Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::db_connect() should be compatible with vB_Database::db_connect($servername, $port, $username, $password, $usepconnect) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::select_db_wrapper() should be compatible with vB_Database::select_db_wrapper($database = '', $link = NULL) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Deprecated: Non-static method vB_Shutdown::init() should not be called statically, assuming $this from incompatible context in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 2294
Medya Yorumları [Arşiv] - Sayfa 3 - Arka BahÇe Forumu

PDA

Tam Sürüm Bilgini Göster : Medya Yorumları


Sayfalar : 1 2 [3]

Gozlemci
07-10-2009, 15:48
Suclamalari carsaf carsaf okudunuz. Bir de savunmayi okuyun. 5 Ekim tarihli durusmadan....
------------------------------------------------------------------------
Müvekkil Serhan Bolluk hakkında “tasarlayarak adam öldürme suçuna iştirak” suçlaması ile kamu davası açılmıştır. Hakan Saraylıoğlu isimli şahsın DHKP/C isimli yasa dışı örgüt tarafından öldürülmesi öncesinde sorgulamaya katıldığı iddiasıyla açılan davanın huzurdaki davayla birleştirilmesi talep edilmiş ve birleştirilmesine karar verilmiştir.
İddianın tek, ancak akıl-mantık dışı dayanağı müvekkilin ajandasında yer alan haber notlarıdır. Bir gazetecinin, çeşitli haber kaynaklarından elde ettiği bilgi ve duyumları not ettiği haber notlarından hareketle, “tasarlayarak adam öldürmeye iştirak” gibi akıl ve mantıkla, vicdan ve adaletle, hukuk ve kanunla açıklanamaz bir suçlama ile kamu davası açılmıştır. .

neron
09-10-2009, 07:30
http://haber.gazetevatan.com/haberdetay.asp?detay=Anal_intihar&tarih=09.10.2009&Newsid=263625&Categoryid=4&wid=122
Mine G. Kırıkkanat

Anal intihar

Dünkü Vatan’da, “Böyle intihar görülmedi” üst başlığı ve “Makadında şişeyle kıvranır halde bulundu” alt başlığıyla, fıkralara taş çıkartan bir haber yer aldı. Manisa kaynaklı haberde, 61 yaşındaki bir erkeğin soda şişesinin üstüne oturarak canına kıymaya kalkıştığı iddiasına yer veriliyordu. İntihar aletinin üstünde dakikalarca ölmeyi bekleyen biçare, eşi tarafından acılar içinde kıvranırken bulunup hastaneye kaldırılmış ve makatına kaçan şişe çıkarılıp, taburcu edilmişti.

İntihar girişiminden “iddia” diye söz edilmesinin nedeni de çok açıktı: 61 yaşındaki K.Y’nin şişenin üstüne keyiften mi, kederden mi oturduğu aslında tartışmalıydı. Kendisini evde soda şişesinin üstünde kıvranır bulan eşine, herhalde “Zevkten...” diyecek değildi. Ancak ölmek istediğini öne sürebilirdi.

Ne var ki bendeniz, K. Y’nin samimiyetine ve gerçekten canına kıymak istediğine inanıyorum, sayın seyirciler! Makattan intihar girişimlerinin hiç de seyrek olduğunu sanmıyorum ve hatta, ölmeyi başaran birini de biliyorum...

Geçtiğimiz Ramazan, Suudi Arabistan İçişleri Bakanı’nın güvenlikten sorumlu yardımcısı ve oğlu Şeyh -nedense “prens” dedirtiyorlar, kendilerine- Muhammed Bin Nayef, Cidde’deki ofisinde bombalı saldırıya uğradı. Canlı bomba saldırgan havaya uçarken, saldırılan “prens” hafif yaralı olarak kurtuldu.

Ama koskoca Türk medyası, 28 - 29 Ağustos günlerinde El Kaide’nin marifeti olarak duyurduğu haberde, aslında en düşkün olduğu “magazin” ayrıntısını, ya ıskaladı, ya da gizledi:

El Asiri, adlı intihar komandosu, Şeyh Muhammed Bin Nayef’i cehenneme, kendisini de cennete götürecek bombayı... makatına gizlemişti!

Amerikalı terör uzmanı Mark Yardley, Suudi Şeyhi hedef alan “anal intihar saldırısı”nı dünya basınına şöyle açıkladı: “Vücudun içine gizlenen bombalar, elektronik arama aygıtları tarafından her zaman tespit edilemiyor. Ama patlaması halinde de vücut kütlesi, bombanın etkisini azaltıyor...”

Gerçekten de makatındaki bomba patlayan El Asiri, cennete gidebildi mi bilinmez, en azından intihar etmeyi başardı. Ama kendisiyle birlikte öldürmek istediği Muhammed Bin Nayef’e “istemeden” kalkan olan bedeni, Şeyh’in bu ölümcül makat... pardon suikasttan hafif yaralı kurtulmasını sağladı.

***


Avangard terörist El Asiri’nin açtığı yoldan başkaları da gider mi, önümüzdeki aylarda ve yıllarda başka teröristler de “öleceksek ölelim” modunda “anal intihar bombacılığı”na soyunurlar mı, bilinmez.

Ancak yaşadığımız dünyada artık “anal intihar” Cidde’den Manisa’ya örnekleriyle evrensel bir gerçek, bir... Şişeden çok bombanın etkili olduğu besbelli, iki... Bu tür intihar eylemlerinin daha çok “El” diye başlayan örgütlerde tutacağı ve kendileri gibi “El”li, “Bin”li hedeflere yakıştırılacağı kesin, üç...

Oysa “anal kültür” başlangıçta Roma’lıdır. Latin dillerinde “annales” yazılıp “anal” okunan sözcüğün Türkçe karşılığı “günce” demektir.

Gündelik yaşama dair tutulan notlardan oluşan “anal kültür”, iki bin yıl önceki Roma İmparatorluğu’nda pek yaygın ve özellikle hamam duvarlarında zirve yapan yazı biçimidir. Roma tarihine değgin 80 ciltlik günce derlemesine de “Annales Maximi” denir ve düz yazılmıştır. Hamamlardaki anal kültür örnekleri kafiye düzerek yapılır ve ancak şiirselleşirse, “epigram” adını alır.

Böylesine köklü ve hamamlarda pek revaçta olsa bile yazılı tarihi ifade eden böyle bir deyimin, nasıl olup da tıp literatürüne hemen aynı dönemde girip, hâlâ daha “makata dair” anlamına geldiği, aydınlatılamayan bir muammadır!

Ya da değil.

Herşey apaçık, aslında.

Biraz düşünün, bulacağınıza eminim.

Bulamazsanız...

Basın özgürlüğünün boğulup, direnenlerin batırıldığı Türkiye’de, bir gün yeniden yazıp konuşabilirsek, ben anlatırım.

buena vista
09-10-2009, 12:56
Umur Talu

09.10.2009 09:36:41

MEHMET Barlas, "Neden eski çalışanları Doğan'ı (Aydın Doğan'ı veya Doğan Grubu'nu) savunmuyorlar" diye, eski çalışanlardan ziyade, grubu düşünmeye davet eden bir yazı yazdı.
Ben mesela, "eski çalışan"ım.
Şu anda da, bir iki satırla "Al Capone" benzetmesini eleştirmiş olmakla beraber, savun(a)mıyorum.
"Vergi cezası"nın belki meşru, ama "ceza kararı"nın muhtemelen siyasi olabileceğini de aynı anda düşünerek. Belki ikisi de öyle değildir... Belki de, mahkeme kararıyla yürüyecek süreç belli edecektir....
Savun(a)mamak, sadece, oradan bir gün kovulmuş olduğum için hınçtan da değil... Hatta hiç öyle değil. Çünkü, Başbakan bir gün "Onların gazetelerini okumayın" dediğinde, yazı günüm olmadığı halde, Sabah'ta, yazı yazıp Başbakan'a sert tepki verebildim; en azından dayanışma gösterdim.

*

Şimdiki açık endişem şu:
Ya Maliye haklı ise!
Şimdiki yarı açık durum ise şu:
Bu grup son yıllarda başkalarının batma, batırılma günlerinde, medyayı, gazetecileri savunan bir pozisyon mu aldı, yoksa tam mı tersi?

*

Doğan, yakından tanık olduğum dönemlerde, elinde bir tek Milliyet'le, birbirine karşıt iki gazetenin de batmaması için, Tercüman'a da Cumhuriyet'e de destek vermiş, "dayanışmacı" bir kültürdendi. (12 Eylül döneminde bile, Ecevit'in Arayış Dergisi'ne desteği de öyle.)
16 yıl kadar önce, benim yönettiğim bir dönem, Milliyet; iktidarla işbirliği içindeki Sabah ve Hürriyet'in dağıtımda da boğarak "batırmak" istediği gazeteydi.
Hemen sonra, Milliyet'in güç kazanması sırasında Hürriyet batma (veya satma) noktasına yuvarlandı; Doğan aldı.
Epey sonra bir gün, Sabah batma (veya satma) noktasına yuvarlandı; Doğan uzaktan, yakından, dışarıdan, içeriden kontrole veya kapmaya yöneldi.
Bir gün, Sabah'ı batırmak için Sabah kadrosunu kaçırıp yeni bir gazete kuruldu...
Başka bir gün, bu kez batırılmak istenen en kıdemli Sabah patronuyla işbirliği yapılıp Sabah yine batırılmak (veya kapılmak) istendi!
Haklı haksız, bu iktidara verilmiş "Star'ı batır" desteği cabası. Başkaları için yapılanlar da.

*

O grupta gazeteci veya değil, binlerce insan, çok meslektaşım, arkadaşım, gazeteciliğe akıl, gönül, emek vermiş onca iyi gazeteci, iyi insan çalışıyor. Bu gazeteler her şeye rağmen bu ülke için önemli.
Aynı ötekiler gibi. Aynı öteki gazetelerde çalışanlar gibi. Şu anda çalışamayan çok kişi gibi.
O yüzden, hem medya adına, en çok onlar namına, her kötü gün elbet içimi acıtır.

*

Lakin...
Barlas diyor ya, "Doğan biraz da kendi yöneticilerine hesap sorsun"...
Trajediye, ironiye, paradoksa, işe bakın ki...
Bugün Doğan Grubu'nu "hayati tehlike"ye sürüklemiş "kurmay heyeti" genellikle ve sanki özellikle...
Eski Hürriyet'i yönetirken batma (satma) noktasına getirmiş kişilerden;
Onlar yetmemiş olacak ki; Sabah'ı yönetirken batma (satma) ve batırma noktasına getirmiş kişilerden;
Eh biraz da, batması için çok uğraştıkları (ve TV'sini aldıkları) Star'dakilerden oluşuyor!
Koleksiyondaki diğer benzer parçaları saymazsak...
Bir zamanlar Milliyet'i (dolayısıyla Aydın Doğan'ı) batırmak istemiş iki genel yayın yönetmeni, şimdi onun iki orgenerali, onu savunmakla mükellef iki büyük komutan!
Bu mali uçurumun büyük sorumlularından biri, bir zamanlar Hürriyet'i Doğan'a satılma noktasına getirmiş para, vergi, fatura üstatlarından biri!
Yani, Tayip Erdoğan'a gelinceye kadar...
Bir zamanlar Doğan'ı batırmaya uğraşmış olanlar Doğan'ın komuta kademesinde, onu bu tehlikeli sulara sürükleyenler... Sanki bilinçaltları hiç değişmemiş gibi!
İnsanın aklı almıyor!
Alsa belki... hiç tereddütsüz savunacak.
HABER TÜRK

ar_de_
11-10-2009, 00:39
Rabbime sordum...'De get la!' dedi ...



Ne zamandır aklıma takılan abuk sorular vardı. Rabbime sordum, “De get, kendilerine sor!” dedi.

Mesela; İmralı Kuşçusu’na Kürtçe konuşma izni verilmiş.

Bu herif Kürtçe bilmediğinden yıllardır Türkçe konuşup-yazmaz mıydı?

......

Yeraltı kaynaklarının tamamı yağmalanan Kuzey Irak’ta, 2007’de Amerikan Üniversitesi açılmıştı. Şimdi Fransızlar, Almanlar da sahaya inmiş, peşpeşe yabancı okul açıyorlar. İlk Fransız okulunu Danielle Mitterand açtı (Paris Kürt Enstitüsü Başkanı Kendal Nezan tarafından yengeniz olur).

Şimdi halkların kendi geleceğini tayin hakkı, özerklik, bağımsızlık, Kürt dili, Kürt kültürü diye cart curt eden Kürtlere (Kürt derken hala ırkçılık-ayrımcılık yapıyormuş gibi rahatsız olarak) soruyorum:

Kürdistan dediğiniz Kuzey Irak siyasi ve kültürel olarak ‘bağımsız’ mıdır? Sizin düşündüğünüz ‘bağımsızlığın’ benzer ya da benzemez yanları nelerdir?

İngilizce, Almanca, Fransızcaya da Türkçeye direndiğiniz gibi direnmeyi düşünür müsünüz?

......

AKP ve tarikatlar, özellikle üretilemeyen değerlerimize saldırıyor, gasp ediyor, satıyor. Örneğin; arsa üretilemeyen bir değerdir.

Tarihi eser de üretilemeyen bir değerdir.

Son iki hafta içinde;

-Gümüşlük, Tavşan Adasında yapılan kazılarda 2500 yıllık tapınak, mezar alanı,

-Çatalhöyük’te, antik yerleşim yerine ait bina kalıntıları bulundu.

-Topkapı Sarayı’nın avlusunda, gecekondu çöplüğünün altından piskopos sarayı kalıntıları çıktı,

-Mardin Kızıltepe’nin Sürekli Köyü kanalizasyonu kazıldıkça altın sikke dolu küpler çıkıyor.

Ramazan’da Hırka-i Şerif’in ‘son ütücü yaktı’ bahanesiyle halka gösterilemediğini de biliyoruz.

Şimdi, bu sorum AKPli vekillere, belediye başkanlarına, işadamlarına ve tüm tarikat ehline:

Müzelerde veya kazı yapılan yerlerde bulunan tarihi eserleri de (yabancıya) satıyor musunuz?

(Okura soru: Ehl-i müselman henüz tarihi eser kaçakçılığına girmediyse, bu soruyla eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmüş olma ihtimalimiz var mıdır?)

......

İngiltere’de hemşirelerin yüzde 66’sı kendisine domuz gribi aşısı yapılmasını istemiyor. Sebebi; aşının içinde ‘adjuvan madde’ olarak skualen bulunması. Skualen; bağışıklık sistemi hastalıklarına neden olabilen, Amerika’da kullanımı yasak bir madde. .

Aşı üreticisi Novartis ve GlaxoSmithKline firmaları ‘adjuvan’ madde kullandıklarını açıkladılar.

Bu sorum, 20 milyon doz aşı siparişi veren, altı çocuklu Sağlığımın Bakanı’na:

Kendi çocuklarınıza domuz gribi aşısı yaptıracak mısınız?

......

-AKP Genel Başkan Yardımcısı Edibe Sözen (belli ki hayran olduğu) Kevin Costner’ın Kürt açılımına destek verdiğini muştuluyor. Adam menajeri aracılığıyla “Vat iz opıning ap? Öyle birşey demedik” açıklaması yapıyor.

Bu durumda, Edibe Hanım, gaipten Kevin Costner’ın sesini duymuş oluyor.

-Zahid Akman, cekedi fırlatıp biri kadın iki RTÜK üyesinin üzerine yürüyor. Kadın üyeyle çarpışma göğüs göğüse cereyan ediyor.

-Ar-hınç, anaokulu çocuklarıyla konuşurken, adı Ahmet olan bir çocuğa Sayın Ahmet Necdet Sezer’i ima ederek “Necdet’i de var mı?” diye espiri (!) yapıyor.

Bunlar sadece son üç günün olayları.

Şimdi sorum ortaya:

Vekillere mazbatası, üst düzey görevlilere görev verilmeden önce; “işlem yapma ehliyeti bulunup bulunmadığı, akli melekelerinin ve ruh sağlığının yerinde olup olmadığı”na dair doktor raporu istenmesinin zamanı gelmemiş midir?

......

Sinirli Sorunlu (SS) Serokvezir Recep Bey, “Ben Yahudileri çok inceledim. Yahudilerin çok ciddi keşifleri var. Oturdukları yerden para basıyorlar. Telefonun geçmişinde ve ampulün geçmişinde bunu görüyorsunuz. Hala onun rantını almaya devam ediyorlar.” buyurmuş (Y.N. Höö!!).

Sorularımın hepsi Sinirli Sorunlu (SS) Recep Bey’e:

1-İçinde para, rant yahut G3 teknolojisi geçmeyen bir cümle kurabilir misiniz? Kuramıyorsanız neden?

2-Yahudileri incelerken; eğitime, kültüre, sanata, yaratıcılığa nasıl önem verdiklerini, çocuklarını en iyi okullarda okutup, her evde en az bir kişinin klasik müzikle uğraştığını, en az bir kişinin teknolojinin bir dalında uzman olduğunu da farkettiniz mi?

3-Yahudilerin el attıkları her işi en iyi şekilde yapıyor, dolayısıyla çalışarak-üreterek-yaratarak çok kazanıyor olmalarında, iyi bir eğitim ve kültürel alt-yapıdan gelmelerinin etkisi olabilir mi?

4-Yahudilerin hem yaşadıkları ülkeye, İsrail vatandaşlığı alanların ayrıca İsrail’e de vergi ödediğini biliyor musunuz? Ebu Dallama Hazretleri tarikatlarına da, Türkiye Cumhuriyeti’ne vergi ödemeyi tavsiye eder misiniz?

......

Mehmet Altan biraderimiz askeriyeyi denetleyememekten şikayetçi.

“Bu, toplumun vergileriyle parasını verdiği devleti ve onun çok önemli bir kurumu olan askeriyeyi denetleyemiyoruz. Hâlbuki demokrasi denen rejim, verilen vergilerin kuruşuna kadar denetlenmesi, devletin bu parayı nasıl harcadığının bilinmesi demek.” yazmış.

Haklı! Vergi mükellefi devletin harcamalarını denetleyebilmelidir. Ancak, bu noktada Altan biradere şunları sormak istiyorum:

-TBMM’nin, vekillerin sağlık harcamalarını, yolluk harcamalarını, Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık örtülü ödeneğini, en önemlisi sekiz Bakanlık kadar bütçesi olan Diyanet’in harcamalarını denetleyebilmeyi de ister miydiniz?

Sizce, AKP hükümeti, Diyanet İşleri Başkanlığı ve Din İşleri Yüksek Kurulu’nun üzerindeki baskısını aşabilecek kapasiteyi haiz midir?

......

Sırada İçişlerimin Bakanı var:

Okul önlerine polis dikiyormuşsunuz. “Eroin Açılımı” yapıldığına dair duyum mu aldınız?

Ve daha ‘bunlar iyi günlerimiz’ mi?




Copyright © KiymetNadirBindebir

Master
13-10-2009, 07:11
Ahmet Hakan
ahmethakan@hurriyet.com.tr




Bütün yönleriyle Ahmet Davutoğlu


DİNDARLIĞI kendilerine dert edinen aileler, çocuklarını genellikle imam hatip mektebine gönderirler...


Bu bir tavırdır... Bir tür davaya bağlılık gösterisidir...

Dindarlığı kendilerine daha “derin stratejiler” açısından dert edinen bazı aileler ise, çocuklarını imam hatip mekteplerine göndermezler...

Onların projeleri ise şudur: Karşı tarafın imkânlarından azami ölçüde yararlanarak “misyon sahibi” bir evlat yetiştirmek...

Yani çocuk, bir “beyaz” gibi eğitilecek ama bir “zenci” olduğunu da asla unutmayacak...

Ahmet Davutoğlu’nun imam hatip mektebine değil de İstanbul Erkek Lisesi’ne yazdırılmasında sanırım bu bakış açısının payı büyük...

Kısacası:

Ahmet Davutoğlu bir projedir... Yetiştirilmiş ve bu vatana yollanmıştır...

¡ ¡ ¡

İstanbul Erkek Lisesi’ni birincilikle bitirmiş... Boğaziçi Üniversitesi’nde üstün başarılara imza atmış... Yüksek lisanslar, doktoralar falan... Genç yaşta profesör olmuş...
Öğrenim hayatına bakıyoruz:

Hep mahcup... Hep içine kapanık... Hep derslere odaklı...

Hep kendisini diğer öğrencilerden farklı hissediş...

Hep “Ben sizin gibi değilim, benim bir misyonum var” algısı...

Dava adına bir ihtiras...

Hani Cem Yılmaz’ın meşhur esprisinde, çılgın arkadaşlarının eğlenceye davetlerini, “Rica ederim bu bahsi kapatalım, zira benim ders çalışmam lazım” diye geçiştiren gözlüklü çocuk var ya...

Biraz öyle biri Ahmet Davutoğlu...

Eğlenceyi, mavrayı, disiplinsizliği, birazcık taşkınlığı, birazcık dünyeviliği kendisine haram kılmış, yüklenilmesi zor bir yüke omuz vermiş biri...

Ve bütün bunlardan dolayı kontrol kumkuması olmuş...

¡ ¡ ¡

Devam edelim:

Artık “yetişme süreci” tamamlanmıştır...

Ve ortaya çok parlak, gelecek vaat eden, iyi yetişmiş genç bir akademisyen çıkmıştır...

“Medeniyetler Savaşı” teorisine karşı yazdığı çetin ceviz yazılarla herkesin dikkatini çeken saygın bir uluslararası ilişkiler uzmanı olmuştur...

İslami kesimde “Biz pek adam yetiştiremiyoruz... Son dönemde aramızdan bir tek Ahmet Davutoğlu çıktı” cümlesinin sıkça işitildiği günler...

İşte o günlerde Ahmet Davutoğlu’nun karşısına iki teklif çıkar:

Biri Yeni Dünya’nın en iyi üniversitelerinden birinden gelen yükte de, pahada da ağır ve reddedilmesi düşünülemeyecek bir tekliftir...

Diğeri ise Malezya’dan gelen, yükte de, paha da hafif ve hemen elin tersiyle itilecek türden bir tekliftir...

Ahmet Davutoğlu Malezya’dan gelen teklife “Evet” der...

Dedik ya... O bir misyon adına hareket etmektedir...

Ve misyon söz konusu olduğunda rasyonellik anlamını yitirir...

¡ ¡ ¡

“Malezya macerası”ndan yepyeni deneyimler, yepyeni kavramlar ve yepyeni bakış açılarıyla İstanbul’a döner...

İstanbul’da “Stratejik Derinlik” adlı kitabı üzerine sabahlara kadar ter döker...

Bu arada Aksaray’da köhne bir apartman dairesinde faaliyet gösteren Bilim ve Sanat Vakfı adlı kuruluşun düzenlediği dersleri hiç aksatmadan sürdürür...

Amaç:

Yeni Ahmet Davutoğlu’lar yetiştirmektir...

İşte tam bu sırada...

Memlekette meydana gelen iktidar değişikliğinin ardından Ahmet Davutoğlu’na şiddetle ihtiyaç duyulur...

Küçük bir kararsızlık... “Acaba vakit tamam mı? Acaba pratik, teoriyi aşar mı?” tereddütleri...

Sonra kabulleniş...

Ve o gün bugündür Türk Dış Politikası’na önce damgasını vuruyor...

¡ ¡ ¡

Bundan 8 sene önceydi... Hac zamanıydı... Kendisiyle Mekke’den Medine’ye gitmiştim... Medine’de birlikte hurma satın almıştık...

Uhud Dağı’nın eteklerinde Uhud Savaşı’nı öyle bir anlatmıştı ki, kendimi “Çağrı” filminin doğal platosunda hissetmiştim...

Zaten onun üç şehri vardır: İstanbul, Kudüs ve Medine...

En sevdiği kelime ise “hikmet”tir...

Tarihin içinde akmakta olduğu hissinden heyecan duyan, bu akışın ritmini kaybetme korkusuyla telaşlanan bir adamdır Ahmet Davutoğlu...

Bir ankette “Hangi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz?” sorusuna, “Savaşmaya hazır tarafları durdurabilecek bir ikna yeteneği” diye cevap vermiş...

Hangi misyon için yetiştirildiğini unutup unutmadığını bilmiyorum...

Ama bildiğim bir şey var:

Onu Suriye’den İsrail’e koştururken ya da Türkiye-Ermenistan Protokolü’ne imza atarken gördüğümde...

Sahip olmak için can attığı o doğal yeteneğinin sınamasını yapıyor gibi...

Sanırım bir de “imkânsızlıklar içinde yetişmiş bir zenci çocuğunun”, beyazlara ait bir kulvarda nasıl da büyük başarılar kazanabileceğini göstermek istiyor...

ar_de_
14-10-2009, 13:09
Dükkân senin – Shop is yours


ABD’nin, Kafkasya’ya postu serme, Ermenistan’ı Rusya’nın kucağından alıp kendi kucağına oturtma planı çerçevesinde, her iki tarafa da dayatmayla imzalattığı Türkiye-Ermenistan Protokolü’nün, necip Türk matbuatında yayımlanan metnine göre: iki ay içinde ortak sınır açılacak.

Oysa, Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan, aynı gün, Türkiye’ye güven duymayan halkına ve diasporaya yaptığı konuşmada (*);

“Türkiye ile Ermenistan arasında mevcut sınır sorunu (the issue of the existing border between Armenia and Turkey) yürürlükteki uluslararası hukuk normları çerçevesinde çözülecektir.” diyor.

Ermenistan’la aramızda sınır kapılarının açılması gibi bir sorun mu vardır yoksa sınırın değiştirilmesi mi?

Sanki Ermeni’nin imzaladığı metin ya da aklındaki Türk’ünkünden farklı, ‘sınır kapısına’ değil de daha bir ‘sınırın kendisine dair’ gibi...

Olur a, gönül ferman dinlemez Noel Baba’dan g.t ister!

Türkçe Protokol’de;

“Tarihsel boyuta ilişkin alt komisyon, tarihsel kaynak ve arşivlerin incelenmesini de içerecek şekilde bir diyalogun uygulamaya konulmasında Türk, Ermeni ve İsviçre temsilcileri ile diğer uluslararası uzmanlar da yer alacaklardır” yazılı.

Oysa, Sarkisyan konuşmasında;

“Bugün, Osmanlı hakimiyeti altında, milletimizin soykırıma kurban gittiği bir ülkeyle ilişkileri normal bir kanala çekmeye çalışıyoruz.

Soykırım yarasının izi iyileşmez. Şehitlerimizin hatırası ve nesillerin geleceği, tüm Ermeni milletinin yeniden doğuş rüyasını gerçekleştirmemizi, pragmatik kararlar almamızı emrediyor. Bunu (Protokolü), tarihsel gerçekliği bilerek yaptım.

Türkiye ile şartsız ilişki kurmak dışında alternatif yoktu. Bu zamanın gerektirdiği (dictate) budur.

Türkiye ile kurulan hiç bir ilişki soykırım gerçeğini değiştiremez. Soykırım tanınmalı ve lanetlenmelidir. Kurulacak komisyon, tarihçilerden oluşmamalı, hükümetlerarası bir komisyon olmalıdır.“ diyor.

Komisyon tarihçilerden oluşsa; 1915-1917 arasında Ermenilerin öldürdüğü 580 bin müslüman Türk’ün isim listeleri arşivden çıkartılıp önlerine konulacak. Osmanlı nüfus kayıtlarına göre, o tarihte Anadolu’daki nüfuslarının 1 milyon 200 bin olduğu, Patrikhanenin bu sayıya nasıl 1 milyon ilave ettiği belgelerle gözlerine sokulacak.

İki tarafa empoze edilen, tarih alt-komisyonu konusunda da farklı gibi...Ya Sarkisyan araya reklam almış, ya bizimkiler baskı altında imzaladılar, bu konuda ne yapacaklarını sonra düşünecekler. Ya da düşünmeyecekler...olayların akışına bırakacaklar.

Türkçe Protokolde;

“Bölgesel ve uluslararası uyuşmazlık ve çatışmaların barışçı şekilde çözümlenmesi hususundaki taahhütlerini...” yazıyor ki, öncelikle Dağlık Karabağ sorununu düşündürür.

Oysa Sarkisyan; “Kurulacak ilişkinin, Dağlık Karabağ sorununuyla ilgisi yoktur, o konu tamamen ayrı ve Protokol’den bağımsız bir konudur.” diyor.

Bu da iki tarafın farklı dayatmalarla, farklı metinlere imza attığını düşündürüyor sanki. Ya Sarkisyan halkına yalan söylüyor, ya AKP hükümeti bize eksik/yanlış bilgi veriyor...
Bizim Hamdullahların dürüstlüğü, şeffaflığı tescilli olduğundan (!), herhalde Sarkisyan Ermenilere kıvırtıyordur diyorum.

Türkçe metinde; “İki tarafa ait kültürel mirasın korunması ve ortak kültürel projelerin başlatılması amacıyla harekete geçilmesi”nden bahsediliyor.

Oysa, iki gün evvel Nalbandian, UNESCO’da yaptığı konuşmada (**), Ermenistan’da tarihi eserleri nasıl koruduklarından bahsederken, Azerbaycan’ı isim vererek, Türkiye’yi isim vermeden şikayet ediyor:

“Ermeni halkı, yüzyıllar boyunca sayısız kültürel eserler meydana getirdi. Malûm tarihi sebeplerden, bunların çoğu Ermenistan sınırları dışında kalmıştır. Ermeni tarihi mirasını yok etme politikası yüzünden, evrensel değere sahip binlerce kültürel eser kaybedilmiştir” diyor.

Yani, Türkiye, Ermeni kültürel mirasını koruyacağına dair taahhütte bulunurken, Protokol’ü imzalayan Nalbandian, UNESCO’ya şikayetini yapmış bile. İki taraf arasındaki frekans tutarsızlığı bu konuda da sürüyor.

Sarkisyan’ın konuşması tavizsiz. Daha doğrusu, halkına, Türkiye’ye taviz verilmediğine dair güvence veriyor.

Oysa, bizim Reis-i cumhur Mr. Gül, bırak halka açıklama yapıp güvence vermeyi, soruları ‘Bütün Kafkaslar’da işbirliği ortamı kurulur, iyiniyetle zorluklar aşılır’ gibi muğlak ifadelerle, mütebessim geçiştiriyor.

Sarkisyan;

“Türkiye, onay sürecinden çekilir veya şartlar ileri sürerse, Ermenistan, Protokol nedeniyle tek taraflı yükümlülük altına girmeyecektir. Türkiye makul bir süre içinde Protokol’ü onaylamaz ya da bütün şartlarını yerine getirmezse, Ermenistan uluslararası hukuku harekete geçirecek adımları atacaktır.
Gelecek kuşaklara, kesinlikle, müreffeh ve huzurlu bir ‘anavatan’ (motherland) bırakacağız.” diyor.

(Elhamdülillah) Google yazarıyız ya, hemmen okura Google’da bir arama tavsiye edelim. Sadece ‘Armenia motherland’ yazın, ilk sayfada gelen enformasyona şaşıracaksınız.

‘Armenia-Lost Motherland’ (Ermenistan-Kayıp Anavatan) gelir. Kayıp dedikleri vatanları, Türkiye sınırları içinde 12 vilayet.

Hrant Dinkin öldürülmesiyle başlayıp,

Boğazlarımızdan geçip Gürcistan’a giden Amerikan gemilerinin, uzun menzilli çocuk bezi, CH-60 Knighthawk marka kadın donu, Bushmaster topu (futbol topu canım), füze rampası şeklinde domates hamulesiyle çizgileri netleşen,

Lozan Anlaşması’nın imzalandığı masanın kafamıza atılmasıyla (“Masa da masaymış ha / Bana mısın demedi bu kadar yüke / Bir iki sallandı durdu / Adam ha babam koyuyordu.” Edip Cansever) dannk eden süreç devam ediyor.

Hayır, yedi yıldır AKP’nin bir kez... sadece bir kez ‘ulusal çıkar-ulusal güvenlik-ulusal onur’ gözetmiş bir icraatını görsem (ön dişimi kıracağım), rahatça arkama yaslanıp seyredeceğim. Fekat, Amerika’ya “Dükkan senin” (shop is yours) demiş olmalarından şeyediyorum...

Huzurlarınızda AKP hükümetine “Konuşmalarınız açık, şeffaf, net ve bilgi verici olsun. Rektuma değil beyine hitap eden tek bir cümle kurun. İnandığınız Allah lillâh aşkına...”

“Türkiye sizinle...sizinle...Türkiye sizinle...(kadın kekeledi) dumur oluyor”,
demek istiyorum.

(*) http://www.a1plus.am/en/politics/2009/10/10/sargsyan
(**)http://www.armeniaforeignministry.com/ (Statements’ın altında)

Copyright © KiymetNadirBindebir

ar_de_
16-10-2009, 00:44
Neo-Osmanlıyla bostan ekenin kıçı hıyardan kurtulmaz ...



Amerika da, çoğu batı ülkesi gibi yabancıların mal varlığını denetim altında tutuyor. Office of Foreign Assets Control {Yabancı(ların) Malvarlıklarını Kontrol Bürosu} ABD Hazine Bakanlığı’na bağlı bir birim.

Malvarlıkları kontrol altına alınan yabancı şahıs, dernek, vakıf listesi burada (*), bakarsınız. Çoğu islami dernek, çoğu Arap ismi olmak üzere 428 sayfalık liste.

Vietnam’dan askeri uçaklarla uyuşturucu nakleden,

Afganistan’da afyon tarlalarının başını bekleyen Amerika, PKK’nın -yani bölücü terörün- uyuşturucu kaçakçılığı nedeniyle ipini çekmişmiş de, Amerika’daki malvarlığını dondurmuşmuş da...

Geçeceksiniz bir kalem!
ABD, AKP ile PKK arasında bir seçim yapmak durumunda kalmış ve önümüzdeki 3-5 yıl daha hizmetlerine ihtiyacı olduğu cihetle AKP’yi seçmiştir.

Bildiğimiz kadarıyla, AKP henüz açıktan ‘beyaz’ işine girmedi. Şimdilik, arazi/imar rantı, ihaleden komisyon, medya, altın, elmas, enerji, her türlü pazarlama işi, yardım toplayıp cebellezi etmek gibi faaliyetlerden ekmeğini çıkartıyor (çoh ekmeh yir bunnar). Dolayısıyla, AKP, henüz uyuşturucu pazarında ABD’ye rakip değil.

Oysa PKK, en az 25 yıldır ‘beyaz’ işiyle iştigal ediyor (de mi le kirvo?). ABD bu cihetten, PKK’yı piyasadan silmeye niyet etmiş-niyet eylemiş olabilir, biiiir!

ABD, Kuzey Irak’tan asker çekip, bölgeyi XE (eski adıyla Blackwater) denilen katil ordusuna emanet edeceğinden, askerini de Türkiye üzerinen geri çekeceğinden, şimdiye kadar kendisine hizmette kusur etmeyen AKP’nin hizmetlerine eskisinden fazla ihtiyaç duyacağı bir döneme giriyor, ikiii!

Normal ahvalde 7 hükümeti yıkmaya yetecek yolsuzluk, hırsızlık, hukuksuzluk, ekonomik ve sosyal çöküntü varken, ABD, AKP hükümetini ayakta tutmak için kaynağı belirsiz milyar dolarları TIRlarla Türkiye’ye sokuyor.

Eh, PKK’yı -yani terörü- ortadan kaldırırsa, bu da AKP’nin başarı hanesine yazılacak ki, ‘açılım’ olayını patlatıyor.

ABD, neo-Osmanlıyla bostan ekenin kıçı hıyardan kurtulmaz veciz sözünü bilmediğinden, hesaplarını AKP üzerine kurmaya devam ediyor.

Yalnız ve güzel ve haczedilmiş ülkem öylesine cahil, ehil olmayan ve görev sınırlarını keyfi düzenleyen adamların eline düştü ki, kediyi yıkarken sağ korlarsa sıkarken mutlaka öldürüyorlar.

‘Görev sınırı’ deyince, Macaristan’da şahit olduğum bir kavgayı anlatacağım. Buna ‘kavga’ demek ne kadar doğru olur emin değilim.

Genç bir adam marketin kapısından koşarak çıktı, kaçıyor. Arkasından marketin üniformalı güvenlik görevlisi fırladı. 20 metre sonra adamı yakaladı, birlikte yere düşüp kaldırımda yuvarlanmaya başladılar.

Güvenlikçi, adamın cekedinin içine sakladığı neyse onu almaya çalışıyor, hırsız da o şey neyse onu vermemeye çalışıyor. Birbirlerine asla vurmuyorlar. Bırak vurmayı, küfür bile etmiyorlar. Biri almaya çalışıyor öbürü vermemeye...

On dakika yerlerde yuvarlandılar. Sonunda güvenlikçi hırsızın cekedinin içinden bir şişe şarap çıkarttı, hiçbirşey söylemeden üstünü başını düzeltip dükkana döndü. Hırsız da kalktı, yürüdü gitti.

Güvenlikçi de hırsız da yaptıkları işinin ehliymiş, görev sınırlarının içinde kaldılar. Hırsız sadece hırsızlığını yaptı, çaldı ve geri vermemeye çalıştı. Güvenlikçi de dükkanından çalınan malı geri almaya. Birbirlerine zarar vermek, hakaret etmek, öldürmek gibi niyetleri yoktu.

“İşinin ehli olmak” işte böyle birşey. Büyük ölçüde, işinin sınır çizgilerini ihlal etmemeyi ve insan onurunu zedelememeyi gerektiriyor.

Bir de AKP adamlarına ve kadınlarına bakıyoruz;

“Bilmemne teknolojisi cep telefonu ithaliyle teknolojinin de ebesini halkımıza sunmuş bulunuyoruz” diyorlar, oysa ülkenin Genelkurmay Başkanı dahi cep telefonu kullanmaya çekiniyor.

“Aile bizim için çok önemlidir, üreyin” diyorlar, ev kadınları kerhaneye sermaye olmaya sıraya girdi, bebek cesetleri çöpten toplanıyor, hergün 13 yaşındaki kızını pazarlayan bir başka ailenin haberi medyada...

Herhalde ‘Kürtlerle Dans’ espirisinden hareketle Kevin Costner’ı siyasetlerine malzeme etmeye kalktılar, her zaman kırmızı halıyla karşılanan adam konserini iptal etmek zorunda kaldı.

“Ankara’yı nasıl modern bir şehir haline getirdik” diyorlar, 1950’lerin Ankarası bal dök yala, şimdiki Ankara köhne, yoksul, derme çatma bir şehir. Melih, Ankara’yı batırıp İstanbul’u başkent yapmaya destek misyonunu yerine getirmiş...

Bir yandan “İnternet hızlanacak, şöyle uçacak böyle konacak” diyorlar, ülkenin Cumhurbaşkanlığı makamını işgal eden zat ekip kurmuş, gazeteyi internetten okuyan yorumcunun IP’sini-adını tesbit ettirmeye çalışıyor.

TÜİK çalışanlarına ‘gizlilik yemini’ ettirdiler, rakamlarla istedikleri gibi oynayıp “Kişi başı gelir 10 bin dolar, enflasyon yüzde 9” yalanı söylüyorlar, oysa yoksul insanlar artık 75 milyonun gözü önünde, televizyon stüdyolarında, yalvararak dileniyor (Bkz. Show Tv- “İhtiyacım Var”). En fazla acındıranın sadakayı kapacağı, yalvartan, insanı küçülten, insan onurunu paspas etme konusunda “Yardım edin Mem’dali Bey”i fersah fersah aşmış rezillikler.

AKPlilerin ne ahlakları ahlak, ne hukukları hukuk ve ne de bir vicdanları kaldı.

AKP Genel Başkanı’nın oğlu Burak Sevim Tanürek’in katili.

Eski Bakan yeni muhalif Kemal’in oğlu Abdullah Unakıtan’ın kullandığı arabanın ezdiği dört kişi trafik şehidi (!) istatistiklerinde bir rakam.

Adam aklınca Yahudilere iltifat etmeye kalkıyor, ülkedeki Yahudi azınlığı rahatsız edecek, anti-semitizme cesaret verecek laflar ediyor.

Futbol maçı oynanıyor, 20 bin seyircinin 15 bini seyirci değil, asker-polis.

İSKİ, Teşvikiye Caddesi’ni atık su kanalını rehabilite etmeye kazıyor, yeraltında bin 200 kabloyu kopartınca elektrik, telefon şebekesi çöküyor.

Islah ettikleri her dere yine...yine...yeniden taşıyor.

Sağlığımın Bakanı kızamıkçık aşısı kampanyası açıyor, yanlışlıkla aşılanan 60 hamile kadın küretaj olmak zorunda kalıyor. Meğer; kullanım süresi bitmek üzere olan aşıları bitirmek istemişler.

AKP Genel Başkanı’nın karısı “Haydi Kızlar Okula” kampanyasıyla kadınları okula gitmeye değil, kadınlara mahsus, kısa dönem okuma-yazma kurslarına gitmeye teşvik ediyor.

Aslında “Okuma-yazma bil yeter”deyip, kadınları okuldan uzaklaştıran bir proje.

İnsan hayatının hiç önemi yok gözlerinde. Her sözleri yalan, her icraatlarında ‘sahte’, ‘beceriksiz’ ve ‘yıkıcı-öldüren’ birşeyler var. Hepsi hırsız, ama işinin ehli bir hırsız bile yok içlerinde.

ABD de AB de AKP’yi kullanıyor, AKP her sahtekarlığını, beceriksizliğini, yıkıcılığını, AB’ye tam üyelik ham hayaliyle kılıflıyor. İş geldi Atatürk’e küfretmenin serbest bırakılmasına dayandı.

AB’ye göre “Atatürk’ü Koruma Kanunu” ifade özgürlüğüne aykırıymış.

Mustafa Mutlu’nun (saygılarımla) bir cümlesini alıntılıyorum: “Alın tam üyeliğinizi kulak deliğinize sokun, biz Atamıza küfrettirmeyiz”.

Ben Mutlu kadar kibar değilim. Alın tam üyeliğinizi, münasip her deliğinize sokun. Bu cümlemi de ‘ifade özgürlüğü’ kapsamında değerlendirin bitte, please, s'il vous plait.

......

(*) http://www.treas.gov/offices/enforcement/ofac/sdn/t11sdn.pdf


Kıymet Nadir Bindebir / www.habercek.com

ar_de_
19-10-2009, 01:15
Terörist Rehabilitasyon Porocesi ...

“Liboşlar Katillerin Sorumluluğunu Üstleniyor” projesi, sizin gibi duyarlı liberal vatandaşlarımızın katkısıyla sürdürülebilmektedir.


Hikaye bu ya, memleketin birinde, hükümet, silahlı bir terör örgütünü affedip, bağrına basmaya karar vermiş.

Açmış sınır kapısını, yirmişer otuzar başlamış elemanları içeri alıp ülkeye yerleştirmeye.

Hükümet, teröristlere ev vermiş, araba vermiş, iş vermiş, iş kurmak için para vermiş, G3 cep telefonu bile vermiş. Fekat ne verse yetmemiş, ne yapsa teröristlere de onların destekçisi liberallere de yaranamamış.

Bir müddet sonra, liberal vatandaşın biri, tutmuş Başbakana teröristlerin yaşam şartlarının iyi olmadığını, tenis kortu, golf sahası, yüzme havuzu gibi sportif tesislerin eksikliğini çektiklerini anlatır bir mektup yazıp göndermiş. Teröristler için daha büyük villalar, daha yeni model arabalar verilmesi gerektiğini vs söylemiş.

Onbeş gün sonra, Başbakanlık antetli zarfla, yaldızlı kağıtlara basılı bir mektup almış:

“Sayın Ahmet Kaya Duvaradaya,

PKK’lı teröristlerin hayat şartlarını eleştiren mektubunuz için teşekkür ederiz. Mektubunuz başkentte ve Meclis’te büyük yankı yaptı.

Hükümetimiz, sizin gibi duyarlı vatandaşlarımızın yardımıyla, “Liboşlar Katillerin Sorumluluğunu Üstleniyor” başlıklı bir Terörist Rehabilitasyon Projesi başlatmıştır.

Bu proje uyarınca, bir terörist sizin bakım ve korumanıza verilmiştir.

Teröristiniz Haco Şeyhmuz Şivan bir hafta içinde evinizde olacak şekilde hazırlanmaktadır. Kendisini, bize gönderdiğiniz mektupta talep ettiğiniz hayat şartlarını sağlayarak ağırlamanız gerekmektedir.

Her hafta göndereceğimiz müfettişler, teröriste sağladığınız yaşam standardını kontrol edecektir.

Hernekadar Şeyhmuz sosyopat ve aşırı derecede şiddete eğilimliyse de, sizin duyarlı hamiliğinizde bu davranış bozukluklarının üstesinden geleceğini tahmin ediyoruz. Takdir edeceğiniz gibi, bunlar ufak tefek ‘kültürel farklılıklar’dır.

Bakımınıza verilen terörist, göğüs göğüse çarpışmada ve kurşunkalem, tırnak makası gibi basit aletlerle insan hayatına son vermede uzmandır.

Ayrıca, her evde kolaylıkla bulunabilecek bazı temizlik maddeleri ile gübre vs den çeşitli patlayıcılar imal edebilme becerisi de vardır. Sizden ricamız, Şeyhmuz’un gururunu rencide etmeden, katı-sıvı bu tür maddeleri kilit altında bulundurmanızdır.

Şeyhmuz, sosyo-kültürel yapısı nedeniyle, kadını ‘insandan daha aşağı bir yaratık’ gördüğünden, karınızı ve kızınızı muhatap almayacaktır. Teröristinizin kadın konusundaki hassasiyetini anlayışla karşılayacağınızdan eminiz.

Sevdiği adama kaçan kızkardeşini başlık parası alamayacağı ‘namus şeref’ için, kızını da başını örtmediği için tavuk gibi kestiği bilinmektedir.

Polise verdiği ifadede; kızını keserken en zor şeyin ereksiyonu kontrol etmek olduğunu belirtmiştir.

Şeyhmuz’un, törelerine ve kültürüne saygı göstermek açısından, eşinize ve kızınıza kara çarşaf giymelerini tavsiye ederiz.

Teröristiniz, sadece şeyh, ağa, kadın satıcısı, uyuşturucu baronu gibi şahısların karşısında el pençe divan saygılı davranışlar göstereceğinden, sosyal çevrenizi bu

tür kişilerden oluşturmanızı da öneririz.

“Liboşlar Katillerin Sorumluluğunu Üstleniyor” projesi, sizin gibi duyarlı liberal vatandaşlarımızın katkısıyla sürdürülebilmektedir. Şeyhmuz’a en iyi şekilde bakacağınızdan kuşkumuz yoktur.

Yardımlarınıza teşekkür eder, teröristinizle mutluluklar dileriz.

Başbakan”



Copyright © KiymetNadirBindebir / www.habercek.com

ar_de_
19-10-2009, 01:24
Pasif Laiklik, Fatih Ürek ve Seren Serengil .....

Diyanet İşleri Başkanı’nın konuşmalarını hiç kaçırmam. Çoğu zaman, AKP hükümetinin açıktan söylemeye korktuğu şeyleri o dillendirir.


Diyanet’in başkanı, üç Mercedes makam arabası, üç villa lojmanı olan, lojmanlardan birinin restorasyonuna 150 milyar harcayabilen, Hac için Arabistan’a ev kiralamaya gittiğinde emlakçılardan yüzde 15 komisyon aldığı ileri sürülen, ‘derin’ ve güçlü bir muhteremdir.
Şüphesiz ki; Bardakoğlu’nun 17 Ekim Din Şurası’nda “Din kamusal hayatı kuşatmalı” diyerek verdiği “Kuşatın” talimatını, laiklik karşıtı faaliyet odakları ve tarikatlar almıştır.


Diyanet’in ‘Kamu dairelerini kuşatın’ emri, kısa süre önce tedavüle sürülen ‘pasif laiklik’ kavramıyla direkt bağlantılıdır.
“Pasif ve Dayatmacı (assertive) Laiklik : Tarihsel Koşullar, İdeolojik Mücadele ve Dine Dair Devlet Politikaları” adlı kitapta, Türkiye, ABD ve Fransa’daki laik sistemlerin bir karşılaştırması yapılır ve Türkiye ile Fransa ‘dayatmacı’, Amerika ise ‘pasif laik’ bulunur.
ABD’nin diğer iki ülkeden farkı; ‘dinin görünürlüğüne -public visibility- hoşgörüyle yaklaşması’ olarak açıklanır.
Pasif Laiklik kitabının yazarı Ahmet Kuru, Amerika’daki çiftliğinde 50 milyar dolarlık minderin üzerinde oturan Ebu Dallama Hazretleri’nin ‘hareket’ine güzelleme mahiyetinde bir kitaba da, Hakan Yavuz’la birlikte katkıda bulunanlardandır. Ilımlı islam, medeniyetlerarası diyalog martavallarının bir neferi.


Yani, ‘pasif laiklik’ kavramını tedavüle süren de Ebu Dallama Hazretleri ve tabii onun patronları CIA-Pentagon’dur.
Diyanet’e de, AKP gibi, talimatlar direkt Amerika’dan gelir. Terminoloji, teori ABD’de üretilir.
Bardakoğlu’nun, ısrarla, altını çizerek “Hiçbir siyasi projenin parçası değiliz” demesi ABD bağlantısını saklama gayretidir. Ebu Dallama Hazretleri tarikatı, dolayısıyla ABD ile olan ilişkilerini inkar çabasıdır.
Diyanet; tarikatların ve AKP’nin ABD projeleri olduğunun açığa çıktığının farkında, araya bir mesafe koyup kendisini ABD projelerinden soyutlamaya çalışıyor.


Bardakoğlu’nun “Kuşatın” talimatı verdiği kamuda, aslında ‘kuşatılamamış’ tek kurum kaldı; TSK.
Diyanet, TSK’yı hedefe koyarak vuruşların artırılmasını, sıklaştırılmasını istiyor. Bundan böyle TSK ile ilgili çıkacak her olumsuz haberde, Diyanet’in hiç de azımsanmayacak bir payı vardır.
Diyanet ve tarikatlar, hernekadar pasif laikliği, ‘dinin kamuda görünür kılınması’ olarak tanımlıyor iseler de, ‘laik pasiflik’ olmadan ‘pasif laikliği’ gerçekleştirip ‘dini kuşatma’yı tamamlamaları mümkün değil. Bu yüzden, Diyanet’in, geçmiş yıllarda kamuya yansıtılan takiyyeci yüzü ‘laik, Atatürkçü’ olan Başkanı devreye giriyor. AKP “Kuşatın” dese gösterilecek tepkinin Bardakoğlu’na gösterilmeyeceği hesaplanıyor.


Kuşatma bitmedi, sürüyor. İnsan aklını ve ruhunu dinle öyle bir kuşatıyorlarlar ki; ülkede değil hayatın, intiharın psikodinamikleri bile değişiyor.
Dört kız kardeş siyah elbiseler giyip, elele ölüme gitmek,
iki ağaca iki tüfek bağlayıp tetikleri iple çekerek kendini öldürmek,
bebeğini emzirip iki çocuğuyla birlikte dereye atlamak,
hele hele kıçına soda şişesi sokup intihar etmeye kalkmak, zaten olağan bir ölüm olmayan intiharı daha da olağandışılaştırıyor.
Türk milletinin, yaratıcı zekasını intihar yöntemlerine yansıtması, AKP eliyle yedi yıldır süren ‘çözülüş’ travmasının sonucudur.
Kadını ve erkeği toplumsal hayata eşit düzeyde katmazsan, erkek toplumsallaşır, istekleri, ihtiyaçları ona göre belirlenirken kadını seyirci koltuğuna oturtur, ihtiyaçlarının sadece bedensel ihtiyaçlar olarak kalmasına izin verirsen, ailede-toplumda denge erkek lehine bozulursa intiharlar artar.
İntiharlar bir de toplum kendisini ağır tehlike altında hissettiği zamanlarda, savaş sırasında ve hızlı toplumsal değişim dönemlerinde artar.
Birey, kendisinden önceki ve sonraki kuşaklarla kendisini bütünleşmiş, toplumla birlik-dayanışma içinde hissetmek ihtiyacındadır.
Bu birlikte olma ve dayanışma ihtiyacını; insanları birbirinden korkutarak, birbirine düşman ederek, ulusal tarihini, kültürel birikimini gelecek kuşaklara gururla aktarma hakkını elinden alırsan, bireyi savunmasız, tek başına bırakmış olursun ki, dengesini kaybeder.
Toplumsal dokuyu ilmek ilmek çözüp, insanları birbirinden kopartıp, kardeşlik projesi gibi cafcaflı isimler altında aslında topluma husumet tohumları eker, ayrıştırırken,
birlikte olma-dayanışma ruhunu ortadan kaldırırken,
bireyleri savunmasız, yalnız ve ‘işe yaramıyorum’ hissiyatıyla başbaşa bırakıp, toplumsal hayattan kopartırken amaç bellidir: bireyleri tarikatların içine çekip, ‘güvenlik’, ‘aidiyet bağı kurma’ ihtiyacını din şemsiyesini altında sunmak.
Ve elbette bu takva satışını milyarlarca dolar paraya tahvil etmek.
‘İslami kuşatma’ya direnen son kalenin TSK olması tesadüf değildir. Askeriye’de, devlete, millete bağlılık, güven öğretilir. Askeriye’de birey, disiplinli bir hayatı, kalabalık bir topluluğun içinde, güçlü bir aidiyet ve zorunlu bir dayanışma duygusuyla yaşar.
26 gün askerlik yapmış adamın 76 yıl askerlik anılarını anlatması, o güçlü aidiyet ve dayanışma duygusunu, askerden önce ve sonra hiçbir zaman yaşayamamış olmasındandır.
Bireyleri ‘toplumdan kopuş’ melankolisine kapılmayan bir kurumun, din tüccarlarının sunduğu ‘tarikat çatısı altında güvendesin’ tuzağına düşmesi mümkün değildir.
Bu sebepten, ABD, kuşatılmamış son kurum TSK’ya, tarikatlar, Diyanet ve laiklik karşıtı odaklar eliyle saldırı üstüne saldırı düzenlemektedir. TSK’yı kuşattıkları takdirde, ruh sağlığı en yerinde Türk vatandaşının bile, karşı devrime, psikolojik olarak direnmesi mümkün olamayacaktır.
Tüm yıpratmalara rağmen yüzde 87 gibi bir rakamla ‘en güvenilir kurum’ olan TSK, bu ülkenin kuruluşunun da simgesidir, şimdilerde çözülmeye direnişinin de.
Ey Diyanetler, tarikatlar, laiklik karşıtı faaliyet odağı partiler!
Ey Kevin Costner’a bile “Türkiye’de siyasi gelişmeler konusunda söz söyleme hakkı” tanıyıp da, Genelkurmay Başkanı konuştuğunda “Siyasete karışmasın” diye yellenen meczuplar!
Derdiniz hakikaten dinse, gösterin dindarlığınızı. Koruyun peygamberinizi. Çünkü, Amerika’da çiftlikte yaşayan Ebu Dallama Hazretleri tarikatının, Muhammed’e yaptığı hakareti, bir ateist olarak ben bile yapmadım.
Tarih 8 Ekim 2009. Yer: Paris Petite Palace Güzel Sanatlar Merkezi. Konseri düzenleyen: Fevziye Okullar Vakfı.
Okunan şiir:
“Ah Arab Muhammed ve onun halifesi Ali’ye lanet olsun / Mekke’yi toprak örtsün, Nebî’nin şehri Medine’nin altı üstüne dönsün...”
Hadi bulun kim okuttu ‘Muhammed’e lanet olsun’ şiiirini, niye okuttu. Düşün TSK’nın yakasından da, derdiniz gerçekten dinse bulun peygamberinize hakaretin sorumlusunu.
Bakın, siz TSK’yla uğraşırken dininizi savunmak kimlere kalıyor. Bir yandan Seren Serengil “Çocuğumu müslüman mezarlığına gömün” diye tutturuyor, bir yandan Fatih Ürek “Hacı olacağım” diye...
Hadi canım dinciler Diyanetçiler, bırakmayın dininizi savunmayı şarkıcıya türkücüye mankene! Tabii ‘asli’ işiniz din diyanetse...


Kıymet Nadir Bindebir / www.bagimsizgundem.com

ar_de_
19-10-2009, 10:46
BIR TAŞ DA SIZ ATIN!

SIBEL OZBUDUN

"İnsanlar sizleri çağırıyorum:
Kitaplar, ağaçlar ve balıklar için,
buğday tanesi, pirinç tanesi ve
güneşli sokaklar için...
Uzum karası saclar, saman sarısı
saçlar ve çocuklar için"
(Nâzım Hikmet.)


Ekonominin canlanması, krizin korkup kaçması için bir tas da siz atin.
Siz bir tas attığınızda bankanın, McDonalds'in vitrininin camları kırılır.
"Cam kırıldı" diye üzülmeyin, onların bir günlük kazancı, sizin on yıllık gelirinize
denk.
Cam kırılınca camcı çağırırlar, camcı kazanır.
Sizin kaldırımdan söktüğünüz taşı yerine koymak için belediye taşeron
firmaya iş verir.
Taşeron firma sigortasız, asgari ücretli sözleşmeli isçi çalıştırır, isçi kazanır.
İsçi kazandığı parayla evine ekmek götürür, fırıncı kazanır.
Çocuklarına defter-kalem alır, kırtasiyeci kazanır.
Kırtasiyeci kazancıyla protesto edilmiş senedinin bir kısmını öder, toptancı kazanır.
Siz taş atınca polis üzerinize göz yaşartıcı gaz sıkar, silah şirketi kazanır,
limoncu kazanır, sirkeci kazanır.

* * *

Ama en önemlisi, siz tas attıkça, kapalı kapıların ardında dünyanın kaderini
belirlemekte olan bir avuç para babası artik kopeksiz köyde değneksiz dolaşma
cağının geçtiğini fark eder.
Bundan böyle "Benden sonra tufan" pervasızlığıyla, "yoksul ülkelerde savaş çıkacak,
daha çok bebek ölecek, issizlik daha da artacak, ama olsun, mali sistem krizden
çıkıyor," diyemez.
Siz tas attıkça dünyanın yoksulları, açlığa, issizliğe, sosyal güvencesizliğe,
tedavi edilebilir hastalıklardan ölüme mahkûm
kılınmışları, hayati, dünyayı değiştirmenin o kadar da zor olmadığını, bunun
yolunun "Yeter Artık!" diye haykırmaktan geçtiğini kavrarlar.
Özgüvenleri artar.
Onlar da tas atmaya başlarlar.
Kârı değil, insani hedefleyen bir ekonomi, geceleri aç yatılmayan, insanları ekmeğe,
bebeleri süte doymuş bir dünya için bir taş da siz atın!

* * *

Evet, bir taş da siz atın; şeytan(lar) ı taslayın"
Şeytan(lar)ı taslamak suç olamaz; tabii "adalet", George Bernard Shaw'in, "Kaplan
adamı öldürmek isterse adı vahşilik, adam kaplanı öldürmek isterse adı spor olur.
Suç ile adalet arasındaki fark da bundan büyük değildir, diye dalga geçtiği
ikiyüzlülük değil ise"
Evet, evet, Edward Said gibi bir tas da siz atin; şeytan(lar)ı taşlayın.

9 Ekim 2008 Ankara

Master
22-10-2009, 06:38
Yılmaz Özdil
yozdil@hurriyet.com.tr




Son pişmanlığa da ceza indirimi var mı?


- Pişman mısınız?

- Yo-oo, değilim.


- Yaz kızım, etkin pişman, beraatine...
*

- Niye geldiniz?
- Sayın Öcalan söyledi.
- Yaz kızım, örgüt üyesi olmadığına...
*

Sen mesela, hacı emmi!
“Bunlar dinini bilen çocuklar, vatana millete hayırlı olur” diyordun sakalını sıvazlaya sıvazlaya... Nasıl gidiyor sence vatan millet işleri? Sen değil miydin köyün şehidi için fazladan iki rekat namaz kılan... N’olacak şimdi?
*

“Etkin pişmanım” deme bana... O, sana uygulanamıyor maalesef, seninki son pişmanlığa giriyor, kusura bakma.
*

Veya sen, Hatçe yenge.
İftar çadırında, senin paranla sana avanta çorba ısmarlayanlara bi hatim indirmediğin kalmıştı... “Allah devletimize zeval vermesin” diye dualar ediyordun... N’ooldu şimdi o devlet?
*
Ya sen, emekli Ahmet bey.
Kahvede başının etini yedin milletin, eczaneden nasıl bedavaya ilaç aldığını anlata anlata bitiremedin, 20 tane reyin olsa, 20’sini de vereceğini söylüyordun... Nasısın şimdi? Memleketi iki tane aspirine satmış gibi hissediyor musun kendini?
*

Ya da sen, laylaylom Arzu.
“Ay bakamıyorum şekerim, hep cenaze, hep ağlayan insanlar, o perişan çocuklar filan, vallahi yüreğim dayanmıyor, fena oluyorum, kapatıyorum televizyonu, seyretmiyorum artık haberleri” diyordun... Seyrediyor musun şimdi? Aç artık, aç... Ekranlar güzelleşti.
*

Sen, liboşik işadamı Tarık.
Bir taraftan “Ben cebime bakarım azizim” deyip, takunyalıların önünde el pençe divan duruyordun, bir taraftan, utanmadan, Mehmetçik Vakfı’na bağışta bulunuyordun... İster misin, Mehmetçik Vakfı’na yaptığın bağışlar yüzünden başın derde girsin şimdi?
*

Sen, üniversiteli Şebnem.
Sana ders veren hocayı sabahın köründe yatağından kaldırıp, pijamayla tutukladılar, kanser oldu adam kahrından, “neme lazım” dedin, zahmet edip kantindeki protestoya bile katılmaya tırstın, kenardan kenardan araziye uydun... Niye endişeliymişin gibi yapıyorsun ki şimdi?
*

Sen, memur Hüseyin.
Başındaki badem bıyıklı görecek diye, bizim yazıları bile gizli gizli okuyorsun internetten, gammazlanacaksın diye yusuf yusufsun... Zaten o nedenle katılmamıştın Cumhuriyet mitinglerine... Katılsana şimdi PKK mitingine... Sana söyleyeyim, terfi bile edersin belki.
*

(NOT: Bu yazıyı, “İki cihanda lekeli” albümünü heyecanla beklediğimiz Sezen Aksu’nun “Masum değiliz hiçbirimiz” şarkısı eşliğinde okursanız, daha şık olur.)

buena vista
22-10-2009, 15:35
Bekir Coşkun

22.10.2009 16:18
NE olduğunu bilmeden, sırf iktidara yalakalık yapmak için “Açılımı destekliyorum”
dediniz.
Ne olduğunu şimdi öğrendiniz.
Demek ki şöyle oluyormuş açılım:
PKK militanları daha sınırdan içeri girer girmez mahkeme, sınır kapısına kadar
ayaklarına gidiyor...
Onlara “Pişman mısınız?” diye soruyorlar...
Onlar “Hayır, pişman değiliz” diyorlar...
Ve karar veriliyor:
“O zaman beraat...”

Ben size bu açılımı çok açmayın, sonra kapatamazsınız demiştim...
Şimdi nasıl kapatacaksınız?..
ABD‘nin PKK’yı “uyuşturucu taciri” saydığı günün ertesi, onları bando-mızıka ile
karşıladığınızı...
Ya da:
Yıllarca AB ülkelerini “PKK’ya hesap sormamakla”, “ortalıkta dolanmalarına izin vermekle” suçladıktan sonra, hesap sormadan ortalıkta dolanmalarını “ulusal zafer” ilan etmenizi nasıl anlatacaksınız?..

Şimdi anladınız mı açılım ne?...
Şöyle oluyor:
Vali elinde çiçekle koşuyor...
Kaymakam da arkasından, elinde çikolata...
Vali arada bir “Koş İhsan, geç mi kaldık ne?..” diyor...
PKK’lıları karşılıyorlar...
Tarihimizde ilk kez, yola düşüp sanığın ayağına giden mahkemede soruyorlar:
“Pişman mısın?...”
“Hayır...”
“O zaman beraat...”

İşte açılım...
Siz bunu desteklediniz...
Ne olduğu bilinmeyen bir “açılım” soytarılığını, sırf iktidara hoş gözükmek için
destekleyen aydın-sanatçı-yazar-çizer olmanın ahmaklığı içinde öyle bakarsınız artık, açılımın açılmışına...

bcoskun@htgazete.com.tr

Gozlemci
25-10-2009, 03:21
....
Bıçak sırtındaki dengeler
Şimdi gelinen noktada ABD’deki sıfıra yakın faizlerin ve piyasalardaki aşırı likidite bolluğunun sonunda yeni bir krizi tetikleyebilecek olan bir süreci başlattığı ortada. Kısa sürede hızla tırmanan borsaların dışında riski yüksek yatırım araçlarına hücumun başlaması, kaynama noktasına yaklaşıldığının işareti.
Ancak yeni bir balonun yaratacağı tehlikeyi ortadan kaldırmak ve yüksek riskli spekülasyonu önlemek için faizlerin yükseltilmeye başlanması da göze alınamıyor çünkü ABD’de ve Avrupa’daki ekonomik büyümeye geçiş sinyallerinin gücü ve kalıcılığı konusunda ciddi tereddütler var.
Devletin sağladığı desteğin ve likiditenin geri çekilmesi halinde ekonomideki canlanmanın duracağı kaygısı hayli yaygın. Ayrıca faizlerin yükseltilmeye başlandığı noktada bu oyunun bittiği izleniminin doğması ve şişirilen balonun hızla sönmeye başlaması da bir olasılık.
Bıçak sırtındaki bu dengenin bizim borsayı ve piyasaları da etkilemeye başladığı görülüyor. Dünyanın dört bir yanında risk iştahı kabaran ve iyi getiri arayan paranın bizim borsadaki tırmanışı da ciddi biçimde etkilediği anlaşılıyor. Ayrıca faizlerin alışılmamış düzeylere inmiş bulunması Türkiye’deki tabloyu etkileyebilecek bir faktör haline geldi. Fon yöneticileri, ellerinde büyük paralarla kapılarını çalan ve “Paramı ne yapayım?” diye soran mevduat sahiplerinin arttığını belirtiyor

Master
25-10-2009, 18:04
Mehmet Altan
mehmetaltan@stargazete.com

Belge Neyin Asimetriğiydi?

Nasıldı o iri laf? “Orduya karşı asimetrik psikolojik savaş”... Pöh... Pöh... Pöh... Bu teşhis kimin? Genelkurmay Başkanı Orgeneral Başbuğ’un... Vay... Vay... Vay... Bu savaşı kim yapıyor?

Deniz Piyade Kurmay Albay Dursun Çiçek’in hazırladığı ve kamuoyunda “AK Parti ile Gülen’i Bitirme Planı” diye bilinen belgenin peşine düşenler...

Genelkurmay Başkanı bunu ne zaman söylüyor?

Neredeyse tüm televizyon kanallarının canlı verdiği 26 Haziran tarihindeki basın toplantısında.

***

Daha 26 Ekim olmadan...

Teşhisin ne kadar isabetsiz, yalan yanlış olduğu anlaşılıyor.

Neden?

“İrtica Eylem Planı”nı, bal gibi Genelkurmay içerisinde, Genelkurmay Harekât Başkanlığı Bilgi Destek Daire Başkanlığı’nda çalışan Dursun Çiçek’in hazırladığı ispatlanıyor.

Orijinal belge...

Islak imza...

Hepsi ele geçiriliyor.

Askeriyenin yönetiminin haline bak...

***

Ya o olayın üstünü alelacele kapatarak “takipsizlik” kararı veren “hukukçu” Genelkurmay Askeri Savcısı...

Ya o Ergenekon Mahkemesi’nin tutukladığı Dursun Çiçek’i, devreye girerek tahliye eden libero “üye”...

Ya o canlı yayın sırasına girenler...

Ya o “belgeyi” yayınlayan ve “peşine düşenlere” ana avrat hücum eden TSK gazetecisi ve yorumcuları...

Baktım kimi haberi görmemiş, kimi de dut yemiş bülbüle dönmüştü.

“Belgenin” kâğıt parçası olduğunu kaleminden kan damlayarak iddia eden yiğitler, dün arazi olmuşlardı.

Bugün de tam siperlerdir herhalde...

***

27 Haziran tarihli “demokrasiye karşı asimetrik psikolojik savaş” başlıklı yazımda ne yazıyordum?

“Genelkurmay Başkanı, delillerin değerlendirilmesini mahkemeye bile bırakmaktan ürken Genelkurmay Askeri Savcısı’nın kararına abartılı bir şekilde sahip çıkıyor...

Neden?

Ayrıca...

‘Askeri yargı’ konusunda, Poyrazköy’de bulunan silahlarda olduğu gibi doğruyu söylemiyor...

Doğruyu söyleyenleri de yakışıksız bir biçimde ‘maksatlı’, ‘cahil’ diye suçluyor...

Ama yeryüzündeki ülkelerden bir tek ‘askeri Yargıtay’, bir tek ‘askeri Danıştay’ örneği veremiyor...

Veremez, çünkü yok.

O halde bu üslupsuzluk neden?

Haksız olmanın, doğruyu söyleyememenin öfkesi mi?”

***

İrtica Eylem Planı’nda korkunç şeyler yazıyor.

Komplolarla günahsız insanları silahlı terör örgütü gibi sunmaya yönelik cin fikirlerden tutun da, demokratik nizamın canına ot tıkamaya...

Demokratik bir hukuk devleti iddiasında şeytanın bile aklına gelmeyen dehşetengiz rezaletler.

Genelkurmay Başkanı da bunun üzerine gideceğine, bunu soruşturanları “orduya karşı asimetrik psikolojik savaş” yürütmekle suçluyor.

Hâlbuki “demokrasi” peşinde koşan insanları insafsızca suçlamak yerine, makamının bulunduğu kata hâkim olsa, Ergenekon’un “demokrasiye karşı asimetrik bir psikolojik savaş” yürüttüğünü görecek...

Kendi itibarını da sarsarak dört ay içinde hakikatle hiç bir ilgisi olmadığı anlaşılan “kâğıt parçası” beyanlarından uzak duracak...

Bugünkü duruma düşmeyecek.

***

Birde...

Genelkurmay Başkanlığı, doğruluğu ortaya konulamayan belgeyi üretenler, sızdıranlar ve yayımlayanlar hakkında gerekli soruşturmanın yapılması amacıyla dosyanın İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderilmesini kararlaştırmış ve “sahte belge üretenler yargılansın” arzusunu dillendirmişti.

Güler misin, ağlar mısın?

***

Askeri vesayete...

Tek parti rejimine...

Kaydır yuttura...

Güdümlü medya rahatlığına...

Öylesine alışılmıştı ki...

“Belgeler” kapı gibi ortada iken, “kâğıt parçası” türü inkârlara bir ömür rastladık.

Buradaki farklılık, “doğrunun” ortaya çıkması ve askeri cihet yönetiminin tomografisinin herkesçe görülmesinin sağlanması.

Sevindirici olan, bu işin de kurum içi insanlar tarafından ortaya çıkarılması...

***

Dün...

Belgenin doğrulu halinde...

Birinci Cumhuriyet alışkanlıklarının tamamen biteceğini, demokratik cumhuriyetin vatandaşına hesap veren hizmet anlayışının bir daha geri gitmemek üzere yerleşeceğini söylemiştim.

Çünkü “İrtica Eylem Planı”, bir tek belge üzerinden Birinci Cumhuriyet’in ne olduğunu olağanüstü bir şekilde anlattı.

Bu döneme 27 Haziran’daki yazımın başlığının adını verebiliriz:

“Demokrasiye karşı asimetrik psikolojik savaş”...

Master
26-10-2009, 07:46
Necati Doğru
Yazara ulaşmak için : ndogru@gazetevatan.com

Özür diliyorum!


Saklayıp gizlemeyi kalemime yakıştıramam; hiç eğip bükmeyeceğim. Belge gerçek çıktı. Belgenin sahte olduğunu; “Orduyu darbeci gösterme ve iktidar partisi AKP’yi mağdur-mazlum sayma niyeti bulunduğunu, bazı gazetecilerle aydınların bu kötü niyetin aleti yapıldıklarını” yazdım.

Ben bu kez yanıldım.

Aralarında profesörlerin de bulunduğu Adli Tıp uzmanlarının açıklamasına göre, belgeyi Taraf Gazetesi’inde ilk kez yayınlayan genç muhabir Mehmet Baransu’nun haberi doğru çıktı.

Belge sahte değil.



Özür diliyorum.

Bu durumda; orduda darbe ortamı yaratarak halkın seçimle getirdiklerini iktidardan silahla uzaklaştırma eğilimi taşıyanların var olduğunu benim de kabul etmem ve bu niyeti eleştirmem, kınamam gerekiyor.

Siz okurlarım şahitsiniz.

Yıllardır şunu savundum:

Seçimle gelenler!

Seçimle gitmeli!

Hep böyle yazıp durdum.

Değişmiş, dönmüş değilim.

Şu gerekçeyle orduyu savundum: Ankara’da askeri savcılar 12 gün araştırmış, “Bu belge sahtedir” açıklaması yapmışlardı. İstanbul’da sivil savcılar da 46 gün uğraştıktan sonra; “Bu belge sahtedir” demişlerdi. Genelkurmay Başkanı da; “Şu anda elimizde olan hukuki anlamda bir kâğıt parçasıdır” diyerek belgeyi hazırladığı iddia edilen Albay Dursun Çiçek’i korumuştu.

Ben bahane üretemem.

Bahanelere sığınamam.

Bahanelere sığınıp kendimi kurtarma ucuzluğuna giremem, “Beni yanıltan savcılar oldu” diyemem.

Yanıltan savcılar olmadı.

Beni yanıltan şu oldu:

Ergenekon davasından şüpheli avukat Serdar Öztürk’ün bürosundaki masanın çekmecesinde bir belge, ihbar üzerine polis baskını ile bulunmuştu.

Savcıya teslim edilmişti.

5 gün geçmişti.

Adalet yani savcılar; 5 gün içinde bu belgenin doğru olup olmadığını soruşturacak, doğru ise hazırlayanı kulağından yakalayıp “seni darbeci seni...” diye adalete teslim edecek yerde 5 gün sonra bu fotokopi gazeteye sızdırılmıştı.

Pis medya infazı yapılıyordu.

Bu hukuksuzluktu.

Hukuksuzluğu yapanların “yalan söyleyebilecekleri ve sahte belgeyi gerçekmiş gibi sunabilecekleri” yargısına vardım. Devlet ve adalet belgenin gerçekten Albay Dursun Çiçek’in kaleminden çıktığını ispatlayamıyor fakat sahtekârlığı yapanı da bulamıyordu. Bu çelişkili durum da benim “Orduya yıpratama vuruşu yapıyorlar” yargısını güçlendiriyordu.

Şimdi Adli Tıp, “Belge gerçek” diyor.

Ve çok garip bir durum.

Ordunun ismi açıklanmayan subaylarından biri, 2009 Nisan ayından bu yana 6 ay bekledikten sonra orijinal belgeyi Ergenekon savcılarına gönderiyor. Bu subay, 6 ay niçin bekledi? Bu subay, haklı olarak, “Beni ordudan atarlar” diye düşünüp yüzünü saklıyor olabilir fakat niçin zamanlamayı böyle yaptı? Bu soru da önemli fakat benim için ismin ve yüzün saklanıyor olması da “bahane” yapılamaz.

Adli Tıp “Belge gerçek” diyor.

Doğruysa, orduda darbe niyetleri olanlar var. Bunun hesabı sorulmalıdır. Hesabı verilmelidir. Benim kalemim de yine “Unutma! Unutturma!” köşesi açıp “Belge gerçek çıktı, hesap soruldu mu, kaç gün oldu?” diye yazmayı sürdürmeli.

Sürdüreceğim.

Darbeciliği savunamam.

Seçimle gelenler!

Seçimle gitmeli!

Asker askerliğini yapmalı.

Politikacı demokrat olmalı.

ar_de_
27-10-2009, 11:39
Teoriyi tahrik edici hale getiren bir entelektüel, popüler kültürü şahsına özgü maşasıyla deşen bir akademisyen... Frankfurt Okulu deyince akla onun ismi gelirdi; bizzat bir okuldu. Geçen hafta kaybettiğimiz Ünsal Oskay'ı, onun başka türlü tedrisatından geçmiş oğlu yazdı:

ÇINAR OSKAY


Babamla maceram doğumumla, beni mosmor gördüğü o ilk anda “Ege güzeli! Latince öğreteceğim! Adını Hefaistos koyacağım” demesiyle başlamış. Anneannemlerin yüreğine inmesiyle bu fikirden vazgeçmek zorunda kalmış. Ama dayılarım beni bir süre “Hefoş Hefoş” diye çağırmış. Babamla rengârenk bir çocukluk ve hayat yaşadım. Onu çok sevdim. Hayatım boyunca bir saplantı gibi onu kaybetmekten korktum. Ve geçen hafta bugün onu kaybettim.
Benim kendisi gibi akademisyen olmamı istedi. Ben olmadım. Hayatı hep kavgayla geçti. Çalışma masasındaki lambasının salona yaydığı ışık, duvarda gölgeler oluştururdu. Hâlâ gözümün önündeler. Bitip tükenmek bilmeyen çevirileri, yazıları yazarken, daktilosu evdeki tüm sesleri bastırırdı. Çıt çıkmazdı. C. Wright Mills’i, Frankurt Okulu’nu Türkçe’ye çeviriyordu. Öfkeliydi. Yaptıklarını neden bir kavga gibi gördüğünü anlamazdım. Ben daha rahat bir hayatı seçtim. Ona yakın durarak kendimi onun ışığının bir parçasıymış gibi hissettim. Gideceği günü düşünmemiştim.

Bronzdan heykeller jenerasyonu
“Bizim için artık çok geç. Sizin kadar okumamız, yazmamız mümkün değil” demiştim geçenlerde. Pes etmiyordu: “Çınar, evet, belki bizim kadar okuyamazsın. Ama o dönem farklı bir dönemdi. Bu senin suçun değil. O insanlar bronz heykeller gibiydi. Şimdi her şey plastik. Akademisyenler bile.” Bunları söylerken gözleri yaşarırdı.
Babam için yaşamak, insanın insanca yaşamasına engel olan şeyleri göstermek, onlarla savaşmaktı. Bunun farkında olanları, iyi insanlar kabilesi gibi görürdü. Ama gruplaşmayı sevmezdi. TİP’in bir toplantısına gidip de “Alafranga mı, alaturka tuvalet mi?” diye tartışıldığını görür görmez “Hadi bana eyvallah” deyip tüymüş. Hep tek başına yaşadı, çalıştı, yazdı ama uzaktan uzağa akıllı adamları, iyi yazarları izlerdi.
Kendisine kitaplardan, iyi filmlerden, belgesellerden, şiirden bir dünya yarattı. Her saniyesi büyük fikirlerin içinde geçiyordu. Ama bu dışlayıcı, seçkin bir yerde durma arayışı değildi. Mahler dinlerken tavuk suyuna çorba yapardı. Karpuz keserdi. Çoraplarını yıkardı. Sade zevklerini hep korudu. Yoksulluktan geldiğini hiç unutmadı. “İnsan hâlâ eksik bir insan” derdi. Bir insanın ortada bu gerçek dururken başka işlerle uğraşmasını anlamıyordu. Ama iyi marangozlara, araba tamircilerine, balıkçılara hayranlıkla bakardı.

Babamdan ağlamayı öğrendim
Bir filmde, güzel bir sözde, asil bir jestte, hemen çocuk gibi tatlı tatlı ağlar, çocukken kırdığı ve kemikleri yanlış kaynayan sağ eliyle gözyaşlarını silerdi. Onu böyle gördüğümde benim de gözlerim dolardı. Zamanla, o yokken de, onun ağlayacağı yerlerde ben ağlamaya başladım. Uyuşturan koşuşturmada insanlığımı hatırladığım bu anları ona borçluyum.
Babam konforu hiç sevmedi. Kendine hep olur olmaz işler çıkarırdı. Bodrum’daki evin duvarını yıkar, yeniden yapar. Kargıları keser. Teknenin eve getirdiği motorunu yağlar, çalıştırır. Sürekli çalışma ve kavga hali onu ayakta tutardı. Sabırlıydı. Çevirilerini kaç yılda yapacağını planlarken, “İki hafta çevirsem, üç gün karımla kavga etsem, bir gün hasta olsam” diye kalem kalem hesaplardı. Bir gün bana “Ben çok zeki değilim. Benim kadar şu duvarlar çalışsa onlar bile adam olurdu” dedi. Tabii ki zekiydi.
Asla acele etmezdi. Sabaha ders koydurmazdı. Öğlen saatlerinde başlardı. Mülkiye’de bazen eve gelip “Ünsal Hoca, ders başladı” diye sokaktan bağırırlarmış. Gelenleri azarlayıp geri gönderirmiş. Kendisini çeviri ve yazıları dışında sıkıntıya sokmazdı. Bir kez bile birinin önünde eğilmedi. Bilgisiyle, kendine güveniyle dimdikti.

Mobiletle Bodrum’a
Çocukluk hikâyelerim bitmez. İlkokulda, ortaokulda sınıf birincisi olmak istememe kızardı. Çok çalışırsam dudak bükerdi, endişeyle bakardı. “Dördüncü, beşinciyi geçme” derdi.
Sokakta çocuklarla oynamanın her şeyden önemli olduğunu öğretti. Beni kovalar “Çık sokağa, oyna” derdi. Asla belli bir saatte eve dön demedi. Herkesin yapabileceği şeyleri yapmamı istedi. Çakı, çelik çomak, uçurtma, balık tutmak...
Babam bana hayatı bir macera gibi yaşamayı ve hiçbir şeyden korkmamayı öğretti. Ben ilkokul 2’nci sınıftayken satın aldığı mobiletle annemden gizlice İzmir’den Bodrum’a gitmeye karar verdik. Kışın ortasında. Haftalar öncesinden özel gocuklu kıyafetler hazırladı. Mobileti trenle Ankara’dan İzmir’e taşıdık. İzmir’den yola koyulduk. Söke’ye ulaştığımızda tir tir titriyordum, vücudumu ateş basmıştı. Bodrum’a ulaştığımızda kızılcık denilen ağır bir hastalığa yakalandım. Tüm vücudumu su kabarcıkları kapladı. Annem beni gördüğünde kriz geçiriyordu. Babam hep bu sayede maceracı ve korkusuz biri olduğumu anlatırdı. İki hafta yattım ama hayatımın en güzel anılarından biriydi.

Vosvosta Guns N’Roses
Ergenlik çağımda, babamın vosvosuyla Bodrum’daydık. Ben de o zamanlar rock müziğe merak salmış, arabada sürekli Guns N’Roses dinliyordum. ‘Welcome to the Jungle’ diye elektrogitar ağırlıklı hızlı bir şarkıyı birkaç kez üst üste çaldığımda birdenbire kasedi teypten çıkardı. Hızını alamayıp torpido gözündeki diğer kasetlerimi de aldı, “Yeter yav yeter!” deyip hepsini camdan dışarı fırlattı! Bir dakika sonra o mahcup sesiyle, “Çok özür dilerim. Seni çok seviyorum. Neydi o kasetler, yenisini alalım” dedi. Babam beni gülmekten öldürürdü. Ona hiç kızmadım, dargın kalmadım.
Yaz tatilinin denizden çıkar çıkmaz duş yapıp terlik giymek olmadığını, manzaranın tadını çıkararak çardaktan bahçeye çiş yapmak olduğunu öğretti. Denize girdikten sonra tuzlu kalmayı, kumun üzerine yatmayı... Babamın develerle toprak getirerek elleriyle inşa ettiği yazlığında yılanlar, kelebekler, kurbağalar, kaplumbağalarla büyüdüm. Ondan doğanın masalsılığını öğrendim.
Bir gün çocukken, ‘Indiana Jones’ filmini seyrediyorduk. Harrison Ford’un, karşısında saniyelerce kılıçla şık hareketler yapan korkutucu bir doğuluyu eli cebinde izleyip, adamın ritüeli bitince tabancasıyla tak diye vurduğu bir sahne vardır. Ben bu sahneye çok güldüm. Ama o, sahnenin alt metninin Batı’nın Doğu’yu küçümsemesi olduğunu söyledi, bana bozuldu. “Baba sen de her şeye böyle çılgınca şeyler yakıştırıyorsun. Bir ağız tadıyla film seyredemedik!” diye çıkıştım. “İlerde anlarsın” dedi.
Babam kökünü hiç unutmadı. O bir Marksistti. Ama Atatürk’e de laf söyletmezdi. “Hiç kimse kendi tarihinden kaçamaz. Benim babam onun sayesinde matematik öğretmeni oldu. Babamın mektupla gönderdiği aritmetik çözümleriyle matematik öğrendim. Adam oldum. O başka bir şeydi” derdi. Kişisel tarihini bile kuramla açıklardı. “Teori elimizdeki fenerdir” derdi.
Okuduğum her şeyin altını çizmeyi öğretti. Elimde kalem olmadan gazete bile okuyamam.
Her şeyi, herkesin anlayacağı gibi söylerdi. Karmaşık, şık ifadelerle yazılmış fikir yazılarından nefret ederdi. “En büyük faşist bunlar” derdi. Seçkinci entelektüellerden uzak dururdu.
Ağır akan, zorlama sanat filmlerinden hoşlanmazdı. Hemen dudak büker, birkaç dakika sonra horul horul uyumaya başlardı. Uyanınca da yönetmene “Ananı eşekler kovalasın” diye bağırırdı. Bilginin fetişleştirilmesine kızardı.
Babam bana Amerika’da Jean-Jacques Rousseau’yu çocuklarını terk eden sorunlu bir adam olarak tanıtan okulumun efsanevi hocalarından birinin ‘hıyar’ olduğunu öğretti. Entelektüelin iyisinin, yenilginin ne olduğunu bilen toplumlardan çıkacağını da... Ben de zaman içinde o, Murat Belge, Mete Tunçay gibilerini, Amerika’da pek göremeyeceğimizi anladım.

Babamın tatlı vedası
Canının istediği gibi pilav yiyemeyeceği, sigara içemeyeceği, motosiklet kullanamayacağı bir hayat fikrine onu ikna etmek için yıllarca didindik. İnsanın kendi istediği gibi yaşayamaması fikrini aklı almıyordu. Tuzlu bademden bile vazgeçmedi.
Okumayı son güne kadar bırakmadı. İnsanların neler yaşadıklarına, buraya nasıl geldiklerine merakı hiç dinmedi. Yıllarca tek bir tabak üzerine desen işleyen Japon gravürcülerin ne kadar bastırılmış bir hayat yaşadıklarına da ağladı; bir savaştan diğerine gidip helak olmuş Mehmet dedesine de.
Aşkın, çapkınlığın olmadığı bir hayatın hayat olamayacağını öğretti. Bugün eski dostlarından Mülkiye’deki çapkınlıklarını dinliyorum, katıla katıla gülerek. Babam 70 yaşında da benden daha çapkındı.
Ama bana akademisyen çocuğu olarak da kızların gözüne girilebileceğini gösterdi! Babama hayran güzel kızlarla tanıştığımda en yakın arkadaşımın “Oğlum, fabrikatör çocuğunu anlarım da akademisyen çocuğu olduğu için kız tavlayan bir seni gördüm. Ünsal Hoca hakikaten büyük adam!” dediğini hatırlarım.

Kıkır kıkır gülüp Don Kişot okurdu
Son günlerinde fiziksel gücünü yitirse de, zekâsı zehir gibiydi. Bu yüzden ona asla bir şey olmayacağını düşünüyordum. En kötü zamanında bile durmadan okuyordu. Bir gece, bahçesinde ben derginin düzeltmelerini yaparken, yanımda yeniden Don Kişot okuyup, kıkır kıkır çocuk gibi gülüyordu. Hayatımın en güzel anlarından biriydi. Sesi kulağımda. O kadar tatlıydı ki.
Tesellim, ailemin ‘üşütük’ tiplerden oluşması. Bunda babamın payı var. Ablalarım Defne ve Dalya ile Alper ve İrina bana hep onu hatırlatacak. Ben, dayım gibi gazeteci oldum. Dayımın kızı Yasemin babamı çok severdi. Geçen yıl, New York’ta sosyoloji okumaya karar verdi.
Babam bana biraz da deli olmayı öğretti. Mesela mezarlık ziyaretine gecenin köründe de gidilebileceğini... Geçen gün, geç de kalsak elimizde bir çakmakla babamın mezarını şıp diye bulduk. Kuralların hiçbir anlamı olmayabileceğini, onlardan kurtulmanın ne kadar kolay olduğunu gösterdi. Niye gidilmesin karanlıkta mezarlığa? Babamın hatırası kaderimde bana nasıl bir oyun oynayacak bilemiyorum. Ama onun istemeyeceği bir şeyi asla yapmayacağımı biliyorum. Pek çok oğul gibi babam benim kahramanımdı.
Onun da kahramanları vardı. 1984’te, Paris seyahati sırasında, Walter Benjamin’in evinde zincirin üzerinden atlayıp Benjamin’in çalışma masasına oturmuş, kâğıtlara dokunarak, koklayarak hüngür hüngür ağlamaya başlamış. Polis babamı gözaltına almış, arkadaşlarını aramış. “Burada uslu, efendi bir adam var ama sanırız akıl hastası” demişler. Arkadaşları, babamın ülkesinin önemli akademisyenlerinden biri ve Benjamin’i Türkçe’ye çeviren adam olduğunu anlatıp onu serbest bıraktırmışlar. İnsanın hâlâ eksik bir insan olduğunu hatırlatanlar dışında hiçbir şeye bu kadar tutkuyla bağlanmadı. Onun tanrıları Marx’tı, Walter Benjamin’di, Adorno’ydu.
Eğer gerçekten bir tanrı varsa, ondan tek bir isteğim var. Babamı Melville’in, Cervantes’in, Ece Ayhan’ın, Âşık Veysel’in, Baudelaire’in, Walter Benjamin’in yanına götür. Babamın başını okşasınlar. Ona sarılsınlar...

Master
28-10-2009, 07:18
Yılmaz ÖZDİL
yozdil@hurriyet.com.tr



Dursun Çiçek sınır dışı edilsin


Yaş mı?

Kuru mu?

Gayet net aslında...


*

PKK’lılar memlekete “faydalı”ysa, Türk Silahlı Kuvvetleri memlekete “zararlı”dır.

*

PKK’lılar törenle getiriliyorsa, havayi fişek atılıyorsa... Genelkurmay’ın komple Kandil’e gönderilmesi, ailelerinin de Mahmur’a yerleştirilmesi lazım.

*

“Pişman değilim” diyenlere “Pişmansın, pişmansın, farkında değilsin” diyorsak... “Hukuka, demokrasiye saygılıyım” diyene “Yalan söylüyorsun” demekten
doğal ne olabilir?

*

Silah kullanarak rejimi değiştirmek isteyene “Değişti artık, bıraktı silahını” diyorsan... Adını Silahsız Kuvvetler olarak değiştirmeyenin, rejimi değiştirmek istediğini öne süreceksin tabii.

*

Ankara’nın göbeğinde PKK bayrağı açmak serbest, şehitlikte basın açıklaması yapmak yasaksa... Ermenistan’la kanka olup, Azerbaycan’la küsüyorsan... Öcalan’ı affedelim derken, hayatında eline silah almamış profesörleri terörist ilan ediyorsan... Daha dün “Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopterini NTV’den telefonla arayarak düşürdüler” diyen gazetenin ıslak imza haberini, en başta NTV, askeri savcılık soruşturmasını beklemeden, “Doğru haber” diye veriyorsa... “Belge varsa, verin gereğini yapayım” diyen Genelkurmay Başkanı’na “Olsa, dükkân senin” denip, söz konusu belge basına servis ediliyor ve sonra da “Genelkurmay Başkanı cevap ver, hani belge yoktu?” deniyorsa... Bir taraftan “Bakan’ın sözleri kişiseldir, hükümeti bağlamaz” denilirken, diğer taraftan “Albay’ın yaptığı bütün TSK’yı bağlar” deniliyorsa... Bazılarına taaa sınır kapısında seyyar mahkeme kurulup, bazılarına mahkemeye bile çıkarmadan yargısız infaz yapılıyorsa... Daha neyini merak ediyorsun, yaşın kurunun?

*

Milli Güvenlik Kurulu’nda 40 yıldır iki tehdit var; biri irtica, biri bölücülük diyorsan... Anayasa Mahkemesi, birini “laiklik karşıtı fiillerin odağı” ilan edip, öbürünü “bölücülük”ten yargılıyorsa... İkisi can ciğerse... Öbür ikisinin antidemokrat-ırkçı olduğunu iddia ediyorsan...

*

Gayet nettir durum.

PKK’lılar memlekete “faydalı”ysa, Türk Silahlı Kuvvetleri memlekete “zararlı”dır.

AnnE
28-10-2009, 07:58
Necati Doğru
Yazara ulaşmak için : ndogru@gazetevatan.com



Dostum her seferinde haklı çıkıyor. Demişti ki; bizim Başbakan’a yazık, her saat başı, her mekânda, her konuda konuşuyor. Böyle yapacağına iyi bir rejisöre “sabah konuşmaları, öğle konuşmaları, akşam konuşmaları ve cumartesi-pazar konuşmaları ile bir de bayram konuşmaları” adı altında; irticacı dindar Saidi Nursi’den, diyalektik materyalist Nâzım Hikmet’e kadar uzanan mozaiği çok geniş dolgu malzemeli ve orijinal klipli kasetler çektirsin.

Verilsin borazancı TRT’ye...

Ve yandaş çıkarcı TV’lere...

Sabah, öğle, akşam, cumartesi, pazar, bayram günlerini de boş geçirmeyecek şekilde bant yayın yapılsın. Başbakan’ı, aynı lafları evirip çevirip sürekli konuşma eziyetinden ve halkı da “tek tarflı, hep kendine yontan kirletilmiş bilgilerle yüklü propaganda zulmünden” kurtaralım.



***


Başbakan, acayip bir arzuyla, iştahla, içten tahrikle karada, denizde, havada, sünnet düğününde, nikâh töreninde, Rize’de denize taka indirirken, Amasya’da duble yolun yıpranmış asfaltına yama dökülürken hemen her yerde konuşuyor. Bu kez de halk kriz altında inler, fabrikalar kapanır, işsizlik alev olup Türkiye’yi yakarken yasalara, kurallara ve siyasi ahlaka aykırı olarak, aldırdığı üçüncü uçağıyla Pakistan’dan İran’a uçarken yanında beraber götürdüğü gazetecilere; benim bu köşede pazartesi günü yayınladığım “özür yazısını” işaret ederek, “Bazı köşe yazarları yanılmışız demeye başladılar” dedi.

Çok sevindiler.

Bayram yapmaktalar.

Ancak şunu unutuyorlar: Biz sadece “doğruları” yazar, “doğruları” savunuruz. Belgenin sahte değil gerçek çıkması doğruysa “yanıldığımız da” bir doğru olduğu için onu da yazarız. Biz “doğruları söylediği için” Serez Çarşısı’nda sabah vakti yağmur çiselerken padişahın celladı idam ipini boynuna geçirdiği vakit;

“Madem ki, bu kerre mağlubuz

Netsek, neylesek zait

Madem ki fetva bize ait

Verin ki basak bağrına mührümüzü” diyen “Varidat” yazarı Şeyh Bedrettin’in soyundan gelmeyiz.


***


Çizgimizden de dönmeyiz.

Darbecileri savunmayız.

Ucuz kurnazlıklarla demokrasiyi istismar eden sivilin de pis dümen suyuna girmeyiz. Savunulacak bir demokratik çabanızı ve sivil erdeminizi 7 yıl geçti henüz görmedik, göremedik. Ordu içinde darbe yapma, darbe ortamı yaratma niyeti, amacı, isteği olanları kesinlikle onaylamayız ancak darbe ortamı yaratmak isteyenleri sizlerin hangi siyasi fırsatçılık (oportünizm) ve sivil iki yüzlülükle teşvik ettiğinizi de görmezden gelmeyiz, gelemeyiz.

Dini istismar edersiniz.

Yoksulluğu kullanırsınız.

Kömür, fasulye, nohut, mobilya, beyaz eşya dağıtımını oy satın almak için araç yapıp, ülkeyi Nakşibendiler, Nurcular, Fethullahçılar türü say say bitmez tarikat bataklığına ve cemaat çıkarcılığına çekmek pahasına oylarınızı da artırırsınız. Anayasa Mahkemesi, 11 üyesinden 10’unun katılmasıyla sizin partinizin “laiklik karşıtı odak haline geldiği” hükmüne varır da siz halktan “özür dileme” erdemini göstermezseniz birileri de kendilerinde “irtica ile mücadele planı yapma” hakkını görür.

Ben onaylamam.

Ama bazıları görür.

Darbeci varsa!

Tahrik eden de sizsiniz.

Uçurum uçurumu çağırır.

Seçimle gelenler demokrasinin, hukukun, adaletin, dürüstlüğün, doğruluğun ve ahlakın ırzına geçmemeli. Bizim altına mühür bastığımız metin budur ve “yanıldığımızı kabul etmemiz” Şeyh Bedrettin mirasıdır.

Sizde bunu anlayacak ruh yok.

Olsaydı görürdük!

LAZIO
28-10-2009, 14:57
27 Ekim 2009

Yalçın DOĞAN





Yüz yıllık gelenek yıkılıyor


BURASI Türkiye. Burada her an, her şey mümkün. Onun için dikkatli olmak gerek.


“Belgenin orijinali savcının elinde”, diye haberler yayınlanıyorsa bile, yoğurdu yine de üfleyerek yemek gerek.


Belge, hani şu Genelkurmay'da hazırlandığı öne sürülen “AKP ve Gülen'i Bitirme Planı” başlığı ile kamu oyuna mal olan belge. Uzun başlıklara gerek yok, kısaca darbe hazırlığı demek yetiyor.


Geçen Haziran buna ilişkin tartışmalarla geçiyor. Var mı, yok mu? O tarihte noktayı Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ koyuyor:


“Böyle bir plan yoktur, bu bir kağıt parçasıdır”.


Ortalığı birbirine katan tartışmalar kesiliyor, herkes öyle bir haber yokmuş gibi davranıyor.


Ne var ki, o fasıl şimdi dramatik biçimde yeniden açılıyor. Belgenin orijinalini Genelkurmay'da görevli bir subay savcılığa gönderiyor.

BAŞBUĞ'A SORULAR

Yoğurdu üfleyerek yemek gerek ya, eğer belge gerçekten orijinal ise, yani doğru ise, sonuçlarına adı geçen herkesin katlanması gerek.


Bazı hukukçulara göre, belge belge olarak kalıyor ve eyleme geçilmiyor, o zaman mesele yok. Yani, haberleri unutalım ve üstüne yatalım.


O kadar basit mi?


Böyle bir plan, sıradan bir tatbikat, manevra, sıradan bir zihin jimnastiği olamayacağana göre, eyleme geçip geçmemek bu saatten sonra artık ikinci planda.


İki gündür karşılaştığım herkes bu konuyu konuşuyor ve herkes Orgeneral Başbuğ'a şu soruları sormak istiyor:


-Sayın Başbuğ, olay ortaya çıktığında, siz “bu bir kağıt parçasıdır” dediniz, hala o düşüncede misiniz?


-Belgenin orijinali ortaya çıktığı varsayımı ile;


a- Kişi olarak siz ne yapmayı düşünüyorsunuz?


b- Karargah olarak hangi kararları almayı planlıyorsunuz?


c- Adı geçenler hakkında ne gibi işleme başvurmayı düşünüyorsunuz?


d- Son bir yıl içinde orduyu güç durumda bırakan çeşitli iddialar ortaya atılıyor, Dağlıca baskını gibi. Bunların hepsini, “bunlar orduyu yıpratma planları” diyerek geçiştirdiniz mi, yoksa onların araştırılması için emir verdiniz mi? Verdiyseniz, hangi sonuçlara vardınız?


Hepsi hayati sorular.

AKIL NEREDE

Şu ne yazık ki, bir gerçek, orduyu dışarıdan birileri değil, ordunun kendi içinden birileri orduyu yıpratıyor. Gerekli emirleri vermeyerek, emrin gereğini yerine getirmeyerek ya da kendi görev alanını aşarak.


Son belge, yıpranmanın son hali.


Yine de, herkesin anlamakta hala güçlük çektiği bir soru var:


Darbelerin çoktan tarihe karışmasını isteyen halkın ezici çoğunluğuna rağmen, ordu içinde birileri hala nasıl oluyor da, bu gibi planlar hazırlama cesareti gösterebiliyor?


Belge gerçekten orijinal ise, böyle bir hazırlığın mantığı ne, nerede akıl? Bu nasıl olabiliyor?


Bu acıklı serüven çok önemli tarihsel bir kapıyı aralıyor.


Ordu bundan sonra kesinlikle siyasetin dışında kalacak. İttihat ve Terakki ile yerleşen yüz yıllık gelenek artık yok olma menzilinde.


Tersi artık mümkün değil.


Bu demokrasinin başarısı. Ama, kişilere göre değişen keyfi uygulamaların değil, siyasal çıkar hesaplarını geride bırakan şeffaf bir demokrasinin.


“Dediğim dedik” çağımızda bir noktaya kadar. Sonra hüsran. Bugün oraya, yarın başkalarına.

neron
30-10-2009, 10:38
http://www.bagimsizgundem.com/kiymet-nadir-bindebir/domuz-gribi-panigi-neden-11-kasim-a-kadar-surer.html

Kıymet Nadir Bindebir

Domuz gribi paniği neden 11 Kasım’a kadar sürer

Temmuz 1981: Amerikalıların oğlanı (‘Our boys’), Kenan Evren “İlkokul, ortaokul ve liselere mecburi din dersi konulacak” dedi, konuldu.

...
Haziran 1983: İmam Hatip mezunlarının üniversitelerin bütün bölümlerine alınmalarını sağlayan yasa değişikliği yapıldı. Evren döneminde 40 İmam Hatip lisesi daha açıldı.

...
26 yıl sonra, Nisan 2009’da Orgeneral Başbuğ, “TSK hiçbir dönemde dine karşı olmamıştır” dediğinde, 20 Nisan yazısıyla Başbuğ’a yol haritasını Serdar Turgut çizdi: “TSK cemaatle diyaloga girmelidir.”

...
13 Mayıs 2009: Recep Bey “İslamofobi suçtur” dedi.

...
16 Haziran 2009: Anayasa Mahkemesince irticai faaliyetlerin odağı olduğu tescillenen ve çoğu yöneticisi evrakta sahtekarlık, kalpazanlık, nitelikli dolandırıcılık, ihaleye fesat karıştırmak gibi suçlardan da sabıkalı AKP, Genelkurmay’da hazırlandığı iddia edilen ''İrticayla Mücadele Eylem Planı'' başlıklı belgeyle ilgili suç duyurusunda bulundu.

...
Aslı bir türlü bulunamayan o fotokopi kağıtla birlikte irticayla mücade suç kapsamına sokuldu. Esasen irticayla mücadele, TSK’nın İç Hizmet Yasası gereği görevi olduğuna göre, artık ‘suç’ olan TSK’nın görevinin bir bölümüydü.

...
İslami tarikatları dini oluşum sanıp, kapitalizm ve emperyalizme sundukları hizmetleri-köleleri gözardı ede ede, tarikatların sistemin kılcal damarlarına kadar yerleşmesine göz yuma yuma geldik


27 Ekim 2009’a:
-İrticayla mücadele planının orijinali buluna buluna hâl olundu. İhbarı yapan subay Savcılığa adını vermeyi unuttu. Mutad olduğu üzere belge savcılıktan önce ABD beslemesi gazetelere servis edildi.

...
-AKP’nin fren-balata yakarak durdurduğu terörist açılımına destek verenler, Genelkurmay Başkanının istifa etmesi gerektiğini, rütbelerinin sökülerek er rütbesine indirilmesi, görevden tart edilmesi gerektiğini yazmaya başladılar. İntihar tavsiye eden densiz de oldu.

...
-Domuz gribi bahanesiyle kitlesel hipnoza sokulan Türkiye’de, tüm okullar bir hafta tatil edildi. Domuz gribinden öldüğü iddia edilen tek kişinin eşi; “Kocam başka hastalarla birlikte 3 kişilik odada yattı. Bize maske falan verilmedi.” dedi.

...
-AKP’nin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Sırbistan’a gitti. Sancak ve Voyvodina Özerk Bölgelerine ziyarette bulundu. Osmanlı’nın büyük toprak kaybettiği, gerileme döneminin başlangıcı Karlofça Anlaşması’nın imzalandığı Barış Şapeli’ni ziyaret etti.

...
-DTP’li Ahmet Türk, Mahmur ve Kandil’den gelen Barış Grubunun, bundan sonra Türkiye Barış Meclisi içinde çalışacaklarını duyurdu (Adamlar gölge kabine-meclis kuruyor, CHP, MHP uyumayınız).

...
-Açılım destekçileri İstanbul’da Barış Yürüyüşü organize ettiler.

...


Bu beraber ve solo barış (!) şarkılarının hepsi, aynı gün, Cumhuriyet Bayramı’ndan iki gün önce söylendi.


Aynı gün, barış kelimesinin aynı mahfiller tarafından çok yönlü tedavüle sokulması, bendenize bir tür savaşın eşiğinde olduğumuzu da düşündürtüyor. Ortama güvensizliğime, skeptik kişiliğime veriniz.





Erol Manisalı diyor ki; “Sömürgeciler Atatürk’ü hiç sevmediler ve sevmiyorlar. Bundan dolayı Atatürk'ü yargılıyorlar, yermek istiyorlar. Yeniden o kaosa, Sevr'i kabul ettirdikleri Osmanlı'ya dönmek istiyorlar.

Çağdaş değerler, çağdaş hukuk düzeni ve toplumsal haklar yerine siyasal İslamın egemen olduğu bir cemaat düzensizliği istiyorlar bu coğrafyada. Cemaatin başına bir kukla yerleştirip, onu yönetmek niyetindeler…”

...

Şimdi, 29 Ekim’den önce AKP hükümetinden halka bir uyarı daha bekliyorum: “Kalabalık yerlerde bulunmayın. Virüs yayılıyor.”


Bana göre yayılan irtica-emperyalizm virüsüdür, irticacıya göre yayılan ulusal bilinç virüsü.



Okullar kapatıldı, 29 Ekim kutlamaları coşkusu çocuklara yaşatılmayacak.



Okulların tatili 10 Kasım’a kadar uzatılıp, Atatürk’ü anma törenleri de engellenebilir.


Ve 11 Kasım sabahından itibaren domuz gribi paniği sona erer. Sağlık Bakanı çıkar “Şeftaliyi şitil ettim, ben halkımı fitil ettim ama korkulacak birşey yok” der, geçer gider.



Atatürk’ü yargılayan Batı, ne Cumhuriyet Bayramımızı kutlamaya izin verecek ve ne de 10 Kasım’da Atatürk’ü anmamıza.



Gazilerin fırlattığı protez bacaklar, iade ettiği madalyalar, evladını vatan savunmasında kaybetmiş annelerin çığlığı Terörist Açılımı’nı durdurdu. Halkın yapacağı 29 Ekim kutlamaları, 10 Kasım anma törenleri de, Cumhuriyet düşmanlarına ayağını denk alması gerektiğini hatırlatabilir.





Dâr-ül İslamla yoğurt arasındaki farkın, yoğurttaki ‘yaşayan kültür’ olduğunu hatırlatır, laik Cumhuriyet sevdalılarının Cumhuriyet Bayramını kutlarım.


Hâssu'1-hâs (seçkinler seçkini) Recep Bey’in post-iti:
8 Zilkade 1430: Üniversitelerde açlıktan bayılmak yasaklansın.

kiymetnadirbindebir@gmail.com

Master
31-10-2009, 11:47
Yılmaz ÖZDİL
yozdil@hurriyet.com.tr




İrticayla mücadele eylem planı


“Hayat felsefesinin garip bir tecellisidir ki, her faydalı ve her yeni şey karşısına, mutlaka, onu imha etmek için bir kara kuvvet çıkar... Buna bizim dilimizde irtica denir. Tedbirini almış olmak gerekir.”


*


“Bazı kimseler çağdaş olmayı, kâfir olmak sayıyorlar. Asıl küfür, onların bu zannıdır. İrtica, bilinçli ve organize hıyanet olayıdır... Her sarıklıyı hoca sanmayın.”


*


“Memleketi temelinden asıl yıkan, içerdeki cephenin suskunluğudur.”


*


“Düşüş, aczle başlamıştı. Milletin de zihni bozulmuştu. İnsan olmak için, mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine uygun yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler ortaya çıkmıştı. Oysa, hangi istiklal vardır ki, ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olayı kaydetmemiştir.”


*


“Dahili ve harici bedhahlar...”


*


“İnsan topluluğu, kadın ve erkek denilen iki cins insandan mürekkeptir... Kabil midir ki, bu kütlenin bir parçasını ilerletelim, ötekini ihmal edelim de, kütlenin bütünlüğü ilerleyebilsin?”


*


“Adalet, bir devletin esası olduğuna göre, mahkemeler lafzen değil, hakikaten bitaraf olmalıdır. Hükümetin otoritesi maskesi altında halka zorbaca vaziyet almak, yakışıksız muamelelere cüret etmek gibi haller, mutlaka önlenmelidir.”


*


“Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, memleketi olamaz.”


*


Adli Tıp’a gerek yok.

Islak imza...

Mustafa Kemal.



NOT: 29 Ekim geçti. Çocukları okula gönderebilirsiniz artık... 10 Kasım’da şiddetli bir grip salgını daha bekleniyor, aman o zaman da göndermeyin... Sonra, 23 Nisan’a kadar hijyen.

dentist
31-10-2009, 12:05
683

ar_de_
05-11-2009, 09:20
Demokrasiye müdahale belgesinin aslını savcılara göndere subaydan gelen yeni mektuptaki listede fişlenen internet sitelerini arasında yer alan gencsiviller.net için grup muzipçe bir açıklama yaptı...
Demokrasiye müdahale belgesinin aslını savcılara göndere subaydan gelen yeni mektupta TSK'nın bazı internet sitelerini fişlediği iddia ediliyor. Bu siteler içerisinde yer alan www.gencsiviller.net'in "Savaş karşıtı" olarak gösterilmesi üzerine Genç Siviller'den esprili bir yanıt geldi: "Bizi bir tek Genekurmay anladı, ona yanarız."
Fişleme iddiasında yer aldığı belirtilen www.gencsiviller.net isimli internet sitesi yöneticileri, bu iddialara yine siteden yapılan yazılı açıklama ile verdi. Açıklamada şöyle denildi: "Genç Siviller'e 'Şucu bucu' diyenlere en net cevap Genelkurmay'dan geldi. Genç Siviller şucu bucu değil. Savaş karşıtı. Evet, biz, savaşlar olmadan, militarizm olmadan bütün meselelerin daha kolay çözülebileceğine inanan dünyalılarız. Bizi bir tek Genelkurmay anladı, biz ona yanıyoruz."

buena vista
06-11-2009, 12:46
Yılmaz ÖZDİL
yozdil@hurriyet.com.tr




GDO’lu diyet tarifleri

Haliyle panik halindesiniz... “Nasıl anlarız? Genetiği değiştirilmiş organizma yemekten nasıl kurtuluruz?” filan.

Şöyle...

*

Annaneniz öpülesi elleri parçalanırcasına, ovalaya ovalaya tarhana yaparken, siz, “Aman annane be, boş versene” deyip, marketten hazır çorba alıyordunuz ya... Annane rahmetli oldu ve siz, o tarhananın tarifini annaneden alıp, bir kenara yazmadınız ya... İşte o nedenle, siz, genetiği değiştirilmiş organizma yemekten kurtulamazsınız maalesef.

*

Ne verirlerse...

Onu yiyeceksiniz.

*

Kız evlat yetiştiriyorsunuz, en iyi okullara gönderiyorsunuz... Piyano çalıyor, İngilizce konuşuyor, Grammy alanları tek tek biliyor. Bilmeli... Ama alt tarafı limon, şeker ve su kullanıp, limonata yapmasını bilmiyor! Yoğurdu çırpıp, ayran yapamıyor, ayran... İşte o nedenle, kızınız, genetiği değiştirilmiş meşrubat içmeye mahkûm maalesef... Torunlarınız da.

*

Zahmet edip sütlaç yapmadığınız için, kek yapmaya üşendiğiniz için... İçinde ne olduğunu bilmediğiniz gofretleri, mısır patlaklarını kemiriyor sizin oğlan! Hamur tutmayı, şöyle mis gibi ıspanaklı bi börek yapıp, çantasına koymayı bilmediğiniz için, hamburger bağımlısı oldu. Tahin-pekmezi “köylü işi”, vıcık vıcık yağ fışkıran kremaları “modernite” sandığınız için, daha 10 yaşında ayıya döndü, yuvarlana yuvarlana yürüyor, tıkanıyor, merdiven çıkamıyor.

*

Size zor geliyor ama, zor mu evde yoğurt yapmak? İstanbul’un güneşi müsait değil, anlarım, zor mudur İzmir’de, Antalya’da, Adana’da evde salça yapmak?
Şikâyet edip duruyorsun, içine katkı maddesi konuyor, zorla beyazlatılıyor diye... İster tam buğday unundan, ister çavdardan, hakikaten zor mudur evde ekmek yapmak? Bütün ailen kabız... Tonla para verip, abuk sabuk ambalajlı-meyveli saçmalıklardan medet umacağına, niye öğrenmiyorsun kabak tatlısı yapmayı?

*

Güya, çoluğunu çocuğunu düşünüyorsun, taze taze yesinler diye, pazara gidiyorsun... Eğri büğrü biberlere, doğal olduğu için tuttuğunda ezilen domateslere ağız burun kıvırıyorsun, hormonlu, tornadan çıkmış gibilerini alıyorsun... Ne işe yaradı senin pazara gitmen?

*

Kocanız da, bu satırları okuyup, size akıl verecek şimdi... Söyleyin ona, ukalalık etmesin, götürün aktara, hatmi çiçeğiyle zencefili birbirinden ayırt etsin, ondan sonra konuşsun!

*

Enginar, börülce, radika, cibes pişirmekten haberin yok; gazetelerin tiraj almak için kıçından uydurduğu kıçımın uzmanlarından fıldır fıldır brokoli tarifleri öğreniyorsun... Brüksel lahanası yiyerek mi AB’ye gireceğini sanıyorsun?

*

Çin’den bal getiriyorlar mesela... Taaa Arjantin’den, Meksika’dan bal getiriyorlar. Neymiş efendim, içinde genetiği değiştirilmiş organizma olabilirmiş falan... İçinde tavuk ibiği, maymun kulağı olmadığına şükredin! Ben iddia ediyorum... Kaşla göz arasında frankeştayn ürünlere kapıları açan arkadaşlarla, Amerikan çiftçilerinin avukatı profesörlerimiz, sırf karakovan balına sahip çıksa, Şemdinli’de, Pervari’de terör bile azalır, terör bile.

*

Uzatmayayım.

Mutfak genetiğimizi kaybettik biz.

*

Elin adamı, mısırdan, soyadan, domatesten önce beynimizin DNA’sını değiştirdi!

*

Hurrraaa diye köyden kente göçerken, dışarda tıkınmayı şehirleşme zannettik. Ambalajlı ürün tüketmeyi, zenginleşme zannettik.


*

Dolayısıyla, ya kafayı değiştirip, özümüze döneceğiz... Ya da ne verirlerse onu yiyeceğiz.

Gozlemci
11-11-2009, 16:33
Dun, meshur "UCAK KACIRMA" davasini hatirlatan davada, gizli tanik Osman Yildirim'in ifadesi vardi. Beni dusunduren, medyanin ifadeyi veris sekli. Medya daha onceden ortaya cikan bir gercege haberlerinde yer vermeyi unutmus. O haberide ben tekrar hatirlatiyorum.

Radikal ve diger gazetelerden-- 6 Mart 2009 tarihleri civari:

Danıştay suikastı ve Cumhuriyet gazetesine yönelik el bombalı saldırıların iki numaralı faili ve Ergenekon davasının ‘gizli tanığı’ Osman Yıldırım’ın, el bombalı saldırılarla Ergenekon’u ilişkilendiren iddiasını çürütecek önemli bir gelişme yaşandı. Osman Yıldırım ifadesinde?“30 Nisan 2006’da el bombalarını bize Ataşehir’de Muzaffer Tekin verdi. Bombaları başka bir odadan Rasim Görüm getirdi. Fikri Karadağ da oradaydı” demişti. Ancak mahkemeye gelen baz istasyonu kayıtları Yıldırım’ın Ergenekon davasının en önemli dayanağı olan ifadelerini yalanlıyor. Ancak mahkemeye gelen baz istasyonu kayıtlarına göre; ne Yıldırım ne de Arslan 30 Nisan’da Ataşehir’de görünüyor. Tekin ve Öztürk Kadıköy’de, Görüm’ünki Hendek’te, Karadağ’ınkiyse Balıkesir’de sinyal veriyor.
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=924843&Date=06.03.2009&CategoryID=77

neron
12-11-2009, 07:28
686

Yılmaz Ödil

Kişisel not: Tatlı su demokratları görmez

Edit by dentist

LAZIO
12-11-2009, 13:24
Hey sen! Yoksa farkında değil misin? Asıl bölücü sensin. Bölücüğün daniskasını yapan senden başkası değil.
Kürt açılımına, demokratik açılıma, barış sürecine karşı çıkarak bölücülük yapıyorsun.
İnsanların çektikleri acıları ortaklaştırmalarına, birbirlerinin acılarını anlamalarına, acılarına hep birlikte saygı göstermelerine engel olarak bölücülük yapıyorsun.
Hey sen!
Bu ülkenin en yakıcı sorununun Millet Meclisi çatısı altında ilk kez ele alınmasını boğuntuya getirmek isteyen...
Kürt açılımını “Türkiye’nin temeline dinamit koymak” diye niteleyen...
Farkında değil misin yoksa?
Savaş değil barış isteniyor.
Dağdan inmek istiyorlar.
Silah bırakmak istiyorlar.
Yoksa sen farkında değil misin, neye karşı çıktığının?..
Kan mı aksın?
Ölüm haberleri mi gelsin?
Göz yaşı mı aksın?
İstediğin bu mu?
Çeyrek yüzyıldır kırk küsur bin insanımız öldü.
Yetmedi mi bu kadar acı?
Daha çoğunu mu istiyorsun? Aklı başında olan, yüreği olan, vicdan sahibi bir insan, Allahaşkına, savaş ister mi, kan aksın ister mi?
Hey sen!
Yoksa farkında değil misin?
Barışa karşı bu tavrınla, asıl sen bu ülkenin temeline dinamit koyuyorsun.
Düşün biraz.
Kürt yoktur dedin. Kürt dilini yasakladın. Kürt kimliğini inkar ettin. Kürtleri demokrasinin gereği olan insan haklarından yoksun bıraktın.
Kısacası:
Kürtleri Türkleştirmek istedin.
Olmadı.
28 isyan çıktı, şimdiki 29.
Peki sonuç?..
Yapamadın, başaramadın.
Sadece kan ve gözyaşı aktı.
Kürtler Türkleşmedi!
Yoksa farkında değil misin?
Hayatında Diyarbakır’ın, Van’ın, Ağrı’nın, Hakkâri’nin, Şemdinli’nin, Cizre’nin, Şırnak’ın, Viranşehir’in ya da Kızıltepe’nin kahvelerinde hiç oturup sohbet ettin mi? Biraz sabır edip o insanların sana yüreklerini açmalarını bekledin mi? Hiç hissetmeye çalıştın mı o insanların dertlerini kendi yüreğinde?..
Düşün.
Bunu yapsaydın biraz, kökleri Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden bir sorunun, Kürt sorununun ne olduğunu ve son çeyrek yüzyılda nasıl daha beter yakıcı hale geldiğini az da olsa anlayabilirdin.
Ama sen Türkiye’yi resmi tarih kitaplarından öğrenmeye çalıştın, o kadar. Ve bu yüzdendir ki, sen hâlâ analar biraz daha ağlasın, dağlardan biraz daha ölüm haberleri gelsin diyebiliyorsun, bunu isteyebiliyorsun.
Yazık, çok yazık.
Bunca yıl, korkunç acılar çekildi. Bunca yıl, demokrasi ve hukukun kolu kanadı kırıldı. Bunca yıl, aş ve iş sorununun çözülmesi için kalkınma yolunda seferber edilebilecek kaynaklar silaha, dağa taşa yatırıldı.
Ve sen hâlâ kalkıp Kürt açılımına, demokratik açılıma karşı çıkabiliyorsun.
Hey sen!
Yoksa farkında değil misin?
Asıl sen bu tavrınla, Türkiye’nin temeline dinamit koyuyorsun.
Asıl bölücü sen oluyorsun.
Farkında değil misin?
Onca yıl Kürtlere Kürt değilsin diyen sensin. Onca yıl Kürtlere Kürtçe konuşmayı yasaklayan sensin. Onca yıl Kürtlerin kendi çocuklarına Kürt adı koymalarını yasaklayan sensin. Onca yıl Kürtçe şarkı, türkü çalınıp söylenmesini yasaklayan sensin. Onca yıl sarı, kırmızı, yeşil renkleri bile yasaklayan sensin. Onca yıl Kürt sözcüğünü, Kürdistan sözcüğünü telâffuz edeni hapse atan sensin.
Bilmiyor musun bunları?
Bunları yapan sensin.
Bunları yaptığın için Kürtleri soğuttun. Bunları yaptığın için Kürtleri devlete yabancılaştırdın.
Diyarbakır Askeri Cezaevi gibi işkencehaneler kurduğun için, faili meçhul cinayet işleyen çeteler kurduğun için, korkunç hukuk boşluklarında Susurluk’lar, Ergenekon’lar yarattığın için, hukuku askıya alıp insan haklarının canına okuduğun için, bütün bunları yaptığın için dağa ittin insanları...
Bütün bunları yaptığın için Kürtler dağa çıkan insanlara sempati duydu, onların arkasında durdu.
Bu yüzden bitmedi PKK. Liderini, Öcalan’ı yakaladın, yargıladın, İmralı’ya koydun ama o da bitmedi.
Hey sen!
Farkında mısın bunların?
İşte bütün bunları yaptığın içindir ki, asıl bölücü sensin... İşte bütün bunları yaptığın içindir ki, Türkiye’nin temeline dinamiti koyan asıl sensin...
Hey sen!
Farkında mısın?
Bu ülke günün birinde bölünürse, senin yüzünden bölünür. Kürt açılımına karşı çıktığın için, demokratik açılıma karşı çıktığın için, barış sürecine karşı çıktığın için bölünür.
Hey sen, asıl bölücü sensin!
Ama başaramayacaksın.
Çünkü barış ve demokrasiyi sevenler sana bu fırsatı vermeyecek.

Hasan Cemal-Milliyet 12/11/09

--------------------------------------------------------------------------

Gozlemci
12-11-2009, 15:59
HEY SEN ve SENIN GIBILER, BU MILLET, 40000 KISININ KATILLERINI PASA YAPMAK ICIN HAZMETTIRME CALISMALARINIZI ARTIK YEMEZ.

Aksam gazetesi 21 Ekim tarihli roportajdan alinti.

Profesör Mümtaz'er Türköne, Kürt sorununun çözümü için Öcalan'ın da dahil edileceği bir genel affın şart olduğunu söyledi. Türköne, Osmanlı'nın isyan bastırırken, elebaşıları affedip, 'Başıbozuk paşası' olarak sürüp, maaş bağladığını hatırlattı. Abdullah Öcalan için de benzer bir fomül uygulanmasını gündeme getirdi: 'Apo da Bodrum Türkbükü'ne gönderilebilir'

Vatan'dan Ruhat Mengi'nin hicivli basligi da yeter "Apo meger masummus, ruya gormusuz."

Master
12-11-2009, 19:24
Abdullah Öcalan PKK'lı değil!

Ergenekon'un 2. iddianamesinin 248'inci ek klasöründe PKK ilişkisinin irdelendiği polis raporunda ilginç iddia.


Ergenekon'un 2. iddianamesinin 248'inci ek klasöründe PKK ilişkisinin irdelendiği polis raporunda ilginç iddia...Öcalan'ın hiçbir zaman PKK mücadelesi içinde yaşamadığı, Ergenekon, diğer örgütler, yabancı servisler tarafından kullanıldığı değerlendirilmektedir

2. Ergenekon davası iddianamesinin 248'inci ek klasöründen çok tartışılacak bir rapor çıktı. Ergenekon soruşturmasını yürüten savcıların isteğiyle, terör uzmanı olan, aynı zamanda Ergenekon operasyonlarına katılmış bir emniyet amiri, bir başkomiser ve iki polis memurunun hazırladığı 273 sayfalık raporda ilginç iddialarda bulunuluyor. Akşam gazetesinde Seda Kılıç imzasıyla yer alan habere göre 'Ergenekon ve PKK / Kongra-Gel Terör Örgütü Arasındaki Bağlantı' isimli raporun altında polislerin isimleri yok ama sicil numaraları ve imzaları var.



ÖRGÜTLER ÖCALAN'I KULLANDI

PKK ile Ergenekon davasından tutuklanan kişiler arasında bağlantı olduğu öne sürülen raporun 272'nci sayfasında, İmralı'da tutuklu bulunan PKK terör örgütünün elebaşı Abdullah Öcalan ile ilgili de ilginç bir değerlendirme yer alıyor. Raporun sonuç bölümünde Öcalan'ın yakalandığında ilk olarak 'Benim annem de Türk'tür. Bana hizmet etme şansı verilirse hizmet etmeye hazırım' dediği hatırlatılarak Öcalan ile ilgili, 'Bu tarzdaki söylemlerin, aslında Öcalan'ın hiçbir zaman PKK terör örgütünün mücadelesi içerisinde yaşamadığı' ifadesi kullanıldı.
Raporda Öcalan'ın Ergenekon yapılanması, farklı terör örgütleri ve yabancı servislerce kullanıldığı değerlendirmesi yapıldı. Raporda 'Ergenekon' ismiyle tanımlanan yapılanmanın içindeki kişilerin, PKK içinde inisiyatifi ele geçirmeye çalıştıkları, PKK'nın diğer terör örgütleriyle olduğu gibi Ergenekon ile de ilişki ve işbirliğine girdiği öne sürüldü.

KANDİL HATIRASI DELİL OLDU

Ergenekon davası sanıkları ile PKK arasındaki ilişki raporda İşçi Partisi (İP) Genel Başkanı Doğu Perinçek ile partinin Genel Başkan Yardımcısı Ferit İlsever ve Prof. Dr. Yalçın Küçük'ün PKK/Kongra-Gel kamplarında Öcalan ile çekilmiş fotoğrafları ile delillendirildi.

'GÜNDEM DEĞİŞTİRİLDİ'

Raporda 'PKK ile Ergenekon, amaçlarını yerine getirmek için kaosa başvurmaktadır. Bu noktada PKK terör örgütünün yaptığı ve yapacağı sansasyonel eylem ve suikastlar, Ergenekon'un işleyiş yapısıyla örtüşmektedir' dendi. PKK'nın gerçekleştirdiği eylemlerin zamanlamasına bakıldığında bunların, Ergenekon operasyonlarının yapıldığı tarihlere denk geldiği belirtilen raporda, bu eylemlerin gündemi değiştirme çabasıyla yapıldığı öne sürüldü. Bu bölümde Ergenekon soruşturması kapsamında yapılan operasyon tarihleriyle PKK'nın yaptığı eylemlerin tarihleri tablo halinde gösterildi. Tabloda 22 Ocak 2008'de yapılan Ergenekon operasyon sonrasında 22-27 Ocak tarihlerinde İstanbul'da 26 aracın yakıldığı belirtildi.

KÜÇÜK'ÜN 'PANZEHİR' PLANI

Raporda Veli Küçük ile Ümit Oğuztan'dan ele edilen 'Panzehir' isimli belgeye de atıfta bulunuldu. Bu belgede PKK'nın tamamen tasfiye edilmesi yerine Öcalan'la işbirliği yapılıp, kendilerine 'genç subaylar' dedikleri öne sürülen kişilerin PKK'nın üst düzey yönetici kadrolarının yerlerine getirilmesinin planlandığı belirtildi.

MİT VE TSK'YA SORULDU

PKK'nın önemli ismi Şemdin Sakık da bir gazeteciye yazdığı mektupta PKK ile Ergenekon arasında bağlantı olduğunu öne sürmüştü. Ergenekon soruşturmasının gizli tanıklarından 'İlkadım' da davanın tutuklu sanıklarından Tuğgeneral Levent Ersöz'ün PKK'nın yöneticilerinden Cemil Bayık ile iki kez gizlice buluştuğunu iddia etti. Ankara 2 No'lu DGM 1999'da Öcalan'ı mahkum eden kararında, Abdullah Öcalan'ın PKK'yı emir ve talimatlarla sevk ve idare ettiğini belirtmişti. Ergenekon davalarının görüldüğü İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi de PKK'nın elebaşı Öcalan'ın, Ergenekon terör örgütü üyesi olup olmadığının Genelkurmay Başkanlığı, MİT ve Emniyet Genel Müdürlüğü'nden sorulması kararlaştırmıştı. (akşam)


Minik NOT : Adam Hem PeKeKe li değil Hem Hapiste..Polis te rapor tutmuş Böylece bu Konu Benim için kapanmıştır...

neron
13-11-2009, 07:03
1) Kennedy suikastini Ergenekon tezgahlamıştı
2) Gorbaçov'un komünist parti başına gelmesini ve komünizmin yıkılmasını Ergenekon organize etti
3) 1999 depremini, Ergenekon örgüt üyelerinin hepsi aynı anda zıplayarak tetikledi
4) Hasan Cemal'e "ben döndüm, ne yapayım bi tarafım yemedi ama bak kitabını yazıp bu dönekliğin parasını yiyeceğim" kitabını da malum örgüt zorla yazdırdı.
5) Sakallı kardeşlere zorla "taraf"tar gazetesi çıkartıp, bu ülkeyi, Atatürk'ü seven ve hep sevecek bir kısım insanın "iyi dilek" ler ile kulaklarını çınlatmasını sağlayan da Ergenekon'dur
6) Yurt dışında yaşayıp, tatlı sıcak koltuklarında oturup burası için uzaktan ahkam kesenlerin canının sıkılmasına neden olan da Ergenekon'dur

Var mı daha listeye eklenecek?

AnnE
13-11-2009, 10:54
İlahi Hasan Cemal !!!

Seninkilere söyle de artık açsınlar, biz de ne açıldığını bi görelim valla, açılan güzel bişey görürsem ta dibine kadar desteği yerleştirecem...

Şu ana kadar açıp gösterdikleri desteğimizi yükseltmemize yetmiyor valla, demek ki çok yaşlandık.

Tabii ; dağlarda temiz havada yaşayan, hergün spor yapan gencecik çocuklar, açılan azda olsa, görünce desteği kaldırıveriyorlar. Ama biz kirli şehirlerde yaşayan, hormonlu, GDO lu besinlerle yaşayan, dışarıdan maddi yardım almadan kazanabildiğimizle yaşamaya calıştıgımız için sağlık problemlerimiz erken nüksediyor.

LAZIO
13-11-2009, 14:58
Turkiye'nin basinin en buyuk belasi.....Gencecik insanlarin hayatina,memleketin kaynaklarina mal olan bu savasin bitmesi icin ufakda olsa bir umuda......sirf begenmedigimiz iktidara prim yazilir diye karsi cikmayi benim hafsalam almiyor......

Kelle basi bir milyon dolara terorist oldurmekle basa cikilamiyacagini,savasi yapan kurum bizzat soyluyor......Ama bize ne ekonomi batsin insanlar olsun,kan aksin yeterki bunlara yaramasin.....Mantik bu....

Sehitler savas suresince vatan ugruna canlarini verdiler.....Bundan dolayi her turlu saygi ve minneti hak ediyorlar.......Savasi bitirip barisa ulasmak daha fazla gencin olmesini onlemek niye onlara saygisizlik olsun?....Bu mantikla tarihde hangi savasin sonu gelir hangi baris gerceklesebilirdi ?.....

Benim etrafim,baska bir iktidar zamaninda boyle bir yaklasimi gonulden destekleyecek ama sirf bu iktidara yaramasin diye karsi cikanlarla dolu......Bunlar Susurluk'da tencere tava calip....Ergenekon'u inkar eden takimi....

Muhalefet tam bir rezillik.....Alternatif yok sadece hayir diyor.....Kan ustune siyaset yapmak icin Ataturk'u,sehitleri kullanmakta beis gormuyor.... Uc kurusluk siyasi rant ugruna,bu beladan kurtulmak icin muhalefet etmek disinda en ufak bir gayret yok....

Dagdan gelen orgut mensuplari sana teslim oluyorlar.....Senin insafina siginiyorlar....Bu nasil terore boyun egmek olarak algilanir?.....Efendim cok buyuk kutlama olmus.....Lanet olsun butun dert bu mu?.....

Akli basinda bir kac aydin cikip "E bu kadarida fazla,kimden gelirse gelsin baris yolunda atilacak adima karsi cikilmamali" diyor......Hepsi gerici,isbirlikci,satilmis ilan ediliyor......

Muhalefet nefrete donusmus bazilarinin gozu bir sey gormuyor.......

Ben kendi adima bir baris umudunu kirk yil kanli dusmanimdanda gelse desteklerim......Eger akan kani durduracak,barisi tesis edecekse degil Abdullah Ocalan'la,seytanla bile isbirligi yaparim......Vicdani tercihlerim siyasi tercihlerimden once gelir.....Korkularin gercek kaynagi olan,ancak,bir cok insanin icinden gecen dusunceyi.....ben acik acik yazayim;.......olurda bu iktidar bir sekilde teror sorununu cozer Turkiye'ye baris getirmeyi basarirsa omrum oldugu surece benim oyumu alir...LAZIO

---------------------------------------------------------------------------

Master
14-11-2009, 12:01
Ruşen Çakır

rcakir@gazetevatan.com

Yeni bir şey öğrenemedik

TBMM’de “tarihi bir gün” yaşamayı bekliyorduk ama pek öyle olmadı. Siyasi parti liderleri Kürt sorunu ve hükümetin başlatmış olduğu açılım süreci hakkındaki görüşlerini bir kez daha, Genel Kurul atmosferinde, daha vurgulu bir şekilde tekrarladılar. İçişleri Bakanı Beşir Atalay, kısa ve orta vadede atmayı düşündükleri bazı adımları sıraladı fakat bunlar fazla ilgi uyandıramadı. Çünkü yerleşim birimlerinin eski isimlerinin iadesi, siyasi partilerin Türkçe dışında dillerde propaganda yapabilmesi gibi projeler zaten daha önceden biliniyordu veya “ayrımcılığa karşı komisyon”, “kolluk şikayet mekanizması” gibi kurulması düşünülen yeni yapılanmaların ne oldukları tam olarak anlaşılamadı. Burada bir parantez açıp “ayrımcılık” ile ilgili yeni yapının bir tür ombudsmanlık olarak tasarlandığını ancak “etnik” konulardan ziyade mezhep ayrımcılığını, diğer bir deyişle Aleviliği ilgilendirdiğini belirtelim.

Buna rağmen Başbakan Erdoğan’ın, Atalay’ın konuşmasını yeterli bulup “somut adımlar” konusunda hiçbir şey söylememesi hiç kuşkusuz dikkat çekiciydi ama şaşırtıcı değildi. Ama dünkü genel görüşmenin en çarpıcı yönü, içinde bulunduğumuz açılım sürecinin en temel konusu olan PKK’nın silahsızlandırılması konusunda iktidar partisinden en ufak bir bilgi verilmemesiydi. Bunda ülkeye dönüşler sırasında yaşananlar ve bunların doğurduğu tepkilerin rolü kuşkusuz çok etkili olmuştur, nitekim CHP Lideri Baykal konuşmasında bu konuya hayli geniş bir yer ayırmıştı.

Erdoğan’ın itirafı

Gerek Atalay, gerek AKP adına konuşan Adana Milletvekili Ömer Çelik, gerekse Erdoğan, ısrarla söz konusu olanın “Kürt” değil “demokrasi” açılımı olduğunu; bir “milli birlik projesi” yürüttüklerini vurguladılar ancak her üçünün de konuşmalarının ana ekseni Kürt sorunuydu ve her üçü de iktidar partisinin, muhalefete rağmen bu süreci sonuna kadar götürmede kararlı olduklarının altını çizdiler. Ömer Çelik, MHP ve CHP’yi, geçmişte icraatları veya söyledikleriyle vurma konusunda ciddi bir hazırlık yapmıştı ve bu yüzden ilk atışmalar onun konuşması sırasında yaşandı. Yine Çelik’in DTP’ye de sert eleştiriler yönelttiğini ve DTP’lileri epey kızdırdığını da belirtmek lazım.

Bana göre düne damgasını vuran söz AKP Lideri Erdoğan’dan geldi: “Statükoyla devam edebiliyorsak, buyrun devam edelim!” Hükümetin bu açılımı neden başlattığını ve sonuna kadar götürmek istediğini daha özlü ifade edebilmenin mümkün olduğunu sanmıyorum. Bu söz sanıldığı gibi bir “meydan okuma” değil, çaresizliği dışavuran bir tür “itiraf” olarak görülmeli. Yani AKP, tıpkı iktidarda olduğu 7 yıl boyunca yaptığı gibi, Kürt ve PKK sorunlarıyla mücadelesini büyük ölçüde statükoyu muhafaza ederek sürdürmeyi tercih ederdi ancak bir noktadan sonra bunun mümkün olamadığını görüp bu açılıma mecbur kaldı. Daha önce de yazdığım gibi, iktidar partisi PKK’nın Dağlıca baskıyla statükonun daha fazla sürdürülemeyeceğini kavradı, diğer bir deyişle Dağlıca açılımın dönüm noktası oldu.

Bir formaliteydi

Tekrar başa dönecek olursak, dünkü genel görüşme açılımda bir dönüm noktası işlevi görür mü? Sanmıyorum. Dün sadece bir formalite yerine getirildi. 10 Kasım’daki oturumda yaşanan tatsızlıkların kamuoyunda uyandırdığı tepkiler nedeniyle görüşmenin başlarının sakin geçmesi kimilerini heyecanlandırıp umutlandırmış olabilir ancak özellikle Erdoğan’ın konuşması sırasında yine bildik sahnelerle karşılaştık. CHP’lilerin genel kurulu terk etmeleriyle de beklentilerin boşuna olduğu iyice kanıtlanmış oldu. Erdoğan’ın, CHP’lilerin gidişine verdiği destek, iktidar partisinin bundan böyle muhalefetten umudu iyice kesmiş olduğunu göstermesi açısından hayli anlamlıydı. MHP’nin “ikinci oturum” önerisinin dün yaşananlardan sonra pek mümkün olmadığı, olsa bile bir işe yaramayacağıysa malum.

+++++
Minik Tahmin : Barzani Petrolünü Kim SORUNSUZ rafine edecek ve PKK olmaz ise kim daha rahatlayacak....Demo-kratik açılım Önce Anayasa değişikliği sonrada türbana kadar gider

ar_de_
15-11-2009, 00:34
İngiltere’de üniversite öğrencilik yıllarımdan biliyorum. İngiliz Komünist Partisi’nin günlük gazetesi ‘Morning Star’ fabrika önlerinde ve üniversitelerde bedava dağıtılırdı.

Bu gazete, diğer İngiliz gazetelerine hiç benzemezdi. Morning Star, baştan sona sadece komünizm propagandası yapan bir gazeteydi. İngiltere’nin ve dünyanın o günkü önemli sorunları bu gazetede ele alınmaz, irdelenmezdi. Morning Star’ın tüm yazarları, her Allah’ın günü hemen hemen aynı şeyleri yazar, aynı sloganları tekrarlayıp dururlardı.

Propagandada temel ilke, aynı sloganları sürekli tekrarlamaktır.

Sözünü ettiğim dönemde İngiliz Komünist Partisi’nin yirmi bin kayıtlı üyesi olduğu söylenir, ancak genel seçimlerde en çok on beş bin oy alınca da medyada alay konusu olurlardı. İşte Morning Star, böyle bir partinin propaganda aracıydı.



Şimdi ben durup dururken size, niçin Morning Star’ı anlatıyorum?

İki yıla yakındır yayımlanmakta olan günlük Taraf gazetesi, bana Morning Star’ı anımsatıyor da ondan.

Gazetenin kurucusu, Genel Yayın Yönetmeni ve köşe yazarı Ahmet Altan, bir süre önce kendi gazetesini ‘Pavyon’ olarak niteledi. Yazarlarından Oya Baydar gazeteden ayrılınca, ona kızıp, ‘Pavyon’un Namuslu Kadını’ diyerek tepki gösterdi.[1]



Namuslu kadınların terk ettiği ‘Pavyon’ Taraf gazetesi, tıpkı kırk yıl önceki İngiliz komünist gazete Morning Star gibi, bir propaganda gazetesidir.

Ve bu gazetenin yazarları, başta Ahmet Altan olmak üzere, propaganda yapmakla ‘görevlidirler’.



Peki, ‘Pavyon’ Taraf, neyin propagandasını yapmakla görevlendirilmiştir?

Bu soruya cevap vermek için, Ahmet Altan’dan başlayalım.

Ahmet Altan’ın 12 Haziran–29 Ekim 2009 tarihleri arasında, yani dört aydan fazladır yazmış olduğu köşe yazılarının hepsini dikkatle okudum, her yazısında geçen ‘ordu’ sözcüğünü saydım, Türk ordusunu aşağılayan cümlelerinin altını çizdim.

İşte sonuçlar:



12 Haziran 2009

Ahmet Altan köşe yazısında 16 kere ‘ordu’ sözcüğünü tekrar etmiş ve şunları söylemiş:

“…bu ordu bu ülkeye rahat vermeyecek.”

“…ordunun suç işleme özgürlüğü yoktur.”

“Ergenekon örgütünün bir parçası ordunun içine uzanıyor.”



18 Haziran 2009

13 kez ‘ordu’ sözcüğünü tekrarladığı yazısında Ahmet Altan şu ifadeleri kullanmış:

“Ordu, sivilleri kenara iterek şaibeden kurtulamaz.”

“…çok uzun yıllar ordu, denetim dışı kaldı…”



23 Haziran 2009

Yazıda ‘ordu’ sözcüğü 6 kere tekrarlanıyor ve şu ifadeler yer alıyor:

“Askerî yargı denilen ucubeyi, ‘cumhuriyeti koruyup kollama’ denilen tuhaflığı…”

“Başbakan Erdoğan, orduya karşı en dik duran yönetici…”



25 Haziran 2009

Yazıda ‘ordu’ sözcüğü 11 kere tekrarlanıyor ve Ahmet Altan şunları diyor:

“Türkiye’de ordu, çok hukuksuz işler yaptı.”

“Ordu, kendisinin hukuk dışı bir güç olduğuna inandı.”



26 Haziran 2009

Yazıda ‘ordu’ sözcüğü 9 kere tekrarlanıyor ve şu ifadeler yer alıyor:

“Bu ülke, ‘iyi bir paşa’ değil, ‘iyi bir ordu’ istiyor artık.”

“Mafyayla ilişkisi olduğu saptanan albayı generalliğe terfi…”



27 Haziran 2009

Ahmet Altan yazısında ‘ordu’ sözcüğünü 9 kere tekrarlamış ve şunları söylemiş:

“ …ordu içinde bir cunta ortaya çıktı.”

“Kimsenin Genelkurmay Başkanı’ndan korkmaya niyeti yok.”

“…ordu kendi halkına karşı psikolojik savaş yürütüyor.”



12 Temmuz 2009

Ahmet Altan köşe yazısında tam 19 kere ‘ordu’ demiş. Bir köşe yazısında aynı sözcük 19 kere tekrarlanır mı diye sormayınız, sabrediniz, onun iki katına da tanık olacaksınız! Bu yazısında Ahmet Altan fetva veriyor:

“Toplumun gelişebilmesi ancak ordunun baskısından kurtulmasıyla mümkündür.”



13 Temmuz 2009

9 kere ‘ordu’ sözcüğünü tekrarlayan Ahmet Altan, emir veriyor:

“Ordu kışlasına çekilecektir.”



27 Ağustos 2009

Yazısında 20 kere ‘ordu’ sözcüğünü tekrarlayan Ahmet Atan, propagandayı sürdürüyor:

“Bizim ordunun doğru söylememek gibi bir alışkanlığı var.”

“Türkiye ordusunu düzeltmek zorunda.”

“…bizimki gibi bir ordu kalmadı gelişmiş ülkelerde.”



29 Ağustos 2009

Ahmet Altan bu köşe yazısında ‘ordu’ sözcüğünü tam 38 kere tekrarlamış!

Gelişmiş ülkelerin gelişmiş gazetelerinde böyle bir yazıya da, böyle bir yazara da yer vermezler! Ama unutmayın, Taraf gazetesi sıradan bir gazete değil, Ahmet Altan da sıradan bir gazeteci!

Bakın neler söylüyor.

“Eğer Türk ordusu ‘ulus devlet’in savunucusu olmak istiyorsa yapabileceği tek şey ‘ayaklanmaktır’; çünkü Türkiye’nin resmi politikası ‘ulus-devletten’ çıkıp ‘ulus ötesi’ bir örgütleme olan Avrupa Birliği’ne girmektir.

Hem Avrupa Birliği’ne üye olup hem ulus-devleti nasıl savunacaksınız?

Eğer Avrupa üyesi olursak Avrupa’nın parasını, anayasasını, bayrağını kullanacağız.

Başka ülkelerle ortak parası, ortak anayasası, ortak bayrağı olan ulus-devlet olur mu?

Eee, ordu Avrupa Birliği’ne karşı mı?

Karşıysa ordunun dediğini mi yapacağız, halkın iradesiyle seçilen parlamentosunun dediğini mi?”



2 Eylül 2009

10 kere ‘ordu’ sözcüğünü tekrarladığı yazısında Ahmet Altan şunları söylüyor:

“Ordu bağımsız olmaz, olamaz.”

“…bu ülkenin ordusu, devletten ve devleti yöneten hükümetten bağımsızlığını ilan etmiş…”



27 Ekim 2009

16 kere ‘ordu’ sözcüğünü tekrarladığı yazısında Ahmet Altan propagandasını sürdürüyor:

“Bizim ordu disiplinden kopmuş.”

“Bizim ordunun her yanından hukuksuzluk fışkırıyor.”



28 Ekim 2009

Ahmet Altan köşe yazısında 14 kere ‘ordu’ sözcüğünü kullanıyor ve propagandanın şiddetini artırıyor:

“ordu suçüstü yakalandı.”

“…halk, generallerin saygısız ve aldırmaz tavırlarından bıktı.”

“kendi halkını fişleyen, korkutan, sürekli darbe planları yapan, siyasetçileri tehdit eden bir ordu.”

29 Ekim 2009

10 kere ‘ordu’ sözcüğünü kullandığı yazısında Ahmet Altan, üniter devlet yapısının korunmasında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin görev ve yetkisi olmadığını buyuruyor:

“Darbeciliğin hesabını vermek yerine biz ‘üniter devletin teminatıyız’ demek de nereden çıktı?”

“Devletin idari yapısının nasıl olacağına Parlamento karar verir. Uygun görüyorsa ‘üniter’ bir yapı sürdürür, uygun görürse federasyona geçer.”

“Gücünüz, kendi halkınızla çatışmaya yetmez…”



Eğer Ahmet Altan ezelden beri orduya ve darbelere karşı koyan bir tutum izlemiş olsaydı, bu tavrını beğenmesek de, görüşünde tutarlı olduğu için bugün kendisinin ‘görevlendirilmiş’ bir propagandacı olduğunu söyleyemezdik.

Oysa Ahmet Altan, geçmişte ordu karşıtı da değildi, darbe karşıtı da!

İşte bugün onun ‘görevlendirilmiş’ ordu karşıtı bir propagandacı olduğunun en yalın kanıtı budur.

Açıklıyorum.

12 Eylül 1980 darbesi sırasında Ahmet Altan, 30 yaşındaydı.

30 yaşında, aklı başında Ahmet Altan, 12 Eylül faşist darbesinden yanaydı!

Ahmet Altan, faşist darbeye karşı direnen Şener Yazar ve Özbil Aras gibi 18–20 yaşlarındaki gençleri ‘seksomanyak’ ilan etmişti.[2]

Ahmet Altan kalemini, 12 Eylül’e yaranmak için kullanıyordu.



Tunceli’nin Hozat ilçesi, Taşıtlı köyünde 1958 yılında doğan Hıdır Aslan, Devrimci Yol üyesi olduğu için 12 Eylül 1980 tarihinde tutuklanır. 12 Eylül mahkemelerinde yargılanır, 4 yıl hapis yattıktan sonra idama mahkûm edilir. Bu karar, TBMM’de Turgut Özal’ın emriyle ve ANAP’lı milletvekillerinin oylarıyla onaylanır.

Hiçbir şekilde adam öldürmediği ve öldürmeyle sonuçlanan bir olaya katılmadığı gerçeği yalnız mahkeme dosyalarına değil, TBMM’nin tutanaklarına da geçen Hıdır Aslan, sadece siyasi nedenlerle, 24 Ekim 1984 tarihinde asılır.

Bu idamın hemen ertesinde, tüm Altan sülalesi, Çetin Altan, Ahmet Altan, Mehmet Altan, dönemin başbakanı Turgut Özal’a, “yaşa, varol” diyerek övgüler yağdırır.

Şimdi söyler misiniz, 12 Eylül 1980 faşist darbesini alkışlayan, faşist generallere övgüler dizen, 12 Eylül darbesine karşı çıkıp direnen gençlere ‘seksomanyak’ sıfatını takan, hiç kimseyi öldürmediği ve öldürmeyle sonuçlanan bir olaya katılmadığı resmen saptanan 26 yaşındaki Hıdır Aslan’ın idamından sonra, sorumlu generalleri ve devrin başbakanını sevinç çığlıkları atarak alkışlayan Ahmet Altan’ın, bugün ordu ve darbe karşıtlığı yapmasının nedeni, böyle ‘görevlendirilmiş’ olması değildir de ya nedir?



30 yaşında, aklı başındayken faşist darbeyi öven, alkışlayan Ahmet Altan için 12 Eylül 1980 tarihi, yaşamında bir dönüm noktası olmuştur. O tarihten sonra Ahmet Altan paraya, şöhrete ve üne kavuşmuştur.

Ahmet Altan’ın velinimeti, 12 Eylül’dür![3]



30 yaşında, 12 Eylül faşist darbeyi alkışlayarak, överek paraya, şöhrete ve üne kavuşan Ahmet Altan, bugün 59 yaşında, orduya karşı yalana dayalı bir propaganda yürütmekte, darbelere karşıymış gibi yaparak demokrat rolü oynamaktadır..

Dün kendisine, 12 Eylül faşist darbeden yana olma ‘görevi’ verilmişti.

Bugün de orduya karşı propaganda yürütme ‘görevi’ verilmiştir.

Dün, 12 Eylül’ü övme ‘görevini’ başarıyla yerine getirme karşılığı olarak Ahmet Altan; paraya, şöhrete ve üne kavuşturulmuştur. Bakalım, bugün de orduya karşı propaganda yürütme ‘görevi’ nedeniyle Ahmet Altan nasıl ödüllendirilecek? Tabii, eğer bu ‘görev’ başarıyla sonuçlanırsa!



‘Pavyon’ Taraf gazetesinin orduya saldırmakla ‘görevlendirilmiş’ köşe yazarlarından biri de, Rasim Ozan Kütahyalı.

‘Pavyon’un bu ‘görevli’ çığırtkanı, 28.10.2009 tarihli yazısında şöyle diyor:

“27 Mayıs’ta alçak bir darbe ile indirilen Başbakan Menderes asılırken…”

‘Pavyon’un bu çaylak ‘görevlisi’, 27 Mayıs 1960 ihtilâlını, ‘alçak bir darbe’ olarak niteliyor.

Neden mi bu ‘görevli’ yazara çaylak diyorum?

Bu ‘görevli’ yazarın gazetedeki patronu kim? Ahmet Altan.

Peki, Ahmet Altan’ın babası kim? Çetin Altan.

Bugün, oğlu Ahmet Altan gibi, orduyu karalama propagandası yürüten, darbelere karşı olduğunu vurgulayan Çetin Altan’ın, 27 Mayıs 1960 ihtilalını övenlerin başında geldiğini ‘Pavyon’ ‘görevlisi’ Rasim Ozan Kütahyalı bilmiyor, yani acemi çaylak!



Çetin Altan, 27 Mayıs’ı, “Yaşasın Türk milleti, yaşasın Türk ordusu” diye biten Milliyet’teki yazısında aynen şöyle selamlamıştı:[4]

“Bütün Türk vatanperverleri bu muazzam ve şanlı günün sevinci ve heyecanı içindedirler. Çürümüş, sufli politika tertiplerinin şahsi ihtiraslarla Türkiye’yi en tehlikeli badirelere, kardeş kavgalarına sürüklemekte olduğu bir sırada, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin medeni bir şekilde devlet idaresine el koymaları ve memleketi karanlık bir akıbetten kurtarmaları milletimize hür ve İnsan Hakları’na uygun yeni ufuklar açmaktadır… Atatürk inkılâplarına bağlı olarak demokratik bir memlekette Türklüğün şerefine yakışan bir nizamın temelleri atılmaktadır.”



Öyleleri vardır ki, yüzlerine tükürseniz, ‘Oh ne güzel, Nisan yağmuru’ derler!

Yukarıdaki yazısından hemen bir gün sonra, Ahmet Altan’ın babası Çetin Altan şöyle yazıyordu:

“Bize bu güzel günleri taddıran ve bir milletin haysiyetine konmaya çalışan tozları bir üfleyişle temizleyiveren Türk Silahlı Kuvvetleri sağ olsunlar. Kardeşkanı dökülmeden yapılan bu hareketin aynı vakar içinde gerçek demokrasinin temellerini atmasını bekliyor, seviniyor, övünüyor, övünüyor, seviniyoruz.”



Yukarıda yazmış olduklarımı okuyup; Ahmet Altan’a, Çetin Altan’a ve Rasim Ozan Kütahyalı’ya sakın ola, ‘namussuz, şerefsiz, onursuz, ahlâksız, uşak, satılmış!’ demeye kalkışmayınız.

Böyle demeniz hem yersiz hem de yanlış olur, asıl fotoğrafı görmenizi engeller.

Bu kişiler, sadece ve sadece ‘görevli’ kişilerdir.

Onların görevli kişiler olduğunu bilelim ve duyuralım, şimdilik yeter.

Kemalist devrimciler hükümet olduklarında, bu görevlilerin ne sesi ne de nefesi çıkacaktır. Çoğu sus pus olup kuyruklarını kıvırıp oturacak, bazıları da herkesten önce devrimcileri övme yarışına başlayacaktır.

Böyle olacağını Kurtuluş Tarihimizden bir örnek vererek gösterelim.

Kemalist devrimcilere karşı çıkanların başında gelen mandacı yazar Ali Kemal, 25 Nisan 1920 tarihinde şöyle yazar:

“İdam, idam, idam! Mustafa Kemal cezasını bulacak!”

Kemalist devrimciler savaşı kazanır, 9 Eylül 1922 tarihinde Türk ordusu İzmir’e girer. Hemen ertesi günü, Ali Kemal şöyle yazar:

“Gayeler bir idi ve birdir.”





Yılmaz Dikbaş

29 Ekim 2009

dikbas@kalinka.com.tr

Master
15-11-2009, 09:38
Uğur Mumcu; Çetin, Ahmet ve Mehmet Altan için şöyle diyordu: “Cuntacı, holding soytarısı liberal tosunlar” (“Para ve Faiz”, Cumhuriyet, 22 Ekim 1988)

buena vista
17-11-2009, 08:37
Hikmet Çetinkaya

Cumhuriyet- Güneşli ve serin bir pazar sabahı İlhan Selçuk’un hastanedeki odasındayım...

İlhan Ağabey koltuğuna oturmuş, günlük gazeteleri okuyor...

Karşısındaki koltuğa oturdum, konuşmaya başladık.

Konuşmayı çok özlemiş İlhan Ağabey.

O konuştu, ben dinledim...

Eski yıllara gittim, yaşamın derin vadisinde yolculuk yaptık 35 dakika...

İlhan Ağabey, üç aydır Koç Vakfı’nın hastanesinde fizik tedavi görüyor. Son bir aydır günlük gazeteleri okuyor, televizyon izliyor, Türkiye’de, dünyada olup bitenleri yakından izliyor.

Bana ilk sözü şu oldu:

“Gazete çok iyi çıkıyor, arkadaşları benim adıma kutla, İbrahim Yıldız ve ekibi çok iyi gazete hazırlıyorlar. Satışı da arttırırsak keyfim daha da iyi olacak.”

Önceleri “Kürt açılımı”, tepkiler yoğunlaşınca, “Demokratik açılım”, o da kesmeyince “Milli Birlik Projesi” denilen yedi saatlik Meclis oturumunu televizyondan izlemiş İlhan Selçuk...

İlhan Ağabey’e söz buraya gelince sordum:

“İlhan Ağabey, Meclis’teki oturumu nasıl buldunuz?”

Selçuk:

“İktidar partisi hiçbir öneri getirmedi. 12 Eylül’ün getirdiği Seçim Yasası ve Partiler Yasası değişmeden, açılım-maçılım olmaz. Havanda su dövüldü. Ancak, CHP lideri Deniz Baykal’la, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin konuşmalarını beğendim.”

İlhan Ağabey konuşmamız sırasında, demokrasinin, birey bilinci üstüne yükselen bir yaşam biçimi olduğuna değinip ekledi:

“Aydınlanma işte böyle gerçekleşti...

Milliyetçilik, çıkış noktasında ‘ilerici’ bir akımdır; kapitalist toplumun yükseliş sürecinde demokratik fikir ve amaçlara bağlıdır; feodalizme karşıdır, ümmetçiliği tasfiye eden bir içeriğe sahiptir.”

***

Konuşmamız sırasında İlhan Selçuk önemli bir saptama yaptı:

“Ümmet olmaktan sıyrılan her toplumda ulusal kimlik arayışı doğaldır, bilimseldir; marifet, bu aşamada şoven ve ırkçı sapkınlıktan korunarak barış içinde yaşamaya öncelik tanımaktır.”

İlhan Ağabey, milliyetçiliğin Türkiye’nin gündeminde en sıcak sorunlardan birine dönüştüğünün altını çizip devam etti:

“İnsan aklının serüveni deyince, işin içine felsefe ister istemez girer. Felsefe tarihini dışlayarak, yalnız siyasal tarih bilgisi kapsamında geçmişimize bakarsak yanılgıya düşeriz. Kimileri, Atatürk dönemine, yalnız siyasal tarih açısından yaklaşmaya çabalıyor ki bu yüzeysizlikle 1923 devriminin algılanması olanaksızdır.”

İlhan Selçuk, Aydınlama’nın tek boyutlu olmadığını, Batı’da bu aşamanın toplumu taşıdığını da anlattı uzun uzun...

Feodal siyasi yapıların yıkıldığını, ümmetten millete geçişle uluslaşmanın gerçekleştiğini, burjuvazinin kendi siyasal kurumlarını devlet yönetimine yerleştirdiğini anlattı.

Söyledikleri İlhan Selçuk’un, yıllardır yazdığı görüşleriydi...

İlhan Ağabey, dönüp dolaşıp felsefeye geldi ve şöyle dedi:

“Felsefenin dinsellikten kurtulup salt aklın bağımsızlığına kavuştuğu çağa ‘Aydınlanma’ deniyor; insanlık tarihinin dönüm noktası bu çağda vurgulanıyor. Eğer 18. yüzyılı Aydınlanma’nın içeriğinden soyutlarsak, anlamını kavramaktan yoksun kalır, yüzeysel siyasal tarihin yalıtkanlığında olayların görüntüsüne takılırız.”

***

İlhan Selçuk, Türkiye’nin daha çok demokrasiye, daha çok özgürlüklere gereksinimi olduğunu sık sık yineledi konuşmamız süresince.

Laiklik topluma tam olarak yerleşmeden demokrasinin ve özgürlüklerin genişletilemeyeceğini, insan hakları ve temel özgürlüklerin benimsenemeyeceğini, AKP iktidarının halkı bu nedenle kandırdığını söyledi.

Cumhuriyet’in aydınlanmacı ışığı İlhan Selçuk’un tüm okurlarına ve dostlarına selamları var...

Ben odadan çıkacağım sırada kız kardeşi Ülfet Ertel girdi... Ağabey ve kız kardeş... İkisinin de gözleri birbirine benziyor...

Hüzün, umut, sevinç iç içe...

İlhan Ağabey’e “Sohbeti yazabilir miyim?” diye sordum. Yanıtı “Yazabilirsin”oldu... Ardından da ekledi:

“Gazetedeki çocuklarımı çok özledim. Tümünün gözlerinden öperim... Türkiye’nin önünde başka bir dönem var. Demokrasi ve temel hak ve özgürlükler mücadelesi. Onun için Deniz Baykal’ı eleştirin ama vurmayın! Bu dönemde yol haritamız demokrasi, temel hak ve özgürlükler olacaktır. Atatürk milliyetçiliği de budur zaten.”

Hikmet Çetinkaya

Cumhuriyet- Güneşli ve serin bir pazar sabahı İlhan Selçuk’un hastanedeki odasındayım...

İlhan Ağabey koltuğuna oturmuş, günlük gazeteleri okuyor...

Karşısındaki koltuğa oturdum, konuşmaya başladık.

Konuşmayı çok özlemiş İlhan Ağabey.

O konuştu, ben dinledim...

Eski yıllara gittim, yaşamın derin vadisinde yolculuk yaptık 35 dakika...

İlhan Ağabey, üç aydır Koç Vakfı’nın hastanesinde fizik tedavi görüyor. Son bir aydır günlük gazeteleri okuyor, televizyon izliyor, Türkiye’de, dünyada olup bitenleri yakından izliyor.

Bana ilk sözü şu oldu:

“Gazete çok iyi çıkıyor, arkadaşları benim adıma kutla, İbrahim Yıldız ve ekibi çok iyi gazete hazırlıyorlar. Satışı da arttırırsak keyfim daha da iyi olacak.”

Önceleri “Kürt açılımı”, tepkiler yoğunlaşınca, “Demokratik açılım”, o da kesmeyince “Milli Birlik Projesi” denilen yedi saatlik Meclis oturumunu televizyondan izlemiş İlhan Selçuk...

İlhan Ağabey’e söz buraya gelince sordum:

“İlhan Ağabey, Meclis’teki oturumu nasıl buldunuz?”

Selçuk:

“İktidar partisi hiçbir öneri getirmedi. 12 Eylül’ün getirdiği Seçim Yasası ve Partiler Yasası değişmeden, açılım-maçılım olmaz. Havanda su dövüldü. Ancak, CHP lideri Deniz Baykal’la, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin konuşmalarını beğendim.”

İlhan Ağabey konuşmamız sırasında, demokrasinin, birey bilinci üstüne yükselen bir yaşam biçimi olduğuna değinip ekledi:

“Aydınlanma işte böyle gerçekleşti...

Milliyetçilik, çıkış noktasında ‘ilerici’ bir akımdır; kapitalist toplumun yükseliş sürecinde demokratik fikir ve amaçlara bağlıdır; feodalizme karşıdır, ümmetçiliği tasfiye eden bir içeriğe sahiptir.”

***

Konuşmamız sırasında İlhan Selçuk önemli bir saptama yaptı:

“Ümmet olmaktan sıyrılan her toplumda ulusal kimlik arayışı doğaldır, bilimseldir; marifet, bu aşamada şoven ve ırkçı sapkınlıktan korunarak barış içinde yaşamaya öncelik tanımaktır.”

İlhan Ağabey, milliyetçiliğin Türkiye’nin gündeminde en sıcak sorunlardan birine dönüştüğünün altını çizip devam etti:

“İnsan aklının serüveni deyince, işin içine felsefe ister istemez girer. Felsefe tarihini dışlayarak, yalnız siyasal tarih bilgisi kapsamında geçmişimize bakarsak yanılgıya düşeriz. Kimileri, Atatürk dönemine, yalnız siyasal tarih açısından yaklaşmaya çabalıyor ki bu yüzeysizlikle 1923 devriminin algılanması olanaksızdır.”

İlhan Selçuk, Aydınlama’nın tek boyutlu olmadığını, Batı’da bu aşamanın toplumu taşıdığını da anlattı uzun uzun...

Feodal siyasi yapıların yıkıldığını, ümmetten millete geçişle uluslaşmanın gerçekleştiğini, burjuvazinin kendi siyasal kurumlarını devlet yönetimine yerleştirdiğini anlattı.

Söyledikleri İlhan Selçuk’un, yıllardır yazdığı görüşleriydi...

İlhan Ağabey, dönüp dolaşıp felsefeye geldi ve şöyle dedi:

“Felsefenin dinsellikten kurtulup salt aklın bağımsızlığına kavuştuğu çağa ‘Aydınlanma’ deniyor; insanlık tarihinin dönüm noktası bu çağda vurgulanıyor. Eğer 18. yüzyılı Aydınlanma’nın içeriğinden soyutlarsak, anlamını kavramaktan yoksun kalır, yüzeysel siyasal tarihin yalıtkanlığında olayların görüntüsüne takılırız.”

***

İlhan Selçuk, Türkiye’nin daha çok demokrasiye, daha çok özgürlüklere gereksinimi olduğunu sık sık yineledi konuşmamız süresince.

Laiklik topluma tam olarak yerleşmeden demokrasinin ve özgürlüklerin genişletilemeyeceğini, insan hakları ve temel özgürlüklerin benimsenemeyeceğini, AKP iktidarının halkı bu nedenle kandırdığını söyledi.

Cumhuriyet’in aydınlanmacı ışığı İlhan Selçuk’un tüm okurlarına ve dostlarına selamları var...

Ben odadan çıkacağım sırada kız kardeşi Ülfet Ertel girdi... Ağabey ve kız kardeş... İkisinin de gözleri birbirine benziyor...

Hüzün, umut, sevinç iç içe...

İlhan Ağabey’e “Sohbeti yazabilir miyim?” diye sordum. Yanıtı “Yazabilirsin”oldu... Ardından da ekledi:

“Gazetedeki çocuklarımı çok özledim. Tümünün gözlerinden öperim... Türkiye’nin önünde başka bir dönem var. Demokrasi ve temel hak ve özgürlükler mücadelesi. Onun için Deniz Baykal’ı eleştirin ama vurmayın! Bu dönemde yol haritamız demokrasi, temel hak ve özgürlükler olacaktır. Atatürk milliyetçiliği de budur zaten.”

Hikmet Çetinkaya

Cumhuriyet- Güneşli ve serin bir pazar sabahı İlhan Selçuk’un hastanedeki odasındayım...

İlhan Ağabey koltuğuna oturmuş, günlük gazeteleri okuyor...

Karşısındaki koltuğa oturdum, konuşmaya başladık.

Konuşmayı çok özlemiş İlhan Ağabey.

O konuştu, ben dinledim...

Eski yıllara gittim, yaşamın derin vadisinde yolculuk yaptık 35 dakika...

İlhan Ağabey, üç aydır Koç Vakfı’nın hastanesinde fizik tedavi görüyor. Son bir aydır günlük gazeteleri okuyor, televizyon izliyor, Türkiye’de, dünyada olup bitenleri yakından izliyor.

Bana ilk sözü şu oldu:

“Gazete çok iyi çıkıyor, arkadaşları benim adıma kutla, İbrahim Yıldız ve ekibi çok iyi gazete hazırlıyorlar. Satışı da arttırırsak keyfim daha da iyi olacak.”

Önceleri “Kürt açılımı”, tepkiler yoğunlaşınca, “Demokratik açılım”, o da kesmeyince “Milli Birlik Projesi” denilen yedi saatlik Meclis oturumunu televizyondan izlemiş İlhan Selçuk...

İlhan Ağabey’e söz buraya gelince sordum:

“İlhan Ağabey, Meclis’teki oturumu nasıl buldunuz?”

Selçuk:

“İktidar partisi hiçbir öneri getirmedi. 12 Eylül’ün getirdiği Seçim Yasası ve Partiler Yasası değişmeden, açılım-maçılım olmaz. Havanda su dövüldü. Ancak, CHP lideri Deniz Baykal’la, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin konuşmalarını beğendim.”

İlhan Ağabey konuşmamız sırasında, demokrasinin, birey bilinci üstüne yükselen bir yaşam biçimi olduğuna değinip ekledi:

“Aydınlanma işte böyle gerçekleşti...

Milliyetçilik, çıkış noktasında ‘ilerici’ bir akımdır; kapitalist toplumun yükseliş sürecinde demokratik fikir ve amaçlara bağlıdır; feodalizme karşıdır, ümmetçiliği tasfiye eden bir içeriğe sahiptir.”

***

Konuşmamız sırasında İlhan Selçuk önemli bir saptama yaptı:

“Ümmet olmaktan sıyrılan her toplumda ulusal kimlik arayışı doğaldır, bilimseldir; marifet, bu aşamada şoven ve ırkçı sapkınlıktan korunarak barış içinde yaşamaya öncelik tanımaktır.”

İlhan Ağabey, milliyetçiliğin Türkiye’nin gündeminde en sıcak sorunlardan birine dönüştüğünün altını çizip devam etti:

“İnsan aklının serüveni deyince, işin içine felsefe ister istemez girer. Felsefe tarihini dışlayarak, yalnız siyasal tarih bilgisi kapsamında geçmişimize bakarsak yanılgıya düşeriz. Kimileri, Atatürk dönemine, yalnız siyasal tarih açısından yaklaşmaya çabalıyor ki bu yüzeysizlikle 1923 devriminin algılanması olanaksızdır.”

İlhan Selçuk, Aydınlama’nın tek boyutlu olmadığını, Batı’da bu aşamanın toplumu taşıdığını da anlattı uzun uzun...

Feodal siyasi yapıların yıkıldığını, ümmetten millete geçişle uluslaşmanın gerçekleştiğini, burjuvazinin kendi siyasal kurumlarını devlet yönetimine yerleştirdiğini anlattı.

Söyledikleri İlhan Selçuk’un, yıllardır yazdığı görüşleriydi...

İlhan Ağabey, dönüp dolaşıp felsefeye geldi ve şöyle dedi:

“Felsefenin dinsellikten kurtulup salt aklın bağımsızlığına kavuştuğu çağa ‘Aydınlanma’ deniyor; insanlık tarihinin dönüm noktası bu çağda vurgulanıyor. Eğer 18. yüzyılı Aydınlanma’nın içeriğinden soyutlarsak, anlamını kavramaktan yoksun kalır, yüzeysel siyasal tarihin yalıtkanlığında olayların görüntüsüne takılırız.”

***

İlhan Selçuk, Türkiye’nin daha çok demokrasiye, daha çok özgürlüklere gereksinimi olduğunu sık sık yineledi konuşmamız süresince.

Laiklik topluma tam olarak yerleşmeden demokrasinin ve özgürlüklerin genişletilemeyeceğini, insan hakları ve temel özgürlüklerin benimsenemeyeceğini, AKP iktidarının halkı bu nedenle kandırdığını söyledi.

Cumhuriyet’in aydınlanmacı ışığı İlhan Selçuk’un tüm okurlarına ve dostlarına selamları var...

Ben odadan çıkacağım sırada kız kardeşi Ülfet Ertel girdi... Ağabey ve kız kardeş... İkisinin de gözleri birbirine benziyor...

Hüzün, umut, sevinç iç içe...

İlhan Ağabey’e “Sohbeti yazabilir miyim?” diye sordum. Yanıtı “Yazabilirsin”oldu... Ardından da ekledi:

“Gazetedeki çocuklarımı çok özledim. Tümünün gözlerinden öperim... Türkiye’nin önünde başka bir dönem var. Demokrasi ve temel hak ve özgürlükler mücadelesi. Onun için Deniz Baykal’ı eleştirin ama vurmayın! Bu dönemde yol haritamız demokrasi, temel hak ve özgürlükler olacaktır. Atatürk milliyetçiliği de budur zaten.” (Cumhuriyet)

Gozlemci
21-11-2009, 04:50
Benim etrafim,baska bir iktidar zamaninda boyle bir yaklasimi gonulden destekleyecek ama sirf bu iktidara yaramasin diye karsi cikanlarla dolu......Bunlar Susurluk'da tencere tava calip....Ergenekon'u inkar eden takimi....---------------------------------------------------------------------------
merdi kıpti şecaat arzederken sirkatin söyler. Sn Lazio, yine hem savci, hem hakim olmus, Ergenekon'u mahkeme karari olmadan gercek olarak kabul etmis. Ayni Lazio, forumda, "bana diger forumlarda yazdiklarimdan dolayi Fethullahci, bolucu vs. dediler" diye aglasiyor. Siz, sucu kanitlanmamis insanlari sozde teror orgutune uyeymis gibi gostererek bel altindan vurusaniz, size de soylenenlere katlanacaksiniz artik.

Oncelikle, yukaridaki yazinizla bir kez daha "Evrensel hukuk ilkeleri" hakkinda en ufak bir bilgiye sahip olmadiginizi tekrar gosterdiniz. Fasizmi, demokrasi saniyorsunuz.

Fakat daha acisi var. Bu ulkede yedi yil once teror sifirdi. Bu iktidar geldi, sehit cenazeleri artmaya basladi. Bunun sorumlusu bu ulkeyi tek basina yedi yildir yoneten iktidar partisidir, muhalefet degil. Bu icerigini bilmediginiz ama her nasilsa desteklediginiz acilim paketi sonunda PKK teroristleri ve Apo affedilirse, bu ulkede ic savas cikabilecegi akliniza geldi mi hic? Yarin, oglu sehit dusen baba, kardesi oldurulen agabey, silahi alip uc bes saliverilmis PKK'li oldururse ve bu olaylar ic savasa dogru giderse, sorumlusu kim olacak?

Siz, yukarida yazdiginiz gibi, seytanla ya da Abdullah Ocalan'la isbirligine devam ediniz. Size ve sizin gibilere yakisir.

Gozlemci
21-11-2009, 05:02
http://haber.gazetevatan.com/haber.vatan?detay=Maratonda_sona_dogru&Newsid=271751&Categoryid=4&wid=102

Mustafa Mutlu'nun 20 Kasim tarihli yazisindan. Bu laflari soyleyeni tahmin edersiniz.....

--------------------------------------------------------------------------------------
“Adliye’de, Mülkiye’de mevcut olanlar mevcudiyetlerini korumazlarsa, arkadan gelenlerin mevcudiyetini koruyamayız. Bir taraftan o kanun ve kuralları, diğer taraftan da kanun ve kural adamı olma imajını kullanmalıyız. Yani sizi gören, ‘Bunlar kurallara harfiyen riayet ediyorlar’ demeli.”

“Taa ilerilere gitmeli, can damarları içinde dolaşmalıyız. Cepheleri öğrenmeleri lazım arkadaşlarımızın. Hukuk sistemini didik didik etmeliler. Sistemin püf noktalarını bilmeleri lazım. Biz de çalışıp onları istifade edecekleri mevkilere getirmeliyiz.”

“Dikkatli olmalıyız. Erken harekete geçersek, tepemize binerler. Durmadan hazırlanmalıyız. Zamanı gelince, uygun boşluk bulunca maratona geçeriz. Devlet memuru arkadaşlarımız kahramanlık yapamazlar. Erken vuruş yaparlarsa dünya başlarını ezer. Bütün anayasal müesseselerdeki güç ve kuvveti cephenize çekeceğiniz ana kadar her adım erken sayılır.”

LAZIO
21-11-2009, 14:25
Sn Gozlemci,

Oncelikle,cok dolmussunuz biraz sakinleyin....

Susurluk kazasindan sonra insanlar isik yakip sondururken ve tencere,tava calarkende ayni bu gunku gibi dava sonuclanmamisdi (Hatta acilmis oldugundan bile supheliyim).....Halk orada bir mesaj vermeye calisiyordu "Yeter artik ulke cetelerden,yeralti orgutlerinden,darbecilerden temizlensin......Temiz Turkiye istiyoruz"....Hakli ve olumlu bir reaksiyon idi.....

Bu gun Susurlugun devami oldugu iddia edilen bir baska olusumun yargilanmasina ayni insanlarin bir kismi karsi cikiyorlar........Bana ters gelen bu durumu vurguladim....Biraz sakinleserek okursaniz ifadenin savci ve hakim olmakla bir ilgisi olmadigini anliyacaksiniz....

Bana edilen hakaretlerden dolayi aglasmam soz konusu bile degil.....Acz ifadesidir guler gecerim.....

Benim evrensel hukuku bilmedigimi,demokrasi ile fasizmi birbirine karistirdigimi iddia etmissiniz.......O zaman sizin acinizdan iki yol var.....Ya bu cahille ugrasilmaz deyip benim yazilarimi okumayacaksiniz.....Yada sakinlesip bana bilmedigime inandiginiz konulari anliyabilecegim bir sekilde izzah edeceksiniz......Tabii aciz olanlarin yaptiklari gibi hakaretde edebilirsiniz ama....size yakismaz....

Genclerin kaninin,analarin gozyasinin durmasi icin A.Ocalanla degil seytanla bile isbirligi yaparim yazmistim......Evet aynen oyle yazdim.....Sebebi....Nefret ve gururumu baskalarin cocuklarinin kani ile tatmin etmek bana ters geliyor....Yakisir demissiniz,dogrudur.......LAZIO

--------------------------------------------------------------------------

Gozlemci
22-11-2009, 05:40
Sayin Lazio,

Size bu forumda degisik kisiler, degisik tarihlerde demokrasi ve evrensel hukukun ne oldugunu izah etti. Siz anlamamakta israr ettiginiz gibi olaylari bilerek CARPITIYORSUNUZ. Ornegin bu forumda hic kimse Ergenekon'da tutuklananlarin yargilanmasina karsi cikmadi. CHP ve MHP de buna karsi cikmadi. Karsi cikilan, insanlarin tutuksuz yargilanabilecekleri halde, israrla hapiste tutulmalari. Hapiste olmeleri. Abuk subuk dinleme yapilarak demokrasinin irzina gecilmesi. Siz israrla bu yargilamaya karsi cikanlar oldugunu yazip duruyorsunuz.

Asagida tirnak icinde olanlar sizin bu forumda yazilarinizdir. Buyuk harfli olanlar ise benim sizin evrensel hukukdan ve demokrasiden anlamadiginiz gosteren aciklamalarimdir. 60 civari yaslara gelmissiniz, halen hukuk nedir ogrenememissiniz. Ama ne mutlu ki anlastigimiz bir konu var: "Size, Apo ile isbirliginin yakistigi" konusu....

================================================

Sayin Lazio'dan incilere gecelim:

"RTE "Demokrasi trendir,gereginde ineriz" dedi diye demokrasiyi cope atan mantigida guzelce aciklayan bir terim vardir Turkce'de...."Gavura kizip oruc bozmak"

CARPITMANIZA BIR ORNEK. SIZE GORE, RTE'NIN BU LAFINI HATIRLATANLAR DEMOKRASIYI COPE ATIYOR!!! SIZIN MANTIGINIZA GORE BU LAFI SOYLEYEN ZAT ULKEYE DEMOKRASI GETIRIYOR AMA MUHALEFET BUNA DIRENIYOR. USTELIK, HAKIMIN SAVCININ TELEFONU DINLENIRKEN, MEDYAYA GOZDAGI VERILIRKEN, MUHALIFLER HAPSE ATILIRKEN.....SIZE MI INANALIM, ZATIN SOYLEDIGI LAFA MI? BU OLAYLARA DEMOKRASI MI DIYELIM, YOKSA FASIZM MI?

"Yukaridaki olay (hEAVY METAL ISARETI YAPAN GENCLERIN GOZALTINA ALINMASI) "Marjinal bir polis densizligi" falan degil,bir rezilliktir.......Ancak bu olayin, butun dertleri,bu gibi rezilliklerin olmamasi icin Turkiye'de gercek demokrasi istiyen insanlara fatura edilmesinin anlamini cozemedim....|Turkiye'de bir kesimin gozu o kadar donduki,sirf "acaba bu iktidara yararmi"korkusu ile demokrasinin adina tahammul edemez oldular..." "

BU ULKEDE MARJINAL POLIS DENSIZLIGI DE, BIR MAYISDA GOSTERI YAPANLARIN COPLANIP OLDURESIYE DOVULMESI DE, HAKIM SAVCI DINLENMESI DE, SEHIT CENAZELERI DE IKTIDARA FATURA EDILIR. BU TIP OLAYLARA DA DEMOKRASI DENMEZ FASIZMIN AYAK SESI DENIR. BU OLAYLARI DEMOKRASI ISTEYEN INSANLARA FATURA EDEN YOK AMA SIZ YINE BIR CARPITMA YAPARAK BOYLE SEYLER YAZABILIYORSUNUZ.

"Gercek demokratik bir hukuk devletinde,ordunun icinde bir birimin binlerce insani yargisiz infaz ettigi,karisiklik cikartip iktidar devirmek icin sagi solu bombaladigi iddialari ortaya atildiginda,bagimsiz sivil mahkemeler bu iddialari inceler…..karara bagler suclu varsa cezalandirir…..Hukuk butun kurumlar icin vardir herkese esit uygulanir….."

ZATEN HUKUKA UYGUN OLARAK INCELENDI VE INCELENIYOR AMA INSANLAR IMZASIZ OLARAK YOLLANAN FOTOKOPI BELGEYE DAYANARAK HAPISE ATILMAZ. BU EVRENSEL HUKUK ILKESIDIR. AMA YAZDIGINIZ BIR SEY DOGRU, HUKUK HERKESE ESIT UYGULANMALIDIR. DOKUNULMAZLIK ZIRHI ALTINDA OLAN MILLETVEKILLERINE DE, HABUR'DAN GIREN PKK'LILARADA. AMA SIZE GORE PKK'LILARA "BARIS" ADINA FARKLI HUKUK UYGULANABILIR MI?

"Sanki Turkiye’de hic hukuksuzluk,yolsuzluk yoktuda bu iktidarla basladi,meger biz Isvicrede yasiyorduk da farkinda degildik"

NE MANTIK AMA. BU IKTIDARLA BASLAMADIGINA GORE BU IKTIDARI ELESTIRMEYIP SIZIN YAPTIGINIZ GIBI MUHALEFETI MI ELESTIRELIM? HUKUKSUZLUKLARA, IKTIDAR DEGIL, SISTEM SUCLU GIBI BAHANELERLE LAF ETMEYELIM MI?

"Hakkinda iddiada bulunulan silahli kuvvetlerin kendi kendisini yargilayip verdigi (hic beklenmedik!) karari sevincle karsilayip.....Sevinci fazla belli olmasin diye "12 Eylulu yargilama"onerisini ortaya atan.....Sosyalist Enternasyonel uyesi Ana muhalefet partisi Baskaninin halet-i ruhiyesini M.Barlas (Kendisinden pek hazetmesemde) guzel ozetlemis...."

MUHALEFETIN 12 EYLUL DARBECILERINI YARGILMA ISTEGINE NEDEN KARSI CIKIYORSUNUZ. MUHALEFETE PRIM OLUR DIYE MI? HANI DARBEYE KARSI IDINIZ. HANI BU ULKEDE SIRF "IKTIDARA PRIM OLUR" DIYE DEMOKRASI LAFINA KARSI OLANLAR VARDI.

"Ulkenin butunlugunu korumakla gorevli Silahli kuvvetlerin,her kim olursa olsun,insanlarin ev ve isyerlerine silah monte edip,gruplari birbirine dusurup, kaos yaratip hukumeti dusurmeyi amaclayan bir plani tasvip etmenin,sizi bilmem ama,benim acimdan kabul edilebilir bir yani yoktur..."

FOTOKOPI KAGIT PARCASI ORTAYA CIKTIGINDA YAZDIGINIZ YAZI. SIZ, KANITLANMADIGI HALDE KENDINIZI SAVCI VE HAKIM YERINE KOYUP HUKMU VERMISSINIZ. BIR KEZ DAHA EVRENSEL HUKUK ILKELERINDEN BIHABER OLDUGUNUZ ORTAYA KOYMUSSUNUZ. ILKER BASBUG " BOYLE BIRSEY YAPAN BURADA BARINAMAZ DEDI. HATIRLIYOR MUSUNUZ? BIR DE SU PLANI TASVIP EDEN BIR KISI OLSUN ORNEK VERIN. HEP AYNI CARPITMALAR...

"Her kurum kendi bunyesinde gerceklesen kanunsuzluklardan sorumlu olurken,Silahli kuvvetlerin boyle bir sorumlulugu olmamasini benim mantigim almiyor"

KLASIK HALE GELEN CARPITMALARINIZDAN BIRISI. SILAHLI KUVVETLERIN MENSUPLARI SUCLAMALAR KONUSUNDA MAHKEMELERDE YARGILANIYOR. BU GERCEGI BILE CARPITMISSINIZ. BIR DE SIZIN MANTIGINIZA GORE APO ILE ISBIRLIGI YAPILABILIR VE PKK YAPTIKLARINDAN SORUMLU DEGILDIR. ULKEYE GELIRLERSE, BARIS ADINA, YAPTIKLARI KANUNSUZLUKLARA GOZ YUMMALIYIZ. NE MANTIK, NE HUKUK BILGISI!!!......

"Darbe icin faaliyet gosterenler varsa onlarin cezalandirilmasi kadar gecmis darbecilerede yargi yolunun acilmasinin gercek demokrasi icin sart oldugunu dusunuyorum…...."

HATIRLIYOR MUSUNUZ, YUKARIDA BAYKAL'IN 12 EYLUL DARBECILERININ YARGILANMASI ISTEGI ILE DALGA GECIYORDUNUZ. OYSA BU YAZINIZDA GERCEK DEMOKRASI ICIN BUNUN SART OLDUGUNU SOYLUYORSUNUZ. TABII, BU YAZIYI YAZDIGINIZ DA HENUZ BAYKAL ONERISINI GETIRMEMISTI. NEYMIS, MUHALEFET DOGRU SOYLESE BILE ONU DESTEKLEMIYORMUSSUNUZ, AMA SONRA "BU IKTIDARA PRIM OLUR DIYE DEMOKRASIYE KARSI CIKANLAR VAR" FALAN DIYE YAZABILIYORSMUSSUNUZ.

"Insanlarin "Bu mevkiide,bu yasta,bu saglik durumundakiler boyle seyler yapmaz" yaklasimlari mantiksiz....Italya'da yapilan operasyonda yuzlerce mevkii sahibi,sanatci,burokrat'in bu islere karistigi goruluyor.....Zaten bu tip insanlarin katilmadigi bir yapilanmanin ne basari sansi olabilirki?....."

EVRENSEL HUKUK ILKELERINDEN ZERRE NASIBINI ALMAMIS BIR KISININ CARPITMALARI. DEMOKRASILERDE, KIMSE SUCU KANITLANMADAN YILLARCA HAPISTE TUTULMAZ CUNKU YARGILAMA TUTUKSUZ YAPILABILIR. HELE HELE BU INSANLAR, BU ULKEYE YILLARCA HIZMET ETMIS REKTORLERSE, BUROKRATLARSA, TERORLE MUCADELE ETMIS KAHRAMANLARSA...SIZ VE SIZIN GIBILER, BU KONUYU ANLADIKLARI HALDE OLAYI CARPITIP BU KISILERIN HAPISTE KALMALARINI VE OLMESINI DESTEKLIYOR SONRA "DEMOKRASI VE HUKUK" ISTIYORUZ DIYOR.

SON OLARAK SUNU YAZAYIM. HUKUKA SAYGIYI BU YASINIZA KADAR OGRENEMEMISSINIZ, BUNDAN SONRA DA OGRENECEGINIZI SANMIYORUM. AMA HAKSIZ YERE TUTUKLU INSANLARA HER LAF ETTIGINIZDE HAKETTIGINIZ KARSILIGI ALACAGINIZA EMIN OLABILIRISINIZ.

SIZE APO ILE ISBIRLIGINIZDE ACIKCASI BASARISIZLIKLAR DILERIM.

LAZIO
22-11-2009, 14:44
Sn Gozlemci,

Yazilarimdan yaptiginiz alintilardan,benim kirli emellerimi ortaya cikaran carpitmalari ustaca yakalamissiniz......Her ne kadar carpitmalarim neticesi kendimi gericimi,fasistmi yoksa asiri liberalmi hissetmem gerektigini anlamasamda,acikcasi kendimden urktum....

Ustelik bunlari buyuk harfle (Sanal dunyada bagirmak anlamina gelir) yazmaniz .....Hele hele yaptigim elestirilerin muhatabinin bu forum uyeleri oldugunu ima etmeniz,ne yalan soyliyeyim son derece etkileyici olmus....

Her birine deginmeye ne vaktim nede sabrim musaait degil ama,

Ornegin;

"Hakkinda iddiada bulunulan silahli kuvvetlerin kendi kendisini yargilayip verdigi (hic beklenmedik!) karari sevincle karsilayip.....Sevinci fazla belli olmasin diye "12 Eylulu yargilama"onerisini ortaya atan.....Sosyalist Enternasyonel uyesi Ana muhalefet partisi Baskaninin halet-i ruhiyesini M.Barlas (Kendisinden pek hazetmesemde) guzel ozetlemis...."

Ifadesinden benim 12 Eylul yargilanmasina karsi ciktigim sonucunu cikartmanizi ustaca ve son derece mantikli buldugumu ifade etmek durumundayim....

Ne diyeyim......TOUCHE....

Sakin ola bundan sonra size cevap yazmamami,sizi kaale almiyorum diye yorumlayin......Sebebi,tahmin ettiginize yakin bir yasta olmama ragmen,bir turlu Evrensel hukuk bilgisine sahip olamamdir.....Selamlar....LAZIO

--------------------------------------------------------------------------

buena vista
22-11-2009, 17:26
Bekir Coşkun

22.11.2009
BİZİM evde herkesin iki katı kadar bayram vardır.
Muhterem karımın bayramları geldiğinde ona saygıyla katılırım. Mumları
birlikte yakar, yumurtaları birlikte boyarız.
Ama sıra benim bayramımı kutlamaya geldiğinde... Diyelim ki bu önümüzdeki
Kurban Bayramı’nda...
Eğer din adamlarımızın emrettikleri biçimde kutlayacak olursak bayramı, şöyle
olması gerekir:
Bir sevimli koç satın alıp, arabamın bagajında eve getirip arka bahçeye bağlamam lazım.
O bağırmaya başlar...
Muhterem karım “Ağlıyor...” diye koşar...
Ona buzdolabından marul ve maydanoz götürür... Mikrop kapmasın diye benim koyduğum su leğenini atıp damacanadan taze su koyar...
Postal’ın fırçası ile onu tarar...
Gece üşümesin diye benim paltomu giydirmeye kalksa da itiraz ederim, o da
altına kilim serer..
Ben bıçakları geceden bilerken koşup gelir, ona isim bulmuştur:
“Meloşko...”
O gece uyumaz, koç her melediğinde gidip bakar, karnı mı acıktı, sancısı mı var...
(.........)
Yine misal; bayram sabahı kalkarız, benim elimde bıçaklar, karım sorar:
“Şimdi ne yapacaksın?..”
“Meloşko’yu keseceğiz... Usulü üçe bölünür, biri bize, üçte biri eşe dosta, üçte
biri fakirlere...”
Muhtemelen o ağlar:
“Parasının tamamını fakirlere versek olmaz mı?..”
Olmaz...
Çünkü önceki gece televizyonda
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kararı açıklandı; kurban parasını vermek, kurbanı
kesme ibadetinin yerine geçmiyor...
İlla kan akıtılacak...
Mutlaka can alınacak...

Böylece; ortaçağdan bir adım beri gelmeyen din adamlarının elimden aldıkları
bayramımın sadece mutsuzu ve şaşkınıyım...
Ve her Kurban Bayramı geldiğinde...
Alıp başımı giderim...

bcoskun@htgazete.com.tr

ar_de_
22-11-2009, 18:10
Ama hangi Taha Akyol ???


Sorup duruyor: Ama Hangi Atatürk? Mazallah biri cevap vermeye kalksa!.. Muhafazakarı mı,
liberali mi, yoksa Atatürk`süz Türk milliyetçiliği yapan Taha Akyol`u mu muhatap alacak?
Aslında çok takdir ediyorum; `elalem ne der...` meselesine hiç takılmıyor.
Hiç, `Çelişki, faydacılık mevzuları derin, balıklama atlayıp boğulmak da var` hesabı yapmıyor... `Ben daha `Ama Hangi Atatürk?`diyemeden adamın biri çıkar da `Ama hangi Taha Akyol`diye sorar` diye paniklemiyor...
Boşuna cevap vermeye kalkmayın. `Hangi Atatürk` değil zaten sorunu. Bir tatminsizliğin ifadesi olarak `Ama` hangi Atatürk?
Ebelemeye çalıştığı `eser` değil, `eseri meydana getiren zihniyet`. Dön dolaş `Islak imza hangi elin ürünü` meselesi işte. `Ama hangi cumhuriyet?`
`Türkleşerek, Osmanlı`da `müslüman kavramına dayandığı için olmayan Kürt Meselesi`ni yaratan Cumhuriyet mi?`
Orhan Pamuk`tan hallicesi yani...
Madem `Resmi ideolojinin örtbas ettiği gerçekler`in peşindesiniz. Yolunuz açık olsun. Yolunuz açık olsun ki, devşirme saray tarihçilerinin, menfaatperest vezirlerin, siyasi iktidarların doldur boşaltlarıyla hazırlanan okul kitaplarının dayattığı `ayrılık`ları da sorgulayabilin...
Bir gün de `Ama hangi Türk?` diye sorun mesela... Ya da `Ama hangi Müslüman?` kurcalayın bakalım...
Olmaz mı diyorsunuz? Neden?
Hoşgörü ve diyalog ortamında `mozaik` içinde mutlu ve mesud yaşadılar masalı elinizde patlarsa çok mu kızar iktidarlı abiler?
Kurduğu devletin zulmünden kaçmak için kendi kendisine tehcir uygulayan, takıye ile derebeylerine sığınan mazlum insan hikayelerini mi anlatmak zorunda kalırsınız?
`Başını kes, kanını dök, üzülme, Baban bile olsa Türk`ü katlet` diyen saray dalkavuklarını anmak mı gerekir?
Kırmızı başlıklı Türkmenlerin, padişah fermanıyla `Kızılbaşlara kılıç sallayarak Allah`a gaza ve cihad, devlete kulluk ederlerse ödüllendirilecekleri` vaad edilen kürt beylerinin önüne nasıl atıldığını görmek irkiltici mi olur?
Devşirme vezirler saltanatlarını sürdürebilsin diye sırayla Türklerin önce dillerinin, sonra topraklarının, sonra inançlarının, sonra da yaşam haklarının ellerinden alındığı, `Etrak-i bi idrak` diye hor görüldükleri mi çıkar ortaya?
İslamiyet`le tanıştıktan sonra Kuran`ı Kerim`den anladığını, anlatılanı yaşamaya çalışan o naif kültürün, siyasi hesaplarla nasıl yozlaştırıldığı, nasıl Arap emperyalizminin taşeronu yapılmak istendiği mi gelir akla?
Olsun varsın! Tarihin gerçekleriyle yüzleşmek değil miydi maksadınız?
Bu tarihi gerçekleri `Türk Milliyetçisi` haykırmazsa, kim haykıracak dünyaya?
Kim kıracak Türk kimliğine takılan asırlık prangaları? `Türklük gurur ve şuuru...` diye başlamıyordu sizin hikayeniz?
Bu kadarını dahi söyleyemeyecekseniz ne diye hala `12 Eylül döneminde MHP İdare Kurulu Üyesi olarak ünlü MHP davasında idamla yargılanan ve 14 ay hapis yatan Taha Akyol` diye anons ettiriyorsunuz kendinizi?
`Eğitip` sokağa saldığınız binlerce cana yazık. Yoksa onlara da böyle mi anlattınız Türk Milliyetçiliği`ni? Bu yüzden mi `çileye talip` olmalıydı ölüme koşan binlerce genç? Bir Türk devletinde, Türk olmanın neden bedel ödemeyi gerektirdiğini sorgulamamak için mi?
İdeolojiler `tuzak` diyorsunuz ya kimi zaman yazılarınızda, yoksa `ipin ucu`nu bahane ederek Türk Milliyetçiliği`nin içini boşaltmak, Atatürk`süz, Türk`süz, tarihsiz, kimliksiz bırakmak, genetiğiyle oynamak, devleti `Türkleşmekle` itham eden milliyetçiler yetiştirmek de tuzak mıydı?
İyi ama kimin tuzağı?


( http://www.sonsuz.us/ tan alıntı )

dentist
22-11-2009, 18:16
Sayın buena vista sizin ve Bekir Coşkun'un iyi niyetine tam olarak inancım olmakla birlikte kurban meselesi hatırladığım kadarı ile zamanında hissenet sayfalarındada tartışılmıştı ve oradada fikrimi belirtmiştim.

Kurbanın tartışılması kanımca hem tartışanları üzecek hemde dini bir vecibe tartışıldığı için bir çok insanı rencide edecektir. Bu cümleyi yazarken amacım bu konu forumda tartışılmasın anlamında değildir. İsteyen istediği kadar konuyu tartışabilir hatta kesilmesin diye düşünme ve tartışma hakkınada sahip olabilir ama benim bu konuda söylediğim en önemli konu şudur, eğer bir insan vejeteryan değilse gidip marketlerden dizi dizi etleri alıp evinde pilav üzeri yapıyorsa veya hamburgerini , pizzasını yiyorsa bu konuda tartışma hakkına sahip değildir.

Bu yazı öncesi internette kısa bir araştırma yaptım acaba Bekir Coşkun etyemezgillerdenmi diye ama neticede köpeği Pako haricinde bir veriye ratlayamadım eğer vejeteryansa yazıları onun en doğal hakkıdır ama değilse o sadece hayvanların kesilmesini görmekten rahatsız olup yemekten rahatsız olmayanlar grubundadır.

Ha bu arada bugün tesadüf Carrefour da gezerken gördüğüm köpek yemi (veya maması ) üzerinde yazan bir yazı dikkatimi çekti . '' Yüzde 70 et içerir ''yazıyordu. Acaba vejeteryan insanların besledikleri köpeklerdemi vejeteryan yoksa bu işi sadece spor olsun diyemi yazıyor vede yapıyorlar.


Sonuç olarak söylemek istediğim şudur ki kurban kesilirken izlemek benide fazlası ile rahatsız ediyor ve birileri o bıçağı benim boğazıma dayamışlar gibi hissediyorum ama malesef ki hayat birçok hayat döngüsü ile dolu ve et de özellikle çocuklarımız için çok değerli bir besin kaynağı.

Ama ben vejeteryanım yemem ve de yenilmesine aracılık etmem der ve bunu uygularsanız size saygım sonsuzdur.

AnnE
24-11-2009, 07:26
Fatih Altaylı
RTÜK Başkanı tersten haklı

24.11.2009 07:26

RTÜK Başkanı, televizyonlardaki öpüşme ve sevişme sahneleri için diyor ki: "Şu toplumun milli ve manevi değerleri ile Etiler'de oturanların milli ve manevi değerleri aynı mı?"
RTÜK Başkanı demek istiyor ki, Etiler'in ahlak anlayışı ile Türkiye'nin geri kalanının anlayışı aynı değil. Etiler'in ahlak anlayışı, Türkiye'ye pek uymaz.
Bunu da Türkiye'nin en çok izlenen dizilerini görerek, bilerek söylüyor.
RTÜK'ün Sayın Başkanı'na bir hatırlatmada bulunayım.
O sözünü ettiği dizilerin reytingi 13-14 civarında. Basit bir hesapla, bu dizilerin her birini yaklaşık 7-8 milyon kişi izliyor.
Etiler'in toplam nüfusu ise bunun onda birinden bile az.
Tabii benim asıl merak ettiğim, RTÜK Başkanı, "Etiler" olarak tanımladığı sosyal grubun milli ve manevi değerleri ile Türkiye'nin geri kalanının örtüşmediğiyle ilgili fikri nereden edinmiş?
Gazete haberlerinden olabilir mi?
Çünkü RTÜK Başkanı haklı.
Mesela kendi öz kızı ve öz kızından olma torunuyla beraber olan adam Etiler'de değil, Türkiye'nin geri kalan bölümünde bir yerlerde yaşıyordu.
Müezzinin eşiyle basılan imam da Etiler Camii imamı değildi.
Hüseyin Üzmez de 14 yaşındaki kızla Etiler'de basılmadı.
Daha onlarca örnek sayabilirim ama uzatmaya gerek yok.
RTÜK Başkanı haklı.
Milli ve manevi değerler, Prof. Davut Dursun'un da dediği gibi her yerde bir değil.
Reytingler de bunu gösteriyor.
Zaten televizyonlardaki bu "ahlaksız dizileri" de bir Etilerliler izliyor, bir Çinliler.

neron
25-11-2009, 08:54
http://www.arka-bahce.org/forum/showthread.php?t=237&page=2

Master ın aktardığı yazıyı tekrar kopyalamışım.

neron
25-11-2009, 10:27
http://www.milliyet.com.tr/Yazar.aspx?aType=YazarDetay&ArticleID=1166074&AuthorID=60&Date=25.11.2009&b=Izmirliden%20Izmirliye...&a=Ece%20Temelkuran

Ece Temelkuran

İzmirliden İzmirliye...

25 Kasım Çarşamba 2009

Beyrut’tayız. En yakın iki dostumu hakiki Beyrut meyhanesine götürdüm. Çiğ ciğerin bile yendiği bir yer burası. Dördüncü günümüzde dostlarımdan biri bir sessizlikten sonra şöyle dedi:
“Arkadaş ben herhalde bayağı başarılı bir cumhuriyet projesiyim. Etrafımda Arapça konuşuldukça geriliyorum.”
İçimize yerleşmiş, öğretilmiş ırkçı tohumlardan kurtulmak hiç de kolay değil. Hatta onların orada olduğunu anlamak bile çaba, deneyim ve derin bir samimiyet gerektiriyor. Ermenilerin ‘alçak’, Kürtlerin ‘hain’, Alevilerin ‘kızılbaş’, Arapların ‘pis’ olmadığını biliyorsunuz belki, ama bunu ta içlerinize sindirmek, daha önemlisi onlarla eşit olduğumuzun ‘bilincine varmak’ bizlerin geçtiği eğitimden sonra aslında ciddi bir kişisel çaba gerektiriyor.
Siyah bir köpeğe ‘Arap’ adını takmanın gerisindeki ırkçılıktan tiksinmeyi kaç kişi becerebiliyor?

Kürtlerin unutmadığı
İzmir’de DTP konvoyuna yapılan saldırı, son bir iki yıldır İzmir’e ve Kürt meselesine yakından bakan kimseyi şaşırtmamıştır. Hatta olaydan birkaç gün önceydi, benim de katıldığım bir toplantıda bu konudaki endişeler dile getirilmişti. Bir süredir de sadece İzmir değil, Ege illeriyle ilgili benzer endişeler vardı.
Öncelikle şunu söylemek lazım. DTP konvoyunda Kürtlerin geleneksel giysileri olan ama zaman içinde ‘gerilla kıyafeti’ olarak belleklere yerleşen kostümlerin çocuklara giydirilip zafer işareti yaptırılması tepki yaratacak bir tavır.
Ama bunu yapanların niye yaptığını anlamak lazım. Bu, Kürtlerin vaktiyle bir gecede kamyonlara, otobüslere doldurulup Ege illerinden gönderilmesine bir tepkiydi. İzmir’de yapılan cumhuriyet mitinginde, kürsüden verilen ırkçı nutuklara bir tavırdı.
Ege ilçelerinde küçük küçük patlak veren, ana haber bültenlerinde çok yer bulmamasına rağmen Kürtlerin hafızasına yerleşen ırkçı saldırılara bir cevaptı. Kürtler bunları unutmadı.

İzmir’in unutmadığı
Öte yandan, İzmir’de olanlara olumlu ya da olumsuz bir tepki vermeden önce neyin, neden olduğunu anlamak gerekiyor. Yukarıda sözünü ettiğim toplantıda bir arkadaşımız bir gözlemini dile getirdi. Dedi ki, “Doğal olarak demokratikleşmenin yanında olmasını beklediğiniz insanlar giderek milliyetçi, ırkçı bir söyleme sahip çıkıyor. Yanınızda olmasını beklediğiniz insanlar Kürtlerle eşit olmayı savunduğunuzda sizinle konuşmaz oluyor.”
AKP’nin ‘açılım yapılacaksa biz yaparız tavrı’, Ergenekon sürecinde yaşanan, eleştirmekten korkar hale geldiğimiz toplumsal yarılma, iktidardaki siyasi hareketin ‘gâvur İzmir’ anlayışı, Kürt açılımının geniş bir toplumsal mutabakata dayandırılmadan, anlatılmadan aceleye getirilmesi DTP’ye yapılan saldırının zemini hazırladı.
Aşırı milliyetçi gösterilere karşı olabiliriz ama bilmem kaç tane genç adamın protez bacaklarını masaya koyup “Bunun hesabını kim verecek?” diye sorması da önünde ancak hürmetle eğileceğimiz bir acının, kaybın ifadesi. Kürtler, kendilerinin Ege illerinden kovuluşunu nasıl unutmuyorsa İzmirliler ya da benzer tepkileri dile getiren şehirler de çocukları ‘vatan için’ ellerinden alınmış kadınların Habur’dan sonra ağlayışını unutmadı.
Bu unutmayışlar barıştırılmadıktan sonra, dilim varmıyor ama, küçük patlamalarla başlayan bir iç savaş tehlikesi bile var ufukta.

Konuşun!
Bir de şu var... Benim İzmir’imde kimse kimsenin Alevi mi, Ermeni mi, Kürt mü olduğunu sormazdı. Nerelere gelindi. İzmir’de bu olaya üzülen, yaşananlardan ürken insanlara söylüyorum:
Bilenin bilmeyene borcu var. AKP’ye duyulan tepki ve ülkenin nereye gittiğine dair endişesini Kürtlere öfkeye tahvil eden İzmirli ahbaplarınızla konuşun. Israrla konuşun. Onlar size “AKP’ci oldu”, “Liboş oldu” dese bile konuşun.
Her gece adalara doğru kadeh kaldıran, karşı kıyıda oturan kaybettikleri kardeşlerinin hâlâ hüznünü duyan bir şehir, Kürtlerin kederini de anlar. Zaten bu mesele birbirimizin kederini anlamak değil midir? Açılım-saçılım meselelerinden en iyi İzmirliler anlar. Bilirler: Bu iş AKP’ye bırakılmayacak kadar ciddidir!

LAZIO
28-11-2009, 14:12
Aydın Doğan Beyefendi Hazretleri'nin bazı gazetelerine bir haller oldu ki değme gitsin...
Yok canım, artık "bana bulaşmıyorlar" bir süredir, onu kastetmiyorum. Belki utandılar, belki sıkıldılar, bilemem.
"Hükümete ve gündeme bakışlarında" belirgin bir değişiklik var.
Dün sabah birini açtım baktım, aaa, say ki Taraf gazetesi mübarek!
"Kafes" operasyonunda önce verilmeyen, sonra da verilen "tutuklama kararlarına" övgüler düzmüşler... "Geç kaldıkları" için de "lisan-ı münasip" ile özür dilemişler...
İşin ciddiyet kazanmasını beklemişlermiş, onun için topa girmemişlermiş...
Gayrımüslim vatandaşlara saldırılar düzenlemeyi, azınlık gazetelerini okuyanları fişlemeyi, müzelere bomba koyup çocukları öldürmeyi planladığı ve bunu da "ülkede kargaşa yaratmak, hükümeti sarsmak ve Avrupa'yı Türkiye'den soğutmak" amacıyla düzenleyeceği ileri sürülen bir darbe örgütü söz konusu... Özellikle deniz kuvvetlerinde odaklanmış, içinde amiraller falan olan bir cunta... Ortada henüz karar yok tabii, soruşturma ve bazı albaylarla yarbaylar için tutuklama var.
Aydın Bey'in bir başka gazetesi, Mustafa Balbay'ın "ben Silivri'deyim, paşalar nerede" lafını pek beğenmiş, birkaç gündür yazıp duruyor.
Biz söylesek hakaret ederlerdi, Balbay "onlardan" ya, kıymete binmiş...
"Madem bizim arkadaşları yaktınız, onları da yakın" demeye getiriyorlar...
Hayrola beyler, gözünüze ne göründü?
Şimdi cuntacılar hakkında tutuklama kararı çıktı diye sevinen, konuyu "vakitlice yazamadığı" için özürler dileyen sizler, şu ünlü "cumhuriyet mitinglerine" elinde tuzlukla koşanlar değil misiniz?
Son üç-dört yıldır hükümete en ağır şekilde saldıran, bizlere de en ağır hakaretleri edenler kimlerdi?
Aydın Bey ve Zafer Bey istedikleri inşaat izinlerini koparabilsinler diye hükümeti devirmeye çalışan, Türkiye'yi durduk yerde babalayan, okuyucunun sinirlerini yay gibi gerdikçe geren, huzur kaçıran, "memleket ha battı ha batıyor" havasını yaratan kimdi? İstediği gibi at oynatabilmek için "zayıf koalisyon" fikrini sürekli işleyen kimdi?
Şimdi de "vallahi billahi biz çok demokratız" havaları...
Ne o yavrular, "yandaş" mı kesildiniz? Utanmıyor musunuz "liboşlara" destek olup "zinde kuvvetleri" yıpratmaya?
"Atatürk sağ olsaydı" bu yaptığınıza ne derdi bakalım?
Acaba bunda, birdenbire keşfettiğiniz "demokrasi aşkınızın falan" mı etkisi var, yoksa Aydın Bey'in vergi cezasını ödememek için çevirdiği bütün manevralar fos çıkınca sizde şafak attı mı?
"Belki kendimizi bu şekilde affettiririz" düşüncesi mi ağır basıyor, yoksa Aydın Bey'in gazeteleri ister istemez satacağı şimdi kafanıza dank etti de, "yeni gelecek patrona" hazırlık mı yapıyorsunuz?
İyi ama böyle küt diye de dönülmez ki yahu... "Basında Ertuğrul ilkelerini" mi uyguluyorsunuz? "Ben öyle bir dönerim ki dönme hızıma kimse yetişemez" demişti...
Bu kadar mı acil yahu durumunuz? Vah vah.
Aslında bu olup bitenlerde şaşılacak bir şey de yok. Bazı ciğerleri herkes tanır.
Yakın zamana kadar başınızda "bundan böyle vallahi billahi yalan haber yazmayacağız" diye manşet atmış bir adam yok muydu?
Ona bir şey olmaz. O gene kurtulur, siz yanarsınız... Söylemedi demeyin.

Engin Ardic/Sabah

-------------------------------------------------------------------------

Master
29-11-2009, 13:58
O soruları patronuna sor Engin Ardıç!

Sabah Gazetesi’nin 3. sayfasını işgal eden bir yazar var. Geçmişte Cem Uzan’ın eteklerinin altına sığınmış, patronunun her türlü allengirli işini savunan bir pozisyona girmişti.

‘’Yeni sağ’’ın yükselen temsilcisi Uzanların güvenini kazanabilmek için, geçmişte bir şekilde ‘’bulaştığı’’ sola küfrederek ‘ekmeğini kazanırdı.’ Uzan, kiminle kavga etmek istese, işaret fişeğini atar, Engin Ardıç da ‘’durumdan vazife çıkararak’’ görevini yerine getirirdi. Bu ‘’saadet zinciri’’ yıllarca böyle sürdü gitti. Kendini sermayeye kabul ettirebilmek için olmadık numaralar çeviren Ardıç, ‘’işçi düşmanlığı’’nda da en ön safa geçti. Hakkını arayan temizlik işçilerine İnterStar TV’den olmadık küfürler etti.

PATRONLARIN DİKKATİNİ ÇEKMEK İSTEDİ

İşçi düşmanlığı, sermaye hayranlığı ve kendini patronlarına kabul ettirebilme, sevdirebilme ihtiyacı, Ardıç’ın karakterinin temelini oluşturdu. Ne zaman ki; Uzanların ‘’saadet zinciri’’ dağıldı, Ardıç kendine hemen yeni bir patron arayışına girdi.

1990’lı yılların başından beri hak arayan tüm kesimlere nefretini kusan Ardıç’ın bunu neden yaptığı sorgulanabilir. Bu soruya kuşkusuz psikologlar, belki de psikiyatristler bir yanıt verebilecektir. Ama görünen o ki; sola olan nefretinin altında, hayatında hiçbir zaman hak arama cesareti olmaması yatıyor.

ÖNEMLİ OLAN ALDIĞI PARA

Ardıç, kendini kayıtsız-şartsız bir şekilde burjuvazinin hizmetine adamıştır. Onun için ‘’ona kimin para verdiği’’ değil, ‘’ne kadar aldığı ve kime ne kadar küfredeceği’’ önemlidir. Hayatının hiçbir döneminde ‘’hak arama’’ cesaretini kendinde göremediği için, emeğinin karşılığını isteyen, daha özgür bir dünya düşleyen kişilere nefret kusar.
Çünkü; demokrasi mücadelesinin bir bedelinin olduğunu bilir. Bu bedel, Ardıç’ı evinde ‘’günde 10 film izlemekten’’ mahrum bırakabilir. O işin kolayını bulmuştur: Küfret ve para al!

YİNE SAHNEYE ÇIKTI

Ardıç bu günlerde yine en iyi bildiği işi yapıyor. Akşam Gazetesi’nde Mustafa Kemal Atatürk’e küfrederek, AKP’nin dikkatini çekmeye çalıştı bir süre... Sürekli olarak, sola, CHP’ye, demokrasi mücadelesi verenlere saldırdı. Akşam’daki yazıları kısa sürede sonuç verdi: AKP eliyle, TMSF’nin denetiminde olan Sabah’a transfer edildi. Hem de kamu kaynaklarıyla… Ardıç, küfrettiği ve küçümsediği ‘’kamu’’nun paralarını almakta herhangi bir sakınca görmedi. Belki de kafasında bir ‘’değer yargısı’’ oluşmadığı için yaptığında bir beis de görmedi.

BU NASIL LİBERALİZM?

Oysa ki; eğer liberalizmi savunuyorsa, ‘’kamu’’dan para almayı reddetmesi ve ‘’hür teşebbüs’’le pazarlık yapması gerekirdi. Ama bu tipler, ne liberal, ne de demokrat olamadıkları için, bu tür ‘’etik’’ yaklaşımların onların zihninde karşılığı olmaz. Onların kafasında, ‘’etik’e dair hiçbir şey yoktur. Onlar için önemli olan paradır. Yarın CHP iktidarında da kendilerine yer bulmak için, ‘’en sıkı Kemalist’’ olurlar.

Engin Ardıç gibiler, şu sıralar, ‘’yükselen değer’’ olan AKP’den nemalanıyorlar. Devletin ‘’ayrıcalıklı’’ kredisiyle alınmış olan Sabah’ta, kamunun parasıyla kamuya küfrediyorlar. Bunu da ‘’demokrasi’’ adına yapıyorlar. Ardıç, sola küfredip aklınca bizlere ‘’demokrasi’’ dersi verirken, gazete binasının önündeki grevi görmezden geliyor. Emekçiler, en temel hak olan ‘’örgütlenme hakkı’’nı kullanmak istedikleri için kapının önüne konuluyorlar. Ve grev, mahkeme kararıyla sona erdiriliyor.

GÖREV ADAMI!

Ardıç bunları bilmeyebilir. Çünkü; evinden dışarı çıkmadığı ve günde en az 10 film seyrettiği için olan bitenden haberdar olmayabilir. Zaten olmasına gerek de yok. O kendisine verilen görevi, layıkıyla yerine getiriyor. Birgün CHP’ye, birgün Genel Başkanımız Sayın Deniz Baykal’a, diğer gün de muhalefetteki diğer partilere sövüyor. Ardıç sövdükçe, gazetenin tirajı da düşüyor. Yazı İşleri ve Reklam Grubu, bu yüzden toplantıda kavga ediyor.

TİRAJ DÜŞTÜKÇE KAVGA BÜYÜYOR

Reklamcılar, ‘’Gazetenin okuru B Grubu’na döndü. Reklam alamıyoruz’’ diyor. Yazı İşleri ise, AKP’ye hizmet etmenin verdiği güvenle, yaptıklarının doğru olduğunu savunuyor. Hafta içi 260 bine düşen tirajda, belli ki Ardıç’ın da büyük payı oluyor.
Bu ‘Ardıç Kuşu’ geçen hafta Sayın Genel Başkanımıza, ardından da bize yönelik bir yazı kaleme aldı. Önce üstünde durmak istemedim. Ciddiye almaya gerek görmedim. Fakat; içinde o denli ‘’cahilce’’ söylemler vardı ki; ‘’Bu kadar cehalet sadece eğitimle olur’’ sözü aklıma geldi. O yüzden, Ardıç Kuşu’nun cehaletiyle zehirlenen okurlarına bazı gerçekleri anlatmakta fayda var diye düşündüm.

NE DEDİĞİMİZİ BİLE ANLAMAMIŞ

‘’Ardıç Kuşu’’ AKP’ye yaranmak için, bizim ‘’Florya Güneş Plajı halka açılsın’’ eylemiyle aklınca dalga geçmiş. ‘’Güneş Plajı’’ ile ‘’Güneş Motel’de yapılan pazarlığı’’ bile ayırd edemeyen Ardıç Kuşu, daha baştan ‘’falso vermiş.’’ Bizim ‘’Burada Ata’mız da denize girerdi, biz de girmek istiyoruz’’ söylemimizi aklınca ‘’eleştirmiş.’’

Ardıç Kuşu demiş ki; ‘’Böyle Atatürkçü olunuyorsa, Gürsel Tekin Haydarpaşa’dan trene binsin, Ankara’ya gitsin. Uçağa binmesin.’’

ARDIÇ TARİH DE BİLMİYOR

Ardıç gibi bilimden uzak kafalar, ne Atatürk’ü anlar, ne CHP’yi… Bu yüzden, Ardıç’a biraz ‘’tarih’’ biraz ‘’ekonomi’’ biraz da ‘’siyaset’’ anlatmak gerekiyor:
Engin Ardıç, “Atatürk uçağa binmezdi” diyor. Eğer o günün koşullarında Atatürk isteseydi, en ileri model uçağa biner, Cumhuriyet kurulduktan sonra yurt dışı gezi yapsaydı, son model uçakla giderdi. Ki; Atatürk, ‘’İstikbal Göklerdedir’’ diyerek, iki türlü mesaj vermiştir.

Bilimi ve teknolojiyi o dönem dahi yakından takip eden Atatürk, uçak almak istese, onun da en ilerisini ve kalitelisini alırdı. Atatürk’ün yurt gezilerinde treni tercih etmesinin temel nedenleri vardır. Birincisi genç Cumhuriyet’in demiryolu hamlesine verdiği önemi göstermektir.

NEDEN DEMİRYOLU?

İkincisi yurt gezilerinde mümkün olduğunca halkla birlikte olmak, halka katılmak, halkla kaynaşmak arzusudur. Üçüncüsü tren yolculuğundan keyif almasıdır. Uçağı tercih etmemesinin temel sebeplerinden biri de bineceği bir planörün düşmesidir. Bu belki Atatürk üzerinde psikolojik bir etki yaratmış olabilir.

AKP MİLLETVEKİLİNE SORSAYDI...

Unutmamak gerekir ki: Atatürk’ün Türkiyesi, hem de özel girişimcileri eliyle (Nuri Demirağ ve Vecihi Hürkuş), Türkiye’de uçak yapabilen, yerli uçak sanayisi kurabilen ve ürettiği uçaklar Türkiye’de uçarken, yurt dışından sipariş alan bir Türkiye’dir. Ardıç, bu konuda Demirağ’ın halen AKP milletvekili olan torunu ve Ardıç’la aynı gazetenin çizeri olan Salih Memecan’ın eşi Nursuna Memecan’dan bilgi alsa iyi eder. Cehaletini belki biraz da böyle kapatabilir.

Şimdi yeniden dönelim sahil meselesine:

Ardıç, halkın Florya sahilinde denize girmesini istememizden neden rahatsız oluyor? Ardıç halktan neden bu kadar nefret ediyor? Nedir halka olan bu kini? Halk Florya sahilinde denize girse, Ardıç buna niye öfkelenir? ‘’Milli irade’’nin denizden, sahilden yararlanmasına karşı çıkmanın anlamı nedir? Ayrıca, Ardıç Kuşu’nun nemalandığı AKP, iktidara geldiğinde, ‘’İstanbul’daki tüm sahilleri halka açacağız’’ diyordu.

'KADİR TOPBAŞ AKP'LİLERİ ZEHİRLİ PLAJA SOKUYOR!'

Ardıç Kuşu, Kadir Topbaş’ı aklamak isterken, ‘’Orada kolibasili var, bu yüzden kapalı’’ diyor. İyi ya Ardıç Kuşu, anlamadığın yer de tam burası. Belediyenin görevi, ‘’sahili temizletip halka açmaktır.’’ Biz de ‘’belediye görevini yapsın’’ diyoruz. Senin mantığın tam da, ‘’Okullar olmasa Milli Eğitim’i ne güzel idare ederdik’’ anlayışı: ‘’Kolibasil var, kapatalım sahili.’’

Hayır, o sahil açılsın ve herkes denize girebilsin. Ardıç Kuşu, okuduğunu anlamadığı için, ne istediğimizi de bilmiyor. Orayı hala kapalı sanıyor. Oysa ki; biz şunu istiyoruz: ‘’SAHİL HERKESE AÇILSIN.’’

AMAN TOPBAŞ DUYMASIN, İŞİNDEN OLURSUN

‘Herkese’ kapatılan sahil, SADECE AKP’lilere açılıyor. AKP’liler orada denize girebiliyor. Belediyede çalışan bürokratlar ve eşleri, Güneş Plajı’ndan yararlanıyor. Ardıç bunu bilmediği için, ‘’Orada kolibasil var, bu yüzden kapalı’’ diyerek Kadir Topbaş’ın, kendi personelini zehirlediğini de söylemiş oluyor. Aman bir daha böyle laflar etme, Sabah’taki köşenden olursun… Ne olduğunu bile anlamazsın…

YAZILARINDA EDEBİ ÜSLUP DA KALMADI

Ardıç Kuşu, aynı yazıda, eskisi gibi kıvrak olmayan kalemiyle, bize bazı sorular yöneltiyor. ‘’Efendim Atatürk gibi yaşayacaksanız, onun gibi eski yazıyı niye kullanmıyorsunuz?’’ diyor. Safsatanın ötesine geçmeyecek bu sözleri, Ardıç’ın önce kendi patronuna sorması gerekmiyor mu? Ne diyor Ardıç’ın meslek büyükleri: ‘’Patronuna soramayacağını, başkasına da sormayacaksın.’’

O halde, Ardıç’a birkaç soru da biz yöneltelim:
Bu sorulara cevap verirse ‘’düzeyli ilişkimiz’’e devam ederiz. Cevap veremediği taktirde, başka sorular da sorarız:

ARDIÇ BUNLARI NEDEN SORMUYOR?

Biz insan olarak da, Atatürkçü bireyler olarak da, sosyal demokrat bir parti olarak da sahillerimizin halka açık olmasını, halkın plajlardan ücretsiz ya da çok makul ücretlerle yararlanmasını, sahillerdeki parklardan ücretsiz yararlanmasını, uygun fiyatlarla çayını, kahvesini içmesini, deniz temizse ve koşullar uygunsa denize girmesini savunuruz.

Peki Sn. Ardıç siz, o sahildeki rantsal dönüşümü ve bunun getireceği büyük parasal bölüşümü yazmamayı, şehrin yeşil alanlarının, parklarının, sahillerinin talan edilip, yandaş sermayeye verilip, beton yığınlarına dönüşmesini görmezden gelmeyi, üzerine gitmemeyi gazeteciliğin gereği saydığınız için mi, bunları kaleme almıyorsunuz?

CHP’nin siyasi geleneğinde ilericilik, çağdaşlık, halkçılık, devrimcilik var. Peki sizin tetikçiliğini yaptığınız başbakanın siyasi geleneğinde ne var? Gudbettin Hikmetyar’ın dizinin dibinde oturmaktan, demokrasiyi tramvaya benzetmekten başka?

BU ÖĞÜTLERİ PATRONUN OLAN BAŞBAKAN'A VERMEYİ UNUTMA KÖŞENDEN

Bugünü açıklamak için ille de siyasi tarihe ve ideolojik geçmişe bakmak gerekirse, ki biz geçmişimizle övünüyor ve ona sahip çıkıyoruz, tetikçiliğini yaptığınız başbakanın da uçağa binmemesi, deveyle seyahat etmesi gerekir. Diş fırçası kullanmayıp, misvak kullanması şarttır. Takım elbise yerine, sarık ve cüppeyle gezmesi kaçınılmazdır. Traş olmayıp sakal bırakması, çocuklarını ‘’büyük şeytan’’, ‘’Siyonist’’ ve ‘’Hristiyan’’ ABD’ye işletme okumaya değil, Mısır’a El Ezher Üniversitesi’ne hadis ya da fıkıh eğitimine yollaması elzemdir.

Yine çocuklarının, damatlarının, gelinlerinin ve dünürlerinin medya, bilişim, iletişim, denizcilik, kuyumculuk gibi ileri teknolojinin yoğun olduğu sektörlere heves etmemesi, hayvancılıkla uğraşması gerekir. Eğer o kesmiyorsa hacı yağı, zemzem, gülsuyu ya da kahve ticaretiyle ilgilenmelidirler.

AMA ATA BİNMESİN SAKIN!

Yine bu mantıkla başbakanın tatillerini 7 yıldızlı, süper lüks otellerde değil, Arabistan çöllerindeki Bedevi çadırlarında geçirmesi gerekmez mi? Bilgisayara meraklı olan başbakanın, bu alışkanlığından hemen vazgeçip, ‘’ya lelli’’ dinlemesi ya da cirit oynaması gerekir. Ama ata binemediği için ciritten uzak durmasını tavsiye ederiz.

‘’Güneş Motel’’ pazarlıklarını Güneş Plajı’yla karıştıran Bay Engin Ardıç’ın, AKP’nin yaptığı hiçbir pazarlığı anımsamaması, gazetecilikle değil, ancak ruh ve sinir hastalıkları uzmanlarının ilgi alanına girecek kimi hastalıklarla açıklanabilir.

VAKTİN OLURSA, GEL KAPİTALİZM İLE EMPERYALİZMİ DE ANLATAYIM

SON BİR NOT DAHA: Engin Ardıç, “Gürsel Tekin”in ticari faaliyetleri” derken, ne tarih, ne siyaset, ne de iktisat bilmediğini ortaya koymuş. Çünkü kişinin ticaret yapması ayrı şey, soysal demokrat dünya görüşünü savunması ve Atatürkçülüğü benimsemesi ayrı şeydir. Yine kişi hem ticaret yapıp, hem de vahşi kapitalizme ve onun ileri, sömürücü bir aşaması olan emperyalizme karşı çıkabilir. CHP bu anlamda serbest ticareti de, sosyal devleti de aynı anda savunan bir partidir. Ve yine CHP, aynen Atatürk’ün dediği gibi, “bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı” bir partidir.

(*) ‘’Ardıç Kuşu’’ nasıl yaşar, nereden beslenir? Okurlarımız bunu internetten öğrenebilirler.

CHP İstanbul il başkanı Gürsel Tekin

+++++

Minik Hatırlatma : Uğur Mumcu; Çetin, Ahmet ve Mehmet Altan için şöyle diyordu: “Cuntacı, holding soytarısı liberal tosunlar” (“Para ve Faiz”, Cumhuriyet, 22 Ekim 1988)

LAZIO
02-12-2009, 13:35
Esitlik anayasanin esitlik ilkesine aykiriymis......Bu kafayla AKP daha cok secim kazanir......Herhalde en cok onlar seviniyordur....

--------------------------------------------------------------------------
Bu Danistay Tanzimat Fermanini da iptal ederdi

Danıştay’ın Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) tarafından hazırlanan yeni üniversiteye giriş yönetmeliğinin bazı maddelerinin yürütmesini durduran kararı hakkında adam gibi bir tartışma yapmayı fazlasıyla hak eden bir karar.
İzninizle önce kararı hatırlatayım: YÖK’ün yönetmeliği, meslek liseleri de dahil bütün ortaöğrenim kurumlarında uygulanan alan seçme yöntemini baz olarak alarak çeşitli alanlardaki öğrencilere gitmek isteyecekleri fakülte veya bölümlerin alanlarına girmeleri için ortaöğrenimdeki başarı puanını eşite daha yakın katsayılarla çarpıyordu.
Danıştay, diyelim düz bir lisenin fen bölümünde okuyan öğrencinin durumunu ‘kazanılmış hak yaratan hukuki statü’ olarak kabul etti ve başka okulların başka alanlarından mezun olmuş öğrencilerin aynı ‘hukuki statü’ye girebilecek olmasını Anayasada yazılı ‘eşitlik’ prensibine aykırı gördü.
Bana göre burada öngörülen ve ‘hukuki statü’ adı verilen durumlardan yola çıkan bir ‘eşitlik’ görüşü, sadece son derece çarpık bir eşitlik görüşü değil, aynı zamanda hani şu çok söylenen klişe ifadeyle ‘Atatürk cumhuriyetinin kazanımlarını yok etme’nin kapısını aralayan, bir hayli gerici bir karar.
Deniyor ki, ‘Danıştay imam-hatip mezunlarına üniversite yolunun açılmasını kapatmak için ideolojik bir karar verdi.’
Evet doğru, Danıştay’ın ilgili dairesinin hakimlerinin oybirliğiyle aldığı bu karar bence de ‘ideolojik’ ama bu ideolojiyi o hâkimlerin adına hareket ettikleri Atatürk duysa herhalde çok ama çok sinirlenirdi. Çünkü karara esas teşkil eden ideoloji, Cumhuriyet’in eşit vatandaşlık anlayışına kökünden karşı.
‘Hukuki statü’ kavramı, 1776 Amerikan ve 1789 Fransız Devrimleriyle tarihin çöp sepetine atılmış arkaik bir kavram. Bu devrimlerden önce, özellikle de 1789’dan önce kıta Avrupasında neredeyse bir kast sistemi uygulanıyor, toprak köleleri olan ‘serf’lerden, toprak sahibi ‘lord’lardan, gücünü ve meşruiyetini nereden aldığı meçhul bir aristokrasiden vs. söz ediliyordu. Bunların her biri birer ‘hukuki statü’ idi ve aşağı basamaklardaki bir ‘hukuki statü’den yukarı doğru tırmanmak imkansızdı.
Modernist devrimler işte bunu yok etti, onun yerine eşit vatandaşlığı getirdi, klişe deyimle ‘İmtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle’ yaratmayı kendine hedef edindi.
***
Dün bir arkadaşımla, itiraf edeyim biraz da sıkılarak, bu konuyu tartışırken, arkadaşım, ‘Bu Danıştay’ dedi, ‘O zamanlar var olsaydı Tanzimat Fermanı’nı da iptal ederdi.’
Gülmeye başladım. Haklıydı arkadaşım. 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı, Osmanlı’nın Müslüman ve gayrimüslim tebasını kanun önünde eşit kıldı.
Oysa, bugünkü Danıştay’ın bakışıyla bakacak olursak, o zamanlar Müslümanların bir ‘hukuki statü’sü vardı ve gayrimüslim teba aynı statüye yükselerek Müslümanlar aleyhine ‘eşitliği bozuyor’du.
Bugün üniversiteye giriş sistemini altüst edip bir milyondan fazla öğrenci ve ailesini bir kaosun ortasına atan karar tam da bu anlama geliyor.
Diyelim bir meslek liseli, hadi imam-hatipli, lisede görmediği ders türlerini üniversite sınavında başarabiliyor olsa bile, kendisi adına ailesinin dört yıl önce yaptığı seçimin esiri olmak zorunda, yani kendi alanı dışında bir üniversiteye gidemeyecek.
Hadi bazı kendine ‘çağdaş’ diyen Türkler için imam hatipteki çocuklar ‘harcanabilir’ insanlar, peki Anadolu lisesi veya kolej veya düz lisede ailesi tarafından fen okumaya yönlendirilen ama aslında mimar olmak isteyen, avukat olmak isteyen, Türk dili edebiyatı okumak isteyenler de mi ‘harcanabilir’ çocuklar, hayat boyu mutsuzluğa mahkum edilmesi gereken insanlar?
Bir nevi ‘İşçisin sen işçi kal’ kararı bu.
***
Eşitlik çok büyük ve çok önemli bir kavram. Duyduğumuzda hepimiz bu kavramın her boyutunu bildiğimizi düşünüyoruz ama aslında bilmiyoruz. Özellikle Danıştay’ın ilgili dairesinde bu karara imza atan hakimler, maalesef ‘eşitlik’i doğru bilmiyorlar, bu kavramın cumhuriyet rejimini yaratan modernist felsefenin içinde nereden doğup bugün hangi noktaya geldiğini bilmiyorlar.
Biz, modernizmin ve cumhuriyetin öngördüğü eşitliğin de ötesine geçip, toplumun dezavantajlılarına pozitif ayrımcılık uygulanmasını, böylece onların da eşitlikten yararlanmasını konuşurken Danıştay kavramı yüzyıllarca geriye götürüyor.
Onlara kalsa kadın-erkek eşitliği için, eğitimde fırsat eşitliği için, eğitim kurumlarına erişimi kısıtlı gruplar ve sosyal kesimler için daha avantajlı üniversiteye giriş sistemi kurmak için vs. mücadele etmek çok anlamsız. Danıştay’ın aynı dairesine sorulsa, belki özürlülere işyerlerinde kontenjan ayrılmasını da ‘eşitlik’e aykırı bulacaklar, bu kadar geri bir noktadalar anlayacağınız.
***
Tanzimat Fermanı’nın beğeneni var beğenmeyeni. Ama bir gerçek var: Bugün idarenin bütün işlemlerine yargı yolu açıksa ve bir Danıştay’ımız varsa, o yolu açan gelişmelerin başında Tanzimat Fermanı geliyor.
Bence Tanzimat Fermanı’nı iptal etme olasılıklarını yeniden gözden geçirmeli Danıştay’ın hakimleri. Verdikleri kararın ardındaki ideolojiyi ve felsefeyi öğrenmeye çalışmalılar.

Ismet Berkan Radikal

ar_de_
08-12-2009, 12:26
Tuzu kuru civan, ve aç işsizin göz altı morartısı!

Yılmaz Dağdeviren, emek vermiş, zaman ayırmış, ter dökmüş “tuzu kuruluğun kıyaslanabilir tablosunu” çıkartmış, bana gönderdi.

Sizin de bilginiz olsun.

Kesin, bir kenara koyun.

Ülke Norveç:

Kişi başı milli geliri: 98.000 $.

Milletvekili maaşı: 7.500 $.

Yan ödeme: Yok.

Emeklilik: 65’ten sonra.

Maaşın milli gelire oranı: % 7.6.

Ülke İsviçre:

Kişi başı milli geliri: 65.000 $.

Milletvekili maaşı: 4.200 $.

Yan ödeme: Yok.

Emeklilik: Yok.

Maaşın milli gelire oranı: % 6.4.

Ülke Danimarka:

Kişi başı milli geliri: 64.000 $.

Milletvekili maaşı: 5.000 $.

Yan ödeme: Yok.

Emeklilik: Yok.

Maaşın milli gelire oranı: % 7.8.

Ülke Finlandiya:

Kişi başı milli geliri: 52.000 $.

Milletvekili maaşı: 4.000 $.

Yan ödeme: Yok.

Emeklilik: Memur gibi.

Maaşın milli gelire oranı: % 7.6.

Ülke Hollanda:

Kişi başı milli geliri: 52.000 $.

Milletvekili maaşı: 5.660 $.

Yan ödeme: 150 $.

Emeklilik: Memur gibi.

Maaşın milli gelire oranı: % 10.8.

Ülke Avusturya:

Kişi başı milli geliri: 50.500 $.

Milletvekili maaşı: 8.100 $.

Yan Ödeme: Yok.

Emeklilik: Yok.

Maaşın milli gelire oranı: % 16.

Ülke Belçika:

Kişi başı milli geliri: 47.000 $.

Milletvekili maaşı: 5.064 $.

Yan ödeme: 1.423 $.

Emeklilik: Yok.

Maaşın milli gelire oranı: % 10.6.

Ülke İngiltere:

Kişi başı milli geliri: 46.500 $.

Milletvekili maaşı: 6.200 $.

Yan ödeme: Londra kenti

9 gidiş-geliş bileti.

Emeklilik: Memur gibi.

Maaşın milli gelire oranı: % 13.3.

Ülke Fransa:

Kişi başı milli geliri: 46.000 $.

Milletvekili maaşı: 4.648 $.

Yan ödeme: Yok.

Emeklilik: 55 yaş sonrası.

Maaşın milli gelire oranı: % 10.

Ülke İtalya:

Kişi başı milli geliri: 40.000 $.

Milletvekili maaşı: 9.150 $.

Yan ödeme: Yok.

Emeklilik: Memur gibi.

Maaşın milli gelire oranı: % 22,8.

Ülke İspanya:

Kişi başı milli geliri: 37.000 $.

Milletvekili maaşı: 2.312 $.

Yan ödeme: 1.500 $.

Emeklilik: Memur gibi.

Maaşın milli gelire oranı: % 4.

Ülke Çek Cumhuriyeti:

Kişi başı milli geliri: 21.000 $.

Milletvekili maaşı: 1.900 $.

Yan Ödeme: Yok.

Emeklilik: Yok.

Maaşın milli gelire oranı: % 9.

Ülke Litvanya:

Kişi başı milli geliri: 15.000 $.

Milletvekili maaşı: 820 $.

Yan ödeme: Yok.

Emeklilik: Yok.

Maaşın milli gelire oranı: % 5.4.

Ülke Polonya:

Kişi başı milli geliri: 14.000 $.

Milletvekili maaşı: 1.893 $.

Yan ödeme: Yok.

Emeklilik: Yok.

Maaşın milli gelire oranı: % 13.5.

Ülke Ermenistan:

Kişi başı milli geliri: 4.000 $.

Milletvekili maaşı: 200 $.

Yan ödeme: Yok.

Emeklilik: Yok.

Maaşın milli gelire oranı: % 5.

Ve ÜLKE TÜRKİYE.

Kişi başı milli geliri: 10.000 $.

Milletvekili maaşı: 5.600 $.

Yan ödeme: Harcırahlı.

Emeklilik: Yaş sınırı yok.

Çifte emekli geliri var.

Maaşın milli gelire oranı: % 56.


***


Bu tablodan siz nasıl bir ders çıkartırsınız bilemem, benim aklıma gelen şu oldu: Kulübedeki işsiz ile villadaki tuzu kurunun göz altı morarması aynı olamaz.

Necati Doğru

AnnE
10-12-2009, 07:35
http://www.haberturk.com/yazioku.asp?id=11414

MERHABA Sayın Altaylı,
Ben Doğu Anadolu'dan, Bingöl'den yazıyorum size.
41 yaşındayım ve kamuda çalışıyorum.
Zaza'yım ama bizim coğrafyamızda Zaza-Kürt ayrımı bilinmediği için Kürt vatandaşıyım.
Ben de her Kürt gibi uzun zaman gayet iyi bir Kürt milliyetçisiydim.
Doğal olarak zamanla evlendik, çoluk çocuk sahibi olduk, devlet kurumlarında göreve başladık, olgunlaştık. Hayata bakış açımız da bizimle birlikte olgunlaştı.
Bölgemizde 90'lı yıllarda çok zor günler geçirdik. Öyle ki, görevimiz nedeniyle sabah evden çıkarken akşam nasıl döneceğimiz meçhuldü. Herkeste bir karamsarlık, bugün nasıl bir haber gelir, nasıl bir felaket yaşanır, ne olaylar olur endişesi vardı.
Her gün yol kesmeler, araç yakmalar, insanları katletmeler ve bütün bunlardan memnun olan insanlar...
Ve bütün bunları yapanlar, Kürt halkının haklarını savunanlardı sözde. Oysa ben bir Kürt olarak kimseye "Silahını al, dağa çık, beni savun" dememiş, kimseye bir vekâlet vermemiştim. Ben bir Kürt vatandaşı olarak devletin kurumunda çalışıyorum, maaş alıyorum. Devletten aldığım maaşla ailemi geçindiriyorum, çocuklarımı büyütüyorum, iyi bir gelecek sunmaya çalışıyorum.
Bana bugüne kadar "Sen Kürt vatandaşısın, hastaneye gelme, bankaya gelme, belediyeye gelme, çocuklarını bizim okulumuza gönderme" diyen olmadı. Ya da Kürt olduğum için hiç horlanmadım. Bu benimle de sınırlı bir durum değil, genel bir durum.
Ama anlamadığım, ben Kürt olmamdan ötürü ekstra bir sıkıntı çekmezken neden birileri benim hakkım için ortaya çıkıyor?
Son günlerde ülkemizde yaşananlar, neredeyse taşıdığım Kürt kimliğinden nefret etmeme sebep oluyor. Çünkü ben, hak diye hayatının baharında bir genç kızın yakılmasını hazmedemiyorum. Ben, hak diye belediye otobüsünü yakıp, ertesi gün belediye otobüsünü kullanan zihniyeti anlayamıyorum. Ben, hak diye bankalara saldırıp, ertesi gün o bankaya gidip işlem yapan zihniyeti anlayamıyorum. Hak diye kamu ortak alanlarını talan edip, ertesi gün orayı kullanmaya çalışan zihniyeti de anlayamıyorum.
Anlamıyorum, anlamak da istemiyorum.
Ben, hak deyip fakir fukaranın evladını şehit eden zihniyeti, amacımız bölünmek değil, devlet kurmak değil deyip Türk bayrağına saldıran zihniyeti anlamak istemiyorum.
Ben bugün Tokat'ta şehit edilen evlatlarımızın, Mehmetçiklerimizin cenazelerinde atılan sloganların dolaylı da olsa muhatabı olmak istemiyorum. Ben kimsenin benim hakkımı savunmasını, kimliğim için mücadele etmesini de istemiyorum.
Ve biliyorum ki, benim bu düşüncemi taşıyan milyonlarca Kürt vatandaşı var. Onlar da her akşam benim gibi başlarını yastığa koydukları zaman bu duygularla debelenip duruyorlar.
Sayın Altaylı diyeceksiniz ki, "İyi de kardeşim bunları bana niye yazıyorsun?"
Size bir şey söyleyeyim.
Ben bir Kürt olarak, sözde benim haklarımı savunmak için ortaya çıkanların ve sözde bizden olanların yürüttükleri olumsuz politikalar ve yaptıkları vicdanlara sığmaz davranışlar nedeniyle kendi çocuklarımın geleceğinden endişe ediyorum, biliyor musunuz?
Ben bugün Tokat'ta şehit düşen askerlerimizle ilgili haberlerinizi okurken mensubu olduğum kimlik adına derin utanç duydum. Boğazım düğüm düğüm oldu. Kendi oğlumu ve kızımı düşündüm ve bir kez daha utandım.
Ben, kimsenin bizim hakkımızı savunmasını istemiyorum.
Ben, aklıselim her Kürt vatandaşın bunu haykırmasını istiyorum.
Umarım sizi rahatsız etmemişimdir. İçimden geldi yazdım.
Katlandığınız için teşekkür ederim.
Esen kalın...

Bunu yazan da bir Kürt

SAYIN Altaylı, ben Vanlı bir hemşerinizim ve Kürt kökenliyim. Son zamanlardaki gelişmelerden oldukça rahatsızım. Bu olaylardan beni en çok etkileyeni de Serap'ın katledilmesidir. Elbette Emine Ayna'nın saçma sapan açıklamaları ve DTP nin provokasyonlarını saymıyorum bile.
Bütün bu gelişmelerden rahatsızım ve eminim ki benim gibi hisseden milyonlarca Kürt var.
Artık bizim bir şey yapma zamanımız geldi (geç bile oldu).
Ancak nasıl bir araya geleceğimizi, hangi kanalları kullanacağımı bilmiyorum. Serap ve Serap gibi şiddet kurbanı insanlar için bir şey yapmak gerekiyor. Böyle bir kanal varsa beni haberdar ederseniz minnettar kalırım.

Bu da Türkiyeliden

MERHABA Fatih Bey,
Kriz dönemine rağmen işlerim çok iyi, aile hayatım çok huzurlu ama ülkemin bu durumu beni hiç mutlu etmiyor.
Aslımın Türk mü, Kürt mü olduğunu bilmiyorum. Ama her zaman kendimi Türk olarak hissettim ve gurur duydum. Askerliğimi Kuzey Irak'ta tim komutanı olarak yaptım. Ülkemin her yerinden gelen o muhteşem insanları kardeşim bildim ve bir kardeşi özler gibi özlüyorum. Her ölümün yasını tuttum. Tıpkı Serap Eser'in yasını tutar gibi.
Hayatımda beni hiçbir şey, Emine Ayna'nın Serap'ın ölümü üzerine söylediği söz kadar üzmedi. Bir insan bu kadar mı kin ve nefret dolu olabilir. Şu an ona karşı olan duygularım, beni insanlığımdan alıkoyacak kadar kötü.
Bu yaşadığımız sorunların tek nedeni, çocukların sevilmediği, kadınların hiç olduğu, güce tapılan bir aile yapısı.
Her zaman arızalı insanlar yetiştiren bu ortamlar düzelmedikçe Emine Ayna'lar her zaman olacak.

Bu da bir öğrenci

GAZETENİZDEKİ haberi görünce içim acıdı, hayatımda hiç böyle olmamıştım.
Millet olarak şehit haberlerine duyarsızlaşmıştık ama bu farklıydı.
Şehit Fatih, aldığı 120 liralık er maaşının 100 lirasını annesine gönderiyormuş.
Ben hem öğrenim kredisi hem de liseyi birincilikle bitirdiğim için özel burs alan 21 yaşında bir üniversite öğrencisiyim.
Ailemle yasadığım için çok harcamam olmuyor.
Rica etsem, Fatih'in annesinin varsa hesap numarası ya da ona bir şekilde ulaştırabileceğim bir yol varsa bana iletir misiniz?
Kenarda biriktirdiğim 150 liramın 50 lirasını Fatih'in yerine onun annesine bu ay ben göndermek istiyorum.
Şimdiden teşekkür ederim.

LAZIO
16-12-2009, 13:14
Türk faşistleri, Kürt faşistleri

Çok karmaşık gibi görünen bazı meseleler aslında çok basittir. Fakat insan ağaçlara bakmaktan ormanı göremez. Son günlerde olup bitenleri özetleyelim. İsterseniz bu aynı zamanda bir "vaziyet ve manzara- i umumiye tablosu" olsun:
Türk demokratları ile Kürt demokratları, "adı konulmamış düşük yoğunluklu iç savaşın" artık bitmesini istiyorlar.
Çok adam öldü, çok can yandı, çok da para harcandı... Bu işin "sonu yok" düşüncesine ulaşıldı.
Amiyane tabirle "maçın berabere bitmesine" razı oldular. Satranç deyimiyle "pat" olunacaktı.
Kürtler'e açık seçik "stadyumdan çıkarken bağırıp çağırmayın, taşkınlık yapmayın, biz kazandık havalarına girmeyin, maganda gibi sağa sola ateş etmeyin, sabırlı olun, biz bu maçı adım adım, sessiz sedasız bitireceğiz" denildi... "Açılım" dedikleri aha budur. Üstelik Amerika da böyle istedi, Avrupa da. Bu da işimize geldi.
Türkler, berikilere, "kültürel haklarınızı verelim, ayaklanmayı durdurun, ama siz de kırmızı çizgiyi geçmeyin, bağımsızlık ya da federasyon gibi taleplerinizden vazgeçin" dediler.
Ilımlı Kürtler bunu kabul ettiler. Kimileri yeterli bularak, tatmin olarak, kimileri "hele dur bakalım, şimdilik böyle olsun da..." diyerek... Birçok Kürt de, "iş büyürse bugün sahip olduklarını bile yitirme tehlikesinden" korkuyor.
Fakat savaşın bitmesini istemeyen iki "blok" var:
Türk faşistleri ve Kürt faşistleri.
Birisi savaşı belki daha yıllarca sürdürüp ötekileri "hepten tepelemek" istiyor. Bunun çok zor, hatta imkânsız olduğunu, kazanamayacağını biliyor ama kimisi "yiğitlik belasına", kimisi de savaştan çıkar sağladığı, para kazandığı için sürdürüyor...
Öteki de, esas olarak "eroin ticaretinden" çok para kazandığı için, barışa asla yanaşmıyor.
İki taraf da gerginlik ortamının sürmesinden yana, tam ortalık yatışacak gibi olduğu zaman hemen ateşe benzin sıkıveriyor...
Bu amaca ulaşmak için kimi zaman iki tarafın "İŞBİRLİĞİ" yaptığını bile gördük!
Cephanesi biten PKK militanlarına "çatışmaya devam etmeleri için" iki kamyon cephane göndermeler...
Tam açılımda yeni bir adım atılacağı zaman pusu kurup birkaç Türk askeri daha öldürmeler...
"Türk derin devleti" içinde "PKK'ya tüyo verenler" mi var?
Eğer varsa, bundan büyük şerefsizlik, vatana bundan büyük ihanet olur mu? Asılmaları gerekir bu şerefsizlerin...
Muhalefet de, basınıyla birlikte, korkunç bir sorumsuzluk içinde, yangına körükle gidiyor.
Birkaç oy daha almak uğruna, tek başına asla kazanamayacağını bildiği seçimden "belki bir koalisyon çıkar da bir ucundan yapışırım" umuduyla...
Bazı basın şerefsizleri de "patronun paracıklarını kurtaralım da bize de birkaç kuruş kalsın" çabası içinde, barış yanlılarına geçiriyorlar da geçiriyorlar... Memleket batsın, yeter ki hükümet düşsün...
İç savaş düşük yoğunluklu olmaktan çıkarsa, hep birlikte kına yakarlar!

Engin Ardic



--------------------------------------------------------------------------

ar_de_
16-12-2009, 20:48
Bizde adettir kına yakmak. Kına üç şey için yakılır:
1-Evlenecek kızlara kına yakılır, gittiği yere kurban olsun diye(el üstünde tutulması anlamında)
2-Kurbanlık koyuna kına yakılır, allaha kurban olsun diye
3-Askere gidene (mehmetçiğime) yakılır, vatana kurban olsun diye

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı aptal değildir, dünyayı kasıp kavuran ultra-faşist düzenin ülkemizdeki yansımaları yüzünden silkinip ayağa kalkamıyor olması Engin Ardıç ın önerilerini hak ettiğini göstermez.
Engin Ardıç ın önerdiği kına bizim gönlümüze-göreneklerimize uygun değildir.
Ama eğer isterse kendisi deneyebilir :)

ar_de_
16-12-2009, 21:49
Engin Ardıç sinirimi bozdu hızımı alamadım devam ediyorum :)

Ben Türkiye nin batısında bazılarının deyimiyle "gavuristanda" yaşıyorum.

Bizim halıcılarımız, tatlıcılarımız, kuruyemişçilerimiz, kebapçılarımız, otobüsçülerimiz vs var; 20-30-40 yıldır burada aynı sokakta çalıştığımız, aynı apartmanda yaşadığımız, aynı okula gittiğimiz, içiçe kardeş gibi yaşadığımız... Gelin alıp damat verdiğimiz, birbirimize karıştığımız...

Biz onlara bugüne dek hiç "Kürtler" diye hitap etmedik. Malatyalı halıcı, Antepli kuruyemişçi, Mardinli otobüsçü, Urfalı kebapçılarımız onlar.

Bugüne dek yaşadığımız tek sorun; yazlık sitemizde "bana Kürt olduğum için kötü davranıyorsunuz, sitenin yöneticisi olayım da görürsünüz gününüzü..." diyen paranoyak abinin onbeş yıldır aynı sitedeki hemşehrilerinden bile oy alamayıp henüz seçilemeyişi olmuştur :)

Engin Ardıç ın bahsettiği "adı konulmamış düşük yoğunluklu iç savaşın" aslında halkın gerçeği olmadığını, küçük gruplar tarafından pompalandığını "Türkler de Kürtler de" çok iyi biliyorlar. Küçük grupların çıkarları, kompleksleri ve çatışmaları yaşam savaşı veren halka ait değil. Her ne kadar şivelerimiz, adetlerimiz, alışkanlıklarımız, isimlerimiz, renklerimiz, folklorumuz farklı da olsa hepimiz maddi beklentilerimizi insanca karşılamak ve manevi değerlerimizi korumaktan başka birşey istemeyen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıyız.

Dolayısıyla bu yapay kavga istenilen sonuca ulaşmayacaktır.

Biz farklı-ayrı değil, çeşitli-bir aradayız.

Yaşamın kuralları büyük-güçlü-nettir. Her sürecin bir sonu vardır.
Hele yaşamın doğal yapısına uymayan oluşumlar daha çabuk tükenirler.
Bu yüzden ne yaşadığım andan, ne gelecekten, ne ülkemden, ne de
vatandaşlarımdan umudumu hiç kaybetmedim :)

Tıpkı Mustafa Kemal Atatürk gibi ...

LAZIO
17-12-2009, 14:30
Yillar once isyerimde Kurt bir nakliyatci vardi…..Kamyonuna butun servetimi yukleyip memleketin obur ucuna gondersem, bir kurus eksilmeden gidecegine adim gibi emin oldugum…..Son derece guvenilir,mert ve cesur bir insan….Ben ona kardes oda bana agbey gibi davranir…Birbirimizi cok severdik…

Bir gun ise gelmedi….hic sesi cikmadi…..Arastirip sorusturduk,ailesinden “Sultanbeylide cikan olaylar sirasinda gozaltina alindigi” bilgisini aldik…..Hemen emniyette calisan bir mudur dostumun yanina gittim ve kendisine bir yalnislik oldugunu onun bu tip olaylara karisacak bir insan olmadigini…..Hepimiz tarafindan cok sevilen ve guvenilen bir insan oldugunu anlattim……Bir iki telefon etti 15-20 dakika sonra burnuma.....yuzunun yarisi esarpla ortulu elinde tasla cekilmis fotografinin faxini dayadilar….Soke oldum…..

Serbest kaldiktan sonra yanima geldi cok mahcuptu….”Neden” diye sordum…..”Ben nekadar anlatsam sen anlayamazssin abi”dedi…..

Belkide hakliydi ….belkide gercekten ben anlayamiyordum…..

Bulgaristandaki soydaslarimizin kendi dillerinde ogrenim yapamamalarina…..kulturlerine sahip cikamamalarina isyan ederken…..Kurtlere neden ayni seyin yapildigini….

Koylerinin bosaltildigi,yakildigi,yakinlarinin hapisde iskence gordugu,yargisiz infaz edildigi,b.k yedirildigi iddialarina…..”Hadi canim olmaz oyle sey”denip arastirilmasina dahi karsi cikildiginda onlarin neler hissettiklerini….

Anlamiyordum…….. yada anlamamak isime geliyordu….

Onun icin bu gun cikipda “Biz onlarla kardes kardes yasiyoruz….sorunu cikaranlar rahat k.ina batan uc bes nankordur”….Yaklasiminin sorunun cozumune ne kadar yarari olur pek emin degilim…..LAZIO

------------------------------------------------------------------------------------

Gozlemci
17-12-2009, 16:45
Melih Asik, 1 Nisan 2006, Milliyet'ten

Eski DEHAP Batman İl Başkanı Mehdi Öztüzün yargılandığı davada beraat etti?
Neydi suçu Öztüzün'ün? Geçen yıl şubat ayında yaptığı konuşmadaki şu sözleri:
- ABD heyetleri bize gelip görüşüyorlar, "Farklılığınızı ön plana çıkarın, milliyetçiliği körükleyin" telkininde bulunuyorlar. Bu konuda tavrımı ve düşüncelerimi açıkladıktan sonra artık heyetler DEHAP İl Başkanlığı'na gelmiyor. Bana göre bu sorunun çözüm yeri TBMM'dir. ABD'nin ve Avrupa'nın oyunları görülmezse, Kürtlerin barış çağrılarına, projelerine karşın 'Hayır, sizi kabul etmiyoruz' denilirse, işte o zaman korkarım ki Türkiye ikinci Yugoslavya olur...
Bu konuşmadan sonra DEHAP, Öztüzün'ü görevden aldı. DEHAP ile seçim işbirliği yapan SHP Genel Başkanı Karayalçın, düzenlediği basın toplantısında, Öztüzün'e giden ABD'linin, Adana Başkonsolosu Scoot Walter Reid olduğunu söyledi....
Türkiye, ABD'den bu konuda bilgi istemek hatta Scoot Reid'i istenmeyen adam ilan etmek yerine... Öztüzün'ün peşine düştü. Öztüzün bir yıl boyunca bölücülükten yargılandı. Neyse ki dava beraatla sonuçlandı.

Gozlemci
17-12-2009, 17:04
Engin Ardic, TMSF'den, yani bizim paralarimizdan 500.000YTL aldi ve bu su ana kadar yalanlanmadi. Ayni adam kalkmis, simdi bakin ne yaziyor!!! Baris yanlilari da PKK oluyor herhalde!!!

"Bazı basın şerefsizleri de "patronun paracıklarını kurtaralım da bize de birkaç kuruş kalsın" çabası içinde, barış yanlılarına geçiriyorlar da geçiriyorlar... Memleket batsın, yeter ki hükümet düşsün..."

Gozlemci
17-12-2009, 17:17
Bölügiray, Sözcü’de Emin Çölaşan’a yazdığı mektuba şöyle devam ediyor:
“AKP’nin Kürtçülük açılımının arkasında ABD var. ABD yıllardır Türkiye’nin boynuna bir Kürtçülük halkası takmış, iplerini elinde sıkıca tutmaktadır.
Bunun son kanıtı Kuzey Irak’taki PKK yuvalarının halen de korunup kollanmakta olmasıdır. Oysa ABD isteseydi bu yuvaları Türkiye’nin de işbirliği ile yok etmek işten bile değildi. Ama ABD bunu yapmak yerine bizimkilere ‘Kürtçülük açılımını’ yaptırmayı yeğlemiştir. Bu açılımın ucu ise bağımsız Kürt devletine uzanmaktadır...”
Açılım diye diye PKK’nın önünü açarsanız sonuç bu olacaktı...
Buyurun ayıklayın pirincin taşını...

Gozlemci
25-12-2009, 06:46
Suheyl Batum, Vatan'dan. Yazinin tamami ilginc ama ozellikle koyulastirdigim kisim bana bazi yalanci ve ikiyuzlululeri hatirlatti.

Nasıl geldik buralara, kimler getirdi?

2000’li yılların başlarını bir hatırlayın. Avrupa Birliği’ne aday ülke olmuştuk. Alırlar mı almazlar mı, orası çok önemli değildi. En azından bundan böyle çocuklarımıza, gençlerimize “işte insan haklarını ihlal eden, işte hukuku gelişmemiş ülkenin çocukları” muamelesi yapamayacaklardı. Onlar, hakları olduğu biçimde, başları yukarıda yürüyebileceklerdi. Buna inanıyordum. Bu yönde anayasal ve yasal değişiklikler yapıyorduk. Kürtçe konuşma yasağı kaldırılmıştı, ceza yargılamasının temel güvenceleri anayasal güvenceye kavuşturuluyordu... İdam cezası kaldırılmıştı. Ceza Kanunu, Ceza Muhakemeleri Usul Kanunu, Polis Vazife Ve Salahiyet Kanunu değiştiriliyordu. AİHM’nin kararları yargılamanın iadesi sebebi olmuştu. Arama, gözaltı, yakalama, tutuklama, uluslararası ölçülere bağlanıyordu. Herkes umutluydu, heyecanlıydı.

Ve oradan geldik buraya. Geldiğimiz yer, hiç kuşkusuz, “otoriter bir rejimin” başladığı nokta. Belki başlangıçta çoğu kimse hatta iktidarın içinde yer alanların bazıları bile farkında değildi. Ama geldik işte...

Daha 2005’te, ortada ne Ergenekon ne dava varken, Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu bir gecede değiştiriliyor ve istihbari dinlemeler için Telekomünikasyon Başkanlığı oluşturuluyordu. Hem de “Başbakan’ın tek başına atayacağı” ve “Başbakan’ın özel olarak yetkilendireceği kişi” ibareleri ile. O zamanlar çok kişi anlamamıştı. Belki yasayı oylayan milletvekillerinin bir bölümü bile. Neden tek başına Başbakan? Üçlü kararname olmaz mıydı? Atama Bakanlar Kurulu’nda yapılamaz mıydı? Sonra yasa Anayasa Mahkemesi’ne götürüldü. Bir baktık ki, bazı gazeteci ya da aydınlar “canım muhalefet de, her yasayı Anayasa Mahkemesi’ne götürüyor” ve “canım bu kadar da demokrasi ve iktidar karşıtlığı olmaz ki” diyorlar. Yasa Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. Ama baktık ki Başbakan’ın tek başına belirlediği kişi, hâlâ orada oturuyor.



***


Ve geldik bugünlere. 19 ay iddianame bile düzenlenemeden süren soruşturmalar; gözaltına almak için zorunluluk ve somut emareler isteyen yasaya karşın, yaka paça alınıp, 4 gün sorgulanan kişiler; gizli telefon dinlemeleri, gizli tanıklar, teknik izlemelerle dolu bir süreç... 30 ay, 15 ay süren tutukluluklar, hukuksuz dinlemeler, Türkan Saylan için yapılan türde aramalar, isimleri bilinmeyen kişiler için dinleme ve teknik izleme kararları...

Bu arada TBB, Barolar, YARSAV, hukukçuların çoğu ve dürüst, namuslu, Türkiye’nin otoriter bir ülke olmasını istemeyen tüm gazeteciler, tüm aydınlar, bu süreci gördü, anladı. Ve bir tek kez bile “suçlular yargılanmasın” ya da “bu komutan ya da profesör nasıl yargılanırmış” demediler. Tam tersine; “soruştur, yargıla ama hukuka uygun olsun” dediler.
Ama öyle bir duruma geldik ki, Van Üniversitesi Genel Sekreteri hücresinde intihar etti. Kuddusi Okkır öldü. Türkiye’nin en büyük tıp uzmanlarından biri olan Mehmet Haberal hastalandı ve tutukluluğu hastanede devam ediyor. Türkiye’nin en genç rektörlerinden Fatih Hilmioğlu, hastaneye, oradan hücresine geri döndü. Şener Eruygur hücrede düştü, beyin kanaması geçirdi. Yarbay Ali Tatar, bir daha hücreye dönmemek için intihar etti.

Onlar ölürken, gazeteciler, aydınlar 30 aydır, 15 aydır, 10 aydır tutuklu iken, “usul kuralları o kadar önemli değil” diyen aydınlar(!) ve gazeteciler yine var. Yine “bunlar usul kuralı” diyorlar. “İtalya’da gladyo soruşturmasında 7 bin kişi tutuklanmıştı” diye uyduruyorlar. Tabii şimdi sizler “biz olanı biteni anlamıyor muyuz,” diyeceksiniz. Ama istiyorum ki, ileride çocuklarımız, “Türkiye neler yaşamış” anlasınlar ve “nasıl buralara gelmişiz, kim ve kimler getirmiş” diye sorgulayıp, bu yapılanların hesabını sorsunlar. Ve inanıyorum soracaklar.

buena vista
25-12-2009, 10:06
Necati Doğru
ndogru@gazetevatan.com

Postallı ayaklar ortalıyor makosenli ayaklar voleyi çakıyor!
Golü kimin yediğini siz, ben, o, hepimiz, bütün halk “bu tümörlü, küflü oyunun sonunda” anlayacağız. Önce olan biteni fark edelim. Postal giymiş büyük büyük generaller, orgeneraller, oramiraller, emekli generaller, emekli amiraller, albaylar, yarbaylar “topu havalandırıp” ortalıyorlar. Sayınlık kokan lacivert takım elbiseli makosen ayakkabı giymiş “dinci muhafazakâr çizgiden Cumhuriyete söve söve gelmiş” başbakanlar, başbakan yardımcıları, bakanlar, eski ve yeni meclis başkanları, milletvekilleri, Fethullah Gülen Hocaefendi soluduğu söylenen savcılar, polis şefleri; “demokrasi-sivilleşme-darbeciliğe son verme” diye var güçleriyle futbolcu Arda gibi yükselip topa çıkarak voleyi çakıyorlar.

Açık tribün ayakta!

Numaralı dalgalanmakta!

Amigolar sevinçle bağırıyor.

Goooollll...

Topu ortalayan hep postal!

Golü atan hep makosen!

Amigolar da hep aynı; bundan önceki cuntalarda (12 Mart-12 Eylül) gençleri kışkırtarak darbe ortamı yaratıp ordunun seçilmişleri indirmesinde rol almış eski dönmüş solcu- eski dönek Kemalist-eski cuntacı-eski Adil Düzenci-sonradan Bilderberg’çi ve kurban derisi toplama düşkünü Müslüman liberal; “Darbe yapacaklardı. Başbakan Yardımcımız Bülent Arınç’ı öldüreceklerdi, zaten Başbakanımız Tayyip Erdoğan’a sayısız suikast teşebbüsü planladılar. Adresin yazıldığı kâğıdı son anda yuttular” diye bağırıyorlar.

7 yıldır hep aynı laflar.

Derin devlet.

Gizli eller.

Provokasyon.

İktidara karşı komplo.

Bu lafları, her fırsatta, her ortamda tekrarlayıp saatlerce, günlerce, haftalarca, aylarca; “darbeciliğe, cuntacılığa, militarizme karşı demokrasi mücadelesi veriliyor, Türkiye, kabuk değiştiriyor ve geçmişiyle yüzleşerek jakoben oligarşiden sivil yönetime geçiyor” diye ilan ediyorlar. Gerçekten bu; “darbeciliğe karşı demokrasi mücadelesi olsaydı” seçimlerden bir gün önce Genelkurmay’ın internet sitesine e-muhtırayı bizzat kendisi yazıp koyan eski Genelkurmay Başkanı ile Başbakan, bildiklerini söylemeyip mezara birlikte götürecek sırdaşlar olabilirler miydi? Gazeteci Mustafa Balbay ile Tuncay Özkan ve Doğu Perinçek içerdeyken darbenin hatıra defterini tutan eski kuvvet komutanları dışarda olabilir miydi? Bedrettin Dalan ile Turan Çömez yurtdışına kaçırılıp unutulur muydu?

Postallar ortalıyor.

Maksonler voleliyor.

Amigolar sevinçli!

Postallı ayaklar, siyah makosenli ayaklara “top ortalamıyor” olsalardı; bugüne kadar 4 defa kalkışıldığı iddia edilen “AKP iktidarını devirme teşebbüsünden” hiç değilse birinin ete-kemiğe bürünmüş belirtisine tanık olurduk. Postallı ayaklar, makosen demokratlarına top ortalamamış olsalardı; “İstihkâm binbaşı ile topçu albay Bülent Arınç’a suikast yapsınlar diye değil, içimizdeki ihbarcıyı bulsunlar diye gönderdik” derler miydi? Hatıra defteri, rivayet, dedikodu, yalan, çamur atmalar, bekleyip bekleyip de Trabzon’da savaş gemisi güvertesinden hiç kimsenin bir şey anlamadığı açıklamalarla değil, Türkiye’nin Anayasası ile kurulmuş Milli Güvenlik Kurulu toplantılarında “Ne yapmaya çalışıyorsunuz” diye hesabı-kitabı sorularak cevaplanırdı. Makosenli ayaklar da gerçekten demokrasi volesi atıyor olsalardı “Mağdur edildik” garibanizminden sıyrılır, Milli Güvenlik Kurulu toplantısında; “Boru dedin, boru çıkmadı, kâğıt parçası dedin, kâğıt parçası çıkmadı, ordu Başbakanlığa bağlıdır, gel bakalım buraya” diye sivil bir dikleniş yaparlardı. Asker askerce duruş, sivil de sivilce dikleniş yapmıyor.

Postallar top ortalıyor.

Makosenler voleyi çakıyor.

Amigolar da makosenli ayakların her topa çıkışını; “darbeciliğe karşı demokrasi volesi” diyen alkışlı yandaş yazılarla süslüyorlar.

Tümörlü, küflü oyun.

Günler böyle geçiyor.

AnnE
26-12-2009, 07:48
Fatih Altaylı
Çukurambar gerçeği

26.12.2009


BANA göre dünün en önemli haberi neydi biliyor musunuz?
“Çukurambar’da yol kenarında park etmiş bir otomobilin durduğu yerde sürekli sallanmasından şüphelenen polisler, otomobile operasyon düzenlediler.
Operasyon sonucunda otomobilin içinde çırılçıplak sevişen bir kadınla bir erkek yakalandı.
Çift, Ankara Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi’nde sorgulandı.”
Türkiye gerçeği, işte bu otomobilin arka koltuğunda.
Çukurambar, yaklaşık 4 gündür Türkiye’nin gündeminde yer alan Ankara’nın “yeni zengin” semti.
Çünkü Bülent Arınç’ın evi orada.
Bülent Arınç’ın evini gözetlemekle suçlanan askerler Çukurambar’da yakalandı.
Çukurambar, 5 gündür polis kaynıyor.
Ve “seks sever” iki vatandaşımız, otomobilde sevişmek için bula bula polis kaynayan Çukurambar’ı buluyor.
Niyesini hiç düşündünüz mü?
Düşünmedinizse ben size söyleyeyim.
Vatandaşlarımızın büyük bölümü böyle bir olaydan haberdar değil.
Ne Bülent Arınç’a bir suikast planlandığı iddialarından, ne bu iddiaların fos çıktığından, ne Türkiye’de basının 5 gündür bununla yatıp kalktığından, ne Çukurambar’ın bu nedenle polis kaynadığından haberi bile yok vatandaşın.
Onun gündemi bambaşka.
O gün çorbayı kaynatacak parayı kazandıysa, akşam da arka koltuğa razı birini bulduysa gerisi hikâye.
Çukurambar’da arka koltukta basılan vatandaş Türkiye’nin aynasıdır.
Neyin gerçek, neyin palavra olduğunun işareti.

buena vista
12-01-2010, 11:21
Hikmet Çetinkaya

Anılar denizinde dolaşıyorum kimi günler...
TEKEL işçilerinin eylemlerinde Alsancak'taki tütün işlememelerini, vardiya çıkışlarını, Tarik Dursun K.'nın "Hasangiller"ini anımsıyorum.
Buca-Alsancak hattındaki banliyö treni ve yaşanan aşklar...
Düşlerimle baş basayım...
Yağmalanan dağlarımızı, ovalarımızı düşünüyorum... Kirlenen denizlerimizi, ırmaklarımızı, göllerimizi...
Ulusalcılık ya da yurtseverlik ezilenin yanında olmak, talana, soyguna karşı çıkmak değil midir?
Yıllar dingin bir ırmak gibi akıp gidiyor...
Toplumun kafası o denli karışık ki, Atatürkçülüğü ve ulusalcılığı "şoven milliyetçilikle" karıştıran, "demokrasi, özgürlük" dediğiniz zaman "Türkiye AKP'den askeri darbeyle kurtulur" tezini savunan, çeteleri kahraman gibi görenler bile var.
Umutlarını askere bağlamış toplumun bir . kesimi!
Belli bir yaşta olanlar Kenan Evren'in 1982 Anayasası'na mutlaka "evet" oyu vermişlerdir. Dillerinde "ulusalcılık" ve "Atatürkçülük".
var yine son günlerde...
Demokrasiye, özgürlüklere, hukukun I.
üstünlüğüne sahip çıkanlara, "Balbây içeride, emekli paşalar dışarıda" diyenlere "dönekler" diyebilecek kadar düşmanlar.
Bunların 20-22 yaşındaki teğmenlerin tutuklu olduğundan bile haberleri yok!
Bir ülkede teğmenler darbe yapabilir mi? Açık açık söyledikleri şu:
"Asker gelsin bizi kurtarsın!"
Bu darbeci kafalar hâlâ akıllanmadı!
Sanıyorlar ki asker darbe yapınca, Türkiye kurtulacak!
Yazık!
*******
12 Marttan, 12 Eylül'den, 28 Şubat'tan ders almamışlar, 27 Nisan "e-muhtırası"nın. AKP'nin ekmeğine yağ sürdüğünün farkına varmamışlar.
Acı ama gerçek bu!
Tarikatçı yapılanmanın nerelere değin uzandığını bilmezler...
Kolaycıdırlar ve aynı şeyi söylerler, baskıcı bir sivil rejimle karşılaştıklarında:
"Asker gelsin bizi kurtarsın!"
Sol ve sosyalist bir siyasi partiye gir ve. demokrasi mücadelesi ver! • .
Girmezler!
Irkçılık, mezhep ayrımcılığı yaparlar! Her Kürt yurttaşımızı potansiyel terörist görürler!
Uğur Mumcu için gözyaşı dökerler ama 6 cinayetin ardındaki "büyük patronun kim olduğunu" öğrenmek istemezler.
Hrant Dink öldürüldüğünde zil takıp oynadılar, biliyorum!
Necip Hablemitoğlu cinayetinin tetikçilerinin bulunmadığını bilmezler...
*******
Ergenekon davasının tüm sanıklarını "kahraman" olarak görürler; çetelerle, mafyayla bağlantılı olanların arasına yurtsever aydınların, gazetecilerin, bilim insanlarının, dağda PKK'yle savaşan genç subayların konulduğundan haberleri yoktur.
Ergenekon davası sulandırıldı ve dava olmaktan çıktı... Davanın omurgası dönüp dolaşıp Balbay'ın günlükleri üzerine kuruldu, Özden Örnek Amiralin "Darbe Günlükleri" önemsenmedi!
Emekli paşalara, darbeseverlere toz kondurmazlar!
Eski İnönü Üniversitesi Rektörü Fatih Hilmioğlu, Ergenekon davasının tutuklu sanıklarından.
İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Erkan Çanak, Hilmioğlu'nun yaşamsal tehlikede olduğu gerekçesiyle salıverilmesini . istiyor. Gerekçe olarak da üç saygın hastanenin raporlarını gösteriyor.
Hilmioğlu'nun karaciğerinde kanser riski var!
Mahkemenin üç üyesinden ikisi "Hayır, tutukluluk durumu kaldırılmasın" d iyon
Benim içimi acıtıyor, ya sizin?
*******
Son sözüm yine sözde Atatürkçü ve ulusalcı geçinen takımla, dinci, tarikatçı, liboş tayfaya.
Birbirinizden farkınız yok!
Sandıkla gelen sandıkla gidecek!
Ezilenden, hukukun üstünlüğünden, demokrasiden yana olacaksınız; asker, sivil ne olursa olsun baskıcı rejimlere karşı tavır alacaksınız.
Kafatasçılık yapmayacaksınız... Ne Türkçülük ne de Kürtçülük!
Anlaştık mı?

CUMHURİYET

LAZIO
24-01-2010, 14:50
Ahmet Altan'dan....Atis serbest.....

-----------------------------------------------------------------------

Dürüst bir medyaya sahip hiçbir ülkede “darbe” olmaz.

Sahtekârlığı, ordunun bazı gazetecileri “fişlediği” dönemde yazıişleri müdürü olmasına rağmen “ben o sırada işsizdim” deme noktasına vardıran, “camilerde insanların öldürüleceği” planları güle oynaya konuşup sulandıran bir fersudeliği sıkılmadan benimseyen insanların yazar, gazeteci, televizyoncu olabildiği bir ülkede darbe de olur.

Gazetelerde çıkan yazıları okuyorum.

Aralarında çok dürüst insanlarımız, çok yürekli yazarlarımız var.

Onları imrenerek, övünerek, sevinerek izliyoruz.

Bir de “darbeci” makulesi var.

Kendi halkına düşman, kendi insanını küçümseyen, çapsızlığını ve yeteneksizliğini “histerik” öfke krizlerinin altına saklamaya çalışan, hem paşalarının paçasına asılıp hem de demokrat görünmek isteyen bu medya mensupları, “darbe planları” karşısında Genelkurmay’dan daha fazla acı çekerek kıvranıyorlar.

Bu olayın “gerçeğini” ortaya çıkarmak, “gerçeği” talep etmek yerine, Genelkurmay’a “yalanlasana bu haberleri” diye yalvarıyorlar.

Genelkurmay’a yalvaracaklarına, “camileri kim bombalayacaktı” diye sorup cevabını arasalar, kendi insanlarının canına kast edenleri bir daha bunlara tevessül edemeyecek hale getirseler ya.

Nerede onlarda o yürek, nerede onlarda o vicdan.

Zor bela buldukları sütunları kaybetmemek için her darbecinin silahına mermi olur bunlar.

Demokratik bir ülkede nasıl yaşayacaklar, ne yazacaklar?

Gür, mert bir sesle darbeye karşı çıkacaklarına, bu “belgelerin niye Taraf’a sızdığını” soruyorlar.

Taraf’a geldi çünkü siz bugüne kadar bunları yayımlamadınız.

Dört alçakça darbeden geçti bu zavallı ülke, hangisinde medya darbecilerle işbirliği yapmadı?

Eğer namuslu gazeteler olsaydı 28 Şubat rezilliği olur muydu?

Çevik Bir’le tombul yardımcısı o “andıçları” yazmaya cesaret edebilir miydi?

Bir yandan “darbe” dualarına çıkıp bir yandan da demokrat görünmek isteyen, darbeye değil de darbenin haber olmasına karşı çıkan bu adamlara benim halisane önerim, “soytarılığı” fazla uzatmamaları.

Altından kalkamazlar sonra.

Medya böyle de, muhalefet nasıl?

“Askerlerin sivil yargıda yargılanmasına” karşı çıkıp koşa koşa Anayasa Mahkemesi’ne giden CHP’nin başkanından bir ses duydunuz mu?

Koskoca parti, kendi vatandaşlarını “camilerde bombalayacak” adamlar karşısında sessiz... Umurunda değil.

Adam utanır da kalkar bir laf söyler.

“Ergenekon’un avukatlığındaki” o ateşli hitabet, darbe planını görünce nereye kayboldu?

Siyasi iktidar, bu darbe planı karşısında daha dik duruyor, eleştiriyor ama bu yetmez, siz iktidarsınız, sorumlu sizsiniz, açıklamalar yapmak, suçlananların hukuka sevk edilmesini sağlamak, ordunun bu darbeci ve hastalıklı yapısını değiştirmek sizin göreviniz.

Anayasa değişikliği için bir an önce harekete geçmezseniz, yeni darbeciler yeni planlar yaparlar.

DTP’nin kapatılması karşısında sessiz durmak, hakkınızda açılacak yeni bir davanın alttan alta biçimlenmesine engel olmayacağı gibi, anayasayı değiştirmemeniz de yeni planların hazırlanmasına engel olmaz.

Artık bu ülkeyi değiştirelim.

Anayasasını, yasalarını, ordusunu, hukukunu, siyasetini yeniden ve dürüstçe biçimlendirelim.

Bizim ömrümüz alçakça darbelerle tükendi, bari çocuklarımız düzgün bir ülkede yaşasın.

----------------------------------------------------------------------

buena vista
28-01-2010, 07:57
ndogru@gazetevatan.com


Bir isim bulmalıyız. Bir sıfat keşfetmeliyiz. Bir tanımlama üretmeliyiz. İster kurmay albay olsun, ister general, ister ordu komutanı, ister genelkurmay başkanı, ister gazeteci, ister iş adamı; kim ki “darbe ortamı yaratmak” için cami bombalamayı, kendi uçağını düşürmeyi, 200 bin kişiyi tutuklayıp stadyumlara toplamayı planlıyor, “o, insanlık düşmanı cani, vicdansız, vatan haini, ahlaksız” biridir.

Bulunmalı.

Hapse konulmalıdır.

Yargılanmalı.

Ağır cezasını çekmelidir.

İster kurmay albay olsun, ister general, ister ordu komutanı, ister genelkurmay başkanı, ister diplomat, ister MİT ya da CIA ajanı, ister gazeteci; kim olursa olsun “camileri bombalayacak, kendi uçağını düşürecek, faşist Hitler ile Mussolini’ye özenerek 200 bin kişiyi stadyumlara dolduracak” bir darbe planından haberli olup da 7 yıl saklayıp gizlemişse buna ne denir?

Ne sıfat verilir!

Hangi tanımlama yapılır?

Darbe planı hazırlamak, pislik. Bu pislikten haberi olup da 7 yıl bekleten, 7 yıl sonra ismini, cismini, yüzünü, rütbesini, cinsini, cibilliyetini saklayarak “Alın size Balyoz Darbe Planları, yayınlayın” diye gazeteciye götüren ne?

Darbe planı yapmak:

Affedersiniz b.kluk.

B.ku 7 yıl gizlemek:

Affedersiniz b.kçuluk.



***


Şaşı olmayalım.

Tek gözle bakmayalım.

Sadece “darbeciyi” görmeyelim, “darbe planından ve darbeciden haberli olanı” da görelim. Gazeteci ahlakımız varsa iki gözle bakalım. 7 yıl beklemişler. 7 yıl sonra bavula doldurmuşlar; 5 bin sayfalık dokümanı ve saysız CD’yi getirmişler “Birinci Ordu’nun hazırladığı Balyoz Darbe Planı” diye gazetecinin eline vermişler.

Gazeteci sormuyor.

Getiren albay, yarbay, general her kimse ona; Balyoz darbe planları, 7 yıl önce; 2003 yılında yapılmış. 7 yıldır sen bu planlardan haberlisin. Yedi yıl bekledin. Camileri bombalayacaklar; dindar, inanmış, masum kişiler ölecek. Korkunç bir tablo. Ülke karışacak. Belki de iç savaş çıkacak. Muhafazakâr mütedeyyin olanlarla Atatürk’e inanmış Laik Cumhuriyetçiler birbirini boğazlamaya kalkacak. Ülkede istikrar elden gidecek. Ekonomi darbe yiyecek. Fakirleşme başlayacak.

Niçin 7 yıl beklediniz.


***


Darbeci, planı yapmış.

Hazırlığı tamam.

Her an harekete geçebilir.

Camileri bombalayabilir.

Uçakları düşürebilir.

Ülkeyi kana bulayabilir.

Çıldırmış, ahmak darbeci, her an bu planını uygulayabilir. Bundan haberli olan ve 7 yıl sonra “bavula doldurup planları ve CD’leri gazeteciye götüren” subayda vicdan, ahlak, insanlık, acıma, din, iman, Allah korkusu, Peygamber sevgisi yok mu? Niçin bu planı öğrenir öğrenmez savcıya gidip, “Savcı bey, muhteris, jakoben darbeciler gizli plan yaptılar, ülkemizde cami bombalayacak, uçak düşürecek, insanların ölmesine sebep olacaklar, harekete geçin, bu katliamı önleyin” demedi.

Darbeci: Vicdansız.

Darbeciyi gizleyen ne?

Ahmet Altan Bey, sizin ve Amerika’dan getirtip ekip olduğunuz kocası CIA görevlisi kızın, toplu iğne başı kadar da olsa “gazetecilik ahlakınız” olsaydı; “Balyoz darbe planlarını” yayınlayın diye size getiren kişiye; “Arkadaş sen 7 yıl neden bekledin?” diye sorardınız.

Darbeyi yapan; b.k.

Darbeyi gizleyen; b.kçu.

B.kçuya sormayan ne?

Ahmet Altan Bey, sen ve darbe şakşakçısı Baban, çok değerli edebiyatçılarımızdansınız; etiket bulmada üzerinize yoktur. B.kçuya; “7 yıl neden bekledin?” diye sormayanlara ne isim verelim?

LAZIO
28-01-2010, 15:26
Irtica ile Mucadele Eylem Plani adli belgenin fotokopisi ortaya ciktiginda,bir cok gazeteci-yazar tayfasi gibi Necati Dogru'da bu belgenin dogru olma ihtimalini inkar etti,kucumsedi,yok saydi hatta alay etti.....

Bir sure sonra belgenin asli ortaya cikinca ve imzanin Alb. Cicek'e ait oldugu kanitlaninca......Necati Dogru cikti ozur dileyen bir yazi yazdi......Adli tibbin tarafli oldugu falan gibi sacmalar yazan hokkabazlar yaninda.....Gercektende mert adammis.....diyecekken......(Belkide gazete yonetiminden gelen zilgit sebebi ile) oturdu......."Onlar darbe planlamislar ama bunlarda haketti" mealinde bir yazi yazip bir cuval inciri berbat etti......Hani "Kadinin irzina tasallut tesebbusu var ama kadinda mini etek giymeseydi" gibi sacma sapan,ilkel bir mantik....

Simdi soruyor.....Bu belgeyi 7 yil bekletene neden hesap sormadiniz?diye....Nedenleri;

Ahmet Altan kotu gazetecidir.....Taraflidir.....Geri zekalidir...Menfaatine oyle gelmistir......diyelim...

Bu neyi degistirir?......

Butun bu rezalet icinde N.Dogru'yu rahatsiz eden buysa.....Bence derdi ulke,hukuk,demokrasi falan degil......mesleki cekisme,amiyane tabirle,kose yazarlari,gazeteciler arasi s..k yarisi......LAZIO

--------------------------------------------------------------------------

dohol
28-01-2010, 16:42
Irtica ile Mucadele Eylem Plani adli belgenin fotokopisi ortaya ciktiginda,bir cok gazeteci-yazar tayfasi gibi Necati Dogru'da bu belgenin dogru olma ihtimalini inkar etti,kucumsedi,yok saydi hatta alay etti.....

Bir sure sonra belgenin asli ortaya cikinca ve imzanin Alb. Cicek'e ait oldugu kanitlaninca......Necati Dogru cikti ozur dileyen bir yazi yazdi......Adli tibbin tarafli oldugu falan gibi sacmalar yazan hokkabazlar yaninda.....Gercektende mert adammis.....diyecekken......(Belkide gazete yonetiminden gelen zilgit sebebi ile) oturdu......."Onlar darbe planlamislar ama bunlarda haketti" mealinde bir yazi yazip bir cuval inciri berbat etti......Hani "Kadinin irzina tasallut tesebbusu var ama kadinda mini etek giymeseydi" gibi sacma sapan,ilkel bir mantik....

Simdi soruyor.....Bu belgeyi 7 yil bekletene neden hesap sormadiniz?diye....Nedenleri;

Ahmet Altan kotu gazetecidir.....Taraflidir.....Geri zekalidir...Menfaatine oyle gelmistir......diyelim...

Bu neyi degistirir?......

Butun bu rezalet icinde N.Dogru'yu rahatsiz eden buysa.....Bence derdi ulke,hukuk,demokrasi falan degil......mesleki cekisme,amiyane tabirle,kose yazarlari,gazeteciler arasi s..k yarisi......LAZIO

--------------------------------------------------------------------------
Sayın Lazio: Forumu düzenli izleyemesemde izlediğim kadarı ile demokrasi bağımlısı ve darbe karşıtı yazılar yazıyor ve o yönde yazanların yazdıklarını buraya aktarıyorsunuz kendinize görede doğru bir yolda gidiyorsunuz ama bu yazıyı okuduktan sonra sizide fanatik taraftarlar kısmına soktum kendi kafamda.

Şimdi diyeceksiniz soksan ne olur sokmasan ne olur ama yazı yazarken tutarlı olmak lazım , ben işime geleni suç kabul ederim işime gelmeyeni olsa ne olur olmasa ne olur diye umursamam bile derseniz karşı taraf fanatiklerle hiçbir farkınız kalmaz, adamlar yıllar boyu belge toplayıp birgün işine gelen kişilere karşı kullanmak üzere kasalarda saklamışlar ve günü geldiğindede açıklamaya başlamışlar ve eminimki bu belgeler sadece orduya veya demokrasiye karşı olanlara değil tüm kendilerine ve hedeflerine karşı olanlara karşıdır, siz zannediyormusunuzki bunlar kendi taraflarından birisinin demokrasi karşıtı bir eylemlerini bulunca bağıracak çağıracaklar.

Neticede sözü uzatmıyayım inandırıcı olacaksak doğru olan küçük büyük demeden suçu her kim işlemişse karşısında olmaktır. Yoksa bugun olduğu gibi senin suçlun beim suçlum, senin yargın benim hakimim , senin yazarın benim yazarım oluşur ve gücü ve iktidarı ele geçiren diğerini ezer durur bugünün ezilenleri ise yarının galipleri olur.

Esasında daha yazılacak çok şey var ama başka zamana kısmetse..

Görüşmek üzere.

LAZIO
28-01-2010, 19:01
Bir gazeteci diger bir gazeteciye "Sana 7 yil onceki belgeyi getirenden neden 7 yil beklettiginin hesabini sormadin?" diye bir suclamada bulunuyor....Bence mantiksiz....Hadi mantikli oldugunu kabul edelim bu kadar korkunc iddianin yaninda onemsiz....Mesleki bir kuyruk acisindan kaynaklandigi belli.....

Ancak niyet nedir derseniz orada hakli olabilirsiniz.....Niyet deyince aslinda bilmem hangisinin bir digerinden farki var....Bu konuda asagidaki hikaye gunumuzdede gecerli degil mi?


ENTELEKTÜEL FAHİŞE

Solcu, aynı zamanda Karl Marks'ın arkadaşı gazeteci Swinton, 1880 'lerde New York Times'ta yazıyor. Gazete bir yahudi tarafından satın alındıktan sonra düzenlenen toplantıda, davetli gazeteciler basının onuruna kadeh kaldırmak üzere kürsüye çağırıyorlar onu. Swinton elindeki kadehiyle kürsüye çıkıyor. Çıt yok....

Ve tarihi cümleler dökülüyor bir bir ağzından...
"Dünya tarihinin şu ayıbna dek, Amerika'da "Özgür bağımsız basın" diye birşey olmamıştır. Bunu siz de biliyorsunuz biz de..." diye başlıyor sözlerine; "Hiçbiriniz düşündüklerinizi olduğu gibi yazmaya cesaret edemezsiniz. Bunu yapmaya kalktığınızda yazdıklarınızın önceden basılmayacağını bilirsiniz çünkü : Çalıştığım gazete bana düşüncelerimi özgürce yazmam için değil, tersine yazmamam için bir ücret ödüyor. İçinizde benzer biçimde benzer ücret alan başkaları da vardır. Düşüncelerini açıkça yazacak kadar salak olan herhangi biri, sokakta başka bir iş arıyor olacaktır. Çalıştığım gazetemin herhangi bir sayısında düşüncelerimi apaçık yazmaya izin verseydim, 24 saat dolmadan işimden atılırdım.
Gazetecilerin işi ; gerçeği yok etmek, düpedüz yalan söylemek, saptırmak, kötülemek, servet sahiplerine ve iktidara dalkavukluk etmek, kendi gündelik ekmeği uğruna yurdunu ve soyunu satmaktır. Bunu siz de biliyorsunuz, ben de… Öyleyse şimdi burada "bağımsız özgür basının" (!) "şerefine" (!) kadeh kaldırmak saçmalığı da nereden çıktı ?
Bizler, sahnenin arkasındaki zengin adamların ve emperyalistlerin oyuncakları, kullarıyız. Bizler ipleri çekilince zıplayan oyuncak kuklalarız...
Onlar ipleri çekiyorlar ve biz dans ediyoruz.
Yeteneklerimiz, olanaklarımız ve yaşamlarımız, hepsi başkalarının malı.

"Bizler entellektüel fahişeleriz."


Not:
Swinton toplantıyı şaşkın bakışlar arasında terk etti.. Gazeteden istifa etti ve kimseden para almaksızın "John Swinton's paper" diye tek yapraklı bir gazete çıkartmaya başladı.


-------------------------------------------------------------------------

buena vista
29-01-2010, 09:40
Irtica ile Mucadele Eylem Plani adli belgenin fotokopisi ortaya ciktiginda,bir cok gazeteci-yazar tayfasi gibi Necati Dogru'da bu belgenin dogru olma ihtimalini inkar etti,kucumsedi,yok saydi hatta alay etti.....

Bir sure sonra belgenin asli ortaya cikinca ve imzanin Alb. Cicek'e ait oldugu kanitlaninca......Necati Dogru cikti ozur dileyen bir yazi yazdi......Adli tibbin tarafli oldugu falan gibi sacmalar yazan hokkabazlar yaninda.....Gercektende mert adammis.....diyecekken......(Belkide gazete yonetiminden gelen zilgit sebebi ile) oturdu......."Onlar darbe planlamislar ama bunlarda haketti" mealinde bir yazi yazip bir cuval inciri berbat etti......Hani "Kadinin irzina tasallut tesebbusu var ama kadinda mini etek giymeseydi" gibi sacma sapan,ilkel bir mantik....

Simdi soruyor.....Bu belgeyi 7 yil bekletene neden hesap sormadiniz?diye....Nedenleri;

Ahmet Altan kotu gazetecidir.....Taraflidir.....Geri zekalidir...Menfaatine oyle gelmistir......diyelim...

Bu neyi degistirir?......

Butun bu rezalet icinde N.Dogru'yu rahatsiz eden buysa.....Bence derdi ulke,hukuk,demokrasi falan degil......mesleki cekisme,amiyane tabirle,kose yazarlari,gazeteciler arasi s..k yarisi......LAZIO

--------------------------------------------------------------------------
N.Doğru'nun köşe yazısından alıntı..

Ayrıca “Balyoz Darbe Planı”nı bilenler, plandan haberi olanlar 7 yıl neyi beklediler? Niçin beklediler? Bu darbe planlarını 7 yıl sonra bugün getirip “Camiler bombalanacaktı, uçaklar düşürülecekti, ülke kan gölüne dönecekti” diye yayına sokanlar kimdir, yüzlerini, isimlerini, cisimlerini, rütbelerini niye saklarlar?

Balyoz Planı doğruysa!

7 yıl içinde bir gün; camiler bombalanır, uçaklar düşer, ülke kanlı kaosa girebilirdi. Masum halk ölebilirdi. Bu plandan haberi olup da 7 yıl bekleyenlerin hiç vicdanı, insanlığı, Allah korkusu yok muydu ki bir savcıya gidip “Bakın darbecilerin isimleri bu, planları da bu, sayın savcı harekete geç, ülkeyi kana bulayacaklar, önle” demediler ve 7 yıl bekleyip, tam seçim ortamına girilince götürdüler “Yayınla” diye verdiler. 7 yıl içinde gizlediler, üstüne yattılar, söylemediler bugün niçin söylüyorlar demiyorum. Söylesinler ama söyledikleri doğru mu bilelim diyorum.

Askeri savcı neyi bekliyor?

Çok kötü şerbetlendik!
xxx xxx


Ahmet Altan konusunda size aynen katılıyorum.. Daha önceleri önünüze gelen her üç kişiden biri şairdi. Bugün bu değişti.
Dört kişiden biri yazar oldu.. Bu arkadaş onlardan biri. Aradaki fark hocadan gelen paralarla TARAF'ı çıkarması..
Böylelerinin yönü her zaman paranın geldiği tarafta olur..
Bu arada, ülkemizdeki kıçı kırık demokrasiyi bahane edip herşeye muhalif olma gibi bir göreviniz mi var?
Bu sonuca nasıl mı vardım ? Bahçe'ye geldiğinizden beri sizi izliyorum..Müzmin
muhalifsiniz!
Dostça selamlarımla..

buena vista
31-01-2010, 12:53
Yılmaz ÖZDİL

yozdil@hurriyet.com.tr



Aslında her şey, “Londra gibiyiz” ayaklarıyla başladı. Çift katlı otobüs getirdiler... Ama küçük bi pürüz vardı. Çift katlılar, Londra’da soldan gidiyor, duraklar solda, dolayısıyla kapıları da soldaydı. Bizde sağdan gidecek, duraklar da sağda... Estetik ameliyat yaptılar, soldaki kapıları söküp, sağa taktılar.

Oldu sana Londra.


*

Sonra sevdiler bu estetik ameliyat işini... “Metro yapamadık, metroymuş gibi yapalım” dediler. Yolun ortasına yol yaptılar. Durakları da yolun ortasına yaptıkları yolun ortasına koydular. Ama küçük bi pürüz vardı... Çift katlıların kapısını soldan sağa aldıkları için, yolun ortasına koydukları duraklar, çift katlıların solunda kaldı iyi mi... İndirme bindirmeye yanaşamıyor! “Londra değil miyiz kardeşim” dedi biri...
E Londra’yız... Haaadi
bakalım, çift katlıları yolun sağından değil, solundan götürmeye başladılar.
Oldu sana tam Londra.

*

Ama küçük bi pürüz vardı... Bizim raysız metro, tek hat üzerinde güzel güzel gidiyor ama, sadece gidiyor, gelemiyor. Yol bitince, kafayı asansörün kapısına kaptırmış gibi, sıkışıp kalıyor, dönemiyor. Böylece, hattın başladığı ve bittiği yere U dönüşü için yer yapmayı unuttukları anlaşıldı! Düşündüler, taşındılar, zabıtaları devreye soktular. Pazarda domates kontrolü yapması gereken zabıtalar, E5’e fırladı, el kol işaretleriyle trafiği durdurup, balina kadar metrobüsleri E5’e çıkardı, geniş bir kavisle, tekrardan hatta sokmaya başladı.

*

Ama küçük bi pürüz vardı... Trafik sıkışıklığına çözüm olarak icat edilen metrobüsler, zabıta marifetiyle yoldan çıkıp tekrar yola girme manevraları sırasında trafiği hiç olmadığı kadar felç etmeye başlamıştı. Düşündüler, taşındılar, trafik sıkışıklığına çözüm olarak icat ettikleri metrobüsleri, trafiğin yoğun olduğu saatlerde seferden çektiler! Hava kararıp el ayak çekilince trafik rahatlıyor, bunlar da metrobüsleri yeniden sefere koyuyordu. Koyuyordu da... Sokakta kimse kalmadığı için, metrobüsler boş gidip geliyordu. Baktılar olacak gibi değil, E5’in ortasına, uçandaire gibi havada duran U dönüşü yerleri yaptılar.

*

Ama küçük bi pürüz vardı... U dönüşünü geç de olsa akıl etmişler, yolun ortasına koydukları duraklara insanların nasıl geleceğini düşünmemişlerdi. Metrobüs şakır şakır gidip geliyor,
ahali uzaktan seyrediyor, E5’in ortasına yaptıkları yolun ortasına koydukları durağa gidemiyor! Üstgeçitler yapalım” dedi biri... Alkışladılar.

*

Ama küçük bi pürüz vardı... Öyle titiz bir planlama yapılmıştı ki, Hollanda’dan apar topar kiraladıkları otobüslerin durak levhalarını sökmeyi unutmuşlardı. Kiminde Utrech yazıyordu, kiminde Eindhoven! Üstelik, sanki bizde şoför yokmuş gibi, otobüslerle birlikte Hollandalı şoförleri de kiralamışlardı... Ve, adamlar “Birader nereye gidiyor bu?” diye sorulduğunda, “Ben anlamiyo Turkce” cevabını veriyordu. Deneme yanılma yöntemiyle, Eindhoven’e binersen, Cevizlibağ’a, Utrech’e binersen, Topkapı’ya
gideceğin anlaşıldı.

*

Yaptıkları işi çok beğendikleri için, hattı
uzattılar, köprüyü geçip, “asrın projesi” dedikleri metrobüsü, Anadolu’ya da götürmeye karar verdiler.

*

Ama küçük bi pürüz vardı... Tanesini 1.5 milyon Eurocuğa aldıkları 70 tane otobüs, düz yolda gidiyor, yokuşta gidemiyordu! Kadıköy’den binenler, şoförün “Beyler bi el atalım” anonsuyla köprü yokuşunda iniyor, ittiriyor, düze çıkınca, tekrar biniyordu. Düşündüler, taşındılar, tanesini 1.5 milyon Eurocuğa aldıkları 70 otobüsü, düz yerlerde, bildiğin körüklü otobüsleri yokuşta kullanmaya başladılar.

*

Ama küçük bi pürüz vardı... Yağmur yağdı, metrobüs hattı Dicle Nehri’ne döndü. Kayık çalışıyor, otobüs çalışmıyor. Çünkü, yolun ortasına yaptıkları yolu, 5 santim aşağı yapmışlardı. Seferleri durdurup, asfaltı yükselttiler. Bu sefer kar yağdı... Muhallebici-mimar belediye başkanımızın yaptığı asfalt, sütlaca döndü. Seferleri durdurup, çukurları tamir etmeye başladılar. Bu sefer ahali isyan etti. Bölüm bölüm kapatıp, çift yönlü yolun tek yönünü çalıştırmaya başladılar. Bu sefer, zaten ters yön kullanan şoförlerin, iyice nevri döndü. Sağdan mı gidiyorduk soldan mı filan derken, tek hat üzerinde kafa kafaya vuruşmaya başladılar. Yaralananlar oldu. Nasıl becerdiler bilmiyorum, iş makinesi metrobüse çarptı, ölenler oldu. Tamirat bitti, kalan sağlarla devam etti.

*

Ama küçük bi pürüz vardı... “Asrın projesi” denilen hadise, muhteşem hesap kitap nedeniyle “asrın maliyeti”ni yaratmıştı. Düşündüler, taşındılar, milleti rahatlatmak için yaptıkları metrobüse, zam yaptılar. Ama küçük bi pürüz vardı... Bu işi de yüzlerine gözlerine bulaştırmışlardı. Metrobüs, mahkeme duvarına tosladı. Badem bıyıklı olmadığı anlaşılan hâkim, çıktı,
“Bu zammı yapamazsın” dedi. Çünkü, mimariye, mühendisliğe aykırı olduğu
gibi, hukuka da aykırıydı.

*

Netice itibariyle...

Macera devam ediyor.

Bindik bu arkadaşlarla bi alamete, küçük bi pürüz var, kıyametten yırtmak için U dönüşü yapacak yerimiz yok!

Gozlemci
31-01-2010, 22:54
Kimligi belli olmayan ihbarcilar ve kanitlanmamis iddialari dogru kabul eden ahmaklar. Yalan uzerine yalanlari ortaya cikiyor, halen iddiayi niye dogru kabul etmiyorsunuz diye soruyorlar. Peki o zaman su senaryoyu degerlendirin.

Birgun forumdan birisine bir e-mail gelir, tanimadigi birinden, genel bir e-mail adresinden. E-mail kisadir ve soyle yazmaktadir: "X kişisi cocuklara tecavuz eden bir sapiktir." Ben diyorum ki, ben boyle bir e-maile inanmam, cunku iddiayi yapan belli degildir. Ustelik bir iddiadir, kanitlanmamistir. Ama, burada Sayin Lazio ve Altan gibiler diyor ki, kanit onemli degil, biz her iddiayi dogru kabul edelim. Edelim mi gercekten?

Sayın Gözlemci iyi niyetinize güvencim tam olmasına rağmen mesajınızda küçük bir düzeltme yapmak zorundayım . dentist

AnnE
01-02-2010, 07:56
Seviyemizin düşme ihtimaline karşı dikkatli olmakta fayda var.
Sadece seviye riskinden huzursuzlandığım için yazma gereği duydum.
Derin hörmetlerimle.

Gozlemci
02-02-2010, 04:15
Bir ustteki yazim kiskirtici idi ve oyle olmasi gerekiyordu. Sadece sanal bir kisiligin (gercek kisi degil) adi veriliyor ve yazilanin bir senaryo oldugu acikca ifade ediliyordu. Ana fikrininin de acik oldugunu saniyorum. Simdi, bir sayfa, geriye donun ve Albay Cicek icin yazilmis suclamaya bakin. Islak imza kanitlanmis diye yaziliyor, boyle bir mahkeme karari yok! Adli Tip karari diyecekseniz, sorusturma gizli oldugu icin o kararin ne oldugunu kimse bilemez, basinda dahil. Cami bombalama olayi zaten yalan ve bir iftira araci olarak kullaniliyor.

Bu ulkeye hizmet etmis kimseleri, internetteki gizlilik zirhi altinda iftiralar ile suclamayin. Yukaridaki yaziyi okuyunca ne hissettiyseniz (ki yazinin senaryo oldugu acikca yaziyor), bu insanlar cok daha agirlarini hergun hissetmek zorunda kaliyor. Kimsenin serefiyle oynamayin. Kendinize yapilmasini istemediginizi, baskasina yapmayin. Hele hele, haysiyet cellatligi sakin yapmayin.

Mahkemeler zaten bunlari sorusturuyor, kendinizi kadi yerine koyup hukum vermeyin. Evrensel hukuk, gordugunuz gibi, herkese lazim olur!

dohol
03-02-2010, 10:09
http://www.dailymotion.com/swf/xc38fs

Master
03-02-2010, 11:11
Hoş değil ama $/TL ısınmadıkca... Bildiğimiz diziler, zamanında yaşım gereği çok izledim... IMF $ kellesinin üzeride bir sert sopa...

Şimdilik Akıllı kurnazlığı da izliyoruz....

LAZIO
03-02-2010, 14:57
Hasta bir sanatciyi ziyaret icin Askeri hastaneye giden Basbakan'in esini iceri almamislar......Boylece laik cumhuriyete indirilecek bir darbeden hep birlikte korunmus olduk....Gozumuz aydin....

Ancak benim sormak istedigim bir sey var.....Askeri hastahanede tedavi goren,diyelim bir Guneydoguda yaralanmis bir Gazi'yi.....Basi bagli annesi ziyaret etmek isterse onuda kapidan ceviriyorlarmi?.....Bilen varsa ve beni aydinlatirsa memnun olurum.....LAZIO

--------------------------------------------------------------------------

dohol
04-02-2010, 11:39
Hasta bir sanatciyi ziyaret icin Askeri hastaneye giden Basbakan'in esini iceri almamislar......Boylece laik cumhuriyete indirilecek bir darbeden hep birlikte korunmus olduk....Gozumuz aydin....

Ancak benim sormak istedigim bir sey var.....Askeri hastahanede tedavi goren,diyelim bir Guneydoguda yaralanmis bir Gazi'yi.....Basi bagli annesi ziyaret etmek isterse onuda kapidan ceviriyorlarmi?.....Bilen varsa ve beni aydinlatirsa memnun olurum.....LAZIO

--------------------------------------------------------------------------

Sayın Lazio sorduğunuz soru biraz ajitasyon içermekte gördüğüm kadarı ile, bana sorarsanız değil Gata ya nereye olursa olsun herkes başörtü ile girebilmeli heleki bu kişi başbakan eşi ise olay kesinlikle büyütülememeli ve bir formül bulunmalıydı kanaatindeyim.

Ama madem soru cevap şeklinde gidiyoruz bende size bir soru sorayım ; diyelimki başörtülü kişilere her hakkı tanıdınız ve herkes memnun oldu sizce istekler bitecekmi ? yoksa çarşaflılarda girsin heryere şalvarlılarda girsin heryere türü istekler olacakmı? hadi onada şöyle diyelim girsinler kardeşim ne zararı var .

Peki bu meseleyide böyle hallettik diyelim peki iş burada sonlanacakmı sizce?

Benim şahsi fikrim başörtü yasağının özellikle askerler tarafından gereksiz abartıldığı yönünde olmakla beraber olayın belli kesimler tarafından mağdur taraf edebiyatı için kullanıldığı yönündedir ve netekim dün mecliste net bir şekilde gözyaşı hikayesi ile olay kullanıldı.

Sonuç olarak demem şu ki olaya çok basit olarak bakmamak gerktiğini olayın arkasından neler geleceğini olayın nerelere varabileceğini sizin gibi zeki biri gayet iyi anlayabilir ama anlamak istermi derseniz ben anlar derim.

Daha yazacaklarım uzun ama başka bir yazıda yazmak üzere.

Saygılarımla.

LAZIO
04-02-2010, 14:19
Sn Dohol,

Basortusunun iktidar tarafindan kullanildigi ve istismar edildigi gun gibi acik...Bu konuda yerden goge kadar haklisiniz...

Ancak bu istismar icin gerekli ortam o kadar guzel yaratiliyor ki;

Tayyip Erdogan esine yapilandan dolayi belki bir koca olarak uzuntu duymus olabilir......Ancak bir siyasetci olarak zil takip oynadigindan eminim.....Turkiyede yasiyan milyonlarca basi bagli kadinin kocalarinda bu olayin nasil bir tepki doguracagini dusunsenize...

Sekilci,dar kafali burokrat anlayisi bu silahi onlara altin tepsi icinde sunuyor farkinda degil.......Universite ve resmi dairelerde turban yasagini kaldirin,bu iktidar ve inanc somurusu yapan her kesim elinden oyuncagi alinmis cocuga doner........LAZIO

-------------------------------------------------------------------------

Master
06-02-2010, 15:25
Necati Doğru
ndogru@gazetevatan.com

Demiri tavında dövmeli!

Madem ki, geldi tavına dayandı “demiri tavında” dövmeli. Gerçeği zamanında söylemeli. Söyleyeceğim. Özelleştirme İdaresi Başkan Vekili Ahmet Aksu, bu hafta içinde bu köşede çıkan; “Bakan Çiçek’in oğluna var TEKEL işçisine yok” ve “Bakan Çiçek’in oğlu ismini sildirdi” başlıklı yazılara bir cevap gönderdi.

Yasalara uygun diyor.

Hep yapıyoruz diyor.

Özel uygulama değil diyor.

Bakan’ın oğlu işletme ve ekonomi mezunu halen üniversitede yüksek lisans yapıyor diyor. Bakan’ın oğlundan “Başkanlık Müşaviri” kadrosunda yararlanmaktayız diyor. Kendisine şöförlü makam aracı vermedik diyor. TEKEL işçilerini eğitmek için seminerler yapacaktık, işçiler itibar etmedi diyor. Özelleştirilecek şirketleri, “iktidar partisinin arpalığı haline getirmiyoruz” diyor.

Güzel.

Madem ki, “şirketleri arpalık” haline getirmiyorsunuz, Siirt’de seçimlerin yenilenmesi kararını vererek Tayyip Erdoğan’a milletvekili seçilme ve başbakan olma yolunu açan YSK’nın o dönemki başkanının oğlu Özelleştirme İdaresi’nde bir dairenin başında bulunuyor mu, bulunmuyor mu?

***


İtham etmiyorum.

Yakıştırma yapmıyorum.

Çalışkandır. Dürüsttür.

Okulu yeni bitirmiş biri olmasına rağmen Daire Başkanı olabilecek kadar yeteneklidir. Şüphem yok. Hakkıyla almıştır. Genç insan bunlar, kırmak da istemiyorum. Fakat siz; bana açıklama gönderen Özelleştirme İdaresi Başkanı sayın Ahmet Aksu, size soruyorum.

Bana söyleyiniz:

“Bu da bir tesadüf” müdür?

Bakan’ın oğlu tesadüf!

YSK Başkanı’nın oğlu da mı tesadüf! Diyelim ki o da tesadüf, peki şu soruyu cevaplayınız: AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından bugüne yani 2010 yılına kadar Özelleştirme İdaresi’ne “özel sektöre satılsın” diye devredilen kaç şirket var? Ve bu şirketlerin Genel Müdürlüğü’ne atananlardan kaç kişi, 6 ay genel müdürlük yaptırılıp emekli oldu?

Biliyorsunuz: Ballı kıyaktır.

Özelleşecek şirketin genel müdürlüğünü 6 ay yapan kişi; müsteşar yardımcısı seviyesinden emeklilik hakkı kazanır. Yani bu ballı kişilerin 6 aylık genel müdürlük yapabilmesi onlara “emekli maaşı” artı “makam tazminatı” artı “temsil gideri karşılığı” 3600 ek göstergeden aylık 3 bin TL’ye yakın emekli maaşı sağlar. Kendilerine bu kıyak çekilmeyenler ise bin 300 TL emekli maaşına razı olurlar.

***


Sayın Ahmet Aksu!

Bana ayrıca söyleyiniz.

Sizin davanız ne oldu?

2005’te Özelleştirme İdaresi Başkanı sayın Metin Kilci (şimdi Enerji Bakanlığı müsteşarı) ve siz sayın Ahmet Aksu, devlet şirketi Sümerbank’ın 50 yıl önce kurduğu Manisa’daki Pamuklu Mensucat Fabrikası’nı arsalarıyla birlikte 3 milyon 750 bin dolara Ortak Girişim Grubu adlı bir şirkete satılmasına karar verdiniz. Bu Ortak Girişim Grubu’nun başkanı AKP’li Manisa Belediye Başkanı Bülent Kar idi. Şirketi alan grubun ilk yaptığı iş; fabrikanın 90 dönümlük kıymetli arsasının 55 dönümlük bölümünü alışveriş merkezi yapılmak üzere KİPA TESCO adlı yabancı bir şirkete 13 milyon 750 bin dolara satmak oldu. Böylece AKP’li başkanın şirketi, arsanın bir bölümünü satarak yatırdığı paranın 4 katını 4.5 ay sonra, taş atmadan, çalışmadan, terlemeden kazanıverdi. Bunun üzerine savcı, siz Ahmet Aksu hakkında da “düşük değer tespiti yaparak devleti zarara uğratmaktan” dava açılmasını istedi. O sıradaki Maliye Bakanı (Kemal Unakıtan) sizi korumaya kalktı, dava açılmasına izin vermedi, fakat Danıştay yargılanmanıza karar verdi.

Bu dava ne oldu?

Bana söyleyiniz.

Bu davalarla yargılanların, “TEKEL işçisini 4/C’ye zincirleyecek girişimleri” yapma hakkı olabilir mi?

Demiri tavında dövmeli!

Dövmeye devam edeceğim!

Master
07-02-2010, 10:04
Necati Doğru
ndogru@gazetevatan.com


Öz yurdunda soyulan!

Demiri tavında dövmeli diye başlamıştım, devam ediyorum. Özelleştirme Ana Planı'nı; “TEKEL işçilerine şahin, yabancı sermayeye yastıklı yalaka” haline getirmenin ülkeyi neye benzettiğini görmeliyiz.

Belgelerle görmeliyiz.

Rakamlarla görmeliyiz.

Sonuçlarla görmeliyiz.

Kadınlı erkekli hepsi bu ülkenin temiz süt emmiş çocukları TEKEL işçilerine “devlet kasası soyguncuları” diye hakaret eden bugünkü Başbakan'ın çok sevdiği dinci-sağcı şair merhum Necip Fazıl, “Öz yurdunda garipsin/ Öz vatanında paraya” diyor ya; rahmetli yaşasaydı, şiirine “Öz ülkende soyulan...” diye bir mısra daha eklemek ihtiyacını duyardı.

Soyduran kim?

Ne kadar soydurmuş?

AKP'nin kurucusu açıklıyor.

Kurucu 4 kişiden biriydi.

AKP'nin ikinci adamıydı.

Devlet bakanlığı yaptı.

Özelleştirmeden sorumluydu.

Akademik kariyeri de var, doçent olmuş, üniversitede dersler de veriyor, dürüst, temiz bir insan olan Abdüllatif Şener, Özelleştirme İdaresi'nin eski başkan yardımcısı Kenan Işık'la birlikte bir bilimsel makale yayınladılar.

***


Soygunu anlattılar.

Şunları yazdılar:

“AKP döneminde Türkiye'nin toplam özelleştirmesinin (miktar olarak) yüzde 73'ü gerçekleşti ve ülkeye 30 milyar dolar yabancı sermaye girdi. Fakat özelleştirme ile yabancı firmaların hakimiyetine geçen şirketlerdeki kâr transferlerindeki patlama yeni bir darboğazın yolunu açmaya doğru koşuyor.”

2002 yılında:

Kâr transferleri:

89 milyon dolardı.

2007 yılı Ekim ayında:

Kâr transferleri:

1.5 milyar dolara çıktı.

Yabancı geliyor, özelleşen şirketleri alıyor, çalışan sayısını azaltıyor, şirketlerin şehir içlerinde kalmış kıymetli arsalarını yine yabancı alışveriş merkezi kuracaklara satıyor, yüksek karları dışarıya transfer ediyor.

Özelleştirme 1985'de başladı.

Özelleştirme Ana Planı'nın amacı; “ülkeyi yabancıya soydurmak” değil; yolsuzluklarla mücade edebilmek için devletin ekonomideki payını küçültmek, piyasada rekabet ortamı yaratmak, iş-emek-sermaye verimliliğini artırmak, çalışan sayısını çoğaltmak, kaliteyi yükseltmek, yabancı marka yaratmak, çevreyi kirletmeyen üretimler yapmak ve devletin toplayacağı vergiyi artırmaktı.

***


25 yıl geçti.

Son 7 yılda AKP var.

Özelleştirme İdaresi 199 fabrika ya da devlet şirketini sattı. Bunlardan 125 tanesinin kapısına kilit vuruldu, üretim durdu, malları, arsaları satıldı, işçilerine tazminatları ödendi evlerine gönderildi. 25 yıl önce başlayan özelleştirmede başlangıçta işletmelerin parçalanmasına, parçalara ayrılarak satılmasına ve fabrikalar kapatılarak arsaları üzerinde alışveriş plazası, otel-motel, eğlence merkezi yapılmasına izin yoktu.

Ana planı deldiler.

Özelleştirme soyguna dönüştü.

Devletin tekel imtiyazını, vergi toplama hakkını, kamunun arsa imar rantını yabancılara ve yabancılarla işbirliği yapan iktidar yandaşı yerli sermaye sahiplerine satmaya dönüştü. Halkın karşısına geçip, “Bir yılda şu kadar milyar dolar özelleştirme yaptık, şu kadar milyar dolar yabancı sermaye geldi” diye böbürlenerek ülkenin soydurulmasını gizlediler. Gizliyorlar. Hakkını savunan TEKEL işçisine ise “Sana devlet kasasını soydurmayız” diye hakaret ediyorlar.

***


Özelleştirme çürüme yarattı.

Yabancıya yaltaklanma üretti.

Kurtuluş savaşımızda yabancı işgaline karşı en yiğit çarpışmalara mekan olmuş iki kentimiz Sakarya ile Eskişehir, bugün bir Çinli otomobil firmasını şehirlerine çekmek için aralarında neredeyse kanlı-bıçaklı olacak duruma geldiler!

İki koca şehir!

Çinli'nin önünde el pençe.

“Sana arsa hibe edelim, yeter ki fabrikayı bizim şehre kur” diye yalvarıyorlar.

İnsan yazmaya bile utanıyor.

Master
08-02-2010, 19:14
TSK DÜŞMANLIĞININ KÖKENİ NEREYE DAYANIYOR


Milli Şair Mehmet Akif’e soruyorlar; “Tarih tekerrür eder mi?” Şair şöyle yanıt veriyor: “Hiç ibret alınsa tekerrür eder mi?” Mehmet Akif bugün hayatta olsaydı, son yıllarda yaşadığımız olaylar hakkında ne düşünürdü? Ergenekon soruşturması, darbe iddiaları, ıslak imza, kozmik oda, balyoz planları, emasya tartışmaları vs.
Şair kuşkusuz derdi ki, “ama biz bunların benzerini aynen yaşadık.” Nasıl mı? Okuyacağınız bugün yaşadıklarınızdır…

Kafamızı Türkiye topraklarına sokarak olan biteni anlamamız zor.
Dünyaya bakacağız; bir yaprak kımıldasa, bunun rüzgarının Türkiye’ye etkisini analiz etmeye çalışacağız. İşte o zaman çok karışık gibi gelen meselelerin ne kadar basit sebepleri olduğunu kavrayabiliriz.
Gelin, Mehmet Akif’in yaşadığı 20’inci yüzyıl başına gidelim. Tarihin tekerrür edip etmediğine bir bakalım.
Biliyoruz ki; büyük emperyal güçler arasındaki yeni sömürge pazarlarını kapma mücadelesi, Birinci Paylaşım Savaşı’na/Birinci Dünya Savaşı’na neden oldu.
Osmanlı bu savaştan yenik çıktı.
Galiplerin arasında en güçlü olan İngilizlerdi.
İngilizler, Mezopotamya, Suriye ve Arabistan’ı Osmanlı’dan koparıp almak istiyordu. Kurmayı planladıkları kukla devletler arasında Ermenistan ve Kürdistan da vardı.
Osmanlı idari yapısını, milliyet esasına göre parçalayıp, federatif hale getirmeyi planladılar.
Siyasi emellerinin yanında İngilizlerin, iktisadi amaçları da vardı. Birinci Dünya Savaşı başında Osmanlı’nın tek yanlı olarak kaldırdığı kapitülasyonları yeniden uygulamak istiyorlardı.
Osmanlı maliyesini tümüyle Duyun-u Umumiye’nin denetimine vermek amacındaydılar.
İngilizler biliyordu ki, Osmanlı siyasi yaşamında İttihatçılarla birlikte ordunun da büyük etkisi vardı. Ordunun siyasal düşüncesi belliydi; milliciydi.
O halde tüm bunları yapabilmeleri için ordudaki ulusçu/milliyetçi komutanların tasfiyesi gerekiyordu.

Önce bir kurnazlık yaptılar:
Bir süre İttihat ve Terakki Hükümeti’yle çalıştılar. Ağır şartları onlara kabul ettirip, nüfuzlarını kırıp, bir daha iktidar olma olanağını ortadan kaldırmak için!
Tam başarılı olamadılar.
İçinde İttihatçıların bulunduğu İzzet Paşa Hükümeti’ne ağır şartları kabul ettiremediler; ancak bazı tavizler koparabildiler.
Bunlardan en önemlisi Mondros Ateşkes Antlaşması’ydı. İngilizler, savaşta Hamidiye zırhlısıyla olağanüstü başarılar kazanan Rauf (Orbay) Bey’in imzaya gelmesini özellikle istediler. Başarılı komutanları halkın gözünden düşürmek istiyorlardı. Sonra tutuklayacaklar, sürgüne göndereceklerdi. Hepsini adım adım yapacaklardı…

Darbe iddiasıyla başlayan tutuklamalar

İngilizler, İttihatçıları kolay kullanamayacağı anlayınca, sertleşme politikası güttüler. Bunda İttihatçılara kin duyan Sultan Vahdettin’in de etkisi vardı.
Sultan Vahdettin, İngilizlerin tertiplediği gerici 31 Mart (1909) olayının hazırlayıcılarından Derviş Vahdeti’nin kurduğu İttihat-ı Muhammedi Cemiyeti’nin üyesiydi.
Bir dönem perde arkasındaki ilişki artık açıkça ortadaydı. Vahdettin, İngilizlerin desteğiyle iktidarını güçlendireceğini ve düşman gördüğü ulusalcılardan tamamen kurtulacağını düşünüyordu.
Bu nedenle İngilizleri de arkasına alarak ittihatçı hükümeti yıkıp, Tevfik Paşa Hükümeti’ni kurdurdu.
Şimdi sıra İttihatçıların cezaevlerine tıkılmasındaydı.
İngiliz ve Saray ittifakının elinde önemli bir gerekçe vardı: Savaş dönemindeki Ermeni ve Rum tehcirleri.
Tehcir kararının altında imzası olan-olmayan tüm İttihatçılar cezalandırılmalıydı. 2500 kişilik bir tutuklama listesi hazırlandı.
Ama önce…
Meclis feshedildi. Basına sansür getirildi. Harp divanı kuruldu.
Ve ardından gözaltılar, tutuklamalar başladı. Bunlar kısa sürede “cadı avına” dönüştü.
Yeniden kurulan liberal-dinci ittifak partisi; Hürriyet ve İtilaf, daha çok kişiyi tutuklamadığı için hükümeti uyuşukla itham eden bildiri yayınladı.
Bu partinin yayın organı Peyam, Sabah ve Alemdar gazeteler, daha çok ittihatçının tutuklanması için var gücüyle çalıştı. Sürekli hedef gösterdiler; İttihat ve Terakki’nin hemen kapatılmasını; partinin ileri gelenlerinin hemen tutuklanmasını istiyorlardı.
Tehcire izin veren Diyarbakır Valisi Dr. Reşid’in cezaevinden kaçması bu çevreleri daha da saldırganlaştırdı. Yaptıkları mitingle bu kaçışı protesto ettiler.
Sonunda bu kaçışla ilgili inanılmaz bir iddiayı ortaya attılar:
İttihatçılar darbe yapacak!
Vahdettin’in has Paşası Ömer Yaver Paşa, İstanbul’daki İngiliz Yarbay Murphy’e giderek, darbe olacağını aman İstanbul’dan ayrılmamalarını rica etti. Murphy, Osmanlı Paşasını gülerek dinledi.
Zavallı Yaver Paşa bilmiyordu ki, bu iddianın ortaya atılmasını sağlayanlar İngilizlerdi.
Darbe iddiaları üzerine yeni bir tutuklama dalgası başladı; 30 kişi daha sorgusuz sualsiz cezaevine kondu.
Milli Kongre’nin başkanı Dr. Esat (Işık) gibi saygın ulusalcılar gece yarıları pijamaları, terlikleriyle evlerinden alındılar.
İttihat ve Terakki’nin tüm mallarına el konuldu.
Sonra sıra subaylara geldi.
İngilizler savaş tutsaklarına eziyet ettikleri iddiasıyla 23 subayın hemen tutuklanmasını istedi.

Ordunun önde gelen isimleri tutuklanınca, İngilizler bu kez bazı kurumların “darbeyi planladıklarını” gündeme getirdi.
Bunların başında Enver Paşa’nın kurdurduğu istihbarat örgütü Müsellah Müdafaa-i Milliye vardı. Savaş döneminde İngilizlere zorluklar yaşatan Osmanlı istihbarat örgütü küçültülüp etkisizleştirilerek Harbiye Nezareti’ne bağlandı.
Osmanlı’nın deniz kuvvetlerini güçlendirmek için kurulan Donanma Cemiyetleri Bahriye Nezaretlerine bağlandı.
Jandarma, ordudan koparılarak Dahiliye Nazırlığı çatısı altına sokuldu.
İleri de tehlikeli olacağı düşünülen genç mektepli subayların rütbeleri indirildi. Amaç, istifaya zorlamaktı.
İttihatçılar döneminde emekli edilen alaylı subaylar tekrar orduya alındı. Etkin görevlere getirildi. Emekli askerlerin kurduğu Nigehban Cemiyeti, basına verdikleri demeçlerde mektepli subaylara ağır hakaretler ettiler. Hukuk-u Beşer gazetesi mektepli subaylar için “haydut başları” başlığını bile atacak kadar ileri gitti.
İngilizler, Tetkik-i Hesabat ve Seyyiat Komisyonu kurdurarak, Harbiye Nezareti’nin kozmik odalarına girip tüm belgelerini didik didik ettirdi.
Amaçları belliydi; orduyu küçültmek, halk üzerindeki etkinliğini kırmak.
Ordu’yu sadece iç güvenlik örgütü olarak polis, jandarma ve muhafız kıtaları seviyesine getirmek istiyorlardı.
Bu arada İngilizler ile Fransızlar arasında Jandarmanın yönetimi kimin kontrolünde olacak tartışması çıktı.
İnanması güç ama Saray’ın bırakın bunlara karşı çıkmasını, Vahdettin ve Damat Ferid Paşa ikilisi, ordu komutasını İngiliz subaylarına verme talebinde bile bulundular. İngilizler reddetti.

Güvenilir başsavcı aranıyor

Dönemin partisi Hürriyet ve İtilaf idi.
Ülkenin dört köşesinde şubeler açan bu liberal-dinci ittifak partisi, artık hükümet olmak istiyordu. Ve nihayet, 4 mart 1919’da Damat Ferid Paşa başkanlığında hükümeti kurdular.
Bu hükümete, İngiliz ajanı Hüseyin Hilmi’nin gazeteci dostlarıyla kurduğu Sosyalist Fırka da destek verdi!

Damat Ferid Paşa hükümetinin ilk yaptığı icraat, ulusalcıları yargılayan Divan-ı Harp mensuplarına yüksek maaş ödemek oldu.
Bu arada Divan-ı Harp’in üyeleri sürekli değişti. Damat Ferid Paşa, Takvim-i Vekayi gazetesine “güvenilir bir başsavcı bulmakta zorlandıklarını” açıkladı.
Yeni hükümetle birlikte yandaş medyadaki “tutuklayın”, “kapatın”. “neden cezalandırmıyorsunuz” yayınlarında artış oldu.
Alemdar gibi yandaş gazeteler, “sehbalar bile bu adamlara layık değildir; kafalarının koparılması gerekir” diye yazdı.
Liberal gazeteciler; Alemdar’da Refi Cevat (Ulunay), Peyam’da Ali Kemal “daha ziyade şiddet” diye makaleler kaleme aldılar. “Bu adamlar için ölümden daha hafif ceza aklımıza gelmiyor” diye yazdılar.
Kamuoyu oluşturulduktan sonra istekleri yerine getirildi.
Ermeni tehcirinde kusurlu bulunan Yozgat Mutasarrıf vekili Kemal Bey idam edildi.
Fakat umulmadık bir olay gerçekleşti; yandaş medyanın “cani” olarak gösterdiği Kemal Beyin cenazesine onbinler katıldı.
Hükümet cenazeye gidenler hakkında soruşturma açtı; içlerinde toplumun çeşitli katmanlarından; doktor, tıp öğrencisi, subay, imam, tekke şeyhinin de olduğu bazı kişiler tutuklandı. Üsküdar mevki kumandanı cenaze törenini dağıtmadığı için görevinden azledildi.

Eski defterler açılıyor

İngilizler gündemi hep sıcak tuttu. Tehcir ve darbe iddiaları gündemden düşünce hemen yenisi bulundu; “eski defterler” açıldı. Örneğin, intihar eden veliaht Yusuf İzzeddin Efendi’yi Enver Paşa’nın öldürttüğü iddia edildi! Adliye Nazırı Sıtkı Bey hemen soruşturma açtırdı.
Bu olay sıcaklığını kaybedince hemen yeni bir gündem yaratıldı:
Sultan II. Abdulhamid tahtan indirildiğinde, içinde 1 milyon liralık mücevher bulunan çanta kayıp olmuştu. Çantanın peşine düşüldü.
Ayrıca Yıldız Sarayı’nı kimlerin yağma ettiği konusunda spekülasyonlar yapılmaya başlandı.
Partiler, gazeteler bu suni gündemlerle oyalanırken, İngilizler emellerini tek tek gerçekleştirdi. Kapitülasyonları yeniden uygulamaya koydu. Osmanlı maliyesini tümüyle Duyun-u Umumiye’nin denetimine verdi.
İttihatçıların yerli sermaye oluşturmak için kurdurduğu milli şirketlerin bazılarını tasfiye etti; bazılarının müdürlüklerine liberal isimleri getirdi.
Levant Limited gibi şirketler kurdular; Vickers, Metropolitan Carriage, British Trade Corparation gibi şirketleriyle Osmanlı pazarına daldılar. Şirketlerde Türkçe kullanma zorunluluğunu kaldırdılar.
Türk bankalarına İngiliz denetçi gönderdiler. Denetleme işi bitinceye kadar bankaları kapattılar. Türk Milli Bankası’nı ele geçirdiler. Kendileri yeni bankalar kurdular.
Hıristiyanlara ait “emval-i metruke” sayılarak satılan mallar gibi birçok konu gündeme getirildi.
Sultan Vahdettin o aralar Toros Tüneli’ne kafayı takmıştı. Tüneli yapmak için anlaşma yaptığı Alman ve Avusturyalılar kaçmıştı; “ah İngilizler şu tüneli bir yapsa” diyordu. Tünel yapılıp bitirilince ne olacaksa?
Diğer yanda…
Osmanlı münevverleri olan biteni seyrediyordu; şaşkındı. Kurtuluş “reçeteleri” arıyordu. Çoğu bağımsızlığın Batı eliyle gerçekleşeceğine inanıyordu!
Kimi ABD’nin sömürgeci olmadığına inanıp, Wilson Prensipleri Cemiyeti’ni kurdu.
Kimi kurtuluşu İngilizlerin Osmanlı yönetimine el koymasında görüp İngiliz Muhipleri Cemiyeti’ni girdi.
Halkına güvenen münevver sayısı parmakla sayılacak kadar azdı…

Tüm bunlar olurken İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar ve Yunanlılar Osmanlı topraklarını işgal etti.
Taktik hep aynıydı:
İngiliz basını, İzmir ve çevresinin uyduları Yunanistan tarafından ilhak edilmesi için yoğun bir “Barbar Türk” kampanyasına başladı. Bu yayınlara göre Türkler, Rumları yok etmek için gizli planlar yapıyordu!
Ve hep ekliyorlardı; “zaten bu barbar Türkler Ermenileri de katlettiler!” Bu gerekçe Batı basının en etkili propaganda silahıydı.
Sonra Yunanlılar İzmir’e çıktı.
Batı basını yine Türkleri suçladı; “Türkler inatçı bir direnme gösterdi!”
Peki İzmir işgali konusunda yandaş medya ne yazdı: “İngilizleri İstiyoruz.”
Bu başlığı Alemdar gazetesi başyazarı Refii Cevat attı. Osmanlı’yı her türlü beladan kurtaran İngilizlerin, bu işgalden de İzmir’i kurtaracağına inanıyordu!
Teali-i İslam Cemiyeti ise işgalin hemen sonrasına rastlayan Ramazan ayında, bazı memurların oruç yediğine, kimi kadınların tesettüre uymadığına dikkat çekip zabıtaların daha uyanık olmasını istedi.
Saray ile Hükümet ise Paris Konferansı’na hangi bakanların gidip gitmeyeceği tartışmasını yaptı.
Bu arada bir “anket” yayınlandı ve Müslüman halkın yüzde 60’ının İngiliz yönetimini istedikleri ortaya çıktı!
Memnun olmayan birileri vardı: Mustafa Kemal ve bir avuç arkadaşı.
Samsun’a çıktılar.
Onu kısa bir süre sonra Mehmet Akif gibi yurtseverler takip etti.

Şimdi Mehmet Akif hayatta olsaydı ve Türkiye’nin yaşadığı son yıllardaki olayları görse ne söylerdi acaba?
“Hiç ders alınsa tarih tekerrür eder mi?”

Soner Yalçın

LAZIO
09-02-2010, 14:25
Guzel yazi.....

Ancak ben cikarilmasi gereken sonucu Laz kafamla cozemedim......

Muslumanlar vatani satar.....Allahtan Ataturk ve silah arkadaslari Musluman degildi.....Turkiye'de darbe olmasini istemiyen insanlar Musluman,istiyenler dinsizdir gibi.....Garip sonuclar cikardim....

Acaba Muslumanlar arsindaki anketi Tarhan Erdemin buyukbabasi mi yoksa Ingilizler mi yapti? gibi sorularda gelmedi degil aklima....Ama bunlara fazla takilmadim....

Sonra dusundum....Bu kadar seckin uyenin taktirini almis bir yazidan boyle sacma sonuclar cikarttigim icin utandim ve sormaya karar verdim:

Bu yazidan cikan sonuc nedir?......Hayir yazan "Musluman" yerine "Kokten dinci" veya "Radikal Islamci" gibi bir terim kullansa hadi bir derece anliyacagim ama bu sekliyle cozemedim......Yardimci olan olursa minnetar olacagim....LAZIO

--------------------------------------------------------------------------

dohol
09-02-2010, 20:31
Yani başlıktada yazdığım gibi tarih bilgim pek yoktur ama yukarıdaki uzunca yazıyı sıkılmadan okuyunca eğer yazılanlar birebir doğru ise söylenecek lafda çoktur çıkarılacak sonuçta çoktur.

Haa siz ne yazarsanız yazın ben bana uyarsa birşeyler çıkarırım bana uymazsa uygun birşeyler bulurum çıkarmak için derseniz o ayrı konu .

Tekrar yazıya dönecek olursak belliki tarihin belli bir döneminde yine günümüzde oynanan oyun birebir oynanmış, başarılı olmuş veya olmamış veya günümüzde başarılı olacak veya olmayacak konumuz bu değil konumuz bu oyunun oynanmış olmasıdır.

Tekrar yazıyorum eğer yazılanlar doğru ise diyecek tek şey var o da vay be!

Belliki O zamanın İngilizleri şimdinin ise Amerikası belli bir çıkarı olan ülkede sorgusuz sualsiz bir oyunu ortaya koyuyor ve kendini rahatsız etme ihtimali olan çevreleri ortadan kaldırmayı amaçlıyor.

Tabi böyle bir oyun ortaya konulduğunda haliyle birde destekçi kesim gerekmekte ki başarıyla plan yürüyebilsin , benim gördüğüm kadarı ile bu planda destekçi kesimin müslüman olması veya dini inancının ne olduğundan öte bu plan sonucunda bir çıkar ortaklığı söz konusu olması yetmektedir.

Yani çok basite indirgersek sen benim planıma uy bende senin planına yardım edeyim planıdır bu.

Günümüzde bu plan varmıdır varsa kim nerdedir ve kim kimin hangi planına yardım etmektedir buyrun adını siz koyun.

Yok arkadaş ben istediğimi görürüm istediğimi görmem derseniz siz iyi bir destekçi olabilirsiniz. Başkada birşey olmaz.

Saygılarımla.

AnnE
10-02-2010, 10:32
Lazio Bey'in, söylediği gibi, laz kafasıyla, '' müslümanlar '' vatanı satar gibi bir sonucu nasıl cıkartabildigini sadece takdir edebiliyorum.

Ben laz olamayan ve kendisince ''seçkin üyelik'' ile taltif edilmiş bir okuyucu olarak, müslümanlığın değil ; '' müslümanlığı siyasetin birinci önceliği olarak seçenlerin'' değerlendirildiğini anlıyorum.

E tabii ; memlekette artık insanların neyi nasıl okuyup neyi nasıl anlamak istediği, neyi nasıl anlamamak istediği, neyi nasıl pazarlayarak ahaliyi beyin vaginismusuna sokacağı meseleleri iyice karıştığı için bana gayet normal gelmekte.

İslam Şeriatını , bir yönetim ve hukuk biçimi olarak tercih etmenin ve bu yoldaki her türlü girişimin '' demokrasi uğruna'' mübah sayıldığı hoş günlerde yaşıyoruz. Daha önce de benzerliğin yaşanmış olması da ayrı bir hoşluk.

Ne güzel...

Bu yazı sayesinde, Bülent Ortaçgil'in '' normal '' şarkısı aklıma geldi. Du bulup indireyim, pek iyi gelecek.

dentist
10-02-2010, 10:54
http://www.youtube.com/v/TUj7bkdLyeI&hl=

LAZIO
10-02-2010, 14:32
Engin tarih bilgisi ile gecmisi bugunle ilintilendirip bir takim sonuclar cikartmak cinfikirligini gosteriyorsaniz,kimi kastetiginizi acik acik yazmak durumundasiniz...

Yoksa "Butun Muslumanlar teroristtir"deyip,uzerine gittigimde "Senin gibi ilimli ve medeni olanlari kastetmedim"diye kiviran neo-con Amerika'lidan bir farkiniz kalmaz.....

"Borsacilar uckagitcidir" diye yazssam herkes yerinden sicrar.....Eger acik acik yazmassam sadece "manipulasyon yapan borsacilari" kastetigim nereden anlasilacak?......Hadi benim etnik kokenli hafifletici sebeplerim var.....Acaba mi diye baktim Soner Yalcin'a....... Corum'lu imis.......LAZIO

--------------------------------------------------------------------------

AnnE
10-02-2010, 15:32
Muhterem Çorumlu olmayan Lazio Bey ;

Soner Yalcın pek tuttugum bir tarihci degildir. Sansaynonal tarih yazarlarından pek hazzetmem. Pop şarkıcılarının alayının kendilerine sanatcı demeleri gibi birşey işte.

Yukarıdaki tuhaf tepkinizden sonra, yazıyı bir daha okuma sabrını göstermek zorunda kaldım. Adam demiş ki ;

İngilizler, Mezopotamya..... diye başlayan paragraf ve devamı ;Allalaa !! buraya kadar '' müslümanlar '' diye bir genelleme görmedim.


İngilizler, İttihatçıları kolay kullanamayacağı anlayınca, sertleşme politikası güttüler. Bunda İttihatçılara kin duyan Sultan Vahdettin’in de etkisi vardı.
Sultan Vahdettin, İngilizlerin tertiplediği gerici 31 Mart (1909) olayının hazırlayıcılarından Derviş Vahdeti’nin kurduğu İttihat-ı Muhammedi Cemiyeti’nin üyesiydi.
Bir dönem perde arkasındaki ilişki artık açıkça ortadaydı. Vahdettin, İngilizlerin desteğiyle iktidarını güçlendireceğini ve düşman gördüğü ulusalcılardan tamamen kurtulacağını düşünüyordu.
Bu nedenle İngilizleri de arkasına alarak ittihatçı hükümeti yıkıp, Tevfik Paşa Hükümeti’ni ......
Tövbe tövbe !!! buralarda da kabak gibi rir takım adamların isimleri geciyor, hala müslümanlar diye bişi yok !!!




Yeniden kurulan liberal-dinci ittifak partisi; Hürriyet ve İtilaf, daha çok kişiyi tutuklamadığı için hükümeti uyuşukla itham eden bildiri yayınladı.
Bu partinin yayın organı Peyam, Sabah ve Alemdar gazeteler, daha çok ittihatçının tutuklanması için var gücüyle çalıştı. Sürekli hedef gösterdiler; İttihat ve Terakki’nin hemen kapatılmasını; partinin ileri gelenlerinin hemen tutuklanmasını istiyorlardı.
Tehcire izin veren Diyarbakır Valisi Dr. Reşid’in cezaevinden kaçması bu çevreleri daha da saldırganlaştırdı. Yaptıkları mitingle bu kaçışı protesto ettiler.
Sonunda bu kaçışla ilgili inanılmaz bir iddiayı ortaya attılar:
İttihatçılar darbe yapacak!
Vahdettin’in has Paşası Ömer Yaver Paşa, İstanbul’daki İngiliz Yarbay Murphy’e giderek..................

Hay Allah !! ülen nerde bu müslümanlar !!!



İttihatçılar döneminde emekli edilen alaylı subaylar tekrar orduya alındı. Etkin görevlere getirildi. Emekli askerlerin kurduğu Nigehban Cemiyeti.....
nerdesin Eyyy Ehl-i müslim !!!!


Bu hükümete, İngiliz ajanı Hüseyin Hilmi’nin gazeteci dostlarıyla kurduğu Sosyalist Fırka da destek verdi!


Hoppala !!! biz müslümanları ararken karşımıza bolşevikler cıkmasın mı !!!

Kamuoyu oluşturulduktan sonra istekleri yerine getirildi.
Ermeni tehcirinde kusurlu bulunan Yozgat Mutasarrıf vekili Kemal Bey idam edildi.
Fakat umulmadık bir olay gerçekleşti; yandaş medyanın “cani” olarak gösterdiği Kemal Beyin cenazesine onbinler katıldı.
Hükümet cenazeye gidenler hakkında soruşturma açtı; içlerinde toplumun çeşitli katmanlarından; doktor, tıp öğrencisi, subay, imam, tekke şeyhinin de olduğu bazı kişiler tutuklandı. Üsküdar mevki kumandanı cenaze törenini dağıtmadığı için görevinden azledildi

Ahandaaaa !!! anti-müslümanlar cenaze kaldırıyor. ( herhalde namaz felan da kılmamışlardır )



Liberal gazeteciler; Alemdar’da Refi Cevat (Ulunay), Peyam’da Ali Kemal “daha ziyade şiddet” diye makaleler kaleme aldılar. “Bu adamlar için ölümden daha hafif ceza aklımıza gelmiyor” diye yazdılar.
Kamuoyu oluşturulduktan sonra istekleri yerine getirildi...

Haaaaa !!! kamuoyu :) sanırım artık kıllanmaya başlayabilirim.



Peki İzmir işgali konusunda yandaş medya ne yazdı: “İngilizleri İstiyoruz.”
Bu başlığı Alemdar gazetesi başyazarı Refii Cevat attı. Osmanlı’yı her türlü beladan kurtaran İngilizlerin, bu işgalden de İzmir’i kurtaracağına inanıyordu!
Teali-i İslam Cemiyeti ise işgalin hemen sonrasına rastlayan Ramazan ayında, bazı memurların oruç yediğine, kimi kadınların tesettüre uymadığına dikkat çekip zabıtaların daha uyanık olmasını istedi.
Saray ile Hükümet ise Paris Konferansı’na hangi bakanların gidip gitmeyeceği tartışmasını yaptı.
Bu arada bir “anket” yayınlandı ve Müslüman halkın yüzde 60’ının İngiliz yönetimini istedikleri ortaya çıktı!


Oleyyyyyy !!! nihayet. müslüman halıkn 60% i , yani toplam nufüsun yüzde kırk küsürü neticede kafaya alındı.


Demek ki buradan müslümanların kelek adamlar olduğu neticesine varılabilir.

E bu sonucu cıkarmak içinde hakkaten biyerlerden olmak lazım ama oralar nereler anlayabilmiş degilim.



Demek ki ekte ki linki bu yazıdan cok daha dikkatli okumam lazım ;


http://www.haydardumen.net/vajinismus-tedavisi

LAZIO
11-02-2010, 01:36
"Musluman" kelimesinden "Musluman" anlami cikardigim icin tum vatandaslardan ve yavru vatandaki soydaslarimizdan ozur dilerim.....

Bundan boyle yaziyi yazanin egilimlerini,ictimai mevkiini,ruh halini,yukselen burcunu falan iyice tahlil edip......Ornegin "Cicek" dediyse aslina sadece kirlardaki "Katir tirnaklarindan" bahsettigini anlayabilecek incelige erismek icin elimden geleni yapacagim.......LAZIO

------------------------------------------------------------------------

AnnE
11-02-2010, 09:43
Muhterem Lazio ;

Prensip olarak burada karşılıklı tartışma ortamı yaratmaya çok karşı olmakla beraber, birşeyleri tespit ve izah etmek zorunda kaldım ;

1. Kimse, kimsenin dini algılayışına karışmıyor.
2. Kimse kimsenin ne kadar dindar, müslüman, gregoryan, şamanist,agnostik,ateist, budist vs olduğunu tartmaya yetkili degildir.
3. Kimse kimseyi '' dindarlık seviyesi'' ile yargılayamaz .
4. Hiç uğraşmayın burada, müslümanlık kötüdür diye yazacak bir kimse bulamazsınız.
5. Ne yazık ki boş vakitlerinizde bu tuzağa düşecek birini arıyor gibi bir hal seziyorum yazış tarzınızda.
6. Burada, evet, AKP iktidarından '' kıllanan'' insanlar olabilir ama ; '' postallı iktidar'' dan yana olduğunu ima eden kimseyi de göremedim.
7. İnsanların tatmin edici alternatifler bulamamış olması, Mevcut iktidarın bütün icraatlerini içine sindirmesi anlamına gelemez.
8. Bu '' pek de ince olmayan '' giydirmeler ve tuzaklarla dolu yazılarınızla, tıpkı '' iktidar medyası '' gibi demokrasi kılıfı altında '' ya bizdensin, ya da postalcı'' yemine karnımız ( pardon ; karnım ) tok.
9. Benim dinim ve imanım kimseyi ilgilendiremeyeceği gibi, kimsenin de, benim insanların dini, imanı hakkında söz söyletmeye zorlama hakkı yoktur.
10. Yazdıklarımı anlama ve istediğiniz çarpık neticeleri çıkartıp tuhaf cevap yetiştirmenize hiç mi hiç ihtiyacım yok.
11. Hörmetlerimle

dentist
11-02-2010, 14:46
"Bildiğiniz gibi AK Partiliyim(!). Nedeni belli, Haber7.com’da yazıyorum ya! Bu durum, beni vicdandan, akıldan ve izandan mahrum ediyor, çünkü yandaşım(!)


Siyasi ortam maalesef 1979’lu yıllardaki gerginliğe doğru gidiyor.

O gün de insanlar kesin ve net kamplaşmalara ayrılmışlardı. Bir insanı linç etmek veya mahkûm sandalyesine oturtmak için, sarf ettiği bir tek kelime bile yetebiliyordu.

Hiç kimsenin gözü, karşısındakinin hal-i pür melalini görmüyor, hiç kimsenin kulağı diğerinin feryadını duymuyordu. Iğdır’da bir genç öldürülür, o gece, İstanbul sokaklarında bir başka masum öldürülerek güya onun intikamı alınırdı. Kimse ‘bu bir zulümdür’ diyemezdi.

Her gün, insanlar sapır sapır öldürülürdü. Kimsede dur deme gücü yoktu. Esasen önce ‘dur’ diyecek güvenilir insanları ‘şaibeli’ hale getirdikleri için zaten taraflara sözüne geçirecek ‘reşit’ insan kalmamıştı. Tıpkı bugünkü gibi...

Toplum yine zona olmuştu. Tüm kanaat önderleri birtakım isnatlar ve şaibelerle (bugünkü cemaat liderlerini ve muhaliflerinin onlar için söylediklerini bir düşünün) lekeli hale getirilmişlerdi. Sonunda da, Amerikan büyükelçisinin ‘Bizim çocuklar işi başardı’ diye telgrafla Amerika’ya ‘müjdelediği!’ 12 Eylül darbesi geldi!

“FETHULLAHÇI YANDAŞ!”

Ben kendi payıma tarafsız olmaya özen gösterdim hayatım boyunca. Ama ne yazık ki bu tarafsızlık sadece beni bertaraf etti.

Nurcusu, ‘milliyetçisin’ dedi; milliyetçisi, ‘dindarsın’ dedi; dindarı ‘düzenden yanasın, gevşeksin!’ dedi, cemaatçisi, ‘benim şeyhime intisap etmezsen bir kıymetin yok’ dedi… Kimse, ‘diğerlerinin de varlığını kabul eden yaklaşımlarıma’ prim vermedi…

Şimdilerde de bildiğiniz gibi AK Partiliyim(!). Nedeni belli, Haber7.com’da yazıyorum ya! Bu durum, beni vicdandan, akıldan ve izandan mahrum ediyor, çünkü yandaşım(!)

Bir iki hafta kadar önceydi, bir mecliste Ergenekon meselesi açıldı, ben de fikrimi söyledim. Gencin biri –bayağı da samimi idi- ‘Abi sen haber7.com’da yazıyorsun, tabii böyle düşünürsün. Fakat iş öyle değil!’ deyince gerçekten bozuldum, üzüldüm. Güya beni ortama göre koruyor. Yani, memleketin iktidar tarafından satıldığını bildiğim halde, menfaat için öyle konuştuğuma getirdi… Onun kafasındaki şablona göre tüm Ergenekoncu ve cuntacılar milliyetçi. Onlara karşı olan herkes de iktidar yanlısı hainler!

‘Kardeşim, şucu bucu değilim. Her türlü istibdada ve istibdatçıya karşı çıkan Müslüman bir Türküm ben’, dedim ama duymadı bile…

Geçenlerde bir taksiye bindim. Kadıköy’den Bağlarbaşı’na gidiyorum. Mevzu açıldı, bir misal getirdim hayatta yaşanan terslikler üzerine. Taksici hiç tereddüt etmeden “abi sen Fethullahçı mısın?” dedi. “Nasıl böyle bir yargıya vardın. Düzgün yaşamak gerektiğinden söz etmek, sadece Fethullahçıların işi mi?” deyince, “Peki parmağındaki akik taşlı yüzüğe ne diyeceksin” demez mi?

İçimden “Allahu ekber!” dedim. Ve anladım ki iş yine sarpa sarıyor! Millet hızla mankurtlaşmaya doğru gidiyor. Gördüğü tek şeye isnat ederek yargıya varıyor, aklını kullanmayı aklına bile getirmiyor.

Parmağımdaki bir yüzük, beni hemen bir kampa ait kılabiliyor demek ki. Tabii bu tavırda o delikanlı yalnız değil. Ve bu hale gelmesinde suç yalınız onun ve onun gibilerin de değil. Müslümanlar, kaynağı izah edilemeyen servetlerle şatafatlı hayatlar sürerken milletin bir kesimi de fakr u zaruret içinde olursa, bunlar yaşanır ve hızlanır.

O yüzden de akik taşlı yüzükten dolayı beni Fethullahçı diye tanımlamasına kızmadım. Zaten biraz konuştuktan sonra önyargısından dolayı özür diledi. Fakat görüşünü değiştirdiğini sanmıyorum.

Ha, onun yaptığının aynısını herhangi bir cemaate mensup dindarlar da yapıyor! Ben altın alyans kullanıyorum diye, sayısız kere dinsizlikle suçlanmışımdır. Hâlbuki tam da o fanatik yaklaşımları kırmak için yapıyorum. Elbette altın takmakla ilgili sakıncalar yok değil. Ama onu imanın şartı haline getirdiniz mi, tanrılık yapmaya kalkışmış olursunuz.

Ne ise…

Yarın bakalım kim ne kadarını göze alacak….

M. Ali Bulut - Haber 7

LAZIO
11-02-2010, 14:49
Savasmaktan ve yenilgiden bezmis halkin,Kurtulus Savasi oncesi fazla istekli olmadigi Emin Oktay tarih kitaplarinda yada “Su Cilgin Turkler”turu kahramanlik oykulerinde yazmaz ama gercekci bir tarih bilgisinden az bucuk nasibini almis herkesce bilinir…

Ancak bu gercekten yola cikarak;

Bugun TSK’ya olan dusmanligin kokunde o zaman vatana ihanet eden Muslumanlar’in kuyruk acisi vardir……Bu gun tarih tekerrur ediyor…..Diyor yukardaki yazi….Tekrar ediyorum “Kokten dinci” “Radikal Islamist”falan gibi bir terim kullansa anliyacagim…

Simdi ben bu yaziya neden tepki gosterdim;

Oncelikle fazla bir itikadim olmamasina ragmen nufus kagidimda “Islam”yazdigi icin boyle bir genelleme kanima dokundu….Kaldiki boyle bir genelleme Gregoryan,Samanist,Budist veya Ataistler icin yapilmis olsa onada tepki gosterirdim….

Ancak bundan daha onemlisi;

Turkiye’de vatanseverlik ve Ataturk’u dine alternatif gostermek gibi bir yaklasim son zamanlarda cok populer oldu……Ben bunun sadece yararsiz olduguna degil son derece tehlikeli olduguna da inaniyorum….AK partiden killanmanin caresi tum Muslumanlari karsiniza almak degildir…..Seriat gelecek kaygisi ile dindar kesimi tahrik etmek,dislamak ve assagilamak bana pek mantikli gelmiyor….

Bu sebeplerden dolayi asiri hassasiyet gostermis olabilirmiyim?.....Olabilir…

Ancak insanlari dindarlik seviyesi ile yargiladigim…..”Muslumanlik kotudur” dedirtmek icin tuzak kurdugum….Insanlari secim yapmalari icin yemledigim….Din ve imanlari hakkinda soz soylemeye zorlattigim suclamalarini son derece insafsiz buldugumu da ifade edeyim….…..LAZIO

---------------------------------------------------------------------------------------------------------

dentist
11-02-2010, 20:15
724

dohol
12-02-2010, 07:44
Haber büyük başlıklarla verilir. Nasıl olsa ayrıntıya girip okumayanlarda vardır.


725


Olay yan başlıklarla desteklenir.


726

Ve olayın ayrıntısını öğrenmek isteyenler için haber arka planda mecburen verilir.


Genelkurmay Başkanı şokta
Geleceğin üst düzey komutanları arasında gösterilen bir albayın, iki kadını, tecavüz ettikten sonra öldürmesinin şoku yaşanıyor.
Kanada Silahlı Kuvvetleri, parlak kariyeri ile geleceğin üst düzey komutanları arasında gösterilen bir albayın, iki kadını, tecavüz ettikten sonra öldürmesinin şokunu yaşıyor.

Kanada Silahlı Kuvvetlerinin Trenton askeri üssünde görevli Albay Russell Williams'ın, Jessica Lloyd (27) ve Marie-France Comeau (37) isimli kadınlara tecavüz ettikten sonra öldürmesi ve isimleri açıklanmayan diğer iki kadına da tecavüz etmesi, Kanada basınında günlerdir ilk haber olarak yeralıyor.

Tutuklanarak Belleville Cezaevine konulan Albay Williams, 18 Şubatta hakim karşısına çıkacak. Hakkında hazırlanan iddianamede 2 kez birinci derece cinayet ve 4 kez tecavüz ve zorla alıkoyma ile suçlanan Williams'ın öldürdüğü kadınlardan birinin cesedi Trenton'daki evinden çıkarıldı.

KANADA GENELKURMAY BAŞKANI: ''ŞOKE OLDUK''

Kanada Genelkurmay Başkanı General Walter Natynczyk, olayın meydana geldiği Trenton Üssü;nü ziyaret etti. Basına konuşan ve ''Hepimiz şoktayız'' diyen General Natynczyk, ''Olayın ayrıntılarını soluğumu tutarak dinledim. Duyduklarıma inanamadım. Bunca yıllık askerlik hayatım boyunca ilk defa böyle bir olayla karşılaştım. Albay, ordunun yükselen yıldızlarından biriydi. Askerliğin kendisine öğrettikleri ile önce kendini kontrol edebilmeliydi'' diye konuştu. Natynczyk, Williams tüm unvanlarının alınacağını sözlerine ekledi.


Olay Türkiyede olmamıştır ama olsun neticede asker yapmıştır ve asker dediğin hepsi aynıdır ha Kanadalıdır ha Türktür.

Gozlemci
17-02-2010, 23:36
Haber Gazeteport'tan

Merkezi Yönetim Bütçesi Ocak ayında 3 milyar 121 milyon lira açık verdi.

----------------------------------------------------------

Boyle devam ederse 37 milyarlik bir acikda bu yil geliyor demektir. Gelirinden cok harcayanin sonu malum, bu devlet bile olsa. Herkes once as ve is pesinde. Secimler ilginc sonuclar doguracak ama maalesef bu beceriksizlerin yarattigi butce acigini yine vatandas odeyecek.

http://www.gazeteport.com.tr/EKONOMI/NEWS/GP_636139

Master
18-02-2010, 17:42
Hukuku ‘Halletmeden’ İstibdat Kuramazlar


AKP, Milli Güvenlik Belgesi’nden “irtica tehlikesi”nin çıkartılacağını açıkladı, gerekçe: Artık böyle bir tehlike kalmadı!



Ali Sirmen’in geçen günkü saptaması hoştu: Çünkü artık irtica iktidar oldu ve tehlike olmaktan çıktı!

Darbenin, darbecilerin iktidar olunca, tehlike olmaktan çıkması gibi!

İrtica, bizim kullandığımız anlamda köktendinci görüşler, dinci ideoloji, üstelik topyekûn cemaatler halinde iktidar(da)dır.

Savcı olarak iktidardır, hâkim olarak, polis olarak... Belki yakında ordu olarak da iktidar olacaktır... En azından, hedef bu...

***

Yaşadıklarımıza bakınca şunu görüyoruz: Zorba düşünceler, iktidar olabilmek için, eğer bir halk ayaklanmasına dayanmıyorsa, hukuki uygun koşullara sahip olması, sahip değilse de gerekli hukuki koşulları yaratması gerekir.

Hukuk, çünkü her şeyin, yani bütün zorbalıkların, köktendinci değişimlerin gerçekleşebilmesi için dayanılması gereken temel nirengi noktasıdır...

Hukuka dayanarak, herkesin defterini meşru yollarla, yani “hukuki” olarak dürebilirsiniz. Her şey “hukuka uygun” seyreder!

Medyayı, basın özgürlüğünü de hukuka uygun olarak halledersiniz...

Patronlar dünyasını da “hukuka uygun” dize getirir ve sermayenin büyük ölçeklerde el değiştirmesini sağlarsınız! Birilerini indirir, diğerlerini patronluğa oturtursunuz! Muhalefeti de, orduyu da, hukuku kendi çıkarlarınıza göre değiştirerek, hukuki yollardan bitirirsiniz...

Bu nedenle de, iktidarın bütün faaliyetlerinde, hukuk odak noktası oldu! İstibdat isteyen kafa, hukuku halletmeyi merkezi göreve oturttu!

Hukuk, “sivil darbe” yapmanın, yani diktatörce bir iktidar kurmanın, en büyük silahıdır.

Tabii, zorba düşünce, her şeyi hukuki yapmak zorunda da değildir.

Adı üzerinde; zorba! Eğer var olan hukuk her isteğini yapmasına elvermiyorsa, hukuku zorlar, hukuk dışı davranır ve bu yolla amacına ulaşmaya çalışır...

Nitekim, iktidar çevresinde, yönetimi altındaki birimlerde, daha küçük zorba timlerle amaca varılmaya çalışılıyor!

***

Bugüne kadar iktidar ya hukuku değiştirdi ya da hukuksuz davranmakta hiç tereddüt etmedi!

Ergenekon, başından itibaren hem siyasal zorbalığın izlerini taşıyor, hem de baştan sona hukuksuzlukların... Örneğin Mustafa Balbay’ın serbest bırakılmaması, tam bir siyasal hukuksuzluğun ürünüdür. Normal bir hukuk devletinde böyle şey görülmez... Olağanüstü bir siyasal yönetimin, olağanüstü bir hukuk uygulamasının örneklerini yaşıyoruz.

Çünkü olağanüstü bir yönetim altındayız ve Balbay’ın serbest bırakılmaması Aydın Doğan’ın, ordunun, medyanın, patronların defterlerinin dürülmeye çalışılması.. bütün bunlar olağanüstü bir siyasal iktidar altında yaşadığımızın kanıtlarıdır.

Erzincan Başsavcısı’nın tutuklanması da, bu olağanüstülüğün tipik göstergesidir. Bir cumhuriyet savcısının görevini yapması engellendi! Önce siyasal iktidarın bakanları ve memurları tarafından telefonla uyarıldı, bu işle uğraşma, dendi... Arkasından, Erzincan Başsavcısı’nın defteri dürülmeye çalışıldı...

Bu normal hukuka, anormal hukukun darbesidir!

İktidar, bununla kalmadı, bu darbeden daha büyük bir “iş çıkartma”nın yolunu açtı, ordu komutanlarını ifadeye çağırarak Erzurum Ergenekonu yaratmaya kalkıştı! Cemaatin, iktidarın savcıları, hâkimleri oluşmuş durumdadır...

Hukuku halletmeden, ne orduyu, ne medyayı ne muhalefeti halledebilirlerdi...

Hukuku hallettikleri ölçüde, adım adım ilerlediler, ilerliyorlar...

Cumhuriyetin hukuka, laik ve demokratik kavramlarına bağlı hukukçuları, bu büyük ve topyekûn saldırıya karşı direnmelidir.

Adalet direnmelidir... İnsanlar direnmelidir!

İktidar, medyadaki ve yönetim birimlerindeki her türlü sopalarını harekete geçirdi.

Demokratik güçler, bir var oluş-yok oluş çizgisine doğru itilmektedir!

Tıpkı TEKEL işçileri gibi!

Çünkü iktidarın seçimlere kadar az zamanı kaldı...

Hukukun işini bitirirse, seçimlerde de oyların işini bitireceğini düşünmektedir!

Sonrası, ülkemizdeki Ahmedinejad yönetimine alkış dönemidir...

Orhan Bursalı

Cumhuriyet

AnnE
22-02-2010, 07:39
Asagıdaki yazıya genel olarak katılmıyorum...


Fatih Altaylı
Tepeye bakın demokrasiyi göreceksiniz

22.02.2010 07:56

KUSURA bakmayın ama birkaç yıl önce yazdığım bir yazıyı bir kez daha yazmak zorundayım.
Çünkü ortalıktaki konuşmalar, yorumlar, köşe yazıları ve bu köşe yazılarına yapılan yorumlar benim asabımı bozmaya başladı.
Bir grup vatandaşımız, gemi iyiden iyiye azıya alıp Türkiye Cumhuriyeti’ne ağır biçimde hakaretler ediyor, bu ülkenin sisteminden terbiye ve izan sınırlarını aşan ölçüde şikâyet ediyor, ülkeyi yıkıp, kendilerince yenisini yapmaktan bahsediyorlar.
Hayatlarında taş üstüne taş koymamış bu zirzop taifesinin bırakın ülke, kulübe inşa edecek yetisi yok ama konuşmaya endaze gerekmediği için sallıyorlar. Kendi seslerine âşık olup, devam ediyorlar.
İşin vahimi, sorumlu mevkide oturan siyasetçiler de bu sese kulak vermeye başlıyorlar.
Bakın beyler, bu ülkenin düzeninden şikâyet edebilirsiniz. Pek çok yanlışlık, pek çok haksızlık, pek çok hukuksuzluk olabilir.
Ama bunlar bu ülkenin kötü kurulduğu, yanlış temeller üzerine oturtulduğu boyutuna ulaşamaz.
Ulaşırsa ayıp olur, İftira olur. Ahlaksızlık olur. Hatta Allahsızlık olur.
Sabahtan akşama Cumhuriyet’e sövenlere ve yıkıp yenisi kurmak isteyenlere şunu hatırlatmak isterim.
Bu ülke, bu devlet öyle sağlam ve öyle adil temeller üzerine kurulmuştur ki, bugün bundan şikâyet edenler bile bu temeller ve bu sosyal adalet üzerinde yükselmişlerdir.
Burası gerçek bir demokrasi değilmiş.
Hadi ordan siz de.
Devletin tepesine bakın ve utanın.
Cumhurbakanlığı Köşkü’nde Çankaya’da, Atatürk‘ün makamında kim oturuyor görüyor musunuz?
Kim?
Evet, Kayserili bir tornacının oğlu.
Ayıp mı?
Asla.
Ama beğenmediğiniz ve sabahtan akşama sövdüğünüz bu ülke, bu rejim Kayserili orta halli bir tornacının oğlunu okutup Cumhurbaşkanlığı makamına yükseltecek kadar münbit bir toprağa ve adil bir sisteme sahip, tüm eksiklerine rağmen.
Hadi dediniz ki, “O şans eseri oldu”...
Peki onun bir altındaki koltukta kim oturuyor?
Rize’den gelip Kasımpaşa’ya yerleşmiş bir taka kaptanının oğlu.
O da kendini yetiştirmiş. Beğenmediğiniz bu ülkenin beğenmediğiniz sistemi onu oraya kadar getirmiş.
Bu mu demokrasi olmayan, vesayet altındaki ülke?
Malatyalı bir köy çocuğunu da oraya oturtmuştu bu ülke.
Tuncelili bir başkasını da TBMM’nin başına koymuştu.
Bakın bu ülkeye sövenler.
Görün ve utanın.
Tabii ar denilen duygudan bir nebze genlerinizde var ise.

Master
26-02-2010, 08:12
Onur Kumbaracıbaşı
Yazara ulaşmak için : okumbaracibasi@gazetevatan.com

AKP’nin hedefi açık

Takıyyenin okulu olsa gerek. Hitler rejimi dışında halka farklı görünmekte ve propagandada AKP iktidarının benzeri herhalde görülmemiştir... Boş bir “açılım” sloganıyla medya aylardır oyalanıyor. “Kürt açılımı” Habur’da çökünce “demokratik açılım” gündeme düşüyor. Bakıyorlar, açılım zokası yutturulabiliyor. Anında “Alevi açılımı” piyasaya sürülüyor. Rejimin yılmaz savunucuları Alevilerin önderleriyle toplanılıyor. Hükümet Alevileri yanına çekmeye, ilgileniyor görüntüsü vermeye çabalıyor. Somut bir sonuç beklemiyor. Ama gündemi dolduruyor.

Erzincan skandalı patlayıp hükümetin Bakan Çiçek aracılığıyla cemaat üyelerini kollamaya çalıştığı ortaya çıkınca, Gül imdada yetişip yargı reformundan söz ediyor. Yüksek yargıçlara yemek veriyor. R. T. Erdoğan da şaşırtmaca yaparak arabesk şarkıcılarla muhabbeti koyulaştırıp, demokratik açılıma alaturka destek istiyor. AKP hem sekiz yılda yarım yamalak sürdürdüğü uyduruk duble yol ve dağıttığı kömür, bakliyat dışında dişe dokunur bir icraatı olmadığını unutturmaya çalışıyor, hem de R. T. Erdoğan, muhalefeti AKP’nin ürettiği yapay gündemlerin dümen suyunda tutmaktan keyif alıyor...

***


Can derdindeki vatandaş bu şovlarla ilgilenmiyor. Ama gerçekten eziyet çekmiş solcular, demokrasi gönüllüsü iyi niyetliler, kendilerine ikinci cumhuriyetçi nitelemesiyle paye verenler, ülke koşullarından habersiz görünen sözde liberaller, çıkarcı yandaş ve yalaka kadrolar, bu uydurma “demokratik açılım” masalını sahipleniyorlar. Özledikleri demokratikleşmenin aslında AKP’nin zihniyetiyle bağdaşmadığını dikkate almıyorlar. Bu dönemde askerin hırpalanmasının demokratikleşmeye ivme kazandırmayacağını algılamıyorlar. Üzerinde oturdukları dalın kesildiğini fark edemiyorlar!..

Oysa şu beyanlar yeterince uyarıcıdır:

R. T. Erdoğan anlayışını daha başbakan olmadan önce açıklamıştır. “Demokrasi araçtır! Hedefe varınca demokrasi tramvayından ineceğiz!” demiştir. İktidara geldikten sonra da herhalde yapmayı tasarladıklarından kendisi bile ürktüğünden, “kefenimiz hazır” sözleriyle efelenmiştir...

R. T. Erdoğan gibi “her şeyi göze aldığını” vurgulayan Bülent Arınç, cemaatleri soruşturan Erzincan Başsavcısı’nın tutuklanmasında taraf görünmekten kaçınmamış, din sömürüsüne dayalı illegal gizli tarikat örgütlenmelerini överek “tarikatlar Allah’a yakınlaşmanın yoludur!” cümlesiyle dine ve yasaya karşı suç işlemiştir.

Yine engin avukatlık deneyimine dayanarak yargı bağımsızlığından söz eden yeni Adalet Bakanı’nın “HSYK darbe yapmıştır! Yetkisini aşmıştır!” şeklindeki değerlendirmesi pervasızlığın doruk noktasıdır!..

“Kırk yıldır bizi fişliyorlardı, şimdi sıra bizde!” sözleri ve “kanı bozuklar” tanısıyla kinlerini ortaya döken AKP’li milletvekilleri Avni Doğan ve Ahmet Aydoğmuş’un intikam mesajları temsil ettikleri zihniyetin derin planlarıyla ilişkili değilse, AKP neden telaşla soruşturma başlatmıştır?.. Salt bu açıklamalar üzerine faşizmin yolunu döşemek ve laik devleti yıkmayı planlamaktan Ergenekon savcıları soruşturma başlatsa garipsenmez!..

***


Cumhurbaşkanı Gül’ün, sempatik ve olgun devlet adamı görüntüsüne bürünerek, hükümetin yüksek yargıyı denetleme planlarına zemin hazırlamaya başlaması dikkat çekmiyor mu? İlginçtir, Gül tam zamanında hükümetle paralel düşünüyor! Yargı reformunun gerekliliğini vurguluyor. Üstelik reformun AB normları çerçevesinde düzenlenmesini istiyor. Ama nedense yaklaşım takıyye izlenimi veriyor. Çünkü hükümetin yargı reformundan anladığı, yargının bağımsızlığı değil, yüksek yargı organlarının AKP Grubu ve Hükümeti tarafından seçilmesini sağlamak! Rejimin ayara getirilemeyen son kalesi olan yüksek yargıyı ele geçirmek!..

AKP’nin iktidara sahipken rüyalarını gerçekleştirmek istemesi doğaldır. Ama demokrasinin korunması ve geliştirilmesini isteyen gerçekten samimi kişilerin, laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu hükme bağlanmış, dolayısıyla demokrasinin vazgeçilmez laiklik ilkesini benimsemediği saptanmış AKP’yi umut görmelerinin açıklaması yoktur...

Trusty
27-02-2010, 22:18
Başbakan dün öfke kaynaklı hitabet sanatından yeni bir örnek verirken basın özgürlüğü idealini yerle bir etti!

Bir gün önce Çankaya’da gerçekleşen zirve konusunda çıkan bazı yorumları beğenmemiş anlaşılan; siyasi gerginliğin piyasalarda yarattığı olumsuz etkileri de görünce hıncını köşe yazarlarından çıkardı.

Partisinin il başkanlarına hitap ederken, Cumhurbaşkanı Gül ve Genelkurmay Başkanı Başbuğ ile yaptıkları toplantıyı eleştiren birkaç köşe yazısından hareket ederek, ilerde muhtemelen pişmanlıkla hatırlayacağı kariyerinin en talihsiz konuşmasını yaptı.

Kov gitsin!

Medya patronlarının “Ne yapayım, köşe yazarı bu hâkim olamıyorum” diyemeyeceklerini öne sürerek şöyle devam etti:

“Diyeceksin ki ‘Sen bunun sorumlususun arkadaş’... Niye? Çünkü ülkeyi germeye, ekonomiyi germeye hakkı yok!”

Başbakan orada da durmadı:

“Herkes fikrini söylemekte serbesttir. Tabii söyle ama o insanlara da o kalemleri teslim edenler der ki ‘kusura bakma kardeşim bizim dükkânda sana yer yok!’ Çünkü herkes vitrinine lâyık olanı koyar.”

Mesaj yeterince açıktır. Başbakan medya patronlarına açıkça şunu demek istiyor:

“Köşe yazarının liyakat normlarını benden soracaksın, buna uymayanları vitrinine koymayacaksın, kovacaksın!”

Nereden nereye

Başbakan’ı danışmanları yanıltmış olmalıdır. Çünkü medya yazdığı için piyasalar bozulmadı.

Borsa bir haftada 54 binden 48 binlere indiği, dolar 1.52’den 1.56 düzeyine yükseldiği için haber ve yazı konusu oldu.

Medya kötü yazınca ekonomi kötü gitmez.

Türkiye’deki durum kötü yönetimin doğurduğu sarsıntıdır.

İktidar aylardan beri ülkenin istikrarına zarar verecek siyasi kumarlar oynuyor. Bunca sorumsuzluğu yap sonra bir zirve ile bütün sıkıntılardan kurtul; böyle bir sihirbazlık yeteneğine hiçbir iktidar sahip olamaz.

Nitekim Financial Times gazetesi dün “Yabancı yatırımcılar Türkiye’de işlerin iyiye gideceğine ikna olmadı” diye yazdı.

AKP özellikle son bir yılda yaptıkları ile kurumları birbirine düşürdü. Bu yetmiyor gibi kurumların kendi içlerinde de çatışmaları, kutuplaşmaları körükledi.

Cumhuriyet tarihinin kâğıt üstünde en sorunsuz iktidarı vehimleri ile, saplantıları ile sürekli sorun üreterek hem kendi rahatını kaçırıyor, hem ülkenin...

2010 yılında Türkiye’yi beğenmediği yazarları patronlarını korkutarak işten attırmaya çalışan bir zihniyet yönetiyor.

Oysa bu Cumhuriyet, Avrupa belâlı diktatörlerin elinde nefes darlığı çekerken “Basın özgürlüğünden doğan sakıncaları ortadan kaldıracak araç yine basın özgürlüğünün kendisidir” diyen bir anlayışla yola çıkmıştı.

Nereden nereye?..

Dün bir okurumuz ağlanacak halimize güldüren bir akıl veriyordu:

“Halkın iradesi gazetelere yansısın: Köşe yazarlarını meclis seçsin!”


Gungor MENGI
Vatan.

neron
02-03-2010, 07:21
Mine G. Kırıkkanat
http://haber.gazetevatan.com/haberdetay.asp?detay=Iman_tamam_ya_ahlak&tarih=02.03.2010&Newsid=290660&Categoryid=4&wid=122

İman tamam, ya ahlak?

Oğlunun kıtır kıtır kestiği Münevver’in çöp konteynerinde biten yaşamını, “Takdiri ilahi”ye! bağlayan katil babası Nida.

Konya’da tesettürlü metresi Hacer’den doğan çocuğunu boğup, onunla birlikte ormana gömen 4 çocuk babası Zekeriya.

Adıyaman’da -9 çocuklu!- aile meclisi kararıyla, kümese gömülerek infaz edilen 16 yaşındaki Medine.

Diyarbakır’da üvey kardeşi tarafından tecavüze uğradığı için, öz babası tarafından elektrik kablosuyla boğulan 18 yaşındaki Gülseren. Babası boğarken, “kıpraşmasın” diye boğulan kız kardeşinin ayaklarını tutan ağabey. Baba ve ağabey ablasını öldürürken seyreden küçük kardeş.

Töre cinayetlerine “indirim yok” diyen hukuk. Gülseren’in tecavüze uğramakla kendi katlini “haksız tahrik” ettiğine ve katil babasının da “iyi hali”ne hükmedip, cezasını müebbedden 20 yıla indiren hâkim.

Hâkim haklı, valla... Bunca çocuk yapan babaların her çocuk öldüreni müebbede mahkûm olsa hapishane yetişmez bir, henüz öldürülmeyen çocuklar öksüz kalır iki, başka çocuk yapamazlar, ülkemiz cani nüfus artışında hedefi tutturamaz, üç.

***


Her gün 5 kişinin yöre, töre ya da gözünün üstünde kaşın var diye öldürüldüğü ülkede, bu cinayetleri laikler, ateistler, komünistler, teröristler, kısaca “Allahsız” lar ve hatta Balyozcular ya da Ergenekoncular işlemiyor, sayın seyirciler...

Türkiye’de 79 bin 96 cami, 90 binden fazla din görevlisi, bütçesi dört bakanlık ve 22 üniversitenin bütçesine denk Diyanet İşleri Başkanlığı var.

Türkiye’de 536 imam hatip lisesinde 105 bin öğrenci okuyor ve bu liselerden çıkanlar, otobüsçü oluyorlar, havayolcu, müteahhit oluyorlar, kaldırımcı, asfatçı, sağlıkçı, itfaiyeci, doğal gazcı, sucu, elektrikçi, deniz fenerci, RTÜK’çü, gemici, otelci, limancı, yatçı, katçı, velhasılı ihaleci oluyorlar, hatta milletvekili ve iktidar oluyorlar.

Kaldırımlar dayanmıyor, asfaltı sık sık yenilemek gerekiyor. Elektrikler kesiliyor, sular kesiliyor, gemiler bazen yan yatıyor, bazen batıyor. Uçaklara doğru düzgün bakım yapılmıyor, itfaiyeciler yangın söndürmesini pek bilmiyor, doğal gaz ve su yolları da arada bir patlayıp, yargıcı savcısı birbirine giren devlet gibi çatlıyor tabii...

Ama Türkiye’nin 79 bin 96 minaresinden her gün beş kez ezan okunuyor, müminler Allah’a imana çağrılıyor. Din, her şeyden önce bir ahlak öğretisi. İmamlar her vaazda cemaate “güzel ahlak”ı anlatıyor. Tüm müminler, Allah’a imanın onun emrettiği “iyi insanlık”, sevap işlemek, günaha girmemek olduğunu biliyorlar.

Oysa bir ahlak erozyonu yaşıyor Türkiye, hiç olmadığı kadar. Günah rekorları kırılıyor.

İlla ki kasıtlı olması da gerekmiyor, bu günahların. İstanbul Üsküdar’da, hatalı ve yasak dönüş yaparken 16 yaşındaki Ömer’i öldüren minibüs şoförü bir cani değil midir?

Liste uzun. İyi imamdan illa ki iyi avukat, iyi öğretmenden usta doğramacı, taksi şoföründen vinç operatörü, inşaat işçisinden minibüs şoförü, tornacıdan kasap, çapacıdan asfaltçı olmayacağı için, kimsenin kendi işini yapamadığı Türkiye, işinin ehli olmayan sorumsuz kişilerin elinde binlerce insanın sağlığından, canından, malından olduğu, çocuklarını yitirdiği bir ülke.

***


Bu ülkede 1446 çocuk kayıp ve büyük olasılıkla, çoğu organ mafyasının kurbanı, diğerleri sübyancı çetelerin.

Kendi çocuklarını, karılarını satan, dilendiren, seks kölesi olarak kullandıranlar da cabası.

İnançlı ya da inançsız, laik ya da muhafazakâr; siz değilsiniz, ben değilim çocuklarımıza Medine adını koyup, kümese gömen. Münevver’i katleden cani oğlunun şeytani günahını “Takdiri İlahi!” diye Allah’ın sırtına yıkan da biz değiliz. Aramızdan gayrımeşru ilişkiden doğan çocuğunu boğup ormana gömen de çıkmaz, satan da, dilendiren de. Metres çıkar aramızdan, ama adı Hacer ve tesettürlü olmaz, zaten çocuk da yapmaz, olursa da öldürmez. Tam tersine, metresi olduğu adamı “çocuk var” diye sağar mı, sağar... Budur günahı.

Yoksulluk da gerekçe değildir, ahlaksızlığa. Aramızda yoksul ve ahlaklı, hâlâ, her şeye rağmen çok var.

Öyleyse?

Benim kişisel görüşüm: Din, ancak uygar insana ahlak aşılar. Cehalet dinden ya da din cehaletten beslendiğinde, ortaya yukardaki tablo çıkar.

dentist
07-03-2010, 21:47
TARAF'tan Diyarbakır maçının analizi
07 Mart 2010 / 22:30
Ya şimdi ÇÖZERİZ ya da AYRILIRIZ...



Diyarbakırspor-Bursaspor arasında yaşanan gergin anlar bugün Taraf gazetesi başyazarı Ahmet Altan'ın köşesine de konu oldu. Altan yaşananları ciddiyetle ele alınması gereken bir tehlikenin işareti olarak değerlendirdi. İşte Altan'ın Nefret, Futbol ve Yargı başlıklı yazısı:

Türkiye’de Kürt olmanın bütün acısını “aile boyu” yaşamış olan Mehtap’ın, Diyarbakır- Bursa maçını hep birlikte yazıişlerinde seyrederken söylediği gibi, “öfke aklın önüne geçti”.

İNTİKAMCI TAŞ YAĞMURU
Bursa’da oynanan ilk maçta Bursalı taraftarların sert ve aşağılayıcı tezahüratıyla karşılaşmış olan Diyarbakırspor’un taraftarları belli ki “intikamlarını” futbolla almak niyetiyle gelmemişlerdi stada. Daha maç başlamadan Bursalı oyuncuları taş yağmuruna tuttular. Arkasından hakemi yaraladılar. Ve, maç hakem kararıyla bitti. Diyarbakırspor, ligde kalmak için yakaladığı bir fırsatı bu “intikamcı taş yağmuruyla” kaybetti. Eğer Bursa’yı yenebilselerdi çok önemli bir fırsat yakalayacaklardı.

ÖFKE AKLIN ÖNÜNE GEÇTİ
Ama “öfke” aklın önüne geçti. Diyarbakır’ın ligde kalma ihtimali çok zayıfladı çünkü büyük ihtimalle ağır cezalar alacaklar ve maçlarını seyircisiz oynamak zorunda kalacaklar. O taş yağmurunu seyrederken, yaşadığımız bu durumu en iyi anlatan Fırat Anlı’nın sözlerini hatırladım:

“Bizim kuşak barış için son fırsattır, bizden sonraki kuşaklar barış yapmayacak kadar öfkeliler birbirlerine.” Bu olağanüstü saptamayı yapan Anlı’nın şu anda “cezaevinde” olduğunu hatırlarsanız, o “fırsatın” da artık kaçmakta olduğunu anlarsınız. Diyarbakır’da rakip oyuncuları taş yağmuruna tutan öfkeli gençleri, İzmir’de Kürtleri taşlarla karşılayan sarışın kızla birlikte düşünürseniz, durumu daha iyi kavrarsınız. Ben, ne düşündüğümü size hiç lafı dolaştırmadan söyleyeyim.

ÇÖZÜM YOKSA AYRILMAYI GÜNDEME ALMALIYIZ
Türkiye, “Kürt meselesini” hemen çözemeyecekse, Kürtlere “eşit vatandaş” olma hakkını hemen sağlayacak adımları atmayacaksa, “ayrılmayı” gündeme almalıyız. Hiçbir toplum, böylesine büyük bir öfkeyi taşıyamaz. Bu kin, sokaklara taşar.

KALICI BİR BARIŞ
Olabilecek en korkunç gelişme de budur. Ayrılmak, birbirlerinden nefret eden, kinleri bilenmiş kitleleri, o nefreti yatıştıracak hiçbir adım atmadan birarada tutmaya çalışmaktan evladır. Bugün futbol sahasında “taşlarla” ortaya çıkan “kin”, yarın sokaklarda başka türlü çıkar. Ya bu ülkedeki herkesi eşit kılacak, acıları bitirecek, kalıcı bir “barış” yapalım...

KİMSE KÜRTLERİ İKİNCİ VATANDAŞ ÇİZGİSİNDE TUTAMAZ ARTIK
Ya da “ayrılma” planlarını hazırlayalım. İkisinin ortasının olmayacağını bugün bir maçla gördük, yarın başka türlü görürüz. Kürtleri, baskıyla, zorbalıkla, hukuksuz yasalarla, silahla “ikinci sınıf” vatandaş çizgisinde tutamaz artık kimse. Bu anlamsız ve haksız çaba, iki tarafın gençlerini de öfkeden gözü dönmüş çılgınlara çeviriyor. “Fırat’ın öte yakasında” bir öfke patlaması yaşanırken, “Fırat’ın bu yakasında” da çok önemli bir gelişme oluyordu. İlk kez bir başbakan, “kutsal yargı” palavrasını bir kenara itti ve gerçekleri açıkça söyledi. Bugüne dek yargı ne yaparsa yapsın sanki bu yapılan “tarafsız” bir davranışmış gibi sahtekârca bir yaklaşımla değerlendirilirdi.

Yargı “kutsal ve dokunulmaz” kabul edilmişti, Ergenekon davasına müdahale etmeye çabalayan yüksek yargı üyeleri “resmî” düzeyde eleştirilmezdi. Yüksek yargı ise son zamanlarda “Ergenekon yanlısı” bir siyasi parti gibi davranmaya ve darbeye karşı atılan her adımı önlemeye başlamıştı. Hükümete karşı ciddi bir muhalefet yürütüyorlardı ve bunu yaparken de bir yandan “bizi kuşatıyorlar” diye yakınıyorlardı.

AKP'NİN SEÇİM OYUNU
Başbakan Erdoğan dün, “siz bizi kuşatıyorsunuz,” diyerek “yargının” yasamanın gücünün budamaya çalışmasını açıkça dile getirdi. Bu çıkış, 22 Temmuz seçimlerini “orduyla çatışarak” kazanan AKP’nin önümüzdeki seçimleri de “yüksek yargı” ile çatışarak kazanmayı planladığını ortaya koyuyor. Tabii, ordunun ve yüksek yargının kendilerine “neden bizimle çatışan, halkın oyunu alıyor” diye bir sorması gerekir bence.

Kendi halklarıyla bu kadar “ters” düşmelerinin nedeni olarak “halkı” görürlerse çok yanılırlar, biraz kendilerine ve neleri savunduklarına bakmalılar. Türkiye’de halk, orduyu da yargıyı da gerileterek “demokrasiye” geniş bir alan açıyor, AKP de bunun öncülüğünü ve temsilciliğini yapıyor.

KÜRTLERDE DEMOKRASİNİN ÖZGÜRLÜĞÜN TADINI ÇIKARMALI
Bu, çok önemli ve yararlı bir gelişme. Ama bu gelişmenin sağlıklı bir temele oturması için “Fırat’ın öte yakasının” da bu gelişmeden payını alması, Kürtlerin de demokrasinin ve özgürlüğün tadını çıkarması gerekir.

Sadece Türkler için demokrasi olmaz. Bu işi ya hep birlikte yapacağız ya da ayrı ayrı deneyeceğiz.

“Türkler için demokrasiyi geliştirelim ama Kürtlere demokratik haklarını vermeyelim” derseniz, Diyarbakır-Bursa maçını Türkiye’nin her yanında, her kentinde, her sokağında yaşarsınız. Emin olun, hiçbir şey, yaşanabilecek bu acıya değmez.

buena vista
16-03-2010, 11:10
http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/uluc/2010/03/16/iste_ataturkun_cumhuriyeti_iste_ataturkun_cocuklar i
........
Şefin davetiyle, o genç Türk, Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyetin yarattığı Fazıl Say sahnede göründüğü an, gök gürledi sanki..
Fazıl ve WDR Köln Senfoni Orkestrasına (Şef, Howard Griffiths) bu senfoni için eşlik eden Burcu Karadağ (Ney), Hakan Güngör (Kanun) ve Aykut Köselerli (Bendir, kudüm, darbuka) 1700 Almanın patlayan avuçlarında yükseldi.. Yükseldi.. Yükseldi..
Yerime oturdum..
"Teşekkürler Atam" dedim.. "Teşekkürler.. İşte kurduğun Cumhuriyet bu.. İşte bu cumhuriyetin yetiştirdiği gençler.. Avrupa böyle fethedilir işte.. Politikacılar, Amerikan Kongresi'nde, İsveç Meclisi'nde, Avrupa Birliği'nde başka politikacılara yenilebilirler, ama senin gençlerinin taşıdığı bayrak işte böyle dalgalanır.. Hem de bir gece için değil.. Ölümsüz.. Dünya durdukça duracak eserlerle.."

Gozlemci
18-03-2010, 03:07
Safile Usul - Gazeteport

http://www.gazeteport.com.tr/GUNCEL/NEWS/GP_652470

Wiesbaden Kriminal Dairesi Gazeteport’a yaptığı açıklamada, kendilerinin bir belge zarar görür gerekçesi ile parmak izi araştırmalarını yapmayı hiç reddetmediklerini, her belgeye uygun kimyasallar olduğunu, zarar görmesinden korkulan belgeler için uygun kimyasallar kullanılabileceğini söyledi. Kriminal Daire Gazeteport’a, ayrıca, bir belgenin bir şahsa ait olup olmadığını anlamak için DNA tespitlerinin de kullanılabileceğini belirtti. Wiesbaden Kriminal Dairesi, aynı zamanda, Almanya Deniz Feneri soruşturmalarını yürüten Frankfurt Polisi'ne hizmet veren kurum.

ERGENEKON SAVCILARI PARMAK İZİ ARAŞTIRMASINA İZİN VERMEDİ

Albay Dursun Çiçek’e ait olduğu iddia edilen, “İritica ile Mücadele Eylem Planı” ismi verilen yazılı kağıtlara ilişkin tartışma sürüyor. Albay Dursun Çiçek altındaki ıslak imzanın kendisine ait olduğu yönünde rapor veren Adli Tıp Kurumu’na itiraz ederek, söz konusu yazılı kağıtlarda parmak izinin aranmasını talep etmişti.

Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’da hafta başında verdiği demeçlerde Jandarma Kriminal Dairesi’nin parmak izi araştırması için İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan izin beklediklerini, sonradan, “Asker belgeyi bozdu” şeklinde bir ithamla karşı karşıya kalmak istemediklerini söylemişti.

Önceki gün ise, Ergenekon savcılarının söz konusu araştırmaya, “Belge zarar görür” gerekçesi ile karşı çıktığı ve parmak izi tespitine izin vermediği öğrenilmişti.


.......henüz Türkiye'de uygulanamasa da dünyada bu tarz önemli belgelere zarar vermeden incelemenin yolları mevcut. Zaten Dursun Çiçek'in aynı zamanda avukatlığını da yapan kızının dün yaptığı "Belgeyi incelenmek üzere yurtdışına göndermek istiyoruz" açıklaması da bundan kaynaklanıyor.

buena vista
24-03-2010, 13:37
ndogru@gazetevatan.com

Bilmeyenlere söyleyeyim. Medüz, “deniz anasının” bilimsel adıdır. Elsiz, ayaksız, yüzgeçsiz, gözsüz, midesiz, omurgasız, pelte gibi bir yaratıktır, denizde yaşar, rüyadaymış gibi yavaş hareket eder. Deniz Feneri Dosyası, medüz hızına çakıldı.

Gelme hızı medüz!

Tercümesi medüz!

Soruşturması medüz!

İddianamesi medüz.

Okur bana soruyu yollamış, “sor” diyor: “Halkın gücü, Aytaç Durak’ı hızla hesap vermeye zorladı” diye yazmışsın; tamam da bu “halkın gücü Deniz Feneri Dosyası’nın medüz hızından kurtulmasına” niçin söz geçiremiyor? Deniz Feneri dosyasını 3 savcı birden yürütüyor ve bugünü de sayarsak Almanya’dan dosya Ankara’ya geleli tam 1 yıl 21 gün (386 gün) oldu. Erzurum-Erzincan iddianamesini 3 günde yazabilecek kadar hızlı savcılar yetiştiren Türkiye adaleti, dosya Almanya’dan geleli 386 gün geçmesine rağmen niçin hâlâ “dava açılmasının” yolunu aralayamadı?

Hızı düşüren nedir?

İktidarın gücü mü?

Savcılar, bu davanın açılmasının iktidara zarar verebileceği duygusuna kapıldıkları için mi işi yavaştan almaktalar? Böyle bir “iğneleyici şüpheye kapılmak” bile inanın beni üzüyor fakat okurlardan da her gün bu yönde çok sayıda sıkıştırma mektubu almaktayım. Soruşturma gizlidir ve üzerinde yazı yazılamaz; biliyorum ancak Ankara’da Deniz Feneri dosyasını yürütmekte olan savcılarımız, davayı “soruşturmanın gizliliği ile halkın bilgilendirilmesi arasında sıkışıp kalmaktan kurtaracak” bir formül bulamazlar mı?

Savcı açıklasa!

Medüz olduk!

Gerekçemiz şudur!

Deseler, anlayacağız.

Sadece biz değil Almanya adaletinin savcıları ile hakimleri de “Fener dosyasının medüz hızına çakılıp kalmasını” anlayamıyor. Alman savcılar “Deniz Feneri dosyasının Türkiye ayağındakilerini de yargılayacak ikinci davayı açabilmeleri” için Ağustos 2009’da Türkiye’deki 4 sanığa (Zekeriya Karaman, Zahid Akman, İsmail Karahan, Harun Kapuyoldaş) ulaştırılsın diye gönderilen mahkeme ilanı 7 ay geçmiş olmasına rağmen sadece 1 sanığa ulaşabildi.

Alman’ın aklı almıyor!

7 ay, 210 gün eder.

210 günde belge gidemiyor.

Sadece “mahkeme ilanı” değil MASAK’ın (Mali Suçları Araştırma Kurulu) hazırlaması gereken “Deniz Feneri’ne bağlı olarak yapılan kara para hareketi” ile ilgili raporun da bitip bitmediği, bitmediyse niçin bitmediği bilinmiyor. Ayrıca İçişleri Bakanlığı Dernekler Dairesi Başkanlığı’nın Türkiye’deki Deniz Feneri Yardımlaşma Derneği’nin 2007-2009 yıllları arasında 20 aylık bir dönemini inceledikten sonra; 58 trilyon YTL’lik bir bağışın toplandığı ve bunun 17-18 trilyon YTL’sinin yurtdışına gönderildiği ve “Derneğin mal alımlarında şeffaflık ilkesinin ihlal edildiği” rapor edilmesine rağmen “Deniz Feneri Derneği kamu yararı statüsünde” hâlâ nasıl durabiliyor?

Dernek iktidarın gözbebeği.

Başbakan’ın has derneği.

Meclis, iktidarın isteği ve desteğiyle bu derneğe “üstün hizmet ödülü” verdi, Bakanlar Kurulu kararı ile “kamu yararı statüsüne” alındı.

Sayın savcılar!

Hız niçin medüz!

Yok mu halka bir açıklama!

Trusty
27-03-2010, 23:59
Bilmeyenlere söyleyeyim. Medüz, “deniz anasının” bilimsel adıdır.

Elsiz, ayaksız, yüzgeçsiz, gözsüz, midesiz, omurgasız, pelte gibi bir yaratıktır, denizde yaşar, rüyadaymış gibi yavaş hareket eder.



Takildim bu Meduza..!

Gidinin deyyusu, elin yok, ayagin yok, omurgan yok, miden yok.-search-.

Ne is yaparsin, ne isin var sularda...

Bosuna kirletiyorsun denizleri...

Yakaliyacaksin bunlardan ucunu, asivereceksin ortalik yerde, bak bir daha yapiyorlarmi ?

Durzuler sizi..!:ds:*

Gozlemci
07-04-2010, 23:39
Anitkabir'de yuruyuse katilmak sucu islemeyin sakin!!!!....300 gunden fazla hapise tikarlar, Ergenekoncu yaftasi yapistirirlar. Aman diyeyim... Demokrasi getirecegiz dedilerse de, oyle Anitkabir'de yuruyus hakki getiriyoruz demediler ki...

Haberal'in sorgusundan..

"...Savcı Pekgüzel'in, ''25 Ekim 2003 tarihinde 'Cumhuriyete Saygı Yürüyüşü' düzenlenmiş, Anıtkabir'e yürüyüş yapılmıştır. Bu yürüyüşte 'ordu göreve' pankartı taşınmıştır. Buraya katıldınız mı? Yürüyüşe katılmak için akademisyen ve öğrencilere otobüs temini yaptınız mı?'' şeklindeki sorusuna da Prof. Dr Haberal,''Toplantıyı YÖK'ün düzenlediğini biliyordum. 'Rektörler ve öğretim üyeleri Anıtkabir'e gideceğiz' denildi. Ben Aslanlı Yol'a kadar gittim. Çelenk bırakıldı ama o gün ameliyatım olduğu için hemen geri döndüm'' yanıtını verdi...|"

Master
17-04-2010, 20:08
Özdemir İNCE




Köy Enstitüleri kederi


TARİHSEL söylemde (discours) “Teyzemin bilmem nesi olsaydı, dayım olurdu” türünden hesaplar olmaz ama ben bu yazıda öykünün trajik yanının ortaya çıkması için bu yönteme başvuracağım: Köy Enstitüleri 1925-1935 arasında kurulsaydı; aynı yıllar arasında toprak reformu yapılabilseydi; imam hatip projesi yozlaştırılmasaydı, Türkiye şu anda Avrupa standartlarının üzerinde olurdu!

Şimdi, dönemin her türlü verilerini değerlendirerek bunu anlamak mümkün.

TOPRAK REFORMU OLMADAN

Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşadığı dönemde her şeye muktedir olduğu sanılır. Hayır, her şeye muktedir değildi. Çok istediği halde toprak reformu yapamadı, yaptıramadı, yaptırmadılar ve gözü açık gitti. Meclis açılış konuşmalarının hepsinde toprak reformunun gereklilik ve zorunluluklarından söz eder.

Köy Enstitüleri açılırken (17 Nisan 1940) zamanlama hatası yapıldı. Dönemin iktidarı toprak reformu yapmadan, bu reformda kullanılacak kadronun hazırlanmasını öne aldı. Önce kadroyu hazırlayacak, sonra toprak reformu yapacaktı. Bu, bir hata idi. Atatürk’e bile toprak reformu yaptırmayan şeyh, aşiret reisi, ağa, bey, mir, mütegallibe düzeni Köy Enstitüleri’nin yaşamasına izin veremezdi. Vermedi.

CHP içinde yuvalanmış bu reis, ağa, bey, mir, mütegallibe koalisyonu 5-6 yıl içinde Köy Enstitüleri’nin kuyusunu kazdı. Ardından 1950’de Demokrat Parti ile iktidara geçince iplerini çekti. Oysa, önce toprak reformu yapılmalı, ağalık düzeni yıkılmalı, daha sonra Köy Enstitüleri açılmalıydı. Cumhuriyet Devrimi saftı, deneyimsizdi. Kendi yönteminin etkili ve etkin olacağını düşünüyordu.

REŞAT ŞEMSETTİN SİRER

Köy Enstitüleri bu yöntemle de başarılı olabilirdi. Çünkü 1940-1946 arasında öğrenci sayısı 100 bini aşmış, teknik kurslardan yararlanan köylü sayısı 13.500’ü bulmuştu. 875 yeni köy okulu, 741 işlik ve 993 öğretmenevi yapılmış, 851 köy okulu onarılmıştı.

Karşı devrimciler ve mürteciler, tek parti CHP kadrosunun silme jakoben olduğu safsatasını yayarlar. Demokrat Parti kuruluncaya kadar karşı devrimcinin, mürtecinin, laik cumhuriyet karşıtlarının siyasal temsilcilerinin büyük bir çoğunluğu CHP saflarında idi. Bunlardan biri olan Reşat Şemsettin Sirer bile bile CHP’nin Milli Eğitim Bakanı olarak görevlendirilmişti. O da üzerine düşeni yaptı ve Köy Enstitüleri’ni sıradan öğretmen okullarına çevirdi.

Toprak reformu karşıtlarının önderi ve sözcüsü 14 Mayıs 1950’den sonra başbakan oldu. Demokrat Parti iktidarı 1952, 1953 ve 1954 yılında yaptığı operasyonla Köy Enstitüleri’ni kapattı. DP’nin en büyük destekçisi CHP’li Reşat Şemsettin Sirer idi.

Bundan sonra ortalık imam hatiplere kaldı. İslamcı ve karşı devrimci kadro, tek parti CHP’sinin başaramadığı Cumhuriyetçi Kadro yaratma eylemeni kendi açısından başardı. Şimdi, imam hatip kadrolarını kendi düzeninin başına geçirmek için Anayasa’yı değiştirmek istiyor. Bunu başarırsa karşı devrim operasyonu tamamlanmış olacak.

++++++++++++

Minik Soru : CHP, tekparti zamanından sonra ne zaman tekrar İktidar oldu ??!!!

buena vista
27-04-2010, 06:36
Can Dündar Ada

27 Nisan 2010

“Çocuk gibi masum” ifadesini birçok yazıda kullanmışımdır. Artık kullanmayacağım.
“Efsane”, dün Siirt’ten gelen haberle sona erdi benim için...
Oysa biliyordum ki, bir toplumdaki masumiyet ortalaması neyse, çocukların payına da o kadarı düşer ancak...
* * *
Mardin ve Siirt’ten gelen haberlere bakın:
Dün Bilge Köyü katliamı davasında mahkûm olanlar arasında 14 yaşındaki bir çocuk da var.
Bir düğün evinde, hem de namaz kılmakta olan insanların üzerine ölüm yağdıranlardan biri o...
“Neden yaptın?” sorusuna “Namus için” cevabı verenlerden...
Yaşı küçük olduğundan katliamdan 15 yıl hapis cezası aldı; tam 44 kez...
Siirt’te aylarca, onlarca erkeğin tecavüzüne uğrayan kız da 14 yaşındaydı; Pervari’de 2 yaşında bir bebeğe tecavüz edip öldüren yatılı bölge okulu öğrencileri de...
14 yaşında bir çocuk babası için, akıl almaz, yürek dayanmaz haberler bunlar...
* * *
Büyüklerin küçüklere, küçüklerin daha küçüklere uçkur çözdüğü bir zorbalık zinciri...
Yarın ümitlerinin bu dünyada yer bulamayıp öbür dünyaya ertelendiği bir ülke...
Şiddetin kural, barışın istisna olduğu bir coğrafya...
Bir yanda ahlak uğruna işlenen “namus cinayetleri”, öte yanda küçük çocukları, hatta bebekleri sıraya dizen bir ahlaki erozyon...
Bu erozyonun hem mağduru olan hem ondan nemalanan çocuklar...
Sıradanlaşan ölüm, olağanlaşan zulüm...
Adeta bulaşıcı bir cinsel terör...
Ya da terörle gelen pornografi...
Zalimlerin arsızlığı, masumların kayıtsızlığı...
Topyekûn bir vicdan kaybı...
* * *
Evde, camide, okulda, kırda, kışlada, dağda, yatılı okulda, Kuran kursunda ha babam dayak yiyerek yetişen, hep ölüm, hep nefret haberleriyle, dağdan gelen silah sesleriyle, acılı şehit cenazeleriyle büyüyen, bir an önce korucu ya da gerilla olup silaha kavuşmanın, cana kıymanın rüyasını gören nesiller yetişti doğuda, güneydoğuda...
Erken büyüyüp erken öldüler.
Onlarla birlikte sorunlar ve nüfus da büyüdü.
Büyümeyen, kişi başına düşen ekmekti, güvenceydi, sevgiydi.
Doğru dürüst eğitim de veremedik onlara; yeterli okul, sınıf, kitap, bilgisayar, öğretmen gönderemedik, geleneği kovalarken modern sosyal hayatı yeşertemedik, flörtü fuhuş zannettik.
Onlara ulaşabildiğimiz tek kanal televizyondu; onda da ekran aracılığıyla zihinlerine bolca cinsellik zerk ettik.
Açlığın ormanında, ziyafet sofrası sergilemenin yağmayı kamçılayacağını göremedik.
* * *
Şimdi bu derin soruna iki sığ çözüm bulmuş gibiyiz:
Suçu habercilere atıp felaketin üstünü örtmek...
Ya da çocukları mahkûm edip temize çıkmak...
İkisinin de çare olmadığının bilincindeyiz.
Suçlular küçük olsa da suçun büyüğü bizde; biliyoruz...
Biz ne kadar masumsak, o kadar masum çocuklarımız...
Düşünün:
Bir mezbahadan kaç vejetaryen yetişebilir ki?

Milliyet

LAZIO
29-04-2010, 14:06
Seçimlerin aksatılmadığı bir ülkede askerî darbe yapmak alçaklıktır.

Sana güvenip ülkesinin güvenliğini sana emanet eden, silahını alan, üniformanı diken, lojmanını yapan, cebine paranı koyan halkına ihanettir.

Senin “düşmanla” savaşacağını sanıp sana karşı hiçbir tedbir almayan insanını kalleşçe arkadan hançerlemektir.

İktidara gelebilmek için meydanlara çıkıp halkından oy istemeye gücü yetmeyen ödleklerin iktidarı silahla çaldıkları sefil bir zorbalıktır.

Darbe yapanların, darbe tezgâhlayanların, darbe planları hazırlayanların, “halkına ve ülkesine ihanetten” en ağır cezaya çarptırılmaları gerekir.

Onlar kendi halkının hainidir çünkü.

Biz çok alçak ve çok alçaklık gördük.

Hiçbirini cezalandırmadık.

“Makbul adam” muamelesi gören bu hainler, ülkeyi “darbe aşamasına” getirebilmek için en kanlı oyunları oynadılar.

“Ajanlarını” harekete geçirip sokaklarda insanları öldürttüler.

Halkı birbirine karşı kışkırttılar.

Büyük kıyımlara yol açtılar.

Katliamlar yaptırdılar.

Karargâhlarına saklanıp aşağılık bir memnuniyetle sokaklarda insanların ölmelerini seyrettiler.

Katilleri saklayıp barındırdılar.

12 Eylül ihanetini düzenleyen “üniformalı çetenin” başındaki general olan Kenan Evren hiç utanmadan “darbe şartlarının olgunlaşmasını” beklediklerini açıklamıştı.

Darbe nasıl olgunlaşmıştı peki?

Darbe, insan kanıyla olgunlaştı.

Ölümlerle, cinayetlerle olgunlaştı.

Sabah bir sağcıyı, öğleden sonra bir “solcuyu” vuran aynı silahı katillerin eline tutuşturanların planlarıyla olgunlaştı.

Her zamanki rezilce tuzaklarla olgunlaştı.

Defalarca aynı oyunları oynadılar.

“Derin devlet” denen kanlı bataklığı bunun için kurdular.

Devleti çürüttüler, çeteleştirdiler, hukuku yok ettiler, katillere makam verdiler.

Yaptıkları darbelerle doymadılar, hep daha fazla darbe yapmak istediler.

Susurluklar, Ergenekonlar bunların yüzünden topluma yapışıp kanını kuruttu.

Her suçu, cezalandırılmadan işlediler.

Kendi halklarını öldürmeye alıştılar.

Dokunulmazlıklarıyla şımarıp küstahlaştılar.

İhanet ettikleri halka bir de emirler yağdırdılar, aşağıladılar, horladılar.

Medyadaki yandaşları onları alkışladı, “paşa kükredi” diye manşetler attı, halkın oyuyla işbaşına gelmiş sivilleri ve onları seçenleri aşağılayıp “hainleri” yüceltti.

Dört koldan sardılar bizi.

Bizi öldürdüler.

İşkencelerden geçirdiler.

Darağaçlarına çektiler.

Zindanlarda karanlıklara gömdüler.

Gencecik çocuklar idam sehpalarında can çekişerek ölürken arsız bir gerinmeyle “asmayalım da besleyelim mi” dediler.

Utanmadılar hiç, utandırılmadılar.

Bu ülke, tarihinde ilk kez darbecileri yargılıyor şimdi, darbe planlarını ortaya çıkarıyor, cinayetlerin, suikastların, kalleşçe hazırlıkların, katliam planlarının hesabını soruyor.

Şimdi sıra, binlerce insanın kanıyla “olgunlaşan” 12 Eylül’e geldi.

Parlamento, muhalefet partilerinin “hayatları boyunca silinmeyecek bir lekeyi” kendi alınlarına sürerek direnmesine rağmen 12 Eylül darbesinin yargılanması için gerekli anayasa değişikliğini gerçekleştirdi.

Kenan Evren’e ve hempalarına mahkeme kapısı açıldı.

“Niye kendi halkına ihanet ettin” diye sormak imkânı doğdu.

Bence, yargılanmalılar.

İntikam için değil, “darbeyi aklından geçiren” bütün rezillere örnek olmaları için yargılanmalılar, “darbe düşünenler” kurtulamayacaklarını görsünler diye yargılanmalılar, bir daha hiç kimse “darbeyi düşünemesin” diye yargılanmalılar.

Darbeyi bu ülkenin kaderinden silmek için yargılanmalılar.

İhanet ettikleri halkın “sen hainsin” diyen sesini duymaları ve bütün hainlerin bundan sonra “bu sesi” duyacaklarını anlamaları için yargılanmalılar.

Alçaklığı sona erdirmemiz için yargılanmalılar.

Çok alçaklar ve çok alçaklıklar gördük.

Bir daha görmeyelim diye yargılanmalılar.

İhanet bitsin artık bu ülkede.

Bir daha kimse kendi halkına hainlik edemesin.

Halkın efendi, ordunun hizmetkâr, generallerin sadık, devletin sağlam, hukukun adil olduğu bir ülke kuralım.

Alçaklığı sonsuza dek çıkartıp atalım hayatımızdan.

Artık yapalım bunu.

A.Altan

Master
29-04-2010, 16:34
%92 ile kabul eden başka bir halkmıdı ?? Bence yeni anayasa için eğer halk oyuna gidecekse %92 yi geçmeli.. yoksa eskisi geçerlidir..

Tabiki o çok istenen ve anlatılan vede arzulanan Demokrasi varsa....

Bence eskiside yeniside fark etmiyor... Neticede bir Düzen...

Üstteki anlatıyı yazan için ise söz çok eskilerden söylenmiş...

Uğur Mumcu : “Cuntacı, holding soytarısı liberal tosunlar Çetin, Ahmet, Mehmet Altan”

LAZIO
29-04-2010, 18:50
%92 ile kabul eden başka bir halkmıdı ?? Bence yeni anayasa için eğer halk oyuna gidecekse %92 yi geçmeli.. yoksa eskisi geçerlidir..

Tabiki o çok istenen ve anlatılan vede arzulanan Demokrasi varsa....

Bence eskiside yeniside fark etmiyor... Neticede bir Düzen...

Üstteki anlatıyı yazan için ise söz çok eskilerden söylenmiş...

Uğur Mumcu : “Cuntacı, holding soytarısı liberal tosunlar Çetin, Ahmet, Mehmet Altan”
-------------------------------------------------------------------------

Bu mantiga gore:

"AKP'yi %52 ile iktidara getiren baska bir halkmi?....Gelecek secimde iktidar olacak parti %52 yi gecmeli....Yoksa eskisi gecerlidir"....Nasilsa eskiside yeniside fark etmiyor....Netice bir duzen.....

Bu olmamis.....Baska bir mazeret bulun bence.....LAZIO

-------------------------------------------------------------------------

Master
29-04-2010, 21:56
Konu Yeni Anayasa

AKP değil.. Parti seçimlerin de %10 barajı var... Mazeret yani....

Anayasa da Evet ve Hayır var !! O Halk ;) % 92 evet demiş !!

Pek zor değildi anlamak ama yine İzah edeyim dedim... !!

LAZIO
30-04-2010, 00:04
Konu Yeni Anayasa

AKP değil.. Parti seçimlerin de %10 barajı var... Mazeret yani....

Anayasa da Evet ve Hayır var !! O Halk ;) % 92 evet demiş !!

Pek zor değildi anlamak ama yine İzah edeyim dedim... !!
----------------------------------------------------------------------------

80 Anayasasi referandumunda pistirilmis halkin girtlagina cokmus darbeciler....Seffaf zarf,renkli pusula falan var...Mazeret yani...

%8 in hayir demesi bile mucize....

Gelin "Ben darbeci diktatorlerin yargilamasina ve Turkiye'de darbe yolunun kapanmasina karsiyim"deyin anlasalim.....Referandum konusundaki teorinizin pek mantikli olmadigi ortada....

--------------------------------------------------------------------------

AnnE
30-04-2010, 07:11
Neymiş efendim, taze demokratlar 12 Eylul'u yargılayacakmış. Benim anlımda da detayları görmeyen KERİZ yazıyor ve bu sacma sapan yarım yamalak maddeyi igrenc-mevcudu kadar faşizan anayasa degişiklikleri icine sokan uyanıkların gazına gelip, darbeci olarak yaftalanacam HA !!!!!

hadi oradan. 12 Eylul anayasasına hayır demenin ve ardından yapılan secimde taktaktak'cı olmamın basit onurunu kimseye yedirmem.




Ertuğrul Günay son anda kaçtı



MECLİS’te 12 Eylül’cülere yargı yolunu kapatan anayasanın geçici 15. maddesinin kaldırılması görüşülüyor. 15. maddeyi kaldırma, simgesel anlamda. Yoksa, maddeyi kaldırmakla, 12 Eylül’cülerin yargılanacağı filan yok.

Bu simgeselliği yok etmek için, CHP önerge veriyor. “Zaman aşımını kaldıralım, 12 Eylül’cüleri yargılayalım” önergesi.

Sosyal demokrat soyunu unutarak, AKP’ye transfer olan, Kültür Bakanı Ertuğrul Günay 12 Eylül tartışmalarında kürsüde aslanlar gibi kükrüyor, darbeler üzerine sular seller gibi döktürüyor. Helal olsun.

Ancak, küçük bir sorunu var. O tartışmada hükümeti Günay temsil ediyor.

Mecliste usule göre, yasa görüşülürken önerge verildiğinde, başkan hem komisyona soruyor, hem hükümete, “önergeye katılıyor musunuz” diye.

CHP önergesi için de, aynı soru geçerli. Daha bir kaç dakika önce, darbecilere ve eleştiriler karşısında CHP’ye söylemediğini bırakmayan Günay’a da, başkan, hükümet adına ister istemez soracak, “katılıyor musunuz?”

Tehlikeyi (!) fark eden Günay, o soruya muhatap olmamak için, aniden yerinden kalkıyor, hükümet temsilciliğini Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu’na bırakıyor.

Hükümet, dolayısıyla Eroğlu, ayrıca komisyon, dolayısıyla AKP önergeye katılmıyor. Sonuçta, 12 Eylül’cüler yargılanmaktan kurtuluyor.

Günay hükümet temsilcisi olarak orada otursa ve önergeye “evet” dese, bir bakan olarak yeni partisiyle çelişecek, “hayır” dese, attığı nutuk havada kalacak, en iyisi bırakıp kaçmak.

Yaptığı cinlik mi, çaresizlik mi, onu en iyi kendisi bilir. Benzer çaresizliği acaba başka zamanlarda, başka konularda da yaşıyor mu? Onu da, yine en iyi kendisi bilir. Vicdani bir konu.

Bu saatten sonra siyasi soy değiştirmek, zor dostum zor.

LAZIO
30-04-2010, 13:49
Bu gunlerde konu ile ilgili kimle konussam "Ben referandumda hayir oyu verdim ama" diye soze baslayip......(Bu %92 nasil cikmis bende anliyamadim ama)......Icerigi ne olursa olsun bu iktidarin yapacagi Anayasa degisikligine karsi olduklarini belirtiyorlar.....Gerekceler cesitli.....

"Son olarak duydugum %92 gecilmezsse degisiklik kabul olmaz" sekklindeki demokrasi literaturune gececek bir mazeret...

Tamam anladim muhalifsiniz,mantik sinirlari icinde kalmak sarti ile,bu en dogal hakkiniz.......Ancak;

Turkiye'yi onlarca yil geri goturen....Sivil hukukun karsi ciktigi idamlari alay eder gibi infaz eden......Annelerin degil cocuklarina,cocuklarinin cesetlerine bile ulasmalarina engel olan......Gencecik insanlara iskence yapip hayatini sonduren.....ve sonra Anayasaya gecici bir madde ilave edip yargilanmaktan kurtulan insanlarin......Hesap vermesine karsi cikarak yapilacak bir muhalefetin kime faydasi var?....

Cevap veriyorum.......Bu gunku iktidara........LAZIO

-------------------------------------------------------------------------

AnnE
30-04-2010, 16:03
susup oturma dirayetini göstermeyi ögrenememenin acısını cekmeye devam ediyorum.

12 Eylul anayasası ile kendini korumaya almış dümbüklerin yargılanmasına esas karşı cıkanın, o maddeyi degişiklik listesine koyar gibi yapanlar oldugunu söylüyoruz ; sanırım muhterem yazar, yazılanları okumadan nassılsa bunlar postalcı diye, aynı havada calmaya devam ediyor.

Ama yine sanırım ki verdigi cevap bize degil, bir zamanların yaramaz solcusu Ertugrul Gunay'a. E o da zaten bugünkü iktidarın bir bakanı olduguna göre, karşı cıkmaması da bugünkü iktidara yarayacagından gocunmaz .

Ya sabır
ya sabı
ya sab
ya sa
ya s
ya
y

LAZIO
30-04-2010, 18:49
Ahmet'i begendiremedik o zaman Engin verelim ortalik iyice senlensin....Hani Cem Uzan,Sigorta tasarruf mevduat fonu parasi,donek falan herkes bi stres atsin......

Atis serbest.....

--------------------------------------------------------------------------

Yok, referandumda değil, seçimde. Referandum yüzde 57'yle falan geçer de, ben seçimden sözediyorum.
AKP kapatılırsa yani... Onun yerine kurulacak olan yeni parti...
Ankara'da son günlerde ortalıkta sıkça dolaşan bir "senaryo" varmış... (Ankara dediğin bozkır gülistanında başka ne dolaşacaktı ki?)
CHP, "partinin hukuk bürosu" gibi gördüğü Anayasa Mahkemesi'ne gidecek ya, iş referanduma kalmadan (yani CHP gene halkın tokadını yemeden) anayasa değişikliği iptal edilsin diye...
AYM'nin de tastamam bunu yapması bekleniyor. (Niçin herkes sonuçtan bu kadar emin? Niçin kimse "AYM tarafsız yargıçlardan oluşuyor, konuyu enine boyuna görüşür, adil bir karar verir, belki de iptal etmez" diyemiyor acaba?)
Üstelik mahkemenin, bu gibi durumlarda her zaman yaptığı gibi işi aylara yayarak değil, "acele" karar alması bekleniyormuş... (Hayrola? Referandum yangınından mal mı kaçırılıyor?)
Değişiklikler iptal edilecek, hazır bekleyen Yargıtay Başsavcısı da, "değiştirilemez maddelerle çelişkiye düşen yenilikler yaptıkları" gerekçesiyle hemen kapatma davasını bastıracak! (Bu sefer İlhan Selçuk'un ışık yakmasını ya da Ergenekon'un tehdit etmesini beklemeyecek.)
AKP kapatılacak, hükümet düşecek, yerine geçecek CHP-MHP koalisyonunun ilk işi Silivri tutuklularını salıvermek, Zekeriya Öz'ü de Şırnak'a falan sürmek olacak... (Başka bir işi olmayacak çünkü Deniz Baykal'ın elinden başkaca bir iş gelebilemez.) Ondan sonra da seçim zamanı gelip çatacak hemen.
Başbakanın da "yasaklı" olacağı sanılıyor...
Daha doğrusu, bunun "demokrasi" olacağı sanılıyor utanmadan. Oysa buna mis gibi "sivil darbe" denir, halka karşı bürokrasi darbesi. Matbuat şerefsizleri de zil takıp oynarlar.
Peki Abdulah Gül Çankaya'dan inip yeni partinin başına geçerse, bürokrasi yarattığı bu skandalın altından nasıl kalkar?
Peki seçimde ne olacak?
Halk bu çirkin güldürüyü yutacak mı?
Yoksa öyle bir tokat atar ki sesi Hint'ten Çin'den mi duyulur?
Elektronik muhtıraya yüzde 47'yle cevap vermiş olan seçmen, bu darbeyi de yüzde 67'yle mi yerli yerine oturtur?
Yani 1965 yılında, 1983 yılında, 2002 yılında bürokrasiye vermiş olduğu tepkinin belki bu kez daha şiddetlisini mi verir?
"Oylamada 330'u bulur mu bulmaz mı" diye tartıştığınız güç bu sefer 430'la yaparsa o değişiklikleri, ne halt edersiniz? Hadi bir darbe daha mı?
Göreceğiz.
Bendeniz asıl "kapatılma öncesi şenliklerini" merak ederim.
Amerika ve Avrupa bu kez nasıl bir höt diyeceklerdir acaba?
Geçen sefer İngiltere Kraliçesi üşenmeden kalkıp gelmişti, bu sefer İspanya Kralı'nı mı bekleyelim?
Hem de bekleyelim vallahi... Hollanda Kraliçesi, İsveç Kralı, Norveç Kralı, Danimarka Kralı da buyursunlar. Belki Japon İmparatoru bile gelir.
Türk bürokrasisine demokrasi öğretmeye ne kadar çok "monark" gelirse o kadar neşeli olur! "Cumhuriyet olmayan" demokratik ülkelerin devlet başkanlarının bir cumhuriyeti hizaya getirmeleri, yıllardır "hayat demek, yükselmeye kanat demek" teranesiyle kendini kandıran Türkiye'ye hoş bir azizlik sayılacaktır.
Bize müstahaktır, buyursunlar.

LAZIO
04-05-2010, 15:57
Milliyet gazetesinde dun cikan habere gore;

"Tunceli'deki karakol baskinindan sonra Tunceli Devlet Hastahanesi ambulansi ve personeli,askeri takviye birliklerinden once olay mahalline gelmisler"....

Bu haber dogru ise 50-60 capulcuya karsi...Nato'nun ikinci buyuk ordusu....Istihbarati,radarlari,telsizleri,helikop terleri,arazi araclari sahibi TSK,birakin askerlerini korumayi.......olay mahalline Devlet Hastahanesi Ambulansindan sonra geliyorsa ortada son derece vahim bir durum var demektir....

Bu konuda acaba birilerilerinden hesap sorulacakmi mi?....Yoksa "Kanlari yerde kalmayacak"...."Sehitler olmez vatan bolunmez"...gibi hamasi sloganlar atip....."Sanli ordumuz yipranmasin" diye olay aynen gecmistekiler gibi unutulacak mi?....

------------------------------------------------------------------------

buena vista
13-05-2010, 15:59
Bekir Coşkun

13 Mayıs 2010 Perşembe,


TÜRKİYE'nin bu hale gelmesinde senin büyük günahın var usta...

Deniz Baykal'ın istifasına gösterdiğin bu duygusal tepkiye, cumhuriyet için çırpınan insanlar gizli kayıtlarla - kasetlerle hapishanelere doldurulduğunda gösterseydin ya...

Baykal'ın evinin önüne " Geri dön" diye kurulan çadır... Gece yarısı yasalarıyla cumhuriyet kurumlarına baskın düzenleyen TBMM'nin önünde kurulsaydı ya...

Bu açlık grevi, susturulan gazetecilerin bilim adamları-aydınlar için yapılsaydı...

Böyle bağırıp bangır bangır..

YÖK'ten RTÜK'e... TÜBİTAK'tan TRT'ye kadar... Türkiye her gün biraz daha işgal edilirken yollara düşseydiniz, hiç olmazsa otuz kişiyle varsaydın ya o kapıların önüne...

Angora Evleri yerine...

Diyelim ki ülkenin önemli medya kuruluşlarına, gazetelere- televizyonlara el koyduklarına...

Türkiye'nin ufku karartıldığında, cumhuriyet devrimlerinin canına okunduğunda...

Baykal'a ağladığın kadar sokaklara dökülüp ağlasaydın...

O zaman böyle vursaydın dizine...

Böyle olmayacaktı belki...

Önüne boş bulmuş bir iktidar, önüne çıkan her engeli ortadan kaldıra kaldıra giderken...

Sıra tabii ki size de gelecekti...

Bari şimdi...

Şimdi sırtındaki vebalin bilincinde (İşte dün bağımsız yargıya son veren Anayasa değişikliğinin cumhurbaşkanları onayladı) aklını başına toplasan...

Hala hizipçilik, entrika, ayak oyunları, kişi, sandalye hesabı yapanların peşini bırakıp... Yepyeni bir kadro, yeni bir lider, yeni politikalar ile yeniden çıkabilsen yola...

Bir fırsat var, bence son fırsat...

Baykal için değil...

Artık Türkiye için çıksan meydanlara, paralasan, bağırsan, yansan ya usta...

bcoskun@htgazete.com.tr

AnnE
20-05-2010, 07:10
http://www.aksam.com.tr/2010/05/19/yazar/17497/atilgan_bayar/anitkabir_kimsenin_ozel_mulku__chp__bir_dar_cevren in_babasinin_mali_degildir___.html

Anıtkabir kimsenin özel mülkü; CHP, bir dar çevrenin babasının malı değildir...

'O koltuğa bu şartlarda oturmaya kalkan, mezar soyucusudur... O koltuğu, sahibine, yani Deniz Baykal'a geri vermeyenin, Anıtkabir'e girmesi yasaklanmalıdır!'

Bu fahiş kelamın sahibi Hürriyet'in üçüncü sayfasındaki şahıs.
Şimdi soracağız; Kemal Kılıçdaroğlu mezar soyguncusu mudur?
Koltuğu Deniz Baykal'a geri vermezse Anıtkabir'e girmesi yasaklansın, diye Hürriyet'te kampanya mı yapılacak?

...
Hürriyet'in üçüncü sayfasındaki yazarın sesi çıkmıyor.
Kemal Kılıçdaroğlu'nun adaylığını açıklamasından sonra dut yemiş bülbüle döndü...
'Daha 40 yıl CHP yazarız, şimdi Bursaspor konuşalım' deyip kıvırtıyor.

...
Çünkü Kemal Kılıçdaroğlu'nun Atatürkçülüğünden kimsenin şüphesi yok.
Çünkü Kemal Kılıçdaroğlu'nun arkasında CHP'nin yüzde 95'i var...
CHP'nin yüzde 95'inin de Anıtkabir'e girmesini yasaklamaya mı çalışacak Yılmaz Özdil?
Son dakikada Deniz Baykal da Kılıçdaroğlu'na destek verirse, onun da Anıtkabir'e girmesinin yasaklanmasını mı isteyecek?

....
CHP'deki sorun, CHP'ye oy kaybettiren şey; CHP'nin Atatürkçü olması değildi...

Bilakis, CHP'nin yeterince Atatürkçü olamamasıydı.
Kuruluş Felsefesi'ne yeterince sahip çıkamaması, İkinci Dünya Savaşı'nın konjonktürel ve dar çevreci ideolojik tutumlarına esir kalmasıydı.
CHP genetiğinin 'değişim iradesi' Önder Sav'da da kendisini gösterdi ve CHP, Atatürkçü pozisyonuna bir bütün olarak geri dönme kararı aldı.
Değişim iradesi, doğası gereği, 'Kuruluş Felsefesi'ne sahip çıkanlardan, CHP'nin çekirdeğinden çıktı.

...
Şimdi, Atatürkçülüğü kendi kişisel ikballeri için kullanan ve çok kısıtlı bir dar çevreye hapsedenleri tartışacağımız bir dönem geliyor.
Hürriyet'in üçücü sayfasındaki zihniyet, Baykal'ın koltuğuna oturacak, Baykal'a yapılan komployu da etkisiz kılabilecek demokratik alternatiflere 'Anıtkabir yasağı' sopası bile göstermeye yeltenebildi.
Oysa CHP'nin Kuruluş Felsefesi, Atatürkçülüğü topluma mal edecek bir felsefeydi...

Zihni Sinir fikirlerle, Atatürkçülük testi yapacak, kerameti kendinden menkul kabir bekçileri üretecek bir felsefe hiç değildi.

...
Hürriyet'in üçüncü sayfasındaki şahsın 'mazur' olduğunu daha önce 'Yumruk' olayında teşhis etmiştik...
Ama Hürriyet gazetesi de 'mazur' mudur?

...
Üçüncü sayfasındaki şahıs özür dilemeyecekse...
Hürriyet gazetesi, 'Anıtkabir yasağı' saçmalığı yüzünden özür dilemelidir.

...
Umarız Atatürkçülüğü marjinalleştiren, CHP'yi kronik muhalefete mahkum eden zihniyetin hangi zihniyet olduğu artık anlaşılmıştır...
Anıtkabir, kerameti kendinden menkul bekçilerin özel mülkü değildir. CHP'nin de değildir. Anıtkabir, her siyasal partinin ve bütün milletin varlığıdır.

CHP'deki değişim iradesi işte bunu anlatmak ve yüzünü halka dönmek için harekete geçti.

Bunu, 'Baykal'a rağmen' değil; 'Baykal ile birlikte' yapmak için de yüksek irade gösterdi.

Umarım, Baykal da içinde bulunduğu travmadan bir an önce sıyrılıp, bu yazı size ulaşana kadar, kendisine saygınlığını yeniden kazandırabilecek bu iradeye destek verir.

...
Hürriyet'in üçüncü sayfasındaki şahsa gelince...
Mazurdur. Onun, bugün de bir başka 'fahiş kelam' etmiş olmadığının garantisini kimse veremez...



Yasal Uyarı: TurkMedya internet sitelerinde yayınlanan haberler ve köşe yazılarının tüm hakları TurkMedya Yayın Grubuna aittir. Kaynak gösterilerek dahi haberin veya köşe yazısının tamamı yazılı izin alınmaksızın kullanılamaz.
Sadece alıntı yapılan haberin veya köşe yazısının bir bölümü, alıntı yapılan habere/yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.


AnnE notu ; Özdil maalesef, bugünkü yazısında da bu büyük motivasyonu kırmak için çabalamaya devam ediyor. Sadece çok üzgünüm, hayal kırıklığı degil benim için bu yazılar. Sanırım Yeniçağ gazetesinde yerini garantilemek gayretinde.Tabii ki dere görmeden paça sıvamıyorum, tabii ki ülkenin başındaki beladan kurtulmak için ehven-i şerci degilim ; ama kimse bu konjonktür de Baykal'ı kutsayarak kitleleri aşagılama hakkına sahip olamaz.

AnnE
26-05-2010, 07:38
Bugünkü VATAN'da Selahattin Duman'ın köse yazısının başlığı bence herşeyi anlatıyor ;

'' Demokrasi ineğinden maksimum verimi almak ''


Liberallerin, köşedönücülerin, bar sosyalistlerinin, gericilerin, daha gericilerin, safların neden sürekli demokrasi dediğini, aslında, demokrasinin sadece kendi yolarındaki taşları temizleme aracı olduğunu anlatan kısacık bir cümle.
Bu kösedeki deriiiin (!) tartışmaların mantığını güzelce özetliyor.




NOT ; bu konuda kendi inandıklarını söyleyen tek kitle faşistlerdir. Onların demokrasi falan gibi bir derdi ve beklentisi yok. Koymak ve oturtmak yeterli.



Bi NOT daha ; Fettullah ekonomistlerinden biri ile geyik gezdirdim ( ki kendisi böyük bir üniversitede akademisyen ) adamları ekonomi teorisinin özeti şu : Kapitalizm meşrudur, günah falan değildir ; emperyalizm cok ayıp bişeydir. ( hiç istemezken bir yaşıma daha girdim )

LAZIO
28-05-2010, 14:41
Dün bütün televizyonlarda 27 Mayıs darbesiyle ilgili görüntüler ve programlar vardı.

Darbelerin ve darbecilerin o yapışkan iğrençliğini, kendi halkına ihanet etmenin ruhlarına yerleştirdiği o alçakça bencilliği, topunu birden güvenilmez kılan o kalleşliklerini hatırladım.

Postalları, apoletleri, ellerindeki silahlarıyla insanların hayatlarını nasıl aldırmaz bir küstahlıkla çiğnediklerini hatırladım.

Hastane yatağında Denizlerin idamını öğrendiğinde Gülnur’un, “ben bu ülkede çocuk doğurmak istemiyorum” diye nasıl ağladığını...

Atatürk’ün aşçısının kızı olan Leyla Hanım’ın sırf “Rusçadan romanlar çevirdiği” için bir sabaha karşı nasıl askerler tarafından sürüklenerek götürüldüğünü, bir daha kendini toparlayamayıp hayatının sonunu nasıl felçli geçirdiğini...

Yaşar Kemal’in, sabah serinliğinde kendisini alan askerlerin arasında oturduğu cipten gür sesiyle “beni götürüyorlar Çetin” diye nasıl bağırdığını...

Erdal Eren’i asabilmek için nasıl kemik yaşını değiştirdiklerini...

Kendi ülkesini, kendi halkından aldığı silahla işgal eden rezillerin radyodan duyulan o buyurgan sesini...

Gazetelerdeki idam resimlerini...

Ömer Ayna ile Bozkurt Nuhoğlu’nun, Maltepe hapishanesinin demir parmaklıkları arkasından ziyaretçilere nasıl baktıklarını...

Kışla kapılarında yakınlarını arayanlara nasıl zulmettiklerini...

Öldürülen çocukları...

Diyarbakır Cezaevi’ndeki kulaktan kulağa yayılan işkenceleri...

Selimiye’nin kapısında oğlunu arayan yaşlı kadının ağlayışını...

“Bizimkileri asarlar mı acaba” diye soran annenin acıyla kasılmış fısıltısını...

“Asmayalım da besleyelim mi” diyen canavarlığı...

Gece karanlığında basılan evleri...

Bir düşman ordusunun işgalci subayları gibi insanlara tepeden bakarak yürüyen darbeci albayları...

Bütün bunları, bütün bu acıları, bütün bu baskıları, zulümleri, açığa bile vurulamayan kederleri hatırlıyorum.

Hatırlıyorum bütün bunları.

Darbe planları yapanlardan, “ben AKP’ye karşıyım, AKP yıkılacaksa darbe olsun” diyen ve kendini solcu sanan belkemiksiz sefillerden, darbe yolunu açmak için kaos yaratmaya uğraşan alçaklardan, bütün darbecilerden, işbirlikçilerinden, kışkırtıcılarından iğrenmem, bütün bunları hatırladığım için.

İğrenirim ben darbecilerden.

Kendi halkına ihanet eden darbelerden iğrenirim.

Onlara duyduğum öfke bitmez.

Ağlayan kadınları, ölen çocukları, zindanlara atılan insanları, işkencelerde kırılanları unutmam ben.

Unutanlarla yollarımız çoktan ayrıldı zaten.

Onlar yeni darbeler, yeni alçaklıklar peşinde koşuyorlar.

Ergenekoncuları alkışlayıp, “darbe yapacağından ümitli” oldukları paşaları karşısında gerdan kırıyorlar, kendi halklarını aşağılayıp, kendi insanlarını satıyorlar.

Yeni darbeler yapılıp, yeni idam sehpaları kurulduğunda, ölecek insanları seyredecekleri tribünlerde kendilerine koltuk ayırtıyorlar.

Bir insan için darbe alkışlayıcılığından daha rezil ne olabilir?

Hâlâ darbe planları hazırlayanlar çıkıyor.

Hâlâ onları savunanlar çıkıyor.

Neyi savunuyorsunuz? Savunduğunuz, ölüm, işkence, zulüm.

“Asmayalım da besleyelim mi” diyenlerin, bu dediklerine uygun biçimde gençleri astıranların yazdığı anayasalara sahip çıkıyorlar, ortaya konulan onca plana, topraktan fışkıran onca silaha, Hrant’ın kanlı bedenine, Danıştay baskınına rağmen “Ergenekon yok” diyorlar, “muhtıraların karşısında” yarı bellerine kadar eğiliyorlar, yeni darbelerin yolunu açabilmek için “sivil vesayetten” söz ediyorlar, en fazla bir yıl içinde seçim yapılacağını bile bile sanki hiç seçim yapılmayacakmış gibi sivilleri suçluyorlar, “darbecilikten” sanık bir orduyu yüceltiyorlar.

Darbelerden ve darbecilerden iğrenirim.

Kendi halkına ihanet eden kalleşlerdir onlar.

Öfkem hiç bitmedi, hiç bitmeyecek.

Ben unutmadım çünkü, ben asla unutmadım.

Unutmaktan medet umanlar unutsun olanları.

Onlar alkışlasın darbeleri, onlar alkışlasın Ergenekonları, onlar alkışlasın muhtıraları. Onlar darbeci sürüngenlerin arasında, belkemiklerini kırıp, arkalarında yapışkan izler bırakarak bir iktidar hayaliyle sürünsünler.

Biz unutmadık, biz unutmayacağız.

A.Altan

Master
28-05-2010, 22:20
Ahmet Altan’a bir hatırlatma



Ahmet Altan, geçen gün yazdığı yazıda “tarafsızlık” masalını yıkmış geçmiş...

Şunları yazmış Ahmet Altan:

“Çıkarcılığı ve korkaklığı bir ‘tarafsızlık’ kisvesinin altına saklayıp, bir de bu tarafsızlığın ‘ideolojisini’ yapmayı anlamam. Bu bana kurnazca bir sahtekârlık gibi görünür. Bir ormanda silahlı bir adamla silahsız bir adam arasında mesele çıktığında nasıl ‘tarafsız’ kalabilirsin? Tarafsızlık, ancak ‘iki eşit güç’ arasında olabilir. Bir güçlüyle bir güçsüz çatıştığında ‘tarafsız’ kalmak, güçlü olanı, silahlı olanı desteklemek anlamına gelir. Böyle bir durumda ‘tarafsızlığın propagandasını’ yapmak ise güçlüye yandaş devşirmek için piyasaya sürülmüş sahtekârca bir kurnazlıktır”.

Tanrım! Ne muhteşem saptamalar bunlar!

Fakat... Gelin görün ki... Bu muhteşem saptamaları okuyunca...

İnsanın aklına ister istemez şu meşhur “Cami ile kışla arasına sıkışıp kalmak” saptaması geliyor.

* * *

Hatırlatalım:

Dönem 28 Şubat’tı... Dönemin meşru hükümeti, Silahlı Kuvvetler tarafından alaşağı edilmek isteniyordu...

Gözler kısılıp demokrat yazarlara bakılıyordu... Onların ağızlarından ise “Cami ile kışla arasına sıkışıp kalmayız” cümlesinden başka cümle çıkmıyordu.

Cami: Refah Partisi idi... Kışla: Askerdi...

Güçler eşit değildi... “Cami”nin elinde silah yoktu, fakat “kışla” pür silahlı idi...

Yani “bir ormanda silahlı adam ile silahsız adam arasında mesele çıkmıştı”.

İşte böyle bir ortamda Çetin Altan, Mehmet Altan ve Ahmet Altan, “Cami ile kışla arasına sıkışmayız” diyerek “tarafsız” kalıyorlardı...

Şimdi soruyorum Ahmet Altan’a: Sizin bu yaptığınız sahtekârca bir kurnazlık mıydı?

A HAKAN


Minik Hatırlama : Aziz Nesin % kaç demişti ??

LAZIO
29-05-2010, 15:06
Ne zaman buraya matluba uygun olmayan bir yazi tasisam hep ayni hikaye.....Yazari sahtekardir,vatan hainidir,donektir,serefsizdir falan filan.....

Otuz tarakta bezi olan patronlarina yaranmak icin,fildir fildir donen yazarlarlarin bulundugu bir basin ortaminda,buraya tasidiginiz yazarlarin sahsiyet ve durustluklerine kefil olabilirmisiniz?...

Ornegin yukaridaki yazinin yazarinin (A.H) patronuna,kivrandigi insaat izinleri verilip,vergi cezalari hafifletilse ayni cizgide yazacagindan eminmisiniz?

Onun icin yazanlarin sahsiyetlerini bir yana birakip yazilan yazinin tartisilmasi gerekir kanaatimce...

Benim buraya tasidigim yazida "Darbe yapanlardan,kiskirtanlardan,ortam hazirlayanlardan,medet umanlardan igreniyorum,nefret ediyorum denilmis"....

Ayni fikirde degilseniz darbenin gerek ve faziletlerini anlatan bir yazi ile cevap verir bizleri aydinlatirsiniz......LAZIO

--------------------------------------------------------------------------

Master
29-05-2010, 15:25
Sayın LAZIO Aziz Nesin % kaç demişti ??

AnnE
29-05-2010, 17:52
Altan Bros'un ONLAR ONLAR dedigi kim allaşkına valla anlayamadım.
LAzio Bey de, sanki karsısında aman da darbe yapalım diyen bir takım ANGUTLAR varmış gibi seytan taşlamaya devam ediyor.


Ortalıkda olmayan ÖCÜ yü gösterip TRT den felan eşşek yükü ( eşşeklerden özür dilerim ) malı götürürken, diger hertürlü GöTürmeyi saklamaya alet olmak da hiç şık durmuyor valla.

Halk acından kırılırken birilerinin servete servet katmasını Türkiye de görülmemiş ölcüde hırsızlık yapan -bizim oraların deyimi ile- KAHPE DÖLLERİ'ni saklamak için, içinde demokrasinin D si olmayan tavırlarla cambaza bak goygoyculuguna devam etmeyi... diye yazmamı ağzını bozmak olarak yoran varsa yorsun.

HİÇ YIRTMAYIN oranızı buranızı, darbe isteyen MEVCUT İKTİDAR sahiplerinden başka kimse yok, onlarda zaten DİBİNE kadar yaptı darbelerini bazı SAFlar farkında degil ya kendileri de nemalanıyor.

EMİN DEMOKRASİ SIĞIRININ ORASINI BURASINI, yiyen çıkar ama ben yemem, sadece sığırın altına eğilmişlere bakarım mahsun melül.

dohol
29-05-2010, 22:47
Kamuoyunda 'Jet Fadıl' olarak tanınan Jet-Pa Holding Yönetim Kurulu Başkanı Fadıl Akgündüz, Bayrampaşa'da inşa edilecek olan 5 yıldızlı temelinin atılma töreninde İmza otomobili ile ilgili açıklamalarda bulundu.

Akgündüz, daha kazık bile çakılmadan bin 557 daireden 15 günlük devre mülkler halinde bin 553'ünün satıldığını belirterek,(Rahmetli Aziz Nesin) 33 milyon TL'nin üzerinde gelir elde edildiğini ve 2 yıl sonra projenin tamamlanacağını söyledi. Üretimi yılan hikâyesine dönen 'İmza' marka otomobil projesine de değinen Akgündüz, "Üç yıl sonra aracın üretimi tamamlanmış olacak ve yollarda bu araçları göreceğiz." dedi.

"Türkiye'nin en büyük şehir oteline" imza atmak için kollarını sıvayan Fadıl Akgündüz, Fatih'in İstanbul'u fethettiği 29 Mayıs günü, Bayrampaşa Belediyesi'nden Forum İstanbul ile eski Bayrampaşa Cezaevi arasında kalan 26 bin metrekarelik araziyi 49 yıllığına kiraladı. Beş yıldızlı otel için temel atma töreni yapıldı.

Törene; AK Parti Siirt Milletvekili Afif Demirkıran, AK Parti Şırnak Milletvekili Sebgatullah Seydaoğlu, Bayrampaşa Belediye Başkanı Hüseyin Bürge, Siirt Jet-Paspor Başkan Vekili eski futbolcu Alpay Özalan ve çok sayıda vatandaş katıldı.(Ne diyelim hayırlı olsun)

Fadıl Akgündüz, açılış öncesinde basın mensuplarının sorularını yanıtladı.

Medyada uzun süredir görünmediğini kabul eden Akgündüz, ortalıkta gözükmemesine rağmen proje üretimini durdurmaya ara vermediğini ifade etti.

Kendisinin "proje insanı" olduğunu vurgulayan Akgündüz, "Otel kompleksi geliştirmek yaklaşık 5 yıl sürdü. Dünyada yeni bir otel zinciri, otel ve resort karışımı bir proje tasarladık ve hayata geçirdik. Bu otel Caprice'in ikinci halkası; ancak bu tip otel şehirde inşa edilen ilk otel olacak." dedi.

"YAPIMI TAMAMLANMADAN BİN 553 DEVRENİN SATIŞI YAPILDI"

Otelin odalarının 15'er günlük tapular halinde yatırımcıya sunulacağını dile getiren Akgündüz, "Yatırımcıya devre mülk tapusu vereceğiz. Ancak devre mülk işletmesi değil. Devre mülklerdeki gibi aidat yok. Herhangi bir masraf söz konusu değil. Bu proje gayrimenkul yatırımı olarak yeni bir ürün." ifadelerini kullandı.

Projenin ortalama 250 milyon euro maliyetinin bulunduğunu belirten Akgündüz, "Proje tamamlandıktan sonra yapı, piyasa değeri 1,5 milyar euroya yükselecek. Bu değer üzerinden mülkler satılacak. Ancak şu anda promosyon fiyatından satışı gerçekleştiriliyor.(Babamızın hayrına dağıtıyor sizin anlayacağınız) Mülklerin satışı 7 aydır sürüyor. Herhangi bir reklam çalışması yapılmadan bin 553 devrenin satışı yapıldı. Bu satışla 33 milyonun üzerinde gelir elde edildi. Satışlar hızla devam ediyor. İnşaatın finansmanı şirketin öz kaynakları ve devre mülklerden kazanılacak gelirle tahsil edilecek." diye konuştu.

Akgündüz, bu projeyle eleştirilere de cevap verildiğini belitti.

'İMZA' OTOMOBİLİ 3 YILA YOLLARDA

Yapımı yılan hikâyesine dönen 'İmza' marka otomobiliyle ilgili basın mensuplarının sorularını da yanıtlayan Akgündüz, "İmza projesi şu anda bitmiş bir proje. Proje zaten üretim aşamasında iken durdurulmuş bir projeydi. O projeyi tekrar hayata geçiriyoruz. Önümüzdeki 3 yıl içerisinde 'İmza' otomobilinin üretimi tamamlanmış olacak ve yollarda bu araçları göreceğiz. Zaten bu projenin hazırlık safhası tamamlandı. Sadece üretim ile ilgili bir hazırlık var. Türkiye'deki fabrika inşaatı yürürken, belki ilk etapta üretimi Avrupa'da başlatabiliriz." diye konuştu. (Nasıl yerseniz buyrun öyle yiyin demiş kısaca)

Otomobilin nasıl olacağı ile ilgili soruya ise Akgündüz, "Otomobil benzinli ve dizel iki farklı cinste olacak. Hatta hibrid teknolojili motor bile yapabiliriz. (En çok buraya güldüm :)) Önemli olan pazarın marka değeri. Bizim böyle bir sıkıntımız yok. Halen 400 milyon Türk dünyası bizim İmza otomobilini çıkarmamızı merakla bekliyor." diye konuştu.

"Fabrika kurulması halinde tesis nerede kurulacak?" sorusuna ise Akgündüz, "Bizim eski programımız değişmedi. Siirt, Batman, Diyarbakır ve Şanlıurfa'da fabrikaları kuracağız. İmza projesi toplam 264 bin kişinin istihdamını kapsıyor. Allah'ın izniyle yüreğimizdeki güçten hiçbir şey kaybetmedik. Şu anda bize isnat edilen suçların söz konusu olmadığı ortada. Bu ülke bizden hizmet bekliyor." dedi.

"260 BİN KİŞİYE İŞ İMKANI SAĞLAYACAĞIZ" (Koç grubunun toplam çalışan sayısı 75 bin yazayımda buraya ona göre devam edin.)

"Başbakanın emirleri doğrultusunda sadece 8 binleri değil, 80 binleri, 800 binleri iş sahibi yapmak için yola çıktıklarını" anlatan Akgündüz, "Bundan sonra umarım beni daha çok kürsülerde görme imkânı olur. O kadar çok tozlu raflarda projemiz var ki, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde kurulacak İmza otomobil fabrikasının çalışmalarını da son hızla bitiririz. Sayın Başbakanımıza da müjde! 260 bin kişiye iş istihdamı sağlayacak proje de yolda geliyor." ifadelerini kullandı.

Bayrampaşa Belediye Başkanı Hüseyin Bürge de, inşa edilecek otelin Bayrampaşa'ya büyük katkıda bulunacağını belirterek, Akgündüz'e her türlü desteği vermeye hazır olduklarını aktardı.

(CİHAN)

Neticede bu haberi yapanda yaptıranda buna alet olanda ya hepimizi aptal sanıyor ya da ne bileyim var bir bildikleri. Ama söyliyeyim hiç bana bakmasınlar ben müsait değilim, varsa müsait olan buyursun .....


http://www.haber7.com/haber/20100529/Fadil-Akgunduz-Imzayi-canlandiriyor.php/540623

LAZIO
30-05-2010, 16:12
Korku imis....."Sayin Genelbaskanim" diye egilip bukulmenin,el etek opmenin,biad etmenin,okkalamanin sebebi......"Aman beni harcar","Siyasi hayatimi bitirir" korkusu imis....

Ayagi kayar kaymaz ustune cullanmanin....Bir gecede kulliyen taraf degistirmenin bir baska izzahi olamaz.....

Parti ici diktatoryasi.....Lider sultasi....Sapina kadar anti-demokratik yapi....Omurgalari itina ile alinmis lider kuklalari....

Diger partilerdede durum farkli degil...

Turkiye'deki carpik sistemin,anti-demokratik uygulamalarin guncel bir ornegi.....

Sorun Recep,Kemal,Deniz sorunu degildir.....Sorun anti demokrati yapilanmadir.....Bu kepaze sistemle ugrasmak yerine sahislar ve partilerle ugrasmak ormani birakip agaclarla ugrasmaktan ibarettir.....

Hamis;

Gene demokrasi falan yazdim......Kesin bir artniyetim vardir....Demokrasi inegini sagip kirli emellerime alet etmisimdir mutlaka.....SURMENELI TEMEL ARTNIYET nami diger....LAZIO

------------------------------------------------------------------------

ar_de_
01-06-2010, 23:02
Aziz Nesin % kaç demişti ?


"Türk toplumunun mizaha olan ilgisi sizce zekasından mı ileri geliyor ? " sorusuna verdiği cevap :

"Ne zekası ? Bu milletin yüzde doksandan fazlası 82 anayasasına evet demiştir. Geriye kalıyor yüzde dokuz. Hadi biraz iyimser olalım, ama yüzde altmışı aptal bir milletiz" demiştir. Bu cevaptan sonra mahkemeye verilmiştir "Yapmayın etmeyin. Eğer mahkemeyi ben kazanırsam sizin aptallığınız mahkeme kararı ile tescillenmiş olur" dediyse de alıngan insanlarımıza söz dinletememiş, sonuçta mahkemeyi kazanmıştır.

--------------------------------------------------------------------------

Mert Ali Başarır: Aziz Nesin’e bir röportajda ‘mizahtaki politik anlatımın gücünü’ sormuştum. Yaşamı boyunca politik mizahla mücadeleyi benimsemiş, aydın olmanın tüm gereklerini özümsemiş yazarın yanıtı şu olmuştu:

‘Bizim ülkemizdeki aydınlar politikayla ilgilenmiyorlar. Politikayla ilgilenseler, seçimlere katılsalar, partilere girseler, bu kadar geri, bu kadar düzeysiz Meclis olmaz. Yaşamımda hiçbir zaman memleket ve dünya politikasının dışında kalmadım. Şimdi gülmeceden çok güncel politikaya daha fazla ağırlık veriyorum. Çünkü gülmecenin de yetersiz kaldığı durumlar oluyor. Bunun en göze batan örneği ‘Türk halkının yüzde 60’ı aptal’ sözüdür. Bak bu söz birdenbire ilgi gördü ve gündeme geldi. Oysa ben bütün hikâyelerimde bu oranı yüzde 95 yazıyorum. Demek ki gülmece bir yere kadar etkili oluyor.’


nurlar içinde yatsın diyemem yaşasa kızardı :) tüm hücreleri doğayla karıştı yeni organizmalara kaynak oldu ... umarım bizlere de bir parçası ulaşmıştır :)

AnnE
02-06-2010, 08:50
http://www.aksam.com.tr/2010/06/02/yazar/17664/oray_egin/turkiye_nasil_bir_felakete_surukleniyor.html


Türkiye nasıl bir felakete sürükleniyor

Türkiye'de şeriat özlemiyle yanıp tutuşan, dün ve önceki gün pek çoğunu sokaklarda gördüğümüz, neredeyse yüzde 10 oy oranı oluşturan bir kitle var. Evlerinde Türk bayrağından çok Filistin bayrağının hazır bulunduğu anlaşılan bu insanların oyunu elde tutmak için koskoca bir ülkenin dış politikası yeniden tasarlanıyor. Türkiye'nin ekseni değiştiriliyor, dünyadaki yeri yeniden konumlandırılıyor.

Evvelden Deniz Feneri'yle cepleri soyulan bu yüzde 10'luk oy potansiyeli, daha önceki sabah İnsani Yardım Vakfı gibi tartışmalı, şaibeli bir vakıf tarafından göz göre göre ölüme gönderildi. Kahramanlık masallarıyla kandırıldılar, kandırılmaya devam ediyorlar. Daha da kötüsü şimdi ölüme gönderilenlerin üzerlerinden siyaset yapılıyor.
İsrail'in yaptığının kabul edilebilir bir tarafı yok. Ama bu vakfın, bu vakfa alkış tutanların da özrü yok.

En temel görevi vatandaşlarının can güvenliğini korumak olan devlet, vatandaşlarını uyarmıyor, onların gitmelerini engellemiyor. Kendi sorumluluğu hakkında hiçbir şey demeyen, kendi vatandaşından özür dileyemeyen devlet, Batılı ağabeylerinin izin verdiği ölçüde içi boş, bildik nefret söylemleriyle İsrail'e saldırıyor şimdi, İsrail'e saldırarak oy avcılığı yapıyor.

Amaç zulüm gören Müslümanlara yardım eli uzatmak mı: Türkiye zulüm gören başka Müslümanların davasını neden bu kadar sahiplenmiyor, mesela şeriat altında yaşayan İranlıların haklarını aramıyor da kendisini Gazze kahramanı yapmaya çalışıyor... Sormayalım mı?
Bunun adı Müslüman dayanışması, ya da insani duyarlılık değil. Düpedüz oy avcılığı, yüzde 10'a göz kırpmaktır. Başka Müslüman ülkeler, Arap dünyası neden İsrail-Filistin kavgasında böylesi taraf olmuyor da Türkiye kendisini ortalığa atıyor; Mısır bile mesafeliyken..

Hele hele halihazırda kendi topraklarında savaş halindeyse Türkiye... PKK'yla mücadelesini çözememiş, açılım balonu patlamış; örgüt şımartılmış ve yeniden tehdit eder hale gelmiş, yanlış politikaların sonucu yeniden eylemlere başlamışken, Türkiye bir de hızla Ortadoğu bataklığına sürükleniyor.

Açıkça Hamas'ın yanında yer alıyor yeni Türk dış politikası. Oysa biz her Hamas dediğimizde karşılık olarak PKK dense söyleyecek sözümüz yok.
Bir gerçeği unutmayalım: Hamas, İsrail'in PKK'sıdır ve İsrail yıllardır uluslararası alanda terörist olarak kabul edilen bu örgütle savaş halindedir. Nasıl ki bir başka ülke Türkiye'nin PKK'yla savaşında taraf olamazsa, olmasına izin verilmezse, İsrail de Hamas'la kendi meselesine başkasını karıştırmıyor. Haklılığı, haksızlığı tartışılabilir. Ama durum bu. Dahası, İsrail tıpkı İran ya da Rusya gibi kendisine karışmaya çalışanlara yıllardır istikrarlı bir şekilde çok sert tepki veriyor, tavır koyuyor. Birlemiş Milletler'i bile takmayan bir ülkeyi halihazırda sorunlarla kavrulan Türkiye'nin Başbakanı ve Dışişleri Bakanı mı dize getirecek?

İran'a, Rusya'ya tek söz söyleyemeyen Türkiye kalkıp İsrail'in içişlerinin, o ülkenin kendi - haklı ya da haksız - savaşının tarafı olarak görebilir mi kendisini? Başka hiçbir meselede taraf olmaktan kaçınırken nasıl oluyor da Gazze'yi bu kadar çok sahiplenmeyi devlet politikası haline getirtebiliyor bu hükümet?

Bu bataklıkta ne işimiz var, biri bana açıklasın. Sırf Başbakan Erdoğan kendisini Ortadoğu'nun lideri yapmak istiyor, üniversite odasında 'Neo Osmanlı' hayalleri kuran, oryantalist hayalperest dışişleri bakanı yapıldı diye mi yılların şekil verdiği Türkiye'nin dünyadaki konumu böyle kolay sarsılıyor?

Dahası, İsrail'le koparılan ilişkiler karşılığında Türkiye'nin geldiği noktaya bakın:

Terörizme ev sahipliği yapan devletlerle yakın ilişki kuruluyor. Yıllarca PKK lideri Abdullah Öcalan'ı beslemiş Suriye birden en yakın müttefikimiz, yanı başında kurulan yeni Kürt devletine seyirci, Ermenistan uğruna en yakınımız Azerbaycan küstürülmüş, terör ülkesi Pakistan'la vize kaldırılıyor, şeriat ülkesi İran'ın neredeyse Hitler'e eşdeğer lideri Türk Başbakanı'nın en yakın arkadaşı, Sudan gibi bir başka terör ülkesi Ankara'da ağırlanıyor...
PKK'yla mücadelede nereye gelindi? Hiç. Batı'yla ilişkiler ne durumda? Koca bir dışlanma. Avrupa Birliği imkansız. En büyük müttefik ABD'den arka arkaya tepki gör... Sonunda da yalnız, sadece yüzde 10'luk şeriatçı bir oy deposunun arzuladığı bir eksene oturt Türkiye'yi: İşte vizyon, işte yere göğe sığdırılamayan, 'yeni Kissinger'ın şekillendirdiği dünyadaki yeni Türkiye... Kısa görev süresinin sicili.
Bu Ortadoğu bataklığının sonunda felaket var. Bir yandan kendi topraklarımızda savaşırken, bir yandan başkasının savaşına taraf olmanın bedelini ödeyen yine bizler olacağız.

neron
02-06-2010, 09:28
http://www.odatv.com/n.php?n=o-gemide-aslinda-kimler-vardi--0206101200

Belli oldu ki; AKP yakıp yıkarak, Türkiye’yi iç-dış savaşa sokarak gidecek.

Hamas’ın, Hizbullah’ın, El Kaide’nin avukatları, Türkiye’yi Arap-İslam eksenine zoraki zincirleyip de gidecek.

Belli oldu ki; AKP pirincin içine beyaz taşı karıştırıp da gidecek. Arkalarından Kemal Kılıçdaroğlu değil Mustafa Kemal gelse, ayıklayamayacak.

Belli oldu ki; AKP, tüm provokatif gösterilerinde, türbanlı kadınları ve çocukları ön cepheye sürmekten asla vazgeçmeyecek.

Bir kez daha belli oldu ki; AKP, Türk Ordusu’na tuzak üzerine tuzak kurmaktan son nefesine kadar vazgeçmeyecek. Seçimleri biraz daha geciktirebilmek uğruna, Meclis’ten ‘savaş kararı’ çıkartma riskini dahi göze alarak gidecek.

Şimdi kınadılar, kınattılar, kınalar yaktılar. Her ‘çuvalladıklarında’ yaptıkları gibi patlattılar bir Ergenekon dalgası daha, maksat kafalar alkolsüz harman yerine dönsün...

---

Bir kere şu bilinmeli: Gazze’de Filistinlileri esir alan, İsrail’den ziyade Hamas’tır. Çatışmalar da, İsrail’den ziyade El Fetih’le Hamas arasındadır.

Filistin halkı; roketatar yuvalarını, karargahlarını, çok çocuklu Filistinli ailelerin oturduğu apartmanların ara katlarına kuran, sonra da “İsrail çocukları vuruyor” diye ‘mazluma yatan’ Hamas’ın zulmü altında inlemektedir.

Gazze’ye Mısır üzerinden her türlü malzemenin sokulduğu 40 kadar tünel Hamas’ın kontrolündedir.Tünellerden giren gıda, tüketim mallarını halkına karaborsa satan Hamas’tır. İsrail’in ördüğü duvarın çimentosunu İsrail’e satan şirket Filistin Meclis Başkanı’nındır.

Kendi halkına karşı Hamaslaşan, kendi halkını rehin alan, zulmeden, tüccar zihniyetli AKP hükümeti, kendisini Hamas’a, Hizbullah’a ve hatta El Kaide’ye yakın hissettiğini açıkça ifade etmiştir. İslami ‘Error (erör) örgütü’ AKP ile, islami terör örgütleri arasındaki bu yanak yanağalık doğaldır.

Kâbem insan olduğundan ölenlere üzülürüm elbet. Ama şunu da bilirim ki;

O gemide, Van’da bir gün içinde asılmış bulunan dört kadını ‘namus temizlemek’ için öldüren zihniyet de vardır.

O gemide; Yahudi – içki içen – şort giyen komşu istemeyen, ama şeriat özlemi uğruna AB’ye girmek istiyormuş gibi takiye yapan zihniyet de vardır.

O gemide, müslümanın parasını “Bosna’ya, Pakistan’a yardım göndereceğiz” diye toplayıp cebellezi eden, siyasi parti güçlendiren, tv kanalı kuran zihniyet de vardır.

O gemide, Pakistan’da Taliban – Amerikan işgali altında yerlerinden edilmiş 3 milyon müslüman mülteciyi, Taliban’a ve Amerika’ya b.k sürmemek için bir türlü göremeyen zihniyet de vardır.

O gemide, zina eden kadını taşlarken cennet hayalleriyle orgazm olan zihniyet de vardır.

O gemide, ‘Şehit olacak çocuklar doğuracağım’ diyecek kadar gözü dönmüş, gelecek kuşaklardan ‘ahirette şefaat’ vaadiyle vazgeçmiş, din uğruna analık hormonlarını kurutmuş zihniyet de vardır.

O gemide, kendi halkına zulmeden Hamas zihniyetinin İsrail’i provoke etmek amacıyla kışkırttığı, kandırdığı ‘niyazi’ler de vardır,

O gemide, TSK’nın onurunu kıran komploların aktörleri, bugün “Ordu göreve” diye manşet atıp, TSK’yı savaş tuzağının içine çekmeye çalışan zihniyet de vardır.

O gemide, TSK’nın kozmik odaları talan edilip, seferberlik planları Amerikan beslemesi medyaya servis edilirken badem bıyığı kıs kıs sırıtan zihniyet de vardır.

O gemide, İsrail’in icraatlarına ‘devlet terörü’ deyip de, AKP’nin devlet terörünü, siyah jeep, villa, dolar karşılığı destekleyen zihniyet de vardır.

O gemide en çok da, ‘yeşil’ inşaat şirketlerine Gazze’de iş alanı açmak için debelenen ‘tüccar’ zihniyet vardır.

Şubat ayında Doha’da (ABD-İslam Forumu) hisli bir konuşması vardı Recep Bey’in.

“Ey insanlık neredesin! Gazze’ye niçin inşaat malzemeleri giremez, niçin inşaatlar yapılamaz!” diye hem ‘nefsine-şahsına’ hem ‘tüm insanlığa’ sormuştu. Bu konuşmayı yaparken, aklında yakın ilişkide olduğu hangi inşaat şirketinin (Y. mi? yoksa İ. mi, TOKİ mi?) menfaatlerini koruma arzusu vardı, ben bilmem beyim bilir. Ne de olsa vatanı ‘arsa’, kendisini pazarlama müdürü zanneden bir zihniyetle karşı karşıyayız.

---

Tüm terör örgütleri gibi, günün birinde legal zeminde partileşip siyaset kulvarına dalan Hamas, 2006 Ocak ayında ilk resmi ziyaretini Türkiye’ye yapmıştır. Çünkü, Recep Bey, tüm dünyanın ‘terör örgütü’ listesindeki Hamas’a destek vermektedir.

Recep Bey’in eylemleri Türkiye’yi bağladığından, Hamas-El Fetih çatışmasında Türkiye’nin Hamas’ı desteklediği görüntüsü verilmektedir.

Recep Bey, Türkiye’yi de ‘PKK’yı tanıma’ gibi bir dayatmaya sürüklediğini idrak edemeden, AKP ile Hamas arasında “Seçimle iktidara geldi. Millet iradesidir” bağlamında parallelik kurmaktadır.

Ocak 2009’da Recep Bey İsrail Başbakanı Olmert’e yalvarıyordu: “Aman Lübnan’da Hizbullah’la bir gerilim yaşanmasın.”

Velev ki Yahudi Cesaret Nişanı alabilmiş tek müslümandır, bir zamanlar Hikmetyar’ın dizinin dibinde mutlu, ona da kefil olmuş Recep Bey, radikal islamcı terör örgütleriyle yanak yanağa durmaktan vazgeçecek gibi değildir. Çünkü Recep Bey ve partisinin, ‘demokratik güç’le ‘terör örgütü’nün tanımı konusunda kafaları karışıktır.

---

Gemidekilerden Mazlum-Der Başkanı Ahmet Faruk Ünsal eski AKP Adıyaman milletvekili. Gemideki Türklerin hepsi AKP gibi Milli Görüş’ün elemanları. İHH dedikleri, “Yeniden Ümmet Seferi” diye seferler düzenleyen, nitelikli dolandırıcılık çetesi Deniz Feneri’nin uzantısı. AKP Kadın Kolları Başkanı Havva Girgin “Yayınlanan görüntülerde eşimi sağ olarak gördüm” diyor.

İşler bekledikleri gibi gelişmeyince Bülent Ar-hınç tvlere çıkıp utanmadan “Sivil inisiyatiftir, hükümetle alâkalı değildir. Hükümetin demesiyle gitmiyorlar” diyerek Hamas sempatizanlarıyla aralarına mesafe koymaya çalışıyor.

DTP, BDP ne kadar PKK’lı değilse, bu gemi yolcusu da o kadar AKP’li değildir.

O gemide AKP, o gemide Milli Görüş zihniyeti vardı. Gemi Türkiye değil Komor Adaları bandıralıydı. Ha! Gemideki yabancılar mı? O kadarı PKK kamplarında da var.

“Türkiye’nin birlik ve bütünlüğünü hedef alan” İsrail saldırısı değil, bizzat “iyot gibi açığa çıkan” Recep Bey’in kendisi, partisi ve nitelikli dolandırıcılık tarikatlarıdır.

Bakmayın kınamaya, kınalamaya...
İsrail kurşunu “...ille dostun gülü”dür AKP için. Fena yaralamıştır. AKP ihalelerde İsrail’in ticari çıkarlarını bunca koruyup kollarken, İsrail’in inşaat malzemesine (sonra da şirketlerine herhalde) yol vermemesi üzmüştür civanım delikanlıyı.

Bu işler böyledir. Sen PKK’lı çapulcunun bile bitini kanlandırıp TSK’ya meydan okutursan,
Türkiye’nin görüntüsünü ‘şaşkın-sarsak-yalpalayan’ ülke olarak dünyaya yansıtırsan,
Gemiye provokasyon için bindirdiğin vatandaşının canının önemi yoksa, İsrail ki gaddarlığı tescillidir, gelir sana meydan okur. Olan da her zamanki gibi, gaza getirdiğin türbanlı kadına olur.

Sen de Meclis savaş kararı almış da, seferberlik ilan edecekmiş havalarda ("Son kararımızın hayırlı olmasını diliyorum”) kürsülere çıkıp, hık mık sumak, lamba kümbe der inersin.

Bu hükümetin alacağı en ‘hayırlı’ son karar, derhal TOPLUCA İSTİFA ETMEKTİR.


Kıymet Nadir Bindebir
Odatv.com

ar_de_
02-06-2010, 14:14
sayın Neron yazısını yayınladığınız yazarın kişisel web sayfasının linkini paylaşmak istedim.güncel gelişmelerle ilgili yorumları enteresan ...

http://bakiselamlar.com/knb/

neron
04-06-2010, 08:01
Sayın ar_de, atladığım bir konuyu, link koyarak tamamladığınız için teşekkürler. KNB nin yine bir yazısını aşağıya ekleyeceğim, fakat kişisel sayfasında yazıyı bulamadığım için farklı yerden link vereceğim.

S&S

neron
04-06-2010, 08:03
http://www.odatv.com/n.php?n=gazze-gemisinde-hangi-muteahhitler-vardi-0406101200

Yıl 2008, aylardan Temmuz.

AKP panik içinde ‘kapatma davası’nın sonucunu beklemektedir. Dışişlerimin Bakanı Ali Babacan’dır.

AKP hükümeti tarihte bir ilki gerçekleştirir ve yolluk, uçak bileti ödeyerek Türkiye’nin 140 büyükelçisini Ankara’ya çağırır.

Dışişleri, bu toplantıyı “Dünyada sadece kapatma davası ve gözaltına alınan paşalarla anılır olduk. Türkiye’nin dış politikasına yeniden şekil vermek için harekete geçtik” diye izah ederse de, dış politikanın 4 günlük bir toplantıda değişmeyeceğini / şekillenemeyeceğini en iyi bilen yine Dışişleri’dir.

Zeka katsayısı oda ısısından yüksek herkes, bu toplantıyı “AKP kapatılırsa, büyükelçilerin bulundukları ülke nezdinde girişimde bulunmasını, Türk yargısının kararına dünya çapında tepki gösterilmesinin sağlanmasını istiyorlar” şeklinde yorumlanır.

---

Yıl 2009, günlerden 11 Mayıs.

Domuz gribi henüz Misak-ı Milli sınırlarından içeri girmemiştir. Sağlığımın Bakanlığı ‘tedbir almakta olduklarını’ beyan etmektedir. Tedbir dedikleri, hastalığın kendisinden daha tehlikeli olan aşısının ithalidir. Aşıyı Başbakan’dan habersiz ithal edecek olan Sağlığımın Bakanı, ihtimal ki, domuz gribi paniğinden farklı bir panik de yaşamaktadır.

Alınan tedbirleri görüşmek üzere, Sağlığımın Bakanlığı 81 ilin valisini Ankara’ya çağırır.

Ve ilahi bir tesadüf neticesi, aynı gün, ABD’den gelen bir uçaktan İstanbul’da inen Irak asıllı iki turist, domuz gribi şüphesiyle hastaneye sevkedilir. Bir hastaneden diğerine gönderilirken kaçar kaybolurlar.

Kitlesel domuz gribi paniği bu tarihten sonra yayılmaya başlar.

---

Yıl 2010, aylardan Nisan.

Siirt’te küçük yaşta kızlara, hacıdede, kamu görevlisi, esnaf vs. yüzlerce erkeğin iki yıldır tecavüz etmekte oldukları ortaya çıkar. Siirtliler, “adımız kötüye çıkmasın” diye tecavüzlere göz yummaktadırlar. Emniyet, savcılık, soruşturmanın ‘gizli’ olması sebebiyle bilgi vermemektedir.

Bu ‘tecavüz dayanışması’ toplumda infial yaratır. Zaten siyasilere, özellikle AKP’ye duyulan tepki had safhadadır.

Halkın, siyasileri protestosu “Ne geldin ulan?”dan bir basamak yukarıya, “Bu sana Türk milletinin yumruğu” aşamasına taşınır.

“Yumruklama” Ahmet Türk’le başlar. Enerji Bakanı Taner Yıldız’la devam eder.

Her yumrukta burnunun direği sızlayan AKP, yine panikler.

Siirt’teki tecavüz ve yumruklama olaylarını istişare etmek üzere, 81 ilin valisini ve emniyet müdürünü Ankara’ya çağırır.

Dikkatinizi çekerim Aziz and Azize okur! AKP’liler her paniklediklerinde, internet, faks, telefon vs. iletişim araçları yetmiyor veya bu araçlara güvenmiyorlar. Büyükelçi, vali, emniyet müdürü, tüm üst düzey görevliler, izinde iseler izinlerini iptal edilip Ankara’ya çağırılıyorlar.

---

Yıl 2010, aylardan Mayıs.

Yine bir ‘ilk’e imza atılır ve Sanayimin Bakanı, Türkiye’deki otomotiv sektörünün tüm temsilcilerini Ankara’ya çağırır.

Bakan, konuşmasında “Detroit’in, otomotiv sektörünün merkezi olma özelliğini artık kaybettiğini, Bursa’nın yeni otomotiv merkezi olması gerektiğini söyler.

İki yıl önce İngiltere kraliçesi Bursa’da ‘Osmanlı’yla buluştu’ğunda söylenmişti bu cümle “Bursa Detroit olabilir.” Otomotiv sektörü temsilcilerinin neyin paniğiyle Ankara’ya çağırıldığını bekleyip göreceğiz (Rıfat Hisarcıklıoğlu ilk anlayanlardan olur tahminimiz).

---

8 Haziran 2010’da Ankara’ya kimler çağırıldı biliyor musunuz? 81 ilin tüm inşaat malzemesi satıcı temsilcileri.

İnşaat malzemesi satıcılarımızın sorunları ve görüşleri dile getirilecek, hükümete rapor verilecekmiş.

Gazze’ye Recep Bey’in ısrarla sokmak istediği gemideki malzeme neydi hatırlıyor musunuz?

İlaç, gıda vs. değil, üzerinde ısrarla durduğu inşaat malzemesidir.

AKP’nin panik halinde son ‘çağırma’, ‘başına toplama’ olayı bu da değil.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’sinin yarattığı paniğin boyutu çok büyük. AKP, bastığı zeminin ayağının altından kaymaya başladığını hissetti. Bu sefer bir başka türlü ürktüler ki, 81 il yetmedi, uluslararası çağrılar yapmaya başladılar.

Şimdi başta Hamas olmak üzere, tüm radikal islamcı terör örgütlerini yardıma çağırıyorlar.

AKP’nin elinde, tehlikeli sulara gönderip ölümlerine sebep olduğu insanların kanı kadar, İskenderun’da öldürülen Katolik din adamının kanı da vardır.

TBMM’de İsrail’i kınayan deklarasyonu imzalamakta bile zorlanan AKP, 140 büyükelçi, 81 vali, 81 emniyet müdürü, 181 hırdavatçı, 381 papazı Ankara’ya çağırsa panikleri yatışacak gibi değil.

Huzuru radikal islami terör örgütleri, Hamas’ın, Hizbullah’ın, El Kaide’nin kucağında arıyorlar. Hayırlı başarılar!

Kıymet Nadir Bindebir
Odatv.com

AnnE
07-06-2010, 07:03
Valla medyanın yalancısıyım ;
Pensilvanya şeyhi, '' İsrail'den izin alınmalıydı '' demiş.

Ve fakat, bazı bölücülerin yandaş dediği, aslında dibine kadar özgürlükcü, demokrat, göZünü batıya dönmüş basın, bu haberi gündeme çıkaramadı. ( çıkaramadı ; yedikleri dokundu lakin.)

Dün gece, Tvnet'de Kadir Mısıroğlu isimli, adının altında tarihçi yazan pis ( buradaki PİS kılık kıyafeti ve vucudunun görünen yerlerinin kirli göründüğü anlamındadır ) bir amca Pensilvanyalıya önden arkadan, sağsan soldan, alttan üstten giydirdikten sonra, son cümlesi şu oldu ki ; aha dedim işte demokrasiyi getirecek adam budur ;

'' evli bir kadınla şeederken yakalanan evli adama üzüntülerini bildiren hoca, Gazze yolunda şehid olanların ailelerine de üzüntülerini bildiren telefon neden açmadı ? ''


Sanırım bu son cümle, demokrasinin pek bir önde savaşcısı Zaman gazetesinin, Pensilvanya'dan gelen acıklamayı neden yayınlayamadığını, kendi önderlerini bile neden sansürlemek durumunda kaldıkları hakkında kendilerine iyi bir kapak olacaktır.



http://www.internethaber.com/fethullah-gulene-kursun-sozler-258560h.htm

AnnE
07-06-2010, 07:28
Yukardaki derin konu üzre, Zaman gazetesini bir karıştırayım dedim;

Gazetenin en şey yazarı Ekrem Dumanlı diyor ki, meseleye açıklık getirirken ;


'' Tam bu noktada Fethullah Gülen'in uyarılarına dikkat etmek, bu ikazları soğukkanlılıkla dinlemek gerekiyor. Sağduyunun zamanı yoktur; o her zaman için bir ihtiyaçtır. Devletlerarası hukuka riayet ederek hak aramak, diplomatik yolları sonuna kadar zorlamak ve bütün bunlar yaşanırken ülke vizyonunu daha geniş açılar üzerine kurmak doğru bir stratejidir. Olaylar, fert olarak ruhumuzda büyük bir infiale yol açsa bile, devlet olarak akılla hareket etmek, uluslararası meşruiyeti kaybetmemek esas alınmalıdır. Bazıları buna, "Uzaktan bakınca öyle görünüyor." demiş olabilir. Bu bir ufuk meselesi, uzaktan değil, yukarıdan bakılınca (tepeden bakmak değil) görünen manzara önemli... ''



Hmmmm, Ekrem'i anladık ;

Hemen arkasından Ali Unal isimli zatın yazısını okuyoruz ;

'' Haberdar olduğum kadarıyla, Wall Street Journal'ın Hocaefendi'yle röportajı 25 sorudan oluşuyordu. 11 yıldır ABD medyasından gelen röportaj tekliflerini geri çeviren Hocaefendi, bu ve NY Times'tan gelen son teklifleri bazı sebeplerle kabul etmek durumunda kaldı.

Röportajı yapan WSJ muhabiri, röportajı yayınlamak yerine kendince bir değerlendirmede bulunmuş ve röportajdan sadece 3-4 cümleyi kullanmış. Hocaefendi'yi Şia'ya has manâda "imam" olarak takdim etmekle Hocaefendi-"İran-İslâmı" arasında kendince bağ kurmaya çalıştığı gibi, meselâ hiçbir delil ve gerçeğe dayanmadan, "Hocaefendi'nin hareketi"ne destek olan bazı varlıklı zatları zaman zaman kanun dışına çıkmakla da itham etmiştir. Dolayısıyla, iyi niyetli davranmış görünmemektedir. İHH ve Gazze seferi konusunda Hocaefendi'ye atfedilen ve röportaja dahil olmayan söze de biraz bu noktadan bakılmalıdır.


Yazıyı buraya kadar okuyunca, Ekrem'in yazdıgının tersine sözlerde carpıtma oldugunu düşünüyorsunuz, fakat o ne '' ; Ali Unal birden carkediyor gibi yapıyor ;

Üçüncü olarak, üstad Ahmet Selim Bey'in bir sözünü nakletmişlerdi: "Kendilerini ispat etmiş büyüklere ait o anda düşünceme ters bir söz veya davranış okuduğum veya işittiğim zaman asla tenkide gitmem; onların bildiği, benim bilmediğim bir şey vardır der ve susarım." Herkes medeniyetler çatışmasından bahsederken, İslâm bir muhalefet ideolojisi gibi anlaşılıp takdim edilirken Hocaefendi, diyalog, hoşgörü, demokrasiden geri dönüş olmaz, medeniyetler uzlaşması dedi. O zaman onu ağır biçimde tenkit edenlerin pek çoğu, 8-10 yıl sonra aynı noktalara geldiler. Daha önce Hocaefendi'yi "rejim, ABD, İsrail yanlısı" olmakla itham edenlerden samimi olanları, 1999 Haziran'ından sonra Hocaefendi'den helâllik dilediler. Hocaefendi'nin de üslûbu ve bazı sözleri sebebiyle daha sonra kendisini eleştirdiği de elbette olmuştur. Sorumlu her Müslüman, Hocaefendi gibi zatlarla imtihan olmaktan kaçınmalıdır. Hocaefendi, bir defa daha kendisini feda etmiştir


Bende '' işte ulan diyorum, gözlerim yaşararak ; işte demokratlık bu !! ; kendilerini ispat etmiş birilerini eleştiremezsin ''


Bu görüşe dibine kadar katılıyorum bütün demokratlığımla ; katılıyorum, katıla katıla gülmekten ölmek pahasına.

ar_de_
15-06-2010, 11:58
bir Türk kadını olarak mailime gelen yazıyı Bahçe ile paylaşmadan edemedim :


Biliyor muydunuz? Araplar kadınlarına nasıl ad koyarlar? Araplarda kadın nedir? Lütfen okuyun ve öğrenin. Sonra da çevrenize öğretin. Sizce de Artık Araplaşmaktan vazgeçme zamanı gelmedi mi?

Arap'larda kadına nasıl isim konulur?

Ahmet DURMAZ diyor ki, sorun yalnız kadını örtmek veya açmak değil, sorun kimlik ve kişilik sorunudur, örtünme, peçe bunların yanında zurnanın son deliğidir.
Bu ifadesini şu sözlerle delillendiriyor Araplarda kadınların adları yoktur. Kadınlara ya numara, ya da tip ve fizyolojik görünümlerine göre bir takım sıfatlar verilir. Örnekler:

Elif: Arap alfabesinin birinci harfi, aynı zamanda Arap rakamlarında bir rakamını ifade eder
Saniye: Sani Arapça iki demektir doğan ikinci kıza Saniye adı verilir (eski dilde ikinci; cümle içinde örnek fazında vermek gerekirse 'sultan mahmud-u sani.. yani ikinci Mahmut')

Tılte: Telat veya Türkçede selaseden türemedir 3. demektir. Bu isim Anadoluda pek görülmez ama Harranda Araplarda çok bulunur
Raba. Arapçada dörttür. Rabia dördüncü demektir. Anadoluda yaygın bir addır, geçmişte çile çekmiş bir İslam kadının adıdır.
Hamse: Arapça beş demektir Bu isim Harran yöresi Arapları dışında Anadoluda pek bulunmaz.
Sitte: Harranda yaygın bir isim olan Sitte Arapça altı demektir
Sabe: Arapça yedi demektir, bu kelime çok değişiklik geçirmiş Sabiha olmuş, İbrahim Tatlıses Sabuha ifadesi ile kullanmıştır.
Sevgili Ahmet Durmaz sekiz ve dokuz rakamı ile ilgili isim var mıydı bilmiyor ama yediden sonra Arapların yazi ismini koyduklarını söylüyor bu yeter anlamına geliyormuş.
Her zaman ilk doğan kıza Elif adı konmaz, Bazen de Ayşe adını koyarlar, eve ilk gelen kıza evin iaşe işlerini çekip çevirecek gözüyle bakıldığı için Ayşe adı konulur,bazen aş pişirme beklendiği için Avvaş adı konuşulur.
Erken doğan prematüre kıza Hadice adı verilir, Hadice Arapçada erken doğmuş prematür kız anlamına gelir.
Çelimsiz ve ufak tefek doğan kızlara Fatma adı verilir, Fatma Arapçada süt yanığı, süt kesiği anlamına gelir.
Koyu renkli doğan kızlara esmer anlamına gelen Semra adı verilir.,
Biraz açık renkli ise aydınlık açık anlamına gelen Zehra adı verilir, iyice beyaz ise Beyza adı verilir
Bu bilgilerin ışığında hakikaten kadının Arabistanda veya Araplarda kimlik ve kişilik sorunlarının örtünme, peçe ve çarşafa girmeden daha öncelikli olduğu düşünülebilir.
Anadoluda kadın numaralandırılmaz ve sıfatla çağırılmaz, Türklerde ve Anadoluda kadın bir şahsiyettir, bir kimliğe sahiptir.
Hanımağadır, hanım efendidir, kraliçedir, Tanrıçadır. Arap kültürünün ikinci plana ittiği numaralı veya sıfatlı bir nesne değildir.
Bu bilgilerin, Arap yaşamına ve tarzına özenen kadınlarımız tarafından da gözden geçirilmesini dilerim.
Türk gibi yaşamak, Anadolu kültürü ile yaşamak kadın kişiliği ve onuru için önemli bir merhaledir.


------------------------------------------------------------

kişisel not :
ilk iki evladını kaybeden annem babam üçüncü çocuk olarak bir kadın ve bir erkeğin en mükemmel ortak yaratımını yani beni beklerken "kız olursa özlem-dilek-istek-arzu" duygularını yansıtacak bir isim seçmeye karar vermişler :)
anneannem anneme hayatını sevgiyle-mutlulukla yaşaması, sevilen biri olması için uygun ismi koymuş.
babamın kurtuluş savaşı gazisi dedesi 30 ağustos ta doğan babama en uygun ismi gururla koymuş.
şükürler olsun ailemin Anadolu kültürüne... şükürler olsun kız erkek ayırmadan çocuklarına rakam-renk-ebat vs isimlerini koymayan, orta asyadan beri genlerinde her varlığın orijinal mükemmeliğini bilerek yaşama anlam katacak isimleri seçen Türk soyuma :)

AnnE
17-06-2010, 13:45
KORKTUNUZ !!

CUMHURİYETTEN korktunuz!...

Kurtuluş Savaşından korktunuz...

Kurtuluş Savaşını kazandıran Kuvayi Milliye ruhundan korktunuz...

Türk Bayrağından korktunuz...

İstiklal Marşından korktunuz...

Bandırma vapurundan korktunuz...

Samsundan korktunuz...

1919 dan korktunuz...

19 Mayıstan korktunuz...

Erzurum Kongresinden korktunuz...

Sivas Kongresinden korktunuz...

Kadın ve Erkeğin eşit olmasından korktunuz...Devrim şehidi Kubilaydan
korktunuz...

Türkçe Kuran-ı Kerimden korktunuz...

GERÇEK İslamiyetten korktunuz...

İslam dinini öğrenmekten korktunuz....

Gerçek İslamı anlamaktan korktunuz...

Türkçe ezandan korktunuz....

Nutuk dan korktunuz...

Laik, çağdaş ve özgür TÜRK KADININDAN korktunuz...

Sormaktan korktunuz...

Sorgulamaktan korktunuz...

Hesap sormaktan korktunuz...

Hakkınızı aramaktan korktunuz...

GÖRMEKTEN korktunuz...

DUYMAKTAN korktunuz...

KONUŞMAKTAN korktunuz...

23 Nisandan korktunuz...

30 Ağustostan korktunuz...

29 Ekimden korktunuz...

Bağımsız ve şerefli TÜRK YARGISINDAN korktunuz...

ANAYASA MAHKEMESİNDEN korktunuz...

Yargıtaydan korktunuz...

Danıştaydan korktunuz...

Cumhuriyetçilikten korktunuz...

Milliyetçilikten korktunuz....

ULUS devlet olmaktan korktunuz...

ÜNİTER devlet yapısından korktunuz...

Halkçılıktan korktunuz...

Devletçilikten korktunuz...

LAİKLİKTEN korktunuz...

İnkılapçılıktan korktunuz...

CUMHURİYET gazetesinden korktunuz...

MİLLİYETTEN, HÜRRİYETTEN, SÖZCÜDEN, AKŞAMDAN, KANAL D den, STAR TV den, ULUSAL KANAL dan, Kanal B den, Avrasya Televizyonundan (art)
korktunuz...

Anıtkabirden korktunuz...

Gazilerden korktunuz...

Şehitlerden korktunuz...

Hukuk devletinden korktunuz...

İstiklal Madalyasından korktunuz...

NECİP HABLEMİTOĞLUNDAN korktunuz...

UĞUR MUMCUDAN korktunuz...

Ahmet Taner Kışlalıdan korktunuz...

Milli Egemenlikten korktunuz...

Tam bağımsızlıktan korktunuz...

Atatürkçü Düşünceden korktunuz...

Atatürkçü Düşünce Derneğinden korktunuz...

Türk Silahlı Kuvvetlerinden korktunuz...

10 KASIMDAN korktunuz...

Şerefli savcılardan korktunuz...

"Şu Çılgın Türkler"den korktunuz...

CHP den,DSP den,MHP den,Kamer Gençten korktunuz...1 MAYISTAN korktunuz...

Hakkını arayan İŞÇİDEN korktunuz...

Hesap soran ÇİFTÇİDEN korktunuz...

Yılbaşı kutlamasından korktunuz...

1881 den korktunuz...

Zübeyde Hanımdan korktunuz...

Emin Çölaşan'dan korktunuz...

Bekir Coşkun'dan korktunuz...

Şehit çocuğunun gözyaşından,Gazimin kopan kolundan korktunuz...

Çağdaş ve dinamik TÜRK GENÇLERİNDEN korktunuz...

Alevilerden korktunuz...

Oktay EKŞİden,Yılmaz ÖZDİLden,Uğur Dündardan korktunuz...Hayrettin
Karaca ve Muazzez İlmiye Çığdan korktunuz...

YARSAVdan,BAROlardan korktunuz...Doğrulardan,gerçeklerden korktunuz...

Monşerlerden korktunuz....

ÖZGÜR İRADEDEN korktunuz...

14 Nisandan korktunuz...

İLHAN Selçuktan korktunuz...

Engellilerden korktunuz...

CUMHURİYET mitinglerinde güneş altında saatlerce dim dik duran 80 yaşındaki analardan korktunuz...

Necati Doğrudan korktunuz...

Şapka ve Kıyafet Devriminden korktunuz...

"Atatürk Öldü Biliyor musun?" diye ağlayan minik kız çocuğundan korktunuz...

Atamın içtiği bir kadeh rakıdan korktunuz...

10.YIL MARŞINDAN korktunuz...

"Ne Mutlu Türküm Diyene" demekten korktunuz...Köy Enstitülerinden korktunuz...

Kemal Kılıçdaroğlundan, Murat Karayalçından korktunuz...

Harf Devriminden korktunuz....

ULUS gazetesinden korktunuz...

ULUSALCI olmaktan korktunuz...

Mustafa MUTLUdan, Ceviz Kabuğundan,Arenadan, 32.günden korktunuz...

Ormanlardan,ağaçlardan,akarsulardan,meralardan korktunuz...

Mimar ve Mühendis odalarından korktunuz...

TÜSİAD dan korktunuz...

Atatürk Kültür Merkezinden korktunuz...

Şerefli gazetecilerden korktunuz...

Vatanın bölünmez bütünlüğünü dile getiren Paşalardan, hakkını arayan subay ve astsubaylardan korktunuz...

Hainleri karın tokluğuna kovalayan uzman çavuşlardan korktunuz...

Başı açık ve namuslu Cumhuriyet kızlarından korktunuz...

"Türkiye Laiktir Laik Kalacak" diye haykıran emeklilerden korktunuz...

Namazını, orucunu ve yardımını GİZLİ yapan Gerçek müslümanlardan korktunuz...

Kul hakkına saygı gösterenlerden korktunuz...

"ATATÜYK" diye gülümseyen 1,5 yaşındaki bebekten korktunuz...

ÇANAKKALE Savaşından korktunuz...

Bahriye Üçoktan korktunuz...

Mustafa Balbaydan,Ümit Zileliden,Sesli Gazeteden korktunuz...

Atatürk resimlerinden,rozetlerinden korktunuz....

Karga kovalayan sarışın çocuktan korktunuz...

Birlik olup,küsmeden,yılmadan ve boşvermeden 30 dakikasını geleceğine verip SANDIĞA GİDECEK milyonlardan korktunuz...

Sabih KANADOĞLUNDAN, VURAL Savaştan, YEKTA Güngör Özdenden korktunuz....

Tüm ihanetlerinizi yaşlı ve yorgun gözlerle izleyen dedelerimizden,ninelerimizden korktunuz...

Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet SEZERden korktunuz...

Tarafsız ve onurlu vatandaşlardan korktunuz...

Oyunu yani namusunu SATMAYAN yurttaşlardan korktunuz...

Rüşvet yemeden,adam kayırmadan evine EKMEK götüren namuslu memurlardan korktunuz...

Bölücü HOCAEFENDİLERİN ellerini,eteklerini öpmeden sadece YÜCE ALLAHA kulluk eden milyonlardan korktunuz...

Gaziden korktunuz...

Gazi Mustafadan korktunuz...

Gazi Mustafa Kemalden korktunuz...

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRKten korktunuz...

KORKULARINIZDAN KORKTUNUZ!...ama ne acı ki daha fazla OY,daha fazla PARA,daha fazla İKTİDAR,daha fazla GÜÇ için YÜCE ALLAHI sömürmekten, kullanmaktan ve onun adına konuşmaktan KORKMADINIZ!.....Unutmayın ki KORKUNUN ECELE FAYDASI YOK!








Bu yazıyı okuyan,
arkadaşım,anam,babam,teyzem,kardeşim,dostum,büyüğü m,küçüğüm;
LÜTFEN, yaklaşan seçimler ve bundan sonraki TÜM SEÇİMLERDE sandığa git ve
OYUNU KULLAN...Yağmur, çamur deme...Al eline bir şemsiye, giy botunu
ve ailen ile birlikte koş sandığa...Sende biliyorsun en fazla 30
dakikanı alır.. 4-5 yılda bir yapılan seçimler için 30 dakika nedir
ki? Bundan önceki seçim sonuçlarını incelediğinde seninde farkedeceğin
gibi HER SEÇİMDE 7-8 MİLYON VATANDAŞ oy kullanmıyor...Tekrar ediyorum
7-8 MİLYON Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı..Yani nerede ise TEK BAŞINA
bir İKTİDAR daha...Belki sende dönem dönem bu milyonların içinde
idin...UNUTMA ki sandığa atılmayan HER OY "KORKAKLARIN" hanesine
gidiyor..Tepki için sandığa gitmiyorum ya da boş atacağım diye bir
olay yok..Çünkü tüm bunlar KORKAKLARIN ekmeğine yağ sürüyor...Bu
mesajı yazdım çünkü sana İHTİYACIM VAR...İster SAĞ parti,ister SOL
parti ya da MERKEZ...görüşün her ne ise..Ama lütfen TÜM SEÇİMLERDE
SANDIĞA GİT...Rica ediyorum..KORKAKLAR bunu çok iyi biliyor...bir
önceki seçimi hatırla...neden bazı kesimlerin TATİLE ya da MEMLEKETE
gittiği Temmuz ayında oldu seçimler?..Çünkü o malum 7-8 milyonun
rahatını bozmayacağını,sandığa gitmeyeceğini biliyorlardı...ve haklıda
çıktılar...işte aslında EN BÜYÜK DESTEKÇİLERİ biziz...ve tüm bunlar
bizim SUÇUMUZ...Basit ve küçük bir örnekle seninde tahmin ettiğin
gerçeği dile getirmek isterim...Diyelim ki 100 kişi oy kullanacak..Ve
bu 100 kişinin tamamının sandığa gittiğini varsayalım...sonuçlar
açıklandı...A partisi: 30 oy (%30)...B partisi: 20 oy
(%20)...olsun..ancak bu 100 kişiden 20 kişinin sandığa gitmediğini
varsayalım....(Türkiyede her seçim olduğu gibi)...Yani seçmen sayısı
80 olsun...A ve B partisine yine aynı sayıda oy geldiğini
varsayalım...bu sefer herşey aynı olduğu halde yeni seçim sonuçları
şöyle oluyor; A partisi:( %37.5)......B partisi: (%25)....yani fark
giderek açılıyor...Milletvekili seçimlerinde ise bu fark dahada acı
bir boyuta geliyor...%10 barajının etkisi ve sandığa atlmayan ya da
boş atılan oylar yüzünden 1 milletvekili çıkarabilen malum zihniyet
AYNI OY SAYISI İLE 2-3 milletvekili çıkarıyor...sence bu adil
mi?....Ankara Belediyesinde yaşanan skandallar malum..Tüm ülke
izliyor..Ama şunuda unutma; Gökçeğin seçildiği dönemlerde yaklaşık 300
bin (300.000) kişi oy kullanmadı..Tahmin ettiğin gibi bu 300 bin
seçmen oy kullansa idi Gökçek ve dolayısıyla skandallar
olmayacaktı...Bu durum diğer iller içinde geçerli...Ve bu bir seçim
başarısı olmadığı halde şenlik yapıp kutluyorlar...%10 Seçim barajı
olduğu sürecede sandığa atılmayan her oy KORKAKLARA gidecek....Hal
böyle iken gerçekten SANA İHTİYACIM VAR...Bütün hayatımız boyunca
Demokrasiye katkımız bütün seçimlerde bir kağıda bastığımız toplam
yarım fincan mürekkep...hepsi bu işte...O tahta sandığa gitmek
zorundayız...Eğer gitmezsek iş için, zamlar için,maaşlar için,özgürlük
için,haklar için sesimizi çıkarmaya ya da meydanlara dökülmeye
hakkımız bile yok...Çünkü oy kullanmayarak biz SİSTEMİN DIŞINDA kalmış
oluyoruz...Hal böyle olunca tüm yapılanlara ses çıkarmayada hakkımız
olmaz....Unutma! demokrasilerde OY SENİN NAMUSUNDUR...Biliyorum,biraz
uzun bir yazı oldu ama dedim ya SANA İHTİYACIM VAR....Senden bir ricam
daha olacak...Bu mesajı e-mail ile dostlarınada göndermeni
isterim....Çünkü 1 OY bile ÇOK önemli...Belki senin fikrini
değiştiremem ama son sözüm şudur;

artık ağırlığını KOY!

sevgi ve saygı ile arz ederim.

AnnE
21-06-2010, 07:59
Vakit 'ciler, sıksık iplerine sarıldıkları '' entellektüler'' yazarlara fena dalmaya başlardı, hayırlara vesile olsun ;




Önce birbirine karşıt gibi gözüken siyasi gruplar, el birliği etmişçesine Türkiye'nin yeni Ortadoğu politikasına müştereken saldırdılar.

Koronun dönüşümlü şeflerinden Ahmet Altan bölünme düşüncesinin de özgür bırakılmasını isteyerek, ayrılmanın kötü bir şey olmadığını ileri sürdü. Altan Tan, Türkiye ile İsrail arasında işgalci kuvvet zalimliği yönünden bağ kurdu. Nuray Mert, Filistin duyarlığıyla Türkiye'nin diktatörlüğe gideceğini iddia etti.
“Yazdığı sasılıklara, hayatla teması aptal moda dergisi takibiyle sınırlı olan cahil kadınların dışında kimsenin ilgi göstermediği üçüncü sınıf bir romancının tarih, siyaset ve aktüel dış politika okuması ancak bu kadar olur” deyip işin içinden sıyrılamayacak kadar ciddi bir propaganda ile karşı karşıya kaldık.
Bu propaganda şimdi silahlı eylemlerle de destekleniyor.”




diyor vakit'de şeeden biri. Toobe toobe. İttifakların çıtırtısı gelmeye başladı. Korkarım yakında çatırtısı da gelmeye Ya Rabbim.

ar_de_
23-06-2010, 12:47
Kürt kadınlarında Stockholm sendromu


“Korucu kızı Hevidan, çok küçüktü, 12 yaşındaydı. Apo’nun çıkardığı "korucu çocuklarını kaçırıp PKK’lı yapma" kanunuyla kaçırılıp getirilmişti. 1997 Temmuz’unda 16 yaşına basmıştı. Kaçma planları yaptı ama anlaşıldı, tutuklandı. İnfaz kararı verildikten sonra Hevidan’ın eline kazma kürek verip mezarını kazdırdılar. Temmuz sıcağında çukur açarken söylediği türkü dağlarda yankılanıyordu. Son isteği sorulduğunda af dilemedi. "Kahrolsun Apo" dedi, o köylü kızı. "Ahım sizin boynunuzda kalacak!" İnfaz mangasında tek bacağı protezli Siirtli Rengin, Hevidan’ı gözünü kırpmadan taradı. Ölmüyordu bir türlü. Kadınlar başını taşlarla ezerek öldürdüler.”

Yüreğinizin orta yerine taş oturdu değil mi?

Devam edin okumaya:

“Öcalan’ın Şam’daki evine Yoğunlaştırma Evi denir. Yoğunlaştırma Evi’ne bakire, genç ve güzel kadınlar alınır. Vahşi, "çöl güzeli" kızlardan hoşlanırdı ama sarışınlara daha çok ilgi duyardı. Ben de Yoğunlaştırma Evi’ne çağrıldım. Apo bir gün beni masaja çağırdı. Gittim, ılık su dolu leğendeki ayaklarını yıkadım. Hani köy ağaları gibi. Beni azarlamaya başladı, bilmiyorum diye. Sırtüstü uzandı, şimdi bütün vücuduma, dedi. Anladım neler olacağını. Çünkü cinsel istek uyandığını gördüm. Soyun, dedi. Soyundum. İç çamaşırlarını da çıkar, dedi. Ayağa kalkıp sarılıp sıkınca korktum. Kendimi savunmak için Apo’ya vurdum. Üç yumruk attı yüzüme ve kafama. Küfretti bana. "Düşkün, fahişe, rezil kadın. Seni özgürleştirmeye, tabulaştırdığın zincirleri kırmaya çalışıyorum" dedi. Titrediğimi görünce kovdu beni. "Sen köle kalacaksın!" diye bağırdı. Ama bu daha ilk denemeydi. Dışarıda bekleyen tecrübeli kadınlar, beni psikolojik olarak hazırlama toplantısına çağırdı. Ağladım. İçlerinden biri, Osmanlı Sarayı’ndaki Valide Sultan gibiydi. Beni azarladı. "Başkan bizi özgürleştiriyor. Sen özgürleşmek istemiyor musun? Başkana erkek gözüyle bakıyorsun. O başkan, o zincirlerimizi kıran bir peygamber." Beni akşam yemeğinden sonra yine çağırdı Apo. Bu kez çözümsüzdüm. Kime derdimi anlatacaktım? O ana kadar ölüme hiç bu kadar yaklaşmamıştım. Bekaretimi aldı. Sonraki günlerde iki kez daha sevişti benimle.”

Okumaya devam;

“Mardinli Rojin’in bir eli yoktu. Hamile bırakıldı, üst düzey bir komutan tarafından. Sonra da idam edildi. Tecavüzcü ise şu an Osman Öcalan’ın partisinde. Yedi aylık hamile Ronahi’nin Zele’de infaz edildiğini Osman Öcalan da Cemil Bayık da iyi biliyor. Çünkü onlar karar verdi. 1991’den beri arkadaşımdı. Suriye-Kamışlılı’ydı. Son isteğini sordular. "Çocuğumun hayatını bağışlayın. O doğduktan sonra beni idam edin" dedi. Suçu, biriyle ilişki kurmasıydı. Babasına dokunmadılar. Ronahi, karnını kuşakla bağlıyordu ama büyüyünce gizleyemedi. Açığa çıktı. İnfaz manga komutanı, Cemil Bayık’a, Ronahi’nin son isteğini söyledi. Cemil Bayık, "Hayır, idam edin" dedi. Karnında bebeğiyle öldürüldü.”

---

Bunlar, 1991’den 2003’e kadar dağ kamplarında sürünmüş PKK militanı Kürt kızı Dilaram’ın “Özgürlüğe Kaçış” anı-romanından.

---

Önce Emine Ayna (Ahmet Türk yumruklandığında) konuştu. “Namertçe kadınlığımıza ve cinselliğimize saldıranlar bir gün utançlarından yüzlerini yerden kaldıramayacaklar"dedi, ‘fesüphanallah’ çekip sustum...

Sonra Kürt kadınları çocuk istismarı, cinsel taciz, tecavüz ile çocuk ölümlerini protesto etmek için yürüdüler. Ellerinde “Meclis’i basarız Başbakanı asarız” pankartı.

Recep Bey’i savunmaya geçmek içimden gelmedi, sustum...

Sonra bir günde 12 asker öldürüldü, 14 asker yaralandı.

İçimiz kan ağlarken BDP-PKK’lı vekil Gültan Kışanak konuştu. “Arkadaşlar hergün oluyor. Sayı 1 ya da 10 ne farkeder?” dedi. Yine fesüphanallah, sustum…

En son, nikah memurunun ‘yazar’ eylediği Nazlı Ilıcak konuştu. “PKK muhatap alınsın”dedi.

Daha fazla susamayacağım!

Tane tane yazacağım...Emine, Nazlı, Pervin, Fatma, Gülten, tüm PKK destekçileri anlasın diye.

---

Raporlar, anketler, röportajlar gösteriyor ki; Güneydoğu’daki kadınlar en fazla cinsel taciz-tecavüzden, , şiddete maruz kalmaktan (yani ‘töre’den), çocuk istismarından şikayetçidir. Sonra işsizlikten, fukaralıktan. Ve devletten yeterince yardım görmemekten.

Geleneksel ‘ulusal dayanışma’ önce Güneydoğu’da bozuldu. Dayanışma bozulduğunda, doğal olarak ‘kökene dönme arzusu’ başgösterdi. ‘Terkedilmiş çocuk’ sendromuyla güvenebilecekleri, dayanabilecekleri bir ‘baba’ya ihtiyaç duyduklarında, baba koltuğunda Abdullah Öcalan oturuyordu.

Babaları, dağda kadınlardan güzellerini seçip, döve döve tecavüz ederek ‘özgürleştirdi’ (!). Hamile kalanı öldürttü. Babanın çetesi, bu ülkede barışın, özgürlüğün, umudun yollarına mayın döşerken, kadınlar dağda doğurdukları çocukların adını Barış, Özgür, Umut koydular.

Baba’nın çetesi, köy basıp militan toplarken, ev yıkar köy yakarken Güneydoğu’lular şehir varoşlarına kaçıştılar. Kadınları ‘temizlikçi’ oldu, erkekleri hamal.

1999’da yakalanan ‘liderlik’, ‘peygamber’, ‘baba’ Öcalan, uyuşturucu imalatı ve kaçakçılığından, silahlı bölücü terör örgütü kurmak-yönetmekten, katliamlardan yargılandı. Mahkeme’nin gerekçeli kararında “Göçlerin, köy boşaltmaların ana kaynağı ve sebebi PKK terör örgütüdür” ifadesine Öcalan’ın bir itirazı olmadı. Avukatlarından biri Aysel Tuğluk’tu.


Şimdi Kürt kadınları, hesabı henüz sorulmamış tecavüzlerin hesabını sormak yerine, Öcalan posteri açıp “Barış! Özgürlük! Tacize-tecavüze son!” gösterileri yapınca ‘şaşırma’ hakkımı kullanıyorum.

Taciz-tecavüz, çocuk istismarından şikayet edenlerin, neden Nimet Çubukçu’yu, hasıraltı ettirdiği “Güneydoğu’da Çocuk İstismarı Raporu”nu açıklamaya zorlamadıklarını anlamıyorum.

Güneydoğu’da ‘kadına şiddetin, çocuk istismarının önlenmesi’ işini imamlara havale eden İslamcı AKP’ye, Kürt kadınları, islamcıların bu konuda sabıkalı olduğunu hatırlatmalılar. Birileri çıkıp, İslamın nasıl güçsüzü, kurbanı cezalandıran bir din olduğunu da anlatmalı.

Güneydoğu’lu kadınların, bir yandan çocuk istismarını protesto ederken, neden bir yandan da Filistin’e özenip, çocukların eline taş verip yanlış zamanda yanlış yerde yanlış hedefe yönlendirdiklerini düz akılla anlayamıyorum. Çocuğu manipüle etmek kolay olduğu için mi?

PKK destekçilerinin, Öcalan’ın Mahkeme’ye beyan ettiği 250 milyon dolar yıllık gelirini, uyuşturucudan değil de dergi satışından, dükkan haracından topladığına inandıklarını da sanmıyorum.

Ellerinde PKK bayraklarıyla “Bölge ihmal edildi” diye yırtınanların, PKK’dan Diyarbakır’a yatırım yapanların iş makinelerini, petrol tesislerini yaktığının hesabını neden sormadıklarını da (kıt) aklım almıyor.

Tecavüzcü Öcalan yakalandığında, üzerinden bilmemne marka saat, S. ve RB. marka gözlükler çıkmıştı. DTP-BDP-PKK’lı kadınlar da Meclis’e girdiklerinden beri iki şey yaptılar: Öcalan propagandası ve gardroplarını marka giyim-aksesuarla düzmek.

Rojin, Hejin, Berivan! Sözüm insanlığını değil etnisitesini öne çıkartan, PKK’ya destek veren Kürt kadınlarına!

Tecavüz güç gösterisidir, ‘cinsellik’ değil. İktidar/güç gösterisi beden üzerinden işler. Sen insanın en değerli varlık olduğunu çocuğuna öğretmezsen, kimse öğretmez. Sen uyuşturucu baronlarının kıçına takılıp memenden kankırmızı şiddet emzirirsen, ne akan kan durur, ne sen taciz-tecavüzden kurtulursun. Şu peşine takıldığın adamların kadınların çapına bir bak hele...

Kürt kadınları! Gelin sorgulamaya önce ‘halkınız’a ihanet ederek başlayın. Birşeyleri düzeltebilmek için önce ona ihanet etmek gerekir. Cerahate önce neşter...

Gelin kadın olarak uğradığınız bütün saldırıları kendiniz anlatın bu topluma. Çocuklarınızı kimden-neden koruyamadığınızı anlatın. Çıkın anlatın abinizin, amcanızın, babanızın tecavüzünü. Yamultulmuş haberlerden değil sizden duyalım gerçekleri. Çözümü birlikte arayalım.

Başbakanı asmaya kalkacağınıza, cinsel soruna da ekonomik soruna da ‘dinsel’ çözüm önermesinin hesabını sorun! Sizleri korumayı neden imamlara havale ettiğinin hesabını sorun! Kadın Bakanı’nın ne hakla ‘bekaret’i savunabildiğini sorgulayın!

Önce kendi bedeniniz üzerindeki egemenliğinizi erkeğin elinden alın bir. Sonra ‘egemen devlet’ lamba kümbe arayışına girersiniz. Önce kendi çocuklarınızı uyuşturucu tüccarlarının elinden kurtarın hele, sonra Filistin’linin çocuklarını kurtarırsınız.

Kürtler iddia ettiğiniz gibi bir ‘ulus’sa, önce akraba evlilikleriyle bataklığa dönmüş genetik havuzunuzu bir temizleyin hele! Meclis’e soktuğunuz vekillerden akraba evliliğini yasaklayan yasalar talep edin.

Bedava dağıtılan çamaşır makinesini alıp kümese folluk yapacağınıza, iktidardan o buzdolabının parasını, onurununuzla, emeğinizle kendiniz kazanmak için iş isteyin! “Sen bana iş bulmak-yaratmak zorundasın” diye ihtar çekin. Hobareyy abareyy diye Başbakan asmaya kalkmayın da, Başbakan’dan ‘Tehlikeli işte çocuk çalıştırma'nın cezası 904 YTL iken, o cezayı neden 100 YTL'ne indirdiğinin hesabını sorun.


Tecavüzcünüzle evlenmeye razı olduğunuzda, adamın ceza almasını engelleyen Yasa maddesini Meclis’tekilerin kafasına geçirin mesela!


Erkekten, politikacıdan ‘ahlaki’ davranmasını beklerken, kendi ahlak çıtanızı da yükseltmeye çalışın. Mesela kaçak elektrik-su kullanmaya itirazınız olsun. Başkalarının hakkını, vergisini gasp etmeye itirazınız olsun. Kullandığı suyun parasını ödemeyen Diyarbakırlı’nın hangi parayla bir günde 3 milyon 3G telefonu aldığı sorusu sizi rahatsız etsin.

Rojin, Hejin, Berivan!

Peşine takıldığın adamlar, evini, köyünü yakıp seni göç mağduru eden tecavüzcülerin!

Savunduğun adamlar, kan davasında öldürülmekten kurtulmak için bile kadını ‘berdel’ veren aşiret düzeninin savunucuları!

Amerika’nın kucağında kalkıştığınız, ‘bağımsızlık mücadelesi’ sandığınız bu terör, aslında Batı’nın su, petrol, maden yatakları ve uyuşturucu trafiği paylaşım savaşı!

Al sana, eski PKK militanı, Kürt kızı Dilaram’ın kitabından bir paragraf daha:


“Tecavüz edenlerin cezalandırıldığına hiç tanık olmadım. Tecavüze uğrayan kadın hep susmak zorundaydı. Eğer susmazsa erkek, yetkisine yaslanıyordu. Merkez Komitesi üyelerinden biliyorum, yetkileri nedeniyle istediği kadınla birlikte oldular. Kadın asla şikayetçi olamadı. Kadın bir raporla bildirmek istese bile o rapor, ancak tecavüzcü komutanının eliyle Suriye’ye ulaştırılabilirdi. Komutan hiç kendi tecavüzünü yukarıya bildirir mi!”

Rojin, Hejin, Berivan! Elinde tecavüz-uyuşturucu-haraç çetesinin başının resmiyle, bayrağıyla bu neyin taciz-tecavüz protestosu?

Amerikalı Irak’ta milyonlarca kadına tecavüz etti, fuhuşa zorladı. Bırak Irak’lı kadını, herif kendi kadın subaylarına bile tecavüz etti yahu! Şimdi Amerikan planlarının tam ortasında olduğunu bile bile bu neyin özgürlük mücadelesi?

Yoksa ‘töre adına’, ‘örgüt yararına’ tecavüze uğrarken şimdi de Filistin olup, ‘Allah adına’ hamle edecek tecavüzcü mü arıyorsun? Ya da ‘Amerikan çıkarları’ uğruna abanacak eroinman asker?

Nazlı, şimdi de sen söyle! Türkiye Cumhuriyeti bu uyuşturucu baronu tecavüzcülerle mi masaya otursun? Hadi destek at, akıl ver Türkiye’nin yeniyetme devlet olmadığını anlaması 8 sene sürmüş yeniyetme başbakanına!. Bak, gündemi kendisi belirleyemeyince nasıl da şaşkın yüz ifadesi Şemdinli sınır karakolunda. Hadi Nazlı! PKK’lıların özgürlük savaşçıları olduğunu anlat bize... Ama önce şu kitabı bir oku!

LAZIO
06-07-2010, 01:52
Ne diyor bu gavur?.....Ekonomi batiyor haberi yok....
--------------------------------------------------------------------------

Turning East, Turkey Asserts New Economic Power


ISTANBUL — For decades, Turkey has been told it was not ready to join the European Union — that it was too backward economically to qualify for membership in the now 27-nation club.

That argument may no longer hold.

Today, Turkey is a fast-rising economic power, with a core of internationally competitive companies that are turning the youthful nation into an entrepreneurial hub, tapping cash-rich export markets in Russia and the Middle East while attracting billions of investment dollars in return.

For many in aging and debt-weary Europe, which will be lucky to eke out a little more than 1 percent growth this year, Turkey’s economic renaissance — last week it reported a stunning 11.4 percent expansion for the first quarter, second only to China — poses a completely new question: who needs the other one more — Europe or Turkey?

“The old powers are losing power, both economically and intellectually,” said Vural Ak, 42, the founder and chief executive of Intercity, the largest car leasing company in Turkey. “And Turkey is now strong enough to stand by itself.”

It is an astonishing transformation for an economy that just 10 years ago had a budget deficit of 16 percent of gross domestic product and inflation of 72 percent. It is one that lies at the root of the rise to power of Prime Minister Recep Tayyip Erdogan, who has combined social conservatism with fiscally cautious economic policies to make his Justice and Development Party, or A.K.P., the most dominant political movement in Turkey since the early days of the republic.

Indeed, so complete has this evolution been, that Turkey is now closer to fulfilling the criteria for adopting the euro — if it ever does get into the European Union — than most of the troubled economies already in the euro zone. It is well under the 60-percent ceiling on government debt, at 49 percent of G.D.P., and could well get its annual budget deficit below the 3 percent benchmark next year. That leaves reducing inflation, now running at 8 percent, as the only remaining major policy goal.

“This is a dream world,” said Husnu M. Ozyegin who became the richest man in Turkey when he sold his bank, Finansbank, to the National Bank of Greece in 2006. Sitting on the rooftop of his five star Swiss Hotel, he is scrolling down the most recent credit-default spreads for euro zone countries on his BlackBerry and he still cannot quite believe what he is seeing. “Greece, 980. Italy, 194 and here is Turkey at 192,” he said with a grunt of satisfaction. “If you had told me 10 years ago that Turkey’s financial risk would equal that of Italy I would have said you were crazy.”

LANDON THOMAS New York Times Jul 5 20010

--------------------------------------------------------------------------

Master
10-07-2010, 17:27
10 Temmuz 2010

Ahmet HAKAN

ahmethakan@hurriyet.com.tr



Referandumda ‘Hayır’ diyeceğim


Çünkü... Hükümete bir “ders” verilmesinin, başta hükümet olmak üzere herkesin yararına olacağını düşünüyorum.

Çünkü... Güçlü iktidarların, yüksek yargıyı kontrol altına alma girişimini tehlikeli ve korkutucu buluyorum.

Çünkü... Yargıç ve savcıların iktidarların denetimine geçmesini istemiyorum.

Çünkü... Adalet duygumun zedelenmesini istemiyorum.

Çünkü... 12 Eylül’ü yapanlara yargı yolu açmadan 12 Eylül’den rövanş alınacağına inanmanın safdillik olduğuna inanıyorum.

Çünkü... Kısmi anayasa değişikliği yerine toptan anayasa değişikliği istiyorum.

Çünkü... Hükümetin temel amacının demokratikleşme olduğuna zerre kadar inanmıyorum.

Çünkü... Kimselerin “Dur” diyemediği iktidarın totaliter eğilimlerinin daha da artacağına inanıyorum.

Çünkü... Demokratik adımların ancak uzlaşmayla atılabileceğine inanıyorum.

Çünkü... YÖK’ü ele geçirdikten sonra tek bir sızlanma kelimesi bile etmeyenlerin, yüksek yargıyı ele geçirdikten sonra da aynısını yapacaklarından eminim

ar_de_
14-07-2010, 13:49
günlerdir internette tartışılan ( haliyle son derece sert ) Nihat Genç - OdaTv yazısını paylaşmak istedim :

Amerikan ajanlarıyla ortaklaşa düzenledikleri Ergenekon iftiraları ve anayasa düzenlemelerine hayır! Bilim adamları ‘hafıza aşısını’ hemen bulmalı.. Türkiye’de henüz ‘milli, yerel’ bir darbe olmamıştır, 60 ihtilalinden 28 Şubat’a ve bugün Ergenekon darbesine kadar hepsinin arkasında ABD olduğunu hala bilmeyen mi var! Bugünlerin kabarmış suları çekildiğinde hepiniz acaip deniz yaratıklarının leşlerini İçişleri ve Adalet Bakanlığı koridorlarında göreceksiniz, inşallah iş işten geçmiş olmaz..

Amerika’nın sessiz savaşsız istila ve işgaline Hayır!

Dünya tarihinin ilk boynuzlu anayasası, Anadolu halkını Amerika’yla aldatıyor.

Kendileri cemaatleri partileri holdingleri Amerikan vesayetine zaten girmişler, şimdi bizleri hepimizi de Amerikan Vesayeti’ altına almaya çalışıyorlar..

Kenan Evren-Özal döneminde tüm dünya tarihinde sadece ülkemizde birkaç yıl içinde fabrikasız üretimsiz üç-beş milyar dolar kazanmayı beceren cemaatlerin holdinglerin yazarlarına demokrasi şovlarına Hayır!

12 Eylül yargılanacakmış Kenan Paşa sembolik de olsa mahkemeye çıkartılacakmış, pöhh, 12 Eylül yargılanacaksa, Evren-Özal’ın açtığı kapılardan kimler cemaatleri tarikatları polis okullarına soktu, kimler bir yılda üç-beş milyar dolar sahibi oldu, bunlar yargılansın…Yani cemaatlerin hem siyasi hem parasal kökleri yargılansın…

Cemaat tarikat vesayetine Hayır!

Hukuksuz belgesiz tutuklamalara infazlara HAYIR!

Her sabah asansör aynasında kaşımızı gözümüzü düzeltirken bu aynanın içinde gizli kamera var mı korkularına Hayır!

Otuz kırk yıllık arkadaşlarına dahi telefonda ‘telefonda olmaz kahveye gel de konuşalım’ endişelerine Hayır!

Bu ‘Amerikan Vesayeti’ anayasasının derisinden yeni bir toplum şu kopya koyun Dolly çiftliği tasarlanıyor, şimdiden başardılar bile, milyonlarca Bülenç Arınç, milyonlarca Tayyip çoktan üretildi, yüzbinlerce Hüseyin Çelik ve onbinlerce Kibariye de promosyon..

Sahtekarca ucuz şovlara siyasi tezgahlara Hayır!

SAHTEKARCA ASKER SİVİL ÇATIŞMASI DİYORLAR

Amerika’dan Adalet Bakanlığı’na bir telefon, kafi, istediklerini içeri al istediklerini tutukla.. Adına sahtekarca asker-sivil çatışması diyorlar, başından beri yalan, Torumtay Paşa niçin istifa etti, Amerikalı ajanın makamına gelip savaşa girmelisin dediği için, o da, meclis var başbakan Özal var bir Genelkurmay başkanı bir ajanla savaşı niye konuşsun, dediği için, istifa etti.. O gün bugün Amerika Türkiye’ye tek telefonla ‘vesayeti’ altına almaya çalışıyor..

Amerika, Kenan Evren-Özal günlerinden bugüne polis emniyet savcı gazeteci yazar çalışmalarıyla Türkiye’yi savaşsız teslim alacak kadar İslamcı ve sağ siyasetleri kullandı..

Sayelerinde gelmiş geçmiş dünya tarihlerinde ilk defa bir ülkenin ordusuyla emniyeti açıktan sert bir iç savaşın içine sokuldu..

Balkanlar Kafkasya Orta-Doğu’da eşine rastlanmayan büyüklükte ve berekette Harran Ovası’nda Toros Yaylaları’nda Karadeniz Yaylalarında iki inek yetiştirmeyi beceremeyen adamlar maşallah ekranlarda yüzlerce sığır yetiştirdi.. Irak işgalini bu sığırlar alkışladı. Amerikan ordusuna bu Teksas sığırları övücü destek yazıları yazdılar..

İftiralar, yalanlar, tezgahlar ve galeyancı medyasıyla Malazgirt savaşından Kurtuluş Savaşına bugünlere kadar Türk Ordusu ilk defa içerden işbirlikçileriyle bu kadar ağır bir saldırının hedefi haline getirildi..



….TÜMÜZE LİBERAL YAZARLARI SOKUYORLAR

Sevgili halkım, yazarları subayları hepsi içerde, dışarıda birkaç kişi kaldı, artık sıra sizde, köy köy kasaba kasaba toplayacaklar, ‘evet’ diyenler asla abartmıyorum kızlarını ‘bisiklete’ dahi bindiremeyecek..

İran gezimde gece bir Azeri şoförün taksisindeyiz, ‘mollalarla aranız nasıl’ dedim, Azeri şoför az Türkçesiyle ‘…tümüze ağaç sokurlar’ dedi, Türkiye’den arkadaşım gülmekten kırıldı, ‘niye gülüyorsun’ dedim, bunlar bizden daha şanslı, bizimkiler ‘…tümüze liberal yazarları sokuyor’ dedim..

Anadolu’nun bir çocuğu olarak buğdayı dahi ithal eden et’i dahi ithal eden bir ülkede yaşamaktan utandığım için, anayasaya Hayır!

Amerikan Vesayeti anayasasına hayır, çünkü sabah kalktığımda devlet çöplüğünde eşelenen liberal yazarlar görmekten bıktım..

Amerikan Vesayeti anayasasına hayır, çünkü işbirlikçi iktidar, gözüne bakamadığı insanların gözlerini oyuyor, kederini duymadıkları hayatın kaderiyle oynuyorlar..

İktidar oldukları sekiz yıldan beri, nerde sıradan bir konuşma yapsak, ‘yeni bir film geldi gitsek mi?’ diye lafa girsek, ‘ama halk, milli irade bizim arkamızda’ diye cevap veriyorlar.. ‘Gazeteler yazıyor güneşte patlamalar var’, cevap: ‘milli irade bizim arkamızda, halk bizden yana..’. Şu haber spikerine ne oldu artık ekrana çıkmıyor, cevap: ‘Milli irade arkamızda, halk bizi destekliyor..’.. Türkiye Dünya Kupası’na katılsa ne iyi olurdu, cevap: Milli irade arkamızda halk bizi destekliyor..’

OTURUP AĞLAYACAK YERİNİZ OLMAYACAK

Bunun anlamı şu, potansiyel Kuddusi Okkır’lar için artık merhamet şefkat insanlık hukuk hiç yok, çünkü halk evet’le arkalarında.. Bugünün şartlarında dahi işgal kuvvetleri gibi gördüğünü içeri tıkanlar, yarın ‘evet’ dendiğinde, oturup ağlayacak yeriniz dahi olmayacak..

Allah göstermesin sandıktan ‘evet’ dendiğinde Kibariye önde liberal yazarlar arkada önce bir ‘roman havası’ sonra birlikte Fatih Camii’nde hatim indirme, peşinden Süleyman Çelebi’den mevlüt ve hepsinin göğsüne iftihar onur ödülü Amerikan çapraz şeriti törenle takılır.

Ah Kara Afrika’nın, efendilerinin (Fransızca İngilizce) diliyle isyancı şiirler yazan kahraman çocukları, hepsi ‘sömürgeleşti’, çünkü isyanları milli ama dilleri Fransızdı..

Efendileri Amerika’nın büyük acısı, eski Nato, Soğuk Savaş günlerinde yetiştirdikleri faşist generalleri bulamıyorlar.. Bu faşist generalleri yetiştirenler bu faşist darbeleri yapanlar şimdi elçiliklerindeki can sıkıcı partilere faşist generaller koşarak gelip neden ‘tekmil’ vermiyorlar diye, işte Türkiye’nin hukukundan siyasetine altına üstüne bu yüzden getirdiler.

EN BÜYÜK ANAYASA GÜVENDİR

En büyük anayasa ‘güven’dir, bu toprağın her insanını birbiriyle savaştırmak için her iftirayı sahtekarlığı deneyenler, şimdi bize ‘göklerden’ yeni bir anayasa indirmiş gibi, 60 İhtilallerinde oynanan üçüncü dünya oyunlarını yeniden tezgahlıyorlar..

Afrika’da Latin Amerika’da dahi artık zırnık kalmadı bu ‘bizim adamlar, bizim İslamcılar, bizim çavuşlar..’ ilişkisi, yaşasın Türkiye Medyası, üçüncü dünyadan da, karanlık dünyalardan da daha karambolde şimdi tapunu haritanı anayasanı işbirlikçilerin emirleriyle hizaya sokuyorsun..

Referandum sonrası Hayır çıkarsa, o işbirlikçiler sadece ajanlarıyla kumar masasına yatırdıkları parayı tezgahı kaybederler, ‘evet’ çıkarsa bizler ülkemizi kaybedeceğiz!

Artık ne olacaksa olsun deyip her şeye karar verip kendini gecenin karanlık sokağına atan ucuz kadınlar gibi işte yandaş yazarlar ekranlarınızda namus onur haysiyet hukuk bilmeden demeden Türkiye’yi sizden istiyorlar.. Öttürdükleri işbirlikçi borazının adına ‘özgürlük’ demişler..

Ağır bir yenilgiden sonra bu yandaş güruhun normal sivil bir hayata adım atabilmeleri, rehabilite edilebilmeleri için, belki ufuktaki başka bir seçime kadar Abant kampında ‘karantinaya’ alınmaları gerekir, köpekler zihin yorgunluğu çekmez, Pitbull’ların boynundan birkaç gün tasmalarını çözüp ormana salıverilmeliler.. Yağlı baharatlı konuşmaları tabaklarından alınmalı, ancak, morallerini düzeltmek için maaşları yeniden artırılmalı..

SURATLARINA BAKIN

Tayyip Erdoğan’ın, ekranlardaki bu insanların, sadece suratlarına bakın, Türkiye halkının sırtından yediği kirli bıçağı görün.. Allah’ın huzuruna Amerikan vesayeti olmadan tek başına nasıl çıkabilecekler, yoksa haşa Allah’ı da tezgaha getirecek bir evanjelist ortaklık cemaatlerce çoktan ayarlandı mı? Atatürk de tutmadı, Ergenekon’un bir numarası sonunda (haşa) Hazreti Ali yoksa Peygamberimiz mi çıkacak?

Absürd Tiyatro’nun meşhur yazarı İonescu’nun Kel Şarkıcısını hatırlayın, baba şöyle der: Kızım Kel Ama Şarkı Söylemeyi Biliyor.. Dispanserlere tımarhanelere kapatılacak adamları ‘ekranlarda salıvermişler, Tüsiad’ından AB temsilcilerine kadar hepsi zır cahil, vicdansız, hukuk tanımaz, ama hepsi bağıra çağıra sekiz yıldır özgürlük şarkıları söylüyor…

Kardeşlerim, gerçek anayasalar tek cümleyi ifade eder, ‘bu topraklar üzerinde yaşayan herkes hukuk karşısında eşittir’, bu kadar. Gerisi, yüzlerce madde, yüzlerce trafik işareti gibi, birbirine dolanmış labirent gibi alt fıkralar hepsi tezgahtır..

O yüzlerce girift madde cümle; hukuk karşısında herkes eşittir hakkını, birilerine devretmenin hükmen satmanın gizli yollarını düzenler..

Kardeşlerim, bu insanlar ülke bilmez özgürlük bilmez, vatan bilmez, hukuk bilmez, vicdan bilmez, merhamet tanımaz.. Bunlar yeni icad oldu.. Sadece bizler değil tüm coğrafyalar bu yeni tür faşist liberallerin gaddarlığıyla kavruluyor, satılıyor. Fikri düşünceyi bozdular, insanlığın duygularıyla oynadılar..

Uzaydan yeni gelmiş başka tür mahluk bunlar..



HEDGE FONLAR GİBİ

Bir isim uyduramadım, Hedge’le, Hergele, olmuyor, faşist liberal lafını ben uydurmuştum içime sinmedi, başka bir ‘biçim’ var karşımızda. Ülkemiz kendilerine ‘liberal’ sıfatını yakıştıran ancak klasik liberal, muhafazakar, milliyetçi, solcu, vb. gibi geleneksel bir sınıflamayla anlayamayacağımız yeni tür bir ‘yazarlıkla’ karşı karşıya.. Çok düşündüm, bu adamlar kimdir yazı türleri felsefeleri nedir, buldum sonunda: bu yazarlar tıpkı Hedge Fonlar gibi hareket ediyor. Hedge Fonlar kapitalist piyasalarda nasıl bir rol oynuyorsa, faşist liberal yazarlar da medyada aynı metodlarla hareket ediyor..

Yüzleri kızarmıyor, fikir namusu taşımıyorlar, dün dediklerini unutuyorlar, günbegün hızla değişiyorlar, vicdan’la ilişkileri sıfır, gibi, bu yeni tür yazarları anlamak için yüzlerce şaşkın soru sorup duruyoruz.

Bu yeni ‘yazar’ türünün tarihte eşi benzeri yok. Bir borsa deyimi ‘pozisyon’ yazarları da diyebilirdim, duruma göre, yazdıkları yere göre tavır almalarından, ‘pozisyon’ kelimesi de kesmedi.

Hedge fonlarının şöhretini insan evladı on yıl kadar önce Uzak-Doğu borsalarını bir gece alt üst edip piyasadan birden çekilmeleriyle tanıdı. Hedge Fonları asıl şöhretlerini son ekonomik krizde yaptı..

Nedir Hedge Fonları.. Aşırı risk alındığı için Hedge kelimesi yakıştırılmış.. 70’li yıllarda tanınmaya başladılar ama asıl güçlerini 80’lerden sonra oluşturmaya başlayıp 90’lı yıllarda dünya ekonomisinin nerdeyse yutacak kadar büyüdüler..

Hedge, aşırı riskten geliyor ama bu kelime fonun karakterini tam anlatmıyor, Türkçe’ye en yakın çeviri ‘atak fonlar’ ya da ‘serseri fonlar’ şeklinde olabilir. En önemli özellikleri ‘denetimden’ uzak oluşları, ‘yasal kontrolleri’nin zorluğu.. Hedge fonlarına ‘müsamahalı fonlar’ da diyebiliriz, ya da ‘şımartılmış, kayırılmış fonlar’ da, borsaları ve hükümetleri sahte muhasebe kayıtları düzenleyip kandırdıkları için borsalar için ‘tuzak’ ve özelleştirip kapacakları şirketlerin altına sahte rakamlarla ‘mayın döşedikleri’ için ‘kapitalizmin gerilla fonları’ da diyebiliriz.

Aslında sistemin çürüklerini pisliklerini açıklarını yanlışlarını emdikleri için ‘müsamaha’ görmüş şımartılmışlar, bu yüzden ‘torpilli fonlar’ da diyebiliriz.

Şöyle mi anlatsak, hepimiz ekonomi dersi aldık, bir insan piyasada ne tür yatırımlar yapabilir ne tür girişimde bulunabilir?

Mesela, borsadan hisse senedi ya da devlet tahvilleri alabilirsiniz, ya da paranızı bankaya faize, dövize yatırabilirsiniz, ya da bir işletme fabrika kurabilirsiniz, ya da bankaya ipotek gösterip kredi alabilirsiniz, tüm bu işlemler ‘yasalarla’ düzenlenmiş bugüne kadar herkesin bilip yapageldiği ekonomik işlemler.. Yani hem geleneksel ticari faaliyetler hem de yasalarca didik didik kontrol edilip denetim altına alınmış yasal faaliyetlerdir.

Hedge Fonları, çok farklı.. Bir gün kapitalizmin canı fazladan dışarıdan ‘sıcak para’ çekti ve kapitalizm piyasalara hareket getirecek gerilla kapitalistleri davet etti, şöyle:

Birçok insan para koyarak büyük bir fon oluşturuyor ve bu fon’un yönetimini bir CEO’ya (başkan, genel müdüre) devredip ve ayrıca kar’dan yöneticiye büyük oranda pay veriyorlar.

Bu fon yönetimi, piyasada, ciddi ve güvenilir bankaların, sigorta şirketlerinin, yatırımcıların göze almaya korktuğu ‘riskli’ alanlarda ‘işler çevirmeye’ başlıyor.. Riskler öyle büyüyor ki, şüpheli çürük krediler alınıp satılıyor, tahminlerle on yıl sonrasının gelirleri bugünden alınıp satılıyor, ya da ülkeler arasındaki faiz vergi farklarını sıkıca istatistiklerle inceleyip parayı taşıyıp, girip çıkıp çevirip, durmaksızın kazanabilirler.

Adına ‘gözükara’ fonlar da diyebiliriz. Hedge fon yöneticileri ekonominin kabadayısı haline getiren en önemli birkaç şey, bir, hesap verecekleri yer yok denecek kadar az, iki, dünyada ekonomik verilerin hesaplanması istatistikleri matematik gibi çalışmaların yükselmesi yani ellerine şirketlere ve ülkelere dair çok fazla grafiklerin geçmesi, üç, sıkışmış ekonomiler ne olur sıcak para yatırım gelsin diye intihar çığlıklarıyla bilmeden davetiye çıkartıyor..

Mesela, Amerika, vatandaş konut edinsin diye düşük faizlerle kredi imkanı tanıdı, bu kredilerin sigortası zayıftı, Hedge Fon’lar bu gittikçe çürüyen zayıf kredileri toplamaya başladı ve günü geldiğinde bu düşük kredileri ‘paraya’ çeviremedi, bunun adına Balon Patladı diyorlar. Her şeye rağmen Amerika’nın en ünlü Hedge Fonları’nın ‘muhasebe kayıtları’ normal görünüyordu ama olmayan şey ‘para’ydı, çünkü çürük kredileri nakite çeviremeyecek kadar sigortadan gerçeklikten yoksundular. Yani, sistem tıkır tıkır çalışıyor, muhasebe, bilançolar her şey gözboyayan bir büyüme ve güzellik içinde, ancak, kayıtlardaki ‘varlıklar’ paraya dönüşebilir gerçek varlıklar değil..

Sonunda ‘serbest piyasaya’ tapınan kapitalizm tarihinde ilk kez bir sosyalist uygulama olarak suçlanan Devlet Desteği’ni devreye soktu ve çökmekte çürümekte olan bu büyük Hedge Fonlar’a trilyon dolarlar akıtmaya başladı..

Yani, emekliler’e işsizler’e yoksullar’a dahi en düşük ‘sigorta’ ödemesini ‘devlet karışmamalı’ diye tarih boyu karşı çıkanlar, batmakta olan büyük finansal kuruluşlar olunca harekete geçiyor.. Halkın vergileriyle oluşmuş trilyon dolarları bu büyük fonları kurtarmak için devreye sokuyor..

Çünkü zaman içinde ciddi bankalar, sigorta şirketleri, saygın tedbirli yatırımcılar da Hedge Fonların serbest dalışlarının cazibesine kapılmış, ya bu fonlar’a ortak olmuş, ya da bu fonların çürük kredilerine göz yumup nice karşılıklı borç alacak ilişkisine girişmiş..

Velhasıl çökmekte olan Hedge Fonlar’a trilyon dolar desteği verilmezse aklı başında en sağlam görünen bankalar, sigortalar şirketleri, borsa, her şey kağıttan kuleler gibi çöktü çöküyor korkusu, kapitalizmin sonunu getirdi…

Geriye dönüp baktıklarında bu Hedge Fonları kim görmezden geldi, kim yasaları sıkı sıkıya sağlamlaştırmadı, kim bu fonların muhasebe kayıtlarını gözlerden kaçırdı, kimler bu fonları ‘şişirdi’, hangi ciddi merkez bankası başkanları bu fonlar’ın ciddi piyasalarda at koşturmasına sesini çıkarmayıp gizlice el altından destekledi..

Suçlu bulundu, ekonominin sıcak paraya ihtiyacı vardı, piyasaların hareketi canlılığı için elinde nakit olanların atak hareketleri ‘kan dolaşımı’ gibi heyecan vericiydi, ama bu kan gerçek bir ‘kan’ değildi..

Hedge Fonlar için şunu bilelim, vicdan ahlak ülke insanlık hak hukuk asla tanımayan, mutlak kar Tanrı’dır deyip kazanmak için her yolu deneyen bu son otuz yılın canavarlarıdır..

Borsaları yağmalayan, ülkeleri batıran, madenleri şirketleri ucuza kapatan, halkın vergileriyle oluşan hazineleri sülük gibi emip yoksul coğrafyaları infilak ettiren bunlardır.

YEPYENİ YAZAR TÜRÜ

Halen ‘heron’ uçakları gibi tepemizde, madenleri dağları dereleri kapılacak satılacak yağmalanacak ‘av’ peşindeler..

Ve gelmiş geçmiş tarihin en pervasız bu şirketlerine Amazon Ormanları’nın yerlileri karşı koyamadı, Orta Amerika, Latin Amerika, Orta Afrika Uzak Doğu, kimse karşı koyamadı..

Ve ülkemizde oyulmadık dağ ele geçirilmedik nehir bırakmadılar. Yüzlerce üniversite sessiz, okumuşlar sessiz, siyaset sessiz, medya sessiz, kim direniyor, üç tane köylü kadını, tığ işi yün yelek ve basma entarilerle bu dev şirketlerin önüne geçecekmiş..

Okuduğunuz bu kısa tarihçe aynı zamanda faşist liberal yazarların da karakteridir. Yanlış anlamayın bu yazarların Soros gibi Hedge Fon sahipleri tarafından desteklendiği gibi bir şey asla söylemiyorum. Tabii ki destekleniyorlar tamamen ayrı şey.

Ben, ekonomideki bu fonların karakteristiğinin paralel bir evrende yani siyasette aynı tür’den aynı yolları deneyen ve aynı metodlarla çalışan yepyeni bir yazar türünü ortaya çıkarttığını iddia ediyorum..

Faşist liberal yazarların tarih, felsefe, aktüalite, ideoloji, fikir, güncel olaylar karşısındaki ‘tavırlarının’ kökenini yapısını mı merak ediyorsunuz, buyurun, Hedge Fon’un ne olduğunu iyice öğrenin..

Siyaset dünyamızın Hedge Yazarları, tıpkı Hedge Fonları gibi, vurdumduymaz, vicdansız, atak, yüzü kızarmaz, şımartılmış, müsamaha edilmiş, yasalarla kontrol edilmeyen, gerilla taktikleri izleyen, yeni tür yazarlar olduğu iddiasındayım.

Sabahtan akşama değişen, dün yaptığını bugün unutan, ahlak vatan ülke insanlık hak hukuk demeden her yere her şekilde ‘sırf’ karlı çıkmak için vurmayı ‘liberalizm’ sanan bu yazarların, bu son otuz yılda tarihte ilk defa ortaya çıktıklarını anlatmaya çalışıyorum.

Son cümlem olsun, 19. yüzyıl yazarlarından insanlığın öğrendiği çok şey vardı, mesela ‘ölüm’ üzerine çok konuşurlardı, ‘vefa’ ‘şeref’ ‘haysiyet’ ‘insanlık’ ‘merhamet’ ‘kardeşlik’ üzerine zihinlerini çok yordular..

Bu yaratıklar, ölüm korkusu, kardeşlik, insanlık, merhamet üzerine tek satır yazma zahmetine girişemezler, çünkü durdukları yer büyük şirketlerin ‘piyasa ve siyaset’ pozisyonları gereğidir..

Bu ‘pozisyon’ onların savaş cephesidir..

Amerikan vesayetiyle oluşturulmuş İslamcı, sağcı, işbirlikçi, faşist liberal cephelerin tozunu attırmak için, Amerikan Vesayeti Anayasası’na HAYIR!

Nihat Genç

Odatv.com

neron
22-07-2010, 08:44
http://bilge-ekonomist.appspot.com/Bilge_Ekonomistler/1375030/8002/Atilla_Yesilada.html

Atilla Yeşilada

Birisi Doğruları Hatırlatmalı

22.07.2010 06:39


Hayır, Tobin vergisi üzerine yazmayacağım. Çünkü, sadece önemli konularla ilgileniyorum. Tobin vergisi kuru da etkilemez, sıcak para girişini de. Ama, hükümet yakında TCMB’nin malum organını bükerek bu konuda adım atabilir. Çünkü, artık çok açıkça belli oldu ki, AKP iktidarının son yılında kimseden nasihat dinlemeye açık değil. Kendi kafasına göre gidecek. Dış politikada da böyle yapacak, ekonomide de, sosyal düzlemde de.

Valla, ben size söyleyim. Tatilde TBMM toplanır da Emniyet ya da İçişleri’ne bağlı bir Profesyonel Ordu kurulması karar alınırsa hiç şaşırmam. Böyle bir girişimin gerek siyasi kamplaşma, gerekse Güney Doğu’da yaşanacak insan hakları ihlalleri için ne kadar tehlikeli olduğunu da hatırlatırım. Lütfen beni komplocukla suçlamayın. Açın AKP’ye destek veren her gazeteyi okuyun. TRT’yi seyredin. TSK komuta kademesi dışında yein bir ordu kurulmasının halkla ilişkileri aşamasındayız.

Şahsen idam cezasına karşı değilim, bazı suçların tek cezası o yaratığın artık bu gezegende dah fazla barınmaması olmalıdır. 12 Eylül’den sonra verilen idam kararları böyle suçlar sonrasında mı verildi? Bazıları öyle, bazılarında tipik faşizan bir yaklaşım sergilendi. Bu idamların, işkencelerin hesabını sormak, herkesin hakkıdır. Ancak, bugün “12 Eylül darbesi kötüydü” diye beyni yıkanan bütün gençliğe, 1970’lerde İstanbul’da büyümüş bir vatandaş olarak hatırlatırım: Darbeden önce günde ortamala 25-30 kişi teröre kurban gidiyordu. Sokağa çıkarken, gazete okurken, okula giderken korkudan tirtir titriyorduk.

Siz hiç pruvasına bombalı afiş bağlı vapurda Kadıköy’den Karakay’e seyahat ettiniz mi? Tüm bunları TSK’nın organize ettiği de en az Ergenekon kadar büyük ve şerefsiz bir yalandır. Ülkeyi bölen Milliyetçi Cephe hükümetlerini asker mi kurdu? 1977 seçimini tüm ülkede iki saat elektrikleri keserek kazanan Demirel’in arkasında asker mi vardı? Konya’da şeriat bayrağını asker mi açtı? Çorum’da Alevileri asker mi doğradı? Hayır, Erbakan, Türkeş ve Demirel bu ülkeyi düşman ve silahlı kamplara bölmek için ellerinden geleni artlarına koymadılar. Bugün 12 Eylül’de kuruyan fidanlara ağlayan liberal yazarların çoğu 12 Eylül darbesini destekleyen kitaplar yazdılar, ya da en azından sustular. Bu ülkenin derin karanlıklarında yuvalanan öcüleri TSK’nın sırtına bindirmek, toplumsal olarak mahkum edildiğimiz korkaklığın açık bir ifadesidir. Korkağız, çünkü suçu kendimizde aramak, kendimizle yüzleşmek cesaretini asla göstermiyoruz. 12 Eylül’ü de, AKP’yi başa getiren, alkışlayan biziz. Çünkü kolay olan buydu.

Hele, Evren’in en salakça düşüncelerinden biri olan “gomonizme karşı dini bütün vatandaşlar yetiştirme” projesinden yararlanarak imam hatiplerden camilere kadar her kurumda yuvalanan ve yeşeren, Özal döneminde artık sermaye ve siyasete ortak olan Siyasi İslam’ın şimdi 12 Eylül aleyhtarı kampanya yürütmesi kadar prensipsiz bir siyaset olamaz. Yeni anayasa metnini okuyan her beyni çalışan vatandaş biliyor ki, CHP’nin dediği doğru: Referandumda evet çıksa da darbecileri yargılayamazsınız, çünkü buna olanak verecek ceza kanunları değiştirilmedi. Daha Rahmetli Kemal Türkler’in katilini, Hrant Dink’in failini yargılayacak kadar cesaret bulamayan bir ülkede, artık ahı gitmiş vahı kalmış Evren’i yargılamak adalet duygusunun değil, hepimizin paylaştığı korkaklığın açık ifadesidir. O zaman “bana da işkence yaparlar” diye susanlar, şimdi işkenceciler elden ayaktan düşünce, intikam naraları atıyor. İşin doğrusu şudur: Bu ülkede 12 Eylül’e bir tek Rahmetli Ecevit direnmiş ve hapislerde sürünmüştür.

Bu ülkede darbelere ve yeni 12 Eylül’lere mani olmakla yeni anayasa değişikliğine evet oyu vermek arasında hiç bir bağlantı yok. 12 Eylül’leri ancak hepimiz insan hakları, adaleti ve demokrasiyi savunmak için gerekirse hayatımızı kaybetmeyi göze aldığımız gün engelleriz. Valla, “aman beni de dinlerler, beni de fişlerler, Ergenekon’cu olurum” diye bugün cep telefonunda konuşmaktan korkan sıradan vatandaştan, hergün hakaret gören ve “ihale alamam” diye sesini çıkartmayan işdünyasına, iki gazetesi elinden alınacak diye tir tir titreyen basın patronuna bakıyorum da, o cesareti ne sizde ne de bende göremiyorum. A Tipi Faşizm’den kaçarken, B Tipi Faşizm’in kollarına sığınan bir toplumuz biz. Daha da kötüsünü hakediyoruz.

Atilla Yeşilada
ayesilada@gmail.com

ar_de_
22-07-2010, 12:29
Kim kime dum duma referanduma!

Aşağıdaki tablo 12 Eylül'e kadar burada duracak. Yazı, haber vs. girişleri sayfanın/karşılaştırmalı tablonun altında olacak. Bağımsız Gündem kapanınca köşesiz kaldım (tekliflere açığım). 28 yılda 16 kez değiştirilerek bir anlamda normalize edilmiş bir Anayasa'nın değiştirilmesi konusunda her madde için neden HAYIR dediğimi burada bölüm bölüm yayımlayacağım. İlk yazım 74. madde hakkında olacak. Bu dönemde hiçbirşey göründüğü gibi değil. 74. madde değişikliği de bilgi edinme dilekçe vs hakkına dair değil. Okuyunca şaşıracaksınız. Ya da şoklanmaya alışıksınız, şaşırmayacaksınız, ne bileyim...Yorumlar kayıtsız okur için de açıktır ve kontrol edilmeden, otomatik girer. Baki selamlar. KNB

http://bakiselamlar.com/knb/component/content/article/372-askeri-darbe-akp-sivil-darbe-anayasas-karlatrmas-.html

not : uzun karşılaştırmalı bir tablo . bu yüzden link verdim.

AnnE
24-07-2010, 07:29
Umur Talu
utalu@htgazete.com.tr


Bize kendi 12 Eylül’ünü anlat!

23 Temmuz 2010 Cuma

Muhalefetin çok konuda samimiyetsizliği var da…

Öncelikle sorgulanacak yer iktidar… sonra sıra onlara gelir.

12 Eylül 2010’da ister safınızla, ister ezbere, ister vicdanla, akılla oy kullanın…

12 Eylül 2010, 12 Eylül 1980 hikayesinin sadece bir kısmı.

12 Eylül 1980 hikayesi ise, maalesef öncelikle Başbakan’a ait değil.



***



Bu hikayeyle özdeşleşebilmesi için bize başka hikayeler de anlatması lazım.

Hatıralar da lazım.

Sadece idam edilenlerin mektupları değil…

O günler kendilerinin hangi pozisyonda hangi tavrı gösterdiğinin de anlatılması lazım.

İnsan başkasının acısına tabii ki ağlar.

İnsan olan, ağlar.

Ama ya paylaşmış olduğu için ya da neden sonra artık paylaştığı için.

Geçmişte paylaşmışsa, nasıl paylaşmıştır?

Yok bugün, neden sonra, artık, nihayet paylaşıyorsa, ki olabilir, geçmişte neden paylaşmadığını izah ederek ve bugüne öyle gelerek anlatır.



***



Madem 12 Eylül 2010, iktidar tarafından tamamen 12 Eylül 1980’e bağlanıyor…

Başbakan, gözyaşına sebep olan vicdanla bize şunu söylemeli:

12 Eylül Anayasasına ben hayır oyu vermiştim, çünkü…

12 Eylül Anayasasına ben evet oyu vermiştim, çünkü…

İkinci ihtimal Türkiye’de, 45 yaşını geçmişler için yüzde 90’dır.

Elbet tarihi ayıptır, şudur, budur ama…

Tamam, insanlar değişebilir. Pişman olabilir. Artık farklı hissedip düşünebilir.

12 Eylül öncesi de (bizim gibi, çoğumuz gibi) genç olup bir şekil eylemli siyaset yapan, Milli Türk Talebe Birliği’nden MSP gençlik kolu başkanlıklarına çok aktif olan bir başbakan…

Bize 12 Eylül’den bahsederken kendi 12 Eylül’ünü de anlatmalı.

Yoksa hikaye yarım, hikaye güdük, hikaye düdük kalır!



***



Bize, devrin MSP kadrolarının, gençliğinin, tabanın “Bir sağdan bir soldan idamlar”a ne dediğini de açıklamalı. (İdamcı Evren hesabı yanlış: 16 sol, 8 sağ idam var: İki soldan, bir sağdan yani!)

Diyarbakır Cezaevi’ni işkence mezbahasına çevirirken, acı dolu bölgeye askeri uçaklarla ayetler atan darbeyi nasıl karşıladığını söylemeli.

Yakından tanığım; darbeden, işkence ve idam furyasından sonra ciddi fikri dönüşüm geçiren, ciddi vicdani sorgulamadan geçen,, benzer süreçteki solcularla dahi “bir noktada” buluşan çok İslamcı oldu.

Ama Başbakan bize kendini de anlatmalı.

Değiştiyse değiştiğini, özeleştiri gerekiyorsa, onunla harmanlayıp anlatmalı.

Bunu sormaya, istemeye çifte kavrulmuş hakkımız var.

Birincisi, kamusal kimliğinden ötürü; ikincisi, bu mevzularda ağladığı için!



***



Başbakan 12 Eylül cezaevleri için kürsüde (belki içtenlikle) ağlarken, İstanbul’da bir “cezaevi çocuğu” ölüyordu. (Ve tek cezaevi ölümü değildi)

Abdullah kimseyi öldürmemişti; ama Başbakan iktidara geldiğinde 10 yaşında olan çocuk, Dargeçit’ten sürüklendikleri dargeçitlerde, 14’ünde suçlu olup çıkmıştı.

Cezaevinde kanser olduğu ortaya çıktı. Ağır kemoterapiye vuruldu; tahliyesi şu son günlere kadar mümkün olmadı.

Son günlerde de mümkün oldu ama nasip olmadı!

İktidar süreci onun ömrüne böyle denk düştü: 10 yaşında yoksul çocuk, 14’ünde göç etmiş suçlu, 17’sinde mahkum lösemili, 18’inde (mecazen) yatağa kelepçeli ölüm.

Mektubu var mıydı, bilmiyorum. Ona ağlamak için bir 30 yıl bekleyeceğiz belki.

Çünkü, darbeci şöyle, başbakanlar böyle de…

Milletim de bir hoş:

Bu çocuğun ölüm haberi altına, internet gibi teknoloji, iletişim gibi imkan, düşünce gibi insani özellik, yazı gibi mucizeyi kullanarak, “Gebermiş, iyi olmuş” diye yazabilen bir kumaş da var bu ülkede.

Öyle kumaşlara…

Böyle nakışlar işte!

dohol
08-08-2010, 22:44
http://a.imageshack.us/img195/7518/20100808233951.jpg

ar_de_
19-08-2010, 09:17
Hayır!


Mademki anayasa referandumu, hükümet için güven oylamasına dönüştü...

Mademki Türkiye*de, 200 kelimeyle konuşanlara anayasa anlatılamıyor...

Mademki 200 kelimeyle konuşanlardan yapmaları istenen üç çocuğu Anayasa'dan anlar kılacak sayıda öğretmen yetiştirilmiyor...

Yetişenler atanmıyor, atananlar sözleşmeli sürülüyor, süründürülüyor ve aşağılanıyor...

Mademki üç bile değil, iki çocuğunu okutmak için çabalayan sözleşmeli öğretmen Ahmet Fazlı Elçi, yaz tatilinde hamallık yaparken ölüyor...

Mademki bu ülkede bu halk, anayasa referandumunda nasıl bir anayasayı oylayacağını anlamasın diye cahil ve sadakaya bağımlı, çocuklar okulsuz

ve öğretmensiz, eğitim düzeysiz, eğitimciler özenle aç bırakılıyor...

Mademki yeni anayasa, Türkiye Cumhuriyeti'nin temel prensiplerini belirlemeye, yurttaşların özlük haklarını güvence altına almaya değil, demokrasiyi genişletmeye hiç değil; çakma prenslerin sahte saray/hakiki villalarını kıyaslamaya, mülkiyetini kavramaya ve havuzlarını ölçmeye yarıyor, varsın haşemalı haşemasız villa sahipleri çimsinler o havuzlarda... Benim villam da yok, havuzum da. Oyum, "Hayır!"dır.


***

Mademki yeni anayasa, Erdoğan'ın zaman makinesi: Türkiye'yi 1937'ye geri götürüyor, Cumhurbaşkanı Atatürk'ü koltuğundan indiriyor, yerine Başbakan İsmet İnönü'yü geçiriyor ve Celal Bayar'ı pasifize edip Dersim'i CHP*ye bombalatmaya "evet" istiyor... Ben 2010'da yaşıyorum, CHP Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da Dersim tarihini Başbakan Erdoğan'dan daha iyi bilir, oyum "Hayır"dır.

Mademki yeni anayasa, millete eskisinin tanıdığı anayasal hakları bile ihlal eden vekillerin yasal dokunulmazlıklarını kaldırmıyor...

Mademki dokunulmazların çocuklarına ABD yolları, halkın çocuklarına PKK kurşunları...

Mademki yeni anayasayı yapanlar, eskisini yapanlar kadar sol sendika düşmanı, sarı yerine yeşil sendikacı...

Mademki evetçiler GDO çocukları; Atatürk Orman Çiftliklerini kapatanlar, yerel arımı, hayvancılığı mahv, köylüyü perişan, kendini beslemeye yeten Türkiye'yi en temel ihtiyaçlarını ithale mecbur edenler, benim bu evetçilere yanıtım "Hayır!"dır.


Türkiye'nin tüm değerlerini satanlara, ilahilerle uyuttukları halkın sırtından sekiz yılda milyarder olanlara, parmaklarında kapı tokmağı gibi yüzükler taşıyanlara ve Allah aşkına dağıttıkları sadakaların karşılığında anayasaya "evet" oyu isteyenlere "Hayır!"

Mademki yeni anayasa, toplu iftar masalarında pazarlanıyor...

Mademki 650 kilo kömüre satılıyor yeni anayasa, ben almayayım kalsın,

"Hayır!"dır oyum.

Sosyal devlet sadakaya bağlandığı, hukuk devleti rezil edildiği için HAYIR!'dır.

***

Anayasa'nın 25 maddesini değiştirenler, adaletle sopa atıp

kalkınmayla soydukları için HAYIR!'dır.


Demokrasi yolunda dikta rejimine sapıldığı için HAYIR!

İkinci 12 Eylül Anayasası, istibdat zihniyetinde birinciye rahmet okuttuğu için HAYIR!

Bir korku imparatorluğu kurulduğu için HAYIR!

Asker ya da sivil, yazar ya da değil, tanıdık ve tanımadıklarım, en onurlu meslektaşlarım, yıllardır neyle suçlandıklarını bile bilmeden hapiste çürütüldükleri için HAYIR!

Muhalif basın tehditle susturulduğu için HAYIR!

Telefonlar dinlendiği için HAYIR!

E-posta'lar izlendiği için HAYIR!

İnternet sansürlendiği için HAYIR!

Elektrik kesildiği için HAYIR!

Sular çamurlu aktığı için HAYIR!

Kaldırım yapmasını beceremeyenler, kentleri gökdelen çölüne dönüştürdükleri için HAYIR!

Kendilerinin görgüsüzlüğü, yalakalarının yüzsüzlüğü için

HAYIR!

Mademki yeni anayasada önemli olan soy sop, ama tepe tepe kullanılacak

1.85'lik boy için "evet" isteniyor; ben bu anayasanın boyunu da beğenmedim, soyunu da. Anayasayı da tepelemeye niyetim yok, anayasacıyı da.

Tepelenmemek için oyum HAYIR'dır!

Mine G. Kırıkkanat

Gozlemci
20-08-2010, 15:08
Cetin Dogan ve Gercekler sitesinden. Iddianame dikis tutmuyor. Yurtdisinda gorevli subaylari bile iceri atmislar. Ben haberin kisa bir bolumunu buraya aktariyorum, tamamini bu siteden okuyabilirsiniz.

http://cdogangercekler.wordpress.com/

Balyoz sanıklarından Yaşar Barbaros Büyüksağnak, işgal etmediği (belgelerle sabit) bir makamda, yüzlerce kilometre uzağında bulunduğu (belgelerle sabit) bir şehirden, henüz kullanılmadığı (belgelerle sabit) bir isimle suç işlemekten yargılanarak dünya hukuk literatürüne girecek.
Balyoz iddianmesindeki 131 no.lu sanığın adı Yaşar Barbaros Büyüksağnak.

.... Yaşar Barbaros Büyüksağnak (o zamanki kayıtlı adıyla Barbaros Büyüksağnak) Kasım 2002 ile Eylül 2003 arasında EUROMARFOR karargahında, Roma, Italya’da görevli olarak bulunuyor. Pasaportu ile de belgeledigi gibi o dönemde tek bir kere bile Türkiye’ye giriş yapmamış. Savcılar ise sorgusunda ısrarla 5-7 Mart Semineri’nde ve Balyoz, Çarşaf, Sakal, Suga planlarında ne görev aldığını soruyorlar. Ifadesinde saydık, Büyüksağnak tam 9 kere o tarihlerde Türkiye’de olmadığını hatırlatmak zorunda kalıyor.

Ama nafile… Yaşar Barbaros Büyüksağnak Balyoz iddianamesinin 131 no.lu sanığı. Türkiye Cumhuriyeti yürütme organını cebren iskat veya vazife görmekten cebren men etmeye teşebbüs etmekten yargılanacak.

Master
24-08-2010, 07:38
Yılmaz ÖZDİL
yozdil@hurriyet.com.tr




KPSS


Kamu Personeli Seçme Sınavı’nda dümen yapıldığı...

“Öğretmen”lik sınavında 120’de 120 doğru çıkaranların, cemaat-tarikat mensubu olduğu... Tesadüfe bak, karı-koca veya aynı evi paylaşan tiplerin, imkânsız skora ulaştığı... Soruların sızdırıldığı, iddia ediliyor.
*
Sene 1943.
*
Ankara Atatürk Lisesi’nin en pırıltılı iki öğrencisi -birbiriyle canciğer- devlet bursuyla yurtdışında eğitime gidebilmek için, Milli Eğitim Bakanı’nın makam odasına girerler. Bakan bakar çocuklara, “sen oğlum, fazlasıyla hak ettin, gideceksin” der... Sonra öbürüne döner, “sen oğlum, fazlasıyla hak ettin ama, gönderemem, kalacaksın” der. Çocuklar çıkar odadan...
*
“Kalan” elini cebine sokar, yıllardır biriktirdiği harçlıklarını “giden”e uzatır, al bunu lütfen, hiç olmazsa amacımı kısmen gerçekleştireyim der... Kucaklaşır, vedalaşır iki arkadaş.
*
Giden, Gazi Yaşargil.
*
Kalan, Can Yücel.
Milli Eğitim Bakanı’nın oğlu!
*
“Torpil yapıldı” demesinler diye, hak ettiği bursu alamayan Can, hiç kırılmaz babasına... Vekil oğlu olmak, hep ağır gelmiştir ona zaten... Protokol “portakal gibi bi şey”dir onun için, bi kez olsun binmez makam arabasına... Türkiye’nin en heyecan verici şairi olur, diliyle, zekâsıyla eşsizdir ama, bana göre en muhteşem şiiri, boyun eğmeden yaşadığı hayatının ta kendisidir... “Ömrümce muhalif yaşadım, onun için kan grubum RH negatif” der... İçeri tıkılır, kitapları toplatılır, tınmaz bile... Alnı açık yürür, Cambridge’e gitmeyi başarır.
*
Gazi, İsviçre’ye gider, Almanya’ya, oradan ABD’ye... Beyin cerrahisinde çığır açar, ordinaryüs olur, ABD’de “yüzyılın adamı” seçilir. Türkiye ise, askerlikten kaçıyor diye, vatandaşlıktan atarak ödüllendirir onu! Vatansız kalır... Sonra utanıp, Türkiye Cumhuriyeti Üstün Hizmet Madalyası ve Milli Egemenlik Onur Ödülü verdiler, orası ayrı.
*
Gazi’nin oğlu olur, “Can” adını koyar...
Can’ın oğlu olur, Gazi elinden tutar, cerrah yapar... “Rengahenk” isimli kitabını Gazi’ye ithaf eder Can, “Beynin Piri Reis’i” der arkadaşı için.
*
Ve, son nefesini verirken, ABD’den gelen oğlu, kulağına eğilir Can’ın, “Gazi’nin selamı var, seni çok seviyor” der... Can’ın duyduğu son sözlerdir bunlar, gülümser, kapatır gözlerini.
*
Aynı dakikalarda, binlerce kilometre uzakta, Can’dan gelen paketi açar Gazi... Arkadaşının son eseri “Mekânım Datça Olsun” isimli kitap çıkar içinden... Açar kapağını, bakar ilk sayfasına ve ağlayarak okur, son el yazısını: “Gazi, gözümün bebeği, giderayak...”
*
Offf, of.
*
Öz oğluna bile hak ettiğini vermeye utanan Milli Eğitim terbiyesinden... Torpille, tezgâhla, şaibeyle kaynamaktan utanmayan Milli Eğitim zihniyetine.
*
Dönem arkadaşına cebindeki parayı, üstüne yüreğini çıkarıp veren pırıl pırıl öğretmen oğlundan... Dönem arkadaşının cebindeki parayı, geleceğini çalan ahlaksız öğretmen bozuntusuna.
*
Değerli öğretmen adayları...“Her Şey Sende Gizli” şiirinde şöyle der Can:
Gülebildiğin kadar mutlusun
Üzülme, bil ki...
Ağladığın kadar güleceksin
Sakın bitti sanma her şeyi...
*
Sakın bitti sanma...
Her şey sende gizli.
Boyun eğme asla.
Cumhuriyet’e sahip çık.

buena vista
27-08-2010, 13:46
Bekir Coşkun
bcoskun@htgazete.com.tr

27 Ağustos 2010 Cuma, 12:16:31

PKK ile yapılan pazarlık ve varılan uzlaşma esrarını koruyor...
Kim görüştü, kim anlaştı, nasıl oldu, bir türlü ortaya çıkmıyor...
Ama amiralin donunu önceki gün hukukun karşısına çıkarttılar...
İfadede sordular:
"Bu don kimin?.."
"...........?"



Devlet içindeki tarikat-cemaat örgütlenmesinden de devletin haberi yoktu...
Onun için şu anda devletin Emniyet Müdürü olan Hanefi Avcı, "Devletin içindeki tarikat örgütlenmesi var" diye kitap yazınca hadise oldu...
Tarikatın müritleri; müsteşar, genel müdür, vali, kaymakam, emniyet müdürü olmuş haberleri yok...
Ama amiralin donu, yargı karşısında...



Diyelim ki Deniz Feneri davası...
Alman mahkemeleri kaç sene önce gerekeni yaptı, Türkiye uzantılarını dosyalarıyla gönderdi...
Türkiye'de tutuklu, yakalanan-makalanan yok...
Ama don görevlilerin eşliğinde mahkemeye geldiğine göre demek ki yakalandı...
Yakalandığına göre demek ki gözaltına da alındı... Çünkü bakarsınız içinde kimse yokken don kaçmış...



Allah bilir ya sizin öbür kirli çamaşırlardan da haberiniz yoktur...
Şaibeli özelleştirmeler...
Peşkeş çekilen hazine arazileri...
Eş-dost ihaleleri...
Kamu bankalarından parası ile alınan gazeteler-televizyonlar...
Ali Dibolar...
İktidar çevresinde akıl almaz zenginleşme...
Tüm bunlara dönüp bakan, ilgilenen, soran, soruşturan yok...
Ama amiralin donu yargıda...
Tutuklu...

AnnE
03-09-2010, 07:11
hbila@gazetevatan.com

12 Eylül 'tatilci'lerine...


Türkiye’nin çağdaş yaşam hakkına sahip insanları, bu hakkı mücadele ederek elde etmedi.

Bu hak onlara verildi.

Cumhuriyet armağan edildi, demokrasi hediye...
İnsan hakları, kadın-erkek eşitliği, medeni kanun, seçme-seçilme hakkı, adil yargı hakkı, eşit çalışma hakkı, öğrenim hakkı, tatil hakkı hep birileri tarafından kitlelere sunuldu.

O birileri, bir kurtuluş savaşı vererek, çağ dışı kalmış bir imparatorluğun yıkıntıları arasından yeni bir devlet kurmakla kalmamış, orada yaşayanların köle değil insan, tebaa değil vatandaş olmaları için de ellerinden geleni yapmışlardı.

Dipten gelen dalgalarla, sokağa dökülen kitlelerle gelmedi bütün bu devrimler... Cumhuriyetin kurucuları, çağdaş uygarlık adına ne varsa, bu ülkenin insanlarına vermek için ömür tüketti.

Ve yaptıkları devrimlere kitlelerin sahip çıkması için sayısız dil döktüler.

Eserlerini “halka”, “gençlere”, “kadınlara” emanet ettiler.
Halkımızın büyük bir bölümü devrimlerin nimetlerinden yararlanmakta gecikmedi. “Egemenliğin” tadını çıkardılar. Kadınlar artık toplumsal yaşama katılıyor, gençler eğitim görüyor, kültürden sanata, tatilden eğlenceye kadar çağdaş yaşamın bütün olanaklarından yararlanıyorlardı.



***


Bütün bunların bir gün kaybedilebileceği kaygısı kimsede yoktu. Cumhuriyetin ikinci, üçüncü, dördüncü nesli geldikçe “rehavet” artık kader olmaya başlamıştı. Hep böyle gidecek sanılıyordu.

Oysa, karşı-devrimcilerin alttan alta yaklaştıklarını, serpilip güçlendiklerini pek gören olmadı. Olsa da ciddiye alınmadılar. Çağdaş, laik, demokrat insanlar, en yakın çevrelerine bakıp, kendilerine benzeyenleri gördükçe, bütün Türkiye’yi öyle sandılar. O hakları elde etmek için bir şey yapmamış oldukları gibi, onları korumak ve geliştirmek için de çaba göstermediler. “Böyle gelmiş böyle gider” diye...
Şimdi anlaşıldı ki, böyle gelmiş ama böyle gitmeyebilir. Geç de olsa bir uyanış başladı.

Hâlâ uyanmayanlar var mı?

***


Bunları neden hatırlattım, bu soruyu neden sordum?
Bir okurun “vaveyla”sı üzerine.

Referandumun gerçek bir anayasa oylaması olmadığını, iktidarın yargıyı ele geçirme projesi olduğunu savunan okur, oyunun “hayır” olduğunu ilan ettikten şu iddiada bulunuyor:

“Ben tatile çıkmadım. Zaten öyle uzun tatiller yapacak maddi imkânlarım da yok. Ama biliyorum ki, referandumda hayır oyu verecek yüz binlerce kişi tatilde. Referandum bayrama denk geliyor. Eminim çoğu referandum günü de tatilde olacaklar ve oy kullanmayacaklar. Meydanı kime bırakacaklar biliyor musunuz? ‘Ölüleri bile mezardan kaldırıp ‘evet’ oyu verdirin’ diyenlere... Tatillerini bir gün eksik yapsalar da gelip oy kullansalar ne olur sanki? Bu kadar da sorumsuzluk olmaz ki...”

Kaç tatilcinin tatilini kısa kesip referandumda oy kullanacağını kestirmek elbette mümkün değil. Belli ki bu okurumuz, “rehavet” içindeki seçmenlerden yana dertli. Bir de çağrıda bulunuyor:

“Artık kim yapar bilmiyorum; Kılıçdaroğlu mu, bir başkası mı, bir çağrı yapsalar da şunlar kıçlarını toplayıp tatilden dönseler ve referandumda oy kullansalar. Türkiye artık tatil yörelerinde, sahillerde yan gelip yatma yeri değil. Hiç değilse bir gün için bu sorumluluğu gösterseler.”

Master
04-09-2010, 11:38
Yılmaz ÖZDİL
yozdil@hurriyet.com.tr




Fevzi


Fevzi Budak.

Erzurum Milli Eğitim Müdürü...

AKP iktidar oldu, 2003’te görevden alındı, mahkemeye başvurdu, haklı bulundu, Erzurum’a geri döndü. (Bir)*
Beş gün sonra...
Görevden alındı, Şırnak’a gönderildi, mahkemeye başvurdu, haklı bulundu, Erzurum’a geri döndü. (İki)
*
Bir gün sonra...
Görevden alındı, Ankara’ya gönderildi, mahkemeye başvurdu, haklı bulundu, Erzurum’a geri döndü. (Üç)
*
Bir gün sonra...
Görevden alındı, Muş’a gönderildi, mahkemeye başvurdu, haklı bulundu, Erzurum’a geri döndü. (Dört)
*
Beş gün sonra...
Görevden alındı, Ankara’ya gönderildi, mahkemeye başvurdu, haklı bulundu, Erzurum’a geri döndü. (Beş)
*
Bir ay sonra...
Görevden alındı, Kütahya’ya gönderildi, mahkemeye başvurdu, haklı bulundu, Erzurum’a geri döndü. (Altı)
*
Bir ay sonra...
Görevden alındı, Çanakkale’ye gönderildi, mahkemeye başvurdu, Erzurum’a geri döndü. (Yedi)
*
Üç ay sonra...
Görevden alındı, İstanbul’a gönderildi, mahkemeye başvurdu, haklı bulundu, Erzurum’a geri gönderildi. (Sekiz)
*
(Başbakanımızın askerlik arkadaşı olan AKP milletvekili adayı, üç defa, Fevzi Budak’ın yerine Erzurum Milli Eğitim Müdürü yapıldı... Gözünü budak’tan sakınmayan Fevzi, üç defa mahkemeye başvurdu, başbakanımızın askerlik arkadaşını üç defa görevden aldırdı!)
*
(Fevzi Budak, Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı Necat Birinci’yi şikayet etti. Yargıtay, Necat Birinci’yi görevini kötüye kullanmaktan beş ay hapis cezasına çarptırdı, para cezasına çevrilerek, ertelendi. Necat Birinci, AKP’den
İstanbul Milletvekili yapıldı.)
*
(Fevzi Budak, Milli Eğitim eski Bakanı Hüseyin Çelik’i altı defa manevi tazminata mahkûm ettirdi. Kazandığı tazminat miktarı, faizleriyle birlikte 100 bin lirayı buldu.)
*
Üç ay sonra...
Görevden alındı, Ankara’ya gönderildi, mahkemeye başvurdu, haklı bulundu, Erzurum’a geri döndü. (Dokuz)
*
Beş ay sonra...
Görevden alındı, İstanbul’a gönderildi, mahkemeye başvurdu, haklı bulundu, Erzurum’a geri döndü. (On)
*
(Milli Eğitim Bakanlığı Personel Genel Müdürü, kendisini camiada küçük düşürdüğü iddiasıyla Fevzi Budak hakkında soruşturma açtı. Ancak, mevzuata göre, sicil raporunun altı ay birlikte çalıştığı amiri tarafından hazırlanması gerekiyor... Fevzi Budak altı ay bir yerde kalamadığı için, rapor hazırlanamadı! Meslekten atılamadı!)
*
Üç ay sonra...
Görevden alındı, Ankara’ya gönderildi, mahkemeye başvurdu, gene haklı bulundu, gene Erzurum’a geri döndü. (On bir)
*
Dün...
Fevzi Budak tutuklandı!
*
Erzincan Başsavcısı’nı içeri tıkan Erzurum Savcısı tarafından ifadesi alındıktan sonra, dolandırıcılık ve yolsuzluk yaptığı gerekçesiyle hapse gönderildi.
(Aha bu da on iki)

*****

ar_de_
06-09-2010, 12:15
‘Yetmez ama evet’ ne demektir?
06 Eylül 2010
Kadri Gürsel kgursel@milliyet.com.tr
kgursel@milliyet.com.tr


12 Eylül’de referanduma sunulacak anayasa değişikliği paketine “Yetmez ama evet” diyenler herkesi kör, âlemi sersem sanıyorlar.
Genel manada “liberal” ya da kendini solda tarif eden “liberal” ağırlıklı bu kişi ve gruplar, paket için “Yetmez” diyerek, AKP’yle de, AKP’nin siyasi hedeflerinin bir enstrümanı olan bu paketle de araya mesafe koydukları zannını yaratmak istiyorlar. Böyle yaparak, referandumun sonucu ne olursa olsun, ileride mutlaka omuzlarına çökecek olan tarihi sorumluluğu hafifletmek amacındalar.
“Yetmez” dediler ya, guya “şerhli evet” demiş gibi gösteriyorlar kendilerini...
Oysa “şerhsiz, koşulsuz evet” diyorlar; ama mahcup ve utangaç bir şekilde...
Bir kere, “Yetmez” demek, “Daha” demektir.
Bahsimizdeki anayasa değişikliği ihtiyaçlarınıza cevap vermiyordur; “yetmez” dersiniz. Bu bir olumsuzlamadır ve bir tavır alıştır... “Daha fazlası”nı istemeyi içerir.
Sonra “Daha fazlası yoksa ben yokum” da diyebilirsiniz... Mesela, özel ve farklı bir realitenin ürünü olan BDP boykotundaki siyasi tutum tam da budur. BDP, yüzde 10’luk seçim barajının düşürülmesi ve Kürt sorununa ilişkin herhangi bir reformun bu pakette yer almaması nedeniyle referandumu boykot ediyor.
Ama yetmeyeni olumladığınızda, yani “evet” dediğinizde, bundan önce “Yetmez ama” demiş olmanızın hiçbir anlamı kalmaz.
“Yetmez ama evet” demek ikiyüzlü bir tavırdır; bir nevi göz boyamacılıktır.
“10 Aralık Hareketi”nin önceki gün İstanbul’da düzenlediği anayasa değişikliği konulu panelde konuşan Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu’nun şu sözlerini not ettim:
“Eğer (anayasa değişikliği paketiyle) yapılanlar kısmen de olsa olumlu olsaydı, olumlu bir adım atılmış ve dahası atılacak olsaydı, olumlu karşılayabilirdik. Ancak, ‘Yetmez ama evet’de bu yok. Bütün olarak getirilenler ve götürülenler arasında bir denge kurulduğu zaman, bana götürülenlerin, getirilenlerden daha fazla olduğu izlenimini veriyor. Anayasacılığın gelişmesi siyasi iktidarın sınırlanması oranında olur. Burada tam tersi oluyor.”
“Yetmez ama evet”çiler, anayasa değişikliği paketinin, Kaboğlu’nun ifadesiyle demokrasiden neleri “götüreceğini” görmüyorlar ya da görmek istemiyorlar.
Birçoğunun gözünde, bugünkü “yüksek yargı” düzeninin tasfiye edilmesi, “yargının demokratikleşmesi” oluyor...
Bu dediğiniz, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığının güçlendirilmesiyle sağlanır. Oysa paketteki düzenleme tam tersine, siyasi iktidara tabi kılınmış, iktidar üzerinde kontrol ve dengeleme görevini ifa etme yeteneğini tamamen yitirmiş, bağımlı bir yargı çıkarıyor karşımıza... Bağımlı yargıyla demokrasi olmaz, iktidar yoğunlaşması olur.
“Yetmez ama evet”çilerin ortak arızası, sadece “yıkılanı” görüp onaylamak, ama yerine neyin kurulduğunu görmeyi istememek ya da görememek... Bu da yıkılanın yerine, sürdürülebilir, özgürlükçü ve çağdaş bir demokrasinin kurulmasına katkıda bulunmalarını engelliyor.
Arıza ortak, ancak arızaya yol açan nedenler farklı... Kimisi, fi tarihinde şu veya bu nedenle AKP gemisine binmiş, yandaş olmuş, gemi yol alırken bunlarla AKP arasında öyle çıkar bağları kurulmuş ki bütün bunları koparıp gemiden inmek, onlar için can yeleksiz suya atlamak gibi bir şey. İsteseler de yapamıyor, güvertede devekuşunu oynuyorlar.
Kimisinin siyasi vizyonu, askeri darbelerde uğranılan yenilgilerin ve çekilen büyük acıların travmasıyla perdelenmiş... Solun başaramadığı “müesses nizamı yıkma” işi belki Kürt hareketi ya da İslamcılar tarafından halledilir diye bekler olmuşlar. Geçmişle ilgili takıntıları, yaklaşmakta olanı görmelerini engellemiş.
Bir de üçüncü bir kategori var. “Yandaşlaşmış travmatikler”, yani her iki özelliği aynı siyasi karakterde bütünleştirenler ki en fanatik olanları da bunlar.



(aktaranın notu :"ama" bağlacı kendinden önceki kelimeyi geçersiz kılar. )
yetmiyorsa "hayır" denir yeteni hazırlanır.

buena vista
07-09-2010, 16:29
Bekir Coşkun
bcoskun@htgazete.com.tr

http://www.haberturk.com/yazarlar/549718-evet-duasi

07 Eylül 2010 Salı, 12:08:30

“YA Rabbim...
Bu referandum vesilesi ile geldik kapına...
‘Evet’leri çok eyle...
‘Hayır’ları yok eyle...
Laik-Kemalistleri şok eyle ya Rabbim...

*

Ya Rabbim...
Televizyona çıkan ‘hayır’cıları lal eyle...
Bülent Arınç Bey’in her bir lafını bal eyle...
Muhalefetin miting meydanlarını dar eyle...

*

Ya Rabbim...
12 Eylül günü bizi iktidara tamamen rapt eyle...
Devlet Bahçeli Beyefendi’yi bir miktar zapt eyle...
Geldik kapına, bu referandumu milletimize hap eyle ya Rabbim...

hazan
08-09-2010, 06:43
ABD baskani Barack Obama, Labor Day nedeniyle Milwaukee'de duzenlenen piknige katildi ve burada yaptigi konusmada ekonomiyi yeniden rayina oturtmak icin surekli bir caba icinde oldugunu soyledi. Bu amacla hukumetin, gelecek 6 yil icinde altyapi yenilemeleri nedeniyle 50 milyar dolarlik harcama yapacagini ilan etti. Obama, bu onlemlerin faydasinin simdikilerden cok gelecek kusaklar icin oldugunu da belirtti.

Boylece Turkiye'de eskiden beri suregelen yollarin sokulup sokulup yeniden yapilmasi olayini Amerika da kesfetmis oldu. Ne gunlere kaldik. Hadi biz aliskiniz da burda Amerikalilar nasil tepki verecek bu ise merak ediyorum.

ar_de_
11-09-2010, 22:23
(facebook ta birkaç gündür en çok paylaşılan yazılardan biri )


Bizler,68’li ağabeylerimizin, ablalarımızın, yeryüzünde kurulmuş bu müthiş sömürü düzenine karşı açtıkları yolda, 78’li sol/sosyalistler olarak canımızı bile hiçe sayarak adadık kendimizi özgürlük ve demokrasi mücadelesine. Hani halk denir ya hep, biz halk çocuklarıydık, içinden geliyorduk, ‘bir lokma, bir hırka’ ile büyütülmüştük. Tıpkı senin gibi öğretmen çocuğuyduk, işçi çocuğuyduk. Dünyanın en güzel fakat en yoksul bıraktırılmış dağlarında, yaylalarında emekçi ve köylü çocuğuyduk.

Yoksul ama dürüst, onurlu ana babalarımızın, komşularımızın, öğretmenlerimizin, alın terlerinin nasıl da acımasızca harcandığını, yer altı yerüstü kaynaklarımızın nasıl da egemen güçler ve yerli işbirlikçileri tarafından sömürüldüğünü, silah satmak uğruna nasıl da savaşlar çıkarıldığını, sırf kendi güdümlerinde olsun diye çocuklarımızın nasıl da iğrenç bir eğitim düzenine mahkum edildiğini gördük. Yaşadık, ezildik, acı çektik… Sonra kitaplardan öğrendik ki biz yalnız değildik. Dünya yanıyordu ve o yangına karşı aldığımız en onurlu saf, devrimci saflardı.

Böyle bir karşı çıkış, böyle bir dik duruş ve bu haklı direnişin hızla yayılması elbette bir takım güçleri harekete geçirdi.Bir 12 Eylül sabahında ailemden ablamın, kız kardeşimin, öğretmen eşinin, dayımın oğullarının götürülüşleri, başka bir kentte yaşayan benim ve eşimin bir anda işimizi, evimizi terk ederek, 1 yaşındaki çocuğumuzla kaçağa düşmemiz daha dün gibi. Sonra tutuklananlara yapılan işkence haberleri, teyzemin oğlunun vurulduğu haberi, öğrencilerim, öğretmen arkadaşlarım, işçiler, sendikacılar, sanatçılar, aydınlar ve hatta onların anaları, babaları…

Eniştem Enver Karagöz… falaka ve elektrik yüzünden ayak kemikleri görünürken, boğazına kaynar su döktükleri için gırtlak kanseri oldu, sesini kaybetti. O bir edebiyat öğretmeni idi ve 25 yıl yurtdışında sessiz kalan sesiyle ölene kadar doğruları anlattı yine de… Mezarı Almanya’da gurbette…

Dayımın oğlu Ahmet Özdil… Manisa’da üniversite okurken işkencede beli kırıldı, kötürüm kaldı, 10 yıl annesi temizledi altını… Mezarı memlekette, Artvin’de… Fatsa’nın dağlarında vurularak öldürülen teyzemin oğlu Özgüç Tuncay…O gencecik idama giden çocuklar… Erdal Eren hani yaşı büyütülerek asılan o yavru…

Hani senin onun için yazdığın o şarkı;

‘ Acı yüzler, kurşun gibi izler,

Son bakıştaki o gözler kaldı aklımızda’

Bir de Deniz Gezmiş için yazdığın ağıt;

‘ Bir seher vakti sılaya varsam,

Selam versem ah sıradağlarıma’

… lal…

12 Eylül anayasası ile de ülkenin üzerine bir kara bulut gibi çöktü faşizm.

Daha çok kar, daha çok rant, ‘bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’…

Yaralıydım, öğrencilerimden ayrılmak zorunda kalmıştım, kaybettiğim sevdiklerimin acısı yüreğimi bir kor gibi yakıyordu. Bu ülkede bir hesaplaşma yaşanmamıştı. Seni dinliyordum. Günlerce, aylarca, yıllarca…

‘ Ah ne kahraman, ne cesur,

Ne güzel çocuklardık,

Her yeni günü ümitle,

Nasıl da kucaklardık…

Ah kaldırımlar biliyor,

Bir devir muhteşemdik.

Güz güneşinden hüzünlü,

İlk yazdan şendik.’

İyi ki sen vardın, beni anlatıyordun, bizi anlatıyordun.

‘ Akşam vakti dolaştım sokaklarda,

Yırtık bir afiş, seni gördüm duvarda’ diyordun…

Cebinde beş kuruşsuz, sırtında paltosuz, bir duvar yazısından ötürü aranan, afişlenen o çocuğu anlatıyordun.

Eşim, çocuklarım, yakınlarım seni dinliyorduk, o ılık sesin yaralarımıza iyi geliyordu.

Sonra birden yürekten sarsıldık. Kulaklarımıza inanamadığımız bir tek sözcüktü senden duyduğumuz: ‘Evet’.

Ne için ‘Evet’ Sezen?

-Daha iktidara gelmeden dünyanın lanetlediği Bush’la yaptığı özel görüşmeler için mi?

-İktidara geldiğinden beri dış borçlarımızı misli misli arttırdığı için mi?

-Meclisten savaş tezkeresi çıkartmaya çalıştığı ve çocuklarımızı Irak ateşinin içine atmaya çalıştığı için mi ‘ Evet’ ?

-Hayvancılığı ve tarımı özellikle bitirerek halkımızı ithal ürünlere muhtaç ederken üreticilerimizi bitirdiği için mi?

-Taşeron şirketler kurup, haksız, hukuksuz, ucuza insan çalıştırdığı için mi ‘Evet’ ?

-Üniversitelerini bitirdikten sonra, yeniden sınavlara sokularak kapılarda tayin bekleyenler için mi ’Evet’?

-Sağlık sistemini düzenliyorum, SGK artık özel hastanelerde de geçecek diyerek sonra çıkarılan yüksek faturalar için mi ‘Evet’ ?

-Eğitimi özel dersaneler üzerinden yürütüp, çocuklarımızı birer ruh hastasına çevirdikleri için mi ‘ Evet’ ?

-Son 5 yılda 4000 kadının öldürüldüğü bir ülkede bu sorunun görmezden gelindiği için mi ‘Evet’ ?

-Milyonlarca sokak çocuğu hiç yokmuş gibi davranıldığı için mi ‘Evet’ ?

-Hiç utanmadan halkın karşısına geçip, 15-20TL’lik memur-işçi zamlarını böbürlenerek anlattıkları için mi ‘Evet’ ?

-Dağlarımızın, köylerimizin güzelim sularına HES adı altında el koydukları için mi ‘Evet’ ?

-Yıllardır dökülen kan için laftan öteye hiçbir çözüm üretemedikleri için mi ‘Evet’ ?

-Diğer maddelerin hepsi mecliste halledilebilecekken, sırf Anayasa mahkemesi ve HSYK’yı kendi güdümlerine almak için referanduma gittikleri için mi ‘Evet’ ?

Sezen;

Dün günlerden beri ilk kez, eski bir kasetini koydum teybe, balkona çıktım, sardunyalarla bakıştık, gözlerim doldu… Dönüp kapattım teybi. Tıpkı bundan böyle kalbimi de sana kapattığım gibi.



Müfide IŞIK/Öğretmen

buena vista
12-09-2010, 07:29
Yılmaz ÖZDİL


yozdil@hurriyet.com.tr



Yarı final maçı henüz oynanmadan yazıyorum bu satırları... Çünkü, yenseler de, yenilseler de, tarihe geçtiler, rüyamızda bile göremeyeceğimiz seviyeye çıktılar, gururumuz oldular.

*
12 dev adam...
13’üncü Tanjeviç.
*
Peki ya, 14’üncü dev?
*
Tek tek hepsini yazmak isterdim, yerimiz dar... Kaptan’ı yazayım, Hidayet Türkoğlu’nu... Gariban bi ailenin çocuğuyken, NBA’e gitmeyi başaran, dolar milyoneri olan, şımarmayan, aksine, ismi büyüdükçe ego’su küçülen, takım arkadaşlarına “kardeşim” diye hitap eden, savaşçı ruhuna rağmen gerek kalmadıkça başrole çıkmayan, geri planda duran, arkadaşlarını yücelten, iyi yürekli, çok iyi aile babası... Zeki, çevik, ahlaklı; onur duyuyoruz onunla.
*
Kim keşfetti Hidayet’i?
Kim yetiştirdi?
Kimdir borçlu olduğumuz insan?
Kimdir 14’üncü dev?
*
Kemal ile Leyla...
*
Başlayalım anlatmaya...
*
Özel Çavuşoğlu Koleji vardı İstanbul’da, efsaneydi, ekonomik kriz nedeniyle battı, kapandı, trajedisi bununla bitmedi, sahibi taa Nijerya’da trafik kazasında hayatını kaybetti. Kolej’in en önemli özelliği, spordu... Yetenekli çocukları toplayıp, ABD’de olduğu gibi eğitim bursu veriyor, bedava okutuyordu... Kemal Çalışkan, bu Kolej’in basketbol antrenörüydü.
*
İstanbul’un tüm ilkokullarını taramış, 10-11 yaşındaki birbirinden pırıltılı 12 çocuğu seçmiş, aileleriyle konuşmuş, ikna etmiş, Kolej’e yazdırmıştı Kemal... Biri Hidayet’ti. Hatta biri de Kerem Tunçeri’ydi. Şu anda 2 metre 8 santim ve 100 kiloluk bir dev olan Hidayet, o zamanlar 1.78 ve cılızdı. Ham mermeri şaheser heykele dönüştürür gibi işledi Hidayet’i Kemal... NBA koçlarını bile hayrete düşüren, 2 metrenin üstündeki boyuna rağmen oyun kurucu gibi top sürme becerisini Kemal’den öğrendi Hidayet... Aklını kullanmayı, pozisyon almayı, doğru zamanda doğru yerde durmayı, liderliği, Kemal Koç’tan öğrendi; stilini o şekillendirdi.
*
Tabii diğer çocukların da... Türkiye’de rakip tanımadılar, iki defa dünya finali oynadılar, Liselerarası Dünya Şampiyonu oldular. Ardından, Hidayet henüz 16 yaşındayken, komple Efes Pilsen’e geçtiler, Avrupa’ya damga vurdular; Hidayet yıktı duvarları NBA’e gitti.
*
Adana doğumlu Kemal Çalışkan... Annesi, İncirlik’te görevli Amerikalı’ydı, babası Türk... Ama babası, bir başkasıyla evliydi. Yani, evlilik dışı çocuktu. Annesinin görev süresi bitti, ABD’ye dönerken, babası vermedi onu... Üstelik, evlilik dışı çocuk olduğu için, babasının ailesi de istemiyordu Kemal’i... Yatılı okula verdiler. İlkokuldayken, annesi vefat etti, anneannesiyle dedesi geldi, “Lütfen verin bize” diye yalvardılar, kadere bak, gene vermedi babası... Alakasız bi aileye evlatlık verdi iyi mi! Kemal’i evlatlık alan aile, tam cennetlikti, çok iyi büyüttüler, çok iyi davrandılar, nüfuslarına aldılar, öğretmen yaptılar.
*
Dramı bundan ibaret değildi Kemal’in... İçinde bir “kadın” yaşıyordu.
*
“Eşcinsel değildim” diyor, “Kadındım, öyle hissediyordum, erkek gibiymiş gibi yapmak istemiyordum, ahdım vardı, erkek olarak ölmeyecektim.”
*
Çocukluğundan beri hissettiği kimliğine, 22 yaşında kavuştu. Ameliyat oldu, kadın oldu.
*
Leyla adını aldı.
Leyla Çalışkan oldu.
*
Tabii burası Türkiye... Cinsel tercihi nedeniyle zulme uğradı, işinden atıldı, horlandı, dışlandı, aylarca işsiz, parasız, ekmeksiz kaldı; namusundan ödün vermedi.
*
Ama, burası da Türkiye... Hak yerini buldu, dangozların alkol malkol diye yasaklamaya çalıştığı Efes Pilsen, kapılarını açtı, çağırdı, gel işinin başına geç... Altyapıyı teslim etti.
*
Öbür gizli kahramanlar darılmasın, Türkiye’nin en önemli altyapı antrenörü, Türkiye’nin en öngörülü yetenek avcısıdır Leyla... Ve, bugün aktif şekilde Hidayet’ler yetiştiriyor hâlâ.
*
“O olmasaydı, bu mevkiye gelemezdim” diyor Hidayet... “Başarımı ona borçluyum, başta ben, milli takımın pek çok sporcusunun üzerinde inanılmaz emeği vardır.”
*
Tanımıyorsunuz Leyla’yı, normal... Şöhret merakı yok çünkü... Televizyonlardan gelen teklifleri kabul etmiyor, dizi teklifleri var, reddediyor. Huzurlu, mütevazı bir yaşam sürüyor.
*
Sadece işini yapıyor...
Memlekete hizmet ediyor.
*
14’üncü dev o.
*
Sen istemesen de, Türkiye kiminle gurur duyacağını bilsin istedim Leyla...
*
Diş geçiremedikleri kadınları yaratık, konsomatris diye aşağılayarak, erkek olduklarını zanneden tipler okusun istedim.

LAZIO
14-09-2010, 14:20
Uzun zamandir ugramiyordum (biliyorum beni cok ozlemissinizdir),gecerken bir ugriyayim dedim.....Yok yok referandum sonuclari ile ilgili yorum yapmiyacagim (biliyorum merakla bekliyordunuz).....Yalniz foruma genel bir sessizlik hakim olmus....Hani 1986da Erzincan Lisesine gidenlerde olmasa hepten bir sukun olacak.....Herhalde herkes rekorlar kiran borsada Sn Master'in kiymetli analizleri ile cuvalla para goturmek derdinde.....Insallah gelecek trendde bende araniza katilir trene binerim....Selam ve sevgiler...LAZIO

-----------------------------------------------------------------------

AnnE
21-09-2010, 06:22
Oooooooo kimler gelmiş ;

E tabi ; demokrasi geldi ya.

Neyse gelene neden geldin denmez. Onu en iyi Bekir Coskun bilir. ( nedense demokrasimiz bi kat daha demokrasi olunca onbirinci köyden de kovuluverdi. )

Bak bugün Livaneli ne yazmış. O yazıyı bir yapıştırıveriyim, altına da, 1980'de gözaltılarda sürünen demokrat cumhurbaşkanının bir resmini ekliyeyim dedim.



Başkalarının geçmişini çalan ahlaksız grup
Zülfü Livaneli - zlivaneli@gazetevatan.com--------------------------------------------------------------------------------
Entelektüel olmak bir seçkinlik ve üstünlük değil, bir sorumluluk meselesidir.

Dünyayı düşünerek kavrayanların ve sürekli iç hesaplaşmalara girenlerin sıfatıdır entelektüellik.

Bu yüzden de sürekli düzen karşıtı ve muhaliftir.

Ama bizim buralarda “entelektüel“ sıfatına layık o kadar az insan bulunur ki!

Çünkü bunlarda “kişisel hesaplaşma“ boyutu eksiktir, entelektüel maskesi altında fırsatçılık yapmaya, paye ve para kapmaya çalışırlar.

Başkalarının fikirlerini çalmaktan, geçmişi çarpıtmaktan, yalan söylemekten de hiç rahatsızlık duymazlar.

Nasıl olsa halkın belleği sıfırdır, okuduğunu anlayacak ve zaman içinde değerlendirecek kişi sayısı ise çok azdır.

Mesela birisi 12 Eylül döneminde Kenan Evren’i evinde ağırlar, cuntaya övgüler düzer ama 2010 yılında “cunta karşıtı demokrat“ rolüne soyunabilir.

Hem de hiçbir özeleştiri yapmadan, “Biz hep böyleydik“ diye yalan söyleyerek ve o dönemdeki cunta kurbanlarına çalım satarak.

Başka birisi 12 Eylül’de “Oh paşalarımız geldi, bizi kurtardı“ diye açıklamalar yapar, insanlar işkenceden kırılırken herkese göbek attırma sanatını icra eder ama 2010 yılında bir de bakarsınız ki, demokrat ve antimilitarist kesilmiş.

Bugünlerde bu tiplerden geçilmiyor, hiç kimse de hesap sormuyor.

Benim de bu ahlaksızlık karşısında her gün midem bulanıyor.

Dünyada çok ahlaksızlık gördüm ama böylesine rastlamadım.

İspanya’da, Yunanistan’da, İtalya’da, Almanya’da namuslu aydınların çektiği acılar tarihe mal oldu ama Türkiye’de birileri cunta kurbanlarının anılarını ve mirasını çalma başarısını (!) da gösterdi.

Hiçbir namuslu entelektüel bunu yapmaz.

Ama bunlar entelektüel değil, fırsatçı “enteller!”

Pes vallahi!


836

buena vista
22-09-2010, 13:03
Güntay Şimşek
gsimsek@htgazete.com.tr
İran Batı’dan alıyor, Türkiye üzerinden ödüyor
22 Eylül 2010 Çarşamba, 13:48:43

İran’a uygulanan ambargo ve kısıtlamalar, İran’ın Batılı ülkelerden temin ettiği ürünlerin fiyatlarını yükseltmekten başka bir işe yaramıyor. Ayrıca İran’ın satın aldığı ürünlerin teslim detayları da biraz daha karmaşık ve dolambaçlı yollardan oluyor. Malum geçen haftayı İran’da geçirdim. Ambargo konusunu da merak ediyordum. ‘İyi olacak hastanın ayağına doktor gelir’ misali bulabileceğim en uygun isimle tanıştım.
Ve ilk bomba haberi de o isimden öğrendim. Hatta bu bilgileri alınca gayri ihtiyari ‘Doğru mu söylüyorsunuz?’ sorusunu yönelttim, önüme belgeleri koydu. Ve ekledi: “İran Air için Kanada’dan 2 adet Boeing 747 siparişi verdik. Amerikan Bell firmasına ise 30 adet fabrika çıkışlı, 13 kişi kapasiteli, sivil helikopter siparişimiz var. Bu helikopterler ağırlıkla İran Petrol Bakanlığı’nın hizmetinde kullanılacak. Teslimatları da yakında başlayacak.”İran için bu alımları yapan Dr. Yakup Saadetnejad isimli mühendise, ‘İran’a ambargo var, bu alımları nasıl yapıyorsunuz?’ sorusunu yöneltim.
Amerika’dan alınan helikopterler, Kanada-Almanya- Rusya güzergâhından geçiyor. Çeşitli şirketlerin tesciline giriyor ve son olarak İran’a geliyormuş. Ambargodan önce daha kolay ve daha az ülke takip edilerek ve o ülkelerin kayıtlarına geçirilerek getiriliyormuş. Ambargoyla birlikte Batılı ülkelerden temin edilen uçak ve helikopterler, sanayi makineleri ve ihtiyaç duyulan her türlü ürün için daha karmaşık yol takip etmek zorunda kaldıklarını belirten Saadetnejad, “Bu sistem aynı zamanda aracı sayısını artırdığı için fiyatları da yükseltti. Anlayacağınız İran üzerinden Batılı ülkeler daha fazla kazanmaya başladı” açıklamasını yaptı.
Saadetnejad’a bu şekilde alımlar, teslimatlar sorun olmuyor mu? Para transferini nasıl yapıyorsunuz? sorularını yöneltince; “Hiçbir sorunla karşılaşmıyoruz. Para transferinin tamamını Türkiye üzerinden sıkıntı yaşamadan yapıyoruz. Şu ana kadar bir sıkıntıyla da karşılaşmadık.” cevabın verdi.
Merakımı gidermek için para transferini nasıl yaptıkları biraz açmasını istedim. Uçak siparişi için 3 ayrı merkezle yaptıkları anlaşma detaylarını ve ödedikleri komisyonlarının miktarlarını gösteren belgeleri önüme koydu ve ekledi: “Tek sorun var, o da ambargo sebebiyle işlemlerin uzaması ve daha fazla para ödenmesi.”

Ambargolu Amerikan uçakları İran’da cirit atıyor
Alınan uçak ve helikopterler için yedek parça, eğitim gibi konuları da benzeri yöntemlerle çözüyorlarmış. Ama sanayi makineleri, uçak, helikopter ve yedek parçaların İran’a giriş noktası Rusya, alınan mallarının bedellerinin yani paralarının transfer merkezi ise Türkiye. İki ülke üzerinden yapılan işlemler de dikkat çekici. Çünkü Rusya’ya tescil edilen mallar, İran’a rahat sokulurken, para transferinde Rusya kullanılmıyor.
Geçen hafta İran’da iç hatlarda üç bacak uçtum. İkisinde Batılı ülkelerin imalatı uçak birinde ise Rus yapımı Tupolev 154 kullandım. Ayrıca İran’da iç turizm çok canlı, dış hatlar için kullanılan İmam Humeyni Havalimanı ve iç hatlara tahsis edilen Mehrabad Hava Meydanı’nda park halindeki uçaklar bile görmeye değer durumda. Bilinen her modelden görmek mümkün. Amerika nasıl bir ambargo uyguluyor, anlayamadım. Kafa kafaya vermiş iki Boeing 747 Amerikalılara inat bizleri selamladı.
Konu sadece İran’ın yurtdışından ithaline ihtiyaç duyduğu ürünlerle sınırlı değil. İhraç kalemleri içinde aşağı yukarı aynı sistem kullanılıyor. İran’da istihsal edilen petrolün akaryakıt üretimi için uygun olmadığını, tamamen kimyevi ve PVC hammaddesine yönelik olduğunu belirten Dr. Yakup Saadetnejad, İran petrolünü uluslararası piyasalara pazarlarken de benzeri yöntemin takip edildiğini söyledi. Aynı zamanda İran’ın ihtiyaç duyduğu rafine edilmiş akaryakıtı da başta Türkiye olmak üzere diğer ülkelerden yine aynı sistemle temin ettiklerini ifade etti.

İran’da ambargonun izi yok
Ayrıca İran’da geçirdiğim yaklaşık bir haftalık süre zarfında da ambargonun işaretlerine rastladım diyemem. Hatta görüştüğüm İranlılar, ambargonun siyasi yönüyle daha fazla ilgiliydiler. Mevcut yönetimin, nükleer çalışmalar sebebiyle İran’ın dış dünya ile ilişkilerini bozduğunu ve iyi politika geliştirilmediği konusunda şikâyetçiydiler. Ambargo sebebiyle temininde güçlük çekilen üründen, ticaretin kısıtlanmasından fazla bahseden olmadı.
Devlet Bakanı Zafer Çağlayan’ın Türkiye Bankalar Birliği (TBB) ile yaptığı mini bir zirvede, “İran ile ticaretten çekilen bankalara kayıtsız kalamayız” sözlerini de bu haberlere eklediğimizde tablo daha da netleşiyor.
Dün Habertürk’te yer alan haberde Türkiye ve İran ile ilgili istihbarat raporunda şu ifadeler yer aldı: “Türkiye’nin İran ile gelişen finansal ve ekonomik ilişkileri, İran’ın Avrupa finans sisteminin tümüne erişimini sağlayan bir köprü görevi yapıyor. Türkiye, İran’ın faaliyetleri için Türk bankaları aracılığıyla kendini bir kanal olarak kullandırırken, Türk Lirası da İran fonlarının Avrupa’da yol almasına olanak sağlıyor.”
Öyle görünüyor ki, Rusya ve Çin’in İran’a olan destekleri, Türkiye’nin tutumu İran-Batı ilişkilerinde başka gelişmelere kapı aralayacak…

LAZIO
28-09-2010, 19:35
Dogrusu baslangicta bende biraktigi intibaa son derece negatifdi….Bana vizyonsuz,statukocu,idare-i maslahatci bir Ankara burokrati goruntusu verdi…Daha sonra soylediklerini dinledikce bu fikrim dahada pekisti….Yuvarlak ve afaki laflar ediyor....ornegin Kurt sorunun cozumu icin bolgenin ekonomik olarak guclendirilmesi gerektigi gibi havada kalan,beylik cozumler oneriyordu….
Referandum oylamasi suresinde “Anayasa degisecekde issizler ismi bulacak”turunden yaptigi demagog tasra kasabasi politikacisi konusmalari …..Aylarca tek bir oyun ne kadar onemli oldugunu bar bar bagirip,oylama gunu oy verememesi…..CHP’nin hic bir sempati duymadigim Baykali bile mumla arayacagi dusuncesi yaratti bende…

Ancak son gunlerde hic ummadigim gelismeler oldu…..Kemal Bey,senelerdir yurutulen sadece korkutma uzerine kurulmus,halki ve problemlerini disliyan,negatif bir politikanin ne Turkiye’ye nede CHP’ye bes kurusluk bir faydasinin olmadigina uyanmis bir goruntu cizmeye basladi…..Kurt sorunu,turban,demokratiklesme konularinda yapici bir takim soylemlerle beni gercekten sasirtti…Dogrusu,son derece cesur,yapici ve demokrat bir goruntu cizdi …Bu yaklasim Turkiye acisindan oldugu kadar CHP acisindanda son derece olumlu bir gelismedir kanaatimce….Bu gune kadar bu yaklasimi (Bazi kesimlerce samimi olup olmadigi sorgulansa bile) gosteren sadece Iktidar partisi idi…..Simdi CHP’nin bu kozu onlarin elinden alma yolundaki cabalari,hem Turkiye hem parti acisindan,bence son derece olumlu……Eger Turkiye,demokratik bir hukuk devleti olma yonunde,bir takim kacinilmaz adimlar atacak ise bu gayretin tabii olarak din kokenli bir parti yerine sosyal demokrat bir parti tarafindan gosterilmesi, akli basinda herkesin tercihi olmalidir…….

Umarim CHP icindeki birtakim orumcek kafali,kiyim ustadlari boyle olumlu bir yola girmis olan Kemal Bey’in ayagini kaydirma basarisini gosteremezler……..LAZIO

--------------------------------------------------------------------------

ar_de_
15-10-2010, 20:52
Yazan : Prof. Dr. Metin BOŞNAK
3 ekim 2010 Egemen Gazetesi

NEO-MUHAFAZAKÂRLIK VE YİN-YANG

“Bu ülke neden böyle ilginç?” diye sormak anlamsızdır.
Çünkü öyledir.
Doğu ile Batı arasında Dotı olur.
Tarihle hal arasında Taral olur.
Din ile laiklik arasında Dilik olur.
Zalim ile mazlum arasında Zalum olur.
Haram ile helal arasında Haral olur.
Sol hükümette faiz der, sağ hükümette “kar payı.”
Sol hükümette “türban” der, sağ hükümette susar.
Sol yaparsa “hayat kadını” der, sağ yaparsa “hayatımın kadını.”
Sol hükümette “gay” der, sağ hükümette “muhafazakâr”.
“Öteki” zalime kin güder, kendi zalimini yüceltir.
Geleni alkışlar, gideni de alkışlar.
Yaşarken söver, ölünce över.
Oylarını “muhafazakârlıktan" alır, huylarını liberallerden.
Dinini başkasına anlatır, kendi “reel politik” peşinden koşar.
Şakşakları gelenekten alır, taaşşuklarını gelecekten.
Hürriyeti sever, hırriyete karşıdır, gönüllü köle olur.
Batıya düşman olur, AB’ye hayran.
Amerikalıya düşman olur, Amerika’ya hayran.
Kendine düşmandır, başkasına hayran.
Alman, Japon, Amerikalı, hadi Çin.
Put kırmayı sever, put yapana hayrandır.
İktidara tapar, iktidardakini sevmez.
Muhalefette mücahit, iktidarda müteahhit.
Muhalefette vergiden çalar, iktidarda zekâttan.
Muhalefette Türkiye Dar ül Harp olur, iktidarda Dar ül İslam.
Muhalefette ayrılıktan, iktidarda birlikten dem vurur.
Muhalefette Peygamber’den, iktidarda Keynes’ten bahseder.
Muhalefette birleşmeyen milletin hakikatini anlatır.
İktidarda Birleşik Devletlerin hakikatini içselleştirir.
Her şeyin yenisine koşturur, ama eskisiyle iftihar eder ülkemiz.
Eskisini başkasına anlatır, yenisiyle kendisi “amel eder.”
“Oku!” der başkasına, kendisi okumaz.
Keşke Çin Seddi’ni yıkmak yerine, biraz Yin-Yang da öğrenseydik!
Yıl 1990…
Henüz öğrenciydim Amerika’da.
Amerikalılar hala siyah-beyaz televizyon kullanıyorlardı.
Hâlbuki Sabancı Türkiye’de siyah-beyaz televizyon üretiminden zarar etmişti. Sadece renkli televizyon üretimine geçmişti.
Yıl 2010…
Hocalık da yaptım Amerika’da.
Amerika’da hala VHS videolar kullanılır.
Türkiye’de ise, ilaç için VHS film bulamazsınız. VHS oynatıcıları hakeza!
Sadece telefon işlevi olan telefonlar hala çoğunlukta Amerika’da.
Ancak, bu ülke 3G ve Blackberry telefonlara teşnedir.
Osmanlı mirası da öyle bu ülkede.
Sadece müzelerde var.
Turist gelmese ve bazı yabancı fonlar kullanılmasa Osmanlı’dan eser kalmaz sanırım.
İngilizce isimli "rezidans" siteleri var nasılsa!
Ama “ikamet” “olayı” oy kullanmana engel olur.
Türkiye’de muhafazakârlık böyle bir şey.
Muhafaza ettiği bir şeyler var elbette!
Ancak, hafızlatıldığı hakikatler neyi muhafaza ettiğine engel.
Pardon Neo-muhafazakârlık!
Yani “Neo-con” dedikleri şey işte.
“İsa, sağ yanağın şamar atan olsa, sol yanağını çevir” der.
Neo-con, yanağına sinek konsa sineğe füze gönderir.
İsa, “aranızda masum olan kimse, kadını o taşlasın!” der.
Neo-con, kadını taşa çevirir. Taş masumdur.
İsa, Yahudileri Tapınaktan “Tanrı’nın evini kar haneye çevirdiniz!” diye kovar.
Yahudiler İsa’yı, vergi konusunda sınamaya çalışır.
İsa’nın havarileri bir türlü İsa’yı anlamazlar.
İsa hem meselleri anlatır hem de tefsirini yapmak zorunda kalır.
İsa, İskaryot’un kendine ihanet edeceğini söyler ve öyle de olur.
İskaryot İsa’yı ihbar eder üç beş altın karşılığında.
Ve Peter var, aslını inkâr eden İncil’de.
“Ben İsa’yı tanımıyorum!” der sonra ağlar kendince.
Ve İsa Çarmıha gerilir.
İsa’nın yanında at hırsızı da gerilir çarmıha.
Lakin…
O da Mesih suretinde görünür.
İşte o misal Türkiye de.

Master
25-10-2010, 23:21
AKŞAM | PAZAR | 24 EKİM 2010, PAZAR


BEKİR COŞKUN: Kovulmayı sindiremiyorum ANDRE COŞKUN: Kendin gitsen olan biten

Bekir Coşkun, 3 Kasım'da Onuncu Köy'den, Cumhuriyet'ten seslenecek okuyucusuna. Yani İlhan Selçuk'un yıllardır seslendiği ikinci sayfasındaki yerinden. Göbeğini kaşıyan adama kırgın olan, kovulmayı sindiremediğini söyleyen Coşkun'la son yazıdan bugüne neler yaşadığını konuştuk.




Bekir Coşkun, her ne kadar 9 köyden kovulsa da '10'uncu Köy' onun sahip olduğu en değerli şey. Şimdi 3 Kasım'da Cumhuriyet Gazetesi'nde İlhan Selçuk'un Penceresi'nden girip, Onuncu Köy'den yine okuyucularına seslenecek. Referandum sonrası Habertürk Gazetesi'nden kovulan Bekir Coşkun ve sevgili eşi Andre'yle Ankara'daki evlerinde buluştuk. Kediler, köpekler, huzurlu evlerinde sorularımızı cevapladılar.

- Andre Hanım, aslında duyduğuma göre siz çok etkili olmuşsunuz Cumhuriyet konusunda?
Çok istedim ben. Aslında Sözcü çok kutsal bir görev yapıyor, çok saygın. Orayı da çok isterdim. Takdir edilecek bir muhalefet yapıyor. Fakat Cumhuriyet'i çok oturaklı buluyorum. Türkiye'de bulunduğumdan beri elime alıp okuduğum bir gazete. Benim hayatımda uzun bir geçmişi var.


- Ben sizi de Bekir Bey'i de hiç tanımasam, yabancı biri olsam, bana eşinizi hangi cümlelerle anlatırsınız?
'Çok ilkeli, çok yumuşak kalpli, 7'den 70'e herkesin saygı duyduğu bir kocam var' derdim. Geçen gün televizyonda Eser Karakaş onu darbe yanlısı olmakla suçlamıştı. Bu 'şiddet yanlısı' demek. Bekir'e nasıl söylenebilir, inanın aklım almadı ve hala almıyor. Çiçeği, böceği bile seven bir insanın şiddet yanlısı olması mümkün değil. Eşim olduğu için değil, mükemmel yapıda bir insan. Yolda yürürken karşılaştığı sevgiyi onu eleştirenlerin görmesini isterim. Benim için gurur verici. Çok iyi bir gazeteci ve mizah türü yazılarını da çok beğeniyorum.


- Birbirinize benzer misiniz?
Çok benzeriz, burçlarımız da aynı; Akrep. Huylarımız benziyor, hobilerimiz de aynı.
Bekir Coşkun: Zaten insan zamanla birbirine benziyor. Köpeklerimiz de bize benziyor.
Andre Coşkun: Bazen aynı zamanda hastalanıyoruz onlarla.
B. C.: Sol ayağımda bir gün bir ağrı oldu. Baktım bizimkilerden biri de topallıyor. İlacın yarısını kendime yarısını ona verdim.

- Zaten hayatın sizin kadar içindeler. Postal'ın örneğin politik literatürde yeri var...
B. C.: Evet. Başbakan tanıyor onu. 'Köpeğiyle yatanlar' dedi bizim için. Tabii ki yatabilirim üstelik.

- Anlaşamadığınız konular var mı?
A. C.: Düşüneyim...
B. C.: Anlaşamadığımız konular tabii ki var.
A. C.: Hiç düşünmeden cevap verdi gördüğünüz gibi. (Gülüyor)
B. C.: Anlaşamadığımız konular tartışma konularımızdır. Bir şey tartışılacağı zaman ben dışarıda tartışmacı aramam. Bu Andre'nin donanımlı olmasındandır. Andre sıradan bir eş değildir. Çok ilgilidir. Hiç de belli etmez. Ben onun başka bir işle uğraştığını düşünürüm, fakat sonradan o işi yaparken benimle birlikte düşündüğünü anlarım.

- Bekir Bey için hayatınızda bir şeyden vazgeçtiniz mi?
İşimi yapmaktan vazgeçtim. Bekir'in gerçekten Türkiye'de saygın bir gazeteci olduğunu gördükten sonra Bekir'e zarar vermemek açısından işimi hep ikinci plana attım. Mesela ben TRT'ye girdiğim zaman sınavı kazanmama rağmen kadro almadım. Dedikodu yapıldı, torpilli diye. Hayır hiçbir zaman kadro almadım. Neden? Bir gün Bekir'e 'Sen karını TRT'ye soktun' demesinler diye. Kadromu almamama rağmen dedikodu yaptılar ama.


- Sizin evde demokrasi var mı?
B. C.: Bizim evde demokrasi de var, laiklik de...
A. C.: Ben mesela Kadir gecelerinde helva yapıyorum. Kendi yakınlarım öldüğünde bile bu eve bir de hafız çağırıp Kuran okutuyorum. Bekir'in akrabalarının duasını alıyorum.
B. C.: Ben de paskalyasını kutlarım, yumurtalarını boyarım. Fakat asıl önemlisi iki farklı inançta olan, birbirini seven iki insanın ortak bir hayat sürmeleri, yuvayı ayakta tutmaları. Bu işte AKP'nin işine gelmiyor. Onlar kadının başını örtüp, köşesinde oturtuyorlar. Hatta birçoğunun ikinci eşi var. Karılarına kıyıp, üstlerine başka birini getiriyorlar. Bizim dünyamızda asla böyle bir şey olmaz.

- Bekir Bey'in kovulmasını nasıl karşıladınız?
B. C.: Şu kovulma lafını sindiremiyorum içime. Neden bunu yaptılar ki bana?
A. C.: Sen bu ülke için kaleminle mücadele veriyorsun.
B. C.: Ama ben kendim giderdim söyleselerdi. Ben Urfalı'yım. Kovulma lafını kaldıramıyorum.
A. C.: Ama kendin gitseydin, kimse ne olup bittiğini anlamazdı. Böyle düşünme.
B. C.: Her gece hala kovulmam rüyalarıma giriyor. Kardeşim aradı Urfa'dan. 'Burada kovuldu demiyoruz haberin olsun, sen kendin ayrıldın zannediyorlar' dedi.
A. C.: Bekir çok kafaya taktı kovulma lafına. Ama bence bu, Türkiye'ye çok önemli bir şey anlattı.

TAŞI YERİNDEN OYNATAN BEN DEĞİLİM Kİ...
- Hani taş yerinde ağırdır diye bir söz vardır. Hürriyet'ten Habertürk'e gittiğinizde hafiflik hissettiniz mi?
Taşı yerinden oynatan ben değildim ki. Tabii ki taş yerinde ağırdır, buna inanırım. Böyle zırt pırt gazete gezmek, zırt pırt ona buna aşık olmak gibi hafif olmak kim ister ki? Gazete değiştiren yazarların bir süre toparlanamadıklarını, eski havayı bulamadıklarını bilecek deneyimdeyim.


'KAYSERİLİ'YE DOKUNMA'
- Size en açık ifade edilen cümle hangisiydi? 'Bunu yazma' diyen kimdi?
Enis Berberoğlu beni telefonla aradı. 'Abdullah Gül'e dokunulmayacak' dedi. Hatta önce 'Kayserili'ye dokunma' dedi, ben anlamadım, 'Kayserili kim?' dedim. Ben 'Abdullah Gül benim cumhurbaşkanım değil' demişim, bundan dolayı Başbakan beni ülkeden kovmuş ve bir tepkinin sembolü olmuşum. Ve bana 'Abdullah Gül'e dokunma' diyor. Ben o gün yazı yazmadım. Yazılarıma da ara verdim. Ertuğrul Özkök beni aradı, özür diledi, yeniden yazmaya başladım, ama uzun sürmedi.

- Yeni gazeteniz Cumhuriyet de bir gün iktidar baskısına dayanamaz, sizinle yolunu ayırırsa buna şaşırır mısınız?
Böyle bir şey olmaz, çünkü Cumhuriyet'te patron yok. Ben aslında tam yerimi buldum.

- Cumhuriyet'in İstanbul'daki merkez binasının Turgay Ciner'e ait olduğunu biliyor musunuz?
Biliyorum. Kirası veriliyor, oturuluyor.

- Küçük bir ortaklığı da olduğu söyleniyor...
Bana söylenen şu. Vakfın kuruluşları var, o şirketlerden birinin İlhan Selçuk döneminde hisselerini almışlar. Ama Cumhuriyet yönetiminde hiç kimsenin, hiçbir patronun, sermayenin etkisi ve yönetim hakkı yok.



İLHAN SELÇUK'UN KÖŞESİNDE YAZMAK ZOR
- Bu teklif size geldiğinde neden düşündünüz?
Söz vermiştim. Sözcü'de iki sevdiğim arkadaşım var. Emin Çölaşan ve Necati Doğru. Beni yazı yazarak davet etmişlerdi. Gazetenin genç patronu telefon açmıştı. 'Düşüneceğim' demiştim düşündüm.


- Neden Cumhuriyet peki, Sözcü değil?
Sözcü'de Emin var, Necati var, gazetenin tirajı yükseliyor. Orada ya da burada olmak çok fark etmez. Bir şekilde bu dönemde Türkiye'nin daha bataklığa gömülmemesi için elimizden geleni yapmak...

- İlhan Selçuk'un köşesinde yazmak sizi korkutuyor mu?
Zor bir şey. Bir sürü gazetede yazı yazdım. Ama hiçbir zaman bu kadar endişeli ve tedirgin değildim. Hürriyet'te de Rauf Tamer'in yerine yazdım, güçlü bir kalemdi. Günaydın'da dev kalemlerin arasında ilk yazılarımı yazdım. Sabah Gazetesi'nde yine öyle... Hep zor işlerdi. Fakat bu kez farklı. İlhan Selçuk okurları için büyük bir aşk ve sevdaydı. Şimdi ben onunla yüz yüze geleceğim. Bir taraftan hoşuma gidiyor. İlhan Selçuk'un okuyucularının onun yerine hiç kimseyi koymak istememeleri çok saygıdeğer ve benim için korkutucu aslında.

- Herhangi bir tepki var mı okuyucular ya da gazetenin içinden?
Şu ana kadar tek bir tepki almış değilim ama alacağımı biliyorum. Cümleyi, kelimeyi yanlış yazma şansın yok orada...

- İlk yazıyı düşündünüz mü?
Yok, ben son ana kadar yazı yazmam.


- Siz kimi okuyarak başlarsınız güne?
Aslında her pencereden bakmak için herkesi okurum. Emin Çölaşan'ından Yılmaz Özdil'ine, Yeni Şafak yazarlarından Vakit yazarlarına hepsini okurum.

- Radikal Gazetesi'nin yayın yönetmeni Eyüp Can, köşe yazarlığını yeniden tarif ederken, verdiği bir röportajda köşe yazarlarını nasıl bulduğunu da anlatmıştı. Yılmaz Özdil için 'Bana göre fikirleri ilkokul düzeyinde demode ama anlatım biçimi muhteşem' demişti. Bu eleştiriyi nasıl karşılarsınız?
Eyüp Can, okula başlasa iyi olur o zaman. Kendisi gibi düşünmeyen, hatta düşmüş yazarlara tekme atmak da hiçbir gazeteciye yakışmaz. Bence kendi gazetesini doğru düzgün yapsın.


- Beğenmediniz mi?
Hayır beğenmedim, gazete olarak almam.

Önyargılıyım; ben geç yargıdan korkarım
- Bertaraf edildiğinizden bu yana nasılsınız, neler yaptınız?
Bir kere sık sık arabamı yıkıyorum. Şimdi anlıyorum işsiz insanların ne kadar zorluk çektiklerini.

- Hiç bu kadar çalışmadığınız olmamış mıydı?
Deneyimliyim aslında. Üç aya kadar işsiz kalmışlığım var.


- Nasıl bir şey işsizlik?
İlk gün herkes arıyor, gündemdesin. Bizim okuyucularımız sıcaktır, kapıya kadar gelenler, hatta börek getirenler, özellikle çiçek getiren çocuklar her gün sizinle ilgilenen birileri var. Sonra ortalık birden tenhalaşmaya başlıyor. Derken kapının zili daha seyrek çalıyor. Derken telefonlar susuyor. Sizin gözünüz kapıda, kulağınız telefonun zilinde öyle beklemeye başlıyorsunuz. Ve giderek yalnızlaşıyorsunuz. Belki de ölüm dedikleri böyle bir şey.

- Bu, 'Bekir Coşkun yazmadan yaşayamaz' demek mi?
Ben yazmadan yapabilirim. Bir şey yapmadan duramam sadece. Keman çalarım, marangozluk yaparım, denizi severim, amatör kaptanım, balıkçılık yaparım. Benim hobilerim işe yarayan hobiler. Mesela pul biriktirmedim hiç. Bir sürü pul olsa ne yazar? Aklımdan öyle bir şey de geçti. Müzik yapan bir yerde orkestraya katılabilirdim mesela.


- Son yazınızı yazdığınız günden bu güne hiç 'Bir köşem olsaydı da şunu yazsaydım' dedirten bir konu oldu mu?
Bir şey tabii ki söylemek istiyorum, cümlelerim boğazıma diziliyor. Ama bu topluma kırgınım. Benim tabii ki okuyucularım var. Onların her biri için canımı vermeye hazırım. Okumuş ya da okumamış ama bilinçli, akıllı bir kesimimiz var. Onları ayrı tutuyorum. Fakat toplumun büyük bölümü ne yazık ki bakmayan, görmeyen, anlamayan, kavrayamayan ve ne yazık ki çıkarcı, beleşçi, avantacı, nohuta, kömüre oy satan, en önemlisi dünyanın bu en zengin toprağı üzerinde oturup hala neden yoksul olduğunu sorgulamayan insanlar. Referandumda evet çıkması, Türkiye'de hukuk devletinin bittiği gündür. Kovulmam da aynı güne denk geldi işte. Çok büyük bir darbe aldım.


HÜSEYİN ÇELİK TELEFON REKLAMINDA OYNASIN
- 'Hayır' çıksa kovulur muydunuz?
Zannetmiyorum. Yine çok önem verdiğim bir gazeteci dostum 'İpi boynuna taktılar ama sandalyeye tekmeyi vurmak için referandumu bekliyorlar' demişti.

- Peki, kafanız karıştı mı bir noktada? Çünkü siz Hürriyet ile yollarınızı da benzer bir nedenle ayırmıştınız. Yani Bekir Coşkun'un kumaşı belliydi Habertürk'e giderken...
İki kişi beni uyardı. Bunlardan biri Andre'dir. Diğeri de devlette uzun yıllar hizmet etmiş bir dostum. Bana 'Seni Hürriyet'ten alıp, bir süre bekletip, kapının önüne koymak istemiş olabilirler' dedi. Böyle bir şey yapmazlar dedim. Bir kere Fatih (Altaylı) yapmaz. Tabii ki benim gönderilmemdeki neden siyasi bir neden...


- Peki, Hüseyin Çelik'in bir televizyonun canlı yayınında 'Turgay Ciner'i aradım, bizimle ilgisi yok, patron tasarrufu' açıklaması sizi tatmin etmedi mi?
O çok komik bir şeydir. Hüseyin Çelik bence telefon reklamlarına çıksa iyi olur. Koskoca devlet bakanı. Çıkıyor 'Patronu aradım, biz size etki yaptık mı? diye sordum. O da bize hayır yapmadınız dedi' diye bir açıklama yapıyor.

- O açıklamayı duyduğunuzda ne düşündünüz?
Komik geldi. O dönemde yazı yazmak isterdim işte. Hüseyin Çelik, tam Çelik diye...


- Hiç aklınızdan, 'Keser döner, sap döner, gün gelir hesap döner' diye bir cümle geçti mi?
Tabii ki. Ve keser dönecek, sap dönecek, bir gün gelecek hesap dönecek. İşte o gün, bütün bu dönemde medyaya değil, bana değil, arkadaşlarıma değil fakat ülkeye zaman kaybettirenler ne yaptığının farkına varacaklar.

AKP'YE DESTEK VERENLER DE PİŞMAN
- Referandum sonrası açıklamalarda, sizin cümleniz de röportajlar da geçmişti. Bazı yazarlar, 'Türkiye'deki vatandaşların artık göbeğini kaşıyan adam olmadığı anlaşılmıştır' dedi. Ne dersiniz?
Hayır, sonuçlar göbeğini kaşıyan adamların Türkiye'de çoğunlukta olduklarını gösterdi. Demokrasi bir toplumdaki ekonomide, kültürde eşit insanların rejimidir. Ama bunun yüzde 80'i zır cahil insanlar olursa o ülkenin demokrasiyi yaşaması mümkün olmuyor. Görüyorsunuz işte. Bir tek insan bütün parlamentoyu tayin ediyor, bütün yargıyı da tayin edecek, cumhurbaşkanını dahi kendisi seçiyor. Bunun adına demokrasi derseniz, 'Tüh utanmıyor musun?' diye sorarlar.

- 'Benim cumhurbaşkanım değil' cümlenizden sonra oturup düşündünüz mü? Abdullah Gül, bu süreçte sizin cumhurbaşkanınız olmayı hak etmedi mi?
Hayır, ben baştan karar vermiştim. Abdullah Gül zeki bir insan. Türkiye'de şu referandumdan sonra yargının da cemaat ve AKP iktidarına teslim edildiğini görmüyor mu?

- Önyargılı mısınız?
Evet önyargılıyım. Ben geç yargıdan korkarım. Gazeteci-yazar önyargılı olmalı. Herkes gibi zamanı gelince yargısını verdiğinde veya geç kaldığında işini yapmamış sayılır.


- Ezber bozan bir cümle bu...
Önyargılı kelimesini zorluyorum. Anlamının dışına taşırıyorum. Evet önyargılıyım. 2002 seçimlerinin hemen ertesi günü yazdığım ilk yazımın başlığı 'Size müstahaktır'... Bugün aradan 8 sene geçti. O bir önyargıydı. Hatta bana göre bir nevi aydın suçuydu. 8yıl geçti aradan asla pişman değilim. Türkiye'de herkes bana hak vermeye başladı. İktidara destek olanlar da biliyorlar. Bu geç yargıdır.

- Liberallerin pişman olduğunu mu söylüyorsunuz?
Tabii ki, sesleri çıkmıyor şimdi. Hiçbiri bu olanları savunamaz. Türkiye şimdi yeni bir seçime gidiyor. Referandum, Mustafa Balbay'ın cümlesiyle 'köprüden önceki son çıkıştı'. Seçimde ne yapılır ona bakmak lazım.


- Peki, seçimi tekrar AKP kazanırsa?
Referandum benim yazı yazıp yazmamamla ilgiliydi. Seçim benim gibilerin Türkiye'de kalıp kalmamasıyla ilgilidir.

- Ne demek bu, AKP kazanırsa bu ülkede yaşayamaz mısınız?
Bizi yaşatacaklarını zannetmiyorum. Başıma bir iş gelecektir. Bir şekilde tarumar ediliriz. 2002'den sonraki süreçte olup bitenleri gördükten sonra hep şunu yazdım. 'Sıra size gelecek!' Derken önce yazarlar, sonra bizim Ertuğrul gibi yayın yönetmenleri ve patronlara sıra geldi.

- Patronlar çaresiz mi bırakılıyor?
Bakın açık bir şey söyleyeyim. Hiçbir zaman Aydın Doğan'ı da suçlamadım, Turgay Ciner'i de. Yapmak istemedikleri bir şeyi yapmak zorunda olduklarını düşündüm.


GÖZÜ SULUYUM; BAĞIRARAK AĞLARIM
- İşten çıkarıldığınızda en çok kime kırıldınız?
Yazan, çizenlerin karakterleri zaten belli. Onlar düşene tekme vurmayı seviyorlar. Hayatımda iki editörüm oldu. Ertuğrul ve Fatih. Onlar beni korumaya çalıştılar. Patronlarım da beni sevdiler. Benim kızdığım Erdoğan da, Gül de değil... Kızdığım göbeğini kaşıyan adam...

- 'Göbeğini kaşıyan adam'la hangi koşullarda barışırsınız?
Bu insan tipi Türkiye'de var olduğu sürece gelişmek imkansızdır. Bizim seninle konuştuğumuz şu saatlerde okullarda şarkı söyleyen çocuklara yazıktır.

- 'Göbeğini kaşıyan adam'ı o noktada bırakmak kimin meselesidir, göbeğini kaşıyarak yaşamak onun suçu mudur?
Sadece onun suçudur. Bazı konulara istediği zaman kafası çok iyi çalışıyor. Mesela İtalyanlar'ın kuyudan su çekmek için yaptığı pancar motora dört tekerlek takıp üstüne binip gidebiliyor. Çamaşır makinesiyle yayık ayran yapabiliyor. Yani yetenekli, akıllı, cin... Ama ne yazık ki, beleşçi...

- Ağladınız mı hiç?
Ben biraz gözü suluyumdur. Bir de bağırarak ağlarım. Arabadayım. Kırmızı ışıkta yanımda duran tır şoförü 'Abi başın sağolsun' dedi. Arkada da paketler vardı. Hafif oraya da baktı. 'Genç miydi?' diye sordu.


- Siz ne yaptınız?
Bağıra bağıra ağlamaya devam ettim canım. Ben böyle ufak şeylerle ara veremiyorum ağlamaya.

- Size laiklerin ve liberallerin beş günahını sayın desem sayabilir misiniz?
Asker komutanına savaşta neden yenildiğini anlatıyormuş. İlk olarak, 'Barutumuz bitti' demiş. Komutan da 'Tamam diğerlerini anlatma' diye cevap vermiş. Bizim en büyük günahımız samimiyetsizlik.

İPEK ÖZBEY
ipek.ozbey@aksam.com.tr


http://www.aksam.com.tr/2010/10/25/haber/pazar/1031/bekir_coskun__kovulmayi_sindiremiyorum.html

ar_de_
04-11-2010, 13:41
Sükseler Hanefi bey!.. Sükseler Amirim!..

Malum, 12 Eylül darbesinden sonra bütün bakanlıklara birer 'koordinatör' paşa atanmıştı. Generallere makam odaları verilmiş, birkaç yıl birşeyleri koordine etmişlerdi.

Haliyle, Dışişleri Bakanlığı'na da bir koordinatör paşa atanır. Bazı büyükelçiler 'hayırlı olsun'a gider, tebrik ederler. 30 yıl önce, eski Frankofon ekolün dönemi.

Rivayet edilir ki; bu frankofon büyükelçilerden biri tebrikatı bitirip paşanın odasından çıkarken 'başarılar' yerine Fransızcasını kullanır. Veda tokalaşmasını yaparken "Sükseler Paşam!" der. Paşa 'sükseler'i Türkçe gibi duyar, yanlış anlar.

Hiddetten kıpkırmızı olur, "Sen ne demek istiyorsun!" diyerek büyükelçinin üzerine yürür...

Bu hikayeyi duyduktan sonra, arkadaş grubu içinde uzun süre birbirimize "Sükseler" dileyip kikirdemiştik.

Hanefi Avcı'nın kitabını okuyup bitireli epey oldu. Bir haftada yarım milyon kitabı, 25 liraya hangi kesime sattığını da bilince, yıllar önceki 'sükseler' hikayesi aklıma geldi.

Kitabı yazdınmı pazarlamasını öyle bir yapacaksın ki, hem karşıt görüştekilerin parasını artı desteğini alacaksın, hem de o cenaha alttan alta matriksi yükleyeceksin.

Kitabı çize çize okumayı bitirince, içimden yüzüne karşı "Sükseler Hanefi bey! Sükseler amirim!" dedim. Çizdiğim yerleri paylaşıyorum. Mavi satırlar bana ait, gerisi kitaptan.

---

Şimdi bana şunu söyle Aziz and Azize okur!

Günün birinde şöyle bi paragrafa imza atsaydım, hakkımda ne düşünürdünüz?

"Yolsuzluk olmadan Türkiye'de ekonomi olmaz

"Şuna inanıyorum ki bu ülkede rüşveti, irtikabı, ihaleye fesat karıştırmayı bir anda durdurmak, böylece tüm yolsuzlukları bir anda önlemek mümkün olsa, ülkede yatırımlar durur, devlet işleri kilitlenirdi. Çünkü tüm faaliyetlerdeki canlılığın tetikleyici gücü, bana kalırsa haksız menfaat temin etme duygusu ve beklentisidir. Eğer suyun başında duran memurlara, yapılan işlerde maaşları dışında menfaat temin edemeyecekleri havası yaratılırsa, onlar tüm işleri yavaşlatır, iş yapılmaz, sistem çalışmaz ve Türk ekonomisi durur."

Efendim? Ne düşünürdünüz? Bu satırlardan sonra dürüstlük, ahlak, erdem üzerine tek bir laf etmeye hakkım olur muydu?

Hanefi Avcı bir polis şefi olarak bunları yazdı (sayfa 329) ve siz kendisini "dürüst polis" diyerek ödüllendirdiniz, o kitaptan bir haftada yarım milyon satın aldınız.

Hey yavrum okur, hey yavrum Türkiye!

Bakın daha neler var...

I.Bölüm DEVLET

Sayfa 361:

"... bayramlarda ve törenlerde yapılan Mustafa Kemal Atatürk övgüleri için sözkonusuydu. Resmi bayramlardaki törenlerde Atatürk övgüleri öyle bir abartılır ki, bir taraftan Mustafa Kemal göklere çıkarılırken, diğer taraftan da milleti ve tüm değerleri yok sayılır, neredeyse sıfır seviyesine indirilirdi. Oysa Atatürk'ü göklere çıkaran aynı anlayış, bir yanda kendisine ve ulusuna, diğer yanda da Atatürk'e hakaret etmektedir."

Sayfa 335:

"Cumhuriyet mitingleri, 28 Şubat anlayışı doğrultusundaki faaliyetler ve hatta beğenmedikleri düşünceleri savunan bir kısım insanlara karşı belli inançtaki halkı aktif tavır almaya alenen çağıran demeçler rahatlıkla verilmiştir... herkes resmi ideoloji doğrultusunda düşünmeye yönlendirilmekte bu doğrultuda mantık yürütmektedir."

Sayfa 333:

"En önemli yanılgılarımızdan bir tanesi de her derde deva diye kabul ettiğimiz Atatürkçülüktü. Ne olduğu bilinmeyen, içinin ne ile doldurulacağı bilinmeyen bir kavram."

Ne diyorsun eyy Atatürkçü okur! Kitaba verdiğin 25 lirayı helal ediyor musun?

Sayfa 371:(PKK)

"Olayın en önemli taraflarından ordu, son 25 yıldır her türlü yöneme başvurarak silah ve güç kullanmasına rağmen PKK'yı bitirememiş; tersine örgütün silah ve sayısal insan güç yapısı itibari ile halktan aldığı destek açıdan güçlenerek büyüdüğü görülmüştür... Bölgede görev yapan en ciddi hava gücü en seçme komandolar ve özel timler ağır silahlar kullanarak binlerce operasyon, sayısı belirsiz hava ve dış harekat gerçekleştirmiştir. Buna rağmen bugüne kadar yapılanların neler kaybettirip neler kazandırdığı muhasebesinde..."

"... ordunun bölgede barış ve huzurun temini için demokratik açılım yönteminden başka çaresi yoktur."

Sayfa 369:

"Öcalanin yaşaması ve ileriki süreçte hapisten kurtulup dışarı çıkması ancak açılımın başarısı ile mümkündür."

Sayfa 331:

"Terör Türkiyede bir güvenlik sorunu olarak kabul edildi. Askeri bir mantıkla, güvenlik güçlerinin bakış açısıyla ele alındı."

Eee ne diyorsun, TSK'ya güvenen, Öcalan'ı asabilmeyi çok istemiş okur! Terör bir güvenlik sorunu değil mi yoksa? Güvenlik güçlerinin değil de modacıların bakış açısıyla mı ele alınmalıydı?

Yoksa hakverdin mi bu paragraflarda Hanefi Avcı'ya?

Sayfa 352:

"Türkiye öyle bir noktaya gelmiştir ki halkın kendi iradesi ile seçtiği hükümetin yöneticilerinin pek çoğu resmi kurumlar karşısında aciz kalmaktadır."

Sence burada yüksek yargıdan değil de AKP hükümetinin önündeki başka hangi engelden bahsediyor, eyy referandumda yargının ele geçirilmesine HAYIR demiş okur?

Daha var... daha çok var.

Onları da yazacağım ama, sen yine de herşeyi Kıymet'ten bekleme eyy okur!.. Kitap elindeyse evir çevir bir daha bak, değilse boşver. Hanefi'yi iki günde okudun ama, yazıyı fazla uzatırsam kaçarsın.

-Devam edecek-

3 Kasım 2010


aktaranın notu : farklı açıdan yorumlamış KNB. yazının devamını takip etmek isterseniz : http://www.bakiselamlar.com/knb/

pek çok insan kitabın çıkış sürecindeki ön bilgilendirmeler yüzünden "yazan devlet memuru, yayınlayan yayınevi, okuyacak olanlar herşeyi göze aldılar mı? kitap yazıldı mı yazdırıldı mı? problem-reaksiyon-çözüm üreticileri iş başında mı?" diye düşündü. bense ard arda yaşanan kaoslar yüzünden kitabı almaya fırsat bulamadım :)

ar_de_
18-11-2010, 23:29
yine bir KNB yazısı ...

http://bakiselamlar.com/knb/index.php?option=com_content&view=article&id=597:akpnin-cival-zarla-duee-atma-yoentemleri

aktaranın notu : bir zamanlar sırf meraktan, kendi özgür irademle gidip bir NLP tanıtım seminerine katılmıştım. o zamandan aklımda kalanlara dayanarak : yazının başına "vay anasını sayın okuyucular" sonuna da "ağlamak istiyorum sayın okuyucular" yazmak istedim. ama bu sözlerin ciddiye alınmaması riski yüzünden vazgeçtim. çünkü yeni dünyada beynin haritası çıkarıldı ve kullanılıyor ...

ar_de_
21-11-2010, 17:34
New York'ta Beş Minare, düpedüz bir hıristiyanlık propagandasıdır...

Sonda söylenmesi bekleneni baştan söyleyelim:

Bu film düpedüz bir hıristiyanlık propagandasıdır.

Bazılarının haklı bir şekilde dikkat çektiği gibi bir "dinlerarası diyalog filmi" bile değildir. Anlaşılan o aşamayı geçmiş bulunuyoruz; New York'ta Beş Minare, açık bir hıristiyanlık propagandasıdır.

Dinlerarası diyalog, "Hepimiz aynı Tanrı'nın çocuklarıyız" şiarıyla Müslümanlığı, hıristiyanlığın içinde eritmeyi amaçlayan mega emperyalist bir projedir. Gelinen noktada, bu projenin önemli ölçüde başarılı olduğu, sıranın müslümanları hristiyanlaştırmaya geldiği anlaşılmaktadır...

Dikkat edilirse, AKP'ye ve Gülen cemaatine bağlı gazetelerin "sinema yazarları" dikkatleri filmin mesajlarından çok "Halk çocuğu Mahsun'u küçümseyen sanat elitleri" sorununa çekmeye çalışıyorlar.

Onlara göre milletin bağrından kopan ve bütün engellemelere karşın dişiyle tırnağıyla kazıyarak kendisini kanıtlayan Mahsun Kırmızıgül, yeni bir Yılmaz Güney efsanesi olarak parlamaktadır.

Bütün her şeyi ele geçirdikleri ve dünyanın sayılı zenginleri arasına girdikleri halde bu "eziklik" edebiyatından vazgeçmiyorlar. Rantı var çünkü; siyasette olduğu gibi sinemada, futbolda, edebiyatta da...

Oysa ne Mahsun Kırmızıgül ezik halk çocuğu, ne de onu küçümsemeye çalıştığı varsayılan "elitler" elittir...

New York'ta Beş Minare filminden anlaşıldığı üzere Mahsun Kırmızıgül'ün elinden tutanlar tutmuştur. Tarih, özellikle de bizim coğrafyamız, küresel elitler tarafından elinden tutulan "ezik halk çocukları" ile doludur. İngiltere Kraliçesi'nin elinden şövalye nişanı bile aldılar! Mahsun Kırmızgül'e de bir Oscar ödülünü çok görmesinler artık...

Bu film bir hıristiyanlık propogandasıdır;

Kafalarımıza "gerçek müslümanlığın timsali" olarak kazınmak istenen Hacı Gümüş tiplemesinin aile yaşamı ve savunduğu fikirler bakımından müslümanlıkla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Kırk yıllık karısı boynunda haçla gezmektedir ve Hacı Gümüş eşini bırakın Hak dinine davet etmeyi, bu durumu sürekli "Hepimizi aynı Allah yaratmadı mı" diyerek kutsayıp durmaktadır.

Hacı Gümüş'e göre bir Allah vardır, bir de insanlar. Dinler, özellikle müslümanlık yoktur. Herkes Allah'la kendince bir bağ kurmakta, buna da "din" denilmektedir. Oysa herkesin karısı boynunda haçla gezse, kızı kilisede nikah kıydırsa ne güzel olacaktır!

Haydi karısını Müslüman yapmayı başaramamış diyelim, kızını da müslüman yapamamıştır bizim Hacı...Zaten bu durumdan şikayetçi de değildir, bilakis o böyle mutludur. Torunlarının hangi soya mensup olacağını bile merak etmemekte ve bizlere de bu hibrit hayatın güzelliklerini anlatmaktadır.

(Kızı "jasmin"in hangi dini tercih ettiği tamamen muğlak bırakılmıştır. Hristiyan bir gençle evlenmesine ve kilisede nikah kıydırmasına bakılırsa annesinin dinine daha yakın durmaktadır).

Hacı Gümüş'ün sık sık tekrarladığı üzere hepimiz Allah tarfından yaratılmışızdır, ondan gelip ona gitmekyetizdir; o zaman ne önemi vardır hangi dine mensup olunduğunun? Önemli olan, "büyük buluşma" olduğuna göre geriye İsa Mesih'in gökten inip hepimizi hıristiyanlığın şemsiyesi altına davet etmesini beklemekten başka ne kalmıştır?

İslamiyetin kadın-erkek mahremiyeti bakımından kesin olarak yasakladığı davranışlar da Hocefendi'nin karısına ve kızına mübahtır nedense.

Örneğin, Hocaefendi'nin karısı, New York'lu müslüman lideri canlandıran Danny Glover ile sık sık sarmaş dolaş olmakta, hatta Hacı'nın İstanbul'da serbest bırakılması üzerine yanak yanağa öpüşebilmektedir!

Hayır, bizce bir sakıncası yok da "Hocaefendilik" mertebesine erişmiş bir muhteremin nikahlı karısı (hıristiyan bile olsa) kocasının gözü önünde yabancı bir erkekle sarılıp öpüşebilir mi?

Hacı Gümüş der ki:

"Öpüşür"

Niye?

Çünkü, hepimizi aynı Allah yarattı!

O zaman niye Madımak otelini yaktınız, oruç tutmayanları bıçakladınız, ülkeyi yıllardır türban tartışmasının içine soktunuz ve de "Tükürürüm böyle sanata" dediniz efendiler?

......................

Filmde, bağnazlığın ve önyargının ister hıristiyanlıktan, ister İslamiyet'ten gelsin "kötü bir şey" olduğu vurgulanmaktadır. Hıristiyanların, müslümanlar konusundaki ön yargılarının miladı 11 Eylül'dür nedense.. Bu olayla birlikte bütün müslümanların terörist olduğuna inanmaya başlamışlardır, yoksa tarihte hâşâ böyle bir bakış açıları vâki değildir.

Özünde iyi insanlardır aslında, Müslümanlara saygılıdırlar. Evet, 11 Eylül'le birlikte bir önyargı sahibi olmuşlardır ama bizimkiler gibi işi domuz bağı yapmaya kadar götürmemekte, en fazla camiye ayakkabı ile girme nezaketsizliğini göstermektedirler. Belki bu davranışı bile hoş görmek gerekebilir, ne de olsa camiyi basan FBI şefi, kardeşini İkiz Kuleler'de kaybetmiştir...

Hristiyanların en kötüsü mavi gözlü FBI şefi gibi olurken, Batman'da yakalanan Hizbullah liderini canlandıran oyuncunun tipine baktığımızda; bizim müslümanlarda tipsizlik, cehalet ve kötülüğün haddi hesabı olmadığını görürüz (!)

İşte bu tipsiz ve de cani insanlar sayesindedir ki hıristiyan dostlarımız İslamiyet hakkında yanlış kanaatler edinmektedir. Oysa herkes, Hacı Gümüş gibi birer çantada keklik, birer kucakta karpuz, birer "our boys" olsa nasıl da mutlu olacağızdır!

Bu filmi çekenlere göre 11 Eylül'den doğan küçük bir önyargı dışında hıristiyanlığın hiç bir kusuru yoktur. Buna mukabil, Müslümanların arasında gani gani sapkın, terörist, cani kol gezmektedir. Zaten Irak'ta filan öldürülenler de bunlardır canım, yoksa namazında niyazında müslümanlar değil..

Filmin pek övünülen görselliğini Hollyood'tan ünlü bir görüntü yönetmeninin ücret mukabili gerçekleştirdiğini öğrenmiş olduk. Helikopterle gökdelenler üzerinden yapılan çekimler, Polis Akademisi yemin töreninde binlerce kişinin aynı anda topuk selamı vermesi, Ali Sürmeli'nin yaptırdığı zikir ayinleri vs. gibi sahneler "görkemliydi" ama yine de klasik Amerikan filmi sahneleriydi. Hizbullah evlerine yapılan baskın sahneleri de başarılıydı.

Türk sinema ve tiyatrosununn bütün tecrübeli oyuncuları seferber edildiğine göre oyunculuğun da başarılı olduğunu söylemeliyiz. Hacı Gümüş'ün daha ilk cümlesinde suçsuzluğuna iknâ olup "yavşamaya" başlayan Mustafa Sandal da, asosyal Türk Polisi tiplemesi Mahsun Kırmızıgül de oyunculuk mesleğinden gelmemelerine rağmen iyiydiler.

Hacı Gümüş'ün Bitlis'teki anasını canlandıran Suna Selen'in yüzündeki botoks ve operasyonla kaldırılmış kaşları, iyi oyunculuğa gölge düşürdü.

"Bilindiği gibi AB uyum yasaları çerçevesinde ülkemizde artık işkence yapılmıyor olup insan hakları alanında önemli adımlar atılmıştır" gibi replikler ise tek kelimeyle utanç vericiydi. Neredeyse, "AB'den sorumlu Devlet Bakanımız Egemen Bağış, gecesini gündüzüne katarak çalışıyor olup, kendisini en yakın zamanda Dışişleri Bakanlığı koltuğunda görmek en büyük arzumuzdur" bile diyeceklerdi...

FBI'ın elinden operasyonla terör şüphelisi alabilecek kadar organize bir gücün başında bulunan şahsın sadece, "Buban gurban olsun sağa yavrıııımmm" deyip ağlayan sıradan bir "baba yüreği" olduğuna inanmamız da istenmiştir ki bu konuda "Aptal olduğumuza ilişkin vardır bir bildikleri" demekten başka bir yorum yapamıyoruz...

Film boyunca yanlış anlamalara meydan verebilecek bütün durumlar düzeltildi. Örneğin Fırat gibi dindar bir aileden gelen bir polis, normalde Hacı Gümüş'ten bu derece nefret edebilir miydi? Tabii ki edemezdi ve nitekim bu nefretin sebebinin bir yanlış anlaşılma olduğu ortaya çıktı. Mahsun, babasını Hacı Gümüş'ün öldürmediğine hemencecik iknâ oldu ve Hacı'nın "eceli" modundan, Hacı'nın bodyguard'ı moduna geçiverdi...

Mantık çelişkileri hayli vardı. Örneğin, polis Fırat'ın babası 1973 yılında öldürüldüğünde Hacı Gümüş, en fazla 13 yaşlarında bir çocuktur. Dolayısıyla, Fırat'tan en fazla on-on iki yaş büyük olabilir. 1973'te 12 yaşında olduğuna göre 1961 doğumlu demektir. Oysa Hacı Gümüş Fırat'a "oğlum" şeklinde hitap edebilmektedir. Haluk Bilginer'in oynadığı Hacı ayrıca en az 60 yaşlarında bir adamdır.

Yanyana hücrelere konulan Hacı Gümüş ile "Deccal" olarak yakalanan Hizbullah lideri arasındaki fark; veresiye veren bakkal ile peşin alan bakkal arasındaki farkı resmeden esnaf afişi gibiydi. Bak Ali Bak. İşte Gerçek Müslüman...Ali Bak Ali. İşte Pis ve Terörist Müslüman!

Filmin en önemli sahnesi, Hacı Gümüş'ün polis Fırat'ın dedesi tarafından öldürüldüğü sahnedir. Ölmeden önce geçmişteki menfur olayla yüzleşmeye ve de karısını ve kızını (nedense) polis maaşından başka geliri olmayan (üstelik yeni tanıdığı -ve de üstelik -karısı ve kızının hiç de böyle bir ihtiyacı yokken) Fırat'a emanet etmeye vakit bulan Hacı, şehadet getirmeyi aklına getirmemiştir.

"Nasıl olsa aynı Allah'a gitmiyor muyuz"

diye düşündüğünden ölmeden önce şehadet getirmeyi gereksiz buldu belki de...

Fatma Sibel Yüksek / 18/11/20108
( http://acikistihbarat.com/Haberler.asp?haber=9255 )

AnnE
07-12-2010, 07:24
Sizi seviyorum çocuklar...
Mustafa Mutlu - mmutlu@gazetevatan.com
--------------------------------------------------------------------------------
Dün Ankara’dan, Eskişehir’den İstanbul’a gelmeye çalışırken “Çevik Kuvvet” tarafından çevrilip, biber gazlı saldırıya uğrayan...

Yandaşlarının türban özgürlüğü için canlarını vermeye hazır olanların verdiği emirle, “seyahat özgürlükleri” bile engellenen...

Kabataş’tan Beşiktaş’a yürümek isterken dövülen, yerlerde sürüklenen, gözaltına alınan çocuklar; seviyorum sizi...


***

Hırçınsınız; tıpkı unutmaya başladığım gençliğim gibi!
Delifişeksiniz ki; tutabilene aşk olsun!
Deniz kadar kararlı...
Sinan Cemgil gibi gururlu...
Şehit Mehmetçik kadar masumsunuz...
Ve hepiniz, onların öldürüldüğü yaştasınız...


***

Yurtseversiniz; gönülden...
Kıpır kıpır, yaratıcı ve gözü karasınız...
İsyanınız, bitmeyen isyanıma... Öfkeniz, dinmeyen öfkeme ne kadar benziyor; ah bir bilseniz!

Gözlerinizde işkencelere alınan, cezaevlerine tıkılan ama yılmayan gençlik arkadaşlarımın bakışı...

Dudaklarınızda, “Ben yok, biz varız” haykırışı...
Ve...

“Ballı incirleri hep beraber yiyebilmek / Yarin yanağından gayrı, her şeyde hep beraber diyebilmek” anlayışı...


***

Koruma ordularıyla gezen birileri, Dolmabahçe açıklarına yanaşan 6. Filo askerlerinin bir avuç kor yürekli gençten korktuğu gibi korkuyor sizden...

Siz biraz daha ileriye, Beşiktaş’a gidiyorsunuz fark olarak...

Padişahın sarayını kendilerine mesken tutanların uykularını kaçırıyor; üçer kuruşluk harçlıkla aldığınız yumurtalar...
Geceleri rüyalarında “uçuşan yumurtalar” görüyor, bilmem ne başkanları!

Sizin korkunuz yüzünden boş gidip, boş geliyor zırhlı makam arabaları!

Düşünebiliyor musunuz; atacağınız yumurtaların zırhı delmesinden...

Delip, kafalarına gelmesinden korkuyorlar...
Oysa kan dökmüyor ve şiddetten nefret ediyorsunuz hepiniz; bilmiyorlar!

Karşılıksız koyuyorsunuz yüreklerinizi memleketin orta yerine; görmüyorlar!


***

Pahalı üniversitelerin paralı çocukları gibi, “ABD’de master, bir de Çinli sevgili, sonra parlak kariyer ve birkaç pasaport” hesabı yapmıyorsunuz...
Cebinizde ay yıldızlı kimlik, elinizde pankart, yürüyorsunuz sadece...

Gericiliğe, bölücülüğe direniyorsunuz, aslanlar gibi...
Bu yüzden okulunuzdan atılıyorsunuz; yetmiyor, hapsinize hüküm veriyor koca koca hakimler!

Yılmıyorsunuz; vız gelip tırıs gidiyor hakkınızda kırılan kalemler...

“15 ay değil, 15 yıl ceza alsam ben vazgeçmem bu işten” diye türkü söylüyorsunuz...

Bu tavrınızla zalimleri ve dönekleri öfkeden kudurtuyorsunuz...

Kuvvacılar gibi, göğsünüze dayanan süngülere sokuyorsunuz yüreğinizi...

Zorbanın silahından değil, bir tek garibin ‘ah’ını almaktan korkuyorsunuz!

Ah; ne kadar bize benziyorsunuz çocuklar...
Ah; ne kadar biz kokuyorsunuz!


***

Sizi seviyorum; yozlaştırma bombardımanından kendinizi kurtarabildiğiniz için...

Sizi seviyorum; emeğin en yüce değer olduğunu haykırabildiğiniz için...

Sizi gerçek sosyal, laik ve demokrat bir hukuk cumhuriyetinden yana olduğunuz...

Sizi insanları sevdiğiniz...
Bu ülkenin derdini dert edindiğiniz için seviyorum...


***

Siz, “Türkiye”siniz çocuklar...
Siz, “Gençlik”siniz...

Siz İsmet, siz Fevzi, siz Kâzım, siz Halide, siz Deniz...
Siz Mustafa Kemalsiniz!

Siz, bu umutsuz halkın, henüz farkında bile olmadığı umudu... Bizim onurlu mazimizsiniz...

Sizi seviyorum kardeşlerim, oğullarım, kızlarım...
Ne iyi ettiniz de geldiniz...


***

Sahi... Bunca yıldır neredeydiniz?

AnnE
13-12-2010, 07:33
Yeni Akit gazetesi saldırgan ve yobaz yüzünü bir kez daha ortaya koydu. Gazetenin yazarlarından Abdurrahim Karakoç’un bugünkü yazısı yine sola yönelik hakaretlerle doluydu. Karakoç bu kez AKP’lilere solcu öğrencileri linç çağrısında bulundu.

‘YUMURTALARI ERGENEKON ATTI’
Karakoç’un yazısının en vahim noktalarından birini de protestocu öğrencilerin, atılan yumurtaların masrafını (oysa 5 yumurta 1 liraya satılıyor) kendi başlarına karşılamayacakları iddiası oluşturuyordu. Karakoç bu teze dayandırarak “Bre bu kadar yumurtaya kim yatırdı parayı? CHP bankası mı? İP sevenleri mi? Ergenekon havarileri mi acaba? Hangi tarihte, nerede bir protesto yapılıyorsa, orada mutlaka CHP vardır... Protestocuların harçlıklarını ancak ve ancak bir kocaman parti karşılayabilir... Evet amma o parti hangisi...” dedi.

‘KÖTEK ÇEKMELİ’
Ardından Yeni Akit yazarı, yazısına şöyle devam etti: “AKP’nin yıkılması, CHP’nin darbe yoluyla iktidar yüzü görmesi... Maalesef “polis orantısız güç kullandı” hergeleliğine soyunan bazı mihraklara cevap dahi veremeyen AKP bendeleri niye toplu halde protesto yapamıyor, niye protestocu zibidileri /nush ile mümkün değildir/kötek çekerek adam etmiyorlar?”

‘EŞEK SUDAN GELİNCEYE DEK DÖVMELİ’
Karakoç yazısının sonunda da kendi önerisini açıkladı: "Ben olsam ne yaparım? Toplarım arkadaşlarımı, sevenlerimi, kanunsuz harekette bulunanları eşek sudan gelinceye kadar /tabii suya giden eşeği ahıra hapsettikten sonra/ sopalarım... Sopaların üzerine de “demokrasi sopası” yazarım... Yahu, darbe için gözü dönmüşleri yola getirmenin başka çaresi var mı? Eylemci öğrencilere maddi yardım yapan finans çevrelerini de tesbit eder, gerektiği zaman burunlarından fitil fitil getiririm... Evet doğru... Bekara karı boşama gibi amma, ya sizin çareniz nedir?”

buena vista
24-12-2010, 11:46
Yılmaz Özdil'in ''Karşıyaka, Türk bayrağıdır.'' başlıklı köşe yazısı..



http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/16608250.asp?yazarid=249&gid=61

Master
25-12-2010, 12:02
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/16615610.asp?yazarid=249&gid=61

Master
06-03-2011, 10:47
http://gundem.milliyet.com.tr/dogru-bildiklerimizi-ozgurce-yazamayacaksak-yazmanin-anlami-yok-/gundem/gundemyazardetay/06.03.2011/1360521/default.htm

neron
06-03-2011, 17:19
Malum aydınlarımıza, aydınlığa kavuştukları için günaydın.

ar_de_
09-03-2011, 22:55
engin ardıç ın "solcu bacı" yazısı ve hüseyin üzmez in serbest bırakıldığı günlerin arasında "dünya emekçi kadınlar günü" ne ait bir tebrik yazısı yazamadım ... üstüne melih gökçek in "yolları tuzladık tadına bakabilirsin" tweet i ve adana da başlanan "aile imamı hizmeti" haberleri de gelince geçici bir süre zihnimi medyaya kapatmaya karar verdim.

Master
07-05-2011, 18:45
Osmanlı, 16cı Yüzyıldan sonra uzun süre Batı uygarlığının teknolojik evrimine sırt çevirdi. “Gavur icadı” lafı da ordan kalmıştır. Müslümanlığın ilk yüzyıllarında Arapların, 12ci yüzyıldan itibaren ise Türklerin taşıdığı icatlar ve yenilikçilik meşalesi, Orta Çağı “Dark Ages” (Karanlık Çağ) diye lanetle tanımlayan Hristiyan-Musevi kültürünün eline geçti. Gutenberg matbaayı bulup Avrupa’da bilim ve teknolojinin en fakir evlere bile yayılmasının kapısını açtıktan iki yüzyıl sonra Türkiye’de hala gazete yoktu.

Çok ağır ödedik uygarlığa ve teknolojiye sırtımızı dönmenin cezasını. Koskoca bir imparatorluktan geriye Anadolu kaldı elimizde. Bir kez daha aynı hatayı işlemek üzereyiz. Internet’e sansür geliyor. Dahadoğrusu sansürün altyapısı Internet’e yerleştiriliyor, istendiği zaman beynimizin zindanlarına kilitlenivereceğiz.

22 Ağustos’tan itibaren Türkiye’de her Internet kullanıcısı 4 paketten biri vasıtası ile ulaşacak Internet’e. Bunlardan standart paket hiç bir kısıtlama içermeyecek. Bugün BTK başkanını dinliyorum televizyonda, tüm sansür söylentilerini yalanlıyor. Ama, NİYE her vatandaşın illa devlet onaylı bir filtre kullanması gerektiği sorusuna da cevap vermiyor. Zaten, daha bir kaç gün önce aynı kurum 138 tane kelimeyi yasaklamak gibi Sultan II. Abdülhamit ve 1980 Cuntası günlerinden bu yana devletimiz tarafından terkedilen ilkel uygulamayı da geri getirdi. Hangi kafa baldız, hatun, sıcak, türbanlı, 31 gibi kelimeleri yasaklamak ister ya? Bu kafa bana TV önünde “vallahi sansür yok” diye yemin-i billah etse de ben inanırmıyım?

Bu kafa zaten daha önce devletin ona verdiği yetkiyi “durumdan vazife çıkartmak” için kullanmış, 60 bin civarında siteye erişimi engellemiş. Bunların çoğu için mahkeme kararı da yok. Adam ne yaptığını da söylüyor zaten: “Bizim çocuklar google’da porno yazıyor, önlerine çıkanı yasaklıyor” diye. Ben 50 yaşında bir adamım, gece porno seyrediyorum. Hatta gündüz seyrediyorum. Devlet niye benim porno merakıma takar ki?

Ben Nedim Şener’in yayınlamadığı kitaptan içerde yattığını gören bir vatandaşım. RTÜK denen zangoçun Hürrem Sultan’ın dekoltesine, Kanuni’nin haremde alemde ne içtiğine taktığını yaşamış bir vatandaşım. Kars’da heykelin kafasının kesildiğini hergün utanarak seyrediyorum. Basın artık kendine sansür uyguluyor, çünkü Sn Erdoğan’ın hoşuna gitmeyen bir şey yazdığınızda, ertesi gün Maliye müfettişleri, vergi teftiş, polis kapınızda. Reklam geliri sıfıra düşüyor. Karikatürcüler için 5-20 bin TL’lik tazminat davaları açılıyor.

İnanmam sansür yok deseniz de. Gerici kafa, hep aynı şekilde başlar. Önce tüm suç olmayan, ama tüm toplumun ahlaki olarak ters baktığı bir köşeden girer beynize. Atilla Yeşilada, koskoca herif olmuş,porno seyrediyor sapık, seyretmesin kardeşim! Bir kez topluma bazı hallerde sansürün gerekli olduğunu benimsettikten sonra, adım adım sansürün alanını genişletirsiniz. Alkol yasaklarında öyle olmadı mı? Alkolü kim savunabilir ki? Savunamadık, ve sonunda TAPDK son adımı attı. Turistik tesisler dışında alkol yasaklanmaya gidiyor. Zaten alkollü restoranlar kıyı iller hariç Anadolu’dan silindi.

Internet’e sansür girişiminin de adımları böyle gelecek. Bir kaç yıl içinde AKP’in istediği içerik serbest olacak. Ama bunu başarsalar bile öylesine büyük bir hata ki bu. Bir Pirus Zaferi. Internet bugün iş yapmanın, reklamın, tanıtımın en ucuz yolu, kültürün ve bilimin bedava paylaşıldığı platform, dünyada dostlukları kuran, ırkçılığı, ötekiciliği, yabancılaşmayı kıran sanal kafe. Bunu yasaklamak Türkiye’yi geri bırakmak, fakirleştirmek, küreselleşme rüzgarından iyice kopartarak yeniden Anadolu’ya kilitlemek.

Son olarak da BTK seçilmiş bir kurum mu ki benim bilgi edinme özgürlüğümü bir genelgeyle yasaklıyor? Kimden aldığı yetkiyle benim beynime girecekleri seçiyor ya? Erkekseniz, gelin TBMM’de kanunla çıkartın bu yasağı. AKP’nin bürokratları hep böyle. Hepsi padişah naibi. Kimseye hesap vermek zorunda değeller, nitekim bugün BTK başkanı da geri adım atmıyor. Bizim gibi muhalifleri adeta hainlikle suçlayıp dönüyor o karanlık sansür karargahına.

AKP’ye şikayet etseniz, cevap belli. “Hadi ordan, seçim zamanı ortaya çıkıyor bunlar hep, bizi yıpratmaya yönelik.”

Ahmet Şık’la Nedim Şener tutuklanıyor…İtiraz ediyorsunuz, cevap aynı. SUS, siyaset malzemesi yapma.

ÖSYM 1.7 milyon çocuğun geleceğini çalıyor.. SUS, siyaset malzemesi yapma.

Kürt, Alevi hakkını arıyor..SUS, siyaset malzemesi yapma.

Internet’e şakır şakır sansür geliyor..SUS, siyaset malzemesi yapma.

Ama, başbakan hergün meydanlarda Yüce Tanrı’yı, milletin yatak odasını siyaset malzeme yapıyor. Din ve sex üzerinden oy toplamaya çalışıyor? SUS, siyaset malzemesi yapma.

Atilla Yeşilada

buena vista
09-05-2011, 07:13
Ben söylemiştim, İzmir’e yakışmazsın...

Hani vazodaki çiçeklerin arasına terlik sokmuş gibi...

*

Bu yüzden sevmiyorsun İzmir’i...

Kemeraltı esnafının, sabahları sulayıp süpürdüğü çarşıda toprak kokusunu çekip... Alsancak’ta eğlenip... Konak’ta zenginleşip... Göztepe’de kalabalıklaşıp... Kadifekale’de kavga edip... Kordon’da sarhoş... Karşıyaka’da âşık olamazsın çünkü...

*

“Denizi kız, kızı deniz, sokakları hem kız hem deniz kokan şehirdir İzmir” diyorlar...

Kalamar...

Midye...

Rakı...

Eeee sen rakı bardağına benziyor diye TBMM’deki su bardaklarını değiştirdin ya ilk iş olarak badem...

*

İzmir’in trafo direklerine selam ver, alır...

El salla gelip geçen teknelere, faytonlara, otobüslere...

Banktaki senin gibidir, otur yanına...

Aç yüreğini...

Takıl...

Kadın, erkek fark etmez...

Hepsi insandır...

Ama sen, “Oval cisimlere bakmak haramdır” dedin...

O günden bu yanadır; araba çamurluğu, damacana, benzin bidonu, karpuz gördüğümde yüzüm kızarır...

Senin adına...

*

Sanayide olsun, finansta olsun, sermaye babalığında olsun, ticarette olsun, çok gelişmemesinin nedeni, İzmirlinin fazla paragöz, cambaz, cin, cingöz olmayışıdır aslında...

İzmir’in bir palmiye ağacı, bir fabrika bacasından daha değerlidir...

Yeşil parkları ise aynalı gökdelenlerden...

Bu yüzden zaten; kargoya verip de sana İzmir’in “ihalelerdeki kirli rüşvet kayıt defterini” göndermediler...

Yine de çöktün boğazına...

*

İzmir’i sevmiyorsun...

Çünkü İzmir Türkiye’nin yüz akıdır...

Sen ise yüz karası olursun ancak...

Ve kaçınılmazdır...

“Türkiye İzmir olacak...”

Bekir Coşkun/Cumhuriyet


minik yorum: önemli değildir İZMİRLİ olmak.. Ama İZMİRLİ gibi yaşamak..düşünmek...

buena vista
09-06-2011, 09:14
AKP'nin İzmir'i hiç tanımadığı, plakası 35 diye 35 proce icat etmesinden belli...

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/17988485.asp?yazarid=249&gid=61

buena vista
13-07-2011, 07:24
Fenerbahçe’de yaşanan, bir temizlik çalışması değil, bir iktidar çatışmasıdır; dolayısıyla siyasaldır.
Yanlış anlaşılmasın; “Şike yoktur” demiyorum; tersine, “Yıllardır olan şey niye şimdi ortaya çıkarılıyor” sorusuna cevaben, “Siyaseten zamanı geldi de ondan” diyorum.
Fenerbahçe tarihi boyunca hep böyle olmuştur.
* * *
Birkaç örnek vereyim:
Tek parti döneminde Fenerbahçe’nin başkan koltuğunda CHP’li Şükrü Saracoğlu oturuyordu.
Saracoğlu, 1934’ten 1950’ye kadar Başkan kaldı. Başbakanken bile bu koltuğu bırakmadı.
1950 baharında DP iktidara geldi.
Ülkedeki tek partiden kalma koltuklar yenilenirken takımların koltuk takımları da o bahar temizliğinde değiştirildi.
12 yıllık “Milli Şef” İnönü’nün ardından, 16 yıllık Başkan Saracoğlu da koltuğu devretti.
Kime?
Demokrat Parti milletvekili Osman Kavrakoğlu’na...
* * *
Kulüpte DP egemenliği ne zaman bitti dersiniz?
27 Mayıs’ta...
Menderes’i deviren askerler, futbol takımlarından da DP’li başkanları değiştirmelerini istedi.
Zaten Kavrakoğlu da Yassıada’da müebbet hapse mahkûm olmuştu.
Yerine İsmail Cem’in kayınpederi Razi Trak seçildi.
İlginçtir; Trak, 12 Eylül’den sonra da Başkanlık için ilk akla gelen isim olacaktı.
* * *
1960’ların ortalarında, CHP ile AP koalisyon yapmıştı.
Fenerbahçe yönetiminde de bir koalisyon vardı:
Başkan, CHP’li İsmet Uluğ idi.
Başkan yardımcısı AP’li Faruk Ilgaz...
1965’te seçimi AP kazanıp tek başına iktidara gelince Faruk Ilgaz da Fenerbahçe’nin başkanlığına geldi.
* * *
Türkiye Cumhuriyeti ile Fenerbahçe Cumhuriyeti’nin paralel tarihinin örnekleri çoğaltılabilir.
Önemli olan şu:
“Fenerbahçe Cumhuriyeti”, TC içinde başından beri bir siyaset silahı, alternatif bir güç odağıydı.
Üstelik askeri gücü olan bir cumhuriyetti bu... Ordu içinde etkisi büyüktü. 1973’te Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Batur’un, futbolcu transferine evrak yetiştirmek için jet havalandırması hâlâ anlatılır.
Şimdi bu “askeri-sivil bürokratlar cumhuriyeti”nin 13 yıllık başkanı, hem de seçimden hemen sonra tutuklanıyorsa, bu işlem, başta zamanlamasıyla, sonra hedefiyle elbette tartışılır.
Kadri Gürsel’e katılıyorum:
“İktidar, eski Türkiye’nin bayrak dikmediği son kalesi olan ‘Üç Büyükler’i, en güçlüsüne taarruz ederek psikolojik bakımdan yıkıyor.”
Dokunulmazlığını kaldırıyor. İktidar kümesinden düşürüyor.
Ve Fenerbahçe yönetimi, yıllarca hep destek aldığı iktidarın, bürokrasinin, yargının, medyanın, nasıl bir günde aleyhine döndüğünü, gazetelerin nasıl savcılıkla kol kola girip gizli olması gereken belgeleri ortaya serdiğini, yargısız infaz birimlerinin nasıl devreye girdiğini, sermayenin nasıl panik halinde köşeye çekildiğini hayretle gözlüyor.
* * *
2011 seçimlerinin ilk faturaları kesilmeye başlandı.
“Bundan sonra ne olur” diye soranlara yukarıda örnekler verdiğim tarihi hatırlamalarını tavsiye ederim.
Cevabı orada var.
Bu, siyasetteki yapılanmaya paralel bir darbedir.
Arkası gelecektir.
Her devir olduğu gibi yine eski çerçeveler indirilip yenileri asılacaktır.
Top, şimdi iktidarın ayağındadır. (Milliyet)

CAN DÜNDAR

Master
21-08-2011, 11:12
"Bizi kardeş yapan Müslümanlıktır, laiklik değil..." diyen Başbakan Yardımcısı ...Bülent Arınç'a Cumhuriyet yazarı Bekir Coşkun'dan yanıt geldi.

Önce İnsan Olsan Ya Kardeş...

AHA yine bildirdi:

"Bizi kardeş yapan Müslümanlıktır, laiklik değil..."

Kardeş!..

Laik Batı ülkelerinde yetmiş millet, din, ırk bir arada kardeş kardeş yaşıyor...

Birbirlerini kesmiyorlar...

Asansörlerde selam verirler birbirlerine...

Bak Müslüman ülkelere:

Mısır'da, Libya'da, Tunus'ta, Sudan'da, Cezayir'de, Yemen'de, Suriye'de,

Irak'ta, İran'da, Pakistan'da, Afganistan'da Müslümanlar birbirlerinin gırtlağına çökmüşler AHA kardeş...

Niçin?..

Çünkü inanç, din, iman, mezhep gibi kavramlar devlet işin içine girdiğinde, asıl o zaman tüm insanların kardeşliği uçup gidiyor...

Ama laiklik varsa; Müslüman, Hıristiyan, Budist, ateist bir arada yaşayabilir...

İnsan olmayı yeterli sayarak...

Doğrusunu istersen kardeş; sen anlamazsın ama laiklik önce "insan" olmakla ilgilidir...

İnsan olan; dini, imanı kirli dünya işlerine karıştırmaz...

Allah'ın adını binbir yalanın uçuştuğu seçim meydanlarında ağzına almaz...

Müslümanlığını çıkarı için kullanmaz...

Peygamberi; binbir skandalın, yolsuzluğun, rüşvetin, rezaletin, haksızlığın, hukuksuzluğun, hırsızlığın döndüğü siyasi iktidarına ortak etmez...

Ki biz ona ne diyoruz:

Laiklik...

Laiklik olmadan asla demokrasi olmaz...

Yeryüzünde laik olmayan bir tek demokrasi göstersene bize kardeş...

AHA görelim...

Bir de utanmadan "demokrasiye" yapışmışsın...

Pekiii...

Müslümanlığı işin içine karıştırmadan, salt insan olarak öbür insanlarla "kardeş" olamıyor musun?..

Olamıyorsan...

Ne işin var laik devletin tepesinde...

Kırıta kırıta...

Altında kırmızı plaka, önünde eskort, arkanda laik devletin nimetleri, aylık net 15 bin yolluk, ödenek...

Git dergâhında otur...

Mustafa Kemal'in laik cumhuriyeti olmasaydı, oturacak yeriniz de olmayacaktı ya kardeş...

Master
21-08-2011, 12:08
Bazı yazılar imla işaretleriyle de anlam kazanır. Üç nokta yan yana, bir veya iki ünlem, cümleden sonra soru işaretleri...
O da öyle yapmış, Silivri’deki duruşmalardan bir olayı nakletmiş...
Hava orgenerali, tutuklu Bilgin Balanlı konuşurken, hâkim duruşma sırasındaki bir olaya müdahale edince, orgeneral “sözümü niye kesiyorsunuz?” demiş. Hâkim Ömer Diken karşılık vermiş:
“Keserim, duruşmayı ben yönetiyorum, konuşurken sesinizi yükseltmeyin, vurgulu konuşmayın!”
Orgeneral de “Benim konuşmam böyle, herkesin duyması için böyle konuşuyorum” demiş.
İşte bu olayı yazıya dökerken birçok ünlem veya soru işaretleri kullanılmış...
* * *
Peki, ne demek istenmiş.
Bize göre “Bak, hâkimler artık karşılarında kim olursa olsun farklı muamele yapmıyorlar” demeye getiriyor.
Hani, yeni moda “askerin vesayeti kalktı” lafı var ya!
Ona dokunduruyor.
Bizim yorumumuz bu, belki de yanlış...
* * *
Aklımıza Kurtuluş Savaşı’ndan bir örnek geldi.
En çok sıkışan bakan Maliye Bakanı’dır.
Hasan Saka, Maliye Bakanlığı’ndan istifa edince, Mustafa Kemal Paşa “O halde birini bul!” der.
Kimse bulunamayınca, Mustafa Kemal Paşa, Gümüşhane milletvekili Hasan Fehmi Ataç’ı önerir.
O da “Aman paşam, ben maliyeden anlamam!” deyince Mustafa Kemal Paşa “daha iyi ya, daha iyi ya!” deyince itiraz mümkün mü?
* * *
Sabahattin Selek “Anadolu ihtilali”nde maliyeden anlamadığını söyleyen Hasan Fehmi Ataç’ın o günler için şöyle dediğini yazar:
“Osmanlı idaresinde memuriyet yapmış kişilerin ruhuna idarenin aczi ve zaafı sinmişti. Bunlar bizi çok uğraştırdılar.”
* * *
Dedik ya herkes Maliye Bakanı’ndan para istiyor.
Hatta, yol kesenler bile var...
Oysa Hasan Fehmi Ataç’ın ilkesi “yağlı kurşun, keskin süngü”dür, yani ordusunun silahından başka hiçbir yere para vermez.
Milli Savunma Bakanlığı’ndan onun deyimiyle “çarşaf çarşaf” istekler gelir.
* * *
Bir gün 400 postal için para isterler. Onlara der ki:
“Ben bu parayı verirsem, 400 bin postalı nerede, kime, ne kadar zamanda yaptıracaksınız? Çarık isterseniz aklım erer!..”
Bir gün de ordu kumandanları çeşitli ihtiyaçlar için otomobil isterler... Maliye Bakanı cevap verir:
“İstediğiniz otomobilleri Yunanlılar İzmir’de hazırladılar, orada duruyor, gidin bedelsiz alın!”
* * *
Ve büyük taarruz yaklaşmıştır. Maliyeden anlamayan, anlamadığı için de Mustafa Kemal Paşa’nın Maliye Bakanı yaptığı Hasan Fehmi Bey anlatır:
“Taarruz yaklaştı. Ordu, mütemadiyen para istiyor. Aşar vakti yakın. Fakat zamanı gelmedi. Vergiler hep tahsil edilmişti. Hiçbir yerde metelik bırakmamıştım. Bir gün Osmanlı Bankası’nın Ankara Şubesi Müdürü Bojeti’yi çağırttım. Dedim ki: Osmanlı Bankası tarihi bir anını yaşıyor. Maliyeye 1,5 milyon lira lazım. Bizim idaremizdeki mıntıkada 16 şubeniz var. İstediğim parayı vermezsen şubelerinizin 16’sına da vaziyet eder, kasalarındaki bütün parayı zabıt mukabili alırım. Düşünmek için sana mühlet veriyorum, git düşün, cevabını ver.
Böylece, istediğimiz 1,5 milyon lirayı Osmanlı Bankası’ndan aldık.”
* * *
Askerin, siyasi vesayeti bitmiş...
Hangi vesayet?
Sen, sen ol da vesayet altına girme!

Master
04-09-2011, 13:25
GENERALLEŞEN İKTİDAR



Çok uzun yıllar önce, yanlış hatırlamıyorsam Güneş Tecelli'nin sunduğu bir televizyon programında hiç unutmadığım kısa bir skeç izlemiştim. Aklımdan çıkmayan cümle şöyleydi: "Biz müteahhide ne dedik, üç oda bir mutfak, müteahhit ne yaptı, üç mutfak bir oda."

Bizim siyasi tarihimiz, daha önce de birkaç kez yazdığım bu matrak cümleyle özetlenebilir gibi geliyor bana.
Bizi yönetecek insanlara, "üç oda bir mutlak" ısmarlıyoruz, onlar, "üç mutfak bir oda" yapıyorlar.

AKP iktidarı da "üç mutfak, bir oda" inşaatına başlamış gözüküyor.
Milyonlarca insan AKP'ye, "Hukuk reformu yap, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nu hukuka saygılı hale getir, adaletin uygulanmasını sağla, hukuk karşısında ayrıcalıklı kimsenin kalmasına izin verme" dedi. O ne yaptı?
Hukuku "Ergenekoncu cumhuriyet elitlerinin" elinden aldı ve "ben buldum, benimdir" diyerek kendi amaçları için kullanmaya başladı.

Bu müthiş sapmanın en belirgin ve çarpıcı örneğini şimdi Deniz Feneri davasında yaşıyoruz.

Deniz Feneri'nin dava sürecine yapılan siyasi müdahale, bu davanın kendisini aşacak boyutlarda. Bu davanın üç savcısı birden görevden alındı. Savcılar hakkında HSYK'ya bir şikâyet yapılıyor, deniyor ki, "Mahkemenin sanıkların mal varlıklarına el koyma kararı Tapu'ya bildirilirken, bu kararın ikinci ve üçüncü maddelerinin üstü kapatıldı, bu evrakta tahrifattır."

Bu şikâyet üzerine, Ankara Başsavcısı, Adalet Bakam'nın da izniyle bu üç savcıyı görevden alıyor.

Savcılar da diyor ki, "Karardaki ikinci ve üçüncü maddeler Tapu dairesini ilgilendirmiyordu, onun için üstünü kapattık, ayrıca bu hukuk sistemimizde uygulanan bir usuldür, Ergenekon savcıları sık sık belgelerdeki bazı maddelerin üstünü kapatarak evrakları gönderir".

HSYK'nın "şikâyeti" ciddiye alması, Adalet Bakam'nın izin vermesi, Ankara Başsavcısı'nın "savcıları" görevden alması nasıl "hızlı bir işlem" olduysa, hiçbirinin aklına "bu uygulama usule uygun mudur" diye sormak gelmemiş.
Önce savcıları görevden almışlar sonra İstanbul'daki başsavcı vekiline "Böyle bir uygulama var mı" diye sormuşlar.

Dün bizim manşetten "Başsavcının isyanı" dememize "isyan eden" ve "Ben isyan etmedim, görüş bildirdim" diyen İstanbul Başsavcı Vekili de, "Evet, biz de bu tür uygulamalar yapıyoruz" diye bilgi vermiş.

HSYK, Adalet Bakanı, Ankara Başsavcısı, "savcılar görevden" alındıktan sonra "usulün" böyle olduğunu öğrenmişler.

Peki, savcıları göreve iade etmişler mi? Hayır.

"Üç mutfak bir oda" durumu, anlayacağınız.

Bir kere o savcıları görevden almayı akıllarına koymuşlar.

Şimdi iş büyümeye ve skandal boyutunu almaya başlayınca, HSYK bir kez daha hatırlatma ihtiyacı duydu ve "Savcıları biz görevden almadık" dedi, "görevden alan Ankara Başsavcısı'dır".

"Hesabı başsavcıya sorun" demeye getiriyorlar.

HSYK böyle diyor ama Adalet Bakanı, bu kararı "desteklediğini" açıklarken aynen şöyle diyordu, "Ben HSYK başkanı olarak bu kararı destekliyorum".
Savcıların alınmasını HSYK desteklemiyor, başkanı mı destekliyor?
Adalet Bakanı, tek başına bütün kurumu temsil ettiğine mi inanıyor?
Siyasi iktidarın yakın çevresinden insanları sanık durumuna düşüren bu davayı bakan "tek başına" mı yönlendiriyor?

Bakan, "usule uygun mu, değil mi" diye merak bile etmeden neden bu kadar hızlı karar veriyor?

Bu hızın nedeni, sanıklara "aramaları önceden haber veren köstebeklerin" ikisinin AKP hükümetinin eski İçişleri Bakanı, yeni Başbakan Yardımcısı Atalay'ın iş ortağı ile "özel kalem müdürü" çıkması mı?

Soruşturmanın, Başbakan Yardımcısı'nın yakın çevresine doğru yönlenmesi mi?

Üç savcının görevden alınmasının hukuki bir dayanağı yok, başka savcıların yaptığını onlar da yapmış.

Bu karar, fevkalade pervasızca ve usule aykırı bir karar.

Biz Dağlıca'yı, Aktütün'ü, Ergenekon'u, Balyoz'u ortaya çıkarırken hep aynı şaşkınlığı yaşardık, "nasıl böyle pervasız davranabilmişler, hesap sorulmayacağına nasıl bu kadar güvenmişler?"

Güç ve "korkak bir medya" körleştiriyor insanları.

Generallerin körlüğünü bu olayda aynen siyasi iktidarda görüyoruz şimdi.
Hesap sorutabileceğim unutmuşlar.

Ve, "üç mutfak bir odayı" hukuk diye koymuşlar önümüze.

Ahmet Altan

Master
04-09-2011, 13:47
http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/barlas/2011/09/04/sanki-kibrisi-cozduk-de-sira-gazzeyi-cozmeye-mi-geldi

Minik Not : Geleceği önemsiyorsanız ara ara okunmasında ciddi fayda var...

LAZIO
21-09-2011, 02:10
Durduk yere bu deve dişi gibi lafı niye mi ettim.. Hükümet adamlarının yazdığı “resmi telefat raporuna” bakarak.. O raporda Atatürkümüz’ün millete hediye ettiği Latin harfleri ile koca koca yazılı: “Erkeğin başını karısı yiyor..”

Niyetim, nisa taifesine bulaşıp şu mübarek Ramazan gününde onların hayır duasını(!) almak değil..

Bilimi konuşturuyoruz.. Nüfusa bağlı demografik sonuçlar.. Sosyal mosyal ama bu da bir bilim işte..

Sonuçlar, dirinin hesabını tuttukları gibi ölünün de hesabını tutan hükümet adamların gayreti sayesinde ortaya çıktı..

“Bizim memlekette evli erkek karısından on yıl önce ölüyor..”

Ortalaması bu..

Lafı tersine çevirirsek “Kadın kısmı ortalama olarak kocalarından on yıl daha fazla yaşıyor..”

Batı’da böyle on yıllık fark yaratan, geniş aralıklı bir hayat ortalaması yok.. Bizde var.. Demek ki bizim kadınlar daha kıyıcı..


***


Laf beyliktir ama tekrarlamakta mahzur yok..

Kadının hayatı evlendiği gün başlar, erkeğinki de nikâh masasında biter..

Ondan sonrası besbelli “bitkisel hayat” gibi bir şey..

Nikâh defterine imza atıp da zamanı geriye doğru saydırmaya başladın mı bileceksin ki kurtuluşun olmayacak..

Kadın teknik olarak “başının etini yemekten” başlayıp, bütün vücut hücrelerinin birer birer hakkından gelecek.. Çareyi öte dünyaya firar etmekte bulacaksın..

“Yok daha neler.. Benim karım öyle değildir..” demeyin.. Başınıza geleceğin farkına bile varmazsınız..

Gerçi bazı belirtileri vardır ama erkek kısmısı nedense bunu hep hafife alır..

ERKEN TEŞHİS

Evli bir kadın, kocasını başkalarının yanında eleştirmeye başladı mı bilin ki süreç de işlemeye başlamıştır..

En hafifinden bir eleştiri “Bizimki çok yumuşak başlı.. Hakkını hiç aramaz..” türünden bir laf sokma mesela..

Başlangıçta dozlar hep küçüktür..

“Alışveriş yapmayı bilmez ki.. İlk gördüğünü alır..”

“Bir gün de çocuklarla o ilgilense..”

“Anasının ağzının içine bakar..”

Erkeğin bünyesi bu laf sokmalara bağışıklık kazandıkça kadının verdiği doz artar..

Evliliklerde “Senin için saçımı süpürge ettim..” lafına gelindiğinde bilin ki o lafın muhatabı olan erkek, erken gidicidir..

Evlilik ilişkisinde erkek de kavga eder.. O da ağzına geleni söyler.. Lakin erkeğin kavga anındaki saldırıları Kandil Dağları’na yapılan hava hücumları gibidir..

Arka arkaya beş on sorti, ondan sonra hız kesilir..

Kadının saldırısı ise düşük yoğunlukta ve süreklidir.. Şiddet içermeyen ama insanın içine koyan beş on cümleyi her gün erkeğin bünyesine verir..

Tahribat belli olmasa da her küçük saldırıda erkek binlerce vücut hücresi kaybeder..

Orta yaşlarda günlük hücre kaybı ortalama yüz eli bin ise kadının sistemli saldırıları sayesinde bu günde iki yüz elli bin ortalamaya çıkar..

Nüfus istatistiklerimize yansıyan “on yıllık hayat farkını” ortaya çıkaran da bu aşırı hücre kaybıdır..


***


Televizyonlardaki evlilik programlarını izleyin..

Elli, altmış yaş aralığındaki kadınların çoğu kocalarını öbür tarafa teslim edip gelmişler..

Aynı yaş aralığında olup da eş arayan erkeklerin çoğu boşandıkları için oradalar..

Hâlâ evlenmek için programdan programa gezinmeleri ise bir önceki nikâhlarında bünyelerine giren “evlilik virüsünün” etkisinden..

Erkeğin erken yolcu olmasına sebep olan bu virüsün diğer yan etkisi de erkeği sersemletmesi.. Veya mevcut sersemliğini ikiye katlaması..

Erkeğin zaman zaman kendini mutlu sanması da bu sebeptendir.. Demek ki bu virüs kafa da yapıyor..

ŞARTIMIZ VAR..

Evlilikte tartışma kaçınılmazdır..

Erkek sersem gibi bu tartışmalara dalarsa, bünyesindeki hücre kaybı daha çok olur.. Burada haklı olup olmamak önemli değildir..

İşin doğrusu şudur:

Erkek hatalıysa, lafı gevelemeden bunu itiraf etmelidir.. kadın hatalıysa erkek susmalıdır..

Bunu söylemekten dilimde tüy bitti ama tekrarında fayda var..

Evlilik ilişkisinde kadın tavuk ise erkek solucan kapasitesindedir.. Tavukla tartışan solucan hep kaybeder.. İyisi mi susup, ömrü uzatmaya bakmalı..

Şimdiii.. Kadınla yaşamayı seçen erkek için hiç mi umut yok, diye soracaksınız..

Erkek kısmısının “gönüllü hayat koçu” olarak söyleyeyim, var.. Ama şarta bağlı..

O şartları da Çin’de yaşayan bir bilge kişi belirlemiş.. Çinli bilge kişi evlenmeye niyetlenen erkeğe beş önemli tavsiyede bulunuyor..

“Bulacağın kadın hem evde marifetli olsun hem de sana kendi işinde yardım edebilsin.. Aynı zamanda kendisi de zengin olsun..”

(Tövbe estağfurullah.. Sövdürecek beni..)

“Bulacağın kadın esprili, şakacı, gülmeyi ve güldürmeyi bilen biri olsun..”

(Konservatuarların çevresindeki kafelere dadan mı demek istiyor acaba?)

“Bulacağın kadın güvenilir olmalı ve yalan söylememeli..”

(İyi de evlenmeden önce nasıl test edeceksin?)

“Bulacağın kadın yatakta da iyi olmalı.. Bunu sevmeli..”

(Bu da bir çeşit piyango.. Geldik en önemli şarta..)

“Bulacağın bu dört kadın birbirini tanımamalı..”

(Oley be!)

Ne öğrendik şu anada kadar?

Biiir.. Ya doğru seçimler yapıp, seçtiğin kadınları yüz yüze getirmeyeceksin..

İkiii.. İmkânsızlıktan veya yeteneksizlikten tek seçenekte kalmışsan, tartışmayacaksın..


***


Erkeğin kadınla tartışma kapasitesi sınırlı olduğundan bu tür zorlamalar aşırı hücre kaybına sebep olur.. Kadında ise bu yetenek sınırsızdır..

Çünkü kadının kasnak (basen) dediğimiz nahiyesi erkeğinkinden daha yağlıdır.. Burada “Steatopoji” dedikleri kıç yağı bulunur..

Aynı yağ devenin hörgücünde de vardır.. Deve bu sayede on dokuz gün su içmeden çölde yürüyebilir..

Kadın da o yağ sayesinde çıkan bir kavgayı, hiç yorulmadan, o yağdan beslenerek günlerce sürdürebilir..

Anladınız mı şimdi?

Haaa! “Benim popom da fena değildir.. Kavgadan, tartışmadan kaçmam..” diyorsanız o başka..

Dötüne güvenen borazancıbaşı demişler..

S.Duman

AnnE
28-10-2011, 08:17
Mustafa Mutlu-VATAN

Devletler; bu tür toplumsal felaketlerde meydana gelen yarayı sarma yöntemlerine göre üçe ayrılır:

Sosyal devlet: Tüm zararı üstlenir. Bütçeden aktardığı parayla ya da ilgili kamu kuruluşları aracılığıyla felakete uğramış yurttaşların barınma, beslenme, giyinme, sağlık, eğitim gibi tüm ihtiyaçlarını karşılar.

Kapitalist devlet: Bu tür felaketlerde sadece arama-kurtarma ve ilk yardım hizmetlerinin ulaşmasını sağlar. Gerisi, vatandaşların afetlerden önce yaptırmış oldukları “sigorta”lara kalır... Burada yük, vatandaşların kendi omuzlarındadır. Çünkü bu sistemin geliştiği ülkelerde; vatandaşların sigorta primlerine bütçelerinden ayırdığı para yüzde 25’leri bulur.

Cemaat devlet

Bu tür devletler, afetler karşısında elini cebine atmaktansa, toplumsal dayanışmayı, yardımlaşmayı teşvik eder... Üç beş kuruşa kolayca çözebileceği sorunlar için bile, vatandaşların devreye girmesini ister... Elbette hastaneleriyle, çadır kentleriyle, bakanlarıyla, bürokratlarıyla afet yerinde olur ama... Afetzedelerin ihtiyaçlarının giderilmesi, vicdan sahibi diğer vatandaşların devreye girmesine bağlıdır.


***


Gelelim bizdeki sisteme...

Devlet; Körfez Depremi’nden sonra iki önemli adım attı...

Birincisi; DSP-MHP-Anavatan hükümetinin projesiydi ve“sosyal devlet” olmaya yönelik bir adımdı. Özel İletişim Vergisi diye bir şey uyduruldu ve bu verginin sadece iki yıl alınacağı açıklandı. Ancak, AKP hükümetleri bu vergiyi kaldırmadı, 12 yılda yaklaşık 30 milyar lira toplandı. Bu para, bütçe açıklarını yamamakta kullanıldı!

İkinci adım ise tamamen AKP’nin projesiydi: “Kapitalist” sitemlerdeki sigorta yöntemi tercih edildi ve devletin bir daha depremzedelere konut yapma gibi ağır mali yük getiren projeleri üstlenmeyeceği ilan edilerek, Zorunlu Deprem Sigortası’na geçildi.

“Sosyal devlet” hayata geçirilmedi, çünkü deprem için toplanan Özel İletişim Vergisi çarçur edildi...

Kapitalist sistem hayata geçirilemedi; çünkü zorunlu kılınmasına rağmen Deprem Sigortası yaptıranların oranı ülke genelinde yüzde 25’lerde, Van’da yüzde 9’da kaldı.

Böyle olunca da yük yine, “yüksek vicdan sahibi” Türk halkının omuzlarına bindi.

Yani; “cemaat devlet sistemi” devreye girdi ve depremzedeler için “duygu sömürüsü senaryosu” sahneye konuldu.

Başbakan da bu tür yardım kampanyalarına bizzat destek olarak, “cemaat devleti”nin koordinatörlüğünü üstlendi.


***


Peki; Türkiye Cumhuriyeti, gerçekten bu tür kampanyalardan toplanacak paralara muhtaç mı?

Elbette değil... Bizzat ekonomiyi yönetenlerin ve Başbakan’ın yaptığı açıklamalara göre dünyanın en gelişmiş 20 ekonomisi arasındayız!

Devlet istese, depremin yarasını kimseye muhtaç olmadan sarabilir...


***


Eğer, “Uydurma Mustafa Mutlu, yok böyle bir para” diyorsanız; hemen bir örnek vereyim:

Sadece Kaddafi’yi devirmek için ayaklanan Libya’daki şeriatçılara önce 300 milyon dolar, Kaddafi’nin linç edilmesinden sonra bir 80 milyon dolar daha verdik.

Hatta bu paranın 10 milyon dolarını, bavula koyarak bizzat Dışişleri Bakanı götürüp teslim etti.

Yani kendi depremzedesi için televizyonlarda yardım kampanyaları düzenleten ve 127 milyon lira toplatan devlet; bunun daha fazlasını bir çırpıda, başka bir ülkenin rejimini değiştirmek için harcadı!

***


Sakın yanlış anlaşılmasın; Van’daki kardeşlerimizin yaralarını elbette saracağız ve bunun için canımızı dişimize takacağız...

Ama bilin ki... Doğru olan bu değil!

Doğru olan; cemaat devlet anlayışından bir an önce kurtulmak!

Master
17-11-2011, 14:39
Kusura bakmayın beyler!
Mademki “istediğiniz kadar düşünce adamı, medya mensubu olun...” diye lafa girip özgürlüklere sınır çeken bir Başbakan var,
...ve mademki artık “25 kuruşa simit yok”...
...o halde bize, giderek daraltılan o sınırları genişletmek ve çok pahalı hale gelen hürriyet simidini 25 kuruşa çekmek için mücadele etmek düşer.
* * *
Buyrun “sınırlı özgürlük” dayatmasına ilk cevap:
“Hapisteki Yazarlar Günü”nde, hapisteki yazar arkadaşımız Ahmet Şık’ın basılmadan toplatılan kitabı “Dokunan Yanar”, 22 Kasım’daki ilk duruşması öncesi, 127 yazarın ortak imzasıyla yayımlandı.
Farklı görüşten isimler, yasaklara karşı ifade özgürlüğünü savunmada nihayet yan yanayız...
* * *
İki hafta sonra da meslektaşım, komşum Mustafa Balbay, hapiste 1000 günü devirecek.
“1000 gün tutukluluk”, kaç kuruşluk simide denk gelir ki?
Üstelik bugün “sınırlı özgürlük”ü savunan, “özgürlüğün de sınırı var” diye şiir okumaktan hapse atılmış bir Başbakan...
Bir şair anısı anlatayım bari:
Balbay’ın defterini inceleyen polis, onun Sabih Kanadoğlu ile görüşmesinden şu notu bulmuş:
“Yargı bir felaket... Hani diyor ya Özdemir Asaf, ‘Bütün renkler aynı hızla kirlendi, birinciliği beyaza verdiler’; biz beyazız, kirlenmememiz lazım.”
Bunu okuyan savcı soruyor Balbay’a:
“Sabih Kanadoğlu, Özdemir Asaf isimli şahıslar kimlerdir?
Bu şahıslarla irtibatınız hakkında bilgi veriniz.”
* * *
Bugün hapisteki bir başka yazarın, Bilim ve Gelecek dergisinin editörü Osman Baha Okar’ın duruşması var.
“Adı var kendi yok Devrimci Karargâh örgütü”ne üyelikle suçlanan Okar, 14 aydır Tekirdağ F tipi cezaevinde...
Bir PKK itirafçısı, baktığı fotoğraftan kendisini Kuzey Irak’taki 15-20 kişilik grubun içinde gördüğünü söylemiş.
Okar’ın 2004-2008 arası Kuzey Irak’taki bir PKK kampında eğitim aldığı iddia ediliyor.
Okar ise “Hayatım boyunca Ankara’nın doğusuna geçmedim” diyor. Kanıt olarak da o yıllar arasında İstanbul’daki çalışma belgelerini, kira kontratlarını, fotoğraflarını, tanıklarını sunuyor.
Ama bir korku filmi bu; içine düştün mü yalan yanlış kanıtlarla kendini bambaşka bir geçmişin içinde bulabiliyorsun.
“Okar’ın Ergenekon bağlantısı” diye sunulan isim, 2000’de ölen Fransızca öğretmeni çıkmış.
Hele bir takip tutanağı var; tam Aziz Nesin’lik...
Diyor ki:
“Saat 15.15: Hedef şahıs, işyerinden çıktı.
15.20: Hedef şahıs, Moda Caddesi’ndeki nalbura girdi.
15.40: Hedef şahıs nalburdan elinde siyah poşetle çıkıp işyerine döndü.
18.30: Başka gelişme olmayınca çalışmaya son verildi.”
Eee? Suçu ne? Ne aldı nalburdan?
Cevabı yok.
2011 Türkiye’si ilerde bunlarla anlatılacak işte...
* * *
Baha Okar’ı tanımasam da, ancak ecelle çıkılabilen o zindanda, tanıdığım gazeteci-yazarlar da var.
“Hapisteki yazarlar günü” vesilesiyle (hasım-hısım ayırmaksızın) o meslektaşlarıma selam ederim.
Kusura bakmayın beyler!
Siz istediğiniz kadar siyasetçi, bakan, Başbakan vs. olun, biz düşünenlerin, gazetecilerin, yazarların “25 kuruşluk” ifade hürriyetini ve tutuksuz yargılanma hakkını savunmaktan vazgeçmeyeceğiz.

Master
19-11-2011, 16:44
CHP Tunceli (Dersim) milletvekili Hüseyin Aygün partisini karıştırdı.
Şöyle demişti:
“- n Dersim katliamının sorumlusu devlettir.
- Katliamın yapıldığı tarihte tek parti iktidarı vardı, CHP iktidardı.
- Atatürk’ün bu olaydan haberdar olmaması imkânsızdır.”
Dersim felaketinin bir “askeri operasyon olduğu” sır değil, herkesin bildiği tarihi gerçek.
O yıllarda CHP’nin tek parti iktidarı olduğu da bir “keşif” değil.
Atatürk ile ilgili satırlara gelince...
Orada kırmızı ışık yanar.
Atatürk ve Dersim ilişkisini, Ata’nın hayatını Dersim’in güçlü isimlerinden Haydar Ağa’nın kurtarması ile başlayarak yansıtıyorum:
.......................
Atatürk’ün kurduğu CHP’den Alevileri koparmak için bir planın sayfaları beklenenden önce açıldı.
Onur Öymen’in amacını aşan sözleri istismar edilerek, senaryonun uygulanmasında takvim yaprakları öne kaydırıldı.
Oysa acısı büyük olan Dersim olayları bağlamında farklı gerçekler de var.
Örneğin...
Atatürk’ün Dersim’e olan özel yakınlığı ve sevgisi...
Anlatayım...
Erzurum Kongresi sonrası Mustafa Kemal Sivas’a geçecektir.
Sarayın emriyle Elazığ Valisi Galip Bey, Dersim’in en güçlü isimlerinden Haydar Ağa’yı çağırır. Ona yüklüce bir para verir. Görevi, Mustafa Kemal’i pusuya düşürmek ve öldürmektir.
Vali Galip Bey bu görevi verirken yanında bugünlerin de güçlü politik isimlerinden birinin dedesi vardır.
Mustafa Kemal yola çıkar, “Kutu Deresi” mevkiinde otomobili Haydar Ağa ve silahlı adamları tarafından çevrilir.
Mustafa Kemal, vakur bakışlarla onları süzer ve “Kastınız beni öldürmek mi?” mealinde bir soru sorar.
Haydar Ağa, “Hayır paşam, bunu vermektir, mücadeleniz için lazım olur” diye yanıtlar ve Elazığ Valisi Galip Bey’den aldığı yüklüce parayı sunar.
Mustafa Kemal duygulanır.
Teşekkür eder.
“Ağa Ankara’ya gel.”
Ankara sürecinde Mustafa Kemal, Haydar Ağa’yı Ankara’ya davet eder ve Dersim Mebusu olmasını ister.
Haydar Ağa, teşekkür eder ama öneriye şöyle cevap verir:
“Biz buranın toprağına, dağına, çiçeğine, kuşuna alışmışız. Ankara’da yaşamam zor ama sana kardeşim Diyap’ı göndereyim. Kabul edersen, Dersim Mebusu o olsun.”
Ve böylece Diyap Ağa, Dersim Mebusu olur.
Atatürk, Diyap Ağa’ya daima özen ve ilgi gösterir.
Üstü açık Mercedes makam otomobilinde Mustafa Kemal Atatürk’ün yanındaki o ak sakallı heybetli adam, Diyap Ağa’dır.

ATA, DERSİM’E GÜVENİRDİ
Mustafa Kemal, yakın çevresinde 6-7 Dersim kökenliyi mutlaka bulundururdu.
Diyap Ağa, Mehmet Bey, Binbaşı Hasan Hayri Bey (sınıf arkadaşı olan Hasan Hayri Bey’in Atatürk’ü çok üzen dramını aşağıdaki satırlarda yansıtacağım) Girnevikli Hüseyin Ağa...
Bektaşi babası olan Albay Ragıp Bey ve gene Bektaşi babası olan Doçent Bedri Noyan ise Atatürk’ün özel doktorlarıydı.
Oda hizmetlisi Bektaş Çavuş da (Mustafa Timisi’nin kayınpederiydi) Aleviydi.
Aleviler ve Dersimliler Atatürk’ü severlerdi.
Duvarlardaki Hazreti Ali’nin resimlerinin yanında Atatürk fotoğrafı da asılı olurdu.
Atatürk’ün emriyle Dersim’e köprüler kurulmuş, yollar açılmış, okullar yapılmıştır.
Hepimizin yüreğinde acısı olan Dersim olaylarına gelince...
Dersim ve dolaylarında toprak azdır.
Hatta Atatürk bu nedenle Dersimlilere daha fazla toprak olanaklarının yaratılması emrini de vermiştir.
Ancak...
Dersim’den, civardaki iller ve özellikle Erzincan’dan şikâyetler vardır.
O civar vilayetlerin milletvekillerinden “Dersim’den gelip hayvanlarımızı alıyorlar. Bunları devlet tedip etsin” gibi öneriler gelmektedir.
İsmet İnönü ve Mareşal Fevzi Çakmak, Dersim coğrafyasında düzenin sağlanması işini üstlenir.
Onlar da harekât için Şükrü Paşa’yı görevlendirir.
Ve ne yazık ki, hepimizin yüreklerini dağlayan çok acı bir silahlı operasyon yapılır.
Bugün hâlâ izleri derin olan bir dramdır Dersim halkının maruz kaldıkları...
Araştırmalardan ve birinci ve ikinci nesil ağızlardan dinlediğim kadarıyla, Atatürk’ün “amacını çok aşan” ve “çocukları, kadınları da kapsayan ölümlerden bilgisi yoktur.”
O kadar ki...
Sonunda güvenilir biri tarafından “Paşam, sizin çok sevdikleriniz, yakın bulduklarınız idam ediliyor” diye bir uyarı alır.
Gerçekten 3 önemli isim için idam sehpaları kurulmuştur.
Bunlardan biri, sınıf arkadaşı Binbaşı Hasan Hayri Bey’dir.
Diğeri Kâreli Mehmet Bey’dir.
3’üncüsü ise Hz. Muhammed soyundan bir Alevi dedesidir.
Atatürk, “Derhal durdurulsun” emrini verir.
Ama... Ne yazık ki çok geç...
Hasan Hayri Bey ve Kâreli Mehmet Bey infaz edilmişlerdir bile... İlginç bir ayrıntı var.
Önce Peygamber soyundan Alevi dedesi idam edilecektir ama Hasan Hayri Bey, “Ben senin idamını görmeye dayanamam. Önce beni assınlar. Sen duamı yap” demiştir.
Kâreli Mehmet Bey de aynı isteği tekrarlamıştır.
Atatürk’ün “durdurulsun” talimatı geldiğinde sadece Alevi dedesi henüz asılmamıştır. Böylece hayatta kalmıştır. Onun adını şimdilik anmayalım.
Kimseyi rahatsız etmemek için kimliğini yazmıyorum.
Onun kanını taşıyanlar tarafından adı ve nefesi en güzel şekilde sürdürülüyor.
.........................
İşte Atatürk ve Dersim ilişkilerinden gerçeği yansıtan anılar.
........................
Yukarıdaki satırları geçen yıl bu ay yazmıştım.
Tunceli milletvekili Aygün’ün söylemiyle Dersim olayının yine gündeme taşınması üzerine bir kez daha yayımlanması faydalı olur diye düşündüm.

Güneri Cıvaoğlu

LAZIO
20-11-2011, 23:55
Başbakan Erdoğan’ın Arap Baharı ardından “ülkesini bölgesel güce dönüştüren lider” nitelemesiyle TIME’a kapak olduğu günlerde CHP’de “Dersim isyanı” yaşanıyor olması ilginçtir.
Atatürk’ün manevi kızı, ilk kadın pilot Sabiha Gökçen’in “Atatürk’ün İzinde Bir Ömür Böyle Geçti” kitabında Dersim anıları da yer alıyor. Gökçen’in anılarını Oktay Verel kaleme almış, Türk Hava Kurumu (1981) yayımlamış.
Kitabın 417. sayfasından itibaren Sabiha Gökçen’in Eskişehir Hava Okulu’ndaki pilotluk eğitimi ve katıldığı askeri manevraları yakından izleyen Atatürk’le ilgili bölümler ve fotoğraflara yer verilmiş. Bunların 7,8 adedi Dersim’e hareket öncesi çekilmiş kareler.
En çarpıcı olanı “Dersim’e uçan uçakların ardından”, Atatürk’ü gökyüzüne bakarken gösteren fotoğraf. Resim altını Sabiha Gökçen yazmış:
“Bu benim çok sevdiğim, bana göre de çok anlamlı olan bir fotoğraftır. Bizim filo Dersim’e hareket ettikten sonra Atatürk yanındakilerle birlikte büyük boşlukta bizi kaybolana kadar izlemiş sonra dudaklarından biraz üzgün, biraz kırgın şu kelimeler dökülmüş: ‘Ulusal Kurtuluş savaşını bu millet el ele gerçekleştirmişti. Şimdi bu birliği bölmek, bozmak, barışa kan bulaştırmak istiyorlar. Yazık... Çok yazık.”
Bir başka fotoğrafa “Harekâttan birkaç dakika önce” notu düşülmüş:
“Dersim’e uçuyordum. Asker arkadaşlarımla, meslektaşlarımla birlikte isyancıları susturmak görevini almıştım. Atatürk’ün bana verdiği silah da üzerimdeydi. Ulusum için ilk kez büyük bir işe gidiyordum. Makbule Atadan hanımefendi, ‘Korkuyor musun?‘ diye sordu. Güldüm: ‘Bölgeye barışı sağlamak için gidiyorum. Korkan insanın barış için savaş vermesi mümkün mü?’”
Ve “Makineli tüfek kontrolü” yapılıyor:
“Ne olur ne olmaz diye bir de makineli tüfek kontrolü yapıyor, silahı yağlıyor, mermileri sayıyor, herhangi bir taarruza uğradığımızda ne yapacağımızı birbirimize anlatıyorduk. Ben Atatürk’ten aldığım direktif üzerine, şayet uçağımız düşecek olursa derhal silaha sarılacak ve asla asilerin eline sağ olarak geçmeyecektim! Önce onlarla dövüşecek sonra da son kurşunu kendi beynime sıkacaktım.”
Sabiha Gökçen Atatürk’ün Dersim’le ilgili duygularını, hüznünü şöyle anlatıyor:
“Hiç beklemediği, hiç istemediği bir şey olmuştu, Atatürk’ün. 1937 yılında ülkeyi bölmek isteyenler Dersim’i seçmişlerdi. Oysa burada namuslu, ülkeye bağlı insanlarımız yaşıyordu. Bir avuç maceraperest halkı kışkırtıyor onlara asla yerine getiremeyecekleri vaatlerde bulunuyorlardı. Çoğu kanmıyor, inanmıyor ama içlerinde az da olsa silaha sarılan vardı. Türkiye huzura, barışa muhtaçtı. Atatürk bu meselenin bitmesini huzur ve kardeşliğin yeniden tesisini emretti. Bu nedenle uçaklarımız da ben de Dersim harekâtını olduğu yerde bitirmek, bu yangını söndürmek üzere göreve koştuk.”
Dersim gerçeğiyle yüzleşmek isteyenler için Gökçen’in anıları iyi bir kaynak.

Derya Sazak

Master
22-11-2011, 07:56
Dün de havaalanının tabelasından “Sabiha Gökçen” adının çıkartılmasını istediler...

Yeni adı şöyle olsun:

“Derviş Mehmet Havaalanı...”

Dedelerinin adıdır ne de olsa...

*

Türkiye örtülü faşizmin hukuksuzluğunda debelenirken “Dersim katliamının sorumlusu CHP ve devlettir” diyerek tartışmayı ne yazık ki bir CHP milletvekili başlattı...

Bülent Arınç duydu...

Bunu unutmuştu aslında...

Hatırlatılınca yuvarlak gözleri döndü...

Düğüne geç kalmış gibi kurbağalama yetişip “Dersim katliamı ortaya çıkartılmalı ve gerçeklerle yüzleşilmelidir” dedi...

*

Arkasından Cumhurbaşkanı...

Aynı kafanın “siyaset üstü ve tarafsız Cumhurbaşkanı” olduğu için dedi ki:

“Tartışılsın ama ölçüsü iyi bilinsin.”

Ölçüsü?..

Diyelim ki devletin tepesine uzanan “kayıp trilyon” dosyası açılamıyor...

“Evrakta sahtecilik” dosyasına dokunulamıyor...

“Deniz Feneri” dosyasının Türkiye ayağına bakılamıyor...

“Cemaat yapılanmasına” bakan savcıyı hapse attılar...

“Kayseri başta olmak üzere belediyelerdeki hırsızlık” dosyalarını Kılıçdaroğlu hazırlayıp önlerine koydu, açmadılar...

Ama gidiyorlar; yıl 1938...

“Dersim dosyasına” bakacaklar...

*

Ve dün...

AKP Milletvekili Mehmet Metiner yetişti...

Çok bulunmaz bir adam olduğu için, onun değerli görüşlerinden burada söz etmeden geçemeyeceğiz...

“Sabiha Gökçen Havaalanı’ndan, Sabiha Gökçen adı çıkartılsın” dedi...

Dersim isyanının bastırılmasına savaş pilotu olarak katıldığı için...

*

Çıkartılsın...

Hatay’ı vermek istemeyen Fransız heyetine “Hatay bizim canımız” diye haykırıp salonda havaya kurşun sıkan kadın...

Dünyanın ilk kadın savaş pilotu... 1996’da ABD’nin açıkladığı “dünyanın 20 büyük pilotu” afişinde yer alan tek Türk...

Cumhuriyet’in simgelerinden...

Atatürk’ün manevi kızı...

*

Anlıyoruz aslında; Dersim’iz Atatürk’ü tekmelemek...

Havaalanının adını “Derviş Mehmet Havaalanı” koyarsınız...

Kubilay’ın başını kesen dedeniz ne de olsa...

+++++

Minik Not : Çok deşilirse Celal Bayar ve Menderes birdaha asılır....

LAZIO
22-11-2011, 15:51
"Gunun kosullarinda problemin cozumu icin tek alternatifin bu idi....Yeni kurulmus bir Cumhuriyette ciban basinin baska bir yontemle halli soz konusu degildi....Memleketin menfaati icin sartlar bunu gerektiriyordu...."Gecerli argumanlar....Tartisilir...

Ancak "Haberi yoktu,zaten hastaydi,duyunca cok uzuldu"seklindeki geleneksel,irrasyonel inkar ve carpitma ugraslari Ataturk dusmanlarinin eline koz vermekten baska bir ise yaramaz....LAZIO

--------------------------------------------------------------------------

Master
24-11-2011, 06:33
Dersim’e ne dersin?



Dersim’i bombalayan...

Devlet değil, CHP.
PKK’yla masaya oturan...
AKP değil, devlet.

İyi di mi?

Sene 1937... Mustafa Kemal, başbakan Celal Bayar’la birlikte Tunceli’ye gelip, Murat Nehri üzerindeki Singeç Köprüsü’nün açılışını yapacaktı. Köprünün ucunda karakol vardı. Basıldı. 33 asker şehit edildi. Peşinden... Telefon hatları kesildi, pusular kuruldu, Mazgirt Köprüsü havaya uçuruldu, jandarma taburu vuruldu, 56 asker daha şehit oldu.
Film koptu.

Elebaşı Seyit Rıza’ydı...
Başbakanımızın “hikâyesi yürek burkucudur” dediği Seyit Rıza.

Kukla’ydı...
Kendisini oynatanların ipleri bıraktığını hissedince, paniğe kapıldı, İngiltere Dışişleri Bakanı’na mektup yazdı, Suriye’deki İngiliz Elçiliği’ne gönderdi.

Yalvaran mektubunda, Anadolu için “çorak toprak” derken, “Kürdistan bereketli toprak diyordu... “Sayın ekselansları” diye başlıyor, “Türk Hükümeti yaptığı anlaşmalar sayesinde dış baskılardan kurtuldu, Dersim’e girmeye kalkıştı, Türk ordusunu başarısızlığa uğrattık, direnişimiz karşısında Türk uçakları bombalamaya başladı” diye vaziyeti anlatıyor, “sayın ekselanslarına sesleniyorum, hükümetinizin yüksek manevi etkisinden Kürt halkını yararlandırmanızı istirham ediyorum, en derin saygılarımın kabulünü rica ediyorum” diye bitiriyor, “Seyid Rıza” diye imzalıyordu.

Hal böyleyken... Seyit Rıza’yı “masum” göstermeye çalışan arkadaşlar, böyle bir mektubun asla varolmadığını iddia ediyor. Altında kabak gibi “Seyid Rıza” imzası bulunmasına rağmen, Seyit Rıza yazmadı, Nuri Dersimi yazdı diyorlar. Üstelik, sanki Fransa babamızın oğluymuş gibi, “o mektup Fransa’ya yazıldı, Fransa Devlet Arşivleri’nden doğrulamak mümkün” diyorlar.

Gel gör ki...

Londra’da The National Archives diye bi yer var. İngiltere devlet arşivi... Kayıt ofisine gidiyorsun, “FO 371/20864/E5529” numaralı belgeyi rica edebilir miyim kardeş diyorsun, hay hay deyip, yukardaki mektubu veriyorlar. 50 pens filan, fotokopisini alabiliyorsun.

Demem o ki.
Taa 1937’ye gitmek zor ama...
Buckhingham Sarayı’yla The National
Archives’in arası metroyla üç dakka.

Hazır, frak giyerek yakasına şövalye nişanını takan Cumhurbaşkanımız ordayken... Yemekte Windsor kuzusu ikram eden Kraliçe’ye “tarihimizle yüzleşelim” dese fena olmaz yani.

AnnE
24-11-2011, 08:14
http://www.haberturk.com/yazarlar/ece-temelkuran/690592-bu-yaziyi-siz-okumayin

Ramo
27-11-2011, 19:50
Bu iktidar ülkedeki, neredeyse yüz yıllık, yaraları kaşıyarak kanatmaktan hangi faydayı ummaktadır, çok merak ediyorum. Birleştirmek yerine ayrıştırmayı ilke edinmek; benzerlikler yerine farklılıkları ortaya sürmek, hangi amaca hizmet etmektir! …

Dersim ayaklanmasından tutun da İskilipli Atıf Hoca’ya kadar bir kaşıma operasyonuna girişenlerin asıl maksadının Cumhuriyet ve Atatürk olmadığını düşünmek ve söylemek saf dillik olacaktır. Kurulan Cumhuriyetten ve Atatürk’ten öç almanın yeni yöntemi budur, günümüzde.

Sanki Dersim’de bir ayaklanma olmamıştır. Sanki Seyyid Rıza denilen adam ve eşkıyaları Hozat’ı işgal etmemiş ve katliam yapmamıştır. Sanki bu çapulcu sürüsü Erzincan köylerine saldırılar düzenlememiş, köyleri işgal etmemiştir. Sanki Dersim’de Sin köyüne baskın düzenleyip tüm ahaliyi öldürmemişlerdir. Sanki Seyyid Rıza’nın yoldaşı Baytar Nuri İngiliz hükümetine mektup yazarak silah ve asker yardımı istememiştir. Sanki Dersim operasyonunda on dört bin silah ve mühimmat ele geçirilmemiştir. Sanki Dersim’de karakollar basılmamış Türk askerine katliam uygulanmamıştır. Türk hükümeti durup dururken Dersim’e girmiş ve katliam yapılmış gibi bir hava estirilmektedir. Katliam yapmayı aklına koymuş bir devlet neden Seyyid Rıza’yı canlı yakalasın? Bulduğu yerde öldüremez miydi? … Türk devleti Dersimlilerden nefret ediyordu ise ve onları yok etmeyi planlıyordu ise neden tamamını öldürmedi de aşiretlerin bir bölümünü ülkenin çeşitli vilayetlerine sürgüne gönderdi? Neden Seyyid Rıza’nın ailesini tamamen ortadan kaldırmadı?

Sayın Başbakan konuşmalarında gösterdiği “Devlet belgelerini” yarım yamalak okumakta, sadece ölen Dersimli sayısını vermektedir. Şehit olan askerlerimizin sayısı da vardır o belgelerde. O belgelerde yakalanan silah ve mühimmat sayıları da mevcuttur. O belgelerde Dersim bölgesinde bu aşiretlerin yaptıkları katliamlar da anlatılmaktadır. Başbakanımız sadece ölen isyancı sayısını vererek nereye varmaya çalışıyor? …

Bir devlet başlatılan bir isyanı bastırmakla mükelleftir. Türk devleti de bunu yapmıştır ve yapmak zorundadır. Devlet olmanın gereği budur. Yalanlar ve kışkırtmalar üzerine kurulu bir siyasetle devlet yönetilemez. Gidilen yol yanlıştır. Yapılan siyaset yanlıştır. Tartışmalar içinde bulunduğumuz gemiyi delik deşik etmektedir.

Dersim meselesinden sonra Başbakanımız İskilipli Atıf Hoca’nın asılmasına sözü getirmiştir. Adının bir tarafında “Hoca” sıfatının bulunmasından istifade ederek bir dinî algı oluşturmaya çalışmaktadır. Kimdir bu İskilipli Atıf Hoca? Hemen kısa bir tarih hatırlatması yapalım isterseniz.

İskilipli Atıf Hoca 19 Şubat 1919 tarihinde İslam Teali Cemiyetini İstanbul’da kuran ve başkanlığını yürüten kişidir. Cemiyetin amacı; nizamnamesinde de ifade edildiği gibi, hilafetçi bir anlayışla bütün Müslümanlar arasında birlik ve kardeşliği sağlayarak, Halifenin etrafında toplanılmasını temin etmektir. Bu cemiyet, Hürriyet ve İtilaf Fırkasının bağlı bir yan kuruluşu olarak çalışmıştır. Hürriyet ve İtilaf Fırkası İttihat ve Terakki’nin karşısında yer aldığı için cemiyet de aynı karşıtlığı yürütmüş, Müdafa-i Hukuk cemiyetine ve Kuva-yı Milliye taraftarlarına karşı cephe almıştır. Cemiyet mensupları, gerek, Kuva-yı Milliye taraftarlarına duyduğu düşmanlıktan, gerekse, Millî Mücadelenin, kendilerinin Saltanat ve Hilafeti güçlendirerek kurtuluşa ulaşmak düşüncesine uymaması nedeniyle, bu hareketin karşısında yer almıştır.
Bu cemiyetin makale ve beyannameleri dönemin Milli Mücadele karşıtı olan Alemdar gazetesinde yayınlanmaktadır. Hatta bu beyannameler işgalci Yunan ordusunun uçakları ile Eskişehir bölgesinde havadan atılarak halka dağıtılmıştır. Cemiyet, düşmana karşı direnmenin yararsız olduğu görüşünde ve halifeye bağlılıktan başka bir şeyin memleketi kurtaramayacağı düşüncesindeydi. Bu sebeplerle Milli Mücadeleye cephe almış, Kurtuluş Savaşını baltalamış, hilafet ve saltanat uğruna işgal güçleri ile işbirliği yapmakta dahi bir beis görmemiştir.

Kısaca İskilipli Atıf Hoca’yı idama götüren sebepler onun dinî ve ilmî yönü değil, Kurutuluş Savaşına karşı cephe alması olmuştur. Hal böyle iken “işbirlikçilerden” ve “isyancılardan” mazlum yaratma çabası abesle iştigal bir iştir. İşte siyasi erk bu abesle iştigal etmekte bir sakınca görmemiş ve alabildiğine tehlikeli bir anlayışı günümüz siyasetinin odağına yerleştirmiştir.

En başta da söyledik: Yüz yıllık yaraları kaşıyarak kanatmak belki günlük siyasetiniz için bir an olsun rant açabilir sizlere ancak Türk devletini örselemekten başka bir işe yaramayacaktır hakikatte. Gömleklerini çıkardıklarını iddia edenler bu gün o gömleğin sırtlarındaki derilerine yapıştığını ilan etmişlerdir.
http://www.kamudanhaber.com/dersim-ve-atif-hoca-makale,886.html
Ünsal Erkan

Ramo
29-11-2011, 19:28
Bir ülke edebiyatının en dip en zifir karanlık gününü nasıl anlayabiliriz, şöyle, gazeteci Reha Muhtar geçtiğimiz aylarda dünya şiirinin büyük ustası Baudelaire’i anlatan bir yazı yazdı, işte böyle günlerde.

Ya da şöyle, hükümetin bakan tayini gibi köşe yazarlığına atanan Radikal Gazetesi yazarlarından Akif Beki, kaç zaman var ki ‘mizah üzerine’ yazılar yazıyor, işte bir de böyle günlerde.

Ya da Madımak’ta aydınların yakılmasından zerre utanç ve sorumluluk duymayanların bir günde Dersim acılarından üstelik bugünlerde beş-on yıllık tutukluluk sürelerinin üstüne politik dürüm yapıp hapur şapur yemeye başlamaları…
Yazının Devamı
http://www.odatv.com/n.php?n=yandas-oglanlara-mizah-dersleri--2911111200

Master
04-12-2011, 09:02
İstiklal savaşı filan yok, hepsi dümen!

Punta’da bayram vardı.

Yunan ordusu Pasaport’tan karaya çıkmış, İzmir Metropoliti Hrisostomos etekleri zil çala çala koşmuş, haçıyla takdis edip, “evlatlarım, ne kadar Türk kanı içerseniz, o kadar sevaba girmiş olacaksınız” diyerek yere kapanmış ve ilk ayak basan Yunan albayının çizmelerini öpüyordu.
*
Aniden... Uzun boylu, siyah takım elbiseli bi delikanlı fırladı ortaya, elinde revolver. Bastı tetiğe, trak trak trak! Efsun alayının sancaktarı karpuz gibi düştü atının sırtından. Panik... Baktılar ki, tek kişi, sarıverdiler etrafını, ilk süngüyü iman tahtasına sapladılar, sonra neresine denk gelirse, orasına... Hasan Tahsin’di o çılgın Türk. Henüz 30’unda.
*
Hükümetimiz “bu tür şayialara ehemmiyet vermeyin” diyordu hâlâ... Teori’yle pratik’in kesiştiği insan ise, vakit tamam demişti, Anadolu’ya geçiyoruz. Böyle başladı macera.
*
Ateşten gömleği giymişti ulus, aktı gitti, aylar yıllar, canlar... Takvimler 30 Ağustos 1922’yi gösterdiğinde, yer gök yarılıyor, şöyle yazıyordu hatıra defterine Yüzbaşı Kanellopulos, “Türk topçusu susmuyor, titreyerek güneşin batmasını bekliyoruz.”
*
Onun batmasını beklediği güneş, bizim için doğuyordu aslında... Çıktı bi kayanın üstüne Mustafa Kemal, haykırdı karanlığa, “Eyy Hacıanesti nerdesin, gel de kurtar ordularını!”
*
Kudurmuştu Ali Kemal... Büyük gazeteci! Kin kusuyordu köşesinden, “bu millici mahluklar kadar başları ezilesi yılanlar hayal edilemez, düşmanlar onlardan bin kere iyidir...”
*
O “mahluk”lardan biriydi İzmirli süvari teğmen Yıldırım... 18 yaşında. Vurulmuştu. 40 derece ateşli olmasına rağmen hastaneden kaçmış, cepheye koşmuş, bugün kendi adını taşıyan Küçükköy İstasyonu’nu almaya çalışırken, son nefesini vermiş, bahçesine gömülmüştü.
*
Yıldırım toprağa düşerken, 30 kadar Yunan askeri girdi, savunmasız Kuzuluk Köyü’ne... Gözleri Fatma’ya takıldı, 15’inde... “Taze incir gibi” dediler, sırıtarak... Kaçtı Fatma, evine kapandı, kapıyı kilitledi. Omuzladılar. Açılmadı. Yakalım dediler, evi yakalım, nasıl olsa çıkar. Çaktılar kibriti. Alev alev. Çıkmadı kardeşim. Çıkmadı Fatma.
*
Teğmen Şevket, Uşak’tan geçiyordu o sırada... Sakarya’da şehit olan Yüzbaşı Basri’nin anacığı yakaladı kolundan, “Basrim nerde?” diye sordu. İçi çekildi Şevket’in, boğazı düğümlendi... “Arkadan geliyor ana” dedi. Söyleyemedi gerçeği... Ve, ömrünün sonuna kadar unutamadı bu yalanını, “kendimi asla affetmedim” diye yazdı, o güne dair hatırasını.
*
“Bastır parayı, askerlikten yırt” yoktu o zamanlar... Allah kısmet ederse, romanını yazmak istediğim, Albay “deli” Halit, belinin sağında “namuslu” dediği tabancasını, belinin solunda “namussuz” dediği tabancasını taşıyordu. İşgalciye “namuslu”yla sıkıyor, işgalciden korkup geri kaçana “namussuz”u gösteriyordu, “tercih senin yiğidim, istersen buyur kaçmayı dene!”
*
“Deli”ren biri daha vardı... İstanbul’daki işgal kuvvetleri komutanı General Charpy, öfkeden deliye dönmüştü. Yırttı elindeki haritayı, fırlattı duvara, “bu hızla yarın İzmir’e girerler” dedi. İnanamıyordu. 250 bin kişilik devasa ordu, hayalet gibi çıkıp, bi ordan bi burdan dalan, hızar gibi biçen Fahrettin Altay komutasındaki süvari tarafından lokma lokma bölünüyordu.
*
Kaçıyordu Yunan.
Ecel peşinde.
*
Ve, 9 Eylül. Hava mis. İzmir’in dağlarında çiçekler açıyordu. Bornova’dan boşaldılar aşağıya doğru, dörtnala. Sonradan adı Kahramanlar olan semte geldiler. Ödenecek “bedel” vardı daha... İkinci Tümen Dördüncü Alay’dan Konyalı Mehmet, Akşehirli Hakkı, Avanoslu Ahmet, düştüler oracıkta. Bugün, anıtları var orada. “Vatan ve namus” yazıyor altında.
*
İzmir’e ilk giren süvari olma “şeref”i, İzmirli soyadını alan, Yüzbaşı Şeref’e nasip oldu. Bismillah ilk iş, koştu Şeref, Hasan Tahsin’in düştüğü yere, Hükümet Konağı’nın alnı kabağına dikti al sancağı... Asteğmen Besim, Kadifekale’ye varmıştı bile.
*
Minarelerden ezan sesi yükselirken, Belkahve’deydi, Mustafa Kemal, seyrediyordu.
*
İşgal edildiği gün, bir ulusun Kurtuluş Savaşı’nı başlatan, işgali bittiği gün, o ulusun Kurtuluş Savaşı’nı bitiren, dünyada bu özelliğe sahip tek şehir, İzmir’i... Seyrediyordu.
*
Ağır ağır karardı hava. Kavuniçi top gibi gömüldü körfeze güneş, usuuul usul... Nif’te, kendisi için hazırlanan bağevine gitti. Tek kat, taş, penceresiz, gaz lambasının cılız ışığıyla aydınlanan, buram buram Ege kokan bağevine... Etrafında, Celal Bayar’ın “Galip Hoca” lakabıyla dağlarda örgütlediği efeler... Yorgundu. Yemek getirdiler. Yemedi. Cıgara çıkardı. Kahve istedi. “Biliyor musun İsmet” dedi... “Bir rüya görmüş gibiyim.”
*
Karabasanla başlayan, 3 yıl 3 ay 22 gün süren, mucizeyle biten bir rüya... Sona ermişti.
*
Taa ki... AKP’nin ilahiyatçı mebusu İhsan Şener, TBMM çatısı altında, “biliyor musunuz” diye başlayıp, “Yunanlıların Türklerle savaşı yok. Bütün şehitlikler temsili” diyene kadar.
*
Yasu vre!

Yılmaz Özdil

buena vista
11-12-2011, 10:16
Cübbeli Ahmet Hoca’nın karizmasını aslında Malta’daki jet-ski görüntüleri çizmişti.
“Beyaz kadın ticaretini azmettirmek”le, Fas’tan, Kazakistan’dan kadın getirtmekle suçlanması, “karizmanın yarılması” olarak nitelenebilir ancak...
Hoca, 17 Ağustos depreminden sonra “Rabbim zina yuvalarını vurdu” yorumunu yapmıştı.
Son operasyona ilişkin yorumunu merakla bekliyoruz.
* * *
“Henüz iddia” diyelim ve asıl konumuza geçelim:
Malumunuz Milli Eğitim Bakanlığı, okullardaki bilgisayarlardan yararlanan milyonlarca öğretmen ve öğrencinin hangi sitelere girip hangilerine giremeyeceğine karar veriyor.
Sakıncalı gördüğü siteleri listeleyip erişimi yasaklıyor.
Facebook, YouTube, twitter gibi en popüler internet mecraları okullarda yasak mesela...
Merak edip bir öğretmen arkadaşıma kendi internet sitemi sordum.
Okuldaki bilgisayara “candundar.com.tr” yazdı.
Ekranda gördüğü sonucu bana okudu:
“Bu siteye erişim, sakıncalı içeriğinden dolayı, Milli Eğitim Bakanlığı isteğiyle, Türk Telekom A.Ş. tarafından engellenmiştir.”
Vay canına!
Yazılarım ders kitaplarına girdi, belgesellerim sınıflarda gösterildi, ama siteme okullardan girilmesi yasak demek...
Daha önce aynısı Prof. Emre Kongar’ın başına gelmişti. O bunu ekrandan dile getirdiğinde Milli Eğitim Bakanı açıklama yapmış ve “Milyonlarca siteyi tek tek denetlemenin olanaksız olduğunu” belirterek “Bütün kişisel siteleri yasakladık. Benim siteme erişim de kapalı” demişti
Eh, makul!
Öğretmen arkadaşımdan rica ettim.
Mehmet Ali Birand’ın kişisel sitesini tıkladı.
Erişim açık...
Uğur Dündar?
Erişim açık...
Başka bir dert olmalı...
* * *
Muzırlık bu ya; arkadaşıma “‘Cübbeli Ahmet Hoca’ yazsana” dedim.
Bingo!
“Cubbeliahmethoca.tv” sitesi, okullarda hizmetinizde...
Dilerseniz “eserleri”ni, dilerseniz “tv programları”nı izleyebiliyor, ziyaretçi defterine methiyeler yazabiliyorsunuz.
Kadın ticareti suçlamasıyla gözaltına alınan, “halkı alenen düşmanlığa teşvik”ten sabıkası bulunan Cübbeli Hoca okullarda serbest, ben yasaklıyım.
“Hoca” sayılmadığımdan mı?
Cübbesiz olduğumdan mı?
Sormaz mısınız Fethullah Hoca’nın sitesini? Sordum tabii...
Doğru tahmin ettiniz:
“Tr.fgulen.com”, ardına kadar açık...
Harun Yahya?
Tabii o da...
“Turandursun.com”, “bulunamıyor”.
Ama “Turan Dursun ve diğer ateist yazarlara cevaplar” içeren “turandursun.org” açık...
* * *
Diyelim okulda biyoloji öğretmenisiniz; çocuklara “Evrim teorisi”yle ilgili ödev verdiniz. “İnternette araştırın” dediniz.
Google’a “evrim teorisi” yazınca, teorinin yalanlarına ve nasıl çöktüğüne dair yüzlerce site çıkacak karşılarına...
Teoriyi hakkıyla anlatan adil bir değerlendirme bulmak için epey arka sayfalara gitmeleri ve çok uğraşmaları gerekecek.
O yüzden ödevler, hayli dini içerikli geliyormuş son dönemde; tıpkı teşvik edilen siteler gibi...
“Eğitimde teknolojik devrim” sayesinde yakında tüm öğrencilerin tablet bilgisayarı olacak.
Ve “haram filtreli helal internet”te rahatça gezebilecekler. ( CAN DÜNDAR ADA )
Ne güzel değil mi?

MİLLİYET

Master
14-12-2011, 07:46
Bütün çocukluğu babasının yün dükkânında geçtiği için Sadullah Ergin, Uzunçarşı esnafları için “bizim oğlan”. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki eğitimi dışında hep Hatay’da yaşamış. Hoşgörü kenti Hatay’da, imam hatipli Sadullah Ergin’e Alevisi, Yahudisi, Hıristiyanı tüm vatandaştan, kendi ifadesiyle “teveccüh” var. Ergin, hemşerilerinin karşısına tek mesajla çıkıyor: “2002 Türkiye’sine mi dönmek istersiniz, daha da iyi günler mi görmek istersiniz. Sadullah bizim çocuk oy verelim diye oy istemiyorum sizden, kendiniz için en doğru tercihi yapın.”


Habur’da nasıl oldu bu iş?


Adalet Bakanı Sadullah Ergin, “milletvekilleri çıkarsa, teröristlerle, tecavüzcüler de çıkar” diyor. Bu gerekçeyle de tutukluluk süresinin kısaltılmasına karşı çıkıyor.
Bakan, teröristlerin çıkmasından kaygı duyuyor demek ki...
Peki Habur’da nasıl oldu bu iş?
Hatırlayalım:
Bir siyasi anlaşma gereği PKK’lılar Habur’dan zafer işaretleriyle giriş yaptılar.
Her zanlıyı kilometrelerce uzakta da olsa mahkemeye getirten Türk yargısı, bu kez PKK’lıların ayağına gitti.
Habur’a bir seyyar mahkeme gönderildi. Gelen PKK’lılar bu mahkemeye çıkarıldılar.
“Değiliz deseniz de pişmansınız”
PKK’lılara denildi ki:
- Eğer pişman olduğunuzu söylerseniz, pişmanlıktan yararlanacak ve serbest kalacaksınız.
PKK’lılar cevap verdiler:
- Biz pişman değiliz, pişman olduğumuzu da beyan etmeyiz.
PKK’lılar ne terör örgütüne mensup olduklarını inkâr ettiler ne de pişmanlık belirttiler.
Habur’a ayaklarına giden mahkeme hüküm kurdu:
- Hal ve hareketlerinden pişman oldukları anlaşıldığından...
PKK’lılar aksini söyledikleri halde pişmanlıktan yararlandılar ve serbest kaldılar.
“Biz PKK’lıyız” demelerine rağmen terör örgütü üyeliğinden tutuklanmadılar, bu konuda bir soruşturma dahi açılmadı.
Habur’a geldikleri gibi yine otobüsün üzerinde, zafer işaretleri yaparak yollarına devam etiler.
O zaman Adalet Bakanı Ergin, bu karar örnek oluşturur, diğer teröristler de talep ederler, ayaklarına mahkeme isterler, sonra pişmanız demedikleri halde serbest kalırlar, demedi...
Böyle çifte standart uygulayan bir yargı sistemimiz var, maalesef.
Şimdi Adalet Bakanı’nın çıkıp, tutukluluk süresini kısaltırsak teröristler ve tecavüzcüler de serbest kalır, demesi iyi bir demagoji örneğinden başka anlam taşımıyor.

Bakan’ın karıştırdığı süre


Adalet Bakanı Ergin’in, “yargılama süresi kısalırsa tutukluluk süresi de kısalır” ifadesi, bir ön kabulle hareket ettiğini gösteriyor.
Tutukluluk süresinin kısalmasını yargılama süresinin kısalmasına bağladığına göre, demek ki Ergin, yargılamanın tutuklu yapılmasını esas alıyor; anlamı çıkıyor. Oysa, hukukumuzda tutuksuz yargılama esas, tutuklu yargılama bir istisna. Buna karşın Adalet Bakanı’nın bunun tersini düşündüğü anlaşılıyor.
Bakan’ın ifadesi, dün CHP milletvekili Rıza Türmen ve Grup Başkanvekili Emine Ülker Tarhan’ın da vurguladıkları gibi, yargılama süresi ile tutukluluk süresini birbirine karıştırdığını düşündürüyor. Tutuksuz yargılama esas olduğuna göre, tutukluluk süresini yargılama süresine bağlamak temel bir yanlış.
Tabii Adalet Bakanı Ergin’in bir hukukçu olarak bunu bilmediğini düşünmek çok zor. Karışıklığı bilerek yaptığını düşünmek daha gerçekçi duruyor.

Geç gelen adalet

Bakan Ergin’in bu yaklaşımı, milletvekillerinin tutukluluk halinin devamını dolaylı olarak destekleyen bir anlayış.
Geç gelen adalet adalet değildir, özdeyişinin çok iyi ifade ettiği gibi, uzun tutukluluk sürelerinin sonunda beraat eden sanıklar için telafisi imkânsız zararlar söz konusu. Ayrıca uzun tutukluluk süresinin ceza verilmesi yönünde bir psikolojik baskı yaratacağı da düşünülmesi gereken bir diğer yön.
Bu tartışmalara girmeden AB’yle tam üyelik müzakeresi yapan Türkiye’nin AİHM kararlarına uygun biçimde tutukluluk süresini yeniden düzenlemesi en doğru yol olur.


Fikret Bila / Miliyet

Master
14-12-2011, 18:01
İlahiyatçı vekil yalancı çıktı!



DİN okumuş.
Allah'ı biliyor.
Peygamberleri tanıyor.
Kitaplardan haberli.
İlahiyatçı (Tanrı bilimci) olmuş.
İktidar partisine yanaşmış.
Kucaklaşmış.
Kucaklamışlar.
AKP milletvekili olmuş.
Şimdi o, Ordu'dan vekil.

Her ay 17 bin TL maaş alıyor. Sayıştay'ın hazırladığı fakat kulak ardı edilen rapora göre, milletvekilleri şu anda ayda 3 bin TL fazladan (hak edilmemiş) maaş alıyorlar.

Bu din okumuş, Allah korkusu (!) bilen milletvekili de her ay maaşının içinde hak edilmemiş o 3 bin TL'yi de alıyor.
Meclis'te özel odası var.
Bir sekreteri bulunuyor.
Sekreterin maaşını halk ödüyor.
Bir de danışmanı var.
Danışmanın maaşını da halk ödüyor.
Telefon paralarını halk ödüyor.
Benzin paralarını halk ödüyor.
Meclis Lokantası'nda halktan sübvansiyonlu olarak porsiyon pirzolayı da 3 TL'ye yiyor, çorbayı 50 kuruşu içiyor.
Yan ödemelerini harcırahlı olarak alıyor.
Milletvekili olduğu için dokunulmazlığı da var. Ayrıca emekliliğinde yaş sınırı yok.
Yaşı kaç olursa olsun, iki yıl milletvekilliği yapınca emekli olacak ve ömür boyu ayda 6 bin TL de emekli maaşı almaya devam edecek. Bir daha milletvekili seçilirse hem milletvekili maaşını ve hem de emekli maaşını birilikte her ay almaya devam edecek. •••

Adı İhsan Şener.
İşte bu vekil yalancı çıktı.-»
Yalan söylediğf anlaşıldı.
Ceyhun Bozkurt adlı iyi bir gazeteci bu AKP Ordu Milletvekili İhsan Şener'in 12. Haziran seçimlerinden önce Ordulu vatandaşlara, partisine oy versinler diye, hazırladığı, caddelerinde panolara, sokaklarda duvarlara yapıştırdığı "Ordu Hazır. Hedef 2023" adlı broşürünü buldu.
Orada özgeçmişi de yazıyor.
"Doktora eğitimim var" demiş.
Doktorasını "Hacettepe Üniversitesi İnkılap Tarihi Enstitüsü"nden almıştır diye övünmüş. İyi gazeteci Ceyhan Bozkurt, Hacettepe Üniversitesi İnkılap Tarihi Enstitüsü'nün Müdürü Prof. Dr. Mustafa Yılmazı bulup, "Ordu Milletvekili İhsan Şener sizin üniversitenizde doktora yaptığını söylüyor, bu doğru mu?" diye sordu.
"Yalan" cevabını aldı.
Doktora yapmamış.
Doktora öğrencisi olmamış.
Kaydı yok.
Misafir öğrenci olmuş.
Birkaç derse katılmış.
Yalancı!
Doktora yaptım diyor.
İşte bu yalancı Milletvekili, geçenlerde "Dersim Tartışmaları" başladığında Meclis'te İnsan Hakları Komisyonu toplantısı sırasında söz alıp bir konuşma yaptı.
Din okumuş.,
Allah'ı biliyor.
Peygamberleri tanıyor.
Kitaplardan haberli.
İlahiyatçı (Tanrı bilimci) olmuş bu milletvekili, "Milli Kurtuluş Savaşı sırasında Ege'de Yunan Ordusu ile yapılan bir savaş yok. Bütün şehitlikler temsili (düzmece)..." dedi.
Yalancı milletvekili! "İstiklal savaşı olmadı" demeye getirdi.
Yalancı, iktidar partisinden.
Her ay vekil maaşı alıyor.

dentist
20-12-2011, 11:03
Alttaki yazı başlığı dahil orjinaldir ve ilgili yazara aitdir.

Şimdi sıra Anıtkabir'de

Olayı biliyorsunuz: TBMM'de görev yapan Muhafız ve Tören Taburu'nun görevine kuruluşundan 91 yıl sonra son verildi.
Cumhurbaşkanı Gül'ün imzasından geçen "TBMM Başkanlığı İdari Teşkilat Kanunu" ile artık demokrasinin ve sivilliğin bir numaralı kurumu olan Meclis'i polis koruyacak.
Meclis'teki tabur, Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı'nın bir parçasıydı. Anıtkabir'i de koruyan bu alay...
Madem Vesayet Rejimi'ni sonlandırmaya çalışıyoruz... Madem demokratikleşme ve sivilleşme dönemine girdik... O halde durmayalım... Türkiye'nin en önemli simgesi olan Atatürk'ü de Vesayet Rejimi'nden kurtaralım.
Anıtkabir Komutanlığı lağvedilsin. Askerler asli görevlerine dönsün. Merak etmeyin, habersiz kalınmaz: Çünkü 10 Kasım'larda polis de, asker kadar gözyaşı dökebilir.

EMRE AKÖZ Sabah

Master
21-12-2011, 23:52
Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne 10 Kasım'da Zaman gazetesindeki köşesinde yazdığı yazı :


10 Kasım: Atatürk'ü anarken

Atatürkçülüğün bir tür; cehaleti, kifayetsizliği, ilme ve fikre uzaklığı ve bağnazlığı gizlemek için icat edilmiş bir maske olduğunu uzun yıllar boyu tecrübe ederek öğrendim.


En hızlı Atatürkçü öğretmenlerimiz en şekilci, en anlayışsız ve en despot hocalarımızdı. Aklımda, öğrettikleri tek bir şey bile yok. En hızlı Atatürkçü akademisyenler evrensel bilim bir kenara, bu ülkeye bile toplu iğne ucu kadar katkıda bulunamamış, sadece unvanlarıyla geçinen adamlardı. En yiğitleri, benim talebeliğimde sadece Türkçeyi bozmakla uğraşır, uydurdukları yeni Öztürkçe kelimelerle bilim adamlığı taslarlardı.

Geride bir dogma bırakmadığını söyleyen, sadece aklın ve bilimin rehber alınmasını vasiyet eden büyük bir devlet adamının sözlerini eğip bükerek ilkel bir ideoloji icat etmek ve ne olduğu bir türlü anlaşılamayan bu ideoloji ile devletin bütün imkânlarını kullanarak körpe beyinleri yıkamak mutlaka bir art niyete dayanmalı. Atatürkçülük, silahla desteklenen bir oligarşinin yönetme hakkını meşrulaştırmak adına seferber edilen bir ideolojiydi. Ne Atatürk'le, ne Atatürk'ün bizlere çizdiği ufukla ve bıraktığı mirasla yakından uzaktan alâkası yoktu.

Birileri Atatürk'ün çatık kaşlı, asık suratlı büstlerinin arkasına saklanarak halka karşı kendi yönetme ayrıcalıklarını sürdürmeye çalıştılar. Birbirinden farklı yığınla Atatürkçülük vardır. Hepsinin ortak paydası demokrasi hazımsızlığıdır.

Bu sığ ve ilkel ideoloji, bütünüyle geçekliğin çarpıtılmasına dayandığı için ülkemizin ilmen ve fikren gelişmesine engel oldu. Bu zorba azınlığın iktidarını sürdürebilmesi için herkesin Atatürkçü olması gerekiyordu. Atatürkçü olması için de çocukça yalanlara, çarpıtmalara herkesin inanması gerekiyordu. Gerçeklik duygusu ters yüz edilmiş bir toplumdan hangi başarıyı, hangi performansı bekleyebilirsiniz? Allah'tan Atatürkçülük metazori, dar ve sıradan beyinler tarafından üretildiği için akıl ve izan sahiplerinin idrak duvarını geçemedi. Bu yüzden arkasında kanunlar ve yönetmelikler olan devlet törenleri ile sınırlı kaldı. Bugün söylediği sözü ciddiye alabileceğiniz, bir önceki cümlesi ile bir sonraki arasında mantık bağı kurabileceğiniz tanıdığınız Atatürkçü bir bilim adamı var mı? Ya bizleri ihtiyacımız olan gerçeklerle buluşturan Cemil Koçak, Mustafa Armağan, Şükrü Hanioğlu gibi tarihçilere bir bakın.

'Yeni anayasada ideoloji olmasın' talebi, 'Anayasada Atatürkçülük yer almasın' anlamına geliyor. Dolayısıyla Türkiye'nin gündeminde Atatürkçülük tartışması var. Tabulara, kültlere, fetişlere aldırmayan eleştirel akıl için verimli bir sınav konusu. Sonuçta siyasî rekabet Atatürk maskesi arkasına gizlenmeden yapılacak. Kimse, demokrasi mücadelesinde temsil boşluğunu, ilkel kabile toplumları gibi Atatürk'ün ruhaniyetinden medet umarak tamamlamaya kalkışmayacak. Nagehan Alçı'nın yeniden açtığı 'Atatürk diktatör müydü?' tartışması ile Hilal Kaplan'ın 'Türkiye'nin ölmeyen babası' kitabını, bu eleştirel akla bir katkı olarak değerlendirmek lâzım. Son günlerde 20'li, 30'lu yılların gazetelerini tarıyorum. Özellikle 30'lu yıllarda Atatürk siyaset sahnesinde hiç görünmüyor. Küçük bir azınlık, sağlığında da Atatürk'ü muhaliflere karşı bir zırh olarak kullanıyor. Atatürk kültü ise yokluğu için oluşturuluyor. Atatürk'ün öldüğü 1938'de, 1919'da Samsun'a ayak basması ilk defa mayıs ayında, muhtelif tarihlerde kutlanan 'idman şenlikleri' ile birlikte bayram olarak kutlanıyor. Atatürk'ün bir külte dönüştürülmesi ve etrafında bir mistik hale oluşturulması uzun Millî Şef iktidarından sonra oluyor. Demokrat Parti, II. Adam'a karşı arkasını sağlamlaştırmak için bu bayrağı daha da ileri götürüyor.

Atatürk başarılı bir siyasetçi ve devlet adamı, muzaffer bir komutandır. Kendisine şükran ve minnet borçluyuz. Borcumuzu ifa etmenin en gerekli yollarından biri, onun adı etrafında sonradan üretilmiş Atatürkçülük adı verilen ideoloji ile kendisinin yakından uzaktan bir alâkası olmadığını göstermek ve hatırlatmaktır.

Bugün 10 Kasım. Atatürk'ün aramızdan ayrılışının 73. yıldönümü. Türkiye bugün daha güçlü ve itibarlı, daha müreffeh bir ülke. Demek ki emaneti sağlam ellerde.

Nur içinde yatsın.

+++

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül,

Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yönetim Kurulu Üyeliklerine ise Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne ve Prof. Dr. İskender Pala’yı seçtiği bildirildi.

Ramo
22-12-2011, 22:31
Hep aynı höt zöt...

Elçiyi geri çekeriz.

¡
Breh breh breh!
¡
İki sene önce... Fransa’nın Nancy kentine bağlı Pont-a-Mousson kasabasındaki Jacques Marquette Lisesi’nin tarih dersinde Ermeni soykırımı işleniyordu. Sınıfta bulunan beş Türk öğrenci, soykırım iddiasını reddetti, öğretmenle çatır çatır tartıştı. Öğretmen kızdı, çocukları sınıftan attı.
¡
Haftaya... Aynı öğretmen sınav yaptı, “Ermeni soykırımını anlatın” dedi. Dört Türk öğrenci dilleri döndüğünce “soykırım yoktur”u anlatırken... 13 yaşındaki Mustafa, çocuk aklıyla sinirlendi, “varsa da hak etmişlerdir” yazdı. Anında disiplin’e verildi. Okuldan uzaklaştırıldı.
¡
Mustafa’nın babası derhal okula çağırıldı, “oğlunuz Fransız yasalarına karşı suç işledi” diye fırçalandı. Baba, gayet sakin şekilde, “hak etmişlerdir sözü için oğlum adına elbette özür dilerim ama, soykırım iddiasını kabul etmeyenlerin cezalandırılmasını öngören bir Fransız yasasını hiç duymadım” dedi. Vay sen misin bu cevabı veren...
¡
“Çocukla kan davası” başlatan okul yönetimi, bu sefer Mustafa’yı çağırdı, affedilmen için şans tanıyoruz, “Ermeni soykırımı, insanlığa karşı suç” konulu ödev hazırlayacaksın denildi.
¡
Üstelik... “Soykırım tanıklarıyla görüşeceksin, kaç kişinin nasıl öldürüldüğünü tek tek detaylandıracaksın, bunları yaparken, soykırımı inkâr eden Türkiye’nin tarih kaynaklarından alıntı yapmayacaksın, sonra da çıkıp, sınıf arkadaşlarının önünde anlatacaksın” şartı koşuldu.
¡
Mustafa n’aaptı? Madem Türkiye’nin tarih kaynaklarından alıntı yapmam yasak, buyrun size, Fransa’da faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşu COJEP’in raporları dedi... COJEP’in soykırım olmadığını belgeleriyle anlatan raporlarını ödev olarak verdi. Okul morardı.
>>>>> http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/19519054.asp

Ramo
22-12-2011, 22:38
YAŞAR KEMAL BU ÖDÜLÜ NİÇİN ALDI

Tümüyle politik bir oylamada ulus olarak toptan soykırımcı ilan edildiğimiz kesinleşmekle kalmadı “Bu iş valla soykırım değildi!” dememizin yanında, “Suçsuzum hakim bey!” demek de suç sayıldı!

Yalnızca Fransa değil 22 AB ülkesi bizi karşısına aldı! Bu karar bütün AB mahkemeleri için geçerlidir.

Şirazeden çıkmış basınımız “Deli Sarko!” gibi aptalca başlıklarla “seçim yatırımı” gibi örtülerle sulandırmaya çalışsa da buz gibi gerçek, emperyalizmin toplarını Libya ve Suriye'den sonra bize çevirmeye başladığıdır. Suriye ve İran'ın “düzleştirilmesi” o ülkelerle sınırlı kalmayacak; bizi de düzleştirecekler!

Fransa'daki oylama, yalnızca “Bouvet Zırhlısı”nın toplarını tabyalarımıza çevirmesi değildir, Quen Elizabeth, Irresistible vs'de toplarını çevirdi!

Türkiye de yavaş yavaş Dünya kamuoyunın zihninde Libyalaşmaya, Suriyeleşmeye, İranlaşmaya başladı!

http://www.odatv.com/n.php?n=yasar-kemal-bu-odulu-nicin-aldi-2212111200

LAZIO
23-12-2011, 13:41
Yalniz bir noktaya temas etmekte fayda var.....Avrupa Birligi ulkelerin cogunda soykirim olarak tescil edilmis eylemlerin inkarina cezai yaptirim uygulanir....Ornegin holocaustu sorgulayan Ingiliz tarihci David Irving Avusturya'da 3 yil hapis cezasina carptirilmis ve aylarca hapis yatmistir....Bir cok Avrupa ulkesine girisi yasaktir.....Dogu Perincek'de Isvicre'de ayni sebepten yargilanmis ve para cezasi almisti.....

Bu uygulamanin dogrulugu,ne kadar demokratik oldugu tartisilir ancak Fransa'nin bu son kararini sadece Turkiye'ye ozgu bir yaptirim olmadiginida gozonunde bulundurmak gerekir......LAZIO

---------------------------------------------------------------------------

LAZIO
24-12-2011, 15:15
1970li yillarda ABD'de ucuncu sinif bir yonetmen,ucuncu sinif oyuncular ile ucuncu sinif bir film yapti.....Hatirlarsiniz....."MIdnight Express".....Hic bir ozelligi olmayan Amerika'lilarin kendi hapisaneleri icin yuzlerce cok daha beterlerini yaptigi capsiz bir film....Turkiye'den uyusturucu kacirmaya calisirken yakalanip hapse dusen Amerikalinin basindan gecenler....

Vizyonda bir kac hafta kalip,unutulup gidecek filme Turkiye oyle bir reaksiyon gosterdi ki.....Protestolar,numayisler,filmin gosterilmesinin yasaklanmasi icin uluslararasi faaliyetler.....Filme gidip gormek gibi niyeti olmayanlar bile "Ne varmis bu filmde bu kadar" diyip gormeye gittiler.....Film gise hasilat rekorlari kirip senelerle vizyonda kaldi....

Bes yuz kusur uyeli,Fransiz meclisi,kirk kusur uyenin oylari ile,daha evvel kabul ettigi Ermeni Soykirimi yasasini inkar edene para ve hapis cezasi getirilmesini kabul etmis....Sokaktaki Fransiz'in haberi bile olmayacak bu olay gene Turkiye tarafindan oyle bir reaksiyonla karsilasti ki.....Simdi birakin Fransayi tum dunyaya manset oldu......Ben sahsen konudan bi-haber bir yabanci olsam bu kadar bagirtiyi "sucluluk kompleksine"baglardim...

Isin bir baska yanida.....Bu kadar tepki gostermek dosta dusmana su mesaji veriyormiyor mu?....."Iste benim yumusak karnim,benimle probleminiz olursa aha tam buraya vuracaksiniz".....LAZIO

---------------------------------------------------------------------------

Master
25-12-2011, 10:49
Fransa’nın “soykırımcı” olduğunu ilan eden TBMM, bununla yetinmedi, “soykırım yoktur” diyeni hapse tıkan yasayı gündemine aldı.

Sarkozy, bizim Başbakan’a mektup yazdı, cevap alamayınca, bizim Cumhurbaşkanı’nı telefonla aradı, ancak, bizim Cumhurbaşkanı telefona bile çıkmadı. Fransızların “insan kasabı” olduğunu tescilleyen kritik oylama başladı.

Fransa’da çoluk çocuk herkesin
gözü kulağı TBMM’deyken...

Fransız Meclisi, sanki “insan kasabı” ilan edilenler kendi halkı değilmiş gibi,
tam da kendi halkını “insan kasabı”
ilan eden oylama sırasında, oturdu,
kendi maaşına zam yaptı iyi mi!

Koyun can derdinde...
Kasap et derdinde yani.

Fransız halkı şoke oldu tabii.
Fransız gazetelerinin santrallarını kilitlediler, “yahu adamlar bizi
tarih önünde infaz ederken,
bizim milletvekilleri hâlâ cebini düşünüyor, yazın bunları Allah aşkına” diye isyan ettiler.

Yalaka Fransız basını bu rezaleti
nasıl örtecek bilmem ama, benim sözüm meclisten dışarı...

Meşhur bi atasözü var.
Fransız atasözü...
“Parmak bir şeyi işaret ederken, parmağa bakana müstahaktır” der.

+++++++

Minik Öneri : Parmağa bakmayınız.....

Master
04-01-2012, 07:56
Çakal...

Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’nun yönetimine getirdikleri kişi, “Atatürkçü olmayı hakaret sayarım” dedi ya...

Demek ki görevinin bilincinde...

Atatürkçü olsa niye orada olsun?..

*

Ben şaşırmadım...

Dört yıl önce “O benim cumhurbaşkanım değil” dediğim Abdullah Gül’ün, Atatürk kültürünü, dilini ve tarihini “Atatürkçü olmayı hakaret sayan” birisine teslim etmesi çok da normal geldi bana...

İyi ki “O benim cumhurbaşkanım değil” demişim...

Ben Atatürkçüyüm çünkü...

O gün bu gündür Atatürkçüler itilip kakıldılar...

Hapishaneler bizlerle dolu...

Ölenler hücrelerde öldü...

Kalanlar hasta...

Zindanda arkadaşlarımız...

Çocukları gidip sarıldıklarında, babaları küf ve çimento kokuyor...

*

Atatürkçü olsaydı hapisteydi...

Normaldir; Atatürk’ün dil, tarih, kültür mirasını emanet ettikleri birisinin “Atatürkçü olmayı hakaret kabul ederim” demesi...

Şimdi bir Atatürk kurumunun başında oturup, Atatürkçülerden nefret etmek gibi enteresan bir görevi var...

Bu bir yıkımın...

Bir istilanın...

Bir intikamın...

Bir kinin...

Bir nefretin...

Bir yokedişin görevlisi...

*

Geri kalanı sadece çakalın hikâyesidir...

Çakal, ava çıkmış yırtıcıları izler...

Yırtıcı avının peşinden giderken, çakal saklanarak arkasındadır...

Yırtıcı avını parçalayıp yok ederken, o sinip bekler... Kanlı kavgadan geri kalacak atıklarla karnını doyurmaya bakar sadece...

Çakal...

*

Atatürkçülük; bağımsız, özgür, demokrat, saygın, çağdaş, modern, gelişmiş bir ülkenin bireyi olma idealinin adıdır...

Adam olmaktır Atatürkçülük...

Sana hakaret olur...

Sen olma...

Yakışmaz...

Ramo
10-01-2012, 21:31
10 Ocak 2012 | By Çetin Ünsalan

Memlekette ayarı yapılmayan adam da, kurum da, meslek de kalmadı. Teşbihte hata olmazmış, amiyane tabirle herkese ayar veriliyor. Üstelik bu göstere göstere, çifte standart uygulanarak gerçekleştiriliyor.

Sanırım ilk ayar medyaya verildi. Öyle bir yapı bozulması yaşandı ki, Hazine kasayı açıp, kamyonla içindekiler taşınsa, ‘Lojistik sektörü gelişiyor’ diye haber yapacaklar. Ödleri kopuyor, iktidarı eleştirmekten. Bu durumda da daha kolayını yapıp ‘muhalefet ne yapıyor’ üzerinden ‘gazetecilik’ yaptıklarını göstermeye uğraşıyorlar.

Oysa ne güzel bir söz vardır: ‘Mühür kimdeyse Süleyman odur.’ Yani iktidarı yaptıklarından ya da yapmadıklarından dolayı değerlendirmeniz gerekir. Ama şimdi de bunu söylesek, haberi şöyle görürler: ‘Muhteşem Yüzyıl reyting patlaması yaptı.’

Türkiye’de ana muhalefet partisi liderini adil yargılamayı etkilemekle suçluyorlar. Dokunulmazlığının kaldırılması için istenen fezleke hepinizin malûmu. Fakat aynı günlerde Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın Trabzon’daki ifadeleriyle ilgilenmiyorlar. Ne dedi Bayraktar Trabzon’da?

Devam eden yargılamaya rağmen ‘Hakkımız olan Trabzonsporumuz’un kupasını almak için ince ayarlı bir çalışma yapıyoruz.’ Trabzon’a kupayı getireceklermiş. Üstelik henüz dava görüşülmeye bile başlanmadı. Ama belli ki kararın istendiği gibi çıkması için ayar yapılıyor. Rıdvan Dilmen dışında kim soruyor: ‘Bu ince ayar ne ola ki?’

Yine tutuklu bulunan komutanları ziyaret eden dönemin Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner’in ziyaretine atıfta bulunulup, bu ziyaretin yargıyı etkilemek olduğuna ilişkin ‘Sıra Koşaner’de’ sesleri yükseliyor. Peki aynı süreçte Deniz Feneri Davası’nın sanıklarının bakanlar ve milletvekilleri düzeyinde ziyaretini ne yapacağız?

Silivri’deki dava için haber yapmak serbest. Hatta her türlü tartışma yapılıp, mahkûm etmek ödüllendiriliyor. Peki Deniz Feneri konusunda neden haber yapmak yasak? Bitti mi? Hadi bir örnek daha… İzmir Büyükşehir Belediyesi Şevval Sam’ı ihalesiz sahneye çıkarttığı için suçlanıyor. Ama Beyoğlu Belediyesi’nin Tarlabaşı’nı hak sahiplerinin izni olmadan, SEMTİ Çalık’a ihale etmesi konu edilmiyor. İçişleri Bakanlığı’na suç duyurusunda bulunulmuş olmasına rağmen.

Seçim dönemlerini hatırlayın. Ulusal Kanal, Cumhuriyet Güçbirliği Adayları’na ağırlık verdiği gerekçesiyle ceza aldı. Ama Kanal 24 başta olmak üzere malûm medya, bütün gün Sayın Başbakan’ın mitinglerini canlı yayınlayıp, bunları da belediye vasıtasıyla deniz otobüsleri gibi noktalarda mecburi izlettirdi, ona ses yok.

Velhasıl kelam, ince ince ayarlanıyoruz. Hukuk herkese ayrı işliyor. Haber adamına göre yapılıyor. Ceza durduğu noktaya göre veriliyor. Telefon görüşmelerini haber olarak yayınlayanlardan biri Silivri’de yargılanırken, diğeri daha iddianame çıkmadan kitap haline getirmesine karşılık milletvekili olup, Meclis’e koşuyor.

Şimdi siz söyleyin ne olur? Hangi ayardan ve adaletten bahsediyoruz. Buna ayar falan denmez. Dünyanın her yerinde tercümesi iki kelimedir. Çifte standart.

cetinunsalan@yahoo.com

Master
20-01-2012, 06:30
Dondurma

Gazeteciliğin ağababası İngiliz’e sormuşlar “gazetecilik nedir?” diye... “Genel itibariyle Lord Jones’un yaşadığından haberi olmayan insanlara ‘Lord Jones öldü’ demekten ibarettir” demiş.

*
Tuvalete gitmeye mecali kalmayan
Kenan Evren’e yurtdışı
yasağı getirilmesi... Budur.
*
95 yaşındadır.
Ahalimiz nazarında...
Rahmetli Lord’dan farksızdır.
*
Çünkü...
Türkiye’nin ortanca yaşı 28’dir. Yani, nüfusun yarısı
28 yaşından küçüktür. 1980’de dünyaya gelen bebek, bugün kazık kadar oldu, 32 yaşında, düşün... İlkokulda filan olanları hesapla, şu an 4 kişiden 3’ü tanklarla uyandığımızda ya doğmamıştı ya da çocuktu. Kaba hesap, 50-55 milyon civarında vatandaşımız,
o günlerde neler yaşandı, bilmiyor... Bildiği,
kulaktan dolma.
*
Star Haber’deyken Eminönü’ne kamera gönderdik, yaşı müsait olanlara “12 Eylül darbesi ne zaman oldu?” diye sorduk. Hesapta, 1980’i hatırlayıp hatırlamadıklarını öğreneceğiz. “Haziranda oldu” diyen bile çıktı iyi mi... Haziranda eylül darbesi!
*
İlave et bu denyoları... O günleri hatırlayanların sayısı, taş çatlasın 10 milyon kişiye iner.
*
Dolayısıyla...
Laga lugayı bırakıp, arşive girdim. Bugün utanmadan “demokratım, darbecilere karşıyım” falan diye atıp
tutan arkadaşların, 13, 14,
15 Eylül 1980’de neler yazdığını çıkardım.
*
“Evren’in sözleri, her hukukçunun başucuna mukaddes kitap gibi asılacak cinsten sözlerdir, öpüp öpüp başlarına koysunlar” diye döşenmiş biri... Hukuk’tan girmiş,
din’den çıkmış.
*
“Böylesine olumlu, özlenen sonuçları almaya yönelik harekâta destek olmak, milletçe hepimizin görevidir” yazmış bi başkası... Bugün “destek olanlar yargılansın” diyor!
*
“Eğer ordumuz ihtilali başarmasaydı, başımıza gelecekleri düşünebiliyor musunuz, hep birlikte bin şükredelim” diyen var... “Hedef, politikayı değil, çirkinleşen politikacıyı tasfiyedir, hayırlı olsun” diyen var... “Hainler, küstahlar, demokrasiyi yozlaştıran güçler, geriye itildi” diyen var... Hadiseye ekonomik açıdan yaklaşıp “işçi-işveren ilişkilerine, hatta, bankadaki paralarımıza bile güvence getirildi” diyen var.
*
“12 Eylül darbe değildir” diye başlayıp “Kenan Evren’e tamamiyle katılıyoruz, 12 Eylül’ün gerekçesi haklıdır, halkın meşru müdafaaya geçtiği gündür” diye bitiren demokrat abla var!
*
“Biz basın olarak, 12 Eylül harekâtının, Latin Amerika’daki askeri dikta rejimlerine benzemediğini Avrupa’ya anlatmalıyız,
sağ ol Mehmetçik” diyen,
vay yalaka vay var.
*
“TSK milletimizin son şansıdır, ümidimiz harekâtın başarıyla neticelenmesidir” diye dua eden de var... “El ele, kol kola, mutlu günlere gidiyoruz” diyen, durmak
yok yola devamcı da...
*
Özetle.
“12 Eylül nedir?” derseniz.
Ne askerdir aslında.
Ne dış mihraktır.
*
Menderes’i alkışlayan, sonra askeri alkışlayan, sonra Demirel’i alkışlayan, sonra askeri alkışlayan, sonra Özal’ı alkışlayan, sonra askeri alkışlayan, sonra... ABD’ye karşıyken Ecevit’i yuhalayan, ABD’den ekonomi bakanı getirince Ecevit’i alkışlayan, sonra bunları alkışlayan zihniyettir... Gelene ağam, gidene paşam’cı ikiyüzlülük’tür.
*
Peki, kim bunlar derseniz...
*
Değerli gençler...
İktidarlar, dondurmaya benzer. Yalanmak ister.
Orasını da yalayayım, aman şurasını da yalayayım derken, yüzüne gözüne bulaşır.
*
“Ben demokratım” diyenlerin ağızlarına dikkatli bakın... Dudaklarının çevresindeki lekeleri göreceğinizden eminim.

++++++

Minik Not : Yetmez ama Evet diyeyim bu yazıya ;) .. Çok Net Yaşadığım günlerdi....

AnnE
24-01-2012, 07:20
“Biz bu yalanla mutluyuz Behzat!”

Can Dündar


“Behzat Ç.” yine döktürdü pazar gecesi...
Travesti cinayetlerindeki polis parmağını ortaya seren Behzat, travestilerden aldığı teşekkür karanfilini sevdalısı savcı Esra’ya verdi.
Esra, “Derken karanfil elden ele...” diye mırıldandı.
Biz Edip Cansever’ler de bu küçük mesajdaki karanfili ekrandan alıp yanımızdakine verdik:
“Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte/
Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel/
O başkası yok mu, bir yanındakine veriyor/
Derken karanfil elden ele...”
* * *
Behzat eve döndüğünde, ayrıldığı karısı sofra hazırlıyordu.
Kafayı hafif sıyırmış, hâlâ evli olduklarına inanıyordu.
Üstelik evdeki Şule’yi kendi kızı sanıyordu. Şule de bu oyunu bozmuyor, kızıymış gibi davranıyordu.
Behzat “Ne oluyor” diye çıkıştığında Şule, boynunu büktü ve:
“Biz bu yalanla mutluyuz Behzat” dedi.
* * *
Acaba kaç birlikteliğin zehirli çimentosunu deşifre ediyor bu cümle?
Kaç yalana göz yumuşu itiraf ediyor?
Kim bilir kaç mutluluk, yalandan bacaklar üzerinde yürüyor?
* * *
Vatan’da okudunuz mu:
Bir firma, “çıplak gösteren gözlük” vaadiyle ilan vermiş gazeteye...
Yüzlerce kişi para yatırmış.
Gözlükler fason çıkınca sadece bir müşteri kızıp “Çıplak göstermiyor bu” şikâyetiyle polise başvurmuş. Diğerleri?
Belki de şu anda “Biz bu yalanla mutluyuz” diye pembe gözlüklerle etrafı kesiyorlar.
* * *
İngiliz Independent gazetesi, “Türkiye aşırı kendine güvenin kurbanı olabilir. Yunanistan gibi balonu patlayabilir” diyor.
Aldırmıyoruz.
“Ekonomimize bir şey olmaz” yalanıyla mutluyuz çünkü...
İçerde 100 gazeteci varken Hükümet, “İfade özgürlüğünün en ileri olduğu dönemi yaşıyoruz” diyebiliyor.
Marmara gemisinde İsrail komandolarınca öldürülen vatandaşları için özür ve tazminat talep ederken, Uludere’de Türk uçaklarınca öldürülen vatandaşlarını görmezden gelebiliyor.
Fransa’ya tepki efelenmesiyle geri çağırdığı büyükelçiyi, sessizce geri gönderebiliyor.
“Derken gözlük elden ele...”, Hükümet’e sempati artıyor.
Ve anketlerde “Mutlu musunuz?” diye sorulunca halkımız “Mutluyuz” diye haykırıyor:
“Biz mutluyuz, bu yalanlarla...”
* * *
Dizinin son sahnesini anlatarak bitireyim:
Behzat, evdeki mutluluk oyununa katılmak üzere sofraya oturdu.
Yemek niyetine getirilen kuru ekmeği gülümseyerek yedi.
Yerken midesi bulandı.
Ve sofraya kustu.

Ramo
24-01-2012, 22:13
Ormanın çapkın karıncası Feridun, güzel dişi fil Neriman’a aşık olmuş, derdinden yemez içmez olmuş. Bir gün dayanamamış, Neriman tenha bir pınarda yıkanırken kayaların arkasından çıkıp aşkını ilan etmiş. Neriman önce biraz nazlansa da, Feridun’un erkeksi cazibisine dayanamayıp şuh vücudunu onun altında şehvetin kollarına terketmiş. Tam Feridun Neriman’a Singer pedallı makinada dikiş dikmeyi öğretirken, ağaçların arasından peydah olan hain beyaz misyoner avcılar, Neriman’ı popişinden kurşunlamışlar. Neriman “Ahhh..yandım” diye basmış feryadı. Feridun biraz da gururla “Ne oldu, bebeğim? Acıttı mı?” diye sormuş.



Ankara’dan gelen zafer nağralarını duyunca, aklıma hep Feridun’la Neriman’ın acıklı hikayesi geliyor. Neriman’ı inleten dış konjünktür, ama Feridun iki gramlık tabancasına paye çıkartıyor. Sene başından bu yana TL’nin değer kazanması TCMB’nin başarısı değil, bütün riskli varlıklar gibi Türk piyasalarına da oluk oluk sıcak para girmesi. Ama, Erdoğan’ın Yüksek Faiz Lobisi’ne “kodum mu oturturum” söylevini ve TCMB’nin iki dirhemlik parasal sıkılaştırma ve yarım okka döviz satışları ile TL’nîn ateşini indirdiklerini düşünüyorlar. Gavur Lobi’si ve onların yerli işbirlikçileri TCMB ve AKP’nin sillesinden öyle korktular ki, artık bir daha asla TL’yi şortlayamazlar. Ehh, TL değer kazanınca da enflasyon eriyip gider. Cari açık mı? Cari açık diye bir sorun yok ki? Cari açık Neriman’ın Feridun’a aşkı gibi. Hangi sıcak para, hangi ecnebi banker Feridun’un o erkeksi adaleleri, o hınzır gülüşü ve uzun Malboro’nun dumanları arkasından clark çekişine dayanabilir ki? Feridun ne zaman istese Sıcak Para Neriman koşa koşa gelecek, şuh vücudunu fütursuzca Feridun’un azman kollarına teslim edecek.



Hafta sonunda Ali Babacan çıkıp artık krizin bittiğini, Türkiye’de en büyük sorunun kötümserlik olduğunu ifade etti. Hükümet memura, işçiye, sanayiciye, tüccara, KOBİ’ye, Bobi’ye, Lobi’ye, Hobi’ye ve Barbie’ye, herkese para dağıtıyor. TCMB 3 hafta içinde efektif faizi %12’den %7.5’a indirdi. Yarın da PPK’da faiz indiriminin ilk işareti verilir. Zaten Yeni Şafak’dan Yandaş’dan daha Yandaş ekonomist müsveddelerine kadar hepsi ulumaya başladı bile: “Bu faiz yüksek, indirin”, İndir Feridun, indir. Harca Neriman, harca. Arabaya bin…tokmakla, arabadan in… yine tokmakla. Dünyada %10.5 enflasyon ve GSYIH’nın %10’na varan cari açık sorununu 3 haftada çözen tek millet olarak Guinness Book Record’s girmeye gidiyoruz, Millet. Vur vur inlesin, Yüksek Faiz Lobisi dinlesin.



Yarın AB’de kriz yine başgösterip, sıcak para vatanına kaçtığında, Avrupa bankaları 120 milyar Euro sermayeyi bulamayıp kredileri kestiğinde, Feridun ve Neriman’ın aşkı da bitecek tabii. O kara günler gelinceye kadar AKP’den gazı alan milletimiz TCMB’den de bol parayı alınca yine eşşeğin kulağına su kaçıncaya kadar harcayacak. Sanayici ithal ikamesi yapacağım diye vergi iadesi ve faiz indirimi uğruna Tanrı’nın terkettiği yerlerde civata fabrikası kuracak. Memur, işçi, emekli devletten aldıkları her kuruş zammı anında AVM’de bırakıp, kapıdaki stand’den bir de üstüne kredi kartı alacaklar. 2011’den bu yana karları daralan bankalar da verecekler Allah verecekler.



Mart geldiğinde çekirdek enflasyon yine %8, cari açık yine %9, Döviz Sepeti yine 2.20 olacak. İşte o zaman da ayvayı yiyeceğiz. Çünkü, sene başından bu yana yazılan tüm Türkiye strateji raporlarında yumuşak iniş öngörüsü yapıldı. Sıcak parayı getiren bu yumuşak iniş öngörüsü. O öngörü de iki artık geçerliliği olmayan varsayıma dayanıyor. Birincisi, bütçe disiplini devam edecek. İkincisi ise TCMB sıkı para politikası en azından yılın ilk yarısının sonuna kadar sürdürecek. Her iki varsayım da hafifmeşrep Neriman’ın iffeti kadar dahi dayanamadı bu çılgın harcama ve büyüme şehvetine.



Yatırım bankaları bu varsayımlarının tutmadığını görünce önce fon yöneticilerinden sağlam bir sopa yiyip sonra SAT UNDERWEIGHT REDUCE GET THE FUCK OUT OF THIS STINKING COUNTRY FAST önerilerini birbiri ardından yayınlayacaklar. Yumuşak iniş değil burun üstü çakılacağız. Çünkü sıcak paranın olmadığı gün geldiğinde, bizim sıcak paraya ihtiyacımız bugünden daha fazla olacak.



Bu kötü senaryo kabul, bugünlerde herkes AB krizinin artık sonuna gelindiğini düşünüyor. ABD hızlanarak büyüyecek. Çin ise yakında para basarak, köprü yaparak herkesi kurtaracak. Sıcak para kulaklarımızdan fışkıracak. OK, pek o zaman Türkiye kurtulur mu? Hayır yine batar. İlk senaryoda pruvadan batardı, bu sefer kıçdan batar. Neden mi? Sebebi de şu. Bu ülkede ekonomi dışardan finansman bulduğu sürece büyüyor. Büyüme %4’i aşar, %6’lara gider. TL değer kazanır, TL değer kazanınca da TCMB faiz indirir. TCMB faizleri indirince, tüketici de kredi alarak daha fazla harcar.



Vergi geliri yine projeksiyonlardan daha hızlı artan hükümet 21ci Yüzyılın en çılgın projesi olan Ankara’ya plaj ve yat limanı yapmaya girişir. Çıktı açığı zaten yoktu, çıktı fazlası oluşur. Sene sonuna doğru cari açık yine GSYIH’nın %10, enflasyon yine %10 olur. Ama gelecek sene eğer cari açık GSYIH’nın %10’u olacaksa, bu sefer vadesi gelen dış borçla birlikte toplam dış finansman gereksinimi 230 milyar dolar olur. Bir noktada yatırımcı “Yeter lan, bu işin sonu yok“ diyerek, Türkiye’ye krediyi keser. İşte o zaman Feridun gibi el yordamıyla fil gerdeğine girmenin zararlarını görürüz.



Zavallı Feridun, zavallı Neriman. Bir anlık şehvet uğruna heba olup giden genç ve masum hayatlar.



Atilla Yeşilada,

ayesilada@gmail.com

buena vista
28-01-2012, 10:29
CAN DÜNDAR ADA

Tabii talebenin çoğu, muhtemelen milli güvenlik dersi yerine kimya ya da fiziğin kaldırılmasını isterdi.
Ne de olsa milli güvenlik, kolayından geçilen, tam notun neredeyse garanti olduğu, ortalamayı yükselten bir dersti.
O açıdan kaldırılması, sınıflarda yeterince destek bulmamış olabilir.
Lakin bir yandan da bazı disiplinli askerlerin elinde bu dersin bir militarizm tahsiline dönüştüğü sır değil.
Dolayısıyla kararı alanları tebrik ederken milli güvenlik yerine mesela “sivil toplumun önemi” gibi bir dersi tercih ve tavsiye ederiz.
Belki bu sayede okullarda “Hazır ol!”dan “Rahat”a geçeriz.
* * *
Yalnız mesele çocukları ideolojik eğitimden kurtarmak ise, sıradaki hedefin zorunlu din dersleri olması gerekmez mi?
Şimdi bazı talebeler (beden eğitimi ve inkılâp tarihini gündeme getirenlerden sonra), din derslerini işaret etmeme kızıp “Nee? Onu da mı? Hiç beleş geçeceğimiz ders kalmayacak mı?” diye kızıyor olabilir.
Ancak zorunlu din dersinin, nicedir sorunlu din dersi halini aldığı da bir gerçek...
Milli güvenlik dersi, sadece bir dönem Nazi Almanyası’nda ve Sovyetler Birliği’nde denenmiş.
Din derslerinde de benzer bir durum var. Avrupa Konseyi’ne üye 47 ülkeden sadece 5’inde zorunlu din dersi... Çoğunda seçmeli...
Bizde seçmeli olması da zor.
Malum; “mahalle baskısı...”
Bu devirde, din dersine girmeyen bir çocuğa pek iyi gözle bakılmayabilir.
* * *
Aslında din dersleri, sanıldığının aksine CHP’nin icadıdır.
1935-1948 arası okullarda din dersi yoktu.
Biraz yaklaşan seçimlerin telaşı, biraz da irticaa karşı dini doğru öğretme kaygısıyla İnönü hükümeti, ilkokul 3. sınıftan itibaren din dersleri koydu.
12 Eylül’de bu derslerin zorunlu hale getirilmesiyle dinin tırmanışına biraz daha ivme kazandırıldı.
“Din” derken elbette “İslam”ı kastediyoruz; bu derslerde dünya dinlerinin, farklı mezheplerin, değişik inançlara saygının öğretilmesini beklemek, milli güvenlik dersinden vicdani ret eğitimi beklemek kadar safdillik olurdu.
Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Alevilerin şikâyeti üzerine din derslerinde Sünni İslam pratikleri öğretildiğini tescilledi ve “dersler çoğulcu, eleştirel, nesnel bir nitelik taşımıyor” dedi.
Bu karardan sonra din dersi kitaplarında bazı tadilatlar yapıldı; ama şikâyetler dinmedi.
* * *
Diyorlar ki:
“Milli güvenlik dersleri, hedeflenen demokratik eğitim ile çelişiyordu.”
Doğru...
Ama ne yazık ki çoğu zaman din dersleri de modern biyoloji eğitimiyle çelişiyor.
Bu müfredat ve onu uygulayan çoğu din hocası, tartışan, sorgulayan, özgür düşünceli, demokrat bireyler yetiştirilmesine mani oluyor.
Hıristiyan ve Musevi çocukların din derslerinden muaf tutulması, ayrımcılığı okullara sokuyor.
Zaten “zorunlu” ifadesi, “Dinde zorlama olmaz” hükmüyle çelişiyor.
Mademki, 12 Eylül’ün izlerini silmeye çalışıyoruz, onun en ünlü eserlerinden “zorunlu din dersleri”ni de silinecek izler listesine katmamız gerekmez mi? ( MILLIYET)

Master
04-02-2012, 21:45
Aklıma en son gelecek şeylerden biri, uluslararası siyasetin önemli şahsiyetlerinden biri haline gelmiş olan Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın dünyaca ünlü Amerikalı yazar Paul Auster ile kıraathane ağzıyla polemiğe tutuşması olabilirdi.
“Türkiye’yi antidemokratik bulduğu için gelmiyormuş. Hapiste yatan gazeteciler yüzünden gelmiyorum. Çin’e de gitmiyorum. Aman! Biz sana çok muhtacız. Gelsen ne olur, gelmesen ne olur. Türkiye irtifa mı kaybeder?.. Bu yazar en son 2010’da İsrail’e gitmiş. Güya İsrail, demokratik, laik, insan hak ve hürriyetlerinin sınırsız olduğu bir ülke. Sen ne cahil adamsın yav. İsrail tam bir din devleti...”
Dil ve üslup bir yana, Başbakan’ın söyledikleri olgusal olarak doğru da değil. Bir kere Paul Auster her şey olabilir ama herhalde ‘cahil’ sıfatı onun üzerine oturmaz. Paul Auster’ın ‘cehaleti’ne örnek olarak gösterilen İsrail’in ‘tam bir din devleti’ olduğu değerlendirmesi yanlış. İsrail bir ‘Yahudi ulus-devleti’dir ama ‘din devleti’ değildir.
İsrail’in kuruluşuyla, kurucu kadrolarıyla, kurucu ideolojisiyle ilgili en ufak bir fikri olanlar, İsrail’in ‘tam bir din devleti’ olmadığını bilirler.
Böyle bir üslup ile ve yanlış bilgilerle konuşarak Paul Auster’ı ‘azarlayan’ bir Başbakan, uluslararası algıda sorduğu sorunun cevabını da üretmiş olur; evet, Türkiye irtifa kaybeder.
Paul Auster altta kalmadı. Onun cevabı edepli bir dille oldu. Uluslararası Yazarlar Birliği’nin (PEN) Türkiye’deki gelişmeleri yakından izlediğini ve bu arada KCK dalgalarından birinde tutuklanan ve KCK ile ilgisiz olduğuna Türkiye’de sözü geçer, aklını yitirmemiş herkesin kefil olacağı yayıncı Ragıp Zarakolu’nun ismini verdi. PEN ve Avrupa’da bugüne dek Türkiye’yi kollamış İsveçli Yeşiller’in de aralarında bulunduğu siyasi çevreler, Ragıp Zarakolu’nun Nobel Barış Ödülü adaylığı için başvuru girişimindeler.
Tayyip Erdoğan döneminde Türkiye ‘kamu diplomasisi’ne önem verdi. Son gelişmeler, ‘kamu diplomasisi’ bakımından tam ters sonuçlar verecek nitelikte. Bir Nobel Barış Ödülü adayı, kamu vicdanının ikna olmadığı gerekçelerle hapiste. Türkiye’nin Başbakanı dünyaca ünlü yazar Paul Auster ile polemikte eşleşiyor. Ve, bu Türkiye, AİHM’de ‘Avrupa mahkûmiyet rekortmeni’.

Hrant Dink konusundaki yanlış
Ve de bir ‘adalet rezaleti’ne dönüşmüş olan Hrant Dink davasının tartışmalı isimlerinden Ramazan Akyürek, tam bu sırada terfi ederek Emniyet Teftiş Kurulu Başkanlığı’na getiriliyor.
Bu arada, Uludere’nin yaraları kanıyor. Hükümet üyeleri devlet eliyle işlenmiş ve hükümetin bir ‘özür dilemeyi’ çok gördüğü Robosti’ye gidemez durumdalar.
Türkiye’nin ‘demokrasi’, ‘insan hakları’ ve ‘adalet’ sicilinin bir hayli bozulduğu gerçek ve bu sicil bozukluğu Avrupa’da kayıtları şişirmeye başladı. ABD’nin realpolitik gerekçeleriyle bugün Türkiye’ye yaktığı ‘yeşil ışık’ bir konjonktür değişikliğinde kolaylıkla değişir ve Türkiye’nin mevcut ‘demokrasi açığı’ sayesinde bu hükümetin baş ağrısından öteye bir ‘migren’e hızla dönüşür.
‘Yanlış’ın nerede yapıldığını, ‘doğru’ için neler yapılması gerektiğini işaret etmekten bıktık usandık. Hükümetin bizim gibileri salladığı yok; bari devletin en önemli mevkilerinde görev yapmış ve deneyimlerini süzerek bugünlerde bir ‘akil adam’ konumuna gelmiş Cevat Öneş’e kulak versinler. Cevat Öneş, Hrant Dink cinayeti davası, 1915 ve PKK, Kürt sorunu gibi konularda önceki gün yayımlanan Agos gazetesindeki söyleşisinde ‘tarihi önemde’ şeyler söylüyor:
“Bu cinayet, Türkiye tarihinde çok önemli bir noktayı işaret ediyor. Hrant Dink’in Türkiye’ye ve dünyaya bakış açısı, Türkiye’deki değişimi ve yeni paradigmayı temsil ediyordu. Hrant Dink değişimin sembolüydü. Onu öldüren yapı, bu değişimin karşısında yer alan, bu değişime engel olmaya çalışan eski paradigmayı temsil ediyor... Bu cinayet yargıya havale edilerek çözülemez. Yargı kendi tarihsel birikimi ve kendi kırılganlığı içinde sonuca ulaşmaya çalışıyor ama yargının kendi yapısal sorunları çok fazla.
Siyasi iktidarın ve hatta Meclis’teki muhalefet partilerinin desteği olmadan bu dava sonuca ulaşamaz. Bu süreçte, emniyet, İçişleri bürokrasisi, MİT gibi kurumlar da kendi içine bakmalı ve kendi içini temizlemeli. Aynı süreç Ergenekon davası için de geçerli...”
Siyasi iktidarın kendi ayağına ateş açmaya başlamasının ardında, Kürt sorununa ilişkin PKK’yı işaret ederek tekrarlanan ‘güvenlik öncelikli’ politikalar geliyor. ‘Güvenlik öncelikli’ yaklaşım, Türkiye’yi, özellikle demokratik ortamı her zaman zehirledi ve zehirlemeye devam ediyor.

Kürt sorunundaki yanlış
Cevat Öneş, Agos söyleşisinde “Kürt sorunu konusunda hükümette ‘PKK eşittir Ergenekon’ anlayışı egemen. ‘PKK’yı tasfiye etmeden reform olmaz’ görüşünü iktidar partisi milletvekillerinin ağzından da sık sık duyuyoruz. Bu anlayış, çözümü zorlaştırmıyor mu?” sorusuna şu cevabı veriyor; not edin:
“Bu değerlendirmeyi çok tehlikeli ve riskli buluyorum. Bu bakış, Türkiye tarihini ve Kürt sorununda gelişen süreci hiç okuyamayan bir yaklaşım içeriyor... Şunu unutmayalım ki Türk demokrasisinin eksikleri yüzünden Kürt sorunu bu hale geldi. Önemli olan PKK’nın dayandığı kitlelerin karşısına onların demokratik taleplerini karşılayan kapsamlı bir reformla çıkabilmektir. PKK’nın silah bırakmasını önce PKK’yı destekleyen kitlelerin istemesi gerekiyor. ‘Önce PKK’yı bitirelim’ anlayışı tarihten hiç ders almamış bir yaklaşımı ifade ediyor...
PKK hareketi bugün milyonlarca Kürt’ün desteğini alan sosyolojik bir tabana oturuyor. Daha önce pek çok Genelkurmay başkanının da ifade ettiği gibi ‘dağdaki beş bin adam’ defalarca yok olma noktasına geldi ama onların yerini yeni ‘beş bin adam’ alıverdi. Ki o dönemlerde kitle desteği bu boyutta da değildi. Ortadoğu’da İran ve Suriye ekseninde gelişen yeni çatışma ihtimallerini göz önünde tutarsak Türkiye’nin acilen Kürt sorununda adımlar atması gerektiğini görüyoruz...”
Aylardır anlatmaya çalıştığımızın çarpıcı bir özeti. Cevat Öneş’in daha birçok önemli değerlendirmesi var Agos söyleşisinde.
Siyasi iktidar, taşı ayağına düşürmek istemiyorsa ikide bir onu bunu azarlama huyundan vazgeçmeli, her dakika onunla bununla düzeysiz polemik yapmayı bırakmalı ve bugüne dek ‘doğruları’nı desteklemiş olanların ‘yanlışları’na ilişkin söylediklerini dinlemeli, kulak vermeli, üzerinde düşünmeli.Cengiz Çandar


Minik Fark : '' Yola Devam ''

Master
04-02-2012, 23:19
Tayyip Erdoğan’ın Paul Auster’la ilgili sözleri mi?.. Uzatmak gereksiz.
Erdoğan’ın bu söylemi ‘otoriter’ bir söylemdir.
Irkçılık kokan bir söylemdir.
‘Ucube’nin devamıdır.
Bir başbakana yakıştığı söylenemez.
Geçelim.
Erdoğan’ın umurunda mı eleştiriler?
Hiç sanmıyorum.
O artık kendi kendisiyle dolu.
Farklı seslere kulağı tıkalı.
On yıldır iktidar koltuğunda oturan, her iki seçmenden birinin de desteğine sahip olan Tayyip Erdoğan, kendi kendisiyle meşbu...
2023’e kadar uzanan on yıllık yeni bir iktidar döneminin hazırlığı içinde.
Anlaşılan o ki:
Anayasayı şöyle bir değiştirmek ve başkan baba olarak Çankaya’ya çıkmak için yapıyor tüm siyasal hesaplarını...
Gözü başka bir şey görmüyor.
Bu hesapları geçmişte Özal da yapmıştı, Demirel de.
Ama tutmamıştı.
Erdoğan hedefe daha yakın.
Hedefi vurabilir.
Çünkü alternatifsiz gözüküyor.
Çünkü geleneksel güç odakları gerilemiş, sinmiş durumdalar.
Muhalefetin halleri acıklı.
CHP dökülüyor.
Asker hizaya geldi.
Yargı da öyle sayılır.
İş dünyası çoktan beri selama duruyor. Ekonomideki istikrar ve iyiye gidiş, “Allah başımızdan eksik etmesin!” dualarına kaynaklık ediyor.
‘Medya’nın durumu malum.
Neredeyse biat etmeyen yok.
İlginçtir.
Büyük iş dünyasında, medyada bir zamanların yeminli düşmanları, ‘büyük bir siyasi deha’ olarak gördükleri Tayyip Erdoğan’a artık toz kondurmuyorlar.
Şaşırtıcı mı?
Değil tabii.
Hele bizim memlekette...
İktidar, güç böyle bir şey.
İnsanı kendi kendisiyle meşbu hale getirebiliyor.
Ben her şeyi yapabilirim duygusunu fena halde yeşertebiliyor.
Şımartabiliyor.
Yozlaştırabiliyor.
Bunları geçmişte de yaşadık.
O kadar çok örnekleri var ki.
Peki, sen ne yapacaksın?
Yazmaya devam edeceğim.

Minik Fark : '' Yola Devam ''

Ramo
10-02-2012, 21:10
Haydi, beyler eller cebe diyoruz ama bu çağrı elbette cebinde parası olanlara

Küresel ekonominin gelip dayandığı bu noktada kimde para olabilir ki demeyin?

Sakın ha!

Koskoca dünyamızda, sadece, trilyonlarca yeşil Amerikan dolar ve Euro desteleri, banka kasalarında durmuyor mu?



Siz bakmayın kriz söylemlerine. Kriz dediğiniz, bir taraf nakde sıkıştığında, elinde parası olanın, elini cebine atmamasından meydana geliyor. Önüne gelen, eline geçen banknotu, yakmadığı sürece, dünya parsız kalır mı?

Birinin cebinden çıkan diğerinin cebine girer işte o kadar!

Bu güne kadar biz neyi savunduk? Petrol çok pahalıya satılıyor. Çalışıp, çabalayan insanlar ve ülkeler, aynı miktarda aldıkları petrol türevlerine, fazladan on katı, yirmi katı bedel ödemek zorunda kalıyordu.

Hem de yıllar boyu

Aynı dönemde, Çin, günde bir kap pirinçle çalıştırdığı, işçilerin ucuz üretim malları ile dünya ticaretini felç etti. Elbette bu küresel alış, verişler veresiye yapılmadı. O zaman tüm bu kazanımlardan elde edilen trilyonlarca yeşil dolarlar kimin cebine girdi?

Elbette Küresel sermaye ağırlıklı, Arap ve Çinlilerin! Pekiyi bu paraları benzer ülke ve ülke yatırımcıları ne yapıyorlar derseniz? Genelde Amerikan hazine kâğıtlarına yatırıyorlar

Yani? Kendi ceplerine sığmayanları, doğruca Amerikan Bankalarının kasalarına istifliyorlar. O halde, dış borcu fazla olan ve de nakit sıkıntısı nedeniyle kıvranan ülkelerin ve Yunanistan’ın durumunu, şimdi daha iyi anlayabiliriz

Bu duruma düşen ülkelerin, sosyal patlamaları önlemek, çarklarını çevirmek için içerde mutlak nakde ihtiyaçları var. Kıvranıp duruyorlar… AB ülkeleri koskoca iflası görmezden, duymazdan gelir gibi yapıyorlar!

Neden?

Vercekleri fazla birikimlerine, Yunanista’dan daha çok mal kapatabilmek ya da nema almak için. AB kodaman ülkeleri akıllıda ABD bunlardan daha mı aptal?

Elbette hayır

Oda bekliyor(!)

Amerika’nın hem içindeki, hem dışındaki, küresel şirket ve ülkelerin burunları iyice sürtsün ki, göz diktiği şeyleri öldüm eşek fiyatına alabilsinler.

Almakla kalmasınlar, tüm bu insanlara da kendince yalancı baharlar yaşatarak küresel bağımlıları ve uyduları yapsınlar. Diğer yandan, Çin ve Araplar paralarını her nedense(!) Amerika’dan bir anda geride çekemiyorlar.

Birincisi, ABD ödemezse diye korkuları var.

İkincisi, diyelim ki ödedi, ya tekrar dolar basıp elimizdeki paraları pul yaparsa korkusu yaşıyorlar. Aslında o endişeyi, ABD bilinçli olarak bunların kulaklarına fısıldıyor. Bir nevi aba altında sopa gösteriyor. Paralarınızı ABD kâğıtlarına yatırmaya devam etmezseniz beraber batarız demeye getiriyor.

Bize gelince binmişiz bir alemete şarkılar türkülerle gidiyoruz ama nereye kadar gideceğimizi bilmeden!

Sözün özü, üleler bir birinden borç alır bunu hükümetleri kanalı ile harcar ama borçları hep hükümetler değil halkın kendisi öder.

Şimdi Yunan halkı, ilerde ise olacağı şu;

Niye gülüyorsun komşuna, seninde gelecek başına(!)

10 Şubat 2012 | Kazım Çiloğlu

Ramo
23-02-2012, 21:10
Dünya ekonomisinde son yüz yılın en büyük savı neydi? “Devletlerin borçları olabilir, sorunlar da yaşayabilir, ama bu çağda hiçbir devlet batmaz.” Problemlerin kontrol edilebilirliği, borcun sürdürülebilirliği üzerine kurulan bu görüş, 21. yüzyılda yerle bir oldu.

Oysa bankerlerin acımasızca ülke parçaladığına 20. yüzyılda da şahit olduk. Üstelik bizzat konuya muhatap olarak… Gücünü yitirmiş de olsa, koca bir imparatorluğu nasıl yerle bir ettiklerini, ardından kurulan genç Cumhuriyet’i yaşatmamak adına nasıl mücadele verdiklerini gördük. Salt bizde değil, dünyanın farklı coğrafyalarında da bu yaşandı. Sadece Osmanlı kadar ses getirmedi.

Fakat herkese Osmanlı ile bu işin bittiği izlenimi yayıldı. Artık sınırlar belliydi ve kimsenin de aksi yönde bir talebi olmayacaktı. Peki ya 2. Dünya Savaşı’nda, Kore, Vietnam, Yugoslavya, farklı nedenlerle ama aynı azmettiricilerle Sovyetler Birliği’nde yaşananlar ne olacak? Üstelik daha hesap bitmemişti. Türkiye’de harita istenen gibi şekillenmemiş, doğal kaynaklar da dünyada yeterince paylaşılamamıştı.

Ne var ki ‘bu çağda hiçbir devlet batmaz’ yalanı dinmek binmedi. Dünya büyük bir kış uykusunda iken küresel bankerler renkli devrimleriyle ülkeleri parçalamaya, karıştırmaya devam ettiler. Dünya halkları da bu parlak yalana inandı.

Yine de ’21. asırda ülkelerin batması söz konusu olamaz. Hacze gelecek değiller ya’ konusunda geniş kalabalıklar inandırılabildi. Ama bir bloğun yıkılmasıyla birlikte vahşileşen soygun, iyice kontrolden çıkınca, 2008 senesindeki son vurgunla asıl şok yaşandı.

Birleşmiş Milletler’in refah düzeyi bakımından en yüksek ülkeler arasında ilk sırada gösterdiği İzlanda battı. Hemen ardından kuzeydeki doğalgaz ve petrol havzalarındaki hisseleri masaya yatırıldı. İngiltere bankalarına el koydu.

Ardından Yunanistan… Avrupa’nın iki uç ülkesi bu zamanda battı ya da batırıldı. Ardından da hemen kaynaklarına, gelirlerine el koyma girişimi başladı. Elbette bu iflaslarda kendi hataları da vardı. Fakat hataları fırsata çevirip, batışı hızlandıran ve sonra da paylaşıma girenleri ne yapacağız?

Dünyada önce İzlanda, ardından da Yunanistan ile olmaz denilen oldu. Onlardan gözükenler batırıldı ve paylaşıma girişildi. İşte belki de bir şok halindeki dünyaya atılan asırlık tokat buydu. Şoktan uyanış burada başladı. Ardından ABD’den İngiltere’ye, Fransa’da Portekiz’e, İspanya’da İtalya’ya kadar kimlerin başına neler geleceği ise bilinmiyor.

Lakin göz dönmüştü bir kere… Büyük bir tokat ile uyanan dünya artık küresel bankerlerin umurunda değildi. Gelişmiş ve zor duruma düşmüş ülkelerin maddi beklenti kaygılarını da kullanarak önce Kuzey Afrika’da, şimdi de Irak’ta attıkları virgülü Suriye’de kaldırarak Ortadoğu’da eylemlerine devam ediyorlar. Kimileri silahla, kimileri parayla batırıp kaynaklarını paylaşarak, süreçten de kâr getirici konjonktür yaratıyorlar.

Anlaşılmaz olan ise tüm bu hesapların merkezinde bir ülke, anlaşılamaz bir hipnoz haliyle ‘bize bir şey olmaz’ demeye devam ediyor. Başında yalanlarla ve çelişkilerle yönetim gösteren bir iktidar, komşusuna acıyarak, kendi gerçeğine yabancı kalıyor. Neden? Çünkü onun başında bir ‘delikanlı’ var. O oyların yarısını toplayan bir istikrar abidesi tarafından yönetiliyor. Rakamları hepsi gösteriyor ki, son derece de başarılı… Fakat rakamları da yönetenlerin oluşturduğuna kimse bakmıyor.

Dedim ya, 74 milyonluk bir ülke tüm yaşananlara rağmen ‘devletin batmayacağı’ gerçeğine inanarak, yapılan uyarıları ‘komple teorisi’ olarak nitelendirmeye devam ediyor. Türkiye’den bahsediyorum. Ne oldu bu küresel bankerlere geçtiğimiz asrın tokadını atmış millete?

Anlaşılmaz bir uyku halinde, adeta afyon almış ve müptela edilmiş bir insanın zavallılığı içinde kendi yalanlarına, daha sonra icraya geleceklerin de desteklediği yalanlarla inanmaya devam ediyor.

Oysa bir millet uyanıyordu. Uyanmıştı da… Peki ne zaman daldı bu uykuya? Hesapsızca tüketime, lükse ve kredi kartı ile gelirinin üstünde harcamaya alıştığı gün… Medyanın operasyonla ele geçirildiği gün… Gerçeklerin gizlendiği gün…

Korkarım bu kafayla devam edersek de, geçen asırda dünyaya tokat atan bu ülkenin hipnoz halindeki insanları, bu yüzyılda yedikleri büyük bir tokat ile uyanacak? Ama işte o gün çok geç olacak. Uyanın artık.

cetinunsalan@yahoo.com

Ramo
26-03-2012, 20:25
Korku Tünelinde Dizayn
26 Mart 2012 | By Çetin Ünsalan

Türkiye, belki de kurulduğundan bu yana en tehlikeli sürecin içinde büyük bir sınav veriyor. Ekonomisi ‘başarılı’ palavrasıyla sıcak paraya mahkûm edilirken, siyasette diz çöktürülmeye uğraşılıyor.

Önümüzde bir korku tüneli var. Genç cumhuriyet belki de hayatının kararlarını vermeye hazırlanıyor. Tıpkı üniversite sınavına giren bir gencin kıskacında, bir korku tünelinde ilerliyor. Başbakan’ın Obama ile görüşmesinde Suriye konusundaki açıklamalarını dikkatle okursak, bunu deşifre etmek mümkün.

Belli ki Suriye konusunda ciddi bir baskıyı yemiş ve meselenin halen bir iç sorun olduğu konusundaki tavrı sergilemeye devam ediyor. Oysa kendi seçmenini bile ikna etmekten uzak bu meselede, ülkeyi bir felakete götürüp götürmemek an meselesi…

Bölgede ABD’nin çıkarlarına uygun olarak yapılacak bir Suriye müdahalesi, bizi telafi edilemez açmazlarla karşı karşıya bırakacaktır. Bir diğer önemli kırılma noktası ise anayasa… Demokratikleşiyoruz adı altında ülkenin ana sütunlarıyla oynanacak bir eylemin tam ortasındayız.

Türkiye’de yaşayanların bir bölümünü belki de Birleşmiş Milletler’e ikiz anlaşmalar çerçevesinde götürecek ve önce federasyon, ardından da parçalanmaya yol açacak bir Ali Cengiz Oyunu oynanıyor.

Ülkede yaşayan kimse demokratik bir ortamdan ve anayasadan imtina edemez. Fakat gerçek hedef bu mu, işte asıl dananın kuyruğu burada kopuyor. Vatandaştan basına nasıl bir ‘ileri’ palavrası içerisinde demokrasi oyunu oynandığına hepimiz şahit oluyoruz.

Oysa Anayasa’nın 2. Maddesine iliştirilecek yeni bir halk tanımıyla, ikinci İsrail’in önünü açacak bir intihar girişimi ile karşı karşıyayız. Türkiye’den toprak isteyen, Irak’ın kuzeyine peydahlanan, Suriye ve İran topraklarına göz diken bu çakallar kırılma anını, tıpkı 1 Mart 2003 tezkeresinde olduğu gibi ülkemizde yaşayacaklar.

İşte şimdi Türk insanının oylarıyla gönderdiği milletvekilleri, ortaya konulacak tavırlarla kimin vekili olduğunu gösterecek. Ya 1 Mart 2003’teki gibi milletin geleceğinden ve çıkarlarından yana tavır koyup, ülkeyi küresel banker cehennemine çevrilmekten kurtaracak ya da birilerine biat edecek.

Nitekim New York Times’ta anayasaya atıfta bulunarak verilen kritik birkaç ay tanımlaması da bunu doğruluyor. Şimdi bu korku tünelinde ilerleme zamanı… Şimdi milletten mi, bankerden mi yana tavır konulacağının sınavını verme zamanı.

Şimdi genel başkanların değil, milletin vekili olduğunuzu kanıtlamanın, şimdi yürütmeden bağımsız bir yasama organı olduğu tavrını sergilemenin dönemi. Şimdi aklı selimi sergilemenin süreci…

Bu ülkenin vatandaşları oylarıyla sizi oraya gönderdi. Sizi listeye genel başkanınız koymuş olabilir, ama ne olur bu kez milletin vekili olduğunuzu hatırlayın ve vicdani sorumluluğunuzu yerine getirin. Korkmayın. Unutmayın ki korku tünelindeki kâbus, çıkınca sona erer.

cetinunsalan@yahoo.com

Master
29-03-2012, 07:19
EĞİTİM tarihimizde Köy Enstitüleri’nin önemini, işlevini tartışmayı gereksiz bulanlardanım.
Oradan yetişenler olmasaydı, Türk edebiyatında Köy Romanı denilen yapıtlar yazılamazdı.
Kentte yaşayanlar, köy gerçeğini öğrenemezlerdi. Köy çocukları, köy sınırlarından dünyaya açılamazlardı, bırakın dünyaya açılmayı, kasabaya, kente gidemezlerdi.
Tarık Akan’ın yönettiği Köy Enstitüleri Bir Meçhul Öğretmen DVD’sini seyrederken, yeniden bu deneyim üzerine düşündüm.
İki öğretmenin, Ayşe Bayındır ile eşi Mehmet Bayındır’ın yaşamı üzerine kurulan bir belgesel bu.
Ekrana başlangıçta Uğur Mumcu’nun enstitüler üzerine yazdığı yazıdan bir alıntı geliyor:
“Köy Enstitüleri’nin kurulduğu yerlere birer Meçhul Öğretmen Anıtı dikilmeli ve her kuruluş günleri, 17 Nisan’da saygı duruşunda bulunmalıyız.”
Bayındır’lar Arifiye Köy Enstitüsü’nde öğrenci yetiştirmişler.
Özellikle kız öğrencilerin yetişmesi için çaba göstermişler, direnmişler.
Elbet zaman zaman orada yaşayanlarla aralarında eğitim tartışması yaşamışlar.
Bu yüzden müfettiş gelmiş, ama onlar doğru bildikleri yoldan başka yola sapmamışlar.
1940’larda, kızların okumasında ısrar edenler için ne denirdi? “Komünist.”
Onlar bu damgayı yemişler ama hiç aldırmamışlar.
* * *
MÜFETTİŞE de, Mehmet Bayındır, “Ben doğrusunu yapıyorum,” demiş, kibarca sınıftan uğurlamış.
Uğurlayanı uğurlarlar.
1951 yılında, Bilecik’in Samrı köyüne göndermişler, bu arada çocuklarını kaybetmişler.
Bayındırlar’ın öğretmenlik yaşamını dinlerken, enstitülerde yetişenlerin inançlarını, cumhuriyete karşı sevgilerini fark edeceksiniz.
Oradan Karaağaç köyüne gitmişler, daha doğrusu gönderilmişler. Su yok, açık hava tuvaletlerinin kokusu her yeri sarmış.
Ektikleri de buğday ve susam. Öğretmenlerin yeni önerileriyle, ekim alanının ve çeşidini büyütmüşler.
Emek veren, onlara yol gösteren, gündelik ve ekonomik hayatlarını geliştirenlere insan minnet duyar.
Gerçekten de yıllar sonra öğretmenlik yaptıkları köye ziyarete gittiklerinde, nasıl karşılandıklarını görmek seyredenin de hoşuna gidiyor.
Karaağaç köyüne atandıklarında, onları rahatsız eden, üzen bir durumu değiştirmek için çalışmaya başlıyorlar.
Kan davası o kadar yaygın ki, köyün adı ‘Kanlı Karaağaç’ diye anılıyor.
17 Nisan 1940’da yasayla kurulan Köy Enstitüleri’nin sayısı kısa zamanda yirmiyi aşıyor. Bu okulların açılmasında, gelişmesinde üç kişinin büyük emeği var: İsmet İnönü, Hasan Âli Yücel, İsmail Hakkı Tonguç.
Belgeseli Rutkay Aziz, Işık Yenersu, Genco Erkal seslendirmiş.
Arifiye Köy Ensstitüsü’nün ilk müdürü Süleyman Edip Balkı, Orhan Veli Kanık’ın şiirinde adı geçen müdür.
Günlük yaşamın nasıl başladığını, neler yapıldığını, onların anılarından dinlemek, binlerce kişiyi dinlemekle eş değer.
DVD’yi seyrederken, Nâzım Hikmet’in Yürümek şiirini dinleyeceksiniz.
O şiirden birkaç dize:
“Yürümek;
yürümeyenleri
arkanda boş sokaklar gibi bırakarak,
havaları boydan boya yarıp ikiye
bir mavzer gözü gibi
karanlığın gözüne bakarak
yürümek!.. “
(…)
Son olarak, Köy Enstitüleri’ni ve enstitülüleri anlamak için bir okuma tavsiyesi:
Kızılçullu Köy Enstitülü Yıllar, Kemal Kocabaş, Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Yayınları.

Doğan Hızlan / Hürriyet

+++++++++++++++++++

http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/ardic/2012/03/23/hatirlayalim-hatirlatalim

AnnE
30-03-2012, 08:21
Yedi yaşındaki kız çocuğunun başını örtmek
Zülfü Livaneli

Sabancı Üniversitesi Kurucu Rektörü Profesör Dr. Tosun Terzioğlu, Mine Şenocaklı arkadaşımıza verdiği mülakatta, hükümetin eğitim reformu politikalarını desteklemiş ve aynen şunları söylemiş:

“Baş örtüsünün ilkokulda da sorun olmaması gerekir.”

Bu sözleri okuduğumda gözlerime inanamadım. Benim tanıdığım Terzioğlu, böyle bir şeyi nasıl söyler diye düşündüm. Sonra iktidarların ve zamanın insanları değiştirdiği aklıma geldi.

Daha sonra, çocukları Sabancı Üniversitesi’nde okuyan ailelerin bu sözlere tepki gösterip göstermediğini merak ettim. Belli başlı bir tepkiye de rastlayamadım.

Demek ki Türkiye’nin en önemli üniversitelerinden biri olan Sabancı Üniversitesi, “ilkokul çağındaki kızların başlarının kapatılması”ndan rahatsız olmuyor. Hatta bunu öneriyor.

İşte bu sonuç, beni, bırakın ülkenin geleceği, bugünüyle ilgili karamsarlığa sürükledi.

Bu sözleri Sorbonne, Oxford, Cambridge, Harvard, Princeton gibi üniversitelerin rektörlerinden duyabilir misiniz? Hatta bırakın duymayı, bilim dünyası 7 yaşındaki el kadar kız çocuklarının başları kapatılarak evden dışarı çıkarılması önerisini, ağır bir “insan hakları ihlali” olarak görmez mi?

Bence Sabancı Üniversitesi Rektörü’nün önerisi insanlığa karşı suçtur. Çünkü burada tartışılan şey insanların, gençlerin, üniversite öğrencilerinin başlarını kapatma özgürlüğü değil, aklı hiçbir şeye ermeyen küçücük bir yavrunun bir “seks nesnesi” olarak görülmesidir.

Birkaç yıl önce Konya’da, 6-7 yaşlarında bir kız çocuğu görmüştüm. Evinin önünde üç tekerlekli bir bisiklete biniyordu. Ama başına bağlanan örtü o kadar uzundu ki, yerlere sürünüyor, bisikletin tekerleklerine dolanıyordu. Çünkü -henüz- o yaştaki çocuklar için örtü, çarşaf vs. imal eden firmalar yok. Mecburen büyüklerin örtülerini takıyorlar.

O zaman “Acaba hangi hasta zihin, bu yavrunun saçlarına bakıp da tahrik olur diye kapatmışlar” sorusunu sormuştum kendime.

Şimdi cevabımı aldım.

Demek ki bu zihin, kentlere, üniversitelere, holdinglere kadar girmiş.

Demek ki; Sabancı grubu bir yandan caz festivalleri, bir yandan Rembrandt sergileri düzenliyor, hatta önemli bir yöneticisi eliyle Viyana Operası’na bile katkıda bulunuyor ama kendi ülkesinde, el kadar yavruların başının bağlanmasını uygun buluyor.

Hem de özgürlüklerin savunulması gereken üniversitesinde.

Bakın beyler, hanımlar:

Bu yazdıklarımın kılık kıyafet özgürlüğüyle hiçbir ilgisi yok. Söyler misiniz; daha kundaktan yeni kurtulmuş bir çocuk hangi aklı, hangi özgür iradesiyle kapanmayı tercih edecek? Bu yapılan, o çocuğa bir dayatma değil mi?

Ayrıca hangi sapık kafa o çocuğun saçlarından tahrik olacak?

Cumhuriyet’in “milli burjuvazi yaratma” gayretleri sonucunda zenginliğe adım atmış olan Sabancı ailesi, bu konuda ne düşünüyor acaba? Daha doğrusu Ömer ağa ne düşünürdü?


***


4+4+4 tartışmaları sırasında bir niyet daha ortaya çıktı. İlkokullara “seçmeli” Kuran dersleri konacak. Buradaki “seçmeli” sözü tamamen kandırmacadır. Bu ortamda hangi aile “hayır, çocuğumun Kuran dersi almasını istemiyorum” diyebilir.

Bu dersler sırasında kılık kıyafetin nasıl olacağı tartışmalarına ise Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ tam bir açık sözlülükle, imam hatip liselerinin de devlet okulu olduğunu ve orada nasıl bir tartışma yaşanmıyorsa, diğer devlet okullarında da yaşanmayacağı cevabını vermiş.

Yani artık bütün okullarda baş örtülecek, hatta Kur’an dersleri sırasında mecburi olacak.


***


Ey benim liberal(!), reformcu, değişimci gazeteci, akademisyen, aydın(!) arkadaşlarım; ey üniversiteler, ey holdingler, ey koca koca iş adamları.

Kadınlarımızın, kızlarımızın boyunduruktan kurtulup, eşit birer yurttaş olması mücadelesiyle başlayan bir cumhuriyeti, kız çocuklarımızı kapatan bir zihniyete getirdiniz.

Dikkat ederseniz hükümeti değil sizi suçluyorum. Çünkü hükümet başından beri tutumunu değiştirmedi. Sizin gibi, “bir yanında caz, bir yanında örtülü kız” politikasını uygulamadı. Neyse o oldu. Hatta Milli Eğitim Bakanı’nın satırlarıyla “Bu Cumhuriyetin, yerini İslami esaslara dayanan bir Cumhuriyete bırakması zamanı gelmiştir” dedi.

Ama siz?

“Değiştiler, hiç öyle bir niyetleri yok, sadece AB ve reform istiyorlar” diye diye Türkiye’yi bu noktaya getirdiniz.

“Acaba?” diye kafalarında soru işaretleri olan arkadaşlarınızla da alay ettiniz.

Darbelere karşı olmak, özgürlükler, Kopenhag kriterleri, kültürel haklar, vesayetten kurtulmuş demokrasi, insan hakları... Hepsine amenna, onlar zaten bizim ömür boyu savunduğumuz, uğrunda bedel ödediğimiz ilkeler ama bu ne bu?

Hadi şimdi piyano, bale dersi alan kendi küçük kızlarınızı kapatın da samimi olduğunuzu anlayalım.

Şimdi ufaktan ufaktan dümen kırmaya çalışıyorsunuz ama yazdıklarınız, söyledikleriniz kayıtlı. Yalnız siz değil, çocuklarınız bile bu vebalden kurtulamayacak.

Üç beş kuruş için değmezdi be!

Master
01-04-2012, 07:48
Yedi yaşındaki kız çocuğunun başını örtmek
Zülfü Livaneli

Sabancı Üniversitesi Kurucu Rektörü Profesör Dr. Tosun Terzioğlu, Mine Şenocaklı arkadaşımıza verdiği mülakatta, hükümetin eğitim reformu politikalarını desteklemiş ve aynen şunları söylemiş:

“Baş örtüsünün ilkokulda da sorun olmaması gerekir.”

Bu sözleri okuduğumda gözlerime inanamadım. Benim tanıdığım Terzioğlu, böyle bir şeyi nasıl söyler diye düşündüm. Sonra iktidarların ve zamanın insanları değiştirdiği aklıma geldi.

Daha sonra, çocukları Sabancı Üniversitesi’nde okuyan ailelerin bu sözlere tepki gösterip göstermediğini merak ettim. Belli başlı bir tepkiye de rastlayamadım.

Demek ki Türkiye’nin en önemli üniversitelerinden biri olan Sabancı Üniversitesi, “ilkokul çağındaki kızların başlarının kapatılması”ndan rahatsız olmuyor. Hatta bunu öneriyor.

İşte bu sonuç, beni, bırakın ülkenin geleceği, bugünüyle ilgili karamsarlığa sürükledi.

Bu sözleri Sorbonne, Oxford, Cambridge, Harvard, Princeton gibi üniversitelerin rektörlerinden duyabilir misiniz? Hatta bırakın duymayı, bilim dünyası 7 yaşındaki el kadar kız çocuklarının başları kapatılarak evden dışarı çıkarılması önerisini, ağır bir “insan hakları ihlali” olarak görmez mi?

Bence Sabancı Üniversitesi Rektörü’nün önerisi insanlığa karşı suçtur. Çünkü burada tartışılan şey insanların, gençlerin, üniversite öğrencilerinin başlarını kapatma özgürlüğü değil, aklı hiçbir şeye ermeyen küçücük bir yavrunun bir “seks nesnesi” olarak görülmesidir.

Birkaç yıl önce Konya’da, 6-7 yaşlarında bir kız çocuğu görmüştüm. Evinin önünde üç tekerlekli bir bisiklete biniyordu. Ama başına bağlanan örtü o kadar uzundu ki, yerlere sürünüyor, bisikletin tekerleklerine dolanıyordu. Çünkü -henüz- o yaştaki çocuklar için örtü, çarşaf vs. imal eden firmalar yok. Mecburen büyüklerin örtülerini takıyorlar.

O zaman “Acaba hangi hasta zihin, bu yavrunun saçlarına bakıp da tahrik olur diye kapatmışlar” sorusunu sormuştum kendime.

Şimdi cevabımı aldım.

Demek ki bu zihin, kentlere, üniversitelere, holdinglere kadar girmiş.

Demek ki; Sabancı grubu bir yandan caz festivalleri, bir yandan Rembrandt sergileri düzenliyor, hatta önemli bir yöneticisi eliyle Viyana Operası’na bile katkıda bulunuyor ama kendi ülkesinde, el kadar yavruların başının bağlanmasını uygun buluyor.

Hem de özgürlüklerin savunulması gereken üniversitesinde.

Bakın beyler, hanımlar:

Bu yazdıklarımın kılık kıyafet özgürlüğüyle hiçbir ilgisi yok. Söyler misiniz; daha kundaktan yeni kurtulmuş bir çocuk hangi aklı, hangi özgür iradesiyle kapanmayı tercih edecek? Bu yapılan, o çocuğa bir dayatma değil mi?

Ayrıca hangi sapık kafa o çocuğun saçlarından tahrik olacak?

Cumhuriyet’in “milli burjuvazi yaratma” gayretleri sonucunda zenginliğe adım atmış olan Sabancı ailesi, bu konuda ne düşünüyor acaba? Daha doğrusu Ömer ağa ne düşünürdü?


***


4+4+4 tartışmaları sırasında bir niyet daha ortaya çıktı. İlkokullara “seçmeli” Kuran dersleri konacak. Buradaki “seçmeli” sözü tamamen kandırmacadır. Bu ortamda hangi aile “hayır, çocuğumun Kuran dersi almasını istemiyorum” diyebilir.

Bu dersler sırasında kılık kıyafetin nasıl olacağı tartışmalarına ise Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ tam bir açık sözlülükle, imam hatip liselerinin de devlet okulu olduğunu ve orada nasıl bir tartışma yaşanmıyorsa, diğer devlet okullarında da yaşanmayacağı cevabını vermiş.

Yani artık bütün okullarda baş örtülecek, hatta Kur’an dersleri sırasında mecburi olacak.


***


Ey benim liberal(!), reformcu, değişimci gazeteci, akademisyen, aydın(!) arkadaşlarım; ey üniversiteler, ey holdingler, ey koca koca iş adamları.

Kadınlarımızın, kızlarımızın boyunduruktan kurtulup, eşit birer yurttaş olması mücadelesiyle başlayan bir cumhuriyeti, kız çocuklarımızı kapatan bir zihniyete getirdiniz.

Dikkat ederseniz hükümeti değil sizi suçluyorum. Çünkü hükümet başından beri tutumunu değiştirmedi. Sizin gibi, “bir yanında caz, bir yanında örtülü kız” politikasını uygulamadı. Neyse o oldu. Hatta Milli Eğitim Bakanı’nın satırlarıyla “Bu Cumhuriyetin, yerini İslami esaslara dayanan bir Cumhuriyete bırakması zamanı gelmiştir” dedi.

Ama siz?

“Değiştiler, hiç öyle bir niyetleri yok, sadece AB ve reform istiyorlar” diye diye Türkiye’yi bu noktaya getirdiniz.

“Acaba?” diye kafalarında soru işaretleri olan arkadaşlarınızla da alay ettiniz.

Darbelere karşı olmak, özgürlükler, Kopenhag kriterleri, kültürel haklar, vesayetten kurtulmuş demokrasi, insan hakları... Hepsine amenna, onlar zaten bizim ömür boyu savunduğumuz, uğrunda bedel ödediğimiz ilkeler ama bu ne bu?

Hadi şimdi piyano, bale dersi alan kendi küçük kızlarınızı kapatın da samimi olduğunuzu anlayalım.

Şimdi ufaktan ufaktan dümen kırmaya çalışıyorsunuz ama yazdıklarınız, söyledikleriniz kayıtlı. Yalnız siz değil, çocuklarınız bile bu vebalden kurtulamayacak.

Üç beş kuruş için değmezdi be!


TUNCELİ Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Durmuş Boztuğ, üniversiteye dışarıdan getirdikleri bazı öğretim görevlilerinin görev sürelerini uzatmadan gönderdiklerini söyledi. Prof.Dr. Boztuğ, gönderilenlerin ortak yaşam kültürünü geliştiremediklerini öne sürerek, "Dediler ki burası ’Dersim’, burada herkes solcu olsun, burada herkes Dersim Alevisi olsun, herkes Kürt olsun, herkes bizim gibi olsun. ’Hayır’ dedim. Burası Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir üniversitesi burada herkes olacak, siz olmayacaksınız. Biz bunu evel Allah’ın izniyle yasaların kanunların bize verdiği yetkiyle bu birlikteliğimizi kardeşliğimizi daha da geliştireceğiz" dedi.

Tunceli’de hayırsever işadamı ve avukat Kemal Genç, 3 yıl önce bir cinayete kurban giden eşi Sakine Genç adına Pertek İlçesi’nde Tunceli Üniversitesi’ne yerleşke yapma kararı aldı. 2 milyon liraya malolacak yerleşkenin temeli bugün törenle atıldı. Törene, Rektör Prof.Dr. Durmuş Boztuğ, Pertek Kaymakamı Kürşat Güleryüz, eski Pertek Kaymakamı ve Malatya Vali Yardımcısı Murat Çağır, Tunceli Emniyet Müdürü Hayati Yılmaz, ile vatandaşlar katıldı. Törene CHP Tunceli Milletvekili Kamer Genç, geçikmeli gelince, törenin sonuna yetişti.

BAŞKA ÜLKENİN HÜKÜMETİNİMİ ÖVEYİM?

Pertek Spor Salonu’ndaki törende konuşan Rektör Prof.Dr. Durmuş Boztuğ, kısa sürede büyük projelere imza attıklarını ve üniversitenin hükümetin desteğiyle büyüdüğünü söyledi. Boztuğ, şöyle dedi:

"Türkiye’de en son kurulan ama hızla gelişen üniversitelerin arasında en ciddi mesafeyi Tunceli Üniversitesi aldı. 2008 Mayıs ayında kurulan üniversitemiz, bu globalleşme sürecinin birlikte yaşama sürecinin en önemli aktörü Tunceli Üniversitesi’dir diyebilirim. Öğretim görevlisi sayımız hızla arttı şu an 3 binden fazla öğrencimiz var ve yakın zamanda üniversite kampus alanının ve yeni yerleşkesinin temelini attık. Her alanda hızla büyüyoruz ve Türkiye’de en hızlı büyüyen üniversitelerden biriyiz şu an. Sevgili Pertekliler, ben bu hizmetleri söylediğim zaman diyorlar ki, efendim rektörümüz hükümeti övüyor. Sevgili Pertekliler ben başka bir ülkenin hükümetini mi öveyim. Bu hükümetimiz bu devletimiz, bakın size rakam arz ediyorum bir milyon bütçeden 44 milyon bütçeye çıktık. 300 öğrenciden 4 bin öğrenciye, 4 bin metrekare alandan 30 bin metrekare alana çıktı üniversitenin alanı. 29 personelden 600 personele çıktı üniversitemiz. Bütün bunlar bu devletin bu hükümetin imkanları ile olmuştur. Elbette ki, bir vatandaş olarak bırakın rektörlüğü, devletimize, milletimize, ülkemize elbette ki teşekkür edip şükran duygularımı arz etmem gerekiyor."

Rektör Prof.Dr. Boztuğ, Tunceli Üniversitesi’nde şu an yaptıkları ’mayanın tuttuğunu’ belirterek, 2008 yılı Eylül ayında Tunceli’ye geldiğimde yaptığı basın toplantısında, "Allah’ın izniyle Tunceli Üniversitesi’nde, devlet büyüklerimizin yardımıyla dört tane olayı hayata geçireceğiz dedim. Bir; Tunceli Üniversitesi’nde hiç kimse Alevi -Sünni diye dışlanmayacak. İki; Tunceli Üniversitesi’nde hiç kimse, devrimci, ülkücü , dindar, solcu, sağcı diye dışlanmayacak. Üçüncüsü; Tunceli Üniversitesi’nde hiç kimse Türk, Kürt, Zaza diye dışlanmayacak. Dördüncüsü ise; Tunceli Üniversitesi’nde hiç kimse başörtülü olan veya olmayan diye dışlanmayacak. Ben herkes bizim birinci sınıf yurttaşımızdır dedim. Ve bugün üniversitemizde yaşanan huzur ve rahat ortamı da bunun kanıtıdır" dedi.

Rektör Prof. Dr. Durmuş Boztuğ, üniversiteye daha önce başka üniversitelerden getirilen ve 40-B kapsamında görev yapan öğretim görevlilerinin görev süreleri bitimde görev sürelerini uzatmadan gönderildiklerini söyledi. Prof.Dr. Boztuğ, "Üniversiteye 40-B ile gelen bazı görevlilerin görev sürelerini bitirdiklerini, bunların görev sürelerini uzatmadıklarını anlatırken, "Ortak yaşama, ortak yaşama kültürünü geliştiremediler. Dediler ki burası; Dersim, burada herkes solcu, burada herkes Dersim Alevisi, Kürt, herkes bizim gibi olsun. ’Hayır’ dedim. Burası Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir üniversitesi burada herkes olacak, siz olmayacaksınız. Biz bunu evel Allah’ın izniyle yasaların kanunların bize verdiği yetkiyle bu birlikteliğimizi kardeşliğimizi daha da geliştireceğiz" diye konuştu.

Hayırsever Pertekli işadamı Kemal Genç, eşi sakine Genç adına böyle bir bina yapmanın kendisini ve bütün Perteklileri gururlandırdığını söyledi. Konuşmaların ardında binanın yapılacağı alana gidilerek temel atma töreni yapıldı

Ramo
04-04-2012, 19:33
Önce komisyonu işgal ettiler. Muhalefet itiraz hakkını kullanamadı, söz söyleyemedi. Ardından zorbalık yaptılar, meclis görüşmelerinde tekme tokat giriştiler. Kanun tasarısının arasına 20 milyar dolarlık kaymaklı kadayıf yerleştirdiler. Türkiye’nin ne kadar imam ve hatip ihtiyacı olduğunu belirlemeden ‘her eve lazım’ maddesi koydular.

Hepsinden önemlisi gelecek kuşakların kaybına yol açacak, parçalı eğitim sistemiyle, içeriği boşaltılmış, bütünsellikten uzak, analitik düşünceyi dinamitle yok edeceği eğitimciler tarafından söylenen bir sisteme geçtiler ve ardından toplanıp fasıla gittiler. ‘Beraber yürüdük biz bu yollarda’ şarkısını söylerken, acaba bu yolun yol olmadığını düşündüler mi?

İnsan bir yolda yürürken, yaptığı her hareket küresel sermayenin, başka ülkelerin ya da Türkiye’nin rakiplerinin işine yarayacak sonuçlar verip, ülkeyi borca, bilgisizliğe, felakete ve içi boş çuvallara döndürüyorsa, insan evladı olanın ‘benim bu yolumda hata var mı’ diye kendine sorması gerekmiyor mu?

Ama siz düşünmeyin bunları fasl-ı muhabbet içinde, fasl-ı maarif zevkinizi yürütün. Hatta fasıl heyetinden parçalar isteyin. İlk parça eski kuşaklardan yeni kuşaklara henüz yasayı onaylamayan Sayın Cumhurbaşkanına gelsin: “Ben gamlı hazan, sense bahar dinle de vazgeç.” Eğer Sayın Cumhurbaşkanı onaylarsa, millet adına bir şarkı da ben isteyeyim: “Dönülmez akşamın ufkundayım, vakit çok geç. Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç.”

Elbette bu eğitim ve kuşak katliamının sonuçları olacak. O zaman bu yasaya geçer oy veren milletvekilleri için, içlerindeki sorgulayıcı ruhu bırakıp, yağdanlık yaptıkları ve yüreklerindeki insan ve memleket sevgisini kaybettikleri için bir parça talep etmek gerekir:

Zeki Müren’in çok değerli eseri buraya cuk oturur: “Sen kimseyi sevemezsin, sevmeyeceksin. Rüzgârların önünde kuru bir yaprak gibi sürükleneceksin.”

Elbette fasıla gitmişken göbek atmak da gerekir. Tam bu sırada değeri 20 milyar doları bulan ve kamu ihale kanunu dışında bırakılarak bizim oğlanlara gidecek ‘Fatih Projesi alımları’ akla gelir ve tüm salon coşkuyla göbek atmaya başlar. Şarkı şudur: ‘Bas bas paraları Leyla’ya bi daha mı gelecez dünyaya…”

Sondan bir önceki istek ise 2006 yılında kapalı oturumla kurulan ve Amerikalı danışmanlar tarafından Türk eğitim sisteminin şekillendirilmesini sağlayan, Milli Eğitim Bakanlığı’nın bile üzerinde yer alan Mesleki Yeterlilik Kurumu’na gelsin: “Hicran olacaksa bu aşkın sonu…”

Şimdi bazıları partizanca tavır takınıp, bu yasayı savunmaya kalkışacak. Benim bu faslı maarif sonunda onlara tavsiyem, AKP binasına dönerek yapın bu savunmayı. Çünkü evladınızın, parmağı kanasa yüreğinizin dayanamayacağı, evladınızın geleceğini mahvettiniz, ardına ülkeyi de katarak. Sizin yanıtınızı tarih verecek ve çocuklarınız yıllar sonra kulaklarınızı çınlatacak; ama hayırla değil; emin olabilirsiniz.

Ve final şarkısını koro eşliğinde millet söyler; karşısındaki ucuzluğa hayıflanarak: “Kendim ettim, kendim buldum, gül gibi sarardım soldum, eyvah eyvah..”
01 Nisan 2012
cetinunsalan@yahoo.com

Master
05-04-2012, 10:27
TUNCELİ Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Durmuş Boztuğ, üniversiteye dışarıdan getirdikleri bazı öğretim görevlilerinin görev sürelerini uzatmadan gönderdiklerini söyledi. Prof.Dr. Boztuğ, gönderilenlerin ortak yaşam kültürünü geliştiremediklerini öne sürerek, "Dediler ki burası ’Dersim’, burada herkes solcu olsun, burada herkes Dersim Alevisi olsun, herkes Kürt olsun, herkes bizim gibi olsun. ’Hayır’ dedim. Burası Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir üniversitesi burada herkes olacak, siz olmayacaksınız. Biz bunu evel Allah’ın izniyle yasaların kanunların bize verdiği yetkiyle bu birlikteliğimizi kardeşliğimizi daha da geliştireceğiz" dedi.

Tunceli’de hayırsever işadamı ve avukat Kemal Genç, 3 yıl önce bir cinayete kurban giden eşi Sakine Genç adına Pertek İlçesi’nde Tunceli Üniversitesi’ne yerleşke yapma kararı aldı. 2 milyon liraya malolacak yerleşkenin temeli bugün törenle atıldı. Törene, Rektör Prof.Dr. Durmuş Boztuğ, Pertek Kaymakamı Kürşat Güleryüz, eski Pertek Kaymakamı ve Malatya Vali Yardımcısı Murat Çağır, Tunceli Emniyet Müdürü Hayati Yılmaz, ile vatandaşlar katıldı. Törene CHP Tunceli Milletvekili Kamer Genç, geçikmeli gelince, törenin sonuna yetişti.

BAŞKA ÜLKENİN HÜKÜMETİNİMİ ÖVEYİM?

Pertek Spor Salonu’ndaki törende konuşan Rektör Prof.Dr. Durmuş Boztuğ, kısa sürede büyük projelere imza attıklarını ve üniversitenin hükümetin desteğiyle büyüdüğünü söyledi. Boztuğ, şöyle dedi:

"Türkiye’de en son kurulan ama hızla gelişen üniversitelerin arasında en ciddi mesafeyi Tunceli Üniversitesi aldı. 2008 Mayıs ayında kurulan üniversitemiz, bu globalleşme sürecinin birlikte yaşama sürecinin en önemli aktörü Tunceli Üniversitesi’dir diyebilirim. Öğretim görevlisi sayımız hızla arttı şu an 3 binden fazla öğrencimiz var ve yakın zamanda üniversite kampus alanının ve yeni yerleşkesinin temelini attık. Her alanda hızla büyüyoruz ve Türkiye’de en hızlı büyüyen üniversitelerden biriyiz şu an. Sevgili Pertekliler, ben bu hizmetleri söylediğim zaman diyorlar ki, efendim rektörümüz hükümeti övüyor. Sevgili Pertekliler ben başka bir ülkenin hükümetini mi öveyim. Bu hükümetimiz bu devletimiz, bakın size rakam arz ediyorum bir milyon bütçeden 44 milyon bütçeye çıktık. 300 öğrenciden 4 bin öğrenciye, 4 bin metrekare alandan 30 bin metrekare alana çıktı üniversitenin alanı. 29 personelden 600 personele çıktı üniversitemiz. Bütün bunlar bu devletin bu hükümetin imkanları ile olmuştur. Elbette ki, bir vatandaş olarak bırakın rektörlüğü, devletimize, milletimize, ülkemize elbette ki teşekkür edip şükran duygularımı arz etmem gerekiyor."

Rektör Prof.Dr. Boztuğ, Tunceli Üniversitesi’nde şu an yaptıkları ’mayanın tuttuğunu’ belirterek, 2008 yılı Eylül ayında Tunceli’ye geldiğimde yaptığı basın toplantısında, "Allah’ın izniyle Tunceli Üniversitesi’nde, devlet büyüklerimizin yardımıyla dört tane olayı hayata geçireceğiz dedim. Bir; Tunceli Üniversitesi’nde hiç kimse Alevi -Sünni diye dışlanmayacak. İki; Tunceli Üniversitesi’nde hiç kimse, devrimci, ülkücü , dindar, solcu, sağcı diye dışlanmayacak. Üçüncüsü; Tunceli Üniversitesi’nde hiç kimse Türk, Kürt, Zaza diye dışlanmayacak. Dördüncüsü ise; Tunceli Üniversitesi’nde hiç kimse başörtülü olan veya olmayan diye dışlanmayacak. Ben herkes bizim birinci sınıf yurttaşımızdır dedim. Ve bugün üniversitemizde yaşanan huzur ve rahat ortamı da bunun kanıtıdır" dedi.

Rektör Prof. Dr. Durmuş Boztuğ, üniversiteye daha önce başka üniversitelerden getirilen ve 40-B kapsamında görev yapan öğretim görevlilerinin görev süreleri bitimde görev sürelerini uzatmadan gönderildiklerini söyledi. Prof.Dr. Boztuğ, "Üniversiteye 40-B ile gelen bazı görevlilerin görev sürelerini bitirdiklerini, bunların görev sürelerini uzatmadıklarını anlatırken, "Ortak yaşama, ortak yaşama kültürünü geliştiremediler. Dediler ki burası; Dersim, burada herkes solcu, burada herkes Dersim Alevisi, Kürt, herkes bizim gibi olsun. ’Hayır’ dedim. Burası Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir üniversitesi burada herkes olacak, siz olmayacaksınız. Biz bunu evel Allah’ın izniyle yasaların kanunların bize verdiği yetkiyle bu birlikteliğimizi kardeşliğimizi daha da geliştireceğiz" diye konuştu.

Hayırsever Pertekli işadamı Kemal Genç, eşi sakine Genç adına böyle bir bina yapmanın kendisini ve bütün Perteklileri gururlandırdığını söyledi. Konuşmaların ardında binanın yapılacağı alana gidilerek temel atma töreni yapıldı


Mardin Artuklu Üniversitesi'nden bir ilk daha! 'Cumhuriyet rejimine muhalif olduğu' iddiasıyla yıllarca sürgün hayatı yaşayan, mezarı 27 Mayıs hükümeti tarafından yıktırılarak bilinmeyen bir yere nakledilen Said Nursi adına enstitü kurmak için proje hazırlandı. Üniversite senatosunda imzaya açılan dosya, yakında YÖK'e gönderilecek.

Rektör Prof. Serdar Bedii Omay, AkŞam'a yaptığı açıklamada, 'Risale-i Nur ve Said Nursi adıyla enstitü kurulması için proje hazırladık. Dosya şu anda senatoda. Prosedür tamamlandıktan sonra resmi başvurumuzu yapacağız. Dosyayı yakında YÖK'e göndereceğiz' dedi. Omay, üniversitelere bağlı enstitülerin kurulması için YÖK'ün önerisi ve Bakanlar Kurulu kararı gerektiğini söyledi. Rektör Yardımcısı Prof. Kadri Yıldırım ise enstitü hazırlığının gerekçesini şöyle anlattı:
'Risale-i Nur ve Said Nursi Enstitüsü'nü kurma gerekçemiz, toplumun hem maddi hem de manevi kültüründe çok büyük roller oynamış bilim, ilim adamlarının rollerinin toplum tarafından bilinmesini sağlamak.
Said Nursi ve eserleri, malesef toplum tarafından arzulanan şekilde bilinmiyor. Bu eksikliğin, üniversitelerin bünyelerinde kurulacak enstitülerle giderilmesinin en sağlıklı yol olduğunu düşünüyoruz.'

Amacımız gerçek kişiliğinin ortaya çıkmasına katkı
Artuklu Üniversitesi, Risale Akademi ve Akademik Araştırmalar Vakfı işbirliğiyle 'Said-i Nursi Sempozyumu' da düzenlenecek. Yarın başlayacak olan ve üç gün sürecek olan sempozyumda, 75 akademisyen Said Nursi, eserleri ve Kürt sorununa bakışı konularında sunumlar yapacak. Sempozyumun, resmi bir kurumda Said-i Nursi adına düzenlenen geniş kapsamlı ilk toplantı olduğu belirtildi.
Rektör Yardımcısı Prof. Yıldırım, sempozyumla ilgili şu bilgileri verdi: Said Nursi'nin Kürt sorunu çerçevesindeki görüşlerini tartışacağız. Amacımız, Said-i Nursi'nin gerçek kişiliği ve düşüncelerinin ortaya çıkmasına katkıda bulunmaktır. Onun 'Kürt Reçetesi' adlı önemli bir eseri var. Burada çok önemli sosyal ve kültürel projelere yer vermektedir. Onun deyimiyle 'Kürdistan'da kurmayı düşündüğü bir üniversite var; adı da 'Medrese-i Zehra'. Kendisi, burada 3 eğitim dili olmasını istemiş, Arapça, Türkçe ve Kürtçe. Tam da demokratik adımların, Kürt sorununun çözümüne yönelik birtakım görüşlerin yaşama geçtiği bu günlerde, bu eserde ne var ne yok, ortaya çıkarılmalıdır. Herhangi bir provokasyon olmadığı takdirde, üniversiteler bu konuda öncü rol oynamalıdır.

Master
12-04-2012, 16:49
"Yüz kızartıcı suç' üniversitesi...

Rize Üniversitesi'nin adı "Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi", Kayseri Abdullah Gül Üniversitesi'nin adı "Abdullah Gül Üniversitesi", Zonguldak Karaelmas Üniversitesi'nin adı "Bülent Ecevit Üniversitesi", Konya Üniversitesi'nin adı da "Necmettin Erbakan Üniversitesi" olarak değiştirilecekmiş...

Buna "Bir ver, üç al oyunu" denir...

İtirazları önlemenin yolu, baştan hazır:

"Canım Ecevit'in adını da verdik... Bakın ne kadar tarafsızız!"

Bu isimleri verenlere sormak isterim:

1) Bülent Ecevit de Necmettin Erbakan da bu ülkeye yıllarca Başbakanlık yaptılar... Kendi

adlarını bir üniversiteye

vermek acaba onların akıllarına gelmedi mi?

2) Acaba daha önce hiçbir Başbakan'ın adı, "görevdeyken" bir üniversiteye verildi mi?

3) Madem başbakanların isimleri üniversiteye veriliyor; o zaman Bülent Ulusu'nun, Yıldırım Akbulut'un, Mesut Yılmaz'ın, Tansu Çiller'in adlarını da üniversite kapılarında görecek miyiz?

4) Necmettin Erbakan, bu ülkede Başbakanlık yaptı ama... Daha sonra "Bosna paralarını cukka etmek"ten, yani "yüz kızartıcı suç"tan hüküm giydi... Onun adını bir üniversiteye vermek, üniversite gençliğine "yüz kızartıcı suç işlemenin önemli olmadığı" mesajı vermek değil midir?

5) Ve son söz: Hani üniversiteler "özerk"ti? Öyleyse; bu isim değiştirme önerisi, adı geçen üniversitelerden hangisinin senatosunda görüşüldü, hangisinin öğrencilerine soruldu?

neron
27-04-2012, 10:09
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/20431320.asp


Kamu esenliği için ‘içki yasağı’

ANKARA

27 Nisan 2012

Afyonkarahisar Valiliği kararıyla kentte piknik yerleri de dahil olmak üzere içki satışı ve tüketimi yasaklandı. Kamu esenliği ve trafik kazalarının önlenmesi gerekçesiyle başlatılan yasağa uymayan 82 TL ödeyecek.

SAĞLIK Bakanı Recep Akdağ’ın “Sigarayla olduğu gibi alkolle de mücadele etmemiz gerekiyor” sözlerinden sonra harekete geçen ilk il Afyonkarahisar oldu. Vali İrfan Balkanlıoğlu imzasıyla yayınlanan 2012/3 sayılı, “Açıktan alkol alınmanın ve alkol satışının yasaklanması” başlıklı karara göre, “Piknik ve ören yerleri” dahil onlarca mekanda alkol tüketimi ve satışı yasaklandı. Valilik, “Alkol kullanımı ve satışı” ile ilgili kararında, “Alkol kullananlarca şehrin belli yerlerinin mesken tutulması, buralarda taşkınlık yapılması, çevreye rahatsızlık verilmesi, trafik kazalarının önlenmesi” gerekçe olarak yer aldı. Kararda özetle şöyle denildi: “İl sınırları içerisinde, huzur ve güvenliğin, kamu esenliğinin sağlanması, suç işlenmesinin önlenmesi amacıyla gerekli önleyici tedbirler alınmaktadır. Bu bağlamda alkol kullananlarca şehrin belirli alanlarının mesken tutulduğu, buralarda taşkınlık yapıldığı, özel araçlarda içki tüketiminin alışkanlık haline getirildiği, çevreye rahatsızlık verildiği ve alkollü araç kullanarak trafik kazalarına neden olunduğu, bu nedenle il sınırları içerisinde kamu düzeninin bozulması, olabilecek trafik kazalarının önlenmesi amacıyla idari tedbir olarak düzenleme yapıldı.

Kamunun istifadesine açık park, bahçe ve üzerinde tesis bulunmayan açık alanlarda ilimiz merkez ilçe sınırları içerisinde veya meskun mahallerde, karayollarında, umuma mahsus yerlerde, umuma mahsus park ve bahçelerde, umumun istifadesine sunulan piknik ve ören yeri gibi alanlarda ve her çeşit taşıma araçlarının içinde açıkta alkol içilmesi veya satışı yasaklandı. Ayrıca gar, otogar, meydan, cadde, sokak, tarihi ve kültürel mekanlar, ibadethane, terk edilen yapılar, inşaatlar, banka ATM’leri, köprü altları, mezarlıklar, gezinti yerleri, içerisinde çeşitli işyerleri olan 24 saat açık iş hanı merdiven boşlukları ve boş alanlarında alkollü içeceklerin içilmesi yasaklanmıştır.”

82 TL ceza var

Yasağa uymayanlar, Kabahatler Kanunu’nun ‘Sarhoş’ ve ‘Gürültü’ kabahatini düzenleyen 35 ve 36’ncı maddelerine göre cezalandırılacak. Maliye Bakanlığı’nın 2012’ye yönelik tebliğine göre yasağı ihlal edenlere 82 TL ceza kesilecek.

Ramo
18-05-2012, 21:15
AKP bir anket yaptırmış halkın %65’i tutuklu vekillerin serbest bırakılmasını istemiyormuş. Dolayısı ile AKP’de kendi partisinin MV’i ve onun oyları ile seçilen Başkan Cemil Çiçek’in itibarını lağıma atarak 3 parti arasında varılan uzlaşmayı hiçe sayıp CMUK yasasını değiştirmekten vazgeçmiş. İlk defa adalet ve insan haklarının kamuoyu yoklaması ile dağıtıldığı bir ülkede yaşıyorum. TEPAV da bir anket yaptı, halkın %56’sı Erdoğan’ın başkan olmasını veya başkanlık sistemini istemiyor. O zaman neyi tartışıyoruz?

Tabi, anket filan palavra. Erdoğan’ın her gün yükselen egosu sayesinde artık Türkiye %51 çoğunluğun %49’ı kolonize ettiği bir toplum oldu. AKP’nin seçimde çoğunluk kazanmakla her şey yapabileceğini düşünmesi, çoğulculuktan vazgeçmesi yalnız bir demokrasi sorunu değil. Aynı zamanda, Türkiye’nin kalkınmasını ve zenginleşmesini de engelliyor.

Erdoğan’ın şehir ve devlet tiyatroları konusunda çıkışlarına bakın. Tipik kenar mahalleden çıkmış, yabancı dil bilmemenin ezikliğini ömrü boyunca sırtında taşımış bir gencin kin dolu hırçınlığı. Sanatın ne olduğunu Erdoğan tanımlıyor. Onu tanımına uymayan herkes seçkinci, elit, halka rağmen sanat yapan lümpenler. Olmasalar da olur. Ne kadar “sovyet” bir yaklaşım değil mi? Bu ülkenin 40 kentinde sinema salonu yok, tiyatroları özelleştireceksin de özel sektör devreye girip Türk halkına sanat sevgisini yaşatacak. Bu da çok ucuz ve sığ bir palavra. %51 muhafazakar tiyatronun dine aykırı olduğuna karar verdi ve kalanlara bu zevki tattırmayacaklar. Perde indiren devlet ve şehir tiyatroları değil, Türkiye’de modern yaşam.

Dün bir arkadaşla konuşuyorum. Daha çok genç, kariyerinin başında, ciddi bir ümitsizlik içinde. Ömrü boyunca doğru dürüst iş bulamayacağını düşünüyor. “Niye?” dedim, “yaptığın işte gayet başarılısın?” “Cemaat’ten değilim abi, heryerde onlar köşebaşlarını tutmuş” diyor. İşadamı ile konuşuyorum, ihaleye filan girmiyor artık, çünkü AKP’li değil.

MEB ve diğer devlet kuruluşlarında ortaya çıkan ve AKP’nin basın üstünde kurduğu baskı sayesinde hemen üstü örtülen personel skandallarına bakın. Aleviler’e bürokraside yer yok. 500 yıllık sosyal dışlanmışlığın üstüne bir de ekonomik dışlanmışlık eklenecek ve 15 milyon Alevi’nin öfkesi çığ gibi büyüyecek.

AKP döneminde kadının işgücüne katılım oranı bir hayli düştü. Çünkü, muhafazakar işadamları kadın çalıştırmak istemiyor. Zaten, bugün modern giyinen ve başı açık bir kadının kamuda iş bulması imkansız. AKP’ye yakın çevrelerde de. Siz istediğiniz kadar kız çocuklarını okumaya teşvik edin. Zaten çağlar boyu erkekler tarafından cinsiyet ayrımcılığına uğramış kadın çalışanların üstüne bir de şimdi dini ayrımcılık çöküyor. Kadın niye okuyup kariyer edinmeye çalışsın ki? Üniversitelerde bilim adamlığı payesi en fazla makale yayınlayana değil, en çok namaz kılana, Şeyh’e en yakın olana gidiyor. Bağımsız düşünce silindi gitti tüm bilim yuvalarından.

Aynı şeyler modern, sosyal demokrat, Atatürkçü bütün gençler için de geçerli. Artık ümitlerini yitirdiler. Sistem tamamen hileli. Onlara iş hayatında, siyasette, bürokraside, açıkçası Türkiye’de yer yok artık.

AtillaYesilada

Yazının devamı>>>http://ekonomihaberyorum.haberdesin.com/akp-turkiyeyi-nasil-sefalete-mahkum-ediyor/

buena vista
19-05-2012, 12:10
Bugün sokaklara, caddelere iyi bakın...

“Yarın ne olacak” sorusuna yanıt verecek size meydanlar...

O küçük kız...

Elinde küçük bayrağı olan o minik oğlan...

O gözünde yaşlarla cumhuriyet şarkılarımızı söyleyen kadın...

O delikanlılar...

O el ele tutuşmuş üniversiteli kızlarımız...

Hepsi...

Hepsi bir yanıttır...

*

“Yarın ne olacak?”

Bu 19 Mayıs bir cevap gibi...

*

Çoktandır başını kaldırıyordu Türkiye...

Sözler değişiyor, bakışlar farklılaşıyor, tepkiler yükseliyor, ses çoğalıyordu...

Söylüyordum baharda size:

“Çağdaşlık nehir gibidir...

Tersine akmaz nehir...”

Cemre düştü...

Kar taneleri eridi...

Bugün sokaklara, caddelere, meydanlara bakın...

Göreceksiniz nehri...

*

İlk belirti 1 Mayıs’tı...

Toplumbilimciler, siyasi gözlemciler, on yıllık bir istiladan ve yıkımdan sonra, o gün vatanda neler olduğunu anlamışlardı...

Nehre doğru yola çıkmıştı bir kez, kar taneleri...

*

Bugün 19 Mayıs...

İyi bakın...

Cumhuriyet tarihimizin en anlamlı bayramı olacak bugün...

On yıldır; Atatürk’ü silmeye kalkan... Cumhuriyetimizi kendi çağdışı kafasına uydurmaya çalışan... İlkelliğinin önünde durmaya çabalayan kim varsa yok etmeye bakan... O kin ve nefret istilasına karşı yanıttır gördüğünüz...

*

Eline geçirdiği devlet gücüne rağmen, o küçük oğlan bayramını kutlayacak...

Küçük kızın elinde küçük bayrağı olacak...

Saçlarını toplayıp yürüyenlere katılacak anneler...

O gençler, özgürlük şarkılarımızı söyleye söyleye Mustafa Kemal‘i Samsun’da yeniden karşılayacaklar...

Ne yaparsan yap...

Baş kalkacak...

Göz açılacak...

Hani uykudan uyanır gibi...

*

Bugün 19 Mayıs...

Kutlu olsun...

Bakın pencereden...

Göreceksiniz nehri...

Bekir Coşkun (Cumhuriyet)

Master
20-05-2012, 08:13
Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer göreve başladığında ''Eğitimi eğitimciler yönetemez!'' demişti..
Görevinde henüz bir yılı doldurmayan Bakan Dinçer dediğini yaptı. Kendinden önceki Bakanlar Hüseyin Çelik ve Nimet Baş'ın (Çubukçu) atadığı tüm üst düzey yetkilileri tasfiye etti. Kamuoyunun zihninde oluşan ''Hüseyin Çelik ve Nimet Baş aynı iktidarın bakanları değil miydi?'' sorusuna aldırmadan (4+4+4) Kesintili Eğitim Yasası ile milli eğitim sistemini temelinden değiştirdi. Şimdi bu yasaya göre İlköğretim ve Ortaöğretim Kurumları Yönetmeliği'ni yeniden düzenliyor.
Bakan Dinçer, tasfiye operasyonu sırasında 36 genel müdürlük ve daire başkanlığını 17'ye indirdi. Çoğu AKP'li bakanlar tarafından atanan 56 il milli eğitim müdürünü değiştirdi. Bu düzenlemenin tek olumlu yanı, genel müdürlüklerin sayısının azaltılmasıydı. Ama Bakan, genel müdürlüklere görevlendirme yaparken eğitimcileri aldı, yerlerine eğitim kökenli olmalarına karşın, eğitim kurumlarında pek çalışmamış kişilerle, akademisyenler ya da başka bakanlıklardan iktisat, hukuk ve kamu yönetimi kökenli bürokratları getirdi.
Böylece Milli Eğitim Bakanlığı'nın hafızasını sıfırlamış oldu.

İşte Erzurum Atatürk Üniversitesi İşletme Fakültesi Mezunu Bakan Ömer Dinçer'in yeni kadrosundan bazı isimler ve uzmanlık alanları:

- Bakan Yardımcısı Orhan Erdem, Dokuz Eylül Üniversitesi Muğla İşletmecilik Yüksek Okulu mezunu, eski AKP Milletvekili.
- Müsteşar M. Emin Zararsız, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu.
- Müsteşar Yardımcısı Birol Ekici, eski kaymakam.
- Müsteşar Yardımcısı Halis Yunus Ersöz, iktisatçı.
- Destek Hizmetleri Genel Müdürü Yusuf Esener, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat Bölümü mezunu.
- Hayat Boyu Öğrenme Genel Müdürü Doç. Dr. Mustafa Kemal Biçerli, Çalışma Bakanlığı eski İŞKUR Genel Müdürü, iktisat mezunu.
- İnsan Kaynakları Genel Müdürü Hikmet Çolak, Sağlık Bakanlığı eski Personel Genel Müdürü, eski kaymakam.
- İnşaat ve Emlak Grup Başkanı M. Mustafa Murat, Sağlık Bakanlığından.
- Mesleki ve Teknik Eğitim Genel Müdürü Doç. Dr. Ömer Açıkgöz, YÖK'ten.
- Rehberlik ve Denetim Başkanı Hüseyin Acır, Gazi Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesi Elektrik Elektronik Bölümü mezunu, bakanlık müfettişiydi.
- Yenilik ve Eğitim Teknolojileri Genel Müdürü Mahmut Tuncel, İnönü Üniversitesi Kamu Yönetimi mezunu.
- Strateji Geliştirme Başkanı Nurettin Konaklı, 2007 seçimlerinde AKP Malatya Milletvekili Adayı oldu. O zaman da bu görevi yürütüyordu. 2009'da Nimet Baş görevden almıştı. Ama Dinçer, yeniden göreve getirdi.
- Temel Eğitim (eski adıyla İlköğretim) Genel Müdürü Funda Kocabıyık ve Ortaöğretim Genel Müdürü Ercan Türk, bakanlık müfettişi kökenliler.
Geriye bir tek öğretmen kökenli bürokrat kalıyor. O da, 10 yıl süreyle İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü görevini başarıyla yürütmüş olan Öğretmen Yetiştirme ve Geliştirme Genel Müdürü Ömer Balıbey. Ama onun genel müdürlüğü bünyesindeki öğretmen liselerini Ortaöğretim Genel Müdürlüğü'ne bağlayıp, içi boşaltıldı.

Bakan Ömer Dinçer, genel müdürleri değiştirmekle yetinmedi, onların yardımcılarını, daire başkanlarını ve şube müdürlerini bile görevden aldı.
Radikal operasyonla görevden alınan 300 bürokrat, bakanlık müşavirliği kadrosunda aylardır görev verilmeden ve hiçbir iş yapmadan torba kadrodan maaş almaya devam ediyor.

Özetle Milli Eğitim Bakanlığı'nı artık eğitimciler yönetmiyor.
Gerek hazırladığı 4+4+4 Kesintili Eğitim Yasası, gerekse yaptığı atamalar, Bakan Dinçer'in bir toplumsal mühendislik projesini yaşama geçirmek istediği izlenimini veriyor.

Bakalım proje tutacak mı, yoksa Bağdat'tan mı dönecek?
Bekleyelim, görelim.

Bugün 19 Mayıs Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı...

Hepimize kutlu olsun!..

AnnE
26-05-2012, 07:51
Çocukları çok severim ama ben ülkemde en az 3 çocuk istiyorum, çünkü genç, dinamik bir nüfusa ihtiyacımız olduğuna inanıyorum. Türkiye BM Çocuk Hakları sözleşmesini ilk imzalayan ülkelerden biridir, sezeryanla doğuma karşı olan bir başbakanım ve bunu bir cinayet olarak görüyorum, kürtajı bir cinayet olarak görüyorum buna kimsenin müsade etmemesi gerektiğini düşünüyorum. Buna karşı çok daha duyarlı olmaya mecburuz. ( RTE )


AnnE'nin notu ;

Valla iki tane DAŞ gibi oglum var, bu haberi duyunca ikisinide aradım, '' lamn basbakan sizi ölü, beni katil zannediyor haberiniz olsun, salak salak yaşıyoruz zannetmeyin, beni de ihbar etmeyin '' diye.

İkisi de '' lan AnnE , merak edene ölüyü diriyi gösterelim çok istiyen varsa'' dediler.

AnnE
29-05-2012, 06:18
http://gundem.milliyet.com.tr/celladina-asik-olmak/gundem/gundemyazardetay/29.05.2012/1546403/default.htm



Stockholm’de 23 Ağustos 1973 günü bir soygun oldu.
Soyguncu, bir bankayı silahla bastı içerdekileri rehin aldı.
Polis hemen binayı kuşattı.
Buraya kadar her şey “normal”di.
Ancak kuşatma 5 güne uzayıp polis de korsan da taviz vermeyince rehinelerde huzursuzluk başgösterdi.
Halk, soyguncuyu sevmeye, polise tepki vermeye başladı.
Sonunda kriz, polis baskınıyla çözüldü ama yaşananlar, psikolojiye bir terim kazandırdı:
“Stockholm Sendromu.”
Yani rehinenin rehin alana, kurbanın avcıya, mahkzmun celladına âşık olma hali...
* * *
Dün bir kısım muhabir ve köşe yazarının, Ak Parti İstanbul Kongresi’nde konuşan Başbakan’la ilgili yazdıklarını okuyunca Stockholm Sendromu’na yakalandıklarını düşündüm.
Tek sesli-tek şefli gösteride Erdoğan her zamanki agresif üslubuyla köşe yazarlarını fırçalarken dedi ki:
“Daha düne kadar üniformalılar sizi arayıp yazdıklarınızdan dolayı azarlıyordu. Karşılarında hazırola geçip aldığınız emir doğrultusunda yazı yazıyordunuz. Sizi tasmalarınızdan biz kurtardık.”
Bu ağır itham karşısında ne beklersiniz?
“Köpek” iması ile işaret edilenlerin, meslek onuru bir kenara, hiç değilse kişisel itibar uğruna Başbakan’ı dava etmesini, en azından iki satır yazıyla itiraz etmesini değil mi?
Ne gezer!
Belki muhtemel bir adli soruşturmadan kurtulmaya hayrı olacağını umarak, belki de “Madem kaçış yok” diye zevk almaya çalışarak, yeni model tasmalar için Başbakan’a doğru boyun uzattıklarını gördük.
Utandık.
* * *
Biz, dün askerce tasmalananlardan değildik; bugün de Başbakan’ın tasmaladıklarından olmayacağız.
“Ak tasmalı gazeteciler” kadar, dışardan yularlı politikacılara, hocalara, paşalara da karşı duracağız.
Başbakan’ın, sadakat ayinlerinde alkışlandıkça coşan egosuna alkış tutmayacağız.
Uludere’yi unutturmak, “cambaza bak”tırmak için ortaya attığı kürtaj tartışmasına dalmayacağız.
AK Partili kadınlar, Başbakan’ın tarihin yayılmacı despotlarından kopya çektiği “Bolca doğurun” emrini ve “Bedeninize ne yapacağınıza ben karar veririm” tavrını yine Stockholm Sendromu gereği destekleyebilir.
Biz, hükümeti yatak odalarımıza sokmayacağız.
Fikrini beğenmediği genç kızı, “Çok mu kürtaj yaptırdın” diye sorgulayan Ankara Belediye Başkanı’nı sevenler olabilir.
Biz bu çirkin maçoluğa karşı duracağız.
* * *
Hafta sonu Diyarbakır’daydım.
Başbakan’ın bahsettiği o “ölüleri seven insanlar”ı gördüm.
Erdoğan’ın bir özrü esirgediği, sorumlularını ısrarla gizlediği katliamda yakınlarını kaybetmişlerdi; evet, onlar da en az şehit aileleri kadar ölülerini seviyor, vur emri verenlerden, katliamı örtbas edenlerden hesap soruyorlardı.
Keşke siz de onları biraz sevebilseydiniz Sayın Başbakan!
Belki o zaman hiç değilse Hüseyin Çelik kadar empati yapabilir, bu katliamı kürtaja benzetmezdiniz.
Başkan olacağım diye milliyetçi oylara göz kırparken bölgeyi tamamen kaybetmezdiniz.
Medyaya haki tasmalar yerine ak tasmalar dağıtmaz, tasmasız bir ülke dilerdiniz.
Tarihte pohpohlarla vicdanı köreltilmiş liderlerin sonunu bilir, alkışlar yerine vicdanınıza kulak verir, insaf ederdiniz.

Master
01-06-2012, 07:26
AK Parti’nin ayakkabı numarası kaç?

Sanem Altan - saltan@gazetevatan.com

Burada olanları ciddiye alarak acaba gayri ciddi bir iş mi yapıyoruz diye düşünüyorum bazen.

Burası tuhaf bir memleket çünkü…

Hem değişiyor hem hep aynı kalıyor…

Yıllarca demokrasinin ayarını tanklarla yaptılar bu ülkede…

Şimdi de tank yerine Başbakan var.

Bizim memlekette en karmaşık, en zor sosyal sorunlar eskiden tankla tüfekle tamire diliyordu…

Şimdi Başbakan’ın şahsi düşünceleriyle tamir ediliyor.

Genç nüfus mu az…

Başbakan’ın eline çok ciddi verilerle dünya raporları geliyor…

Aslında bilimsel, ülke geleceği için çok doğru olabilecek bir sorunu başbakan ‘kürtajı yasakladım bundan böyle’ diyerek düzeltmeye çalışıyor.

Bozuk kumandayı çekiçle tamir etmek gibi birşey bu…

Başbakan’ı her dinlediğimde, önce beni iyi şeyler yaptığında da ona haksız düşmanlık yapanlara karşı mahçup ettiği için, ikincisi de bozuk olan her şeyi çekiçle tamir etmeye çalıştığı için üzülüp kızıyorum.

Tanklarla sorunlar nasıl çözülmediyse, Başbakan’ın kişisel hesaplarıyla da bu ülke sorunları çözülmez.

Sorunlar çekiç usulü “yasaklarla” çözülmüyor çünkü.

Peki o zaman bu ısrar niye?

Neden Başbakan bunca düşmanlığı, Erdoğan’ın bizi yönetmemesi gerektiğine olan inancı bu kadar ateşliyor?

Neden tartışmıyor, neden karşıt görüşleri dinlemiyor, neden uzmanların görüşlerine boşveriyor, neden yoksul kadınların izbe muayenehanelerde ölme ihtimalini yok sayıyor?

Burası çok tuhaf bir ülke işte ama…

Çekiçlerle kumandaları tamir etmeye kalkıldığında, ki buna çok alışmışız, kimimiz bozukluktan şikayet ediyoruz ama kumandayı çekiç darbesiyle paramparça ettiklerinde bozukluk kalmadı diye sevinenlerimiz de oluyor.

Tayyip Erdoğan Türkiye’de bozuk bir şey bırakmadı sağ olsun…

Bozulabilecek hiçbir şey kalmadı çünkü…

Her şey paramparça oldu.

Kürtler Uludere’den sonra Türklerden de Türkiye’den de koptular, futbol bir skandallar dizisine döndü, ölülere “dolapbeygirleri” denecek kadar ahlaki ve vicdani değerler yok edildi, demokrasi ve eşitlik hedefi kayboldu, barış bir hayale dönüştü, devlet özel hayatlara musallat olan bir canavar haline geldi, Aleviler tedirgin edildi, kadınlar geleceklerinden endişe etmeye başladı.

Bir zamanlar ona haksız düşmanlık yapanlara karşı onu savunanlar şimdi mahcup oldu.

Çünkü o düşmanlık, şimdi kendisine haklı nedenler buldu.

Başbakan’ın bir zamanlar iyi şeyler de yaptığına inanan bizler de ortadaki bu karmaşayı anlamaya çalışıyoruz.

Çünkü ona haksız düşmanlık yapmış olanların fikirleri hala bu ülke için yenilikçi ve demokrat değil ama Başbakan’ın yaptıklarına şimdi karşı çıktıklarında gerçekte demokrasi düşmanı olanlar da demokrat gibi gözüküyor.

Bizim politika masalının Külkedisi gibi AK Parti…

Türkiye için oldukça yeni fikirleri savunarak ortaya çıktığında peri kızının prenses yaptığı Külkedisi gibi herkesin dikkatini çekti…

İktidara geldi…

Yeni düşünceler, yeni uygulamalar getirdi…

Elitler ayağa kalktı “bu gericiler bizi yönetemez”diye…

O “gericilere” biz inandık…

Ama bunlar masalmış.

Peri gece yarısı saat 12’ye kadar büyü yapmış…

Gece yarısı Külkedisi nasıl tekrar fakir kız haline dönüyorsa, nasıl arabası balkabağına dönüşüyorsa AK Parti de gerçekten iktidar olunca saat on ikiyi çalıyor, gerçek ortaya çıkıyor.

Parıltısını, çekiciliğini kaybediyor.

Masaldaki Külkedisi balodan fakir bir kıza dönüşmemek için kaçarken cam ayakkabısını düşürmüştü…

Prens de o cam ayakkabı sayesinde Külkedisi’ni bulup ona evlenme teklif etmişti…

Ama AK Parti bu hızla eskiyip çirkinleşirse, ki bence bu sınır çoktan aşıldı, geride kendisini yeniden güzelleştirecek bir cam ayakkabı da kalmayacak.

http://haber.gazetevatan.com/Haber/454652/1/Gundem

Master
26-06-2012, 05:02
Miki Fare Beyrut’a gitmiş. Sokakta gezerken kediye rastlamış. Kaçmaya başlamış. Tam yakalanacakken bir delik bulup sığınmış. Oturduğu yerden kedinin pençelerini görebiliyormuş. Epeyce kedinin gitmesini beklemiş.
Bir süre sonra bir havlama sesi duymuş. Kedi ortadan kaybolmuş. Miki de kafasını deliğinden uzatmış. Kimseyi görmeyince dışarı çıkmış. Çıkar çıkmaz da köşede saklanan kedinin pençesine düşmüş. Can havliyle çırpınırken sormuş:
“Ama ben bir köpek sesi duydum. Sen korkup gittin sandım.”
Havlama taklidi yaparak gülmüş kedi:
“Burası sizin Hollywood’a benzemez ufaklık... Burası Ortadoğu! Burada hayatta kalmak için çok dil bilmek zorundasın.”
* * *
Fıkrayı Ortadoğu’da büyükelçilik yapmış bir diplomattan dinledim geçenlerde...
Ortadoğu’yu anlamaya çalışan bir Batılı ülkenin başbakanına, işin zorluğunu bu fıkrayla özetlemişti.
Kuruluşundan beri geçimini Batı’da arayan Türkiye, şimdi yıllar yılı sırt çevirdiği Ortadoğu’ya yüzünü dönmenin sıkıntılarını yaşıyor.
Ama Ortadoğu onu tanıyor; o, Ortadoğu’yu tanımıyor.
Suriye’yi bilen yeterli uzmanı, Arapça konuşan yeterli diplomatı, üniversitesinde yeterli kürsüsü yok. Şam’daki dünkü basın toplantısında muhabiri yok. Halep’te medya bürosu yok. Bu donanımsızlıkla gözü kara dalıp “Bölgenin lideri olacağım” cakasıyla yürüdüğü kaygan zeminde “çok dil” bilmediğinden, dostu düşmandan ayırmakta zorlanıyor.
Bir zamanlar ortak tatbikatlar yaptığı İsrail’den ummadığı anda tokat yiyor.
“Kardeşim” diye yaklaştığı Esad’a, 6 ay sonra “Katilim” demek durumunda kalıyor.
Bağdat’ta, Erbil’de havlama sesi çıkarabilen kedilerin tuzağına düşüyor.
“Komşularla sıfır sorun” diye çıktığı yolda kısa zamanda “Sorunlarla sıfır komşu” noktasına sürükleniyor.
Ve çareyi yine komşularını Batılılara şikâyette buluyor.
O Batı ki, sorunun devası değil, kaynağı aslında...
Doğunun dilini öğrenene kadar daha epeyce dayak yemek mukadder görünüyor.

AnnE
27-06-2012, 12:17
BEKIR COSKUN


http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=347890



Sefere Çıkacak Ya, Çıkamıyor...

Menderes’in Kore’sinden, Ecevit’in Kıbrıs’ına kadar, iz bırakmış liderlerin iyi kötü bir askeri zaferi var...

Bunun yok...

*

Tansu Çiller bile Kardak zaferinin sahibi...

“Yunanlılar Kardak’a çıkıp bayrak diktiler” dediklerinde bir miğfer bulup giydi...

Öyle resim çektirdi, seçimde lazım olur hani...

Fırladı, rastladığı ilk birliği “Merhaba asker” diye selamladıktan sonra, onların zabıta memurları olduğunu öğrendiğinde bozuntuya vermedi...

“O bayrak inecek, o asker gidecek” dedi...

Tarihe geçti...

*

İşte bunun böyle bir zaferi bulunmuyor...

Dönüp Osmanlı padişahlarına bakıyor, her birinin birkaç seferi var en azından...

Bu dünyayı dolandı, yalaka editör “ABD’yi fethetti... Fransa’yı fethetti... Çin’i fethetti... Güney Afrika’yı fethetti, Brezilya’yı fethetti...” diye başlıklar attı...

Bakıyordur; elde bir şey yok...

Git gel, boşuna...

*

Bunun alt ettiği tek ordu var...

Kendi ordusu...

*

İşte bu aşamada, ABD’nin “Yeni Ortadoğu” projesini getirdiler önüne, bayıldı bu işe... ABD’ye Yeni Ortadoğu’nun kaynakları lazımdı, kendisine de bir zafer...

Veee...

Sarmaş dolaş olup arada bir koklaştığı Esad’a bir anda “Sizde insan hakları yok” demeye başladı, sanki kendisinde varmış gibi...

Başladı silah göndererek, isyancıları destekleyerek Suriye’nin içini oymaya...

Nihayet keşif uçağı gönderdi, Suriye uçağı düşürdü...

*

Askeri zafer derken, çizildi mi karizma?..

*

Dün grup konuşmasında onu dinlediniz işte...

Gördünüz; uçağın düşmesinden sorumlu köşe yazarlarından, İslam komutanı Selahaddin Eyyübi’ye... Bu devletin 29 Ekim 1923’te başlamadığından, Hazreti Ali’nin adaletine kadar karıştırdı...

Hem Suriye halkının kardeşliğinden söz etti...

Hem kardeş kıpırdarsa vurulacağından...

Artık hangisi denk gelirse...

*

Kısacası:

Bu savaş Türkiye’nin savaşı değildir...

Tayyip Erdoğan’ın kendi savaşıdır...

Bırakın savaşsın...

*

İstiyor ki sefere çıksın...

Çıkamıyor da...

27 Haziran 2012 - Cumhuriyet

Master
08-07-2012, 08:53
CUMHURİYET’in ilanından bir hafta sonra (6 Kasım 1923) Atatürk’ün emriyle, Lozan Konferansı Genel Sekreteri Büyükelçi Reşit Saffet Atabinen’e kurdurulan Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu’nda (TURİNG) neler oluyor? Kurum tanıtma konusunda Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri çok aktif çalıştı.

İlk tanıtım broşürleri ve rehberler oradan çıktı.
Cumhuriyet dönemi boyunca bu yöndeki faaliyetlerini sürdüren TURİNG, özelikle İstanbul’a katkıları ve kent kültürü alanındaki çalışmalarıyla ‘efsanevi başkan’ olarak tanımlanan Çelik Gülersoy’un başkanlığı döneminde çok daha büyüyüp gelişti. Gülersoy’un 2003’te yaşamını yitirmesinin ardından Cumhuriyet’in ilk kurumlarından olan TURİNG’i ele geçirmek için çeşitli gruplar çok çalıştı. O güne kadar kent kültürü, tanıtım ve yurtdışından karayolu ile giriş çıkışların olduğu sınır kapılarındaki hizmetleriyle gündemde olan TURİNG o günden sonra malvarlıkları, işletmelerinin alınıp satılması, kime kiralandığı, bu alanda yapılan ihalelerdeki yolsuzluklarla gündeme gelmeye başladı.
Öyle ki dönemin başkanı Ferit Epikmen yönetiminin faaliyet raporu genel kurulca ibra edilmeyince TURİNG’e kayyum atandı. Kurum 2004’ten beri kayyum eliyle yönetiliyor. O tarihten sonra olaylar çok gelişti.
TURİNG’e Cumhurbaşkanlığı eliyle Mayıs 2011’de yeni kayyum atandı. Kayyum, 31.05.2011’de ilk genel kurul toplantısında Genel Kurul’da üyelerin seçmediği Başaran Ulusoy’u başkanlığa getirdi.
Oysa kurumun tüzüğü gereği başkanın genel kurulda seçilmesi gerekiyor. Bunun için olağanüstü genel kurul kararı alındı. 30.07.2011’de yapılan ve basının alınmadığı olağanüstü genel kurulda Başaran Ulusoy başkanlığa seçildi.
Eski bir TURİNG’ci diyor ki:
“TURİNG’e yönelik operasyonun bir ayağı Cumhuriyet kurumunu ele geçirmek, bir ayağı da kasasında 41 milyon TL nakit parası ve aralarında Çeliktepe’de genel merkezin de olduğu 10.5 dönümlük arsası ve karayolu ile giriş yapılan sınır kapılarındaki işletmeleridir.”
Daha sonra Ulusoy kuruma aday olamıyor. Operasyona uygun olarak yerine Bülent Katkak aday gösterilip seçtiriliyor.
MTTB’li ve İlim Yayma Cemiyeti ve Birlik Vakfı üyesi olan Bülent Katkak, İstanbul Büyükşehir Belediyesi AKP Meclis Üyesi... Katkak, AKP’nin İstanbul’da turizm ile ilgili yapmak istediği her işin başına koyduğu kişi... AKP’nin Katkak’ı görevlendirdiği işler arasında, 2010 Avrupa Kültür Başkenti, Beyoğlu Belediye Başkan Danışmanlığı, TÜRSAB Yönetim Kurulu üyelikleri de var. Bunlara son olarak bir de TURİNG Başkanlığı eklendi.
Turing şimdi bu hale geldi.
Bu konunun öyküsü çok daha uzun!

Malvarlığı

TURİNG, kasalarında birikmiş 41 milyon TL, Seyrantepe’de 10.5 dönüm pırlanta değerinde bir arsası, Edirne Kapıkule’de 100 dönüm arazi üzerinde turistik tesisleri, Sultanahmet’te Yeşilev, Soğukçeşme Sokak’ta konakları, Sarnıç Restoran, konukevi, Büyükada’da köşk, Safranbolu’da evleri, Antalya sur içinde yeni satın alınmış bir oteli, Fenerbahçe Parkı’nda tesisleri var.

Ramo
29-08-2012, 20:41
Nihat Genç: Günahlarından kuvvet alan iktidar

Şuraya bakar mısınız, ne kadar ayıp, Türkiye Cumhuriyeti Ulaştırma Bakanı Cumhuriyet’in ilk yıllarını üstelik küçümseyerek kendi dönemlerindeki yatırımlarla utanmaksızın kıyaslamaya kalkıyor. Efendi, o yollar kazmayla açıldı şimdiki gibi teknolojinin devasa iş makineleriyle değil. Efendi, o yolları açanlar at bokundan arpa ayıklayıp yiyen bir kahraman nesil, sizin gibi seksen yıllık birikimi satıp savarak değil.

İmam Hatipleri bu yalanlara inananlarımız çoğalsın diye mi istiyorsunuz. İnsan çıkar tevazuyla bir’di beş yaptık, der. Efendi, insan kalkıp bir kerecik de son altmış yılın sağ iktidarlarına hesap sorar. Bugüne kadar İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Adana’da çoktan üçer beşer katlı metrolar elli yıl niye geciktirildi, diye sorar. İşiniz gücünüz savaş yorgunu fakru zaruret içinde yepyeni bir ülkenin ilk yapı taşlarını koyanlarla savaşmak. Ayıp değil mi? Çaresizce zavallıca ve düpedüz yalanlarla ülkeyi işgalden kurtaranları küçük düşürmek lekelemek küçümsemek için laf yarıştırıyorsunuz. Bu toprağın ekmeğini yiyip suyunu içen bir insan evladına bu edepsiz kıyaslamalar yakışır mı?

Namus ahlak erdem akıl izan taşıyan her insan evladını utançtan başını yere eğdirecek kadar, vefasız şükürsüz saygısız utanç verici konuşmalar yapıyorsunuz, derdiniz nedir bir anlayabilsek.
Yazının Devamı (http://www.odatv.com/n.php?n=gunahlarindan-kuvvet-alan-iktidar-2808121200#yorum) …

dentist
19-10-2012, 09:07
Ve serinin son filmi dün vizyona girdi:
“Emmanuelle’in ölümü...”
Sylvia Kristel, bir kısmımızın gördüğü ilk çıplak kadın vücudu, ilk gençlik rüyalarımızın başrol oyuncusuydu.
Tuhaftır bizim kuşağın vaziyeti:
60’ların beyazperdesinde veremli aşklar, kavuşamayan aşıklar vardır.
80’lerikinde darbe görmüş yorgun ilişkiler, derin hesaplaşmalar...
Tarihin bizimle derdi her ne idiyse bilmem, ergenliğini 70’lerde yaşayanlar, beyazperdede anadan üryan kadınların zuhur edişini gördüler:
“İsveçli bakire”ler, O’nun bunun hikayeleri, Emmanuelle’ler...
Adeta ergenlik tanrısı, gelmiş geçmiş bütün kuşaklar içinde bizimkini gözüne kestirmiş, “Şunları bi sınava çekeyim, bakalım günahı perdede görünce ne hale gelecekler” demişti.
Perdedeki günahların en davetkarı, en hararetlisiydi Emmanuelle; “kristal”iydi.
14 yaşımızda çıkageldi.
15’imizde, devam filmiyle arzı endam etti.
17’mizde de “Tamam artık. Yetiştiniz. Artık başınızın çaresine bakın. Bana müsaade” der gibi, “Goodbye” filmini çekti.

Yardımcı ders kitabı gibiydi
Çoğumuzun çaktığı, “İşte kadın böyle bir şey” kursunun, yardımcı ders kitabı gibiydi.
Kırılmış derslerde, sokak aralarında “üç film birden-devamlı” oynatan sefil salonların lekeli koltuklarındaki flörtüydü, 60’larda doğanların...
Hasır koltuğuna kurulup bacak bacak üstüne attı mı, yüzümüzü sivilce basardı.
Asıl şoku, sinemada perdede sergilenen cüretkar kadınlarla, mahallede perde ardına gizlenen kızlar arasındaki uçurumu hissettiğimizde yaşadık. Daha aşkın yasak olduğu bir coğrafyada “özgür aşk”ın meyvesini tatmak, çoğumuzda ağır hazımsızlık yarattı.
Kaçımız sonraları “arkadaşlık ettiği” kızlardan Sylvia bedeni, Sylvia işvesi bekledi bilmem; ama bekleyenlerin derin hayal kırıklığı yaşadığı kesin...
Bu boyutuyla da “3 film birden” yetiştirdiği erkeklerin, daimi tatminsizlik ve “şiddetli geçimsizlik” sebebidir Emmanuelle...
“Özgür aşk” efsanesi öldüğünde, libidolar AİDS’le gemlendiğinde ve “Emmanuelle”, gazetelerin promosyon malzemesi haline geldiğinde Sylvia da bizim için bitmişti zaten...
Ölümü, “mektep”te ilk yatak dersi veren bir meşk hocasının kaybı etkisi yaptı.
Talebelerinin başı sağ olsun!

Can Dündar

Master
07-11-2012, 06:30
BEKLENEN çıkışı yapıyor Tayyip Erdoğan. Partisi AKP eliyle dün Meclis Başkanlığına sunduğu anayasa değişikliği önerisinde, Başkanlık Sistemi isteğini resmiyete döküyor.
Kendisinin 2014’te Cumhurbaşkanı seçileceğine duyduğu inanç nedeniyle, siyasal sistemi bütünüyle kendi iradesine göre biçimlendirmeyi amaçlıyor. O biçimlendirmenin adı Başkanlık Sistemi.
Ancak, iş o kadar kolay değil. Meclis’teki diğer üç parti Başkanlık Sistemine karşı. Bu durumda, AKP’nin anayasa değişikliği için referanduma gitmeyi sağlayacak oya ulaşması bile güç. Kaldı ki, AKP içinde de, buna karşı olanlar var.
AKP’nin bu önerisi bir yılı aşkın süredir yeni bir anayasa taslağı üzerinde çalışan Anayasa Uzlaşma Komisyonuna gidecek. O komisyonda işler zaten kesat, halen 35 madde üzerinde anlaşmazlık var.
Şimdi buna en hayati konuların başında gelen sistem değişikliği eklenecek. Komisyonda AKP tek kalacak, bu önerinin komisyondan geçmesi imkansız.
Sonuçta, büyük olasılıkla. Uzlaşma Komisyonu dağılacak, herhangi bir anayasa taslağı ortaya çıkmayacak. AKP tek başına Başkanlık Sistemini savunmayı sürdürecek. O sistemi içeren bir anayasa taslağı ile ortaya çıkacak.
Ve kamu oyunda da yalnız kalacak, Başkanlık Sistemi geçmeyecek.

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/21866333.asp

Minik Merak : Sayın yazarın bu öngörüsünün sonucunu Ciddi merak ettim..Zira benim tanıdığım AKP akmayan çeşmeden çok su kovası doldurdu...

Master
24-11-2012, 09:58
Devrim, evrim demokrasi ve darbe

İNSANLIK tarihi bir bakıma devrimler tarihidir. Nasıl 1789’da Fransızların, Kilisenin hâkimiyetine son dermesi bir devrimse, Tanrısız din Komünizmin doğuşu da bir devrimdir.

Hakeza Museviliğin, İseviliğin (Hıristiyanlık) ve Muhammedîliğin yani İslam’ın doğuşu da birer devrimdir. Eğer hiç devrim olmasaydı, herhalde beşeriyet bu kadar gelişemezdi. Atatürk de bir devrimciydi. Ama onun devrimi, yukarıda saydığım devrimlere göre daha yerel ve daha dar kapsamlıydı. O yüzden Fransız ve Rus devrimlerinin adı Türkçede “ihtilâl” olarak kalırken, Türk devriminin adı, bizzat onu yapanlar tarafından “inkılâp” yani yeniden biçimlenme olarak konmuştur. İhtilâl aslında “bozulma” demektir. Yapanlara göre de “bozulmayı düzeltme”dir. İhtilâl, sıklıkla “hükümet darbesi” anlamında da kullanılmaktadır. Yanlıştır.

ATATÜRK DEVRİMLERİN KARŞITLARI

Atatürk devrimleri üç sütun üzerine oturur. Bunlar: lâiklik, ulusal birlik ve tam bağımsızlıktır. Haliyle, laiklik karşıtı dinciler, ulusal birlik karşıtı bölücüler ve tam bağımsızlık karşıtı mandacılar Atatürk devrimlerine karşıdır. Dinciden kastım “Referansım İslam’dır” diyenler, bölücüden kastım “Bağımsız Kürdistan” davasını güdenlerdir. Mandacılar ise genel anlamda Türk ve laik olup, Türkiye’de yaşayan, ama kendini “Fransız” sanan ve “Ecnebileşmiş Türklerdir”. Bir süredir bu üç kesim, birbirlerinden çok hazzetmeler de “Atatürk karşıtlığı ortak paydasında” buluşarak siyasete ve toplum hayatına tam anlamıyla egemen olmuştur. Bu koalisyon, medyanın yüzde doksanını ele geçirmiştir.
Bu mutat zevatı TV’lerden her akşam izleyebilirsiniz.

“CUMHURİYET” VE “DEMOKRASİ”

DBM (Dinci-Bölücü-Mandacı) Cephenin, Atatürk karşıtlığında kullandığı ana tema demokratikleşmedir. DBM Cephesine göre birinci “Cumhuriyet” yani “laikçi-ulusal birlikçi-tam bağımsızlıkçı” hareket, demokrat değildir. Bu sebeple ortadan kaldırılmalıdır. Yerine “Demokratik İkinci Cumhuriyet” kurulmalıdır. Özetle, “dinci-bölücü-mandacı” siyaset Türkiye’de egemen olmalıdır. Zaten ABD ve Avrupa Birliği de bunu istemektedir. Onlar istediğine göre bu “son tablo” er geç oluşacaktır. Acaba?

DEMOKRASİYİ KİM KURDU

DBM cephesinin sahiplendiği Türk demokrasisi, bir ihtilal ile kurulmamıştır. Tam aksine demokrasiye karşıdır denilen devrimci Cumhuriyet, bunu bir evrimle kurmuştur. Sıkça vurgulandığı gibi Cumhuriyetin vasisi Ordu ise, demokrasiyi de Ordu kurmuştur denebilir. Hal böyleyken 32 yıl önce yapılan bir darbenin liderlerini, onların yolunu döşedikleri demokratik düzen sayesinde yargılamak, sıfır riskli ucuz kahramanlık gibi duruyor.

Son Söz: Yiğidi müebbede mahkûm et, hakkını yeme. Ege CANSEN

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/22000839.asp

detan
24-11-2012, 23:05
Atatürk devrimleri üç sütun üzerine oturur. Bunlar: lâiklik, ulusal birlik ve tam bağımsızlıktır. Haliyle, laiklik karşıtı dinciler, ulusal birlik karşıtı bölücüler ve tam bağımsızlık karşıtı mandacılar Atatürk devrimlerine karşıdır. Dinciden kastım “Referansım İslam’dır” diyenler, bölücüden kastım “Bağımsız Kürdistan” davasını güdenlerdir. Mandacılar ise genel anlamda Türk ve laik olup, Türkiye’de yaşayan, ama kendini “Fransız” sanan ve “Ecnebileşmiş Türklerdir”. Bir süredir bu üç kesim, birbirlerinden çok hazzetmeler de “Atatürk karşıtlığı ortak paydasında” buluşarak siyasete ve toplum hayatına tam anlamıyla egemen olmuştur. Bu koalisyon, medyanın yüzde doksanını ele geçirmiştir. Bu mutat zevatı TV’lerden her akşam izleyebilirsiniz.

ABD ve Avrupa Birliği de bunu istemektedir. Onlar istediğine göre bu “son tablo” er geç oluşacaktır. Acaba?



Özellikle bu paragrafı çok beğendim.

Master
29-12-2012, 13:13
Cin...

Eşeği ölünce üzüldü, onu makasta yolun kenarına gömdü, yeri kaybolmasın diye bir taş dikti başına...

Bir hafta sonra geldi ki başında üç kadın oturmuş...

Ellerini açmışlar havaya...

Birisi ev istiyor, iki oda bir salon olsa yeter diyor...

Birisi oğluna iş istiyor; boş gezmesin...

Birisi romatizmasının geçmesini rica ediyor yatırdan...

*

İnşaatta terini sildiği mendili yandaki çalıya asan kalıpçı ustası, birkaç gün sonra baktı ki çalıda belki bin tane çaput...

Gelen bağlıyor...

Giden bağlıyor...

Genç kızlar adını da koymuşlar:

“Kısmet Baba...”

*

Google’a “Durduğu yerde eşyaları yanan ev” yazıp tıklayın, kaç gündür medyada var; evde sık sık yangın çıkınca karakola başvurdular...

Polis baktı, inceledi...

“Dikkat edin, Allah muhafaza yangın çıkmasın sonra” deyip gittiler...

O gece oturma odası yandı...

*

Yangınların arkası gelmeyince evlerini değiştirdiler...

Yeni evde de yangın çıktı...

İtfaiye, polis, savcı derken... Çare bulamadılar, yangınlar devam etti... Evin sahibi Zeki Toprak bir hoca getirtti, okudu üfledi hoca...

Hoca gitti, halı yandı...

*

Valiye gittiler...

Vali Siirt Üniversitesi’nden bilim adamlarını yanına aldı, bir de müftüyü...

Bilim adamları sebebini bulamadılar, müftü medyaya kimin yaptığını açıkladı:

“Cinler...”

Vali de bunun üzerine il bütçesinden Haymana’da bu “cin” işinde uzman bir hocaya gönderdi onları...

*

Şimdi siz hâlâ diyorsunuz ki; çağdaş üniversite, bilimsel özerklik, akademik bağımsızlık, falan filan...

İmam da diyor ki; “Bize dindar nesil lazım...”

Doğrusunu o söylüyor...

Onun için yüzde 51 oy alıyor...

*

“Çare?” derseniz...

Bir yatır var...

Makasta...

Üç kadın başında...

Siz de gidip isteyin...


BEKİR COŞKUN / CUMHURİYET

Master
21-08-2013, 05:52
Silivri

Lafı eğip bükmeyelim.

O kararı sadece mahkeme heyeti vermedi. Tarafsızım pozlarına bürünüp, üç kuruşluk şahsi menfaat için adaletsizlikten, zulümden taraf olan iş dünyası verdi.

*

TOBB başkanı mesela.
O verdi.
Bunca hukuksuzluk, bunca iftira, bunca insafsızlığa göz göre göre tanık’ken, hâlâ muktedirin şakşakçılığını yapıyorsan...
Ortaksın bu karara.

*

Vay efendim, hükümetin icraatlarını beğeniyorum ama, Mustafa’nın çocuklarına üzülüyorum filan... Yok öyle! Sevap senin desteğinle oluyorsa, günah da senin.

*

Sezen Aksu verdi bu kararı. Hepimizin Sezen’iydi, Ak’su olmayı tercih etti. Hülya Koçyiğit verdi. Unutursam kalbim kurusun diye haykırıyor Tuncay’ın kızı... Asla unutturmayacağız Kadir İnanır’ı.

*

75 yaşındaki rektörü hapse tıktılar. Kanser hastası rektör, hücrede. Dut yemiş bülbül gibi koltuğunda oturan rektörler verdi bu kararı... Aman profesörlüğüm engellenmesin, doçentliğim yanmasın diye, insanların diri diri gömülmesini görmezden gelen, suratını başka tarafa çeviren akademisyenler verdi.

*

Ekranda gerdan kıran gözlüklü şişko verdi bu kararı. Çünkü biliyor ki, Merdan Yanardağ gibi gazetecilerin kalemini kıran zihniyet olmasa, Patagonya’da bile haber sunamaz. Bi tarafta bu sunar, öbür tarafta anca penguen sunar.

*

Genelkurmay başkanına müebbet verilirken, karargâhta hurma ikram eden, iftar veren Necdet bey verdi bu kararı... Soğansız köfte tarifi veren Hilmi efendi verdi.

*

Dinle bak ne diyor silah arkadaşının oğlu...
“Amca dediğim için utanıyorum, ömür boyu utanacağım, TSK’ya ve Türkiye’ye ihanet etti, bütün aileler böyle düşünüyor, vicdanıyla baş başa bırakıyoruz.”

*

Hangisi daha ağır dersin?
Hapisten çıkamamak mı?
İnsan içine çıkamamak mı?

*

Demem o ki...
Kendisine yapışmasın diye “teflon tava” ayaklarına yatan herkes, bu karara ortaktır. Ve aslında, Yargıtay aşaması herkes için bir şanstır. Herkesin vicdanını temyiz edip, kişisel kararını yeniden gözden geçirmesi için fırsattır.

*

Aksi halde.
Onlar müebbet’e ama...
Sizler ilelebet’e mahkûmsunuz.
İlelebet böyle anılacaksınız.

Master
22-08-2013, 05:57
Değerli yalnızlık

Lübnan’da pilotlarımız esir.

Mısır’da gazetecimiz tutuklu.
Somali’de polisimiz şehit.
Ermenistan çobanımızı öldürdü.

*

İsrail gemimizi bastı.
Suriye uçağımızı düşürdü.
Obama beyzbol sopası gösterdi.
AB zaten selamı sabahı kesti.

*

Şu an itibariyle İsrail’de Suriye’de Mısır’da büyükelçimiz yok. Geri çekmiş vaziyetteyiz. Ortadoğu’nun bu en önemli üç ülkesinde elçisi bulunmayan dünyadaki tek ülkeyiz. Fas Kralı kabul etmedi, bizimki saraya gitti, evde yokuz dedirtti adam... En başta Suudi Kralı, Araplar bunu görünce yolunu değiştiriyor.

*

Irak’la küs.
Molla’yla papaz oldu.
Gazze’ye gidemiyor.
Hamas’et edebiyatı sona erdi.

*

Görüşen şerefsizdir diyordu.
Görüşebildiği bi PKK kaldı.

ar_de_
24-08-2013, 13:46
Bundan tam yedi yıl önce, 24 Ağustos 2006 tarihinde Uluslararası Astronomi Birliği
“gezegen” teriminin tanımını yeniden yapınca olan bizim Pluton’a oldu ve
gezegenlikten çıkarıldı. Astronomi için, uzay bilimi için hayırlara vesile oldu mu, olmadı mı bunu biz faniler bilemezdik elbette;
ama yine de ne gereği vardı şimdi demekten de kendimizi alamadık.

Bu yazıyı bu ekranda yazıp okuyabiliyorsak, bunu bilime/bilim insanlarına borçlu olduğumuz gerçeğini gözardı etmeden, o gün sorduğumuz soruyu zaman zaman yineliyoruz:
O gün ne oldu da, siz kalktınız tanım değişikliğine gittiniz?
En büyüğü Charon olmak üzere üç evladı olan Pluton gezegen olarak kalsa
Dünya tersine mi dönerdi?

Tam da Eylül ayında okullar açılacakken ve bütün müfredat güneş sistemimizde
dokuz gezegen olduğu bilgisi ile kaplıyken, insanlığın 1930 senesinde tanıdığı Pluton ile
76 yıl sonra yollarını ayıracak olması bize biraz garip geldi.

Paris’teki birlik, Pluton’u sadece gezegenlikten diskalifiye etmekle kalmadı;
adını da silerek kendisine bir numara verdi: 134340.

Tahtaya kalktığımızda güneş sistemindeki gezegenleri tek tek sayarken, sekizden sonra durmak 76 yıllık tanışıklığın hatrına sığmadı ve 25 Ağustos’taki Konyaspor maçı öncesi
Şairler Parkı’nda kainatın da sahipsiz kalmayacağı ifade edilerek “Hepimiz Pluton’uz” pankartı tribündeki yerini aldı.

Pluton’un başına gelenlere aşinayız.

Yetiştiğimiz bu topraklarda, birileri, bir yerlerde, bir karar verme yetkisinde olduğunda, sahip oldukları güçle her şeyi kendi egemenlikleri doğrultusunda değiştirme kudretini
göstermekten imtina etmedi. Halkın doğuştan sahip olduğu haklarını kullandırtmamaktan, mağduriyetler yaratmaktan, acılara acılar eklemekten hiç mi hiç imtina etmedi.

Pluton’un isminin silinip, yerine numara verilmesine biz bu topraklardan aşinaydık mesela. Bu topraklarda yaşayan halkların numaralandırılmasından, insanların fişlenmesinden,
isimlerinin değiştirilmesinden aşinaydık.

İnsanların ötekileştirilmesinden aşinaydık. Nasıl ki Pluton, diğer sekiz kardeşiyle uzayda salına salına, kimseyi rahatsız etmeden güneşin etrafinda huşu içinde dönerken birdenbire kovuldu ise, biz de burada “bütün halklar kardeştir, inanmayan kalleştir” dediğimizde zulme uğruyorduk. Aşinaydık işte.

“çArşı neden her şeye karşı çıkıyor?” sorusu bizler için manasızdır.
Kendimize de karşı çıkıyoruz. Adalet, adalet olana kadar, hak yerini bulana kadar
çArşı her türlü adaletsizliğe, her türlü haksızlığa karşı olmayı bir erdem olarak bilir.

Rakiplerimizle mücadele ederken, hakemin yanlış kararı bizim lehimize olsa da
sahadaki adaletsizliği, rakibimizin hakkının yenmiş olmasını görmemezlikten gelmeyiz.

Hayatın içindeki her türlü adaletsizlik ve haksızlık, sahalarda da, sokaklarda da
tarafımızca reddedilir. Fezaya gittik tavrımız yine değişmedi.

Birikmiş çok hikayemiz var bizim. İnsanlar, hikayelerini mağara duvarlarına resmettiler, tabletlere yazdılar, taşlara kazıdılar. Biz de hikayelerimizi, özlemlerimizi, sevinçlerimizi, acılarımızı pankartlarımıza yazdık. Pankartlar, bizim hikayelerimizdir, hafızamızdır.

Aramızdan ayrılışının yedinci yılında kendisini özlediğimizi ve unutmadığımızı belirterek Pluton’a bir kez daha selam olsun.

Mesele sadece bir gezegen meselesi değildir.

çArşı vicdandır.


ÇARŞI & Arafın Kötü Çocukları - facebook sayfasından

Master
19-09-2013, 06:12
Merdivenden iniyorlar hem de kızlı erkekli!

MEMLEKETİMİZ eğitimcilerinin “merdiven sorunu” giderek büyüyor.
Başbakan “banklarda kızlı erkekli oturulmasından” hoşlanmıyor, eğitimcilerimiz ise kızlı erkekli merdivenlerden inilip çıkılmasından!
Trabzon Milli Eğitim Müdürü, hatırlayacaksınız bu nedenle “diken üstünde” oturuyordu. Ama sonra dikenin daha fazla batmasını önlemek için merdivenleri ayırma yolunu seçmişti.
Antalya’daki Gazi Anadolu Lisesi’nin müdürü ise çareyi kız öğrencilerin eteklik giymesini yasaklamakta buldu. Müdür bey emir verdi ve kız öğrenciler artık okula giderken pantolon giyecekler.
Müdür, bu operasyonun gerekçesini “Okulumuz öğrencileri artık büyük çocuklar. Merdivenden inip çıkmalarında sorunlar olmasın diye düşündük” diye açıklıyor.
Ama aklı da sonradan başına gelmiş, çünkü okul açılmadan önce veliler, çocuklarına etekleri almış bulunuyorlar!
Demek ki okul açılınca merdivenin başında durdu ve bu durumu tespit edebildi!
Türkiye matematik ve fen eğitiminde yerlerde sürünüyormuş, çocuklar bir yabancı dili bile doğru düzgün öğrenemiyormuş, Türkçe okuryazarlığı bile feci durumdaymış, kimin umurunda!
Eğitimcilerimizin uğraşacak daha önemli işleri var.
Kafayı küçücük çocukların bacaklarına takmışlar, onunla mücadele ediyorlar!

Eğitim değil, toplum mühendisliği

ÖYLE görünüyor ki Milli Eğitim Bakanlığı’nın derdi, çocuklarımızın eğitim düzeyini gelişmiş ülkelerdeki çocukların seviyesine çıkarmak değil, okullar aracılığıyla toplumun muhafazakârlaşmasına hizmet etmek.
Beşinci sınıf haftalık ders programında “fen ve teknoloji bilgisi” derslerine ayrılan saat sayısı ile “din kültürü, ahlak bilgisi ve Hz. Muhammed’in hayatı” derslerine ayrılan süre eşit: Haftada 4 ders!
İngilizce haftada 3, bilişim teknolojileri 2 ders.
Bu yıl yapılan öğretmen alımlarında lise matematik için 1960, fizik için 133, kimya 159, biyoloji 320 olmak üzere toplam 2572 öğretmen ataması gerçekleştirilmiş.
Buna karşılık din kültürü ve ahlak dersleri için alınan öğretmen sayısı 3880!
125 Arapça öğretmeni göreve atanmış, mesela Fransızca öğretmenlerinden hiç atama yapılmamış.
Hiç atama yapılmayan öğretmenler arasında engellileri eğitmek için özel olarak yetiştirilmiş öğretmenler de var!
Belli ki eğitim bir kenara bırakılmış, toplum mühendisliği peşine düşülmüş.
Mehmet Y.YILMAZ

Master
15-11-2013, 06:23
Yılbaşından bu yana...

İsveç büyükelçisi Diyarbakır’a geldi. Almanya büyükelçisi Diyarbakır’a geldi. Japonya büyükelçiliği başkâtibi geldi. Almanya parlamento heyeti geldi. Fransa büyükelçiliği başkâtibi geldi. Avusturya büyükelçisi geldi. Norveç büyükelçisi geldi. Belçika büyükelçisi geldi. Danimarka büyükelçisi geldi. İsviçre parlamento heyeti geldi. ABD’nin Adana konsolos yardımcısı geldi. İsrail belediye heyeti geldi. AB heyeti geldi. İrlanda büyükelçisi geldi. Hırvatistan büyükelçisi geldi. İsviçre dışişleri bakanlığı güvenlik dairesi heyeti geldi. Japonya askeri ataşesi geldi. Guatemala’dan üniversite heyeti geldi.

*

Az sabır, bitiyor...

*

Yunanistan büyükelçisi geldi. ABD büyükelçisi gelmedi mi? Elbette geldi. İngiltere büyükelçisi geldi. Fransa büyükelçiliği idare ataşesi geldi. İspanya’dan Bask bölgesi dış ilişkiler sorumlusu geldi. İrlanda’dan Sinn Fein heyeti geldi. Hollanda parlamento heyeti geldi. İtalya büyükelçiliği siyasi müsteşarı geldi. Hindistan büyükelçiliği askeri ataşesi geldi. Güney Afrika büyükelçiliği askeri ataşesi geldi. Kanada büyükelçiliği askeri ataşesi geldi. Avustralya büyükelçiliği askeri ataşesi geldi.

*

Samimi söylüyorum, Barzani’nin gelmesini anlarım ama... Kendi ordusunu hapse tıkan sayın Türkiye ahalisi hiç merak etmeyecek mi birader, taaa Avustralya’nın askeri ataşesi neden Diyarbakır’a gelir?

Master
21-11-2013, 06:04
Dershane


“Yüzde 84 oranında oy kullanıldı, bunun yüzde 47’sini biz aldık, eğer yüzde 100 üzerinden bu hesabı yapacak olursanız, aldığımız oy yüzde 55.4’tür, kusura bakmasınlar, bu hesapları iyi biliyoruz” diyerek... Yüzde 100 üzerinden hesap yapıp, yüzde 115’i buldu. (Matematik)

*

Ha memlekete nükleer santral kurmuşsun, ha evine Aygaz tüpü bağlatmışsın, riski aynı. (Fizik)

*

Malazgirt zaferini anlatırken, “Romen Diyojen batarya batarya, gülle gülle saldırırken, Sultan Alparslan ve askerleri Allah Allah diye saldırıyordu” dedi, 1071’de gülle-top filan yoktu, çünkü barut teee 250 sene sonra toplarda kullanılmaya başlandı. (Kimya)

*

Ulemaya soralım. (Biyoloji)

*

“Akdeniz, beyaz deniz, White Sea olarak adlandırılır” dedi. White Sea, Rusya’nın kuzeyinde. (Coğrafya)

*

Marmaray’ı merhum Abdülmecid dedemiz çizdi. (Resim)

*

Miting esnasında hıçkırık tuttu, “biliyorsunuz, bizim Karadeniz’de bunun türküsü var, hıçkırık tuttu beni, tuttu da bırakmadı” dedi, halbuki o türkü Ege türküsü, hıkkıdık duttu beni, duttu da guruttu beni. (Müzik)

*

Milli eğitimin sloganını açıkladı, oku, düşün, uygula, neticelendir...
Baş harflerini yan yana diziyorsun, ODUN çıkıyor. (Türkçe)

*

“Türkçemizin abideleşmiş şairi Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Sanat isimli şiirini okumak istiyorum” dedi, okudu ama, o şiir Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın değil, Faruk Nafiz Çamlıbel’in. (Edebiyat)

*

Van münüts. (Yabancı dil)

*

“Bunlar İstanbul’un tarihçesini bilmiyorlar, öyle elinde mercekle Romen Diyojen gibi dolaşılmaz” dedi. Mercekle dolaşan, hayali roman kahramanı Sherlock Holmes, mercek yerine fenerle dolaşan Diyojen’in İstanbul’la alakası yok, Sinoplu filozof, Romen Diyojen desen, Malazgirt’te Alparslan’a esir düşen Bizans imparatoru, sadece isimler değil, toplamda 1500 sene hata var. (Tarih)

*

Papaz kıyafeti giyerim, cami yıkarım, ulan, be, ananı da al git, bahtsız bedevi. (Din Kültürü ve Ahlak)

*

“Zonguldak’ta üniversite var mıydı?” diye sordu, “Yoktu” diye cevapladı, “Zonguldak Karaelmas Üniversitesi’ni kim kurdu?” diye sordu, “2007’de biz kurduk” diye cevapladı, logosunda 1992 yazıyor. (Sosyal bilgiler)

*

İçki içen alkoliktir, içki içen AKP’ye oy veriyorsa, alkolik değildir. (Mantık)

*

Güya İspanya’yla Medeniyetler İttifakı kurdu, “Almanların Goethe’si, İspanyolların Sokrates’i var” dedi, Yunan’ı İspanyol yaptı, Cervantes yazar, Sokrates filozof. (Felsefe)

*

Değerli çocuklar... Dershaneye gitmezseniz, anca böyle olursunuz