Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::db_connect() should be compatible with vB_Database::db_connect($servername, $port, $username, $password, $usepconnect) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::select_db_wrapper() should be compatible with vB_Database::select_db_wrapper($database = '', $link = NULL) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Deprecated: Non-static method vB_Shutdown::init() should not be called statically, assuming $this from incompatible context in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 2294
Ser'den, Sera'dan. - Sayfa 22 - Arka BahÇe Forumu
Arka BahÇe Forumu  

Geri Dön   Arka BahÇe Forumu > Bahçıvanlar > Sera
Kullanıcı ismi
Şifreniz
Kayıt ol SSS Üye Listesi Takvim Arama Bugünkü Mesajlar Bütün Forumları okunmuş kabul et


Konu Bilgileri
Konu Başlığı
Ser'den, Sera'dan.
Konudaki Cevap Sayısı
387
Şuan Bu Konuyu Görüntüleyenler
 
Görüntülenme Sayısı
209890

Cevapla
 
Konu Seçenekleri Bu Konuda Ara Modları Göster
  #211  
Eski 01-08-2008, 12:29
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Sığ ve Gizemsiz

Karakız ile Bozo’yu karşıma aldım, çayımı da doldurdum, bir de sigara yaktım, bir iki dakika bekledim.

İkisine birden dedim ki:
“İkinizin de ilk yazınızı okudum. İkiniz de başlangıç olarak çok iyisiniz, daha iyi olacağınızdan kuşkum yok."

(Esasında kuşkuluydum, yalan söylemeyi tercih ettim.)

"Ancak sizlerden ricam kendi yaşam öykünüzden, kendi aklınızdan geçenlerden, hayallerinizden, beklentilerinizden, düşüncelerinizden çok, biraz da benim anlatmak isteyip de tam olarak anlatamadığım şeylerden de, şu yeteneğinizi kullanarak bahsetmenizdir.

Sizi kısıtlamak gibi bir derdim yok, ne diyecekseniz deyin ama benim yükümü de hafifletin. Olur mu?”

“Ama anne” dedi, Karakız. “Zaten çok zormuş bu yazı işi, biz kendimizi nasıl anlatalım diye düşünürken, bir de senin düşüncelerini nasıl yazabiliriz?”

“Kızım” dedim, “Sana katılıyorum ama şu sıralar siz heveslisiniz, benim ise hevesim kaçmış gibi. İştahım hiç yok. Hele bir deneyin, denemeden bir şey demeyin. Ha, baktınız ki zor oluyor, o zaman vazgeçersiniz. Zorla da güzellik oluyor olmasına ama o kadar güzel olmuyor. Zaten benimkisi sadece bir rica.

Bozo ile ayrı ayrı yazmanıza da gerek yok, işinizin adı ne, ikiniz birden ortaklaşa yazın, hem birinizin gözden kaçırdığını diğeri yakalar hem de kıskançlık duygunuzu yenmiş olursunuz, böylece.”

Bu sözlerim Bozo’nun hoşuna gitmiş olmalı ki, hemen atıldı: “Ben varım.”

Karakız: “Tabii hemen atlarsın, işine geliyor çünkü. Sen kopyacısın…”

“Kardeşine haksızlık etme,” diyerek Karakız’a göz kırptım ama bu hareketimi Bozo’ya çaktırmadım ve devamında:

“Bozo’nun yazdığı yazıyı kastediyorsan eğer, onun yaptığı kopyacılık değil bi kere. O senin yazını alarak üzerinde bazı düzeltmeler, eklemeler, çıkarmalar yapmış. Millet neler yapıyor. Koca koca adamların başkalarının kitaplarını kendileri yazmışmış gibi yapıp akademik kariyer yapıyorlar; duyuyoruz, okuyoruz. Kim bilir, bu Genel Ağ ortamında neler neler oluyordur,” dedim demesine ama sonra baktım ki başka mecralara kayıyorum, kıvırdım:

“Neyse, bunları boş verin siz. Bir de şunu diyeyim size: burası daha çok parasal konuların işlendiği yerler, öyle anıların, fantezilerin anlatıldığı yer sanmayın burasını. Elinizden geldiği kadar tüyo veriyormuş gibi derinliği olan, gizemli şeyler olsun yazılarınızda; o da olmadı, cümlelerinizin hiç değilse birinde para, pul, fiyat, miktar, tutar gibi 'sığ ve gizemsiz' de olsa bazı bilgileri de geçirebilirsiniz. Misal istiyorsanız benim yazığım son yazıya bir göz gezdirin, göreceksiniz ki öyle gübre, samra, zibil, mayıs demekle geçilmemiş, bunların fiyatları yazılmış, gübre sektörüne bir başka açıdan dikkat çekilmiş. Gübre fiyatları neymiş, ne olmuş; “Gübretaş” yani “Gübre Taşıyıcıları” nerelerden taşıyorlarmış gübreleri; zamlanan kimyasal gübre fiyatları kime girip kime çıkıyormuş, çiftçiye girdiği kesin ama başka kimlere, kimin cebine giriyormuş, falan filan işte…”

Ben böyle tane tane konuşurken ikisinin de gözünden sanki uyku akıyormuş gibi geldi bana.

Yine de bu minval üzere biraz daha devam ettim sözlerime.

Sonra baktım ki boşa konuşuyorum, “Neyse, siz keyfinize bakın, bunları sonra konuşuruz,” diyerek ben de boş verdim.

-XXVII-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
ar_de_ (04-08-2008), chem73 (02-08-2008), dentist (02-08-2008), flz (04-08-2008), Master (01-08-2008), meraklı (04-08-2008), nedo (28-10-2008), neron (04-08-2008), serdarkus (04-08-2008)
  #212  
Eski 06-08-2008, 00:14
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Gelgelelim

İkisinin de gözleri fıldır fıldırdı.

İçimden: “Şerefsizler! Bugün uykularını almışlar, şunlara bir ara gazı daha vereyim” dedim, çağırdım yanıma, geldiler.

“Yazı mazı yazdınız mı?”

Karakız: “Yok, bir şey yazmadık. Anlattıklarını düşünüyorduk, bitmemişti sanırım. Çok sıkıcı konuşuyorsun, uykumuz geldi de.”

“Demin içimden size şaka yollu şerefsizler dedim ama şimdi açık açık ve yüzünüze karşı diyorum: harbiden şerefsizmişsiniz, ne demek çok sıkıcı konuşuyormuşum?”

Bozo: “Ama, anne! Bize ne senin parasal sitelerinden, biz ne anlarız, akçeli konulardan, bizim parayla pulla hiç işimizin olduğunu gördün mü? Çükümüzdeydi sanki.”

Doğrusu böyle köpekçe karşılık vereceklerini hiç beklemiyordum, önce şaşırdım, dondum, sonra donum ağır ağır çözülünce keyif verdi, gülümsedim; derken, gülmeye başladım. Gülmem bitince: “Samimiyetinizi ve açık sözlülüğünüzü tuttum,” dedim ve hutbeme devam ettim:

“Evet, anlattıklarım bitmemişti ama yüzünüzde uyku sersemi bir ifade görünce geçen gün konuşmamı kısa kesmiştim.

Şimdi de bir iki şey söyleyip, kısa keseceğim.

Yeter ki yazın!

İçinizden geleni dökün bir yerlere. Balık bilmezse, balıkçı bilir, o da bilmezse başka biri bilir, kısacası birileri bilir.

Ha, benden size açık çek, madem yüzüme karşı böyle pervasızca hatta hakaretamiz bir biçimde konuşuyorsunuz, bu tutumunuzu ifrata kaçmadan yazılarınızda da sürdürebilirsiniz. Yalnız, çok fazla cıvıklığı da pek hazzetmem, aklınızda bulunsun.

Ha bir de, aklıma gelmişken söyleyeyim, öyle kendi geçmişinizi kurcalattırıp Ergenekon, mergenekon gibi şeylere de pek takılmayın. Siktiredin, medyatik olmanıza gerek yok.

Son olarak; ben de uzun süredir söz verdiğim üzere ekim, dikim, hasat, masat diyerek görüp geçirdiklerimi yazmaya çabalıyorum. Ancak daha sürüm konusuna yeni gelebildim. Oysa bir kısmını gördüğünüz gibi her şey oldu, bitti, geldi, geçti.

Yeni ekim dönemine girmek üzereyiz.

Yaşadığım şeyleri biraz hızlıca aktarmak istiyorum, gelgelelim şeyim yemiyor, yapamıyorum.

Ya burada bırakacağım yazmayı ya da tavsatacağım.

Oldubittiye de getirmek istemiyorum.

O yüzden sizden medet ummuştum. Siz bilirsiniz ister yazacaklarınızın arasına benimkileri de sıkıştırırsınız, isterseniz misafirliğiniz süresince sadece kendi kafanıza göre takılırsınız.

Diyeceklerim bu kadar; bakın, uykunuz gelmeden bitirdim, diyeceklerimi.”

Bozo: “Anne, günlüklerini okuyabilir miyim?”

Karakız: “Ben ne demiştim sana bu kıskanç köpek için? Görüyor musun, aklınca oradan kopya çekecek!”

“Ben merak ettiğin için okumak istiyorsun sandım,” dedim, Bozo’ya ve ekledim:

“Yazacağın yazılarda günlüğümü kullanabilirsin ama şimdiden söyleyeyim, kopya çekmeye elverişli değil, olsa olsa ufkunu genişletebilir, bir de kafanı karıştırır.

Ufku geniş ama kafası karışık kişilere ne denir, ben bilmiyorum.”

-Yirmi sekiz-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
alihoca (28-12-2008), ar_de_ (06-08-2008), buena vista (06-08-2008), dentist (10-08-2008), Master (06-08-2008), meraklı (06-08-2008), neron (07-08-2008), serdarkus (06-08-2008)
  #213  
Eski 11-08-2008, 23:59
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Susuz musunuz, Uykusuz musunuz?

“Anne, kaç gündür günlüklerini okuyorum, feleğim şaştı,” diyerek yanıma geldi Bozo, peşi sıra da Karakız.

Bekledim, bir karşılık vermedim Bozo’ya. Karakız’ın da eteğindeki taşlarını dökmesini bekledim.

O da: “Anne, ben de senin bu serden seradan dediğin yerdeki yazılarını okudum, başıma ağrılar girdi. Kaptırmışsın, yazmışsın aklına ne gelmişse,” dedi ve sustu.

Sanki çok daha sevimsiz ve de hoşuma gitmeyecek şeyler söyleyecekmiş ama ben kırılırım endişesiyle yutkunmuş gibime geldi.

Yüzüme nasıl bir ifade vereyim de biraz daha ne diyeceklerse desinler diye düşünmeye başladım.

Böyle bir ifade biçimini bulamadım.

Sonra, birden: “Susuz musunuz, uykusuz musunuz?” diye konuyu başka bir yere itekledim.

Bu yumuşak sorum üzerine hakikaten şaşırıp kaldılar, biz ne diyoruz, bu çatlak ne diyor gibi bir ifadeyle yüzüme baktılar ve yanılmamışım, şöyle dediler:

“Yav, Emin Anne, iyi misin sen?”

“Günlüklerini okuduğumda senin biraz sıyrık olduğunu düşünmüştüm, yanılmamışım, varmış sende bir şeyler.”

Onların bu seviyeli çıkışlarına hiç oralı olmadan tekrar sordum:

“Diğer üç kutik nerede?”

Karakız Bozo’ya baktı, Bozo da dönüp Karakız’a baktı ve sanki “Bu çatlak zurnayla şimdi konuşulmaz, hadi gözümüz kuru iken tüyelim buradan” dercesine sırtlarını dönüp balkona doğru gittiler.

Onların gitmesinden sonra “Ulan ne insanlar yaratmış Hâlık” diye mırıldandım ama yanımdan gidenleri kastetmediğim gibi “Ulan” sözünü de “Vay be” yerine geçen bir şaşkınlık ünlemi olarak kullanmıştım.

Diyen diyeceğini dedi.

Konuşurken değilse de yazarken nerdeyse her daim gündemin gerisinde kaldım.

Haşmetli Haşim Kılıç Beyefendi gözümün önüne geldi.

Birçok kimse gibi benim de pür dikkat kesildiğim bir anda, kararı açıklamadan önce yaptığı konuşmada heyecandan önceleri dili damağı kuruyormuş gibi oldu, yüzünde envai çeşit ifadeler belirdi, sanki kapatma kararı çıkarsa kan gövdeyi götürecekmiş gibi panikleyip, herkesi sakin olmaya davet etti ama sonunda rahatladı ve başlangıçta takındığı tavır ile açıklayacağı sanılan şeyin tam aksini, müjde verircesine söyledi: “…Akepe kapatılmamıştır!”

Onun bu durumunu yani konuyu anlatış biçimini acaba sadece ben mi yanlış anladım diye düşünürken bir süre sonra Akepe binasında televizyondan aynı kişiyi izleyen parti çalışanlarının da aynı anlam boşluğuna düştüklerini aktardı habercinin biri.

Be mübarek adam önünde yazılı duran kâğıtlardan ne diyeceğini öznesiyle yüklemiyle desen olmaz mıydı?

Böyle irticalen konuşup, yani şuan benim yaptığım gibi içinden geleni, aklına eseni diyeceksen nerede kaldı senin en büyük mahkemenin başkanı olma ağırlığın?

Zaten ona değil ben bahan sorduğum bu sorulara “Bre nobran Emin” girişiyle bir yanıt vererek kendimi susturdum:

“Haşmetli Haşim Kılıç Beyefendi böyle konuşarak; dinleyenleri ofsayda düşürüp hazzın zirvelerinde dolaşmış olması düşünülemeyeceğine göre, olsa olsa, belki hayvansal proteinleri az tükettiği için zekâsı benim seviyemde olan, dolayısıyla Aziz Nesin’in yüzdeye vurarak belirttiği bu coğrafya insanının sıkça yaptığı gibi bazı zaferlerden sonra sokağa dökülüp, sevinç gösterileri yapıp Allah esirgesin ölümle sonuçlanan kazalara sebep olmaması için böyle bir ulvi gayeyi gütmüştür.”

-29-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
account (12-08-2008), alihoca (28-12-2008), ar_de_ (12-08-2008), Master (12-08-2008), neron (12-08-2008), serdarkus (24-08-2008)
  #214  
Eski 24-08-2008, 13:10
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Uzun Uzun Kamışlar

Saat akşamın dokuzuydu, seradan eve geldiğimde.

Motoru nasıl sürdüğüme, eve kadar nasıl geldiğime şaşmıştım.

Gerçekten de o kadar yolu nasıl geldiğime dair hiçbir şey hatırlamıyordum, ezbere gelmişim demek ki.

Dermanım kalmadığını motoru geriye doğru çekip ayaklarının üzerine zar zor oturttuğum zaman anlamış, üstüne “Ulan peki ben bunca yolu nasıl geldim?” diye bir de soru sormuştum.

Beynimin bir bölgesi ya da meleklerin koruma aracı (eskortluğu) alıp getirmiş olabilir miydi?

Hemen girdiğim banyoda da ayakta duramayacağımı anladım. Önce çömeldim sonra da fayansın üzerine yaydım kendimi.

Hazırlanan yemeği ağzıma götürmeye de, çiğnemeye de mecalim kalmadığını anladım, demlenen çaydan bir bardak anca içebildim, demlikteki çayları yüzüstü bırakıp, sırtüstü yatağa attım kendimi.

Hemen uyurum diyordum ama o da olmadı, nasıl olduysa uykuya geçecek takatim de kalmamıştı.

Sorun, sadece bedensel yorgunluk, ağrıyan kemiklerim değildi; moralim göçmüştü, sinirlerim gerilmiş ve bir türlü gevşetememiştim.

Helbette bunlar bir günde oluşan şeyler değildi, birkaç gün öncesinden başlamıştı.

“Hasat tamamlandı,” “sera söküldü,” “kum taşındı,” “gübre geldi,” “sera sürüldü” gibi iki kelimeyi yan yana getirip, bu basit cümleleri aktardığım kişilere hangi anlamlar hücum eder, onları nerelere alır götürür bilmiyorum ama beni derinlere daldırıyor.

Ancak, devrik mevrikte olsa bu iki kelimelik cümleleri biraz çoğalttığım zaman işin rengi de bu rengin tonu da biraz belirgin hale gelebiliyor.

Yazının burasına geldiğimde Karakız kalçalarını paytak paytak attığı adımlarla bir tuhaf çalkalayarak yanıma geldi.

Hemen “Ne yaptın, bir şey yazabildin mi?” diye sorduğumda, o selam verip “kolay gelsin” diyerek yazdıklarını bana uzatmıştı bile.

***


Kaldığımız yerin arkasında yani kuzeyimizde büyük taşlar arasından fışkırmış kamışlar vardı.

Boyları o kadar uzundu ki kaç kez baktımsa da uçlarını bir türlü görememiştim.

Bizi hem kuzeyden esen rüzgârdan koruyorlardı hem de bu taraftan gelecek tehlikelerden.

Onların “haş, huş, hış” diye neni söyleyen sesleriyle öyle güzel uyurduk ki anlatamam.

Ama o güven ve huzur veren sesleri şimdi beni tehdit ediyor, endişeye buluyor, daha da ötesi korkutuyorlardı.

Üstüne üstlük sundukları serin gölgelik de yerini ağzımızı bir karış açıkta bırakan, dilimizi dışarı attıran buğulu, boğucu ve sıcak bir karanlığa dönüşmüştü.

Hepimiz bir birimize ya soruyor ya da soran gözlerle “annemiz nerede kaldı” diye bakıyorduk.

Hiç bu kadar gecikmemişti.

Ben sabah sütümü aksi gibi bir de az içtiğim için dilim damağım kurumuştu.

En son ben doğduğum için diğer kardeşlerime göre daha tıfıl kalmıştım, hem karnım küçük hem de gücüm onlar kadar olmadığından meme kapma yarışında sona kalıyordum.

Bir şekilde yakaladığım memeyi de henüz gözleri tam açılmamış olan kardeşlerimin ittirmesiyle ağzımdan kaçırıyordum. Boşta meme başı bulacağım diye diğer kardeşlerimin sırtlarına basa çıka dolanırken annemin bizlerden kaçarcasına kalkıp gideceği tutuyordu.

Gerçi gözleri açıldıktan sonra da kardeşlerim bana bu hainliği her zaman çektiler.

Diyeceğim o ki bu sabah gene karnımı tam doyurmadan annem yanımızdan savuştu.

Hâlbuki şimdiye kadar en fazla iki saat kadar bizi yalnız bırakıyordu. Bu ayrılığın bir saatini uyuyarak geçirdiğimiz için çok fazla kafaya takmıyorduk.

Yanımıza gelir gelmez yedimiz birden karnındaki memelerine yapışarak onu yere yıkıyorduk.

Bilmiyorum, ya bizi pisboğaz yetiştirmemek için ya dengeli beslemek için, ya da sütü bittiğinden veyahut dişlerimizle canını yaktığımızdan yerden doğrulur doğrulmaz bizden uzaklaşmaya çalışınca bir süre ayaklarımız yerden kesilir gibi oluyor sonra patır patır dökülüyorduk karnından.

Çok uzağa gitmiyordu, arkamızdaki o uzun kamışların içine dalıyordu ve bizim onun pustuğu bu yere gitmemize ise imkân yoktu.

Bir süre arkasından “anne ne olur gitme” diye yalvarsak da, o hiç üstüne mal etmiyordu.

O orada öyle çıt çıkarmadan durunca, biz de ne yapacağımızı bilemeden etrafımızda dönenip duruyorduk.

Kakası gelenler evimizin dışına doğru kıçını dönüp çatlıyordu.

Karnını iyi doyuranlar it dalaşına tutuşuyordu. Benim gibi karnı tam doymayanlar ise biraz küskün biraz da kırgın bir köşeye çekilip bekliyor arada sırada kamışların arasında öyle manyak gibi duran annemize, gelmeyeceğini bile bile, gene de yanımıza gelmesini için sesleniyorduk.

Sonra Allah tarafından bir uyku çöküyordu üzerimize, sızıyorduk. İşte o zaman annemiz ya alıp başını bir yerlere gidiyor ya da yanımıza geliyordu. Lakin o yanımıza geldiğinde tatlı uykudan kalkıp memeye sarılmak sahura kalkmak gibi zor geliyordu.

Ne gariptir ki biricik annemiz, bu sabah kamışların altında hiç beklemeden alıp başını gitmişti.

Gidiş o gidiş, neredeyse öğlen olacaktı ama o hala dönmemişti.

Ne yapacağımızı şaşırmış durumdaydık.

Ortalığa düşüp aramayı aklımdan geçirdimse de cesaret edemedim.

***


Yazdıklarını yazdığım yazının içine gömdüğümü görünce çok sevindi, civelekleşti. Başını sıvazladım, gıdığını çimdirir gibi okşayarak “devamını beklerim” dediğimde belli ki bir şeyler karalamış olan Bozoğlan da yanımıza ağzı bir karış açıkta ve nefes nefese geldi.

Onun bir şey sorup bir istekte bulunmasına fırsat vermeden dedim ki:

“Bozo kusura bakma, yazını şimdi kullanamam çünkü çok uzadı. Ben bile yazımı tamamlayamadım. Oysa Ali’nin serayı sürümünü anlatacaktım. Burada huyu batsın, bir Serdar Amcan var ve uzun bir yazı oldu mu hayatta okuyamıyor, diyelim ki diyeceklerin içinde, onun dar olan serine ilaç olacak bir şeyler olsun hiç fark etmez, nasıl diyeyim alerji oluyor. Üstelik seni önemseyip önemsemediğini de bilmiyorum, önemsese bile senin birkaç günde yazdığın bu yazını, o hızlı okuma yöntemiyle allak bullak eder.”

Küsecek zannettim bu sözlerime ama o birden Karakız’ın boynuna dişlerini geçirip kızcağızı al aşağı etti.

Ben ise onları ayıracak yerde, artık bir tekinde mi, yirmi tanesinde mi olduğu belirtilmemesine rağmen, beyaz zemine kalın siyah çerçeve içinde: 11 mg zifir, 10 mg karbon monoksit ve 0,9 mg nikotin yazısı yetmezmiş gibi önüne ve arkasına da daha büyük harflerle: “sigara içmek size ve çevrenizdekilere ciddi zararlar verir” ile “sigara içmek damarları tıkar, kalp krizine ve felçlere neden olur” sloganlarının bulunduğu için değil aldığım bir karardan dolayı yılbaşında bırakmayı düşündüğüm paketten bir sigara çıkarıp, yakarak boğuşmalarını seyre daldım.

-XXX-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
alihoca (28-12-2008), AnnE (25-08-2008), ar_de_ (26-08-2008), dentist (25-08-2008), Master (24-08-2008), meraklı (25-08-2008), serdarkus (24-08-2008)
  #215  
Eski 04-09-2008, 11:52
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı İlk Sürüm

Geçenlerde “Bozo niye öyle avare geziyorsun? Gel bakalım yamacıma” dedim ama sanki hepsini çağırmışım gibi yedisi birden, kaygana ya da arnavutciğerinin damarlı kısımlarını dağıtıyormuşum da ilk gelen daha çok kapacakmışçasına üşüşüp ayağıma, paçalarıma sürtünmeye, cırmalamaya başladılar. Sırnaşmayı sevmediğimden “sırnaşmayın lan” diyerek ayaklarımı çektim.

“Uzatın ellerinizi, cırnak arası kene kontrolü yapacağım” der demez en yakınımdakilerden birini kavradım. İtoğlitler hemen anlıyorlar başlarına sırasıyla hangi işlerin geleceğini, Bozo da dahil hemen hepsi etrafımdan çil yavrusu gibi dağılıp, saçılmaya başladılar.

En göze batan yeri göbeğinin büyüklüğü olan bu kara kutikle eve girip, televizyonun altındaki komodinin çekmecesinden, sadece bu amaç için satın almış olduğum 1 liralık cımbızı gerekli gereksiz eşyalar içinde arayıp buldum.

“Ulan arkadaş, nerden buluyorsunuz bunca keneyi anlayamıyorum, ortalık kene mi kaynıyor?” gibisinden söylenerek ilk konaklama yeri olarak parmak aralarındaki tüyü az bölgeye yerleşen keneleri cımbızla çekip almaya başladım.

Kulaklarının içi, bacaklarının arası, koltuk altları, boyun kökü, göğsü, kuyruk altı derken hemen her yerinde bir ve birkaç tane olmak üzere kene toplayıp içinde biraz su bulunan kaba dikkatlice hatta gereğinden fazla dikkatlice attım.

Öldürmeye içim el vermemesine rağmen göt korkusundan, bu kaba birazcık nitrik asit koyup, acaba bu dünyadan ne kadar yararlandılar, daha fazla yaşayacak günleri var mıydı türünden fuzuli sorularla topluca ve hızlıca ölümlerini izliyor olmak, sinirlerime iyi gelmemeye başladığı gibi ayrıca şu sıralar sık sık kontrolden geçirip, “Kenbit” adlı serpme tozu kullanarak, kenelerin bunlardan uzak durmasını sağlamama rağmen gene de kenelerle baş edememiş olmam da zoruma gidiyordu.

***

Ali elli dakikada sürümünü tamamlamıştı.

Sürümün dönümü de 30 liraydı.

1,73 dönüm olan bu yer için 52 lira vereceğim yerde, işini beğendiğimden ve de teri henüz kurumadan uzattığım 60 lirayı ancak çok ısrar ettiğim için alıp, yanımdan ayrılmıştı.

Bütün sürümler tamamlansın hepsini birden alırım ayağına yatması ve belki de bundan sonra yapılacak kazayağı ve patos işini de ona yaptırmamı garantilemek için böyle davranmış olabilirdi.

Seranın dışında yığılı duran ama yığınları yola doğru yayılan, Samracı Şeref’in Korkuteli’nden ve Kumcu Süleyman’ın Aksu-Serik taraflarından getirdikleri çiftlik gübresi ile milli dere kumunun her bir kamyonunu da gene 30 liraya traktörün arkasına bağladığı kepçemsi bir aletle seranın içine öbek öbek taşıyabileceğini de sorum üzerine söylemişti.

Ali’nin sürümü aklıma yatmış ve iyi ki İlhan’a sürdürmek nasip olmamış diye de sevindirik olmuştum.

Pulluğu olabildiği kadar derine daldırmış olmalı ki 5-6 tane, öyle bir kişinin kucaklayıp kaldıramayacağı türden kayalar çıkmıştı.

Bu kayalardan birini daha sürüm sırasında kaldırılma durumunu sınamış ve bunun olmayacağını anlayıp takla attıra attıra kenara kadar getirdiğimi görünce, diğerlerini de Ali, pulluğun ucuyla biraz uğraştırıcı olsa da sürütüp kenara kadar getirmişti.

Bu goganlardan kafam kadar ve kafamdan küçük olanları da ben daha sürüm esnasında traktörün ardı sıra gitmeye çalışarak pulluğun altüst ettiği toprakta tekrar kaybolmasınlar diye çoğunu elle dışarı taşımıştım.

Sevindirik olduğum kısım seranın içindeki dikme demirlere çarpmadan, sürtünmeden işin yapılması yanında bu taşların çıkmasıydı.

Demek ki İlhan geçen yıl bu serayı sürerken çok yüzlekten geçmiş, belki de bu kayalara pulluk takılınca pulluğun ineceği derinliği ayarlayan kolu kaldırarak geçip gitmiş.

***

Serayı Ali sürdü, tamam da, peki bana ne oldu da bu kadar bitap düşmüştüm günün sonunda?

Zamanının çok dar olduğunu, seraya gelir gelmez hemen sürüme başlayacağını, o yüzden serada sürüme engel olacak bir şeyin kalmaması gerektiğini üstüne basa basa söyleyen Ali’nin dediklerini yapmaya çalışmak daha işin başında gözümü yıldırmıştı.

Damlama hortumları serada olduğu gibi duruyordu. Her biri 40 metre uzunluğunda ana boruya sokulmuş bu 104 adet damlama hortumları ana borulardan kerpeten yardımı ile ama kırmadan, abanılarak sökülüp dışarı alınacaktı.

Karanfillerin kök ve saplarının çoğu taşınmıştı ama beğenilip de alınmayanlar duruyordu. Hadi buna eyvallah diyelim, en kötüsünden sürülürken toprağa karışır yeşil gübre yerine geçerdi ancak karanfiller için kullanılan yaklaşık 400 civarındaki bağlama demirleri ipleriyle birlikte kimisi yıkılmış, kimisi yamuk, kimisi dik olarak serada duruyordu, topraktan çekilecek ve dışarıya taşınacaktı.

Bu demirlerin daha kalın yapılısı olan ve sıraların başına ve sonuna konulanlar ile bunlara ip bağlandığında yıkılmasın diye dayatılan uzun destek demirleri de öyle gözümüzün içine bakıyordu.

Kalın damlama hortumlarının sıcak ve soğuk yüzünden esneyerek yılan gibi kıvrılmasını bir nebze olsun önlemek için bu boruların önlerinden ve arkalarından toprağa çakılan yarım metrelik demir kazıklar da duruyordu.

Çamaşır ipi gibi bel vermiş hortumlardan bir ampul gibi sarkan, bırak traktör geçerken değmesini, seranın içinde yürürken bile insanın kafasına değen yağmurlama fıskiyeleri de duruyordu.

Urfalı Hasan ve Celal’in giderayak yapmadıkları bu işleri yapacak olmaktan daha işin başında yorulmuştum.

“Emin bey, demirleri taşısın diye biz Mevlit’le anlaştık, o taşıyacaktı, taşımamış şerefsiz, bizim bir suçumuz yok yani” gibisinden bir savunma içine girmişlerdi.

Tam da birlikte yürüttüğümüz belalı bir sezonun bu son dakikalarında altın bir vuruşmayla karakolluk ya da hastanelik veyahut ta morgluk olmak hem benim açımdan hem de onlar açısından an meselesiydi.

Yağmurlama hortum ve fıskiyeleri hariç saydığım işlerin tamamını, Mevlit’e ağza alınmayacak galiz küfürler eşliğinde “sera dayağı” atmaya kalkanlar ile gene ağza alınmayacak galiz küfürler eşliğinde Mevlit’i korumaya koşan karısı ve kaynanasını ayırıp yatıştırmaya çalışma dışında verdiğim işi bırakama eylemimi saymazsam “tınlı ter” içinde tamamlamış oldum, Traktörcü Ali gelmeden önce.

“İşim acele, boş ver, yağmurlamalar kalsın, hizalarına gelince başımın çaresine bakarım” dediği için Ali gelir gelmez pulluğu daldırıvermişti seraya.

İşte, seranın sıcağında taş ve kayalarla boğuşmaya ek olarak; seranın dışına gelişigüzel de değil adeta gelşiçirkin bir biçimde yığılan “sürümden önce ilk kurtarılacak malzemeleri” ayak ve teker altından uzaklaştırmak için verdiğim üstünkörü mücadele saat akşamın dokuzunda eve gelebildiğimde anca sonlanmıştı.

- Otuz bir-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
account (04-09-2008), alihoca (28-12-2008), ar_de_ (05-09-2008), dentist (05-09-2008), Master (05-09-2008), meraklı (04-09-2008), serdarkus (04-09-2008)
  #216  
Eski 15-09-2008, 07:33
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Ben De Tin'e ve Zeytûn'a Yemin Ederim; Aç İt Fırın Deler

Bacımın dediği gibi kaldığımızın yerin arkasında uzun uzun kamışlar vardı.

Bu kamışların hemen arkasında da, dallarından bazı kuşların hiç eksik olmadığı, Kadir Mevla’mın yemin içmesi aklıma pek yatmasa da, olsa olsa Cebrail’in dediklerini daha iyi demek için, üzerine “Tîn’e ve zeytûn’a andolsun (Tin Sûresi: 1)” diyerek yeminler ettiği koskocaman bir incir ağacı duruyordu.

O gün yani annemizin bir türlü dönmediği gün, benim en çok endişelendiğim ve bu endişenin peşinden sevinecek yerde korktuğum şey ise: annemin çok uzaklardan ve de oldukça derinden gelen sesi olmuştu.

Kardeşlerime “Susun lan biraz! Dinleyin! Bu ses, annemizin sesi değil mi?” demiştim.

Hep birlikte kulak kesilip, kesik kesik gelen sesi duymaya, mümkünse bu sesi görmeye gayret etmiştik.

Bazılarımız “Evet, valla ben de duydum, bu annemizin sesi” dediyse de, bazılarımız “Ben hiçbibok duymadım” diyerek, zaten bozuk olan moralimi iyice harap etmişlerdi.

Ara ara onun çok derinden gelen ve şimdiye kadar bu makamda hiç duymadığım sesini birkaç kez daha duymuş olmak beni hiç sevindirmemişti.

Ha şimdi gelir, ha biraz sonra gelir, ha geldi, ha gelecek, şimdi şuracıktan çıkacak diye diye, ha bire dönenip durmuştum.

Umudumu yitirmemek için bir şeyler yapmam gerekiyordu ama o bir şeylerin ne gibi şeyler olmasını bir türlü bulamamıştım.

Aklıma yatan tek şey; açlığımızı hesaba katmazsak, çok şükür elimiz, ayağımız sağ; gözümüz iyi görmese de kulağımız keskin, hele burnumuzun durumu şeytanın kulağına kurşun, oldukça iyi; öyleyse yatan aslan olacağımıza gezen tavşan gibi yiğit olup, annemizi aramaya çıkabilirdik, olmuştu.

Kulağım, belli aralıklarla duyduğum annemin sesinde olmasına rağmen çevreyi bir kez daha kolaçan etmiştim.

Evimizin ön tarafında içini ot basmış ama gene de sarılı, turunculu kadife çiçekleriyle dolu bakımsız bir seranın naylon etekleri vardı.

Bu eteklerin bir ucu altlardan su almasın diye yeteri kadar toprağın derinliğine gömülmüştü. Yüksekliği yerden 1 metre kadar olan bu etek naylonunun aşıp seraya girmemize imkân yoktu ama bir zamanlar annemin buralardan bir yerden içeriye girip çıktığını görmüştüm.

Bu seranın yan perdeleri ise yırtık pırtık bir vaziyetteydi. Rüzgârlı havalarda bu perde naylonları “pat çat pat, pat pata pata çaatt” sesleriyle silahlı bir çatışmayı andırıyor hatta bazen biz en derin uykumuzda olsak bile uyandırıyordu.

Uyanıkken bile bu naylon bazen öyle şaklıyor, öyle patlıyordu ki ödümü koparıyordu.

Tam da annemin sesini duymak için kulaklarımı her yöne çevirdiğim sıralarda iki kez "paat paat" diye bir ses yalamıştı, her yanımı.

Rüzgâr ya lodostan ya kıbleden ya da keşişlemeden esmeye başladı diye düşünmüştüm çünkü aksi olsaydı hemen önümüzdeki naylonlar dalgalanıp patlamaya başlardı, patlama sesi seranın öbür başından geldiğine göre rüzgâr o taraftan esiyor olmalıydı.

İrkilivermiştim ama sadece ben değil, incir ağacında sabahtan beri gevezelik eden kuşlarda bu patırtıdan irkilmişlerdi.

Kaçarcasına uçan bu kuşlardan biri kafama incir atmış; Allahtan olgun incirmiş, beni çok korkutmasına rağmen incitmemişti.

Sanırım, seranın öbür ucundaki yırtık perde naylonu yırtıklığına aldırmadan rüzgâra kafa tutmaya, esintinin yanımıza gelmesini engellemeye başlamıştı.

Ne kadar engellerse engellesin o rüzgârdan bir daha ne bir esin ne de bir sesin çıkmaması çok garibime gitmişti.

Daha sonra ne kadar dinlemeye çalışmıştımsa da, bir kez olsun derinden de olsa annemin sesine benzer bir ses duyamaz olmuştum.

Sadece bizi sevmek için kendi evine götüren adamın bulunduğu taraftaki yerde yaşayan ve bizden altı ay kadar büyük abi ve abla köpeklerden acı acı havlamalar duymuştum o kadar.

Onlar da niye, neye ve ne demeye havlamışlardı, çözememiştim.

Anneme zaman zaman yiyecek desteği veren ve bizi seven adamdan da beş, altı gündür ses seda yoktu. Bir gün önce, bir ara radyosundan türkü sesleri gelmişti. O gün de kısa bir süre televizyonundan sesler gelmişti ama dediğim gibi çok kısa sürmüştü bu ses.

Gerçi bizim bulunduğumuz tarafa doğru bir iki kez gelmişti. Onu görememiş ama evin arka taraflarına bir şeyler taşıdığını sezmiştim.

Beklemiştim, yanımıza gelir sanmıştım ama yanılmışım.

Halbuki hepimiz o sıra bağırıp, çağırıyorduk, bizi duymamasına imkan yoktu, duyup ta duymazlıktan gelmişti, anlaşılan.

Zaten o gün kime gereksinim duymuştuysam o ortalıkta görünmemişti.

Artık tesellimiz düşmüş, annemizin gelmeyeceğine hemen hemen hepimiz inanmaya başlamıştık. Salak gibi burada böyle çığrışıp beklememizin de artık hiç bir anlamı kalmamıştı.

Annemiz gelemiyorsa biz ona gitmeliydik.

Çıkış yolu olarak düşündüğüm sol tarafımızda, etek naylonları ile uzun kamışların arasından geçerek gideceğimiz bir dar geçit daha vardı ama tam çıkışa doğru olan kısımda yarısı kurumuş, yarısı yeşil bir böğürtlen çeperi vardı. Aklıma, bir iki kez buraya keşif için gittiğim ama dönüşte sağımı solumu dalayan bu böğürtlenlerin dikenlerinden böğüre böğüre zor bela kaçışım gelivermişti.

En iyisi annemizin izini sürerek, onun ara sıra kullandığı, ön tarafımızdaki sera eteğindeki delikten geçmekti.

Korkuyordum ama vakit geçirmeden o yırtığı bulmak için seğirtmiştim.

Hem o deliği bulamasam bile bize yeni delik delmek çok mu zordu sanki.

İnsanlar boşuna mı söylemişler: “Aç it fırın deler” diye.

-32-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
account (15-09-2008), alihoca (19-10-2008), ar_de_ (15-09-2008), dentist (15-09-2008), flz (15-09-2008), Master (15-09-2008), meraklı (15-09-2008), neron (16-09-2008), serdarkus (15-09-2008)
  #217  
Eski 22-09-2008, 09:08
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Kimse Yok Mu?

Bozoğlan’ın aklına uyup, hepimiz etek naylonunun yırtık yerinden bolca ve çeşitlice yabani otlarla kuşatılmış olan sarılı, turunculu kadife çiçeği serasına daldık.

Başlangıçta güzel kokular doldurdu burnumuzun içini. Hatta seranın içi dışarıya göre serin bile geldi.

Çok uyardım kardeşlerimi, birbirimizden ayrılmayalım diye ama laf dinleyen kim?

Bir saat geçmeden bırakın annemizin izini ve kokusunu almayı, birbirimizi de gözden kaybettik. Sadece seslerimizle iletişim kurmaya başladık.

Sonra nasıl olduysa bana serin gelen bu yere nazar değdi, ısındıkça ısındı.

Sıcakla birlikte nem de artmaya başladı.

Kadife çiçeğinin ekşimtırak kokusu burnuma dola dola diğer kokuları tam olarak ayırt edemiyordum.

Başlangıçtaki o güzel koku beni tiksindirmeye başladı.

Bir süre sonra kardeşlerimden bazılarının seslerini de duyamaz oldum.

Tekrar tekrar seslendim.

Durdum.

Bekledim.

Birkaç tanesinden cansız sesler gelince seslere doğru seğirttim seğirtmesine ama yol yoktu ki, her yan karanlık ve nemliydi.

Kart ve dikenli otların arasından geçmek hiç kolay değildi.

Üzerime yapışan pıtrakları ayıklamak için duruyor, sonra durmak yok, yola devam gazıyla yeniden bağıra bağıra yolumu bulmaya çalışıyordum.

Dur, kalk, bağır, koş, dur, otur!

Ortada da bir şey yok, nereden geldiği tam olarak belli olmayan birkaç cılız sesten gayri.

Kısacası: Oraya koşturuyorum olmuyor, buraya koşturuyorum olmuyor, oturup biraz nefesleniyorum olmuyor. Ne bok yiyeceğimi şaşırdım.

O güne dek hiç içmediğim dolayısıyla tadını, rengini, şeklini, velhasıl hiçbir şeyini bilmediğim 'su' denen şeyi bile delicesine arzuluyor olmamı mümkünü yok anlatamam.

Bir iki kez bazı otları ağzıma attım ama atmaz olaydım, kavruldum acıdan.

Bundan sonra bu serada geçirdiğim zamanla ilgili hatırladığım şeyler ise eciş bücüş söylenmelerdi.

“Allahım bu ne sıcak yer? Allahım bu ne rutubetli yer? Allahım bu ne karanlık, bu ne pis kokulu, bu ne sıkışık, bu ne acı, bu ne garip, bu ne boktan yer böyle?” sözlerini kim bilir kaç kez mırıldandım.

Sızıyordum!

Yoksa bayılıyor muydum, bilmiyorum.

Bir süre sonra kendime geliyordum ama bu kendime gelişe ‘kendime geliş’ denilir miydi, sanmıyorum.

Yeniden sesleniyordum, kardeşlerime.

Çıt yoktu!

Bir daha, bir daha, ardı ardına olabildiği kadar yanık, olabildiği kadar yüksek feryat figanla: “Nerdesiniz ulan? Ses verin! Öldünüz mü?” diyor, dediğimle kalıyordum.

Sonra içime dönüyor: “Ben neredeyim? Ben de ölmüş ve cennette olabilir miyim” diye yattığım yerden gereksiz ve geçersiz sorularıma kafa yorarak, hakikaten kafamı yoruyordum.

“Baksana her yer yemyeşil, elvan çiçekler. Cennet olabilir. Aman böyle cennet olmaz olsun, belki de burası köpek cehennemidir? Bu acı otların her biri bir zebani, bu sarı ve turuncu çiçekler de kor ateştir.”

“İnsanlar gidiyor ölünce ama biz de ölünce acaba gidecek miyiz, cennet veya cehenneme?”

“Ben şimdiye kadar hiçbir günah işlemedim, ey Allahım!”

“Hele hele ‘namazı bozan üç şey’ den biri sayılmamıza rağmen, ben namazını kılan birinin önünden, yanından, yöresinden hiç geçmedim, daha doğrusu şimdiye kadar bizi birkaç kez görmeye gelen o adam ve ailesinden başka kimseyi de görmüş değilim.”

“Hem günah işleyecek kadar büyümedim ki!”

“Kardeşlerime bile bir kötülük yapmadım ama onlar bana yaptılar; çünkü ben çok tıfıldım, güçsüzdüm. Baksana, seninle konuşurken bile hâlâ dizlerimin üzerinde duramayacak kadar acizim. Boylu boyuna secdeye kapandığım bu Allahın belası serada seninle konuşarak var olan takatimi de tüketiyorum.”

“Ne olur Allahım, eğer ölmemişsem bana yardım et ve tezelden annemi gönder.”

Bu sorulu söylenmeler beni iyice bitap düşürüyordu.

Korkunç bir rüyadan uyandığımda anladım ki uyumuşum. Tabii bu uyumaya uyuma denilir mi, o da ayrı bir soru.

Rüyamda, Allahım yakarışımı makul bulup, tezelden annemi yanıma göndermişti ama o beni emzirecek yerde, o beni emiyordu, hem de her yerimi.

Gözümü açtığım zaman kaşımın üzerinde bir ağırlık ile burnumun kılsız yerinde kiremit rengi böcekler gördüm.

Bunları tokatlayarak yere düşürdüm. Fersiz gözlerimle olabildiği kadar dikkatle baktım; eyvah ki eyvah, bu namussuzlar kan emici keneydi.

Silkelendim; ellerimle, ağzımla silkeledim gücümün yettiğince ama karnıma, apış arama, sırtıma, her bir yanıma yapışmış bu keneleri yere düşürmeyi başaramadım.

Çok geçmedi bir süre sonra kulağımın içine doğru birkaç tanesi yürümeye başladı, zaten kıt olan aklımı da onlar emmeye gidiyorlardı.

Başımı topraklara, otlara vururken yeniden bağırmaya, kıçımı yırtarcasına çığlık atmaya başladım:

“Nerdesiniz ulan? Kimse yok mu? Allahını seven bi ses versin!” deyip kene dolu kulaklarımla gelecek sesleri boşu boşuna bekledim.

Bu serada başka neler yaşadım, hatırlamıyorum ama son sözümü öyle eciş büçüş değil, şimdi bile oldukça net hatırlıyorum: “Peki, sen neredesin bizi zaman zaman sevmeye gelen ey sahtekâr?”

-XXXIII-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
account (22-09-2008), alihoca (19-10-2008), ar_de_ (22-09-2008), buena vista (22-09-2008), dentist (22-09-2008), Master (22-09-2008), serdarkus (22-09-2008), zumbul (22-09-2008)
  #218  
Eski 29-09-2008, 12:36
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Bu Yazı Okunacak Kadar Kısa Değil!

Yaz ha babam yaz!

Geldiğim yere dönüp bakıyorum, daha bir şey yazamamışım!

İçimdeki itle, köpekle konuşmaktan da kendimi alamıyorum.

Yahu ben ne diye yazmaya başlamıştım, sahi?

Bu soruma belgeli cevap vermem gerek.

Birincisi, bkz. Arka BahÇe başlığında 16 Haziran 2006 tarihli 235 numaralı yazı.

İkincisi, bkz. Sera başlığında 5 Kasım 2007 tarihli 181 numaralı yazı.

Cakama bak; “Hadi Bakalım” diye iddialı bir başlık atmışım, altına da “Bir” yazarak ser’semce bir başlangıç yapmışım.

Allahtan bilgilerimden ziyade bilgisizliğimi paylaşacağımı söyleyerek olası bir taştan baltamın ucunu korumaya çalışmışım. Geriye dönüp düzeltme imkânım olsaydı oradaki “paylaşmak” sözcüğünü “aktarmak” olarak değiştirirdim.

Bu şimdiki aktarma yazıma başlamadan, sadece kendimle konuştuğum sözleri bile buraya yazdığıma bakarsak, bu yazımın da bitimi zor olacak gibi.

Ne yazacaktım?

Sürümden sonraki işlem adımlarını.

Karakız ve Bozoğlan ne olacak?

Sahi, bir de onlar vardı değil mi?

Tuttuğum notlara göz atıyorum, çünkü belleğimin deposu bu karaladığım kodlarla dolu.

Sürümden sonraki günlere ilişkin notlarımı okumaya başlamadan önce çoktandır canımın çektiği ama evdekilerin pişirmede gönülsüz davrandığı acılı, kuzu etli, domatesli ve az salçalı kuru fasulye yemeğini yapmaya karar veriyorum.

Seradaki evde tek başımayım.

Birkaç aydır haftada bir “evci” çıkıyorum.

Zamanla ve kendimle yarışıyorum. Bugünkü iki buçuk saatlik öğlen arası dinlenme molamın bir kısmını bu yemeği hazırlayıp ocağa koymakla geçiriyorum.

Yemek düdüklüde kısık ateşte pişerken ben de notlarıma dalıyorum.

O tarihlerde neler yaşamışım, hepsi, okuduğum yazılarla gözümün önüne bir bir geliyor.

Bu fani dünyanın sanal âleminde yazılarımla kurulan bağların ardından bazı kişilerle yüz yüze gelme bahtiyarlığına eriştim.

İşte bu kişilerden yeni evli bir çiftin, balaylarının son bir-iki gününü de ben ve ailemle geçirmelerini bu notlar içinde okurken yüzümdeki kaslar gevşiyor.

Onlarla geçirdiğimiz günleri da yazacağım yazının bir yerlerine iliştirmeyi düşündüm. Ancak böyle umuma açık ve teması farklı yerlerde yazmak acaba çok mu şımarıkça, çok mu çocukça, çok mu abes oluyor diye düşünmeden de edemedim.

Gerçi benzer yazıları daha önce yazmıştım ama o yazıları yazarken de kaygılarım yok değildi.

Ayrıca yine “bakınız” diyecektim ama vazgeçtim; Kıymetli AnnE yazdığı bir yazının son kısmını şöyle bitiriyor:
“Bu başımdan geçenleri yazdıkça, içimden ulan diyordum, bunları okuyanlar diyecek ki ''borsa sitesinde senin özel hayatında olanları ne anlatıyorsun. Biz buraya tüyo almaya, ahkâm kesmeye geliyoz.''

İlle de bunu bir yerlerden ekonomiye falan bağlamak lazım. Gerçi, insan hayatına giren acıların neredeyse tamamının ardında ille de ekonomik gerekçeler vardır. İster ahlaki, ister polisiye, ister karanlık olsun, her yaşanmışı ekonomiye bağlamak mümkün; bu manada bu benim yazdıklarımda aslında bir ekonomi yazısı olarak algılanabilirdi…”
Benzer düşünceler içinde olmakla birlikte yine de kendime hâkim olamadığımı, dahası zaten benim yazılarımın neredeyse tamamının bu doğrultuda olduğunu düşünerek mayhoşça gülümsüyorum.

Şimdi epeyce bir geriye gidip yani 777 gün öncesine dönmek ve bazı “çalıları taşlamak” istiyorum.

Günlerden Pazartesi.

Kahvaltıyı seradaki evin önünde annem, halam, kızım ve bizlere elinden gelen her türlü desteği vermesine rağmen günün birinde başımıza kalkma ihtimalini bünyesinde barındıran çilekeş eşimle yapıyorduk. Aman destek versin de öyle kalksın, hiçbir şey yapmadan başa kakarsa o fena işte.

Babam alıp başını Pertek’e gittiği için, sözlerinde bedduayla küfür karışımı bol olan annemin her zaman olduğu gibi kahvaltıdaki gündemi de bu ayrılığa yönelikti, saydırıyordu...

Bir gün önce aniden fenalaşması üzerine:
“Asla sıkılmayacaksın
Hep sinirlendirileceksin
Daima mücadele içerisinde olacaksın
Öylesine çok işin ve az zamanın olacak
Çok büyük sorumluluklar yükleneceksin
İnsanların yaşamına bir adımla gireceksin
Ve bir değişiklik yapacaksın
Bazıları sana tapacak
Bazıları seni lanetleyecek
İnsanları en kötü ve en iyi hallerinde göreceksin
İnsanların sevgi, cesaret ve tahammül yeteneklerine olan şaşkınlığın asla sona ermeyecek
Yaşamın başladığını ve bittiğini göreceksin
Zafer naraları atacaksın ve bitip tükenmeyi yaşayacaksın
Çok ağlayacaksın
Çok güleceksin
İnsan olmanın ve merhametin ne demek olduğunu öğreneceksin”
diyerek “paramadik yemini” içmişçesine; önce eşim, sonra ben sanki yangın varmış hemen söndürmemiz gerekiyormuş gibi kafasına dolaptaki soğuk suları şişe şişe boca edip, toparlanmasını ve gerekli ilaçları verip, her zamanki haline döndüğünü gözlemledikten sonra rahatlattığımız, halam da kahvaltı masasında ama o iştahlı hali törpülenmiş gibi, daha nazlı veya tutuk yiyor tabağındakileri.

Telefonla, telefon konuşmalarıyla aram pek yoktur. O yüzden de çok gerekmedikçe yani mücbir bir sebep olmayınca çok nadirdir arayıp hal hatır sorduğum. Bu durum, aranmama da yansır. Kısacası pek aranan kişi değilimdir.

Telefonum çalınca doğal olarak şaşırdım. Cep telefonu olmasına rağmen cebimde değildi, arandım, çalan sese doğru gidip telefonumu buldum.

Ali Hoca idi arayan.

Buradaymış, lisenin birinde, bir arkadaşının yanındaymış, beni görmek istiyormuş.

Yarın günlerden Salı ve seraya fazla uzak olmayan bir yerde, yol üzerinde Salı Pazarı kuruluyor. Bir şey almasa da annem, ille de o pazarı gezecek. Bunu bildiğimden ve misafirimle birkaç gün oyalanacağımı umarak, dolayısıyla da yarın seraya gelemeyeceğimi düşünerek ona pazar harçlığını verip, gıcık kaptığı halamla baş başa bırakıp, ailece seradaki evden ayrıldık.

Eve gelir gelmez banyoya girdim çünkü seradaki işlerle uğraşırken kirimi, terimi, kokumu gidermek, şehir şebekesinden akan ılık suyla mümkün olmuyordu.

Sakal tıraşımı da oldum, ayıptır söylemesi dişlerimi fırçaladım çünkü ağır misafirimi karşılayacaktım, bakımlı olmalıydım.

Sadece “ağır” değil aynı zamanda sanal ortamlarda tanıştığım “ilk” misafirimi...

Bir zamanlar ne kadar çok özel ileti, e-posta almıştım, benimle tanışmak isteyenler, adresimi alanlar…

Elimizi hızlı tutup, markete gitmek, bazı yemeklerin yapımında da hanıma yardım etmek ama Hoca’yı da daha fazla bekletmeden alıp ev getirmek gerekiyordu.

Dediklerimi yaptıktan ve hanıma da gereken yardım ve tahmin edilecek bazı ayrıntıları söyledikten sonra evden ayrıldım.

Yoldayken onu ardım, almaya geldiğimi söyleyerek adres bilgilerini tazeledim.

Mahmut Hoca diye bir Müdür Başyardımcısının odasına girdim, Ali Hoca’yı sordum.

İçeri buyur etti beni ama ortada Mahmut Hoca’dan başka kimse yoktu.

Kısa bir bekleyişin ardından ıslak ellerini kurulaya kurulaya kara kuru bir adam odaya girdi.

Daha önce e-posta ile gönderdiği fotoğraftan aklımda kalan görüntüyle bu adamın sağlamasını yaptım ama emin olamadım. Zaten eşkâl olsun, sima olsun bu konularda belleğim iyi çalışmaz benim.

Mahmut Hoca’nın mihmandarlığıyla önce tokalaştık, sonra öpüşüp sarılarak hal hatır sorduk.

Mahmut Hoca’nın da katıldığı üçlü konuşmalara daldığımızda, birbirimizi çok önceden tanıyormuş da aradan epey bir zaman geçtiği için değişen fiziki durumumuza hayretle bakıyor gibiydik. Belki sadece ben öyleydim.

Öğleden kopmuş, ikindiye yaklaşıyordu zaman.

Mahmut Hoca yemek siparişi vermeye başladığında ise araya girip, özetle: evde hanımın yemek hazırladığını, eğer tok karnına gidersek hoş olmayacağını, tok ağırlamanın zor olduğunu ve daha bir sürü şeyi söyleyerek, siparişten kendimizi muaf tutmayı başardım.

Sadece yemek için değil yatıya da zor bela izin kopardık Mahmut Hocadan.

Bölüşülmez bir adam olmuştu “ağır misafir.”

Kafam karışmıştı, bu adam bana geldiğine göre, niye böyle evci çıkarmayla uğraştırıyordu ki beni?

Yoksa esasında Mahmut Hoca’ya gelmiş, gelmişken de hazır bu fırsat, şu Emin denen adamı da ayaküstü bir görüp, merakını mı gidermek istemişti!

Hoca, Mahmut Hoca’nın makam masasına yamanarak, bilgisayarla uğraşmaya başladı.

Meğer borsadaki kâğıtlarının yerinde olup olmadığına bakıyormuş.

Bir süre daha konuşmaya hem de borsayla ilgili konuşmaya başladık. Daha doğrusu onlar aralarında konuşuyorlardı, ben de dikenli koltuğun ucunda dinliyordum.

Mahmut Hoca’nın ağzı küfre yatkın duruyordu, nitekim arada sırada sinkaflı cümleler kurarak onu borsaya sokan ve epeyce bir silkelenmesine neden olan kişiye verip veriştiriyordu. (Bu cümle iyi oldu, bir yerlerden borsaya değdirdik.)

Arabadan iner inmez bana “Bir dakika güzel insan” diyerek el kol hareketi yaptı ve dış kapıda bekletip, bir çırpıda karşı bakkala daldı.

Peşinden gitmedim.

İki paket Maltepe sigarasıyla bakkaldan çıktı.

Eve girdiğimizde hoca ayakkabılarını yeni çıkarmıştı ki hemen çantasından çıkardığı poşeti bizim hanıma verdi.

Bir süre sonra vereni mutlu eder düşüncesiyle hanım, bu poşeti açtı.

(Bana bir beyaz gömlek ve ağzımız tatlansın diye de kestane ezmesi tatlısı.)

Bir saat kadar ailece tanışma, konuşma karışımı bir hoşbeşten sonra bizimkinin, Hoca’nın çakamayacağı bir yüz ifadesinden gereken emri algılayarak ve de Hoca’yı da ayartarak salata yapmak için birlikte mutfağa geçtik.

Hemen hemen her konuda ve de daldan dala atlayarak bir yandan konuşurken, öte yandan salataya girecek yiyecekleri soyup doğruyordum.

Hanım da sofrayı kurmak için ayakaltında dolaşıyordu ama odaya geçtiğimizde sofrayı gözümüzü boyayacak şekilde donatmıştı.

Masanın önemli bir bölümünü bardak çardak işkâl etmişti.

Mercimek çorbasıyla yemeğe başladık.

Masada tavuk kızartma, pirinç pilavı, turunculu sarılı biber dolması, barbunya pilaki, karpuz, çoban salata, tulumba tatlısı ve bizim oralarda “Kürt gettiğini yemez, yemeden de getmez” sözünden ötürü değil, getirilen şeyin bayat veya bozuk olup olmadığını tatsın, anlasın hiç değil, sadece getirdiğinin içinde gözü kalmasın diye Hoca’nın getirdiği kestane ezmesi tatlısı da yerini almıştı.

Masadaki servis kapları çok sıkışmıştı, borcamdaki pilakiyi vitrinin üzerine koyduk ve orada unuttuk, çatal daldırmak nasip olmadı. Hâlbuki Hoca’yı almak için evden çıkmadan önce bu barbunyayı ben hazırlayıp, ocağa koymuştum.

Sofrada bir yandan konuşup, biryandan da ağırdan ağırdan doyurmaya çalışırken karnımızı, dikkat ettim de Hoca pek iştahlı değildi. Belki de karnı toktu, belki yemekler damak tadına uygun hazırlanmamıştı. Kibarlık olsun diye de az yemiş olabilir. Tabağındaki biri sarı, diğeri turuncu, kalın yani etlice kalınlığı olan (California Wonder) biberlerden hazırlanmış dolmalarından birinin yarısını utanma pazarı yediğini görünce böyle ikircikli düşünceler takılıyor kafaya.

Sonradan anlattıklarından yola çıkarak onun vakti zamanında lokanta işlettiğini ve kırk delikli bulgur pilavından tut her türlü yemeği en ince ayrıntısına kadar bildiğini dolayısıyla “tatbilir” birisi olduğunu düşünerek “cici boğaz” olma ihtimaline ağırlık verdim.

Yemeğin ardından ince belli bardaktan çaylarımızı yudumlamaya başladık. Sohbet devam ediyor, Ali Hoca’nın bir bardağına karşılık ben üç bardak içiyordum, be mübarek adam, bu kadar mı ağır içilir çay. Birde çay nasıl içilir diye bakın bizlere nasıl ahkâm kesiyordu yazılarında:
“… Sorun kısaca ‘çay krizimin’ tutması idi. Tam bir teşhis ve tanı için de, buna ‘İnce Belli Bardakta Çay Krizi’ diyelim. İster işte, ister evde; sarı kaplı Rize Turist Çayından özel ihtimam ile yapılmış çay her daim hazır ve nazırdır desem, belki durum birazcık anlaşılabilir. Hatta sürekli gittiğim yerlerde, en güzel çay yapan yerler olarak bilinen çay ocakları ilk belirlediğim mekânlardır desem doğru olur.

Hastaları -Siz tiryaki deyin- bilirler ki, sadece güzel çay yapan yer bulmak yetmez. O çayı içerken ayrı bir haz alacağınız ince belli, bülbülyuvası diye tabir edilen küçük bardağını da bulmanız ya da bir şekilde tedarik etmeniz adeta şarttır. Bel dediğimizde aklımıza gelebilecek her türlü şeyde, incesinin makbul olduğunu söyleyeniniz varsa, ben ona karışmam.

Aranızda, bu konunun asıl önemli kısmının demlenmeden önce ‘demleme’ olduğunu tespit eden tiryakiler mutlaka olmuştur. Dikkat buyurduğunuz gibi, demleme kısmını ‘özel ihtimam’ gerek diyerek geçiştirmekle, hay senin çayına dedirtmemek adına, yarar görülmüştür…”
Bir süre sonra mutfaktan su böreği kokusu gelmeye başladı.

Hoca, daha mutfaktan ilk oklava tıkırtıları gelince bir numara döndüğünü sezinlemiş ve bu böreği yapmasın diye ne kadar dil dökmüştü, bizim hamıma.

Ağustos ayının serini ne kadar olursa işte, hava da azıcık serinlemeye başlayınca balkona çıktık, yeni bir demlik çay daha kısık ateşte demlenmeye başlanmıştı.

Konuştukça konuştuk. En doğrusu dinledikçe dinledim olacak. Hoca’yı söyletmek çok kolaydı. Bir soru sorup, keyfine bakmak için arkana iyice yaslanıp, çayını yudumlayıp, sigaranı körüklüyorsun; çayını soğutma pahasına gerisi Ali Hoca’ya kalıyor.

Bir ara gitmek istedi. Arkadaşı Mahmut Hoca’ya çok ayıp olacağını öne sürerek. Oysa pazarlık yaparak almıştım Mahmut Hoca’dan. Israrla misafirimizin yakasını bırakmadık.

Tam acıkmamıştık ama su böreğini de soğutmadan yemek gerekiyordu. Ilık ılık götürdük çayın eşliğinde.

Sıra İzmir Rakısına gelmişti, vakit ise saat 22 sularıydı.

Çayı nasıl yavaş yavaş içiyorsa rakıyı da ağırdan içiyordu. Ben de yavaş içerim ama bu kadar da yavaş değil.

Annemin Pertek’ten getirdiği yarım kilo kadar iç bademlerin yanında beyaz peynir, kavun, karpuz ve incir de rakımızın mezesiydi.

Tabii ki su böreği de dâhil.

Kuruyemişlerden bademi yerken AnnE’den söz etmemek olmazdı. Kulaklarını çınlattık, gıyabında övdük de övdük.

Arka Bahçe ekibinden söz açılmışken, Master, dentist, Nedo, Suvari, Serdarkuş, Buene vesta, Ömmes, Ramo, Bıkmışbroker, Fiora, Kasved ve diğer birçok kişiden söz eder olduk; yazdıklarıyla bende bıraktığı izlenimler ile Hoca’nın görmüşlükleri, konuşuldu.

Bu arada hazır bu değerlerin kulaklarını çınlatırken, bahçeye kısa bir yazı yazıp, bu ziyareti kayıt altına almak geçti içimden.

Benden sonra da bu birlikteliğin inandırıcılığını vurgulamak için Hoca da bir şeyler yazdı ama o her zaman yaptığı gibi övgü dolu yazılarla anlattı ve utandırdı bizi.

Ömrümde bu kadar özür dileyen, teşekkür eden adam görmedim. Ben bu kadar zarifliğin karşısında çoğu zaman dağıldım.

Saat sabahın 03’ü olduğunda bizim hanım ne kadar yüzünü de yıkasa, bir şeyler getirip götürse de uykusuzluğa dayanamadı.

Biz kaldığımız yerden devam ettik.

Kaldığımız bir yer yoktu zaten hep konuşuyorduk.

Balkonda, serinliğin en serin olduğu anlardaydık, birkaç portakal ağacı arasında kalan, bize uzaklığı yirmi metre kadar anca olan yerdeki eski yığama binanın horozu kıçını yırtıyordu.

Bir başka hoca da, okuduğu ezanın sonuna doğru “Namaz uykudan hayırlıdır (Essalâtu hayrun mine'n-nevm)" diyordu ama biz zaten uyumadığımız için üstümüze alınmadık.

Saat sabahın 6’sı olmuştu.

Kan çanağı gözlerimiz küçülmüş ama sözlerimiz sabahın bu saatinde kabak çiçeği gibi açılmıştı.

"6 saat uyku yeter mi?" diye sorup, onayını aldıktan sonra hazırladığımız yatağa soktuk Hoca’yı.

Ev sahibi olmam nedeniyle yarım saat önceden kalktım.

Hanım da kahvaltıyı hazırlamış misafirimizin kalkmasını bekliyordu.

Hoca da uyanınca kahvaltıya başlamadan önce gene ince belli bardaktan çay ve üç tane sigara içtik.

Kahvaltının kalabalık olması ürküttü Hoca’yı, zar zor bir yumurtayı soydu, onun da yarısını bana verdi, üstelik.

Kolesterol korkusundan sanmıştım, değilmiş. Akşamdan kalan su böreğindeymiş gözü.

Gene içilen çay eşliğinde konuştukça konuştuk.

“Sera” başlıklı bir yer oluşturulmasını sağlaması halinde buraya bir şeyler yazmamı önerdi.

Bu kez anlatma sırası bendeydi eski işimden, yaptıklarımdan, yılgınlıklarımdan, yapmayı düşündüklerimden... İspata muhtaç olanları da belgeleyerek ütüledim kafasını Hoca’nın.

Evden çıkıp, Lara tarafına sürmeden önce arabayı, deniz kıyısına gidip, falezlerden Akdeniz’ i seyreyledik sigaramızı savurarak.

Biraz kıyıdan, biraz içeriden sürerek arabayı Düden Çayının Akdeniz’le buluştuğu noktaya geldik.

Aceleyle köpük köpük köpürüp yaklaşık 40 metrelik falez kayaların üzerinden Akdeniz’e atlayan Düden Çayını izlerken düşüncelere dalmamak mümkün değildi.

Suyun suya böyle istekle kavuşmasını izlerken aklıma hep Sayın Master’ın geldiğini ama bu aklıma gelişi sağlayan şeyin ne olduğunu bilemediğimi, Hoca’ya da söyledim.

Burada gözlerimize yeteri kadar ziyafet çektirdiğimize kanaat getirdikten sonra içerilere doğru, benim sera olarak kullandığım yere doğru döndürdük yönümüzü.

Hadi, buralara gelmişken Düden Çayının denize dökülmeden önce oluşturduğu bir başka güzel görüntüyle buluşturmak istedim Hoca’yı, çünkü ilk kez geliyormuş Antalya’ya.

DSİ tarafından yönetilen bu güzel yerde de ağır ağır dolaştık, konuştuk, sigara içtik.

Fatih’in İstanbul’u fethettiği zaman 53 yaşında olan Doğu Çınarı’nın kayaları kucaklayan köklerine bakıp durduk bir süre.

Seraya geldiğimizde bizi kapının önünde İnci Halam karşıladı.

Annem yoktu ortalıkta; Pazar alışverişinden sonra vazgeçemeyeceği şeylerden biri olan gezmeye gitmeyi seçmişti.

Halama çay demlemesi için bir ev ödevi verip, fidelerin düzgün boy atmasını sağlamaya yarayan “ağ örme” işini yapan Hasan ve Celal Beylerle tanıştırdım Hoca’yı.

Celal neyse de, Hasan Beyin yanına vardığımızda, Hoca'nın merhabasına, kolay gelsin deyişine doğrulmadan ve de “yarımağız” karşılık vermesinin Hoca’nın yüzündeki ifadeyi nasıl da değiştirdiğini görmemek mümkün değildi.

Evin ve seranın çevresini dolaşıp halanın hazırladığı çayı yudumlamaya geldik.

“Hala” dedim, “Bu adam, Ali Hoca, İstanbul’dan geliyor, senin hemşerin sayılır.”

Gözleri parladı kadının. Gerisi Hoca’ya kalmıştı artık, başladılar İstanbul’dan konuşmaya.

Bir süre sonra annem de çıkageldi.

“Annem biraz küfürlü konuşur, kusura bakmayasın” diyerek daha eve gelmeden çok önce Hoca’yı bilgilendirmiştim.

Hal hatır sormayla başlayan sohbeti Hoca idare ediyordu. Gönüllerini almaya çalışıyordu, başarıyordu da.

Annem de bir kibarlaştı, bir kibarlaştı; ağzından hiç küfürlü söz çıkmadı.

Korkuteli yaylasından bir günlüğüne dönen Huylu Musa, torunlarından biriyle haber göndermişti, “Dedem sizi çaya bekliyor” diyerek.

Hava kararmak üzereydi, kalkıp, bir bardakta çay da Huylu Musa Amca’da içelim dedik.
Evlerinin önündeki hilal ve yıldız kazınarak kırmızıya boyanmış yarım metrelik kaya parçasının kenarında ve Yetmişlik Yörüğün sohbeti eşliğinde yudumladık çayımızı.

Ayrılık vakti yaklaşmış değil, gelmiş geçiyordu, can atıyordu Hoca, Mahmut Hoca’ya biran önce gitmek için.

Sürdük arabayı şehrin merkezine, Dokuma Mahallesinde oturan Mahmut Hoca’nın evinin önüne.

Selamlarımı emanet ettim Hoca’ya arka bahçe ahalisinden rast geldiğine sunsun diye.

Öpüştük, ayrıldık.

Son söz, bu yazıyı yazmadan önce okuduğum günlüklere öyle dalmış, öyle dalmıştım ki düdüklüdeki kuru fasulyenin yandığını, yanık kokusu ortalığa yayılınca anlayabildim ve bir daha bizim hanıma, yemeği yaktığında laf sokuşturmamalıyım diye düşünerek, tencerenin dibinde asfaltlaşan fasulye ve etleri nasıl temizleyebilirimin derdine düştüm.

-Otuz dört-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
alihoca (19-10-2008), AnnE (02-10-2008), ar_de_ (02-10-2008), buena vista (30-09-2008), flz (03-10-2008), Gozlemci (03-10-2008), hadramut (30-09-2008), Master (29-09-2008), nedo (28-10-2008), Ramo (03-10-2008), serdarkus (07-10-2008), Süvari (29-09-2008)
  #219  
Eski 29-09-2008, 23:57
alihoca alihoca bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 361/2464
166 Mesaj ına 2501 Kere teşekkür edildi
Tanımlı

Sevgili Emin;

Tam bir Bayram Hediyesi oldu desem inan lütfen.

Size özellikle onca eziyet verdiğim Asil Yengemize ve Karsuyu kadar berrak ve bir o kadar da Güzel Yeğenimize yaptığım ziyarete gelince.

Antalya’da, bizim Çürükler Sülalesi içinde gençlik yıllarının benden sonra ikinci Goministi olan Dayıoğlumun yirmi yılı aşkın çığırıp duruşuna rağmen, eski odun fırınlarının açılan ağzından sünen alevlerin sıcaklığını veren Antalya’ya ‘Dertten yandığımız yetmez gibi Dünya’da iken Cehennem sıcaklığı mı yaşatacan!’ deyip gitmemiştim desem durumum biraz anlaşılır sanırım.

Bir kurufasulye üstüne ince bellide sunulan bi kaç demlik çay yetip de artacak herife, yabancı misyon şeflerine yapılan karşılama yaparsak ‘garibin hali nice olur’ demeyip; İlk buluşma da ‘Yatı’ deyip, kuş sütü eksik sofra ile karşılayan Asil Yengemize verdiğim eziyetin mahcubiyetini de ekle üstüne, yetmez dersen bir de ‘Su Böreği’ ile can evimden vurulmuş halimi bari anla.

Baba mesleği kaynaklı tadıcılık meselesine gelince, maharet yetmez gibi üçlü saç ayağında küllü kömür ateşinde demlenir gibi yapılan yöresel yemeklerin nasıl yapılacağının terbiyesini alan Asil Yengemizin, göz okşayacak şekilde rengârenk donattığı sofrayı ve yemekleri beğenmemek değil, yeteri kadar güzel anlatamamaktır asıl sorun.

Konuşan Babacığını beğeni, hayranlık ve gurur ışıltıları ile dinleyen Karsuyu güzelliğini, hani şöyle gözün önünde beliriverecek şekilde anlatabilmek ise şu garibe bi başka işkence ki sorma gitsin.

Ne desem, nasıl anlatsam bilmiyorum ama buğulanmış gözler eşliğinde, yüzeme yansıyan çokca tebessüm ile tekrar yaşattığın o güzel anlar için ne kadar teşekkür etsem azdır.

Asil Yengemize ve Güzeller Güzeli Yeğenimize saygı ve sevgilerimi ilet lütfen
Mutluğunuzun katlanarak çoğalması dileği ile Bayramınızı kutluyorum.
Alıntı ile Cevapla
alihoca kullanıcısına teşekkür edenler
account (05-10-2008), AnnE (02-10-2008), ar_de_ (02-10-2008), buena vista (30-09-2008), dentist (01-10-2008), Emin (14-11-2008), flz (03-10-2008), Gozlemci (03-10-2008), hadramut (30-09-2008), Master (05-10-2008), meraklı (06-10-2008), nedo (28-10-2008), neron (03-10-2008), Ramo (03-10-2008), serdarkus (07-10-2008)
  #220  
Eski 14-11-2008, 15:22
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı “Bilene danış, bildiğini işle.”

Hep duydum ve de okudum bu sözleri: “Bilmem kime danışmadan o işi yapmayınız” veya “Bilmem kime danışarak o işi yapınız.”

Diyelim ki bir ilaç içeceğim, “doktorunuza danışmadan…”

Zayıflayacaksınız, “diyetisyeninize danışmadan…”

Kontrat yapacaksınız, “avukatınıza danışmadan…”

Hisse senedi alacaksınız, “yatırım danışmanıza danışmadan…”

Okul tercihi yapacaksınız “rehberlik öğretmenlerinize danışmadan…”

Türkülerimizde bile danışmanın ne denli önemli olduğu sazlarla ve yanık seslerle “Gel seninle danışalım sevdiğim. Danışan dağları aşar mı, aşar. Danışmadan yola çıkarsa kişi; Yanılıp yollarda şaşar mı, şaşar” sözleriyle dile gelmiş…

Hele atasözlerinde aramadığım kadar örnek var ama benim “hoşuma gelen” dedemin “Büyüğe danış, evdeki boş peteğe danış” dediği sözün bir benzeri olan “Danışmak için büyük birisini bulamazsan, büyük bir taş bul” sözüdür.

Yani yeter ki, danışayım.

Peki, danışayım danışmasına da…

Zaten danışmaya kıl kapmış, danışmadan gıcık kapan biri değilim lakin bu kez, biraz da “kuşkucu” olduğumdan boş peteği, büyük taşı bir yere bırakıp ya da onların yerine kendimi koyup ‘içime danışmayı’ seçtim.

“Geçen üretim sezonunda ‘sulamada ve gübrelemede’ danışmadığım üretici veya ziraat mühendisi kalmadı” gibisinden bir cümle yazsam yalan olur ancak bu cümlenin başına “tanıştığım veya nazımın geçtiği” sözlerini eklersem doğru olur.

Ama kafamın karışıklığını, her danışma sonrası artırmış oldum.

Okuduklarım farklı şeyler söylüyor, dinlediklerim farklı farklı şeyler söylüyordu.

Bilgi dilencisi olduğumdan “Yahu sen böyle diyorsun ama şu adam, şu kitap, şu müdürlüğün yayını böyle böyle söylüyor” diyerek itiraz da edemiyordum çünkü muhatabımın “Ulan ukala, madem biliyorsun bana ne diye soruyorsun, bizi mi sınıyorsun yoksa?” derse hem ben bozulurdum hem de haksız sayılmazdı.

Bir iki aylık bocalama dönemimin ardından danıştıklarımı elemeye başladım, senelerdir çiçekçilik sektöründe ve dahi sadece karanfil yetiştiriciliğinde söz sahibi büyük firmalarda, bilmem şu kadar yıl deneyimli ziraat mühendisi olarak çalışan iki kişinin dediklerini temel almaya karar verdim.

Verdim vermesine ama bu iki kişinin de dedikleri arasında öyle büyük farklılıklar vardı ki!

Sonunda ikisinin önerdiği ortak gübrelerin kullanım sıklığı ve dozlarının ortalamasını alarak üretim döneminin sonuna eriştim.

Beleşe akıl almak anca bu kadar oluyordu.

Bu yıl bu işi gene böyle yürütmek içime sinmediğinden daha sağlıklı bir iş yapmayı yani beleşe değil, parasıyla bilgi almalıyım diye düşündüm.

Çiçekleri vereceğim firmanın yöneticileri de vaktin daraldığını, oyalanmadan, biran evvel toprak hazırlığını yapmamı yani dikime hazırlanmamı öneriyorlardı.

O zamanki heyecanımı ve beklentimi şimdi küçümseyerek kaleme alışıma şaşıyorum.

Şaşılmayacak gibi de değil, hani...

Hepi topu; birkaç gün bekleyecek, biraz uğraşacak ve ulaşım giderlerini saymazsak 60 liraya “Toprak Analizi” yaptıracaktım. İşte bu kadar!

Bu analiz sonucunun nerelere varacağını ve sonucunu tam kestiremiyordum fakat günün birinde bu ‘analiz’ sürecini eğer yazacak olursam, toprak analizi ile teknik analiz arasında bir köprücük, bir bağcık ne bileyim ben bir ilinticik kurması için; belki de sadece gözüne girmek adına Bıkmışbroker Usta’ya göndermelerde bulunacak bir yazı yazmayı da düşünmüşüm demek ki, cerideme aynen şöyle bir not bile düşmüşüm: “Bu konu Bıkmış Usta’ya yazılacak!”

Bana göre çok kocaman olan bu seradan toprak numunesini nasıl almalıydım ki yaptığım iş içime sinsin?

-35-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
account (15-11-2008), alihoca (24-11-2008), ar_de_ (17-11-2008), bikmisbroker (11-12-2008), buena vista (16-11-2008), dentist (15-11-2008), flz (01-12-2008), janus (16-11-2008), Lizzy (14-11-2008), Master (15-11-2008), serdarkus (14-11-2008)
Cevapla


Konuyu Toplam 1 üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Konu Seçenekleri Bu Konuda Ara
Bu Konuda Ara:

Gelişmiş arama yap
Modları Göster

Yetkileriniz
Yeni konu açabilirsinizdeğil
Yanıt gönderebilirsiniz değil
Eklenti gönderebilirsiniz değil
Mesaj düzenleyebilirsiniz değil

Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodları Kapalı
Gitmek istediğiniz klasörü seçiniz


Bütün Zaman Ayarları WEZ +2 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 03:08 .


Telif Hakları vBulletin v3.5.4 © 2000-2024, ve
Jelsoft Enterprises Ltd.'e Aittir.
Tercüme ve Tasarım : Arka & Bahce