Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::db_connect() should be compatible with vB_Database::db_connect($servername, $port, $username, $password, $usepconnect) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::select_db_wrapper() should be compatible with vB_Database::select_db_wrapper($database = '', $link = NULL) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Deprecated: Non-static method vB_Shutdown::init() should not be called statically, assuming $this from incompatible context in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 2294
Ser'den, Sera'dan. - Sayfa 28 - Arka BahÇe Forumu
Arka BahÇe Forumu  

Geri Dön   Arka BahÇe Forumu > Bahçıvanlar > Sera
Kullanıcı ismi
Şifreniz
Kayıt ol SSS Üye Listesi Takvim Arama Bugünkü Mesajlar Bütün Forumları okunmuş kabul et


Konu Bilgileri
Konu Başlığı
Ser'den, Sera'dan.
Konudaki Cevap Sayısı
387
Şuan Bu Konuyu Görüntüleyenler
 
Görüntülenme Sayısı
207741

Cevapla
 
Konu Seçenekleri Bu Konuda Ara Modları Göster
  #271  
Eski 01-10-2011, 03:51
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Nisyan ile Maluldür

Evet, var oğlu var!

Herkesin kendine göre işi var, gücü var.

Bu yaşam meşgalesinin üstüne üstlük “unutma” gibi çoğu zaman meziyet olarak gördüğüm özelliklerimiz var.

“Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür.”

Yani “İnsanın hafızası unutma ile özürlüdür.”

Bunama seviyesinde değil belki ama normal unutmanın bir iyi bir şey olduğunu düşünürüm. O yüzden yukarıdaki özlü sözü gölgelemek için demiyorum ama unutmanın bir eksiklik, hata, günah, özür, kabahat gibi bir şey olduğuna inanmıyorum.

Belki de çok unutkan biri olduğum için böyle düşünüyorumdur. Hele eşimle ilgili birçok özel günleri veya verilmiş sözlerimi unuttuğumu ve bu unutmalarımın bedelini nasıl ödediğimi…

Elbette unutulmayacak, unutturulmayacak konularımız, değerlerimiz, şeylerimiz de olmalı.

Kaldı ki bazı şeyleri unutmak istesek bile unutamıyoruz!

İşte o yüzden, ben de elimden geldiğince unutkanlığımı bastırmak için fırsat ve zaman buldukça yazmaya ve okumaya çalışıyorum.

Her neyse, şimdi gene okuduğum “habere” geri dönüp kaldığım yerden konuyu kurcalamaya başlayayım. Bu yazıları yazmamın nedeni de “o yarım sayfalık haberi” okuduğum zaman kendi içimde yaşadığım sıkıntılı dakikalar değildi. Ne dakikası, saatlerce sürdü belki.
Beni sıkan, ruhumu sıkıştıran sadece unutkanlığım da değildi, haberin yalınlığı da değildi…

Sanırım 25 Eylül 2011 tarihinde, tam gününü unuttum şimdi, (bak unutmak gene karşıma çıktı. Hani derler ya: “akşam ne yediğimi unuttum” diye, benim durumum da o hesap,) Flaş TV’de izlediğim bir programdan ötürü bu yazıları yazıyorum.

Neyse, o güne dönecek olursam; “haberi” satır satır okudum. İçimden konuştum, bazı kelimeleri kendimce değiştirip cümleleri yeniden kurdum, dalgamı geçtim, sorular sordum, kısacası konuyu ve haberi iyice anlamaya çalıştım.

“Erzincan Cumhuriyet eski Başsavcısı İlhan Cihaner'in başlattığı ve Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı Osman Şanal'ın yürüttüğü 'İsmail Ağa Cemaati' davasında 16 cemaat üyesi 'Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs etmek' suçundan yargılandığı davada beraat ederken, 14 sanığa 'Yasalara aykırı eğitim kurumu açmak' suçundan 5'er ay hapis cezası verildi.”

Erzincan’da başlatılan dava Erzurum’da hem de özel yetkileri olan bir Ağır Ceza Mahkemesinde devam etmiş.

Halla halla, başlatılan bu dava neredeyse bütün cemaatleri kapsıyordu! Unutmuşum demek ki, ya da yanlış hatırlıyorum.

Sanık sayısı da azmış! Benim aklımda yüzlerce sanığın olduğu kalmış.

Bu sanıkların bazıları Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya bazıları da yasalara aykırı eğitim kurumu açma suçundan yargılanmış. Olabilir! Koca cemaat bu, herkesin suçu aynı olacak değil ya? Ancak en ağır suçtan yargılananlar beraat, daha hafif suçtan yargılananlarsa koskoca 5 ay ceza almışlar!

“Erzurum Özel Yetkili 2. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yapılan sekizinci duruşmada karar açıklandı. Tutuksuz sanıkların hazır bulunmadığı duruşmada, avukatları Lokman Okumuş ile Alparslan Sarcan yer aldı. Mahkeme Başkanı Mustafa Karatay, sanık avukatlarından son sözlerini istedi. Cumhuriyet Savcısı Ender Karadeniz, savcının esas hakkındaki görüşü doğrultusunda karar verilmesi gerektiğini bildirdi.”

8 duruşmada bu iş bitmiş, güzel.

Ne güzel! Sanıklar hem tutuksuz hem de mahkemeye bile gelmemişler!

Vay be, kırk kişiye iki avukat yetmiş! Bir avukatın dava ücreti ne kadar acaba? Sözgelimi ben avukat olsam ve bu davaya da 20 bin liraya baksam, her müvekkilim bin lira verse olur biter. Sanıklarında bu vesileyle ekonomik durumları sarsılmamış olur.

Hayret, hâkim avukatlardan son sözlerini sormuş. Yazının gidişinden onlar ne demiş son söz olarak anlamadım.

Cumhuriyet Savcısı Ender Karadeniz, savcının esas hakkındaki görüşü doğrultusunda karar verilmesi gerektiğini bildirmiş. Osman Şanal değil miydi bu davanın savcısı? Belki izindedir, belki başka bir yerlere atanmıştır.

“Mahkeme, 3'ü kadın 16 sanığın Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs etme suçunu işlediklerinin sabit olmadığını bildirerek, ayrı ayrı beraatlerini uygun gördü. Sanık Adem S., Cemal G., Bahattin U., İsa K., Cenk D., Şevket G., Ahmet Bahadır A., Kadir Naci G., Zükarneyn C., Fatih K., Yunus M., Mümtaz T. ve Murat S.'nin ise yasalara aykırı olarak eğitim kurumu açmak suçunu işlediklerini sabit bulan mahkeme, TCK'nın 263. maddesi uyarınca 11 kişiyi önce 6, daha sonra indirim uygulayarak 5'er ay hapis cezası ile cezalandırılmalarına karar verdi.”

Bu da güzel! Beraat edenlerin isimleri bile basına verilmemiş. Gerçi bu sanıkların kimler olduğunu, ne iş yaptıklarını filan ben zaten bilmiyorum, basında masında da rastladığımı hatırlamıyorum. Genellikle, insan beraat etse de mahkemelik olması, hele hele gözaltına alınması, tutuklanması bir kara leke gibi görülür yaşadığı çevrelerde.

Ceza alanların isimleri belirtilmiş ama soyadları basından esirgenmiş, bu da güzel. Bunların suçları mahkemece sabit görülmüş olsa da eşleri var, çocukları, akrabaları, kapı komşuları, seveni, sevmeyenleri var.

Yazının akışında bir hata var sanki. 14 kişinin isimleri sayılmış ancak 11 kişin önce 6 sonra 5 ay ceza aldığı belirtilmiş. Gazeteye ya yanlış yazılmış ya da 3 kişi için farklı bir ceza verilmiş.

“Sanıkların daha önce kasıtlı bir suçtan mahkûm olmamaları, kişilik özellikleri, duruşmadaki tutum, davranışlarını dikkate alan mahkeme, hükmün açıklanmasını 5 yıl süreyle erteledi. Denetimli süresi içinde kasten yeni bir suç işlemedikleri takdirde açıklanması geri bırakılan hükmün ortadan kaldırılarak, davanın düşmesi kararlaştırıldı.”

Valla ne diyeyim “güzel” demekten başka.

Yazıdan 8 nci duruşmaya katılmadıkları belli ama demek ki önceki duruşmalara sanıklar gelmişler, tutumları ve davranışları da mahkemenin çok hoşuna gitmiş.

Bu kadar yaygara hepi topu 6 aylık bir ceza için miymiş? Acaba kanunun öngördüğü en düşük ceza mı verilmiş? Olabilir, bizim kanunlarımızda bazen, örneğin “3 yıldan 5 yıla kadar,” ya da “7 yıldan az olmamak üzere” gibi hükümler olur…

6 aydan 1 ay ıskonto yapılmış ve 5 aya inmiş, güzel!

Hükmün açıklanması 5 yıl ertelenmiş, anlamadım. Hüküm verilmiş zaten. Acaba hüküm giymişlerin 5 aylık cezaları mı 5 yıl sonrasına ertelenmiş? Muhtemelen öyledir.

Haa! Anladım galiba. Yazının son cümlesinde belirtiliyor. 5 sene boyunca bir denetim altında olacaklar, eğer bir kasıtlı bir suç işlerlerse bu 5 aylık cezayı yatacaklar. İşlemezlerse verilen bu hüküm de ortadan kalkacak, üstelik dava da düşmüş olacak.

Sen sağ, ben selamet!

Sıradan bir vatandaş olarak ben bu haberi böyle okudum, bu kadarıyla yorumlayabildim ama fazlasıyla gerildim.

Acaba bu haberi Palandöken Gazetesi gibi diğer gazeteler ve televizyonlar da verdiler mi? Vermiş olabilirler diye düşündüm ancak verseler de sanırım bu yerel gazetede sunulduğu kadardır.

Televizyon izleyecek durumda değildim, çok uzun süredir gazete mazete de okumuyorum. Bir iki aydır İnternette bazı gazetelere bakıyor, birkaç değer verdiğim köşe yazarını okuyorum ama bu okumalarımı 5 sene önceki okumalarımla karşılaştıracak olursam “onda biri” diyebilirim.

Fırsat bulursam bu davayla ilgili çıkan haberleri internetten araştıracağım, dedim kendi kendime.

**

Konuyla ilgili merakımı gidermek için internetten bulduğum Hürriyet Gazetesinin şu haberini araya sıkıştırıp konuya devam edeyim.

Yalnız bu haber davanın sonuçlanmasıyla ilgili değil 21 Şubat 2010 tarihinde yazılmış.

Tüm ülkeyi sarsan yargı krizinde gözler, İsmailağa Cemaati’ne yönelik soruşturmayı başlatıp tutuklanan Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner ile onu tutuklatan Erzurum Savcısı Osman Şanal’ın bu soruşturmaya ilişkin yaklaşımlarına çevrildi.

İsmailağa Cemaati soruşturmasında iki savcı arasındaki yöntem ve yaklaşım farkları şöyle:

GİZLİLİK FARKI

İlhan Cihaner İsmailağa Cemaati’ne yönelik soruşturmayı 2 Kasım 2007’de başlattı. 20 ile yayılan, İstanbul’a kadar uzanan soruşturma, cemaatin kreş görünümünde, “Sübyan Mektebi” adıyla 4-6 yaş grubu için kaçak din eğitimi kurumu açmak, yasadışı örgüt kurma, bu örgüte üye olma, yasadışı yardım toplama, cinsel saldırı ve Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs suçlamalarıyla yürütüldü. Gizli soruşturmada örgütün içe kapalı yapısı, keskin hiyerarşisi nedeniyle iletişim tespitleri esas alındı.

Osman Şanal İsmailağa Cemaati’ne yönelik başlatılan soruşturmanın valilik ve bakanlıktan gizlenerek yürütüldüğünü, yetki aşımı olduğunu öne sürdü.

KOLLUK FARKI

İlhan Cihaner Cemaate yönelik soruşturmayı, jandarmanın çevre köylerde okul öncesi çocukların ailelerinden alınıp izinsiz eğitim verildiği istihbaratı üzerine jandarmaya verdiği talimatla başlattı, ilde de cemaatle bağlantılı isimleri takibe aldığını savundu. Cemaatin emniyetle bağlantısını dinleme sırasında tespit ettiklerini belirtti.
Osman Şanal Başsavcı Cihaner’in il merkezinde soruşturmayı polis yerine jandarmayla yürütmesinin görevi kötüye kullanma suçu olduğunu öne sürdü.

ŞÜPHELİ FARKI

İlhan Cihaner 1.5 yıl süren soruşturma sonunda 23 Şubat 2009’da 26 kişi gözaltına alındı, 9 şüpheli tutuklandı, toplam şüpheli sayısı 235’e ulaştı.

Osman Şanal Sert yetki tartışmaları sonrası dosya görevsizlikle kendisine gönderildi. 235 kişiden 16’sına dava açtı, 9 şüpheli serbest bırakıldı. Tutuklu kalmadı.

KANUN FARKI

İlhan Cihaner Soruşturmayı “Kanunun suç saydığı fiilleri işlemek amacıyla örgüt kuranlar veya yönetenler.. iki yıldan altı yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır” diyen TCK 220 uyarınca yürüttü.

Osman Şanal Kendisine bu örgütün silahlı olduğuna dair bir ihbar mektubu geldiğini gerekçe gösterip “Yetki bende” diyerek dosyayı Cihaner’den aldı. 16 sanık hakkında TCK 309’dan, “Anayasa’yı ihlal” suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis istemiyle dava açtı. Ağır suçlamaya rağmen 9 kişi bırakıldı.

GENİŞLEME FARKI

İlhan Cihaner Yürüttüğü soruşturma 20 ile yayıldı. 26 kişinin alınıp 9’unun tutuklandığı günlerde gözaltı talimatı verdiği kişi sayısı 69’du. Bu 69 kişi içinde cemaatin İstanbul’daki liderleri Mahmut Ustaosmanoğlu, Cübbeli Ahmet, Yeni Şafak Gazetesi’nin sahibi Ahmet Albayrak ve işadamı Mehmet Çelik de vardı.

Osman Şanal Erzincan’dan dosyayı aldığında soruşturma Erzincan-Erzurum boyutuyla sınırlı tutuldu, diğer illere yönelik işlemleri durdurdu.

YÖNTEM FARKI

İlhan Cihaner İhbar mektupları yerine istihbari bilgileri soruşturma için esas aldı. İsmailağa cemaatinden sonra Fethullah Gülen cemaatine yönelik soruşturmayı da aynı yöntemle başlattı.

Osman Şanal Hem İsmailağa cemaati hem de daha sonra başlatılan Gülen cemaati dosyalarını isterken her iki istemine kendisine gelen örgütlerin “silahlı olduğu” iddialı ihbar mektuplarını gerekçe gösterdi.

YETKİ FARKI

İlhan Cihaner Benzer istihbari bilgileri baz alarak bu kez Fethullah Gülen Cemaati, Süleymancılar ve Menzil tarikatına yönelik soruşturma başlattı. Bu kez iletişim tespitinden önce Türkiye çapında bu gruplarla ilgili yürütülmüş takip ve soruşturma dosyalarını yazışmalarla istedi.

Osman Şanal Gülen cemaati hakkında kendisinin de soruşturma yürüttüğünü öne sürdü, dosyayı istedi. Hatta Erzincan’da Gülen cemaatine mensup kişileri gözaltına aldırıp bıraktı. Cihaner, “Bu gözaltılar benim soruşturmamı deşifre etti” itirazı yaptı. (Hürriyet)


Bu haber ne derece doğrudur, yanlıştır bilemem ama unuttuğum birçok konuyu bu haberle biraz daha netleştirmiş oldum.

İnternetten konuyla ilgili sayfaları araştırırken ne görsem beğenirsiniz; HSYK’nın son atamalarıyla Osman Şanal Antlaya Cumhuriyet Savcısı olmuş!

Bu yazdıklarımdan “kıllanıp” seramı serime geçirmesin? Olur mu, olur!

(Devamı Fırsat Bulursam Olacak)
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
account (03-10-2011), ar_de_ (04-10-2011), buena vista (02-10-2011), dentist (01-10-2011), hazan (06-10-2011), Master (02-10-2011), neron (02-10-2011), serdarkus (09-12-2011)
  #272  
Eski 28-10-2011, 00:46
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı “Yara İçinde Bıçak Çevirircesine”

Birkaç haftadır içimde oluşan yazma isteğimi boğup duruyordum. Daha doğrusu bölük pörçük yazdığım konuyu biran evvel tamamlama arzusuyla doluydum. Ancak şu sıralar yaptığım işin yoruculuğundan ötürü de öyle ha deyince yazı yazacak durumda olamıyordum.

Derken, işimin yoruculuğunu biraz azalttım ve tam yazmaya zaman ayıracağım zamanı bulmuştum ki, arka arkaya can sıkıcı haberler gündeme oturdu.

Sel felaketiyle başlayan haberleri şehit haberleri izledi.

6 polisin şehit edilmesi, ardından 24 askerin, onun ardından 1 askerin, 3 askerin derken ve sonunda Van Depremi…

Şimdi, gündemin çok hızlı değiştiği böyle günlerde yarım bıraktığım konuya dönersem, “birkaç” ama “çok kıymetli” okuyanın olduğunu bildiğim bu yerde, bana ne derlerdi?

İlle de bir şey yazacaksam konusu deprem olsun dedim ama bu kez de ne diyeceğimi, konuya nereden gireceğimi bilemedim.

Deprem, kime tam olarak ne hissettirir, neyi yaşatır az çok kestirebilsem de, genelleme yapabilecek kadar ileri düzeyde bir değerlendirme yapamayacağımı biliyorum.
Ancak şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim: Nasıl her kafadan başka bir ses çıkıyorsa, her vicdandan da başka sızı ve sızıntılar çıkar, çıkacaktır da benim tanıdığım ülkemde. Aksine inanamam!

Deprem öncesiyle, deprem anı ve sonrasıyla geçmişte duyduğum, gelecekte duyacağım sözler, görüntüler, hayatta kalma ve ölüm öyküleri, yorumlar, isyanlar, küfürler, dualar, tevekküller, inlemeler, kısacası hiçbir şey artık beni şaşırtmıyor.

Demek istediğim şu: Depremle ilgili olan ve olacak olan ne varsa ne “hoş görebiliyorum,” ne “hor görebiliyorum.”

“Olabilir, mümkündür” diyerek her şeye (tevekkül etmek değil ama) “kabullenir” bir adam olmuşum.

Yazdıklarım “salakça” gelebilir, okuyana; bana da “salakça” geliyor.

Diyelim ki, enkazdan mucize bir kurtuluş olmuş, elbette çok seviniyorum, hem de kendim kurtulmuşum gibi oluyorum ama sevincim çok kısa sürüyor, o kişiyi bundan sonra bekleyen belalı yaşamı düşünüyorum hemen. Dolayısıyla sevincimle üzüntüm kafa kafaya çarpışıyor.

Gene diyelim ki, yardım malzemeleri yağmalanmış, yukarıda dediğim gibi “şaşırmıyorum,” hemen, bir iki saniye içinde ana avrat düz gidiyorum ama belki daha ettiğim küfrü bile tamamlamadan “yağmalamayıp da ne yapacak” cinsinden bir duyguyla karşı çıkıyorum, dengeye gelip “kabulleniyorum.”

Hükümet adamlarının demeçleri, ziyaretleri öyle…

Bilim adamlarının söylemleri öyle…

Televizyoncuların yorumları, haberleri; gazetelerin manşetleri, köşe yazarları öyle…

Deprem konusunda her şey bana tanıdık geliyor, bildik geliyor sanki.

Çok sık, ağlamaya ihtiyacım varmış gibi oluyorum. Yerli yersiz ağlıyorum. Ağlamalarım da kısa sürüyor.

Belli ki ben, depremlerdeki halet-i ruhiyemi ne yapsam anlatamayacağım. Kendim anlamıyorum ki, başkasına nasıl anlatayım!?

***
Buraya kadar yazmıştım yazımı, iki gün önce.

Bekledim, göndermedim, Arka Bahçeye.

Karar veremiyordum.

Kızım aradı, Ankara’dan. Konuşurken, okulda toplanan yardımları anlatmaya başladı ve ekledi: “Baba ne oldu biliyor musun? Gelirken verdiğin kitabı ara ara okuyordum, geçen gün okuduğum makale deprem üzerineydi, Van’daki depremi anlatıyordu” der demez, hemen “O kısmın fotoğrafını çek bana e-posta ile gönder” dedim.

İsteğime anlam veremediğini düşünüyorum.

Gönderdiği resimler okunmuyordu.

Bir gün daha geçti üzerinden.

Bu kez “Üşenme, otur yaz öyle gönder” dedim.

Bir gün daha geçti üzerinden.

Nihayet, gönderdi ama yazmamış. Üşenmiş.

Anlamaz bilgisayar işlerinden, muhtemelen okuluna götürmüştür ve teknik destek almıştır birisinden.

Mecburen gelen dosyayı açıp yeniden yazdım, yazıyı.

Aşağıdaki yazı Seha L. Meray’ın “Su Başını Devler Tutmuş” adlı kitabından alınmıştır.

Okuyanlar ne düşünecek acaba? Şaşıracaklar mı, yoksa benim gibi ne diyeceğini bilemeyecekler mi?

SÜREKLİ DEPREM
Bir büyük deprem geçirdi yurdumuzun bir bölgesi: Van dolaylarında, Muradiye, Çaldıran, pek çok köy yerle bir oldu. Binlerce ölü, yaralı karda kışta açıkta kalan binlerce yurttaş!
Halkımız, bütün yurtta, kanayan gönlünü Van bölgesine açtı: Bağışlar yağdı, yağmakta. Dünya ulusları bir insanlık örneği daha verdiler; her ülke elinden gelen yardımı yapma yarışına girişti.

Ne ölçüde, nasıl bir tutumla sarılmakta yarsı deprem bölgesi halkının? Basında, depolar dolduran yardım haberleri var. Başka haberler de: Halkın süregiden sıkıntısından, örgütlenme, eşgüdüm bozukluklarından, izi yok alan yardım kamyonlarından, çalınan yardım eşyasından, donan çocuktan, kopeklerin parçaladığı cesetlerden, yardım nesnelerini “ucuza kapatmak” için akbabalar gibi üşüşen kapkaççılardan, biletsiz diye THY uçağına alınmayan yaralılardan da söz etti gazeteler.

Anlaşılmaz başka haberler de yok değil: “Kural dışılık tanımaz” havalara bürünen Türk Hava Yolları biletsiz diye deprem yaralısı almazken, Meksika'dan dönen Cephe Hükümetinin bir Devlet Bakanının buyruğu ile, İstanbul -İzmir uçağını, yolcularıyla birlikte, Ankara'ya yollamakta kurallara bir aykırılık görmez! Şaşılacak bir başka haber de şu: O her kara günde, her yere olduğu gibi, Van deprem bölgesine de ilk koşan, ilk yardım elini, ilk sıcak lokmayı, ilk çadırı, ilk battaniyeyi, ilk kanı ulaştıran -yardımlarını aralıksız bol bol sürdüren- üstelik, yardım işlerinde yüz yılı aşan yaşamıyla uzmanlaşmış tek kurul olan Kızılay’ımız, nedendir bilinmez, “devre dışına çıkartılmış”!

Dış basında neler yazılmıyor, yabancı radyolar neler söylemiyor deprem yardımlarıyla ilgili yolsuzluklar, aksaklıklar, halka ulaşmayan yardımlar konusunda! Deprem acıları yarı sıra yara içinde bıçak çevirircesine, bir de dışa yansıyan bu olumsuz görüntü var.

Bu eleştirilere Cephe yetkililerinin tepkisi bekleneceği gibi oldu: Yardım “pekâlâ” yapılmış bölge halkına; daha iyisi de yapılamazmış! Bakın ne diyor İmar ve İskân Bakanı: “Meselenin birinci safhasında on gün için yapılacak her şey yapılmıştır. Meselenin ikinci safhasında da yapılmakta olan her şey devam edecektir”. Neyi gösterir bu sözler? Her şeyden önce, bir “anlayış” biçimini: Yetkili Bakanın, “yapılması gerekli her şey”den ne anladığını! Depreme uğramış halkımıza Cephe ortaklarının verebilecekleri bu işte! Daha iyisini beklemek, istemek boşuna!

Sayın Başbakan da böyle bir anlayış içinde değil mi? “Depremin 15. gününde ilk yapılması gereken şeylerin tümü yapılmıştır” diyor: diyor da, nasıl yapılması gerektiğine, nasıl yapılmış olduğuna değinmiyor bile! Yardımların ulaştırılmasında, dağıtılmasında ortaya çıkan aksaklıklara ilişkin eleştirilere tepkisi şöyle: “Böylesine büyük bir felaketin açtığı yarayı sararken yardımların ihtiyaç sahiplerine ulaşıp ulaşmadığı tartışmasının gerçek dışı boyutlara ulaştırmak ve birtakım hassasiyetler yaratmaya çalışmak haksızlıktır ve insafsızlıktır. Memleketimizin aleyhine yapılan ve iftiraya dayanarak bir propaganda yapılmasına vesile olmak sadece haksızlık ve insafsızlık değil, aynı zamanda ayıptır”. Sonra şunları ekliyor: “Kesinlikle beyan ediyorum: İnsan gücü içerisinde yapılabilecek her şey yapılmıştır.”

Sözcüklerin anlamını yitirir gibi oluyor kişi, böylesine “beyanlar” dinlerken. Bugüne dek, bir yetkili çıkıp da, “hassasiyet yaratmadan”, yardımların gereksinme duyanlara gereği gibi ulaşıp ulaşmadığı tartışmasını “gerçek içi boyutlarını” açıkladı mı? “Gerçek içi” hangi yolsuzlukları, hangi savsaklamaları, kimlerin yaptığı, böylelerine nasıl davranıldığı ortaya konuldu mu?

Demek, aksaklıklardan yakınmak, daha iyi, dürüst, etkin bir örgütlenme, bir yardımlaşma düşünmek istemek, “insan gücü dışında” işlerle uğraşmak Cephe yetkililerinin gözünde. Hep Cepheciler kaç kez söylediler: “Deprem, takdir-i ilâhi”; “Allaha teslimiyetten başka yapacak şey yok!” Sayın Başbakanın sözleri şunlar: “Allah’ın felâketini rejime, devlete “fatura eden” var mı? Yakınılan, yardımın aksaklıkları, yolsuzluklar, eksiklikler, kayırmalar, böylece halkının bir kez daha su yüzüne çıkan yoksulluğu. Bunlar –rejim, devlet bir yana- ancak ve yalnız Hükümete “fatura edilir bir demokraside; Anayasamıza göre “sosyal” niteliği olan devletimizin yürütme organı sorumlu tutulur bu işlerden. Ama herkesin anlaması gerek: Bu Cephe ortaklığı işbaşındayken, daha iyisi, daha çoğu beklenilemez onlardan. Yapabildikleri bunlar!

Halkımızın bir kesimi depremden kıvranırken, bir Başbakan Yardımcısı birkaç Bakanla birlikte, yurdumuzun en önemli sorunu olarak, Hac yolculuğuna çıkmayı görür; aynı işi yapmaya niyetlenen bir başka Başbakan Yardımcısının –gitmekten vazgeçmesiydi- 18. yolculuğu olacakmış. Kimbilir, belki de haklılar: Hac, günahlarını temizlermiş kişinin; yeni doğmuş bebek gibi, günahsız olurmuş insan Hac’tan sonra. Bakanların görevli gidip gitmedikleri bile tartışılmakta Meclis’te; yolluk, gündelik alıp almadıkları sorulmakta. Ya Diyanet İşleri Başkanının o televizyon konuşmasına ne demeli? Nasıl da isterdik yanlış, ya da eksik duymuş olmayı: Yalnız “ölmüş babaları, kocaları, oğulları” Tanrı’nın rahmetine lâyık görmedi mi? Ölmüş anaların, karıların, bacıların, kız yavruların sözünü etti mi?

Bakın ne yazdı Orhan Duru, deprem bölgesindeki gözlemlerini anlatırken: “Bir defa bölge halkı, deprem olmasa da depremden çıkmış gibi yoksul bir yaşam sürüyor… Yardım malzemesi sadece depremden zarar görenlere verilecek. Oysa, depreme uğramış olsun olmasın, halk o düzeyde yoksul ki gelen yardım malzemesinden bir pantolon olsun, bir palto olsun, ne olursa olsun, bir şeyler almaya çalışıyor. Sadece bu da değil. Van çevresindeki illerden gelenler bile var buraya… Belki yardım kendilerine akmasa bile, damlar diye…”

“Gerçek içi boyutlu” bir başka olguya da tanık olmuş Sayın Duru: “Depreme uğrayıp da yardım görenleri, depreme uğramadığı halde çok yoksul bir yaşamı olan vatandaşlar kıskanıyor”! (Milliyet, 7 aralık 1976). Bu gözlemin korkunçluğunu duyacaklar mı, son on yıldır “fukaralıkla mücadele” sözlerini ağızlarından düşürmeyenler, eleştirilere kulak tıkayıp, “her şey yapıldı” diyebilenler? Yoksa Duru da ,”ayıp” mı, “haksızlık” mı, “insafsızlık” mı ediyor?

Van bölgesi depreminden sonra da, Cephe yetkililerinden, her depremden sonra dinlemeye alıştığımız akıl verişleri dinledik. Sanki depremle, hem dünya, hem yurdumuz ilk kez karşılaşıyor! Bir Başbakan Yardımcısı, Bayram mesajında, “Bilindiği gibi, zelzele âni bir hadisedir” gibilerden “bilimsel” açıklamalar bile yaptı! “Misal olarak”, “bilindiği gibi”, “alınması mümkün tedbirleri” sıraladı! Peki, bunlar bilinir de, şimdiye dek bu önlemleri almak aklına gelmez mi Hükümetin? Erzincan’dan buyana, Varto’da, Gediz’de, Burdur’da, Bingöl’de, Kars’ta, Denizli’de aynı açıklamaları dinlemedik mi? “Demirbaşa kayıtlı” sanki bu açıklamalar!

Lice depremi üzerine televizyonda, bilim adamlarının söylediklerini, tüyleriniz ürpermeden dinleyebildiniz mi? Doğru izleyebildimse konuşmaları, ülkemizin yüzde 92’si deprem bölgesiymiş; nüfusumuzun yüzde 95’i bu bölgede yaşarmış, “Aktif” deprem alanı, ülke yüzölçümünün yüzde 41’i nüfusun yarısından çoğu (yüzde 51’i) bu bölgede; büyük endüstrinin yüzde 91’i, barajların, yüzde 31’i de. Son on yılda, 11 binden çok yurttaş ölmüş deprem yüzünden; 67 bin konut yerle bir olmuş! Depremlerde, can yitiği Doğu’da Batı’dakinden 7,5 kat, yapısal yıkıntı 2,5 kat daha büyükmüş!

Bunlar da son depremden önce bilinmekteydi yetkililerce, bilinmeyen, bütün bu veriler eldeyken, Hükümetlerin ne yaptıkları bu on yıl boyunca; “sabır, sabır, sabır”, “kader, kader, kader”, “tevekkül, tevekkül, tevekkül” öğütlemesinden başka.

“Ayıp” konulara mı değiniyorum; ben de, farkına varmaksızın? “Haksızlık” mı, “insafsızlık” mı etmekteyim bilmeksizin? Dedim ya, sözcükler anlamını yitirirse – Lockheed, sunta, haksız vergi iadesi, halkımızın sürekli yoksulluğu gibi konulardan utanma duymayız da- böyle konular “ayıp” gelebilir kimimize!

Böyle gelmiş ama böyle gider mi? O her şeyi yıkan, yerle bir eden, canlar alan deprem, yalnız kimi politikacıların – onların anlayacakları dille söyleyeyim- “iz’anını, vicdanını” sarsmıyor, titretmiyor bile! Ne var ki, her gün gerçekleri biraz daha iyi olan halkımızın oyları bir ilk seçimde, yaratacağı siyasi depremle, yerlerinden eder böylelerini. Bir eli yağda, bir eli balda olanların, halkımıza insanca davranılmasını istemeyi yadırgamaları, “bir lokma, bir hırka” anlayışından ötesiyle bilinçlenmeyi “gerçek dışı”, “insan gücü ötesi” saymaları, sürüp gitmez çağımızda. Olsa olsa, tarihimizin bir “ayıp” lekesi olarak kalır belleklerde. (Cumhuriyet, 21 Aralık 1976)
***

***

Yıl 1971’di.

Daha doğrusu tarihin 1971 olduğunu bilmiyordum.

Sınıfımı geçersem, bana bisiklet alacağını söylemişti, Şubat tatilinde, ablam.

19 Mayıs törenlerinden sonra okullar kapandı kapanacaktı, tatil geliyordu. Dört gözle okulların kapanmasını bekliyordum, aklım fikrim bisikletteydi. Çevremde hiç kimsede yoktu bisiklet. Belki, çarşı merkezinde bir iki yerde görmüş olmalıydım, hatırlamıyorum. Elimi bile sürmüş değildim böyle bir alete. Korkuyordum aynı zamanda bisikletten; süremem, üzerinde duramam, deviririm diye.

Büyükanneme kovayla su getiriyordum. Sanki sendelemiştim. Dışarıdaydık, evin önünden geçen eğreti bir asfalt yolun kenarındaydık, bana “Yere yat, yere” diye bağırıp, kendisini yere attı büyükannem, salâvat getirerek.

Bir şey anlamadan bende çömeldim. Çömeldiğimiz yerde hafifçe sallandığımı hissettim. “Zelzele oluyor” dedi, okuduğu duaların arasında. Ne çok dua okumuştu.

“İnşallah bişey olmamıştır kimseye, acaba nerede oldu?” diye bana değil kendi kendine sorup duruyordu.

Sonra neler oldu, neler duydum hatırlamıyorum. Televizyon yoktu, gazete okumuyorduk, radyomuz da yoktu.

Kim haber verdi, ne oldu, nasıl oldu, ne zaman gitti bilmiyorum ama dayım Bingöl’e gitmiş.

Hiçbir şeyden haberdar değildim. Ancak evimizde tuhaf bir durum olduğunu hissediyordum. Kaygılı bir bekleyişmiş meğer bilmiyordum.

Annem hamileydi.

Derken, iki üç gün içinde dedemlerin evlerinin önü kalabalıklaşmaya başladı.

Hani şu Yemen Türküsü var ya: “Havada bulut yok bu ne dumandır, Mahlede ölü yok bu ne şivandır…”

Bahçede toplanan kapı komşu uğuldayarak ağlıyorlardı. Aynı ağlama ve kalabalık biraz ilerimizde yolun karşısındaki komşu evin bahçesinde de vardı.

Hiçbir şey anlamıyordum. Hiçbir şeye kafam basmıyordu.

Bana kimse bir şey söylemiyordu. Benim sorularıma da anlamlı bir şey söyleyen yoktu.

Gözler yoldaydı.

Sonra annem delirdi.

Zaten deliydi, zırdeli oldu.

Damdaydık. Nereye gidecekse, koşuyordu, kaçıyordu, yerlere atıyordu kendini. Yerlere çarpıyordu bedenini. Damın topraklarını tırmalıyor, eşeliyor; üç beş kişi elini tutunca ayaklarıyla vuruyordu, ayaklarını tutuyorlar, bu kez başını vuruyordu.

Ne dediği anlaşılıyordu, ne yaptıkları. Onu böyle debelenir gördükçe sonunda ben de ağlamaya başlamıştım ve niye ağladığımı da bilemediğim için daha içli ağlıyordum.

Evin kapısının önündeki ağaç direğe iple bağladılar annemi.

Artık ayakları bağlı, elleri bağlıydı. Arada sırada bayılıyordu, kolonyalarla, sularla ayıltılınca tekrar başlıyordu bağırmaya, çığlıklar atmaya ve kafasını direklere vurmaya.

Etrafıma bakınıyordum, ağlamayan yoktu.

Arabalar yanaştı, çığlıklar çıldırdı.

Tabutlar indirildi.

Tabutun biri dedemlerin bahçesine, diğeri komşuların evine doğru omuzlandı.

Bahçedeki birbirine çok yakın olan fındık, dut ve zerdali ağaçlarının arasına çarşaflar gerildi; kazanda sular ısıtıldı. Bahçedeki herkes uzaklaştırıldı.

Çok görmek istiyordum ablamı, herkese yalvarıyordum. “Korkarsın” diyorlardı, göstermiyorlardı.

Sonunda, yıkanmadan önce, ağlamalarıma dayanamayan biri, bana sadece “ayak parmaklarını” gösterdi, ablamın.

Depremde yıkılan Bingöl Yatılı Ebe Okulundan kaç kişi enkazdaymış? Şimdi de bilmiyorum ama aynı okulun öğrencisi, Pertekli ve aynı mahalleden iki kız, Kıymet ve Şahver ölmüştü.

Evde hiçbir fotoğrafı yoktu ablamın. Belki de vardı birileri annem görmesin diye ortalıktan kaldırmıştı.

Ben ablamı hep o ayak parmaklarıyla hatırladım. 20-25 yıl sonra bana siyah beyaz bir resmini akrabalarımız gösterdiğinde çok tuhaflaşmıştım.

Yeni bir kız kardeşim oldu. Adını Kıymet koydular ama ben ona hep “Gül o” diye seslendim.

Eğer ölmeseydi ablam, belki de “annesinin doğumunda” ebelik yapacaktı.


Bunları yazmama da geçen gün NTV’de fonda dönen deprem resimlerinden birinde gördüğüm, yarısı beton kolonlarının arasında kalan kırmızı bir bisiklet hurdası sebep oldu.
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
account (28-10-2011), AnnE (28-10-2011), ar_de_ (04-11-2011), bikmisbroker (21-11-2011), Buddha (15-11-2011), buena vista (30-10-2011), coser (28-10-2011), dentist (12-12-2011), igencan (13-09-2012), Lizzy (21-11-2012), Master (28-10-2011), neron (12-11-2011), serdarkus (09-12-2011)
  #273  
Eski 28-10-2011, 08:14
AnnE - ait Avatar
AnnE AnnE bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Bulunduğu Yer: Suriçi
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 606/518
314 Mesaj ına 5527 Kere teşekkür edildi
Tanımlı

'' Atlar hazır efendim !!

Seha L. Meray'a saygıyla
Alıntı ile Cevapla
AnnE kullanıcısına teşekkür edenler
ar_de_ (11-02-2012), dohol (23-11-2011), Emin (30-10-2011), neron (12-11-2011)
  #274  
Eski 16-12-2011, 00:13
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Kanun Hükmünde

Son birkaç yazımın sonunu “fırsatını bulursam devam edecek” diye bağladığım konuyu bu yazımda tamamlamak istiyorum.

Genellikle seramda yaşadıklarımı yazdığım bu yerde zaman zaman serimden geçen veya serime takılanları da yazıyorum.

Gerçi, her aklıma geleni, her kafamı kurcalayan konuları yazacak olsam elimden kalemi düşürmemem gerekir. Allahtan böyle bir saplantı içine girmiyorum.

Lakin her geçen günle birlikte kargaşa içinde debelendiğimi düşünmeden de edemiyorum.
Kargaşa deyince aklıma Sayın ar_de_'nin sözü geldi, şöyle diyor:

Okudukça sorularım, sordukça cevaplarım, cevapladıkça kıyaslarım, kıyasladıkça kargaşam artıyor...

Kargaşa, karmaşa diyerek bu sözün üzerine, oldum olası bana nedense hep karışık kuruşuk gözüken “Kanun Hükmünde Kararname-KHK” konusuna işte şimdi girebilirim.

Bu cümleden de anlaşılacağı üzere sıkıcı bir yazı olacak.

Uzun bir yazı olacağı da belli.

Hem sıkıcı, hem de uzun olunca tatsızlığından yenmeyecek bir şey olacak.

Üstelik hukukçu olmayan birinin hukuki konularda yazı yazmaya soyunması da ayrıca bir eziyet; yazana da, okuyana da.

“Kanun Hükmünde Kararname” derken daha isminde bir meymenetsizlik olduğu ortada değil mi?

Yasal dayanakları büyükten küçüğe sıralarsak genel olarak Kanun, Tüzük, Yönetmelik diye gider. Şimdi bu sıralamada Kanun ve Tüzük’ün arasına KHK diye bir şey yazarsam olur mu?

Bana göre olmaz ama mevzuatlar sıralanırken öyle yapılıyor. KHK, Kanunsa ki, benim dememe gerek yok kanundur; öyleyse kanunların içinde sıralanmalıdır, ayrıca bir başlık, ayrı ciltler altında toplanmasının ne manası var?

Acaba herkesin iyi kötü bildiği kitabi lafları etmeden bu konuda neler diyebilirim?

Bir devleti devlet yapan sacayağından bahisle yasama, yürütme ve yargı diye kuvvetler anlatılır.

Bazen, bu üç kuvvet birleşerek bazen de ayrılarak devlet devletliğini yapar.

Makbulünün bu kuvvetlerin birbirlerine fazla bulaşmadan, fazla eyvallah etmeden ama birbirlerini fazla da göz ardı etmeden “kuvvetler ayrılığı” ilkesinde buluşmasıdır.

Ancak çevremdeki insanlarla ara sıra böyle konulara değinen sohbetlerde, bu durumun öyle çok fazla önemsendiğini söyleyemem.

“Kuvvetler birliği”nin daha iyi bir şey olduğunu söylemeseler de hali hazırdaki uygulamaları rahatsız edici bulmadıklarına göre mesele az çok anlaşılır olmaktadır.

Bu kuvvetler meselesinin mevcut Anayasadaki durumuna bakıyorum:

“MADDE 7- Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.”

Valla ne yalan söyleyeyim, bu kadar net, bu kadar kısa ve bir o kadar da anlaşılır bir madde olamaz diyesim geliyor. Eğer bir hüküm maddesinin ardından “ancak”la başlayan “kıvırma” cümleleri devam etmiyorsa bana göre (o hükmün doğruluğu, yanlışlığı veya hukuka aykırılığı bir yana) çok açıktır, çok anlaşılırdır.

İki cümlelik bir madde! Gerçi bu maddeye odaklandığımda, ikinci cümleyi, yani: “Bu yetki devredilemez” demeyi neden yazmışlar acaba diye düşünmeden edemiyorum. Vardır bir hikmeti!

İkinci kuvvete göz atalım:
“MADDE 8- Yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.”

Madde tabak gibi ortada, ayrıca yorum yapmaya gerek yok gibi gözükse de Cumhurbaşkanının bu maddeye yazılmasını ben tam olarak anlayamıyorum.
Cumhurbaşkanı devletin başıdır. Sadece yürütmede değil, yasama ve yargı ile ilgili de görevleri var. Görevi var diye böyle ilkesel maddelere yazılması o yüzden bana pek anlaşılır gelmiyor. Yazılacaksa yasamaya da, yargıya da yazılması gerekir gibi bir kıyaslama yapıyorum.

Neyse, gelelim üçüncü kuvvete:
“MADDE 9- Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.”

Görüldüğü üzere, anayasaya arka arkaya yazılan maddelerle, bu bir devleti devlet yapan ilkeler gayet net ve “gargara” yapılmadan açıklanmış. Sanki benim gibi kafası az basan biri tarafından okunduğunda, kolay anlaşılabilsin diye kaleme alınmış.

Şimdi odaklanmak istediğim bu KHK konusuna yeniden dönüyorum.

İster istemez gene Anayasaya göz atmadan olmayacak.

Anayasanın 87 nci maddesinde Türkiye Büyük Millet Meclisinin görev ve yetkileri sıralanırken araya “Bakanlar Kuruluna belli konularda kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermek” cümlesiyle kapı aralanmış.

Ola ki, benim gibi biri hemen:

Hayda! N’oluyor lan? Hani “Bu yetki devredilemez” diye daha 7 nci maddede üstüne üstlük bir vurgu yapmıştınız!” diye şaşırıp sersemlemişken; hazır, tavuk sersemken tutulur misali bu “devredilemez yetkinin” nasıl devredileceği tane tane, bir güzel ve serinkanlı bir biçimde açıklamışlar.

MADDE 91- Türkiye Büyük Millet Meclisi, Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi verebilir. Ancak sıkıyönetim ve olağanüstü haller saklı kalmak üzere, Anayasanın ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve ödevleri ile dördüncü bölümünde yer alan siyasî haklar ve ödevler kanun hükmünde kararnamelerle düzenlenemez.
Yetki kanunu, çıkarılacak kanun hükmünde kararnamenin, amacını, kapsamını, ilkelerini, kullanma süresini ve süresi içinde birden fazla kararname çıkarılıp çıkarılamayacağını gösterir.
Bakanlar Kurulunun istifası, düşürülmesi veya yasama döneminin bitmesi, belli süre için verilmiş olan yetkinin sona ermesine sebep olmaz.
Kanun hükmünde kararnamenin, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından süre bitiminden önce onaylanması sırasında, yetkinin son bulduğu veya süre bitimine kadar devam ettiği de belirtilir.
Sıkıyönetim ve olağanüstü hallerde, Cumhurbaşkanının Başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulunun kanun hükmünde kararname çıkarmasına ilişkin hükümler saklıdır.
Kanun hükmünde kararnameler, Resmî Gazetede yayımlandıkları gün yürürlüğe girerler. Ancak, kararnamede yürürlük tarihi olarak daha sonraki bir tarih de gösterilebilir.
Kararnameler, Resmî Gazetede yayımlandıkları gün Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulur.
Yetki kanunları ve bunlara dayanan kanun hükmünde kararnameler, Türkiye Büyük Millet Meclisi komisyonları ve Genel Kurulunda öncelikle ve ivedilikle görüşülür.
Yayımlandıkları gün Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulmayan kararnameler bu tarihte, Türkiye Büyük Millet Meclisince reddedilen kararnameler bu kararın Resmî Gazetede yayımlandığı tarihte, yürürlükten kalkar. Değiştirilerek kabul edilen kararnamelerin değiştirilmiş hükümleri, bu değişikliklerin Resmî Gazetede yayımlandığı gün yürürlüğe girer.


Hal böyle olunca, insan ne diyeceğini şaşırıyor. Hadi, “insan”ı katmayayım bu cümlenin içine; sadece ben şaşırıyorum diyeyim, çünkü bu anayasayı yazanlar da, yürürlüğe koyanlar da insandı, onlar şaşırmadıklarına göre…

Seçim sonrası sürekli, en önemli önceliğimiz olduğu söylenen yeni sipsivil anayasa yapıldığında herhalde bu konu düzenlenir! Düzelir demiyorum, yeniden düzenlenir diyorum!

Esasında demek istediğim KHK anayasaya aykırıdır, şöyle yanlıştır, böyle anlamsızdır filan değil; bizatihi anayasanın kendi maddeleri birbirlerine aykırıdır.

Her şey bir yana, neticede KHK, sırtını anayasaya dayamış, gücünü de buradan almakta.

Sıkıntı, bu işin içimize sinip sinmemesinde!

KHK’lerin varlığı benim içime sinmiyor!

Hele hele “Kanun Hükmünde Kararname” olan ismini hiç hazmedemiyorum.

Bana göre bu ad yerine “Kestirmeden Hazırlanmış Kanun” dersek buna, psikolojik olarak bir engeli aşmış oluruz.

Benimkisi şu hesap: “Her şeyimiz olmuş, bir fıstığı yeşil kalmış!”

Burhan Kuzu’nun bu son KHK furyasına neden olacak Yetki Kanunun Meclis Genel Kurulunda görüşülmesi sırasında yaptığı konuşmanın giriş bölümünden kısa bir alıntı:

“Değerli arkadaşlar, kanun hükmünde kararnameler konusu kamu hukukunun ve anayasa hukukunun en çetrefilli konusudur. Bu mesele benim doktora tezimdir aynı zamanda söylemesi ayıp. Dolayısıyla, beş yüz sayfalık emeği olan bir çalışma yayınladım.
Fransa'nın başına yıllarca sıkıntı çıkarmış, hep tartışılmış, iki yüz yıldan beri Fransa bunu kaldırmak için çabalamış ama bir türlü kaldıramamış. Demek ki bu bir ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Evvela bunun altını çizmemiz lazım. Benzer görüşmeler Almanya'da gerçekleşmiştir, benzer tartışmalar İtalya'da vardır. Gerek olağanüstü hâllerde gerek normal dönemlerde kanun gücünde kararnameler kurumu hep olmuş.
Tabii, tartışmanın temeli nereden kaynaklanıyor? Kuvvetler ayrımına yer veren modellerde bu tartışma çok doğaldır. Yasama kanun yapar, yürütme bunları uygular, yargı da aradaki ihtilafları çözer.
Şimdi, getirdiğimiz kurum ya da dünyada tartışılan bu kurum, bu iki yetki arasında orta bir yerde bulunuyor. "Decret-loi" dedikleri "kararname-kanun" şeklinde iki taraflı olan bir işlem türü bu aslında. "Decret" (kararname) kelimesi yürütmenin işlemi olmasından kaynaklanıyor, "loi" (kanun) kelimesi de kanun muhtevasına sahip olmasından kaynaklanıyor. Dolayısıyla da yasama diyor ki: "Ben bu yetkiyi sana vermem." Yürütme diyor ki: "Benim ihtiyacım var." Hasılı bu tartışmalar hep yaşanmış.”


Bilindiği ve yaşanıldığı gibi, 5 Nisan 2011 tarihinde Meclis tatile girmeden, 6 ay içinde onlarca KHK çıkarmak için bir Yetki Kanunu çıkarıldı.

Çıkarılan Kanunun adında da anlaşılacağı üzere, (kapsamı) mezhebi geniş!

“Kamu Hizmetlerinin Düzenli, Etkin ve Verimli Bir Şekilde Yürütülmesini Sağlamak Üzere Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Teşkilat, Görev ve Yetkileri ile Kamu Görevlilerine İlişkin Konularda Yetki Kanunu”

Adı böyle olan kanunun maddeleri kim bilir nasıldır?

Okunsun ve anlaşılsın diye değil, şöyle bir göz atılıp, kalınlığı görülsün diye bu kanunun sadece 1 nci maddesini aşağıya alıyorum. Madde içindeki numaralar kafa karıştırıyor ama sonuç olarak hepsi 1 nci madde!

Bu madde üzerinde söz alan milletvekiline Allah sabır versin demekten başka ne diyebiliriz!

MADDE 1- (1) Bu Kanunun amacı, kamu hizmetlerinin düzenli, süratli, etkin, verimli ve ekonomik bir şekilde yürütülmesini sağlamak üzere;
a) Kamu hizmetlerinin bakanlıklar arasındaki dağılımının yeniden belirlenerek;
1) Mevcut bakanlıkların birleştirilmesine veya kaldırılmasına, yeni bakanlıklar kurulmasına, anılan bakanlıkların bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşlarıyla hiyerarşik ilişkilerine,
2) Mevcut bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşların bağlılık ve ilgilerinin yeniden belirlenmesine veya bunların mevcut, birleştirilen veya yeni kurulan bakanlıklar bünyesinde hizmet birimi olarak yeniden düzenlenmesine,
3) Mevcut bakanlıklar ile birleştirilen veya yeni kurulan bakanlıkların görev, yetki, teşkilat ve kadrolarının düzenlenmesine, taşrada ve yurt dışında teşkilatlanma esaslarına,
b) Kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilen memurlar, işçiler, sözleşmeli personel ile diğer kamu görevlilerinin çalışmalarında etkinliği artırmak üzere, bunların atanma, nakil, görevlendirilme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usûl ve esaslarına,
ilişkin konularda düzenlemelerde bulunmak üzere Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermektir.
(2) Bu Kanuna göre çıkarılacak kanun hükmünde kararnameler;
a) Kamu hizmetlerinin bakanlıklar arasındaki dağılımının yeniden belirlenmesine ilişkin olarak,
1) 14/7/1965 tarihli ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanununda,
2) 24/5/1983 tarihli ve 2828 sayılı Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Kanununda,
3) 27/9/1984 tarihli ve 3046 sayılı Bakanlıkların Kuruluş ve Görev Esasları Hakkında 174 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile 13/12/1983 Gün ve 174 Sayılı Bakanlıkların Kuruluş ve Görev Esasları Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Bazı Maddelerinin Kaldırılması ve Bazı Maddelerinin Değiştirilmesi Hakkında 202 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanunda,
4) 10/10/1984 tarihli ve 3056 sayılı Başbakanlık Teşkilatı Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanunda,
5) 8/1/1985 tarihli ve 3143 sayılı Sanayi ve Ticaret Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanunda,
6) 21/5/1986 tarihli ve 3289 sayılı Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğünün Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanunda,
7) 9/12/1994 tarihli ve 4059 sayılı Hazine Müsteşarlığı ile Dış Ticaret Müsteşarlığı Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanunda,
8) 1/5/2003 tarihli ve 4856 sayılı Çevre ve Orman Bakanlığı Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanunda,
9) 27/10/2004 tarihli ve 5251 sayılı Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanunda,
10) 10/11/2004 tarihli ve 5256 sayılı Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü Teşkilât ve Görevleri Hakkında Kanunda,
11) 1/12/2004 tarihli ve 5263 sayılı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü Teşkilât ve Görevleri Hakkında Kanunda,
12) 13/12/1983 tarihli ve 180 sayılı Bayındırlık ve İskan Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede,
13) 13/12/1983 tarihli ve 190 sayılı Genel Kadro ve Usulü Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede,
14) 8/6/1984 tarihli ve 217 sayılı Devlet Personel Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede,
15) 27/6/1989 tarihli ve 375 sayılı 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu, 926 Sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanunu, 2802 Sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu, 2914 Sayılı Yükseköğretim Personel Kanunu, 5434 Sayılı T.C. Emekli Sandığı Kanunu ile Diğer Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması, Devlet Memurları ve Diğer Kamu Görevlilerine Memuriyet Taban Aylığı ve Kıdem Aylığı ile Ek Tazminat Ödenmesi Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede,
16) 7/8/1991 tarihli ve 441 sayılı Tarım ve Köyişleri Bakanlığının Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede,
17) 2/7/1993 tarihli ve 485 sayılı Gümrük Müsteşarlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede,
18) 19/6/1994 tarihli ve 540 sayılı Devlet Planlama Teşkilatı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede,
19) 25/3/1997 tarihli ve 571 sayılı Özürlüler İdaresi Başkanlığı Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede,
20) Diğer kanun ve kanun hükmünde kararnamelerin görev, yetki, merkez, taşra ve yurt dışında teşkilatlanma esasları, kadrolar, bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşların bağlılık ve ilgilerine ilişkin hükümlerinde,
b) Kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilen memurlar, işçiler, sözleşmeli personel ile diğer kamu görevlilerinin, atanma, nakil, görevlendirilme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usûl ve esaslarına ilişkin olarak;
1) 657 sayılı Devlet Memurları Kanununda,
2) 27/7/1967 tarihli ve 926 sayılı Türk Silâhlı Kuvvetleri Personel Kanununda,
3) 23/4/1981 tarihli ve 2451 sayılı Bakanlıklar ve Bağlı Kuruluşlarda Atama Usulüne İlişkin Kanunda,
4) 23/6/1981 tarihli ve 2477 sayılı 23/4/1981 Tarih ve 2451 Sayılı Kanunun Kapsamı Dışında Kalan Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Atama Usulüne İlişkin Kanunda,
5) 11/10/1983 tarihli ve 2914 sayılı Yükseköğretim Personel Kanununda,
6) 22/1/1990 tarihli ve 399 sayılı Kamu İktisadi Teşebbüsleri Personel Rejiminin Düzenlenmesi ve 233 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin Bazı Maddelerinin Yürürlükten Kaldırılmasına Dair Kanun Hükmünde Kararnamede,
7) Diğer kanun ve kanun hükmünde kararnamelerin memurlar, işçiler, sözleşmeli personel ile diğer kamu görevlilerinin atanma, nakil, görevlendirilme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usûl ve esaslarına ilişkin hükümlerinde,
yapılacak değişiklik ve yeni düzenlemeleri kapsar.


Hakikaten insan, daha doğrusu ben ne diyeceğimi şaşırıyorum. Son dönemlerde böyle “baba” maddeler hazırlanmasının tadına vardılar. Bu şekilde davranarak sadece kanunların Genel Kuruldan hızlı geçmesine neden olunmuyor aynı zamanda muhalefetin maddelere yönelik itirazlarını yaparken çok iyi hazırlanmamalarını da sağlıyorlar. Bir taşla iki kuş değil, bir küme kuş vurulmuş olunuyor.

Gene son yıllarda birbirinden bağımsız ve alakasız Kanun değişiklikleri “Torba Yasa”larla ve yukarıdaki gibi kalın maddelerle döşeyerek Genel Kurula getirilmesi alışkanlık haline getirildi.

Okuyanın dikkatini çekti mi bilmem, şu değiştirilmesi düşünülen ya da planlanan kanunlar maddeler halinde sıralanmış ve sanki “Ulan, ne olur ne olmaz, unuttuğumuz, gözden kaçırdığımız bir şey olabilir” edasıyla yahut “ şu kanunların da adını açık seçik yazıp eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmeyelim şimdilik” dercesine; 20 nci sıraya da “Diğer kanun ve kanun hükmünde kararnamelerin…” diye başlayan cümle yazılmış.

Böylece dibi bucağı olmayan bir yetki alınmış.

Bu Maddede adı “diğer”le başlayan kanunları ve KHK’ları bir yana bırakıp sadece adı, sanı, numarası belli olanlarda yapılacak değişikliklerin, acaba kaç madde olacağını şöyle biran için aklımdan geçirdim ve hemen geçirdiğime pişman oldum.

Ancak sadece ben değil, muhalefette aklından geçirmiş ama onlarda işin içinden çıkamamışlar.

MEHMET ŞANDIR (Mersin) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; öncelikle saygılar sunuyorum.
Tabii, işte, ne kadar konuşursak konuşalım sonuçta imam bildiğini okuyor. Dün söylediklerinizi bugün söylüyoruz, kendiniz telaffuz etmiyorsunuz ama tavrınızla diyorsunuz ki: "Dün dündür, bugün bugündür. Biz bu yetki yasasını çıkartacağız, isteseniz de istemeseniz de." Bu bir dayatma. Ama şu sorunun cevabı yok, yani getirdiğiniz kanunun gerekçesinde, ortaya koyduğunuz gerekçede söylediğiniz bir şey var, diyorsunuz ki: "Kamu yönetimini hantal yapısından kurtaramadık. Kurtarabilmek için gerekli hukuki düzenlemeleri yapamadık." Bu bir güçsüzlük ifadesidir, bu bir acziyettir, bu bir başarısızlığın ifadesidir, itirafıdır. Bence bu yetki yasası anayasal olabilir, geçmişte kullanılmış olabilir ama tek başına iktidar olan AKP için, Türk milleti karşısında bir başarısızlık belgesidir, bir başaramamanın itirafıdır. Öncelikle bunu kabul edeceksin.
İkinci husus, hukukçu kimliklerinize söylüyorum, gerçekten Anayasa'ya aykırı arkadaşlar. Bu kadar geniş kapsamlı bir yetki yasası olmaz.
Şimdi, Milliyetçi Hareket Partisi Grup ARGE'si bir çalışma yapmış, bu kanunla, bu yetki yasasıyla ne kadar sayıda kanunda değişiklik yetkisi alıyorsunuz? İnanınız ki toplamaya imkânım olmadı ama muhtemel, iki bin maddelik, yani Türk hukuk mevzuatının çok önemli bir kısmını kapsayan, kişisel hakları da kapsayan, yani Anayasa'nın 91'ine göre değiştirilememesi, yetki alınmamasını amir olan, kişisel hakları da kapsayan... İşte, buraya tek tek çıkarttık, yani 657'den tutun, işte 14 tane kanun, 9 tane kanun hükmünde kararname, bunlardaki değişiklikler, maddeleri alt alta sıralarsanız iki binin üstünde kanun maddesinde değişiklik yapma yetkisi alıyorsunuz.


Yazdıklarımın sıkıcı olduğunu taa başından söylemiştim; yalnız okuyana değil, yazana da ıstırap veriyor.

Gene diyeceklerimi diyemeden uzun bir yazı içine gömülmüş oldum. Yoruldum.

Halbuki yazımı, KHK konusuna değinerek Cübbeli Ahmet Hoca’ya getirecek onun Flaş TV’de yaptığı sohbetlerin birinde neden çok sevindiğini anlatacaktım ve böylece bir türlü sonuna numara koyamadığım yazılara son vermiş olacaktım.

Nasip değilmiş.
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
account (16-12-2011), AnnE (20-12-2011), ar_de_ (16-12-2011), buena vista (16-12-2011), dentist (20-12-2011), dohol (26-12-2011), Master (16-12-2011), Oğuzhan (20-12-2011), Ramo (17-12-2011)
  #275  
Eski 16-12-2011, 02:03
ar_de_ - ait Avatar
ar_de_ ar_de_ bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Jan 2007
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 133/1013
108 Mesaj ına 737 Kere teşekkür edildi
Tanımlı

sevgili Emin, cübbeli ahmet hoca nın sizi sevindiren sohbetini nasıl merak ettim anlatamam ... yazının sonunu çok enteresan bağlamışsınız. bir sonraki yazınızı koca bir bahçe heyecanla bekliyor ( ayrıca yazınız değil maalesef içeriği ıstırap verici )
Alıntı ile Cevapla
ar_de_ kullanıcısına teşekkür edenler
bikmisbroker (03-04-2012), dentist (20-12-2011), dohol (26-12-2011), Emin (06-02-2012)
  #276  
Eski 06-02-2012, 13:48
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Deli Emin: Deh dedim, gitmedi at

Uzattıkça uzattım ve yazarken zorlanmaya başladım.

“Bir şeyler yazmam gerek” düşüncesi kafama çöreklendiğinde, gerilmeye başlıyorum.

Önce yazıya nasıl başlayacağıma, içimi ne kadar açacağıma, eteğimdeki taşların ne kadarını dökeceğime karar vermeye çalışıyorum.

Bu durum çok zamanımı alıyor ve sazına akort yaparken telini koparan acemi adamın şaşkınlığına benzer bir hale düşüyorum.

Sadece bu açmaz değil, bir de yazımı nasıl bitireceğimi düşünüp, geriliyorum.

2012 yılındaki bu ilk yazı için de aynı gerilimi yaşıyorum.

Çünkü: Erzurum’a gittiğimde görüp, yaşadıklarımla; Antalya’ya döndükten sonra kafamı kurcalayan konuları harmanlayıp bir şeyler yazmak istedim ve bir türlü tamamlayamadım.

“Boz Bulanık” başlığıyla 04 Ağustos 2011 tarihinde başladığım yazının dibine “Zaman bulursam devamı olacak” diye not düştüm. Sonra “Bulanık Su” başlıklı yazıyı, ardından “Hafıza-i Beşer”i, onun da peşinden “Nisyan ile Maluldür” ü, daha sonra “Yara İçinde Bıçak Çevirircesine”yi ve son olarak “Kanun Hükmünde” adlı tam 6 uzun yazı yazmama rağmen mevzuyu kapatamadım.

187 günde, diğer bir deyişle 6 ayda konuyu bağlayamamışım. Ben gerilmeyeyim de kim gerilsin!

Bu yazıya başlamadan burada yazdıklarıma şöyle üstünkörü bir göz gezdirdim.

Sevgili ar_de_’nin son notuna baktım, bir sonraki yazımı tüm Bahçe’nin heyecanla beklediğini yazmış. Bu yargıya nasıl varmış bilemiyorum. Bildiğim bir şey var kii Sayın ar_de_’nin yazdıklarımı didik didik okuduğudur. Onun yazacaklarımı heyecanla beklediğine gerçekten inanıyorum.

Benim herhangi bir şeyi yazarak anlatma gereksinimim elbette kedi ruh sağlığım için önemli ama belki daha önemlisi yazdıklarımın okunmasıdır.

Bir yazıyı okumak, ille de yazanı ve okuduklarını anlamak anlamına gelmez. Belki de gelebilir, çok iddialı laflar etmek istemem. Kendi adıma, doğrusu çok fazla anlaşılmak da istemem!

Anlaşıldığım an, o konuda diyeceklerim bitmiş olur! İşin yoksa yeni konu ara!

Yine yazdıklarıma bakarken Sevgili AnnE’nin kısa ve öz hatırlatmasıyla karşılaştım. ''Atlar hazır efendim !!” “Seha L. Meray'a saygıyla” demiş.

Tabii ki ilk kez okumuyorum AnnE’nin bu yazısını ancak ilk okuduğumda farklı düşünmüştüm, şimdi okuduğumda çok daha farklı düşünmeme neden oldu.

Seha L. Meray’ın bu yazısında kendini bir halt sananlara göndermeler var.

Hele yazının içinde bir “Deli Yazar” var ki, kendimi o sandım. Belki de Sevgili AnnE bana bu deliyi hatırlatmak istemiştir diye düşündüm ve dosdoğru söylemek gerekirse çok hoşnut oldum.

Şimdi, LX’ten sonra kuyruğuna bir türlü rakam koyamadığım bu yazı da dahil 7 tane yazının ardından bundan sonra inşallah kısa bir süre içinde yazacağım 8 inci yazının sonuna “Altmış bir”i koyacağımı umarak sözü Seha L.Meray’ın “Su Başını Devler Tutmuş” adlı kitabındaki “Atlar hazır efendim” başlıklı yazıya bırakıyorum.

“ATLAR HAZIR EFENDİM”
Almanların güzel bir deyimi var: Tiyatro oyunlarında önemsiz roller için “Atlar hazır, efendim-rolü” (Die Pferde sind gesattelt-Role) diyorlar. Hani, Kont ya da Baron, konuklarıyla önemli konular konuşurken, kapı açılır, uşak girer içeriye: Atlar hazır, efendim” der, çıkar. Ya da, baş oyuncu zile basar, uşak gelir, “Buyrun efendim der; baş oyuncu “Bize çay getir” buyurur; uşak bir şey demeden ya da çok çok “Başüstüne, efendim” diyerek, ayrılır sahneden. Çayı getirir az sonra, yine bir şey demeden çıkar. Öteki oyuncular görmezler bile onu; seyirciler farkına bile varmazlar. Böyle rolde olanlar, bir daha ya son perdede, konuklara şapkasını, paltosunu almak için görünürler, ya hiç görünmezler oyun boyunca.

Bu küçük roller, genç oyuncular için “sahneye alıştırma”, “ısındırma” rolleridir. Seyirci kalabalığından ürkmemek, sahne ışıklarından gözleri korumak alışkanlığı verir. Kendini bilen oyuncu, ne yaptığını bilir bu rollere çıkarken; ölçülü davranır, bir şeyler öğrenmeye çalışır, kasılmaz, aşırılığa kaçmaz, “rol kesmez”. O birkaç sözcüğü söyleyip, sahiplerine bırakır oyunu. Bir çıkar, beş çıkar böyle rollere, yeteneği varsa usta oyuncu olur ileride.
Ama kimileri, yaşam boyu böylesine rollere çıkarlar da, kendilerini en büyük oyuncu sayarlar. “Atlar hazır, efendim” der, başka bir şey demez ama, hem oyunda, hem oyun dışında, o oyunun her şeyi kendisiymiş, yazar da onun için bu oyunu yazmış havalarına bürünür. “Ben olmasam…” kasıntılarına kaptırır kendini; seyircilerin bakışlarını, alkışlarını baş oyunculardan çalmak için neler yapmaz, nasıl çırpınır! Bütün bunları yapar ve… seyirciler, “Amma da berbat etti rolünü!” derler sonunda.

Yalnız tiyatroda değil, başka pek çok alanda böyleleri var. Yetenekleri “Atlar hazır, efendim” demekten öteye gitmese de, o alandaki baş oyuncuların rolünü kıskanır böyleleri. Kıskanıp da, bunu bir gizli yara gibi içinde taşıyacağına, baş oyuncular gibi davranma, onlar gibi konuşma sevdalarına düşer. Şu da olur kimi zaman: baş oyuncu ya da önemli oyunculardan biri, özürü yüzünden gelmemişse bir akşam oyuna, onların yerine çıkar sahneye “Atlar hazır, efendim” oyuncusu. Sonra dinleyin, seyredin artık onu, katlanabilirseniz. Bilsin bilmesin her konuda “Bana kalırsa…” diye başlar, neler saçmalamaz, geçici rollerin havasından çıkamayıp! Sen kim oluyorsun ki, sana kalsın?” diyen de pek olmaz çoğu zaman.

Sanırım, politikada da belli oluyor oyuncuların çapı; biraz zaman alsa da belli oluyor, kimler büyük oyuncu, kimler “Atlar hazır, efendim” rolünde. Gerçek büyük oyuncular, ucuz “rol kesmek” heveslerine kapılmazlar; her oyunu oynama gönüllüsü de değil böyleleri. Kendilerine de, politika sanatına da, seyirciye de saygılı olurlar. Oyun iyi olmalı sanat değeri bakımından; yutturmaca olmamalı; seyirci de umduğunu, beklediğini bulmalı, aldatılmamalı.

Ünlü kemancı Heiftz şöyle demiş: “Bir gün çalışmazsam, ben farkına varırım; iki gün çalışmazsam, karım fark eder; bir hafta çalışmazsam, dinleyicilerim; bir yıl çalışmazsam, o zaman belki eleştiriciler bile anlarlar.” Politikacı büyük virtüozlar da böyle oluyor galiba: Bir değer düzeyi, dürüstlük çizgisi koyuyor kendisi için; aşağısına katlanamıyor; kimseyi de katlandırmak istemiyor. “Atlar hazır, efendim” rolü sunulmuşsa kendisine, ya daha başından, “Ben böyle role çıkmam” deyip, çıkmıyor; ya da rolü neyse, küçük büyük, rolünün hakkını verip, çekiliyor sahneden.

Kimileri oyun gereğini aşan zoraki bir birleşmenin karşılığı içinde; her biri kendini baş oyuncu sanır: gerçekten baş rol kimin, ikinci roller kimlerde, efendi kim, uşak kim, hırsız hangisi, polis rolünde kimler oynuyor, bilmek, görmek istemezler. Sanki sahne yalnız kendisi için kurulmuş, seyirciler yalnız onu görmeye gelmişler; ne söylese, parmağını oynatsa, alkış, alkış, alkış gelecek! Dünyanın en önemli lafını edercesine, bir “Atlar hazır, efendim” derler ki, kırılır seyirci gülmekten, oyunun en dramatik yerinde. Atlar değil, “kurtlar hazır” dese de böylesi, sonuç aynı; başka sözü olmadığını herkes bilmekte!

Bir başkası, o deli fıkrasını anımsatır davranışıyla: Bir deli, kağıt kalem istemiş, roman yazmak için. Vermişler; yazıp durmuş günlerce; kağıt yetiştirmekte güçlük çekmişler. Sonra “Bitti, alın okuyun” demiş deli-yazar. Okumuşlar: Bir güzel başlıyor roman. Komşu köyde iki aile yaşarmış; kan davası varmış aralarında. Birinin kızıyla, ötekinin oğlu birbirlerine delice vurgun. Ama aileler var arada. Gençler karar vermişler: oğlan kızı kaçıracak bir gece. Bir at bulmuş delikanlı; gece kızın evine gelmiş gizlice; atmış kızı atın sırtına…

Buraya kadar nefis bir roman, iki yüz sayfa boyunca. Sonu şöyle fıkranın: delikanlıyla genç kız başlamışlar kaçmaya, dağ taş aşarak. Bir dereye gelmişler. Delikanlı ata “Dah!” demiş; gitmemiş. Sonra birkaç yüz sayfa geliyor, o bitmeyen romanda: “Dah!” dedi, gitmedi at; “Dah!” dedi, gitmedi at; “Dah!” dedi, gitmedi; “Dah!” dedi, gitmedi; “Dah!” dedi, gitmedi; “Dah!” dedi, gitmedi; “Dah!” dedi, gitmedi; “Dah!” dedi, gitmedi; “Dah!” dedi, gitmedi; “Dah!” dedi, gitmedi; “Dah!” dedi, gitmedi…

Böyle politikacılar da var. Ya konuşmalarının başında bir “Dah! dedi, gitmedi at” tutturup, hep onu söylerler; ya da bir-iki doğru dürüst laf eder gibi yapıp, sonra ardı gelmez “Dah! dedi, gitmedi” yinelemelerine kaptırırlar kendilerini. Aslında bunların çapı, “Atlar hazır, efendim” rolü ölçüsünde de ondan. Nesi var, nesi yok dağarcığında, bu kadarcık işte böylelerinin.

Asıl acınacak olanlar, kendilerini büyük rollere hazırlamış olsalar da, gücü bu çapta oyun kaldıramayanlar; böyleleri, başarılı başka büyük oyuncuları bir türlü çekemezler çoğu zaman. Onların yanında ikinci role çıkmaktansa, kumpanya değiştirmeye kalkışırlar. Dolaşmadığı kumpanya da kalmaz böylelerinin ne oyun oynandığına bakmadan. Her kumpanyanın da baş oyuncuları olduğunu neden sonra görürler. Her yeni kumpanya, oyunlarında böylelerine verdikleri sözü bir yana atıp ya sıradan bir rol, ya da “Atlar hazır, efendim” rolünü verir. O zaman böyle rollerde bir kıskançlık kemirir içini, kumpanya değiştirenin. Başroldekinin ayağını kaydırma derdine düşerler, yeni katıldıkları kumpanya içinde. Kendileri parlayamayacaksa, başkaları da parlamasın, oyun “yatsın” isterse, umurlarında mı? Ya da tutamazlar kendilerini: Yeni kumpanyada, küçük rolleri içinde, baş roldeki oyuncu havalarına girer de, büyük laflar etmeye kalkışınca, bir güldürürler ki seyircileri! Güler seyirciler, ağlanacak hallerine.

Kimileri, “baş ol da, istersen soğan başı ol” sözü uyarınca, kendi başlarına kumpanya kurmaya özenirler. Kurarlar da. Batırırlar kumpanyalarını çok geçmeden, seyircisizlikten.

Dost sanatçının dedikleri –çok başka düzeyde söylenmiş olsa da- böylesine uygun düşüyor:

Yanar döner,
döner
Dönersin de dönersin
İstemezsin dursun
Bir kez durdu mu
Yoksun ki
Kül mü, toz mu, ne?

O güçsüz omuzlarına, “Atlar hazır, efendim” rollerinden daha ağırını alma heveslilerine de biçilmiş kaftan şu sözler – dost sanatçı bambaşka düşünceler içinde olsa da:

Koydun da koydun
Yükledin de yükledin
Taşır mı
Çeker mi, çöker mi
Durup düşünmeden…

Nasipleri –yetenekleri oranında- hep küçük oyunlar oynayıp, kendilerini baş oyuncu sayma düşlerinde olanların başlarına gelen, dost başından ırak ola: “Atlar hazır, efendim” deseler de her oyunda, bir de bakarlar ki bir gün, efendileri otomobile, uçağa atlamış, uzaklaşmış. Baş başa kalmış atlarıyla, başkalarına at sunmakla kendini binici sanan. Artık yapacağı, seyirci uğramaz, boş tiyatrolarda, boş sahnelerde ya da aynalar karşısında oynamak oyununu, avunmak için. Avutabilirse kendini…
(Cumhuriyet, 16 Ekim 1975)
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
AnnE (10-02-2012), ar_de_ (11-02-2012), bikmisbroker (03-04-2012), buena vista (07-02-2012), dentist (06-02-2012), Master (06-02-2012), neron (16-02-2012), Ramo (06-02-2012)
  #277  
Eski 10-02-2012, 11:15
AnnE - ait Avatar
AnnE AnnE bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Bulunduğu Yer: Suriçi
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 606/518
314 Mesaj ına 5527 Kere teşekkür edildi
Tanımlı

Yanlış anlaşılmak iyidir. Gec anlaşılmak daha iyidir.

yazmak da iyidir ama yazabilmek icin bissürü sey lazım.
Sanırım, yaştan mıdır nedir ; yazma kaabiliyeti mi desem istegi mi desem kayboluyor.
Gecen gün baska bir mecrada bir Pakistanlı'nın '' ülen bu yahudilerden bi sürü adam cıkıyor da müslümanlardan neden cıkmıyor '' diye nette gezen bir yazısıyla ilgili bir yazı yazdıydım, dilim damagım kurudu yazana kadar.

Yazmak aslında için dökmek, kusmak bir nevi.Ama ortalıkda o kadar kusturucu şey var ki.
Alıntı ile Cevapla
AnnE kullanıcısına teşekkür edenler
ar_de_ (11-02-2012), bikmisbroker (03-04-2012), Emin (01-04-2012), Master (12-02-2012), neron (16-02-2012), Ramo (10-02-2012)
  #278  
Eski 11-02-2012, 20:29
ar_de_ - ait Avatar
ar_de_ ar_de_ bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Jan 2007
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 133/1013
108 Mesaj ına 737 Kere teşekkür edildi
Tanımlı

sevgili Emin, “Yara İçinde Bıçak Çevirircesine” yazınızın 1. bölümünü "benimle benzer duyguları olanlar varmış" hissiyatıyla okudum. 2. bölümünü okurken Seha Meray ı merak edip küçük bir internet araştırması yaptım "aydın bir akademisyen" olduğunu öğrendim. (yaş itibarıyla Seha beyin yazdığı tarihlerde henüz okuma-yazmam yoktu ) 3. bölümde "kırmızı bisiklet duygusallığı"yla tam bir salya-sümük durumum vardı
siz her zamanki emeklerinizle yazınıza Seha Meray ın yazısını eklemişsiniz, AnnE de ( benim gibi bıdı bıdı yapacağına ) tek bir cümle yazarak sizi yorumlamış. yazıyı didiklemek başkaaaa, okuyup-anlayıp-aynı çizgide yorumlamak başka.ikinize de helal olsun ( AnnE nin tabirini temel alırsak; ikinizin de onca kusturucu karşısındaki kusmalarınız çok hoş )
arkası yarınları ve haftalık çizgi romanları beklemeyi bilen ve seven biri olarak ve de nitelikli yazılarınızın takipçisi olarak ; bahçede aşağı yukarı benim genel düşünce yapıma sahip pek çok insan olduğunu düşünerek çoğul yazıyorum.
Ahmet beyin o tv kanalındaki sohbetlerini merak edip internetten bir iki kısa bölümünü gülümseyerek izlediğim için sizi "sevindiren" kısmı merak etmemden daha doğal bir şey olamaz ben işi biraz şakaya vursam da eminim siz konuyu mutlaka ciddi ve önemli bir noktaya bağlayacaksınız ki; bu sebepten "o yazınızı merakla beklemek" durumu hala geçerliliğini koruyor.
o yazıyı beklerken AnnE nin yorumuna cevaben önümüze koyduğunuz "“ATLAR HAZIR EFENDİM” yazısı 1975 te yazılmış. 2012 itibarıyla hala her paragraftaki tanımlamaları eşleştirebileceğimiz sanatçılarımız-gazetecilerimiz-politikacılarımız var maalesef
"Bu ülkede çok dert var, konu bitmez” derler. 50 sene önce ne derdimiz varsa hala aynı... " demiş karikatürist Erdil Yaşaroğlu. lütfen anlaşılmaktan ve yeni konu aramaktan korkmayın. kaynak neredeyse sonsuz gibi ...
sağlıcakla kalın
Alıntı ile Cevapla
ar_de_ kullanıcısına teşekkür edenler
AnnE (13-02-2012), Emin (01-04-2012), neron (16-02-2012)
  #279  
Eski 02-04-2012, 00:10
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Dört Dörtlük

Bugüne kendimi şartlandırdım, dört dörtlük bir yazı yazmak istiyorum.

Ne kadar iddialı bir başlık ve ardından kurulan bu ilk cümle!

Ne haddime!

Sanki yazmayı becerdim de, bir de üstüne üstlük dört dörtlük yazı olacak!

Aşağı yukarı 15-20 gündür bir şeyler yazma krizine girdim. Kriz kelimesini özellikle seçtim çünkü; "yazmam lazım, yazmam lazım" diye günün belirsiz saatlerinde aklıma takılıyor bu istek.

Tamam da, ne yazacağımı bilemeden böyle sayıklamak çok anlamlı değil. Sadece sayıklamış ya da arzulamış olmanın ötesine geçmiyor.

Bilmiyorum belki birçoklarında oluyordur; acıkırsın, için kıyılır ama ne yiyeceğine bir türlü karar veremezsin, zaten içinden bir şeyler hazırlayıp yemek şöyle dursun, var olanları da canın çekmez, çiğnemeyi bile dişlerine eziyet sayarsın, sonra miden kasılmalarını o öğün için erteler. Günün veya yaptığın işlerin hayhuyu içinde bir sonraki öğün zamanına kadar o gereksinim fısalır.

Son iki gündür bu yazma açlığının doruğuna çıktım. Aman, yazayım da ne yazarsam yazayım, yeter ki yazayım seviyesine geldim.

Dün yazacaktım, olmadı. Ayak bağı olacak işleri aradan çıkarmam gerektiğini düşündüm. O türden işlere zaman ayırdım, şükür onları da hallettim ve bugün için artık ne bir engelim ne de yazmaktan kaçacak bahanem var.

Uykumu da tam almışım. Kahvaltımı bitirdiğim de saat 9 olmuştu. Hiç kaçarım yok, yazacağım. Kafamı toplamak için kendimce şeyler yapıyorum.

Hem üşendim hem de gerek görmedim yeniden demlemeye, kahvaltıda içtiğim çayı bir saat kadar sonra yeniden ısıttım. Elime aldığım kulplu cam bardaktaki çayla seraya girdim. Bir yandan çayımı yudumluyorum, diğer yandan dün gübreli su verdiğim ve ilaçlama yaptığım ürünlere bakıyorum.

Bir gören olsa "adamdaki keyfe bak" veya "ilgiye bak" diye söylenir. Oysa ben ne yazacağımı düşünüyorum.

İçim açılacak yerde bezgin bezgin eve girdim. Bir bardak daha çay doldurdum, televizyonu açtım, Cumartesi olduğundan mı, yoksa başka nedenlerden mi, dolaştığım kanallarda izlemeye değer bir şey bulamadım ama çayım bitene kadar da TV8'de, gazetelerden dangıl dungul haberlere yorum yapan Seda Akgül’ün sunduğu Erken Baskı adlı programı izledim. Sonunda bilgisayarı açıp gazete manşetleri ile birkaç yazarın köşe yazılarını okudum.

Nerdeyse öğlen olacak ama ben daha temiz bir Word sayfası açmadım.

Bu arada aklıma bizim hanım geliyor, niye beni bu saate kadar aramadı. Onlar Ankara'da ben buradayım. Avea'nın bilmem ne paketine, bilmem şu kadar lirayla katılmış; sabah 5, akşam 5 arası tüm Avealılarla bir ay boyunca bilmem kaç dakika görüşme yaptığı için onu ben aramıyorum, o beni arıyor, önce hayatta olup olmadığımı anlıyor sonra başlıyor benden rapor almaya, o işi ne yaptın, bu iş nasıl oldu, ne yedin, ne sattın, kim geldi, kime gittin, ne aldın falan filan...

Neyse bugün gecikmeli de olsa aradı, içinde bulunduğum durumu, dün yaptığım işleri ve görüştüğüm kişi ve konuları anlattım ama yazı yazma krizi içindeyim diye bir konudan bahsetmedim. O da çıktı aradan.

Nihayet bir boş sayfa açtım, sayfanın adı da ekranın hem altında hem üstünde "Belge1" diye görünüyor. Bu kez bu isme takıldım, biran önce adını belirleyip yazacaklarımı kaydetmek için bir başlık düşünmeye başladım.

Gündemdeki dört artı dört artı dört yasasından etkilendiğimden olsa gerek boş sayfanın başına "dörtdörtlük" diye bitişik bir söz yazdım, nasılsa bu kelimenin altında kırmızı dalgalı bir çizgi çıkacak ve ben hatalı yazdığımı bildiğim için bu dosyayı kaydettikten sonra ayrı ayrı yazarak düzeltecektim ama böyle kırmızı bir çizgi çıkmadı, şaşırdım. Dosyayı kaydettikten sonra TDK'nın Yazım Kılavuzuna baktım; doğru biçiminin "dört dörtlük" olduğunu gördüm. İyi de Microsoft neden bu işe müdahale etmedi? Bir süre programın ayarlarında bir terslik mi var diye oyalandım, sonra kendime kızarak vazgeçtim, oyalayıcı işlerden.

Bayat çayı ısıtmak için mutfağa geçtim. Ekran öyle açık dururken kapının önüne çıktım. Çay ısınana kadar her tarafa bakındım durdum. Yazı yazacağım aklımdan çıkar gibi olmuştu.

Üzerinde sapsarı limonlar olan ağaca baktım, uzunca bir süre. Yeni çiçeklerini patlattı patlatacaktı, eski yaprakların çoğu dökülse de ağaç yemyeşildi, yeni yapraklar da kahverengi ile haki karışımı bir renkte fışkırmış, boyları bir parmak boğumu kadar olmuştu. Ben bunlara bakarken birden ağzımdan 79 diye bir ses çıktı. Meğer aynı zamanda ağaçtaki limonları sayıyormuşum. Sabah kahvaltıya çıkardığım zeytinlere sıkmak için bir tane limonu kopardığım geldi aklıma. "Demek ki" dedim, "sabah onu koparmasaydım 80 tane limonum olacaktı."

İşte o arada nasıl olduysa kendime gelir gibi oldum ve dedim ki: "Hay sıçacam ağzıma. Şu halime bak. Bir yazı yazacaksın, kıçın kır, otur yaz, ne yazacaksan yaz, bu ne seremoni böyle."

"Ağzıma sıçam" diye küfür edince de aklıma birden kadirşinas "alihoca" geldi!

Birkaç ay önce alihoca'yı aramıştım. Sanırım başka yazılarımda bahsetmişimdir; her ay olmasa bile yinede o sürelere yakın bir zaman dilimi içinde alihoca'yı ararım, telefonla. Hal hatır faslından sonra ne yapıp ne ettiğimizi dilimiz döndüğünce birbirimize anlatırız. İşte bu görüşmelerin birinde, ben içinde bulunduğum durumu, ektiğim ürünü ve o ürünün iş yükünü, getirisini götürüsünü onun isteği üzerine istemeden istemeden anlatırken şaşırmış ve o yumuşak konuşmalarını elden bırakmadan birden öfkelenmiş ya da acımayla öfkesini karıştırarak bana mealen şöyle demişti:

"Eminim, senden çok çok özür diliyorum ve rica ediyorum. Lütfen, bırak bu sera mera işlerini. Yol at, çek at içindekileri de. Git seranın taa ortasına da sıç! Bırak gitsin, ne olacaksa olsun lütfen..."

Onun bu özlü ve yerinde olan sözlerini tutmadım ama o an için çok rahatlamıştım.

İşte şimdi, hazır aklıma alihoca gelmişken bir arayıp, halini hatırını ve uzunca bir süredir hasta olan annesinin durumunu sorayım dedim.

Aradım, cevap vermedi.

Yarım saat kadar sonra o aradı, uyuyormuş. Saat olmuş öğlen, ama o uyuyormuş.

Konuşmamızın ardından ben yine yazmak için bilgisayarın başına geçtim. Düşün babam düşün. Bir türlü giriş cümlelerini bulamıyorum. Daha önceki yazılarıma dönüp baksam, bir çıkış yolu bulacağım belki ama özellikle o yazılara da bakmıyorum. Bu ne kabızlık anlamadım. Öyle sağ dirseğim masada, elimin içiyle de ağzımı avuçlamışım burnumdan soluyorum. Sol elimin parmaklarının ucuyla da masaya vurarak tıptıptıpırıp gibisinden ritmik sesler çıkarıyorum. Gözümde karşımdaki yarı sıyrık tül perdesinin aralığından komşunun serasının içinde, bir iki hafta önce diktiği tagetes fidelerinde. (Çiçekçilerin çelenkte veya ayaklı sepet dedikleri şeylerde sadece kafaları kopartılarak kullandıkları, parlak sarıyla turuncu renkte top top çiçekleri olan bir çiçek; bizim oralarda kadife derler adına.)

Ellerimle yaptığım tıpırtıyı kesince birden mutfaktaki garip sese kulak kesildim. Hızla mutfağa gittim. Bir saat kadar önce ısıtmak için altını yaktığım demlik isyan ediyor, çok kızmış su, kızgın su olmuş demliğin lülüğünden ocağın üzerine püskürüyor, brülör gözlerine sıçrayan damlalarda düzensiz aleve neden oluyor. Bir nevi, suyla ateş kavga ediyorlardı.

Bu kızgın su içeren demlik ne çok bana benziyor, tıpkı ben. Kızgın olmasına kızgınım ama kabımdan taşıyor muyum, kaçıyor muyum, beni kızdıranları söndürmeye mi çalışıyorum belli değil.

Çok kızgınım çok. Yukarıdan aşağıya, soldan sağa, yandan öbür yana, verevinden çaprazına...

Önceleri küskündüm, sonraları üzülmeyi iş edindim kendime, üzülürken ısındım, ısındım da ısındım, kaynamaya başladım. Şimdilerde kaynama noktasını çoktan geçmişim, kim bilir kaç derece olmuşum, kızmışım kızacağım kadar, buhar olmaktan tırsıyorum, küskünlüğüm biboka yaramadı bari kızgınlığım bir işe yarasın istiyorum ama biliyorum o da boşa gidecek, hayıf olacak.

Daha açayım; kime ve neye, nelere kızgın olduğumu. Benim dışımdakilere geçmeden önce kendime kızgın olduğumu baştan söyleyeyim.

Cumhurbaşkanına kızgınım, Cumhurbaşkanını halkın seçecek olmasına da kızgınım, gel seni seçelim deseler bile, bu halka da kızgınım.

Başbakana kızgınım, bakanlarına kızgınım, başbakanlarının ağzının içine bakan milletvekillerine hayda hayda kızgınım.

Meclis Başkanına da kızgınım, Komisyon Başkanlarına da, çıkardıkları kanunlara da, (KHK) Kestirmeden Hazırlanan Kanunlara da.

Akepe'nin zaten vıcık vıcık tereyağlı olan ekmeğine yağ süren Mehepe'ye de kızgınım.

İktidarın anladığı dilden konuşmayan ya da halkın anlayacağı dilden konuşmayıp, en fazla kibarca laf sokuşturmaya kalkan Cehepe'ye de kızgınım.

Daha hangi birini sayayım; Bağımsız mahkemeler mi diyeyim, Sendikalar mı diyeyim, Basın mı diyeyim, Televizyonlar mı diyeyim, Üniversiteler mi diyeyim, dibi bucağı yok ki kızgınlığımın.

Bu kızgın ruh halimle gene kendime bayat ama dilimi damağımı yakacak kızgınlıkta bir çay doldurup dışarı çıkarken karşıma dikilene de: "Çekil git ulan başımdan, bir de senle uğraşamam" dedim ve kovdum. "Ayrıca bugün iki satırlık bir yazıyı yazamadığım için kendime katmerli kızgınım" diye söylenerek eyvanın ucuna kadar gittim.

Hem çayın hem de kendimin biraz soğumasını bekledim.

Kışın kestirdiğim dut ağacının yerden yüksekliği yaklaşık 70-80 santim olan ve eski kasapların et kütüğünü andıran "kos"un üzerine sıçrayıp çömeldim, kös kös düşünmeye başladım.

Beni böyle kesik dut kosunun üzerinde biri görse, bu adam kafayı yemiş edasıyla ya gülerek ya da acıyarak bakacağı bir biçimde otururken az önce kovduğum it de gelip tam karşıma, eyvanın ucuna uzandı, bakışmaya başladık.

***
Bölüm 1

Konu Emin tarafından (02-04-2012 Saat 00:26 ) de değiştirilmiştir.. Sebep: Yazının tamamı ekranda gözükmediği için.
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
ar_de_ (06-04-2012), igencan (13-09-2012), neron (03-04-2012)
  #280  
Eski 02-04-2012, 00:30
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Dört Dörtlük

8 Mart Dünya Kadınlar Gününde bir akşamüzeri Düden Şelalesi ile Isparta Yolu arasındaki bir bölgede Emin'le karşılaştık. Ürettiği mallardan 6 kasasını Halde satmak yerine, tabii aynı zamanda komisyon kesintisi, hal rüsumu, stopaj ve KDV gibi şeylerden kurtulmak için Ispartalı bir manava bu yol üzerinde vermiş evine dönüyormuş, beni gördüğünde.

Ben de iki bisikletli çocuğun ardından yolun kenarından koşuyordum.

Bu birden durdu ve: "Bu it sizin mi çocuklar" dedi.

"Yok amca, deminden beri peşimizden geliyor, bizim değil" dediler.

"Erkek mi?"

"Yok, amca. Kancık, kancık"

"Başka kardeşleri var mı?"

"Bir tane daha var, o aşağıdaki ağacın yanında."

Arabasından indi, yanıma geldi, zaten ben iki büklüm çömelmiştim, ensemden tutup kaldırdı, arabasının arkasındaki kasaların içine koydu.

Arabasını döndürdü ve çocukların tarif ettiği ağacın altına gitti, oralarda biraz arandı ama eli boş döndü. İlk kez arabaya biniyordum, içim bir tuhaf oldu, pustuğum kasanın dibinden doğruldum, kasayı devirerek ağlamaya başladım, nere gideceğimi şaşırmıştım, temiz havaya ihtiyacım vardı. Bir yandan ağlıyor diğer yandan da arabandan çıkacak bir delik arıyordum.

"Kasayı mı devirdin, şerefsiz?"

Ağlaya ağlaya koltukların altından arabanın ön koltuğuna kadar geldim. Emin önce sevindi bu kaçma mücadeleme ama onun bulunduğu taraftaki açık pencereye doğru seğirtip kaçmaya çalışınca belimden yakaladı ama az daha araba yoldan çıkıyordu. Bir süre bir eli direksiyonda bir eli ensemde devam ettik yola, ben bağırmaya devam ediyordum. Sonra beni ön koltuğa fırlattı. Zaten içim allak bullak olmuştu daha fazla dayanamadım ve içimde ne var ne yok hepsini kustum. Koltuğun her tarafı battı, paspaslara kadar kusmuğum aktı, çıkardıklarımın bir kısmında gözüm kaldığı için yeniden yalamaya başlamıştım ki, "Hay ağzına sıçtığımın iti, sıçtın arabanın içine" dedi ve arabayı durdurarak beni gene kasaya koydu ama bu kez kasaya sağlı sollu iki kasa geçirerek kaçmamı tamamen engelledi.

Tanışmamız böyle oldu.

Çok zayıftım ve 3 gün boyunca bana verilen sütlü ekmekleri yerken bile tüm bedenim zangır zangır titriyordu. Üç gün boyunca akşamları aldığı evin değişik yerlerine de kafama göre çatlayınca artık bir daha akşamları beni eve almadı.

Bol süte doğranmış ekmekler, yoğurda doğranmış ekmekler, çorbalara, yemek artıklarına doğranmış ekmekleri bir hafta boyunca gözüm doyana kadar yedim, yediklerimi geğirerek çıkaracak gibi olmadan yayvan yalağımdan başımı kaldırmıyordum. Bir hafta içinde üç kez Emin'in deposu ile evi arasında yerlere değişik kıvamlarda çatladım. Bu son çatladığım çok pis kokuyordu, benim bile içim havalanmıştı yaparken.

Sadece yemeğe değil sevgiye, ilgiye ve oyuna da ihtiyacım vardı, zaman zaman bunları da veriyordu ama kerhen. Bir ara beni yanına çağırdı, çağırmadan gittiğim zaman çok fazla alaka göstermiyordu, başından savacak türdendi bana dokunuşları ama bu kez çağırmıştı, çağrıldığım zaman ilgisi daha çok oluyordu ve kuyruk sallayarak, kıvırtarak gidip önüne boynumu koydum, sağ ayağımı tokalaşmak üzere havaya kaldırdım. Tuttuğu ayağımla beni öyle bir kendine doğru kaldırdı ki, sevinçten uçuyordum ta ki birkaç saat önce çatladığım boka burnumu sokup, sürttürerek ve arkasından suratıma iki tokat yedikten sonra bu sevincimin ne kadar boş olduğunu anladım. Çığlık çığlığa ağlayıp kaçacak yer ararken nereye ve nasıl gittiğimi anlamadım bile.

Bir iki saat küs kaldım, akşam acıkınca küslüğümün faydasız olduğunu anladım ve çekinerek de olsa yılışmaya başladım. Bana pas vermedi ama yemeğimi suyumu gene esirgemedi. Sabah baktım bana karşı serinliği devam ediyor, öğlene doğru aynı mıntıkaya inadına gidip gene çatladım, bu da pis kokuluydu. Bu davranışımın bedelini daha fazla boka burnumu sürttürmek ve dört tokat olarak gördüm. Aramız bozulmaya başlamıştı.

Birkaç kez de o görmeden gidip serasına çatladım. Sonradan gördü ama onlar için dayak yemedim ancak seraya her girmeye çalıştığımda beni kovaladı, azarladı.

Evin merdiven kenarına bir gece yağmur yağdığı için gidip çatladım. Bu kez dayağımı plastik bir boruyla yedim ve gerçekten canım çok yanmıştı, belki bir saat ağladım. Aynı yerlere işediğim zaman o kadar kızmıyordu ama görünce bağırmaya başlıyor, çişimi yarıda kesip uzaklaşıyordum.

Dayaklarım bununla sınırlı kalmadı, kapısının önündeki koltuğa çıkıp yattığım zaman da ya terlik, ayakkabı gibi şeyler fırlatıyor ya da sarı süpürgeyle vuruyordu. Bir keresinde fırlattığı ayakkabı tekinin topuğu kafama geldi, feleğim şaştı, koltuktan yere düşercesine atladıktan sonra etrafımda bir iki tur daha döndüm, birkaç saat kendime gelemedim. Her dayaktan sonra ağladığımı ve küstüğümü söylememe gerek yok.

Benim bu koltuklar üzerinde yattığımı görmese bile dayak atıyordu ama o zaman süpürgeyle yapıyordu. Tüylerim ve kıllarım koltuğun süngerine yapışıyor, yakayı oradan ele verdiğimi düşünüyorum çünkü ne zaman eline süpürge alıp koltuğu süpürdüğünü görsem dayak yiyeceğimi anlıyorum ve bir süre gözden ırak oluyorum.

Laf aramızda ben ara sıra gene koltukların üzerine çıkıp yatıyorum. Gerçi bana yaptığı yatak çok hoş, büyük ve derin bir plastik leğenin içine süngerli bir minder koymuş, gömülüp yatıyorum, herhangi bir şikâyetim yok ama gene de gözüm koltukta.

Üç kez bende kene temizliği yaptı, cımbızı olmadığı için kargaburnu ile parmak aralarımdan kulağımın içine kadar ne kadar irili ufaklı kene varsa hepsini aldı, kimisini canlı kimisini pense içinde patlamış olarak. Pirelerim çoğalınca da bitkilerdeki yaprak pireleri için kullanılan mavi bir toz ilaçla pudraladı, beni. İlacın kokusu midemi havalandırıyordu ama şu sıralar artık koku moku yok, kaşınmam da kesildi. Sadece tüylerim mavileşti, mavi kutik oldum.

Son bir hafta içinde bol miktarda haşlanmış tavuk kemiği yemeğe başladım. Aynı yemeği iştahla yerken son birkaç gündür canım çekmiyor, benim yemeğe tenezzül etmediğim ve yalağımda bıraktığım bu tavuk kıymıklarını yan komşumuz Mevlit amcanın keneli abi itleri akşamları gelip çalıyorlar. Abi itler gelince kapının önündeki koltuğun altına saklanıyorum.

İlkinde 6, ikincisinde 13, en sonuncusunda da 18 tane kene temizliği yaptı. Bana kızıyor, neden Mevlit'in itlerinin ve keçilerinin bağlı olduğu mıntıkaya gidiyorum diye. Ne yapayım, canım sıkılıyor hep aynı yerde dolaşmaktan. Sonunda eczaneden alınan Keneson diye bir tozla her tarafımı buladı. Bu toz da pis kokuyor ve sanırım aynı zamanda tüy de döküyor; kafamda, yüzümde birçok yerim ala bula oldu.

Dün sabah bana haşlanmış tavuk kırpıntılarına doğramış olduğu yemeği verdi, biraz ağırlaşmıştı, bozuk kokuyordu, bir kez yaladıktan sonra bir daha ağzımı vurmadım, yemeğimi değiştirir sandım ama inat edip başka bir şey vermeyince bu sabaha kadar gıdım gıdım içim almasa da yedim. Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin! Dün o bozuk yemeği yediğim yetmiyormuş gibi bu sabah da kıymalı salçalı bir yemeğin üzerine dökülmüş bozuk sütle, bulamaç haline gelmiş yemeği önüme dayadı. Onu da yemeyince bana: "Sen bilirsin, istersen yeme. Ben seni hayata hazırlıyorum, sanma ki böyle sırtımı sağlam bir kapıya dayadım, hayat hep böyle sürecek. Yarın çöp kovalarında sana özel hazırlanmış dürüm döner bulacağını mı sanıyorsun? Bağlanmak istemiyorum, o yüzden de bak seni bağlamıyorum. Özgürlüğünün ve gençliğinin tadını çıkarabildiğin kadar çıkar. Şimdiden komşular mırın kırın etmeye başladılar bile. Kancık olduğun için iyice gıcıklarına gidiyorsun. Senin yüzünden yarın buraları erkek itler dolduracakmış, hele bir de doğum yaparsan... Zaten seni dün Mevlit'in tavuklarını eselerken görmüşler. Ufak ufak götün kalkmaya başladı" dedi.

Çok bozuldum, öğlene kadar koyduğu yemeğe ağzımı sürmedim ama belki akşama doğru yerim.

Bugün ona daha fazla yılıştım, yürürken ayaklarına dolanıyordum, bir iki kez yanlışlıkla ayağıma bastı, çığlık attım ama kabahat bende olduğu için fazla kafaya takmadım. Yanlış bir günde sevgi gösterileri yapıyorum galiba, çünkü hiç yüz vermediği gibi çok kızgın bugün. Allah sonumuzu hayreylesin.

Daha önce onu bu ağaç kütüğünün üstünde hiç görmemiştim. Benim gördüğüm üç, belki daha fazla çıkmıştır. O orada olunca ben de gidip onu seyrediyorum. İyi bir şey olsaydı oraya ben de çıkardım, yaptığına bir anlam veremedim, dangalakça bir şey ya da ne yaptığının kendisi de farkında değil.

Eve girdi çıktı, girdi çıktı. Onun evden her çıkışında ayaklarına dolanmayı da iş edindim bugün. Bazen koltukta birkaç dakikalığına oturuyor, o zaman ben de ayaklarının yanına uzanıyor, kuyruğumu betona ritmik bir şekilde vurarak tap tap tap yapıyordum, bir ayağımı da onun ayaklarının üzerine koyuyordum. Yine de bugün ona yaranamadım.

***
Bölüm 2
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
AnnE (02-04-2012), ar_de_ (06-04-2012), bikmisbroker (03-04-2012), igencan (13-09-2012), Master (02-04-2012), neron (03-04-2012)
Cevapla


Konuyu Toplam 1 üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Konu Seçenekleri Bu Konuda Ara
Bu Konuda Ara:

Gelişmiş arama yap
Modları Göster

Yetkileriniz
Yeni konu açabilirsinizdeğil
Yanıt gönderebilirsiniz değil
Eklenti gönderebilirsiniz değil
Mesaj düzenleyebilirsiniz değil

Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodları Kapalı
Gitmek istediğiniz klasörü seçiniz


Bütün Zaman Ayarları WEZ +2 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 14:09 .


Telif Hakları vBulletin v3.5.4 © 2000-2024, ve
Jelsoft Enterprises Ltd.'e Aittir.
Tercüme ve Tasarım : Arka & Bahce