin kulaklarına kar suyu kaçtı ...

Master
01-05-2008, 09:41
Yılmaz ÖZDİL
yozdil@hurriyet.com.tr

Taksim


Kliment Vefremoviç Voroşilov...

Var mı tanıyan?

Mihail Vesilyeviç Frunze?

*

Hadi bi soru daha... Erkek ceketlerinin düğmeleri sağda mı olur, solda mı?

*

Voroşilov, adı üstünde, Rus.

Frunze de.

Bolşevik devriminin generalleri.

Atatürk için "özel" adamlardı.

Çünkü, Kurtuluş Savaşı’nda dünya bize silah doğrultmuşken, bize destek veren Sovyetler’in "apoletli elçileri"ydi onlar... Frunze, 1921’de TBMM kürsüsüne çıkmış, Rus halkı adına, Sakarya Zaferimizi kutlamıştı. Voroşilov ise, "silahsa silah, paraysa para, isteyin verelim" demek için, savaşın en zorlu günlerinde Ankara’daydı.

Atatürk, onları unutmadı hiç.

*

Diyeceksiniz ki, e-ee?

E’si şu...

Taksim Meydanı’yla ilgili ne zaman bir tartışma olsa, aklıma geliverir Voroşilov ile Frunze... Çünkü, Taksim Cumhuriyet Anıtı’nda heykelleri var onların... Bizzat, Atatürk’ün emriyle dahil edildiler, Anıt’taki figürler arasına... 1928’den beri orada, Taksim’in göbeğinde, Atatürk’ün hemen yanıbaşında duruyorlar.

*

Taksim Cumhuriyet Anıtı’nda "ne var, niye var" gibi soruları merak etmeyen, orada "kim"lerin olduğundan haberi bile olmayan bir toplumun, "Taksim’e çıkarım, çıkartmam" diye kavga etmesinin manası var mıdır? "Gomünistler Moskova’ya" diyen dangalakların, Taksim Anıtı’nda Bolşevik generallerin önünde saygı duruşunda bulunması veya onları sendikalardan koruması, komik değil midir?

*

Habire önünden gelip geçtiğimiz Taksim Cumhuriyet Anıtı yıllardır orada dururken, Atatürk, Rus generalleri yanına yerleştirmişken; nasıl oldu da, 1950’den itibaren, Kurtuluş Savaşı’nda bize kurşun sıkanlarla kanka olup, bize destek verenlere düşman olduk? Atatürk o heykeli, kafasına kuş pislesin, siz de seyredin diye mi dikti?

*

Amaaaan, bana ne be...

Sıkıldık tarihten.

Magazine geçelim...

Erkek ceketlerinin düğmeleri sağda olurken, Taksim Cumhuriyet Anıtı’ndaki Atatürk’ün ceket düğmeleri neden solda?

Ramo
02-05-2008, 17:16
Türbana özgürlük" deseydin...

Taksim’e çıkabilirdin.

"Tekbiiiir" deseydin...

Olurdu.

*

"Hepimiz Ermeniyiz" de birader...

"Biji" de.

*

Sen kalktın "emek memek" dedin.

Yok öyle!

Verirler sopayı, su püskürtürler.

Gözüne biber gazı sıkarlar.

Gaz bombası atarlar üstüne.

*

Bıçakla gezebilirsin halbuki...

Tabancayla gezebilirsin Taksim’de.

Maçtan sonra ateş edebilirsin, "seviniyorum ulaynn" diye nara atarak, caddeyi kesebilirsin, yoldan geçenlere bira şişesi fırlatabilirsin... Ses çıkarmazlar.

Kapkaç yapabilirsin.

Tiner çekebilirsin.

Otomobil çalabilirsin.

Dükkán soyabilirsin.

Armut gibi duran panzerin burnunun dibinde... Esneyen, ayakta uyuyan çevik kuvvetin gözünün içine baka baka hap satabilirsin. Kadın satabilirsin.

Travesti pazarlayabilirsin.

Kaçak Afrikalı çalıştırabilirsin.

Kırmızı ışıkta geçebilirsin.

Eşekle gezebilirsin.

İnek dolaştırabilirsin.

*

Turist kızlara parmak atsaydın...

Bi derece.

*

Suçun, suçsuzluk senin..

Kalktın "emek memek" dedin.

E arandın.
Yılmaz Özdil
----------------

neron
07-05-2008, 07:50
http://haber.gazetevatan.com/haberdetay.asp?detay=Vijdan_ve_jop_177109_4&tarih=07.05.2008&Newsid=177109&Categoryid=4&wid=122

Mine G. Kırıkkanat
Vijdan ve jop!


Kimi okur mektuplarındaki Türkçe yazım, adeta Türkiye’nin siyasal çukuru düzeyinde.

Ne tuhaftır ki en azından benim yazılarıma tepki veren okurlar arasında, en fazla söylem ve yazım yanlışını, fikirlerimi paylaşanlar değil, eleştirenler yapıyor.

Özellikle dinci ve Kürtçü gençlerden aldığım eleştirileri okurken, tüylerim diken diken oluyor.

Çoğu nazik, beni

davalarına kazanmaya çalışıyor. Ama nafile. Çünkü gözüm, dincilerin hitap ettiği “vijdan”ıma takılınca, yazının gerisi vıj vıj kayıyor. Kürtçülerin “jop”lanması da

kayan “vijdan”ımı

durduramıyor.

Düşünüyorum:

Acaba canım vicdan, “jop”landığı için mi kalmadı Türkiye’de, yoksa copla dövüle dövüle sakatlanıp “vijdan” diye mi çarpıldı?

Bakıyorum, Allah çarpar, cin çarpar, cehennemde yanarsın diye korkutulan Türkiye, ne Allah’a, ne cine gerek kalmadan kendiliğinden çarpılmış, daha öteki tarafa intikal etmeden, zaten yanıyor cehennem ateşlerinde.

PKK ile TSK’nın arasındaki savaşta, ateş hattı cehennem değil midir?

Kürt/Türk ayrışmasında patlayan bombalarda, cephede verilen şehitlerin ve kurbanların ateş düşürdüğü ocaklarda, yürekler cehennemde olduğundan daha mı fazla yanmaktadırlar?


***


Türkiye’nin “vicdan”ı çarpıldı, çünkü halkın yarısı ve ne yazık ki, egemen zihniyet sakat.

Dincilikten sakat, talancılıktan sakat, yalancılıktan sakat.

Hepsi ahlak yoksunu, arsızlık mamulü, kültür malulü.

Yazarına bakıyorsunuz, şeriattan şehvet anlarmış meğer. Hem tecavüzcü, hem sübyancı bir cinsel sapık.

Gazetesine bakıyorsunuz, sübyancı yazarını “peygamber yolunda” ilanla, kurbanın 9 değil de 14 yaşını da “zaten o yolun yolcusu” savunmasında.

Modacısına bakıyorsunuz, üç karıyla “tekbir” getiriyor!

Tek karıyla idare edenlere bakmayın, onlar Türkiye’yi götürüyor!

Bizim adımıza satarken yiyorlar, alırken yiyorlar ve çocuklarımızın hakkını kendi çocuklarına yediriyor, emirlerine, şeyhlerine, hısımlarına, akrabalarına peşkeş çekiyorlar.


***


Ülke tepetaklak

amuda durduruldu,

artık sinsice, sessizce

bile değil, “Yumulun

ehli Müslüman!”

naralarıyla soyuluyor.

Ayaklar baş.

Ama altta kalan başa, ayak deniyor. Ve polise “vur.”

Fethullah’ın polisi işçiyi copluyor, öğrenciyi copluyor, halkı copluyor.

1 Mayıs’ta gaz maskeli o polisler, “Yıldız Savaşları”ndaki faşist imparatorluk ordularından fırlamış gibiydiler. Her biri Dark Vador’un askerleri.

AKP, bilinçli halka karşı Ak Vador’lar ordusunu yarattı. Başkomutan Dark Vador, ağlamaklı maskesiyle ABD’de Türkiye’nin düşmesini ve Kal’aya tekbirli avdet bekliyor.


***


Bir yazımda, Türkiye İran olmaz, beter olur demiştim.

İran’dan gelen bir

video dolaşıyor internette: 8 yaşında bir çocuk, hırsızlık yaparken yakalanmış. Cezası şöyle:

Sol kolunun altına bir havlu konuluyor, üzerinden kamyonet tekerleği geçiriliyor.

Türkiye’de ırzına geçilen çocuk sayısındaki artışa ve bizim şeriatçıların uçkur eğilimine bakılırsa, çocuk suçluların üzerinden kamyonet yerine kendileri geçmeyi tercih ederler, herhalde. Havluyu da ihmal

etmezler. Adına “ılımlı şeriat” derler ve ABD’nin meşrebine de uyar.

Sözlerim sizi şoke mi ediyor?

Vakit Gazetesi’nin yazarı Hüseyin Üzmez’i, tecavüz ettiği 14 yaşındaki kız çocuğunu “zaten o yolun yolcusuydu” diye karalayarak savunması, şok yaratmalıdır zihninizde.

Benim malumu ilanım değil!


***


Dünyanın hiçbir ülkesinde, İran’da bile yetimhanelerde, sözde devlet güvencesinde çocuklar tecavüze uğramaz ve görevliler tarafından abazan sürülerine “sermaye” gibi pazarlanmaz.

Demokratikimsi

liberaltrak gibi yapan başka hiçbir ülkede, okumaktan ve oyun oynamaktan mahrum edilmeleri yetmiyormuş gibi, köle olarak çalıştırılan nüfusun yedide biri

çocuk yok. Hindistan’da bile yok.

23 Nisan’a denk

getirmek için Kutlu

Doğum Haftası’nı icat edip, doğum tarihi bilinmeyen Hz. Muhammed’i Gregoryen Hristiyan takvimine uyduruk doğurtanlar, Atatürk’ün çocuklara armağan ettiği

bayramın kutlanmasını elbette istemezler.

Onlar çocukları kutlamaz, kullanır.

Büyüklere cop,

küçüklere jop. Kara

çarşaflı vijdanlara da böylesi yakışır.

Master
07-05-2008, 16:28
Hasan PulurOlaylar ve İnsanlar
h.pulur@milliyet.com.tr

‘’Siz Kimi Kandırıyorsunuz!’’

ÖNCE üniversitede, sonra her yerde türbanı, başörtüsünü savunanlar, karşı çıkanlara derler ki:
“Siz kadınların hayata tutunmalarını, toplum içinde görev almalarını istemiyorsunuz; isteseydiniz türbana karşı çıkmazdınız!’’
İlk bakışta, içinize bir kurt düşebilir “Acaba yanlış mı düşünüyorum?’’ diye...
Öyle ya, kadın başını örtünce toplumun her kesiminde çalışacak, kişiliğini ispatlayıp evine kapanmayacak...
* * *
SONER Yalçın ‘’Siz Kimi Kandırıyorsunuz!’’ diyor. (x)
Sanki başörtülü kızları çalıştırıyorlar da!
Tek tek araştırmış, özellikle bazı politikacıların kızlarını ve eşlerini...
Cumhurbaşkanı Gül’ün kızı Kübra üniversiteyi bitirdi. Çalışıyor mu? Hayır! Evlendi...
Başbakan’ın kızı Esra, Amerika’da üniversite okudu, çalışıyor mu? Hayır!
Erbakan’ın kızları Elif ile Zeynep de üniversite bitirdiler. Çalışıyorlar mı? Hayır! Evlendiler, çoluk çocuğa karıştılar.
Cemil Çiçek’in de, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın kızları da üniversiteyi bitirdikten sonra çalıştılar mı? Hayır, evlendiler.
* * *
SAYIN Cumhurbaşkanı’nın eşleri Hayrünnisa Hanım 14 yaşında ortaokulu bitirdi, takdirname almıştı, liseye başlayacaktı, görücü usulüyle evlendirdiler; Abdullah Gül 30 yaşında, Hayrünnisa Özyurt ise 15 yaşındaydı. Evleninceye kadar başı açık olan hanımefendi, evlendiği gün tesettüre girdi, örtündü.
Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın eşi Nesrin Akdağ üniversite öğrencisiydi, görücü usulüyle evlendiler, tesettüre girdi, okumayı bıraktı. Eski Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın eşi Münevver Erinç öğretmendi, evlenince öğretmenliği bıraktı, tesettüre girdi.
* * *
MALİYE Bakanı Kemal Unakıtan’ın eşi Ahsen Eral hukuku bitirdi, avukatlığa başladı. O güne kadar başını örttüğünü gören yoktu, çocukluk arkadaşı Kemal Unakıtan’la evlendi, tesettüre girdi, ama türbanı kendi tarzına göre bağlayarak...
* * *
ENERJİ Bakanı Hilmi Güler’in eşi Mehtap Güler de evlenince tesettüre girdi, örtündü, çalışmayı bıraktı, ev hanımı oldu.
* * *
CEMİL Çiçek’in eşi Gülten Hanım öğretmendi, evlendi, örtündü, ev hanımı oldu.
Devlet Bakanı Nazım Ekren’in eşi Eczacılık Fakültesi’ni bitirdi, evlendi, mesleğini yapamadı, ev hanımı oldu.
Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın eşi Zeynep Yurter de evlendi ve tesettüre girdi.
* * *
“TÜRBANLI kızlar üniversiteye gitsin, aydınlansın, toplum içinde yerlerini alsınlar...’’
Soner Yalçın ‘’Bu boş lafları bir kenara bırakalım’’ demeye getiriyor:
“Türbanlı kızlarımız üniversiteyi bitirince çalıştırılmıyor, eve kapatılıyor.’’
Şimdi diyecekler ki:
“Kamu alanında çalıştırılmıyorlar ki!’’
Peki ‘’Özel sektörde iş mi yok?’’ sorusunun cevabı nedir?
Hepsi meslek sahibi bu kadınlar iş mi bulamazlar?
Üstelik arkalarında böyle babaları ve kocaları varken!
* * *
BAŞÖRTÜLÜ, türbanlı kızlara bırakılan iş alanları tekstil fabrikaları, dokuma tezgâhları ve büyük şehirlerde gündelikçilik...
Şehrin zengin semtlerine sabahları varoşlardan ‘’türbanlılar’’ boşalır, el kapısında saçlarını süpürge yapmaya...
Bunların sorunlarıyla kim uğraşacaktır, kimi boğaz tokluğuna çalışır, sigortasız, güvencesiz.
Varsa üniversitede türban, yoksa üniversitede türban...
Soner Yalçın’ın kitabının adı neydi:
“Siz Kimi Kandırıyorsunuz!’’
Kitap değil, yaşadığımız günlerin ansiklopedisi, neyi ararsan, kimi ararsan var!
_______________________
(x) Doğan Kitap.

Ramo
11-05-2008, 11:24
Süleyman Aydın.

Bölücü teröre verdiğimiz ilk şehit.

Eruh’ta vuruldu.

Taaa 84’te.

21 yaşındaydı.

Erzincan’ın merkeze bağlı Mertekli Köyü’ndeki mezarlıkta yatıyor.

*

Sonra?

*

Bi daha şehit oldu Süleyman Aydın!

Evet, bi daha...

İlk Süleyman Aydın’dan, taaa 21 sene sonra, adaşı, Süleyman Aydın şehit edildi.

Şırnak’ta.

O da 21 yaşındaydı.

Sivas’ın Hafik İlçesi’ne bağlı Yarhisar Köyü’ndeki mezarlıkta yatıyor.

*

İlk Süleyman Aydın şehit düşmeyip terhis olsaydı, evlenip oğlu olsaydı...

İlk Süleyman Aydın’ın oğlu, öbür Süleyman Aydın’la yaşıt olurdu.

*

Demem o ki...

Şehit vermeyen şehir, ilçe, köy kalmadı.

Şehidi olmayan sülale kalmadı.

Hatta, birinci tur bitti, adıyla soyadıyla ikinci tur şehitlerimizi veriyoruz.

Bana mısın diyen yok!

10 şehit, bin şehit, 5 bin şehit.

Kimsenin umurunda değil.

Yalandan gözyaşı...

"Kanı yerde kalmayacak" filan.

Ver toprağa, aynen devam...

Lay lay lom.

*

Ne konuşulacak bugün mesela?

Şehitler mi?

Şampiyon mu?

*

PKK’nın kavrayamadığı işte bu.

*

Boşuna vuruyor.

Boşuna vuruyor çocuklarımızı.

Burası, Almanya gibi, Fransa gibi, İngiltere gibi, İsrail gibi, "öldürülen çocuklar benim çocuklarım" diyenler tarafından yönetilmiyor... Burası, "insanı değerli" bir ülke değil.

*

Ruhu ölmüş bir ülkeden "can" alamazsın... Skor yaparsın anca.
Yılmaz Özdil /Hürriyet

Ramo
12-05-2008, 12:40
DENİZ Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan... Bu gençler hiç kimseyi öldürmemişlerdi.

Ankara’daki üsten kaçırdıkları Amerikalı askerleri bile, birkaç gün sonra, hiç zarar vermeden serbest bırakmışlardı.

Yurtsever gençler oldukları kesindi... Fakat onlar yakalanıp yargılandılar ve idam edildiler. Neden?

Tamamen o dönemin şartlarına göre verilmiş siyasi bir karardı bu...

Şimdi, Hulki Cevizoğlu’nun yeni basılan "Kod adı: 68 -68’lilerin Dünü Bugünü" adlı kitabından gerçekleri bir kez daha okuyoruz. (Ceviz Kabuğu Yayınları)

36 yıl önce, 6 Mayıs 1972 günü idam edilen Deniz Gezmiş ile iki arkadaşı Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı yargılayan mahkemenin askeri savcısı Baki Tuğ yıllar sonra:

"Elbette ki idam cezası şart değildi. Duruşmalarda sanıklar eğer birazcık mahkemeye saygılı olsalardı, Türk Ceza Kanunu’nun 59’uncu maddesi uygulanırdı ve bu gençler idam edilmezlerdi. Ancak bu çocuklar mahkemede çok sert, haşindi. ’Eğer biz yapacağımız ihtilalde başarılı olsaydık, hepinizi duvar dibine dizip bir kurşun şekliyle hallederdik!’ diyorlardı. Bu nedenle cezaları hafifletilmedi" diye konuştu.

Yani saygısızlıktan mı idam cezaları gelmişti? Mahkemedeki davranışlar mı insanı idama götürüyordu? Hayat bu kadar ucuz mu? Belli ki bu idam kararları hukuki değil, siyasiydi.

Bugün, "30 bin kişinin katili" ya da "Bebek katili" olarak idam cezası aldığı halde idam edilmeyen PKK terör örgütünün elebaşısı Abdullah Öcalan, İmralı’daki hücresinde gayet rahat yaşıyor. Böyle bir ortamda, Savcı Baki Tuğ’un sözleri daha büyük bir anlam taşıyor.

* * *

1972 yılında idam edilen 3 genç hain miydi, yoksa vatansever mi?

Bugün genel kanaat onların vatansever olduğu noktasında yoğunlaşıyor.

Türkiye’nin ağır şartlarını, içine gömüldüğü sorunları, yönetim hatalarının ortaya çıkardığı acıları, sıkıntıları, 24 ve 25 yaşlarındaki 3 gencin sırtına yüklemek haksızlık olmadı mı? Bu 3 genç rejimi nasıl yıkacaktı? Buna güçleri yeter miydi?

İzledikleri yol yanlıştı ama onlar sadece ülkelerinin mutluluğunu düşünüyorlardı.

* * *

Deniz Gezmiş, mahkemedeki savunmasında şunları söyledi:

"Suçlu arıyorsanız, bizi bağımsız bir ülkenin çocukları olmaktan mahrum eden, hepinize söylüyorum, sizlerdiniz. Siz, yabancıların Türkiye’yi işgaline göz yumdunuz. Meydanlarda bunlara karşı bizler dövüşmek mecburiyetinde kaldık. Bizler kurşunlandık ve sonunda yakalanıp idam isteği ile buraya getirildik.

Türkiye’yi bu hale getiren yöneticilerin bütün suçları bize yüklenmek istenmektedir.

Türkiye’nin bağımsızlığından başka bir şey istemedik ve hayatımızı bu yola koyduk. Varlığımızı Türkiye halkına armağan ettik.

Memleketin huzurunu bizim bozduğumuz iddia ediliyor. Memleketin huzurunu kimlerin bozduğu ortadadır. Devletin kasasını soyanlar biz değiliz.

Türkiye’nin bağımsızlığından başka bir şey istemedik ve bu sebeple Amerikan emperyalizmine ve ülkedeki işbirlikçilere karşı mücadele verdik. Ölümden korkmuyorum. Ben 24 yaşındayken kendimi Türkiye’nin bağımsızlığına armağan etmekten onur duyuyorum."

Ve kimsenin burnunu kanatmamış olan bu 3 genç idama mahkûm edilip 6 Mayıs 1972 günü sabaha karşı asıldı!

Karara muhalefet eden Yargıtay üyesi Hakim Albay Nihat Taşçıoğlu’nun bugün:

"İdamlar, adli bir hata sonucu oluşmuştur. Karara muhalif kalmıştım. Bu gençlerin idamla değil, 15 yıl civarında bir hapis cezasıyla yargılanmaları gerekirdi. Yazık oldu!" demesi 36 yıl sonra acı bir gerçeği vurgulamaktadır.


Rahmi Turan/hürriyet

neron
16-05-2008, 07:24
http://haber.gazetevatan.com/haberdetay.asp?detay=Kanalturk_Namus_yazisi_178796 _4&tarih=16.05.2008&Newsid=178796&Categoryid=4&wid=122


Mine G. Kırıkkanat mine.gokce@wanadoo.fr

Kanaltürk: Namus yazısı


Vefa, benim için kin ve minnete sadakattir. İşte o yüzdendir ki bu yazı bir namus yazısıdır, vefa yazısı değil.

Ne Tuncay Özkan, ne de Kanaltürk’e minnetim var.

Üslendikleri misyona saygı duyduğum ve aralarında bulunmak, değişik bir bakış açısı sunmak, magazininden kültürüne, programlarını beğendiğim bir kanalın ufkunda kendi fikirlerime yer açmak için oradayım.

Şöyle söyleyeyim: Yirmi iki yılı geride bıraktığım gazetecilik mesleğinde, kimsenin kimsenin önüne geçmek için dolap çevirmediği, kişisel hırsların değil, doğru ya da yanlış, ilkelerin savunulduğu tek iş yeri gördüm, o da Kanaltürk’tür.

Sevgili hocamız Prof. Dr. Süheyl Batum, Ceza Hukuku’nda uluslararası genç değerimiz Aslıhan Öztezel ile birlikte hazırlayıp AB’nin mali desteğini aldığımız, dolayısıyla başta ekonomik, her anlamda bağımsız Kiosk programını, bu özellikleri yüzünden Kanaltürk’te yapıyoruz.

Tuncay Özkan’a, “AB programı yapacağız!” dediğimde, AB karşıtı Kanaltürk izleyicilerinden nasıl tepki alacağını o da biliyordu ben de.

Tuncay Özkan, sadece konuk olarak katıldığım “Gerçekler” programında, “Bu karıyı niye aranıza alıyorsunuz?” diyenlere karşı nasıl sağlam durduysa, “AB yanlısı program nasıl yayınlarsınız?” diye soranlara karşı öyle sağlam durdu.

Ben de, “O adamın yanında ne işin var?” diyenlere karşı aynı sağlamlığı gösterdim. “Kanaltürk’ü bitirecekler, kenara çekil!” diye uyardıklarında da kaçmadım. Kaçmam.

Anlamıştım. Bitireceklerdi. Tuncay Özkan millete güveniyordu.

“Yanlış millete güveniyorsun!” dedim. Dinlemedi.

Bitirdiler.


***


Kanaltürk’ün Koza İpek Grubu’na satışını, kesinlikle onaylıyorum!

Tuncay Özkan ve kanala küfreden halkımıza soruyorum: “Gömleğimi satarım, maaşımın yarısını veririm, yeter ki Kanaltürk yaşasın!” diyenlerden kaçı gömleğini sattı, kaçı maaşının yarısını gönderdi Kanaltürk’ün 8 aydır ücretsiz çalışan elemanlarına?

Tuncay Özkan’ı linç eden köşebentlerimize soracak sorum yok, çünkü hepsinin ne mal olup kaça satıldıklarını çok iyi bilenlerdenim.

Aralarından biri beni hayal kırıklığına uğrattı, o da sergiler “gibi” göründüğü duruşa hiç yakışmayan dünkü yazısıyla Yiğit Bulut.

Pek güvendiği okurlarına, “Kanaltürk programlarına niye katılmadığımı şimdi anladınız mı?” demeye getirmiş. Eğer Kanaltürk’ün Ankara konferansına katılımını, benim boyun eğmediğim, “Aman onlarla görünmeyin!” uyarısına uyup iptal ettiğine bizzat tanık olmasaydım, belki yutardım.

Ama “Tam karşı gruba satacağına, keşke kapatsaydı! O zaman, peşine düşen herkes gelir, orada gerekli mücadeleyi yapardı...” nasihatine değgin bir ders vermek isterim: Sayın Bulut, herkesin hiç kimse demek olduğu zamanları siz hiç yaşamadınız anlaşılan. Ya herkes adına angaje olmayın, ya da kendiniz için konuşun. Parmağınızdaki pırlantalı yüzüğü mü verirdiniz Kanaltürk’e destek olarak, yoksa vermez miydiniz?

Vermemek elbette hakkınız, ama vermemek, sizin de “herkes yapardı” demek hakkınızı elinizden alır.


***


Tuncay Özkan, Kanaltürk’ü satmasaydı, evet, Maliye Bakanlığı el koyacaktı. Maliye Bakanlığı el koyup ne yapacaktı? Belki aynı gruba, ama mutlaka AKP yandaşı birilerine satmayacak mıydı?

Tuncay Özkan, bütün kapıları çaldı. Alımkâr bir tek “vatan evladı AKP muhalifi” çıkmadı.

Kanaltürk’ün Koza İpek Grubu’na satılması, işin zaten varacağı mecrada, Unakıtan maliyesini aradan çıkarmaktan ibarettir.

Kanaltürk’ü yaşatmak için elini taşın altına koyan, didinen gerçek insanların tesellisi yok, olamaz. Ancak...

2005’te beni, bugün Tuncay Özkan’ı linç etmek için yarışan aynı sırtlan tayfasına iki seçenekli bir uyarım var: Sizin güdük çapınızla edindiğiniz büyük şans, bizlerin satılık olmamasıdır. Satılmaya karar verirsek, sizlerden daha çok para ederiz bir...

İkincisi, satılmadan yaşar ve sizin ardınıza kalırsak, onur nedir, onursuz kimdir, tarihçesini biz yazarız.

Her iki olasılıkta da kin vefama güvenebilirsiniz!

buena vista
18-05-2008, 08:47
bcoskun@hurriyet.com.tr


SU yok.

Köylüler dip sularının metrelerce aşağıya çekildiğini, artık suyu çok derinlerde bulabildiklerini ya da çoğu kuyunun tümden kuruduğunu anlattılar.

Birçok bölgede ekinler büyümedi, davar sürülerini saldılar tarlalara.

Ağaçlar dahi kurumaya başladı.

Göllerin yerinde çatlak topraklar var, nehirler cılız akarsulara dönüştü, çaylar kurudu.

Kentlerde yaşayanlar farkında değil.

Bu bir felaket.

*

"Su savaşları" teorisi doğru çıkıyor.

Bu savaşta sadece milletler, ulusal cepheler, ordular yok. Su için savaşanlar, kendi içlerinde de savaşacaklar.

Suyu olan köy ile komşu köy...

Kuyusunun dibinde iki kova suyu olanla, suyu olmayan...

Kaynağa doğru koşan iki insan...

Kentlerde belediye tankerlerinin hortumu başında birbirini döven kalabalıklar...

Güneydoğu’da geçenlerde su yüzünden birbirlerini öldüren çiftçilerin haberini okuyunca, kendi kendime söylenmiştim:

"Su savaşlarında ilk kurşunlar..."

Ve böyle giderse; elbette halklarına su bulmak için orduları ile harekete geçmek zorunda kalacak devletler, su savaşlarını görecek dünya.

*

Bu kötü bir yazı.

Ama geçen sene Türkiye’nin başkenti Ankara’da, ağaca su vermenin "suç" sayıldığı... Belediye zabıtalarının "çiçeklere su verme suçu işleyenleri" aradığı gözümün önüne geliyor.

Koyun üzerine; dünyanın üç ayrı yerinde bilim adamlarının "dünyanın kurumaya başladığını" açıklamalarını...

*

Peki ne yapacak insan?..

Betonun içilmediğini, demirin yenilmediğini görecek. Fabrikaların, otomobillerin, bilgisayarların, borsaların, mutfak robotlarının, cep telefonlarının, boyalı kentlerin, gökdelenlerin bir bardak su kadar bile değerli olmadığını anlayacak. Ormana, ırmağa, göllere, denize, ovalara sataşmamayı öğrenecek.

Su savaşlarında ilk kurşunlar sıkılırken, doğaya karşı nasıl bir suç işlediğini ve bu ahmaklığının bedelini çok çok ağır ödemek zorunda kaldığını görecek insan.

Ya artık çok geç olursa?..

Bekir COŞKUN

buena vista
18-05-2008, 08:54
yozdil@hurriyet.com.tr


Baba tarafından Aksaraylıyım.

İstanbul Aksaray değil...

Plakası olan.

Orijinal Aksaray.

*

Haliyle, telefon üstüne telefon geliyor baba ocağından: "Yeğenim, memleket hastanelik oldu, zahmet edip tek satır yazmıyorsun, ayıptır!"

Yazayım...

*

Binlerce kişi hastanede orada.

İshalden.

Belli ki, suya kanalizasyon karıştı.

*

Belediye "spekülasyon" diyor.

Valilik psikolojik olduğunu söylüyor.

Sağlık Müdürü "grip" teşhisi koydu!

*

Bakıyorum, belediye seçiminin sonuçlarına... "Ak"saray yüzde 44 oy vermiş "Ak" Parti’ye... Genel seçimin sonuçlarına bakıyorum... "Ak"saray yüzde 64 oy vermiş "Ak" Parti’ye...

*

Pancarı geberttiler.

Haciz yağıyor...

Gübreye bindi.

Mazota bindi.

Tarlalar sürülemiyor.

İzlenen IMF politikalarının en büyük mağdurlarından biridir, Aksaray.

*

Ama önce yüzde 44 oy verdiler, sonra, izlenen politikaları o kadar beğendiler ki, verdikleri oyu yüzde 64’e çıkardılar...

Şimdi, hastanede ağlıyorlar.

*

Dolayısıyla, teşhisim şu:

"İdrak" yolları enfeksiyonu olabilir!

Bi de ona baktırın.

Yılmaz ÖZDİL