#81
|
||||
|
||||
Aman Ormancı
Bir gün ormancının biri dalları nehrin üzerine sarkan ağacın dallarını keserken baltasını suya düşürür.
"Aman tanrım" diye bağırdığında bir peri belirir ve 'Ne diye bağırıyorsun ?'der. Ormancı baltasını suya düşürdüğünü ve yaşamını sürdürebilmek için o baltaya ihtiyacı olduğunu söyler. Peri suya dalar ve elinde bir altın balta ile tekrar belirir. 'Baltan bu muydu ?' diye sorar. Ormanci 'hayır' diye cevaplar. Peri suya tekrar dalar ve bu sefer elinde gümüş bir balta ile tekrar belirir ve yine sorar. 'Baltan bu muydu ?' Ormancı yine 'hayır' diye cevaplar. Peri suya tekrar dalar ve bu sefer elinde demir bir balta ile tekrar belirir ve yine sorar. 'Baltan bu muydu ?' Ormancı 'evet' der. Ormancının dürüstlüğü perinin çok hoşuna gider ve baltaların üçünü de kendisine verir. Ormancı mutlu bir şekilde evine döner. Bir zaman sonra ormancı eşiyle birlikte nehir boyunca yürürken karisi suya düşer. Ormancı 'aman tanrım' diye bağır! ır. Peri yine belirir ve sorar: 'Ne diye bağırıyorsun ?' Ormancı' karim suya düştü der. Peri suya dalar ve Jennifer Lopez ile birlikte geri döner.'Senin karin bu mu?' diye sorar. Ormancı 'evet' der. Peri sinirlenmiştir, 'Yalan söylüyorsun, gerçek bu değil' der. Ormancı 'özür dilerim peri, ortada bir yanlış anlaşılma söz konusu. Eğer Jennifer Lopez için hayır deseydim bu sefer Catherine Zeta-Jones ile geri dönecektin, ona da hayır deseydim karımla dönecek ve her üçünü de bana verecektin. Ben fakir bir adamım ve üç karimin sorumluluğunu taşıyabilecek durumda değilim. Jennifer Lopez'e evet dememin sebebi budur... Bu hikâyeden alınacak ders: Ne zaman bir erkek yalan söylüyorsa bunun iyi ve saygın bir nedeni vardır ve bu başkalarının yararı içindir. Kendileri için bir şey istiyorlarsa ekmek çarpsındır... |
#82
|
|||
|
|||
HAYATINIZ SEÇTİĞİNİZ KADINDIR
Harun Reşit savaşta esir aldığı düşman Generale : -Hayatını bağışlarım ama bir şartım var , der. 'Kadınlar hayatta en çok ne ister?' budur bilmek istediğim.......Bu sorunun yanıtını getir ; kurtar kelleni der. General sorar soruşturur bu çetin sorunun yanıtını aramaya başlar ve Kafdağındaki bir cadının bunu bildiğini öğrenir....Günlerce gecelerce at koşturur , cadıyı bulur ve sorar: -Kadınlar hayatta en çok ne ister? Korkunç cadı yanıt için öyle bir şart ileri sürer ki yenilir yutulur cinsten değil..... -Evlen benimle!!!!. .... O zaman öğrenirsin ancak istediğini... Bu ölümcül teklifi kabul eder General ve doğru yanıtı alır almaz koşar Harun Reşit'e ve : -Kadınlar en çok kendi özgür iradeleriyle hareket etmek ister!. Harun Reşit Generalin hayatını bağışlar ancak cadıyada evlenmek için söz vermiştir. Neyse evlenirler.İlk gece General bir bakar ki , o korkunç cadı dünyalar güzeli bir afete dönüşmüş karanlık odada.....Konuşur cadı : - Benim kaderim böyle.... Günün sadece yarısı güzel olabilirim , diğer yarısı çirkinim der.Ne dersin? Geceleri seninleyken mi güzel olayım , yoksa gündüzleri dışardayken mi?..... General düşünür ve : - Sen bilirsin kararı kendin ver der.İşte o an korkunç cadı sonsuza dek güzel bir kadın olarak kalır.... Peki bu öyküden çıkarılacak 3 ders nedir??? 1.Kadınlar en çok kendi özgür iradeleriyle hareket etmek isterler. 2.Özgür iradesiyle hareket eden bir kadın her zaman güzeldir. 3.İster güzel olsun, ister çirkin olsun her kadın aslında bir cadıdır. Hayatınız seçtiğiniz kadındır...... .Zevkli bir kadına rastlarsanız zevkiniz, bilgili bir kadına rastlarsanız bilginiz , zeki bir kadına rastlarsanız zekanız gelişir.Hayat kat kattır.Babil' in Asma Bahçeleri gibi teraslar halinde yükselir ve bir terastan bir terasa sizi kadınlar götürür.Ve bugün durduğunuz teras , seyrettiğiniz manzara , gördüğünüz hayat yanınızdaki kadının terası , manzarası ve hayatıdır..... Hayatınız seçtiğiniz kadındır...... |
#83
|
||||
|
||||
Kızılderili
Bir gün New Yorkta bir grup iş arkadaşı yemek molasında dışarıya
çıkarlar, gruptan biri kızılderilidir yolda yürürken insan kalabalığı siren sesleri yolda çalışma yapan işçilerin araçlarının çıkardığı gürültü araçların korna sesleri arasında ilerlerken kızıldereli kulağına cırcır böceği sesinin geldiğini söyler ve aranmaya başlar arkadaşları bu gürültünün arasında bu sesi duyamayacağını kendisinin öyle zannettiğini söyleyip yollarına devam ederler. aralarından bir tanesi inanmasa da onunla birlikte aramaya devam eder. Kızılderili caddenin karşısına doğru yürür arkadaşı da arkasından takip eder ve o binaların arasında bir kaç tutam yeşilliğin arasında gerçekten bir cır cır böceği bulurlar. arkadaşı kızıldereliye senin insanüstü güçlerin var bu sesi nasıl duydun diye sorar, kızıldereli ise bu sesi duymak için insanüstü güçlere sahip olmaya gerek olmadığını söyleyerek arkadaşına kendisini izlemesini söyler. kaldırıma geçerler ve kızıldereli cebinden çıkardığı bozuk parayı kaldırımda yuvarlayarak atar, bir çok insan bozuk para sesinin ceplerinden düşen bir paramı diye sesin geldiği yöne doğru bakar kızıldereli arkadaşına dönerek, gördünmü önemli olan nelere değer verdiğin ve neleri önemsediğine bağlıdır. herşeyi ona göre duyar , görür ve hissedersin der
__________________
Yaşadıklarını kar sanma yanına... Yaşadığın kadar yakınsın sonuna Ne kadar yaşarsan yaşa Sevdiğin kadardır ömrün... Can Yücel |
#84
|
||||
|
||||
Yenilmedim aslında, belki biraz fazla açıldım, o kadar..."
İhtiyar balıkçı, Karayipler'de 85 gün olta salladıktan ve eve eli boş döndükten sonra bir gün iyice açılıp "büyük balık"ı yakalar.
Lâkin kıyıya dönerken, yedeğine aldığı, teknesinden yarım metre daha büyük olan bu "kılıç", yol boyu kan kokusuna gelen canavar köpekbalıklarınca didik didik edilir. Bu korkunç mücadeleden elinde kala kala dev balığın iskeleti kalmıştır. Kan revan içinde, uykusuz ve bitkin sahile yanaşırken, "Beni adamakıllı yendiler... Hem de ne yeniş" diye geçirir içinden. Sonra silkinir ve yüksek sesle şunu söyler: "Yenilmedim aslında, belki biraz fazla açıldım, o kadar..." Hayat yolculuğumuz da öyle değil midir? Kimi için güzel bir kadındır "büyük balık", kimi için zengin bir damat... İyi bir hayat... Hayırlı evlat... Ya da müstakil ev, son model araba, sınırsız servet... Kimi, "büyük balık"ı hiç göremeden ölür. Kimi, bir kez tuttu mu, bir daha açılmaz hiç... Onunla gömülür. Kimi ise; yaşam denilen, şakaya gelmez deryanın dalgalarında yalpalana yalpalana arar büyük balığı bir ömür boyu... Açıldıkça bulma şansıyla birlikte artar, yitirme ihtimali... Zor bulanlar, çabuk yitirir bazen... Acımasızca yağmalanır ve sonuçta elde bir kılçıkla kalakalırlar. Yenilgi değildir onlarınki aslında... Olsa olsa biraz fazla açılmışlardır. Ama insanlık, kısmen de, onların fazla açılması sayesinde ilerler. Ünlü romanın esin kaynağı olan balıkçı Gregorio Fuentes 104 yaşında ölmüştü. "Ensesinde derin kırışıklıklar olan sıska adam", Dünyaya veda etmeden önce, Ankara'da hafızama son bir ağ atıp geçmişti. Bir şişe rom karşılığı çektirdiği son fotoğraflarına bakarken, "Keşke bu fırtınalı yolculuğun sonunda hepimiz ayni şeyi yüksek sesle söyleyebilsek" dedim kendi kendime: "Yenilmedim aslında, belki biraz fazla açıldım, o kadar..."
__________________
Yaşadıklarını kar sanma yanına... Yaşadığın kadar yakınsın sonuna Ne kadar yaşarsan yaşa Sevdiğin kadardır ömrün... Can Yücel |
#85
|
||||
|
||||
Kavak Ağacı ile Kabak
Ulubir kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy göstermiş. Baharilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış.Yağmurların ve güneşin etkisiyle müthiş bir hızla büyümüş ve neredeysekavak ağacı ile aynı boya gelmiş. Bir gün dayanamayıp sormuş kavağa:
-Sen kaç ayda bu hale geldin ağaç? -On yılda, demiş kavak. -On yılda mı? Diye gülmüş ve çiçeklerini sallamış kabak. -Ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim bak! -Doğru, demiş kavak. Günlergünleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgârları başladığında kabaküşümeye sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça da aşağıyadoğru inmeye başlamış. Sormuş endişeyle kavağa: -Neler oluyor bana ağaç? -Ölüyorsun, demiş kavak. -Niçin? -Benim on yılda geldiğim yere, iki ayda gelmeye çalıştığın için. 1.Ders: Çalışmadanemek harcamadan gelinen nokta başarı sayılmaz. Kolay kazanılan, kolaykaybedilir. Her işte alın teri ve emek şarttır.
__________________
Yaşadıklarını kar sanma yanına... Yaşadığın kadar yakınsın sonuna Ne kadar yaşarsan yaşa Sevdiğin kadardır ömrün... Can Yücel |
#86
|
|||
|
|||
BİR MÜDDET ZEYTİN YİYECEĞİZ, SONRA...
Kendisini karşılayan sekretere; Nazif Beyle görüşmek istediğini söyledi. Bunun üzerine sekreter birden ciddileşti: "Nazif Bey mi?" dedi. "Evet, Nazif Bey!"diye cevap alınca, hüzünlü bir ses tonuyla "Nazif Beysizlere ömür efendim, onu kaybedeli dört yıl oldu."dedi. Hiç beklemediği bu haberle bir acı saplandıyüreğine. "Ya, öyle mi??" diyebildi sadece. Hicranlıbir suskunlukla bir müddet öylece kalakaldı. Gözlerine hücum eden yaşlar yanaklarından süzülüp göğsüne damladı. Kendisini toparlayıp "Onun adına görüşebileceğim bir yakını var mı acaba?"diye sordu. "Evet var, oğlu Selim Bey....". Titrek bir sesle "Öyleyse Selim Beyle görüşebilir miyim?" dedi. Görevli hanım, insanda saygı uyandıran bu kibar beyefendiye, "Selim Bey oldukça meşgul bir insan,randevusuz görüşmek pek mümkün olmuyor; ama ben yinede kendisine bir haber vereyim." dedi ve telefona yöneldi.. Sonra "Kim diyelim efendim?" diye sordu. "Kendimi ona ben tanıtmak istiyorum kızım." cevabı üzerine sekreter dahili telefonu çevirdi. Daha sonra mütebessim bir çehreyle, "Selim Bey sizinle görüşmeyi kabul etti, lütfen beni takip edin." dedi. Beraber merdivenden çıktılar. İnce bir zevkle döşenmiş geniş bir salondan geçip büyük bir kapının önünde durdular, sekreter kapıyı açarak, 'Buyurun!' dedi. O da içeri girdi. Kendisini ayakta bekleyen vakur ve mütebessim gence doğru hızlı adımlarla yürüdü, elini uzatarak, "Merhaba, ben Prof. Dr. Mehmet Baydemir." dedi. "Bendeniz de Selim Cebeci? Lütfen buyurun, oturun." dedi, genç iş adamı. Mehmet Bey, kendisine gösterilen yere oturur oturmaz "Yirmi üç yıl, tam yirmi üç yıl? Vaktiyle bana burs verip okumama vesile olan insanın elini öpmek için bu ânı bekledim." dedi ve dudakları titredi, gözleri doldu. "Ama o büyük insanın elini öpmek nasip değilmiş, bunun için ne kadar üzgünüm anlatamam." Yaşarmış gözlerini kuruladıktan sonra Selim Beye döndü: "Fakat en azından o büyük insanın mahdumunun elini sıkmaktan da bahtiyarım." Misafirin bu sözleri üzerine Selim Bey yerinden fırladı, kulaklarına inanamıyordu. Kelimelerinin her biri birer hayret nidâsı gibi dizildi cümlelerine: "Mehmet Baydemir demiştiniz değil mi, Tosyalı Mehmet Baydemir mi?" Profesör, delikanlının bu heyecanlı haline bir anlam veremeyerek başıyla "Evet" dedi. Bunun üzerine Selim Beyin gözleri sevinçle parladı. "Babamla sizi uzun yıllar aradık; ama bulamadık." dedi. Profesörün yanına gelerek iki eliyle elini tuttu, candan bir dost gibi sıktı ve "Sizi karşıma Allah çıkardı." dedi. Bu sözler profesörü çok şaşırtmıştı. "Uzun yıllar beni mi aradınız? Peki ama neden?" dedi. Selim Bey gülen gözlerle profesöre bakarak "Bizdeki emanetinizi vermek için..." deyince, profesörün şaşkınlığı iyiden iyiye arttı. "Emanet mi?" dedi. Selim Bey cevap vermeden yerine geçip telefonu çevirdi. Karşısındakine "Gelebilir misiniz?" deyip telefonu kapattı. Mehmet Bey, şaşkın gözlerle Selim Beye bakarken kapı çalındı, odaya iyi giyimli bir bey girdi. Selim Bey ona yanına gelmesini işaret etti, sonra kulağına bir şeyler fısıldadı. Gelen kişi bir şey söylemeden geldiği kapıya yöneldi. O çıkarken Selim Bey, misafiriyle tatlı bir sohbete başladı. Sohbetleri koyulaştıkça, çehrelerindeki şaşkınlık, yerini birbirlerine hasret kırk yıllık ahbapların yeniden buluşmalarındaki sevinç, samimiyet ve güvene bırakmıştı. Mehmet Bey yurt dışındaki tahsilinden, araştırmalarından ve yirmi üç yıl boyunca her yıl büyüyen memleket hasretinden bahsetti. Sonra Nazif Beyin duvardaki portresini göstererek, "Bu günlerimi şu büyük insana borçluyum." dedi. "Bana yalnızca maddî destek vermedi, mânen de beni hiç yalnız bırakmadı. Yurt dışında tahsil görürken yanlışa her yeltendiğimde hayalen yanımda hazır oldu. 'Sana bunun için burs vermedim.' diyerek bana istikamet verdi. Ona her namazımda dua ediyorum." dedi ve gözlerini Nazif Beyin duvardaki fotografına mıhladı. Sonra gözleri portrenin altındaki ilk anda mânâ veremediği diğer tabloya kaydı. Son derece şık bir çerçevenin içinde, bazı yerleri yamalı ve tamir görmüş oldukça eski bir çift çorap duruyordu. Biraz daha dikkatli baktığında çerçevede bazı cümlelerin de sıralandığını fark etti: "Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra..." Selim Bey, kendisine bir soru sorduğu için başını ona çevirdi; fakat aklı tabloda kalmıştı. Selim Beye cevap verirken tabloya bir daha baktı. İkinci cümle de birinci cümle gibi üç nokta ile bitiyordu: "Bir müddet sabredeceğiz, sonra..." İyice meraklanmıştı. Bu ilk görüşmeleri olmasaydı, yanına gidip tabloyu iyice inceleyecekti; fakat bu uygun düşmez, düşüncesiyle yalnızca sohbet arasında göz ucuyla merakını gidermeye çalışıyordu. Ancak her seferinde biraz daha artan bir merakın içinde kalıyordu. Üçüncü cümlede: "Bir müddet yürüyeceğiz, sonra..." diye yazıyor ve altta böyle birkaç cümle daha sıralanıyordu. Artık aklı hep tablodaydı. Sonunda dayanamayıp, "Selim Bey merakımı mazur görün. Şu tabloya bir mânâ veremedim." Selim Bey kendisine has bir gülüş ile misafirine baktı, derin bir nefes alarak: "Malumunuz, babam varlıklı bir insandı. Oldukça iyi bir hayatımız vardı. Sonra ne olduysa her şeyimizi kaybettik. O zenginlikten geriye hiçbir şey kalmadı. Köşkümüzdeki hizmetçiler de gitti. Yemekleri artık annem yapıyordu. Hatırlıyorum da bir sabah, kahvaltıya sadece zeytin koyabilmişti. O zengin kahvaltılarımıza bedel, yalnızca zeytin... Şaşkınlık içinde, 'Başka bir şey yok mu?' diye sormuştum. Bu soru karşısında annemin hüngür hüngür ağlayışı gözümün önünden hiç gitmiyor. Annemin ağlayışına mukabil babam: 'Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra...' dedi ve durdu, güçlü bakışlarını üzerimizde gezdirdi, 'Alışacağız.' dedi. Ve iştahla bir zeytin alıp ağzına attı. Birkaç gün sonra haciz memurları gelip köşkümüzü de elimizden aldılar. Kenar bir mahallede küçük, eski bir eve taşındık. Doğru dürüst bir eşyamız da kalmamıştı. Annem bezgin bir sesle: 'Bu evde hiçbir şey yok! Burada nasıl yaşayacağız.' diye haykırdı. Bunun üzerine babam: 'Bir müddet sabredeceğiz, sonra alışacağız.' dedi . Gittiğim özel okuldan ayrılmış, bir devlet okuluna yazılmıştım. Sabahleyin okula servisle gitmeyi umarken, babam elimden tuttu, 'Bu ilk günün, okula beraber gideceğiz.' dedi. Yürümeye başladık. Okul oldukça uzak gelmişti bana, yorulup geride kaldığımı hatırlıyorum. Babam kim bilir hangi düşüncelere dalmıştı. Geride kaldığımı fark etmemişti. Biraz sonra fark edince bana döndü. İsyan dolu bakışlarımı yüzünde gezdirdim. Bir an bana ızdırapla baktıktan sonra, yanıma geldi. Bir şey söylemesine fırsat vermeden, kızgın aynı zamanda nazlı bir tavırla, 'Yoruldum.' dedim. Babam oldukça sakin bir şekilde: 'Bir müddet yürüyeceğiz, sonra alışacağız.' dedi. Babam her sabah erkenden çıkıyor, geç saatlerde ancak dönüyordu. Döndüğünde ise küçük odaya çekiliyor, bazen saatlerce orada kalıyordu. Çoğu zaman buradan gözyaşları içerisinde çıktığını görüyordum. Bir gün, merakıma yenilip babamın küçük odasına girdim. Yerde bir seccade, seccadenin üzerinde de bir tespih vardı. Duvarda ise Arapça bir ibarenin altında şu yazı vardı: 'Allah borcunu ödeme niyetinde olanın kefilidir.' Babamın dediği gibi oldu, zor da olsa zamanla alıştık. Bu hal birkaç yıl sürdü. Bir gün babam eve çok farklı bir yüz ifadesiyle geldi. Ağlamaklı bir yüz ifadesi vardı. Her birimize bir paket getirmişti. Köşkten ayrıldığımız günden beri ilk defa paketlerle eve geliyordu. Bizi bir araya topladı. 'Bugün, benim için ne mânâya geliyor biliyor musunuz?' dedi, kelimeleri boğazına düğümlendi, gözlerine yaşlar hücum etti. Sözlerini kesmek zorunda kaldı. Her birimize hediyelerimizi teker teker verdi ve bizi ayrı ayrı kucaklayıp yanaklarımızdan öptü, kendisi de bir koltuğa o turdu. Cebinden gazeteye sarılı bir şey çıkardı. O sırada da ağlıyordu. Hepimiz şaşkınlık içinde babama bakıyorduk. Gazeteyi açtı, içinden bir çift yeni çorap çıkardı. Bu gözyaşlarıyla, bir çift çorabın alâkasını kurmaya çalışırken babam, beklemediğimiz bir şey yaptı. Çorabı burnuna götürdü, kokladı, kokladı. Arkasından hıçkırarak ağlamaya başladı. Hepimiz şok olmuştuk, tek kelime bile söylemeden bekledik. Babam nihayet kendisini topladı ve 'Bir zaman önce, büyük bir borcun altına girmiştim. Borcumu ödeme niyetiyle yeniden çalışmaya başladığım zaman kendi kendime 'bütün kazancım, borçlarımı ödeyinceye kadar alacaklılarımın hakkıdır. Onların hakkını vermeden ayağıma bir çorap almak bile bana haram olsun.' demiştim. Bugün ise, Allah'ın yardımıyla, borcumu bitirdim. Artık kimseye tek kuruş borcum kalmadı." dedi. Sonra gözyaşları içinde ayağındaki çorapları çıkarıp yeni çoraplarını giydi. Ben de o eski çorapları hem aziz bir baba yadigârı, hem de bir ibret nişanesi olarak sakladım. Bu çoraplar her gün bana: 'Paralarını ödeyinceye kadar bütün kazancım alacaklılarının hakkıdır.' diyor". Selim Beyin bakışları bilinmez âlemlere dalarken o, nemlenen gözlerini kuruladı, sonra dönüp duvardaki siyah-beyaz fotografa hayran hayran baktı. "Babanız sandığımdan da büyükmüş Selim Bey. Ben olsaydım öyle müreffeh bir hayattan sonra anlattığınız gibi bir darlıkta, herhalde çıldırırdım." Selim Beye döndü ve "Siz ne yapardınız?" diye sordu. Selim Bey kendisine has tebessümü ile: "Bir müddet zeytin yerdim, sonra..." dedi ve gülümsedi. O sırada kapı çalındı, biraz önceki beyefendi elinde bir kutuyla içeriye girdi. Kutuyu Selim Beyin masasına bırakıp çıktı. Selim Bey yerinden kalkıp kutuyu alarak Mehmet Beye uzattı. 'Buyurun, yıllarca size vermek istediğimiz emanetiniz.' dedi. Mehmet Bey bilinmez duygular içerisinde kutuyu açtı. İçinden kadife bir kese çıktı. Keseyi açıp içini kutuya boşalttığında merakı iyiden iyiye arttı. Keseden birkaç tane cumhuriyet altını ile bir not çıkmıştı. Mehmet Bey hassasiyetle katlanmış kâğıdı açıp okumaya başladı. Sevgili Mehmet Bey oğlum, Bazen istediğimizi yaparız, çoğu zaman da mecbur olduğumuzu... Tahsil hayatınız boyunca size burs vermeyi taahhüt etmiştim. Ancak eğitiminizin son altı ayında size burs verme imkânını bulamadım. Bir müddet sonra imkânlarıma yeniden kavuştum; lâkin bu sefer de size ulaşamadım. Dolayısıyla size borçlandım ve borçlu kaldım. Eğer böyle bir borcu gözyaşı ve ızdırapla ödemek mümkün olsaydı, ben bu borcu fazlasıyla ödemiş olurdum. Zira sevgili oğlum, bu altı aylık zaman diliminde bursunu verememenin ızdırabıyla kaç gece ağladım onu Rabb'im bilir. Her neyse, bursunuzu tarihlerindeki değeriyle altına çevirdim. Bu altınlar sizindir. Bunlar elinize ulaştığında, borçlarımın tamamını ödemiş olacağım. Sevgilerimle, Nazif Cebeci. Mehmet Bey neye uğradığını şaşırmıştı. Bu büyük insanın yüceliği karşısında bir çocuk gibi yalnızca ağlıyor, ağlıyordu. Selim Bey de bir hayli duygulanmıştı. Onun da yanaklarından yaşlar süzülüyordu. Bir ara yaşlı gözlerle babasının siyah-beyaz portresine baktı. Kendisine yıllarca hüzünle bakan gözleri, bu sefer sevinçle bakıyor gibiydi. |
#87
|
|||
|
|||
Bu sefer kısa ama öz bir laf.....
DERDiNi KARINLA PAYLAŞ...
SONRA, HEM DERDiNLE HEM DE KARINLA UGRAŞ...))) Ramo ya mail için tşk. |
#88
|
||||
|
||||
Sorunlarınızı Evinize Taşımayın
Eski bir çiftlik evini tamir etmekle uğraşan marangoz, işteki ilk gününü zorluklarla tamamlamıştı. Arabasının patlayan lastiği, işe bir saat geç gitmesine neden olmuş, elektrikli testeresi iflas etmiş, bütün gün çalışıp didindikten sonra evine dönmek üzefre arabasına bindiğinde arabası çalışmamıştı.
Evin sahibi, çalışkan ustanın başına gelenlere üzüldü ve onu evine bırakmaya karar verdi. Kötü bir gün geçiren marangozun pek keyifli olduğu söylenemezdi. Yol boyunca neredeyse hiç konuşmadılar. Araçtan indiklerinde , usta , ev sahibini içeri davet etti. Adam bu nazik teklife hayır demedi. Eve doğru yürürlerken, marangoz küçük bir ağacın önünde kısa bir süre durdu ve dallarının uclarına her iki eliylede dokundu. Kapı açıldığında ise suratı şaşırtıcı bir şekilde değişti. Güneş yanığı yüzünü kocaman bir tebessüm kapladı. İki küçük çocuğunu sevgiyle kucaklarken , eşine de kocaman bir öpücük vermeyi ihmal etmedi. Hoşsohbet ve neşeli bir adam olup çıktı. Bu değişime bir anlam veremeyen ev sahibi, kendisini uğurlayan marangoza bunun nedenini sordu ve en çok da ağacın dallarına neden dokunduğunu merak ettiğini söyledi. "O benim dert ağacım" dedi usta. "İşimde ister istemez bazı sorunlarla karşılaşıyorum ama şundan eminim ki bu sorunlar evime , eşime ve çocuklarına ait değil. Bunun için her akşam eve döndüğümdei sorunları o küçük ağaca asıyor, sabah isşe giderken de tekrar alıyorum. Ama komik olan ne biliyormusunuz ? Sabahları onları aldığımda, akşamki kadar çok olmadıklarını görüyorum." Sizlerde iş hayatınızdaki sorunlarınızı sevdiklerinize hissettirmeyin.
__________________
Yaşadıklarını kar sanma yanına... Yaşadığın kadar yakınsın sonuna Ne kadar yaşarsan yaşa Sevdiğin kadardır ömrün... Can Yücel |
#89
|
||||
|
||||
Karga
80'ine merdiven dayamış yaşlı baba ile onu ziyarete gelen -45 yaşında
ve saygın bir işi olan- oğlu salonda oturuyorlardı. Hal-hatırdan, çoluk-çocuktan, havadan-sudan sahbet ettikten sonra oğlu susmuş, ayrılmanın sinyalini vermişti. O anda üzerinde oturdukları sedirin yanındaki pencerenin pervazına bir karga kondu.. Yaşlı baba kargaya gülümserek biraz baktıktan sonra oğluna sordu: - Bu ne oğlum? Oğlu şaşkın, cevapladı: - O bir karga baba. Yaşlı baba kargaya biraz daha baktıktan sonra yine sordu: - Bu ne oğlum? Oğlu daha da şaşkın, yine cevapladı: - Baba, o bir karga Karga hâlâ pervazda, komik hareketlerle başını sağa sola çeviriyor, başını yan yatırıyor, havaya bakıyor, sonra başını yine onlara çeviriyordu. Yaşlı baba üçüncü defa sordu: - Bu ne? Oğlunun şaşkınlığı sabırsızlığa dönmüştü: - O bir karga baba, üç oldu soruyorsun. Beni işitmiyor musun ?! Yaşlı baba dördüncü defa da sorunca oğlunun sabrı taştı ve sesini yükseltti: - Baba bunu neden yapıyorsun? Tam dört defadır onun ne olduğunu soruyorsun, sana cevap veriyorum ve sen hâlâ sormaya devam ediyorsun. Sabrımı mı deniyorsun ?! Babası -yüzünde hâlâ bir gülümseme- yerinden kalktı, içeri odaya gitti ve elinde bir defterle döndü. Bu bir hâtıra defteriydi. Oturdu, sayfalarını karıştırdı ve aradığını buldu. Sevgiyle gülümseye devam ederek sayfası açık bir vaziyette defteri oğluna uzattı ve o sayfayı okumasını söyledi: 'Bugün 3 yaşındaki minik yavrumla salondaki sedirde otururken yanıbaşımızdaki pencerenin pervazına bir karga kondu. Oğlum tam 23 defa onun ne olduğunu sordu. 23 soruşunda da ona sevgiyle sarılarak, onun bir karga olduğunu söyledim. Rahatsız olmak mı? Hayır! Onun sorusunu masumca tekrar edişi içimi sevgiyle doldurdu...
__________________
Yaşadıklarını kar sanma yanına... Yaşadığın kadar yakınsın sonuna Ne kadar yaşarsan yaşa Sevdiğin kadardır ömrün... Can Yücel |
#90
|
||||
|
||||
Coban´in biri dere kenarinda koyunlarini otlatiyormus. Tam o anda yanina bir Cherokee Jeep yanasmis. Brioni gomlek Cerruti ayakkabilar giyen Ray-Ban gozluklu ve YSL kravatli bir surucu asagiya inmis ve cobana sormus.
Eger kac tane koyunun oldugunu bilirsem bana onlardan bir tanesini verirmisin? Coban bir adama birde koyunlarina bakmis 'Tamam' diye cevap vermis. Genc adam arabasini park etmis telefonunu bilgisayarina baglamis bir NASA sitesine girmis GPS´ini kullanarak yeri taramis bir database ve logaritma ile doldurulmus 60 excel tablosunu acmis ve 150 sayfalik bir rapor basmis. Cobana donmus Tam olarak 1586 adet koyunun var demis. Coban 'Dogru' diye cevap vermis 'Koyununu alabilirsin. ' Genc adam koyunu almis ve jeep´inin arkasina koymus. Bu sefer coban genc adama donmus 'Eger senin ne is yaptigini bilirsem koyunumu geri verirmisin?' diye sormus. Adam 'Evet neden olmasin' diye yanitlamis. 'Sen Dunya Bankasi´nda Danismansin' demis coban. Adam sormus 'Nasil oldu da bildin?'. Coban Cok basit diye cevap vermis. Buraya cagrilmadan geldin bu birrr.. Ikincisi benim bildigim bir seyi bana soylemek icin benden bir koyunumu istedin. Ucuncusu yaptigin hicbir seyden anlamiyorsun cunku kopegimi aldin! Alıntı
__________________
Yaşadıklarını kar sanma yanına... Yaşadığın kadar yakınsın sonuna Ne kadar yaşarsan yaşa Sevdiğin kadardır ömrün... Can Yücel |
Konuyu Toplam 2 üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 2 Misafir) | |
Konu Seçenekleri | Bu Konuda Ara |
Modları Göster | |
|
|