#241
|
||||
|
||||
Bu Gidişle
Boktan geçen gecenin sabahı farklı mı olacaktı?
Güneş daha doğmadan balkonda kahvaltı niyetine bir şeyler yiyip, evden ayrıldım. Yol boyunca genel hatlarıyla düşünüyordum: Seranın içi şimdi göl olmuştur, akşama kadar yağmurlamaya devam ettirirsem, hatta gerekirse yarın sabaha kadar bu iş devam edersem, anasını sattığımın toprağında ne kimyasal tuzlar kalır ne de ilaç kalıntıları… Ancak geçen gün seraya gelir gelmez nasıl sukutuhayale uğradıysam bugün de öyle oldum. Fıskiyelerin çalışmıyordu. İlk işim elektrik panosuna bakmak oldu, elektrikler mi kesikti acaba? Panodaki lambalar yanıyordu ama. Hemen yan tarafta ineğini sağan yan komşumuz Mevlit'in eşi Fatoş Hanıma “günaydın” yerine geçecek şekilde sordum: "Ne zaman kapandı fıskiyeler, elektrik mi gitti?" O da: “Sana da günaydın” dercesine "Yok, gitmedi. Akşamdan beri çalışmıyor" dedi. Kapalı kapıyı kendi anahtarımla açtım. Tıkırtıya halam doğruldu; bu kez uyku sersemi olan halama: “günaydın hala” dercesine "Sondajı kim kapattı hala?" dedim. "Ben kapattım" dedi. Güya bir ses duymuş ve yatmadan önce basmış düğmeye. Ne diyeceğimi bilemedim, sustum. Sadece içimde birikmiş ve sıkışmış havayı burnumdan saldım. Halam kaldığı yerden uykusuna devam ederken ben sondajı çalıştırdım. Seranın etrafında sigara içerek bir yandan yanak naylonları inik seraya kafayı sokup bakıyor, diğer taraftan dün aldığım haberi ve o konuda ne “yapabilirimi” düşünüyordum. Fıskiye uçlarından birkaçının düştüğünü, bazılarının nazlı veya düzensiz çalıştığını görünce iyice huzursuzlaştım. Bir süre sonra ana boruya ek yaptığım yerin hortumu fırladı, her taraf tazyikli su içinde kaldı, koştura koştura sondaj motorunu susturmaya gittim. Tam bir saat vanalarla, boru anahtarlarıyla uğraşıp durdum. Neyse, küresel bir vana takarak bu işi hallettim. Hazır sondajı durdurmuşken gözüme ilişen diğer sakatlıkları da düzelteyim dedim ama sandığımdan da fazla aksilikle uğraşmaya başladım. Gün hızla öğlene dönüyordu, sıcak bir gün olacağı belliydi. Halamın sabahtan demlediği çayı ısıtıp ısıtıp içmekten içim havalandı, ağzım paslanıp, buruştu. Ağzımın pası ile midemin bulantısını gidersin diye, tabağın birinde yığılı duran ve nemlenmiş olduğunu bile bile gözüme kestirdiğim iki tane bisküviyi yedim. Yeniden çalıştırdım sondajı. Fıskiyelerden seranın dışına taşan su, kapının önünü çamur etmeye başlamıştı, zaman zaman uçan damlalar yüzüme çarpıyor, serinliyordum. Serinliyordum ama dün geceki haberin yakıcılığını aklımdan uzaklaştıramıyordum. Bu konuda ne yapacağımı bilmiyor, bilemediğim için durup durup içerliyordum. Bir ara Mevlit yanıma geldi ve gübreyi seraya taşımaya karar verdiğini söyledi. Musa Amca’nın etrafı kalabalıktı, seslenip çay içmeye çağırdı beni. Utanma pazarı yanına gittim ama çayını içmedim. Dün kırılmıştım, tavrına. Anlamıştı duruşumdan. Etrafındaki kişilerle lafın lafı açtığı konuşmalara karıştırılmaya başlandım. “Hoca” diye anılan biri beni yokluyor, hangi partiye oy vereceğimi anlamaya çalışıyordu. Sonra doğrudan AKP'nin gidişatını, yaptığı şeyleri nasıl bulduğumu sordu ve soracağına da sanırım pişman oldu. Bugün kızgınlığım üzerimde olduğundan olsa gerek, açtım ağzımı yumdum gözümü, her konu geçişinde Hoca’ya "yalan mı" diye sorular sorarak dilimin ucuna gelenlerden sıraladım. Musa amca da şaşırmıştı bu gerginliğime, susup dinlemede kaldı. Hoca'dan hiç beklemediğim yanıtlar gelmeye başlayınca ne yalan söyleyeyim bu kez de ben çok şaşırdım. Hiç inandırıcılığı olmayan bir tonda: "Haklısın, ne desen doğru ama benim gitmem lazım, bacanağın oraya gideceğiz, ağzına sağlık, kusura bakma. Çok teşekkür ederim dobra dobra konuştuğun için" deyip tüydü. Musa Amca da “Adamı kaçırttın” demeye başladı. Bir iki dakika sonra da ben ayrıldım. Seranın yan perdelerinin bazı kısımlarını kaldırıp 130 adet çalışan fıskiyenin durumlarına baktım. Yağmurluğumu giyip, elime aldığım bir demirle seraya girdim. Birkaç yere bu demiri sokarak ıslaklığın ne kadar derine işlediğini anlamaya çalıştım. “İyi, bu gidişle 24 saat sonra yani yarın akşama kadar bu işi halletmiş olurum” diye nihayet bir olumlu düşünce içime yerleşmeye başlamıştı. Fakat seranın yola yakın kısmı suyu çok göllemişti, bunu engellemek için başlardan iki sıra yani 10 tane fıskiyeyi çıkardım, çıkardığım yerlerin deliklerini İsrail’den ithal edilen bir tıkaçla körelttim. Yağmurluk da kâr etmedi, her yanım battı. Seradan çıkarken yenisiyle değiştirdiğim ana borudan fıskiyelere giden hortumun 20'lik erkek kaplinin gevşemiş olduğunu gördüm, hay görmez olaydım dedimse de iyi ki görmüşüm yoksa çok kısa bir süre sonra yerinden çıkacak ve o tünele ait tüm fıskiyeler devre dışı kalmış olacaktı. Ya ben çok güçlü, kuvvetliymişim ya da bu namussuz kâğıttan kaplinmiş. Daha alet malet kullanmadan elimle biraz sıkayım derken “çıt” dedi, kırıldı. O küçük delikten öyle basınçlı su fışkırmaya başladı ki çizmelerimin içi bile su doldu. Sondajı tekrar kapatmak zorunda kaldım. Yarım saat kadar depoda, o keşmekeş ortamda yedek kaplin aradım, bulunca bir tane deli gibi sevindim. Yerine takarken bu da kırılacak diye aklım çıktı. Bu akşamın dar vaktinde işin yoksa git hırdavatçılardan malzeme ara... Sanki görünmez bir el ben yaptıkça ardımdan dolaşıp bir başka yerden muzırlık çıkarıyordu. Ekleme yaptığım hortumlardan biri de yerinden çıkmaz mı! “Ulan seni de yapacam ama Allah vere bir bokluk daha çıka! Hepinizi söküp atmazsam namussuzum” diye hortumu, fıskiyeyi, kaplini, vanayı şunu, bunu hepsini adamdan sayıp konuşmaya başladığımı duyunca akıl sağlığımı sağaltmak için önce kendime sonra da bunları yapan firmalara verdim, veriştirdim. Hava da kararacağı kadar kararmıştı, eve doğru yola çıkmadan önce halama sıkı sıkı tembih ettim, “Ne olursa olsun, hiçbir şeyi elleme” dedim. Gün boyunca sanki az yıkanmışım gibi yeniden banyoya girdim ama yağmurlama hissini vermesin diye duşu açmadım; kovaya doldurduğum suyu hamam tasıyla döktüm, başımdan aşağıya. -Kırk dokuz- |
#242
|
||||
|
||||
Söylesem…
Son zamanlarda içimdeki konuşmalarım çoğaldı.
“Kendimle daha fazla baş başa kaldığımdan olsa gerek” diyeceğim ama tam oturmayacak. “Sessizliğin sesi” gibi ironik cümlelerin içine sinmeye çalışarak tetkiklerimi, tanı ve teşhisimi ortaya saçmaya kalksam diyorum ama daha bu cümleyi yazarken bile içimin kabarıp köpürdüğünü duyumsayıp tırsıyorum. “Sinsiliğin sesi” diyerek gündemdeki konuların kendi gündemime nasıl sızdığını, bu sızıntının yüreğimdeki duvarı nasıl yosunlandırdığını ve o yosunun saldığı berbat kokuyu nasıl da iğrenerek soluduğumu söylesem… İçimde oluşmaya başlayan öncü titreşimlerin çatırdayarak gümbürdemesine neden olanları, uzun farlara yakalanmış aç, zavallı ve postu değersiz bir tilki kaskatılığıyla nasıl apışıp kaldığımı söylesem… Kendi efkârıyla dönen dünyada bir beden küçülmüş olarak var olduğumu ancak her an bu küçülmüş varlığımın da bir daha ses vermez hale geleceğine kendimi çok zorlanmadan ikna ederken bulduğumu söylesem… Bu ikna işinin ardından bazen yaşanmış günlere, bazen de yaşanmışmış gibi olan bulanık günlerin gölüne, tıpkı Keban’ın tarlaları yutan kıyılarında bir yandan götü ıslatmadan balık tutmaya çabalarken, ileride, suyun epeyce ilerisinde, bir ağaluç (Ak alıç) köküne takılmış oltanın çengeline bir seferde erişmek ve tumanı da kuru tutmak için daltaşak olup, suyu ürkütüp, bulandırmadan, usul usul yürürken, gözler sonuna kadar açık olacak şekilde daldığımı söylesem… Basiretimin bağlandığı anlara kadar bu duygunun -duyumsama da diyebilirim- beni güreştirdiğini ve dediğim gibi basiretim bağlanınca da tuş olmanın bel ağrısıyla yattığım yerden “ört ki ölem” diye mırıldanırken, kendime suçüstü yapıp, kulağımdan tutup, kaldırıp ve okkalı bir şamarın ardından azarladığımı söylesem… Yalana alışık dillerin, bugün için yüzünü görmeye tahammül edemediklerinin yarın, ne olur ne olmaz, enselerine bile muhtaç olabilme olasılığı karşısında içinde kemik olmayan bu mübarek organlarını konuşma dışında acaba başka hangi işi yapmada kullanacaklarını, bir işime yaramayacağı, yüreğimi soğutmayacağını bile bile çok merak ettiğimi söylesem… Sırtımı yere getiren bu düşünceleri yazmayı ve çok sonraları dönüp okumayı istediğimi söylesem… En iyisi hiçbir şey söylememek. Ama şimdi radyoda çalan şu türkünün nakaratını söylemesem dilim şişer: Neçe nağme goşum Neçe dillenim Dost gedip özüme gelebilmirem Ele bir ellerim yoh olup menim Gözümün yaşını silebilmirem -50- |
#243
|
||||
|
||||
Yukardaki '' sessizligin sinsi sesi '' hakkındaki mutallalarım saklı kalmak üzre, ilgili türkünün orijinali asagıdadır. Her ne kadar Turkiye'den yutub'a girmek dolambaclı ise de...
http://www.youtube.com/watch?v=i5gpW...eature=related |
#244
|
||||
|
||||
Merhaba
Kızım okuldan dönmüştü, içinde bir sıkıntı olmalıydı çünkü yüzü ekşimişti.
Kurcalayınca, yazılı sınavının pek hoş geçmediğini anladım. Yazılı sorularının birinde istiare (iğretileme), mecaz-ı mürsel, teşhis (kişileştirme), intak (konuşturma), tezat, mübalağa (abartma) ve hüsn-i talil gibi söz sanatları sorulmuş. “Çiğdem derki ben elâyım Yiğit başına belayım Şair yukarıdaki dizelerde hangi söz sanatını kullanmıştır, açıklayınız?” Bizimkisi ‘mübalağa’ teşhisini koymuş ve kendince açıklamış. Bu sorudan hiç not alamamış; üzgündü. Baktım çok sıkkın: “Sıkma canını, ‘abartama’ bu kadar” dedim. Fazla uzatmadık, yemekten sonra herkes kendi odasına dolayısıyla kendi dünyasına çekildi, konu uyutuldu. ** Ankara’da ‘Oran Şehri’ ya da “Oran Semti” denilen yerde, TRT yerleşkesinin yanında, satılan Milletvekili Lojmanlarının karşısındaki ormanlık alan… Ormanlık alan dedim ama ‘koru’ demek daha doğru olur, belki doğrusu da budur. Bu semtin adının “Ormanlık-Ankara= Or-An” ya da “Orta Anadolu=Or-An” olarak konulmuş diyorlar, hangisi doğrudur, bilmiyorum, çok da umurumda değil zaten nereden türetildiği; öylesine aklıma geldiği için yazıverdim sadece. Gene aklıma geldi, ölümünden sonra eşinin, Bülent Ecevit için bu ormanlık veya koruluk alan içinde bir anıt mezar yaptırmayı düşündüğünü, gazetelerden okumuştum, unutuldu gitti zahir. Bir zamanlar; zaman zaman yürürdüm bu ormanlık alan içinde, özellikle bademler çiçek açtığı zaman daha da hoşlanırdım. Herkes sever ilkbaharı ama ben ilkbahardan bir gömlek üstün olarak sonbaharı da severim. Bu korunun kapıları var ama önünde taze portakal suyu sıkılıp satılan kapılardan girenlerin sayısı, tel örgülerin arasından girenlerden daha azdır. Şimdi nasıldır bilmiyorum ancak o zamanlar yola yakın kısımlarındaki çam ağaçları, egzozlardan çıkan gazlarla hastalanmış; daha içeride kalanlarsa gürbüzdü. Eymir Gölüne bakan yamaçlarda ise daha çok çelimsiz badem ağaçları vardı. Bu yeşilliğin içine dalındıktan bir süre sonra araba sesleri kısılır, yerini tabiatın sesi alır. Özellikle hafta sonu yürüyen, koşan, bisiklete binen, ateş yakmadan piknik yapan, ağaçlar altında uyuyan, konuşan, birbirlerine sarılan epeyce kişiyi görürdüm. Bir “arkadaş ötesi” kişiyle, bir zamanlar hiç değilse haftada bir iki kez TRT tarafındaki tel örgülerin arasından girer, epeyce yürür, aklımıza ne gelirse konuşur, tartışırdık. En çok Eymir veya Mogan adı verilen göllere, bu göllerin görünen kıvrımlarına ve göl kıyısında ODTÜ’ne ait olan binalarına bakar, başımızı biraz kaldırdığımızda da Çevre Yolu denilen yeni yapılmış, tek tük araca hizmet veren, sol tarafı Mamak yakınlarından geçen Samsun-Konya yolunu ve onun da üzerine baktığımızda boz bulanık dağları izlerdik, sık sık yaktığımız sigara dumanlarının arkasından. Bazen yanımızda birkaç tane teneke kutuda bira götürür, yamaçta bir badem ağacına yaslanır, sevişen veya kapışan kuşların çığlığı ile yudumlar, ettiğimiz sohbetin içeriğine bağlı olarak ya gerilir ya da mayışırdık. Nadiren tek başıma gidip, bir başıma mayışıp, yalnız başıma yalnızlığımı çoğalttığım da olurdu. ** Çoğalmak için gitmemişim. İçim çoğulmuş, o gün. Hangi gün? Ne gününü biliyorum, ne yılını. İmrahor Vadisine doğru dura kalka, döne dura, çömele otura gidiyorum. Gidiyorum deyişim lafın gelişi. Sanki birileri çekerken beni, öbürleri arkadan itekliyor... Tekerleniyor, tökezliyor, yuvarlanıyorum adeta. Havada bulut çok ama duman yok ancak ben beş metre uzağımdan duyulacak şekilde “Havada bulut yok, bu ne dumandır” diye türkü söylüyorum, üstelik bulutlara bakarak. Tertemiz mavilik içindeki bu bulutlar da benim gibi gidiyorlar; çoğalıyorlar, kopa parçalana ayrılıyorlar daha büyük bütünlüklerden. Güneşin önüne bazen pembe tül, bazen bordo kalın perde oluyorlar. Ayak sesleri duyunca susuyorum... Hem ağzımla hem de başımla: “Merhaba” diyorum, yanımdan geçen; durgun yüzlü, temiz tıraşlı, üst dudağının sınırlarını ihlal etmeyen bıyıklara sahip bu dopdolu bakışlı adama. Almıyor selamımı. Yok sayıyor beni. “Nelli” diyerek, arada bir nereye imza işemesi yapacağını şaşıran köpeğine sesleniyor. Neden köpeğine bu ismi koymuş acaba? Niye duymadı beni, sağır mı? Arkalarından, inadına ve biraz da yalvarırcasına yeniden “merhaba” diye bağırıyorum ama nafile... Onların yerine bana, İncesu Deresi yanık yanık ve yankılı bir merhametle “Merhaba” diyor. -LI- |
#245
|
|||||||||||||||||||
|
|||||||||||||||||||
Benim Adım Dertli Dolap
Dudak kaslarımla tuttuğum sigaranın ucunu sağ elimdeki filtresi yanmak üzere olanla kızartıp, körüklüyorum.
Görünmez bir el, avucuyla tepemden bastırınca lök gibi çöküyorum olduğum yere, gözlerim ise yanımdan selamsız sabahsız geçen köpekli adamda. Uzaklaşmış sayılmazlar. Onlar da dura kalka, döne dura, çömele otura gitmeye başladılar. Hatta adam o kadar çok aranıyor ki, etrafında dönüyor, bana bakıyor gibi oluyor. Bana doğru baktığı zamanlarda hemen elimi havaya kaldırarak merhabamı iletmeye çalışıyorum ama o gene görmezden geliyor. Beni tutanlar, yerime mıhlayanlar, çökertenler her kimdiyseler pes ettiler. Hafiflendim. Bu hafiflikle, gözden kaybettiklerimin peşlerine düşesim geldi. Bir deve gibi ileri geri yaylanıp birkaç hamlede ancak doğrulabildim. Koşmaya başladım. Yanlarındaydım. Selamımı yineledim. İstifini bozmadı. Beni göremedikleri hissine kapıldım, bir süre donup kaldığım yerden bu ihtimali düşündüm. Kanaat getirdim, evet, inanamıyordum ama olan da buydu: beni ne görüyor, ne duyuyor ne de hissediyorlardı. Saçma geliyordu bu düşünce. Böyle bir şey olur mu hiç? Böyle şeyler olsa olsa ‘hayal kurgu’ filmlerde olur. Ben öteden beri hayaletli, mayaletli, cinli minli, ruhlu, şeylere karşı ilgisizimdir. Hocaya, muskaya, yatıra, büyüye hatta hipnoza bile aklım ermez. İlginçlik bununla kalsa gene iyi: onlar nasıl beni görüp duymuyorlarsa tam aksine ben Nelli’nin değil ama bu durgun yüzlü, temiz tıraşlı, üst dudağının sınırlarını ihlal etmeyen bıyıklı, dopdolu bakışlı adamın içinden konuştuklarını duyuyordum. İlk duyduğum şey “Zavallı hayvan” sözü oldu. O sırada böğürtlen dallarının içlerinde güreşen serçelere doğru, çıt çıkarmadan pusuya yattığı yerden seğirten iti için diyordu: “Zavallı hayvan! Bu bahar gezisine sevinmekte haklı; bütün kış kapalı kaldı.” Vallaha doğru söylüyorum, iki gözüm önüme aksın yalanım varsa, okuyordum içini. Kaldım yanlarında, ne yaptılarsa izledim, ne düşündüyse okudum. İncesu Deresi'nin içinden, yani dere kenarından yürüdüler, ben de yürüdüm. “Dere eskisi gibi, bildiği gibi akıyor” dedi; hem kendi içine hem de dere içine. Fazla değil, birkaç cümlelik düşüncesini duymuş olmak bile bana yetti. Aklımı kaçıracak gibiydim. Rüyada olmayı uyanınca bu azaptan kurtulmayı istedim ama sonra “Hiç insan rüyadayken ‘inşallah bu bir rüyadır’ diye düşünür mü?” dedim, kendi kendime. Bir taşın üstüne oturdum, hoşnut olmadım, kalçamda et olmadığından kemiğim ağrıdı, kendi kendime “boşuna dememişler taşa, başa, yaşa oturma diye” söylenerek kalktım. Biraz ileride, bir adamın sığacağı kadar gölgesi bile olan bir kayaya yöneldim. Bu kez de “aha işte sana bir kaya, git nereni dayarsan daya” sözü kaçtı ağzımdan. Kayanın gölgesine değil, adamın beni göremeyeceği tarafına geçtim, yanımı dayadım ama niye saklandığıma şaştım, zaten ne adam, ne de iti beni görmüyordu ki. Canım çektiği için değil, öylesine bir sigara daha yaktım; adamın az önceki iç konuşmasını düşündüm. Demek ki daha önceden de gelmiş buralara! Tekrar yanlarına gidip gitmemeye karar veremiyordum. Yüz bin eli, yüz bin gözü ve yüz bin yüreği olmasına rağmen, polislerin bile fark edemediği Gülhane Parkında bir ceviz ağacı olan Nazım Hikmet geldi aklıma. Görünmez olmak ile fark edilmemek arasındaki şeyleri sıralamak geçti içimden lakin deneyecek mecalim yoktu. Hele görünmezlik şöyle dursun, ne kötü bir şey dedim önce, bir başkasının düşüncesini duymak, okumak. İzin verdiğim, süzekten geçirdiklerimin dışında ne bilinsin isterim, ne duyulsun; benim düşüncelerimin. Ne iyi bir şey dedim sonra, herkes herkesin düşüncesini okuyabilse, duyabilse. Yalan dediğimiz şey hiç olmazdı. Yoksa o zaman başka bir şeye mi yalan derdik? Bütün endişemi, korkumu ve merakımı yanıma alıp yeniden adamın yanına yürüdüm. Dere kenarındaki ağaçlara bakıyordu. Birden bana doğru döndü. Artık beni görüyormuş hissine kapıldım, nefesimi bile salmamak üzere kıpırdamamaya gayret gösterdim. Bir değişiklik olmayınca hohh diye boşattım, içimde kirlettiğim havayı. Düşüncelerini o kadar düzgün bir şekilde okuyordum ki, adeta “Al bunları yaz” diye gözümün önüne seriyordu:
Bademe bakarken acaba acı mı, tatlı mı diye düşündüm, çiçeğinden tanırdım acı olup olmadığını ama henüz çiçeklenmemişti. Söğütleri gördüm, iğdeleri de gördüm, meşe ile dişbudağı da gördüm. Alıç ağacını görmek için epeyce uğraştım. Pertek’te güzün topladığım, çekirdeklerinin arasından geçirdiğim ince bir iğne ile ipe dizdiğim portakal veya greyfurt rengindeki etli ağaluça takılmıştı aklım. Onu göremedim ama kırmızı alıç ağacını gördüm. Buralarda da ağaluç olduğunu biliyorum, hatta Balgat Pazarında çocuk satıcıların boyunlarına bir kolye gibi takılmış bu ağaluçları çok kereler görmüştüm. Nelli havlamasa alıçlara takılı aklım, kim bilir daha neler çağrıştıracak, neler izlettirecekti bana. Bazen peşi sıra, bazen yan yana yürüdüm bu hikmetli adamla. Hayret, şimdiye kadar birkaç kez bu derelerde dolaşmış olsam da, hiç görmediğim dolabı karşımda gördüm. Durdum, hikmetli adam da durdu ancak dolap çok önceden durmuştu. Artık ne suyu aşağıdan alıp, dönüp yüksekten dökecek hali vardı, ne de yalap yalap akan suları. Çalap onun inleme dönemini çoktan bitirmişti. -Elli iki- |
#246
|
|||||||||||||||||||||||
|
|||||||||||||||||||||||
Yani ne diyeyim sana? Şu kısmı kaç kez okuduğumu, kaç kez 'Helal Olsun!, 'Büyüksün!' dediğimi biliyor musun? "Ben kapattım" diyen garip halacığına susabilen erdemin karşısında; benzer durumlarda sevdiklerine din iman bi mintan sövüp, yeri göğü yıkacak şekilde böğüren, kendimi düşününce nasıl utandım biliyor musun? O güzel yüreğinin önünde saygı ile eğilirken, sunduğun güzelliklerin Sana misli ile dönmesini diliyorum.. |
#247
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
Oku(t)ma Parçası
İnleme dönemi çoktan bitmiş, viran olmuş bu değirmenden sızan kesif bir ekmek kokusu dolmaya başlıyor burnuma.
Hikmetli adam çömeldiği yerden bir şeye sesleniyor. Bu seslenişini içinden yapmıyor doğrudan ve sevinçli bir biçimde, yüksek sesle “Hoş geldiniz” diyor. O yüzden bu sözünü duymamda olağanüstü bir durum yok. Ardından “Geç kaldınız” diyor. Bu adamın sesi dışında “Gecikiyorsun kalk artık” diyor, tanıdık bir ses. Köpek bir yandan havlıyor, adam çömeldiği yerden konuşuyor, işin içine bizim hanımın sesi de girince işin içinde bir başka iş olduğunu anlıyorum. Bu İncesu Deresinin doğal ortamına kapı sesleri, sifon gürültüsü ve tekrar eşimin sesi girince sersemce uyanıyorum. Rüyaymış! Ne rüyaymış be! Yüzümü yıkamaya banyoya giriyorum, halen Nelli ve hikmetli adamla birlikte İncesu Deresindeyim sanki. Evin içini bayat ekmekle yapılmış, tereyağlı ve kaşarlı tostun kokusu doldurmuş. Kızım, karım ve ben kahvaltı sofrasındayız. Bana torpil geçmişler, tabağımdaki yarım ekmekten biraz büyük tostu iki yetim doyuran bardakla zor bitiriyorum. Bugün hafta sonu, okul yok. Kahvaltı süresince kızım televizyonda pop müzik yayını yapan kanalları izliyor, bir eli bardakta, diğer eli de kumanda da; kimse alıp kanalı değiştirmesin diye. Masadan kalkıp diğer odadaki kitapların bulunduğu odaya gidiyorum. Epeyce uğraştıktan sonra elimde bir kitapla salona dönüyorum. Kumandayı anasına kaptırmış kızıma ilgili sayfanın arasına parmağımı soktuğum kitabı veriyorum. Eşimin elinden de kumandayı zorla değil rica minnetle, sözde 5 dakikalığına alıyorum. Televizyonu kapatıp, “Hadi kızım, yüksek sesle oku, annenle ben dinliyoruz” diyorum. İkisi de anlam veremiyorlar bu yaptığıma ama zaman zaman delirdiğimi bildikleri için fazla ikilemeden dediğimi yapıyorlar. Arada sırada “Vurgulu oku, noktaya virgüle saygı göster, acele etme” gibi saplamalarım eşliğinde yüksek sesle ve gönülsüzce okumaya başlıyor, kızım.
Akçiğdemi görüyorum dedikten sonra kızım okumasını durdurup bana bakıyor: “Anladım” dedikten sonra yüzüne yansıyan zoraki okuma gerginliği gülümsemesiyle dağılıyor. Ben hiç istifimi bozmadan “Devam et kızım” diyorum.
“Ama ben ne bileyim baba? Ben çiğdemi kız ismi olarak biliyordum. Amma da havalı kızmış, diye düşündüm, o yüzden abartmayı işaretledim…” gibisinden savunma cümleleri kurarken kızım, annesi de “İyi işte, öğrendin. Emin, kumandayı verir misin?” diyor. Gözlerimi ağartarak “Sık dişini, bir iki sayfası kaldı. Hadi devam et kızım” diyorum. -53- |
#248
|
||||
|
||||
Tekzip Değil Ama Ona Benzer Bir Şey
Kadirşinas Ali Hocam,
(İç ses: Yoksa Küfürşinas Ali Hocam mı, deseydim.) Kalabalık cümlelerin içine sıkıştırdığım şeylerin fark edilmesi çok hoşuma gidiyor ama böyle abartılı sözlerle karşılaşınca şaşırıyorum. Gerçekten şaşırıyorum… Hocam sen de biliyorsun, bazen susmak bile küfür sayılmaz mı... Bak şimdi… Yazımda: “Ne diyeceğimi bilemedim, sustum. Sadece içimde birikmiş ve sıkışmış havayı burnumdan saldım” demiştim ya… İşte sen bu ifademe yazında bilmem kaç kez “helal olsun, büyüksün” demişsin… Bu cümlenin meali şöyle: “O an için hangi küfrü edeceğimi şaşırdım, hem etsem n’olacaktı, ne değişecekti sanki, karşımda yaşını başını almış, beş doğurduğundan da payına düşenleri yüreğinde toplamış bu garip kadına küfretsem elime ne geçecekti… Bu düşüncelerime rağmen gene de küfürden beter bir biçimde yüzümü ekşitip, burnumdan tıslayarak öyle bir hava çıkarttım ki, o kadar olur…” Sevgili hocam gözünün çapağını sileyim, abartma beni, ben de edna bir kulum. O günü hatırlayınca utanıyorum, üzülüyorum ama ne gelir elden oldu bitti; geldi geçti. Hani diyorsun ya: “… benzer durumlarda sevdiklerine din iman bi mintan sövüp, yeri göğü yıkacak şekilde böğüren, kendimi düşününce nasıl utandım biliyor musun?” Utanıp utanmamana bir şey diyemem ama kim bilir, belki de en doğrusunu sen yapmışsındır; hem kendini rahatlatmışsındır, hem de ettiğin sözler kimseye batmamış, kimseyi acıtıp, incitmemiştir. Bazen deriz ya: “Filan adam anama sövse zoruma gitmez lakin feşmekan adam ‘merhaba’ dese; sanki gözümün önünde anama tecavüz ediliyormuş gibi gelir.” Ah keşke, dediğin gibi yüreğim ve yüreklerimiz güzel olsa… Sanırım olmayacak, gerçekleşmeyecek dileklerden biri de budur... |
#249
|
|||||||||||||||||||
|
|||||||||||||||||||
Ankara Çiğdemi
Gerçekten bir iki sayfa mı kalmış diye kitabın sayfalarını çevirmeye başlıyor. Birkaç sayfa çevirip sonunu bulamayınca:
“Baba, gerisini sonra okusam?” diye yalvarışlı bir sesle yüzüme bakıyor. Ben daha ona cevap vermeden eşim bana lafı yetiştiriyor: “Emin sen de uzattın ama! Tamam, anladık Çiğdem çiçekmiş! Bırak kızı dersine çalışsın. Kumandayı verir misin!” O kısacık sürede, yüzümde, gözümde, kaşlarımda ne gibi büzülmeler, gerilmeler oldu bilmiyorum ama içimden kumandayı kırayım mı yoksa fırlatayım mı; küsüp evden mi çıkayım, küfürlere bulanmış sert sözler mi edeyim, yoksa yavşakça ve yılışarak rica mı edeyim diye çoktan seçmeli değil anında seçmeli seçeneklerimin arasında dolaşırken, sanırım biçimsiz bir şey olmasın, yediğimiz tost burnumuzdan gelmesin diye kızım yüksek sesle okumasına başlıyor.
Seraya gelecek yıkanmış çamaşırlardan tut, hazırlanmış yemeklere ve diğer birçok ıvır zıvır şeyin hazırlandığı poşetleri alıp evden çıkmadan önce kızım ve karımla ayakkabılıkta toplanıp, “Hadi, Allahaısmarladık” diyerek öpüşüyoruz. Ortamda, çok şükür bir şey yok ama bir ara gerildiği için olsa gerek, gönüllerde bir kırıntı kalmasın diye suratıma gülme şekli verip: “Demek neymiş? Çiğdem demiş ben elayım,” diyorum. Kızım, bu gevrek sözüme gülerken hanımım da: “Sen de bizim başımıza belasın” diyerek suratımdaki yapay gülme şeklini gerçeğe döndürüyor. Son ve zorunlu açıklama: Her iki yazıda kullanılan alıntılar, Prof.Dr.Hikmet Birand’ın sudan toprağa, bozkırdan ağaca bir söyleşi düzeniyle kaleme alınan “Anadolu Manzaraları” adlı kitabından alıntılanmıştır. Bitki Sosyolojisi Bilim Dalının ülkemizdeki kurucusu olan Hikmet Birand hakkında Büyük Larousse’ da şunlar yazılı: Birand Hikmet:Türk botanikçi (Karaman 1904-Ankara 1972).
-LIV- |
Emin kullanıcısına teşekkür edenler | ||
account (29-07-2009), alihoca (27-07-2009), AnnE (28-07-2009), ar_de_ (28-07-2009), bikmisbroker (03-08-2009), buena vista (27-07-2009), dentist (27-07-2009), Master (27-07-2009), neron (28-07-2009), serdarkus (21-08-2009) |
#250
|
||||
|
||||
Mutlaka Bir Bileni daha vardır...
Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın hesaplamalarına göre, düz arazide fındığını söküp serada karanfil gibi kesme çiçek yetiştiren üreticinin, dekar başına net kârı 249 liradan 25.6 bin liraya çıkıyor. Bu rakam fındıktan elde edilen gelirin 101 katı oluyor. Kesme çiçekten sonraki en yüksek kar ise fındığa göre 24 kat daha değerli olan örtü altı domates üretiminde.
FINDIK strateji kapsamında 3 yılda 176 bin hektar alanda fındık ağaçlarının sökümünü hedefleyen Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’na göre, fındık yerine, lale, karanfil gibi kesme çiçek üreten bir çiftçi, net kârını 101 kat artırabilecek. Bakanlığın hesaplamasına göre, düz arazide fındığını söküp serada kesme çiçek yetiştiren üreticinin dekar başına net kârı, 249 liradan 25.6 bin liraya çıkıyor. Fındığını söken üreticiye, kesme çiçekten sonra en yüksek kârı, fındığa göre 24 kat ile örtü altı domates üretimi, 16 kat ile mavi yemiş (yaban mersini), 13 kat ile kivi sağlayacak. Ancak fındıkçının daha fazla kazanabilmesi için söküm masrafına katlanması, yeniden üretim yatırımı yapması ve ayrıca pazarlama sorununu da çözmesi gerekiyor. Diğer taraftan, fındık üretiminin genelde köyde kalan yaşlı nüfus tarafından sürdürülmesi, fındığın fazla bakım gerektirmemesi, yaşlı nüfusun fındığın yerine yoğun bakım gerektiren ürünlere geçiş konusunda isteksiz davranmasına yol açabileceği belirtiliyor. 11 yeni ürün öneriliyor Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, fındık stratejisi üzerinde çalışırken, fındığını sökecek üreticinin yönlendirilebileceği tarımsal üretim alanlarını da değerlendirdi. Uzmanlar, iklim ve coğrafi verileri dikkate alarak, bölgede yetiştirilebilecek 11 çeşit ürünü, fındık geliri ile karşılaştırdı. Buna göre, yüzde 6 eğimden daha düşük alanlarda, serada kesme çiçek ve domates üreten üretici, fındığa göre “kat kat daha fazla net kar” elde ediyor. Yüksekliği 750 metreden daha yüksek yerlerde ise mavi yemiş olarak nitelendirilen yaban mersini üretimi halinde ise fındığa göre 16 kat daha fazla net kâr sağlıyor. Bakanlığın verilerine göre, halen 750 metreden daha yüksek, orman ve hazine arazisi dahil 100 bin hektar alanda, yüzde 6’dan daha düşük eğimli 53.5 bin hektar alanda fındık üretimi yapılıyor. Fındık üretim alanlarının belirlenmesine ilişkin kanun ve fındık stratejisi uyarınca bu alanlarda fındık üretiminin yapılmaması, bahçelerin sökülmesi gerekiyor. Fındık ucuz, çiçek pahalı Bakanlığın hesaplamasında, fındığın kilogram maliyeti 1.95 lira, dekarda verim 120 kilogram, toplam üretim masrafı dekara 254 lira, ortalama fiyat da 4.18 lira olarak kabul edildi. Buna göre, fındıkçı, 1 dekardan, 480 lirası fındıktan, 22 lirası yan ürünlerden olmak üzere toplam 502 lira kazanıyor ve net 249 lira kâr elde ediyor. Alternatif olarak serada kesme çiçek üretimine geçerse, seranın kuruluş yatırım maliyetleri dikkate alınmadan yapılan hesaplamaya göre, dekarda 160 bin adet kesme çiçek üretilebilecek. Bunun normalde 250 bin adete kadar çıktığına dikkat çeken uzmanlar, çiftçi şartlarını dikkate alarak en düşük verim ve üretim miktarlarını dikkate alarak hesaplama yaptıklarını belirtti. Buna göre, 1 dekar serada 160 bin adet kesme çiçek üreten çiftçi, bunun için 14.4 bin lira üretim masrafı yapacak. Tanesini 0.25 liradan satınca 40 bin lira gelir elde edecek. Çiftçinin bu durumda 25 bin 600 lira net kâr elde edeceği öngörülüyor. Serada domates bile çok kârlı SERADA domates üretiminde dekara 14 ton ürün alan çiftçi, bunun kilosunu 0.91 liradan satsa 12 bin 740 lira gelir elde edecek. Toplam 6 bin 580 lira olan üretim masrafları düştüğünde, fındıktan elde ettiği kârın yaklaşık 24 katı, net 6 bin 160 lira kâr elde edeceği hesaplandı. Yüz metre karelik bir seranın kurulum maliyetinin 800-bin lira arasında değiştiğini belirten yetkililer, fındık işletmelerinin ortalama büyüklüğünün 14-19 dekar olduğunu hatırlatarak, kurulacak 200-300 metrekarelik kesme çiçek serasından, 14 dekarlık fındık bahçesinden daha fazla net kâr elde edebileceğini ifade ediyor. Çarşamba’da kesme çiçek için uzman da işçi de yok TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası (ZMO) Başkanı Gökhan Günaydın, “Fındık yerine önerilen ürünlerin hem ekonomik hem de ekolojik olması gerekir. Çarşamba Ovası’nda kesme çiçek yetiştirmeye kalksam, ne bir tane uzman ne de bu işte çalışacak işçi bulabilirim” dedi. Günaydın, alternatif tarım ürünleri belirlenirken, bakanlığın bölgedeki demografik yapıyı dikkate almadığını öne sürdü. Fındıkta 2001-2003 döneminde uygulanan söküm politikasının sonuç vermediğine işaret eden Günaydın, bu yıl açıklanan stratejinin de başarılı olmayacağını iddia ederek, özellikle 750 metrenin üzerinde fındık yetiştirilemeyeceğine ilişkin yasağın mutlaka kaldırılması gerektiğini kaydetti. Fiskobirlik Başkanı Lütfi Bayraktar da bakanlığın öneri paketini, “masa başına yapılmış, hiç bir uygulama imkanı olmayan, örnekleme yapılmayan bir hadise, ciddiye alınacak tarafı yok” diye değerlendirdi. Ziraat’ten sübvansiyonlu kredi, bakanlıktan hibe ZİRAAT Bankası aracılığı ile kullandırılan tarımsal kredilerde, faizlere yüzde 25-60 arasında sübvansiyon uygulanıyor. Sübvansiyonlu kredilerde, kontrollü örtü altı tarımı, organik tarım, sertifikalı tohum ve fide üretimi konularında 750 bin lira, diğer üretim konularında 250 bin lira limit bulunuyor. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı da, Kırsal Kalkınma Yatırımların Desteklenmesi Programı kapsamında yapılacak yatırım tutarının yüzde 50’si kadar hibe desteği verebilecek. Fındık bahçelerini söküp asgari 5-10 dekarda sertifikalı fidan ile bahçe kuran yetiştiricilere de dekar başına 100-250 lira fidan desteği ödenebiliyor.
__________________
''Gelişmekte olan bir ülke enflasyonu düşürebilir.. Yolsuzlukları azaltabilir.. Bütçelerde kısıntıya gidebilir.. Özelleştirme yapabilir..Ama yine de zenginleşemeyebilir! Çünkü bilgi değil,yalnızca mal üretiyordur." Juan Enriquez |
Konuyu Toplam 1 üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
Konu Seçenekleri | Bu Konuda Ara |
Modları Göster | |
|
|