Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::db_connect() should be compatible with vB_Database::db_connect($servername, $port, $username, $password, $usepconnect) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::select_db_wrapper() should be compatible with vB_Database::select_db_wrapper($database = '', $link = NULL) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Deprecated: Non-static method vB_Shutdown::init() should not be called statically, assuming $this from incompatible context in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 2294
Ser'den, Sera'dan. - Sayfa 27 - Arka BahÇe Forumu
Arka BahÇe Forumu  

Geri Dön   Arka BahÇe Forumu > Bahçıvanlar > Sera
Kullanıcı ismi
Şifreniz
Kayıt ol SSS Üye Listesi Takvim Arama Bugünkü Mesajlar Bütün Forumları okunmuş kabul et


Konu Bilgileri
Konu Başlığı
Ser'den, Sera'dan.
Konudaki Cevap Sayısı
387
Şuan Bu Konuyu Görüntüleyenler
 
Görüntülenme Sayısı
207715

Cevapla
 
Konu Seçenekleri Bu Konuda Ara Modları Göster
  #261  
Eski 07-03-2011, 19:32
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Ne Çabuk Bitti 28 Şubat

Ne Çabuk Bitti 28 Şubat.

Bu ay (Şubat) yazacağım iki yazının da konusu belliydi ama uğraştırıcı olacakları için hep geniş bir zamanımda yazarım dedim, olmadı. Genişleyemedim. Yalancı da çıktık üstelik.

Günler neremden giriyor, nasıl çıkıyor gerçekten anlamakta zorlanıyorum. Bu kadar “koştur koştur” bir yaşamın içinde olduğuma ben bile inanamıyorum ki, başkasını nasıl inandırayım.

Hani bir yerlerde teklemek, tökezlemek gibi kötü şeyler de aklıma takılmıyor değil.

Neyse, bari kolay bir yazı olsun, dedim ve kolay olarak ne yazarım diye düşünürken aklıma bu günü, bugün gözüme kulağıma takılanları yazayım; hem de kendime günlük gibi bir şey olur, dedim. Ve bu kararıma şapkamı çıkardım, yüzüme manasız bir gevşeme yayıldı, herhalde içimden tebessüm etmişimdir kendime, kafam üşüyünce kenarları tüylü papağımı tekrar kulaklarımın üstünü örtecek şekilde yeniden taktım.

Yazımın girişi kolay olacaktı, Hal’e gelişimi yazacak, bir iki paragraf Hal’deki halimden bahsedecek sonra kendiliğinden yazı sona erecek, tek sorun yazdığım yazıyı bahçeye gönderecek bir zaman yaratıp ve bir yer bulacaktım, son gün olduğu için (28 Şubat) ne yapıp edip bulurdum da…

“Boş duracağına, boşa çalış” olmaması için durduğum yerden (komisyonun önündeki kulübeye yaslanarak sadece getirdiğim nane kasalarına değil, mal mal her tarafa bakarken) yazımı kafamın içinden yazmaya başladım.

İçimdeki “adam” da bazen bana taktik, bazen fit veriyordu. Ben de bazen ona hak veriyor bazen de itiraz ediyor, kırıldığını “ne halin varsa gör” der gibi olduğunda da gönlünü almak için kıvırıyor, ayar çekiyordum.

“Madem bu günü yazacaksın, saat kaçta ve nasıl kalktığını usturuplu bir dille yazarak başla” dediği zaman, “ O hoo, taa ordan başlarsam yandım, ben kısa olsun, günü değil “ayı kurtaralım” diye çırpınıyorum, sen ne diyorsun…”

“İyi, o zaman Hal’e gelişini yaz.”

Hale gelirken arabamın camlarına düşen tek tük yağmur damlalarından, yağmur bana, geceki hatta dün öğleden sonra başladığı sağanaklıktan ve bir ara hatırı sayılır bir hışımla indirdiği doludan vazgeçtiğini, çiselemeye bile tenezzül etmediği hissini veriyordu.

Yine de bulut bu, belli mi olur sağı solu diye düşünmeden edemedim. Allahtan hava bugün fazla serin değildi. Arabanın göstergesindeki derece 7’yi gösteriyordu. Demek ki, hava, sabah ezanı okunduğunda 1 derece daha soğuyacaktı.

“Fazla uzatma!”

“Tamam.”

Saat 03.09’da Hal giriş kapısındaki oto kapanlarını takur tukur geçtiğimde özel güvenlikçiler bir tenekenin içindeki ateşe ellerini uzatmış, büzük bir şekilde sandalyelerinde oturmuş, giren arabalara pek umursamadan bakıyorlardı, başımı öne eğerek “güya” bir selam verdim ama herhalde selamım selama benzemediği için iplemediler. Ben olsam ben de böyle bir selama karşılık vermezdim.

“Uzatma dedikçe uzatıyorsun.”

“Yahu tamam. Ben de uzatmak istemiyorum ama bir şeyler de demek lazım.”

Benden önce gelip yerleşen kamyon ve kamyonetlerden kiminin arasından, kiminin arkasından temkinli bir şekilde geçip, komisyonun önündeki, bir iki aydır her zaman yerleştiğim yere park ettim. Bizim komisyonun elemanları henüz daha gelmemişlerdi.

“Gereksiz bir cümle, laf gargarası.”

“Ne alakası var. Kolay mı Halde araba kullanmak ve arzu ettiğin yere yerleşmek? Baksana, adam takmış Hamaşı, dağ gibi de yüklemiş, arkayla ne bağlantısı var, ne de lambası… Ama helal olsun, bu haliyle gelmiş ip gibi yerleşmiş. Hem çiftçi olacaksın hem de usta bir şoför. Dur aklıma gelmişken Hamaşı yazayım.”

Hamaş denilen şeyin esas adı römork.

“Yazının gidişinden belli oluyordu, açıklaman yersiz, bilgiçlik taslama.”

“Yersiz olur mu, nasıl dile yerleştiğini de yazacaktım daha…”

Anlatılanlara göre bu yörede, bu aracı yapan firmanın adıymış Hamaş. Römorkun üzerinde HAMAŞ yazıyormuş, römork demekten daha kolay olduğundan okuna, söylene derken adı böyle kalmış, sana yağı gibi.

“Açıkladın da ne oldu? Hem Hamaşı yazan sensin hem de gereksizce açıklayan. Daha baştan römork derdin, bu kadar lafa gerek kalmazdı.”

“Olsun.”

Halde tam 146 tane numaralı bina var, yani bu kadar komisyon; hepsi aktif mi bilmiyorum, bazılarının önü tenha. Bir komisyonda olmazsa olmaz üç cins görevli var: Satıcı, kantarcı ve katip. Adı üzerinde satıcı: komisyona gelen malların satışından; gene adı üzerinde kantarcı: alıcıların ayırdıkları malları indiren, sayan, tartan, ayıran; kâtip ise kabaca parayı alıp fatura kesen kişi, yazman. Elbette bu kişiler sadece bu işleri yapmıyorlar, her satıcı aynı zamanda biraz kantarcı, biraz da kâtip dersem gerisi anlaşılır...

“Bu kadarı yeterli.”

“Doğru diyorsun bu kadarı yeter ama ben bunları yazarken aklıma ne geldi biliyor musun?”

“Bilmiyorum.”

“Kadir Şinas’ın “Avukat olacaktı muhterem” adlı kitabı. O kitabın bir yerinde “Adliyeden insan manzaraları” diye bir başlık vardı. Orada: Hâkimler, Savcılar, Başkâtipler, Kalem Memurları, Mübaşirler, İcra Memurları, Ve Halkımız ile Ve Sekreterler diye alt başlıklar altında yazdıkları geldi.”

“Umarım yazmayı düşünmüyorsun?”

“Ne yalan söyleyeyim, içinden bazı kısımlarını yazsam hiç fena olmaz diye düşünmeden edemiyorum.”

“Ben seni anlamıyorum, hem kısa ve kolay bir yazı olsun diye ortaya atılıyorsun hem de 28 Şubat’ın burada bitmesine sayılı saatler kala, nelerle uğraşmaya kalkıyorsun.”

“Esasında doğru söylüyorsun ama belki o kitabı okumayanlar vardır, alıp okuyacak zamanı olmayanlar vardır. Madem dedik, o halde yazsam fena olmaz, gündeme de uyar.”

“Gündeme bulaşma; gündem kötü, kolla …”

“Eve gidip, o kitabı bulursam ve unutmazsam yazacağım.”

Bizim komisyonun elamanları henüz daha gelmemişti. “Bizim” dediğime göre bu üçüncü komisyonu sahiplenmişim demek ki. Öyle derler, “im-ım” gibi iyelik ekleri isim soylu sözcüklere eklenmişse, o şey neyse artık bir tür sahiplenme söz konusudur.

Bu komisyona mal getirmeğe başladığım 02.12.2010 tarihinden bu güne kadar, saymadım ama 5-6 günü geçmez benden erken geldikleri. Dükkân benimmiş gibi erkenden damlıyorum.

Komisyonun sahiplerini bu saatlerde bir kez gördüm. Onlar saat 8’den sonra gelirler. Ben ise saat 8’de getirdiklerim satılmasa da seraya dönmüş olurum.

Ben geldikten sonra Erol Bey gelir; ona benden başka “bey” diyeni hiç duymadım; sırasıyla komisyonu, lambaları ve dış aydınlatmayı açar, yerdeki dünden kalan veya gece gelip üzerleri brandalı veya naylonlu kasa yığınlarının örtülerini kaldırır, nar arabasının çadırını açar, meydanda gelişigüzel duran iki kantarı uygun yerlere çeker sonra komisyonun önündeki kulübeye girip bu “kantarların taşaklarını” alır, elindeki bu iki askılıklı demir parçasının hangisinin hangisine ait olduğunu, üzerinde hareket ettirilen kantar topunun bulunduğu, kantar kolunun ucundaki tırnağa takar, sınar.

Bazen ona yardım eder ama çoğu zaman bu işleri yapışını izleyerek uykumun iyice açılmasını sağlarım.

Koca kantarlar dışarıda durur ama bu kantarın olmazsa olmaz aksamı yerinden çıkarılır. Çalanlar oluyor demek ki.

Bizim komisyonda, araç üzerindeki malları satan bir “satıcı,” yerdeki malları (araçlardan yere indirilmiş veya büyük tüccarlara satılan ama onlarında aldıkları malı işleyip “çıkma” adı verilen seçilmiş mallardan geriye kalanların komisyona geri verildiği malları satan bir “satıcı,” esasında tek işi o olmamakla beraber muz satışlarıyla ilgilenen biri, komisyon olarak girdikleri kurum ihalelerine, akşamdan eline aldığı sipariş listesinin içeriğine göre, öncelikle kendi komisyonuna gelen mallardan olmak üzere diğer komisyonlardan da mal toplayıp, tasnifleyip, dağıtım yapacağı arabaya yükleyen biri, satılan malların faturasını kesip, para alan, kasa bedeli kesen, kesilen güvence paralarını ödeyen, bazı müstahsillere harçlık veren ve benzeri akçeli işleri takip eden, adına katip denilen bir ön muhasebeci, saat 8’den sonra gelen bir genel müdür ve araçlardan kasa kasa mal indiren, boş kasaları yükleyen, tüccar ardiyelerine araçları kantardan geçirip, götüren, boş kasaları müstahsillerine göre ayırıp bir yerlere yığan ve bilumum ağır işlerin yanında boş zamanları olursa müstahsillerle, bazı müşterilere ve kendileri gibi diğer çalışanlara çay servisi yapan 6-7 kişi ile saat 8’e doğru gelip komisyonda çalışanlara yemek pişiren bir hanım olmak üzere epeyce çalışan var.

Benim gibi malının başını bekleyen, gözlemleyen çok az müstahsil (üretici) var. Çoğu ya aracında uyur ya komisyonun içinde müsait bir yerde. Kimisi de malını önceden komisyonun önüne yığar, çekip gider.

Alıcılar ise bir başka alem. Başta pazarcılar olmak üzere manavlar, lokantalar, toplu dağıtım yapan yemekhaneler, oteller, kurum ihalelerine girenler, başka şehirlere mal yapanlar, büyük marketler, içe ve dışa satım yapan sebze-meyve tüccarları da biz üreticilerin hedef kitlesi.

Bunların da alıcıları farklı farklı.
Kimi erkenci; erkenden gözüne kestirdiği malı alır, ayırır, pazarlık yapar ama fiyat konusunda pek ısrar etmez.

Kimi, hangi fiyatı söylemişsen yarısını teklif eder.

Kimi, üreticiyi, dolayısıyla o üreticinin getirdiği malı ve kalitesini bilir, fazla kurcalamadan alacağını alır, sonraki günler için de siparişini şimdiden verir.

Kimisi bütün komisyonları dolaşmadan beğendiği malı bile almakta tereddüt eder, dönüp, geldiğinde de o mal çoktan birilerine ayrılmış olur; ha bazen şansı yaver gider, beğendiği malı yerinde durur bulur.

Kimi uyanıklar ki, adı üzerinde uyanıktırlar malı ayırtır, kaparo maparo da vermez, daha uygun nitelikte bir mal bulursa onu alır, ayırttığı malı almadan ve arkasından edilen küfürleri umursamadan Hali terk eder; bir dahaki gelişinde “Ya, anam avradım olsun, aceleye geldi, kafamız karıştı, toplayıcı unutmuş, gidince aklımıza geldi, bizim mal burada kalmış” cinsinden cümleler kurarak komisyonla olan köprülerini atmamaya çalışır.

Daha çok çeşitli alıcılar var ama onları yazmaya zaman yetmez. Son olarak bir de benim “ölü sevici” dediğim, atalarımızın da “Ölmüş eşek arıyor ki nalını çeksin” denilen tipler var. Bunlar genelde güneşle birlikte ortaya çıkarlar. Bunlara “süpürücü,” “çöpçü” ve “temizlikçi” denildiğini de duydum. Parçalanmış veya kalmış malların özellikle yerde olanlarına göz dikerler. “Hepsine şu kadar vereyim” diye pazarlığı başlattıklarını gördüğüm zaman benim nutkum tutulur. Üreticinin bu malı geri götüremeyeceğini çok iyi bilirler, hele o mal yeşillikse sorma artık. En sevdikleri gün Cumartesidir. Ertesi gün Hal kapalı olacak, kalan mal taa Pazartesi görücüye çıkacaktır çünkü.

Ölüsevicilerle aşağı yukarı aynı zamanda ortaya çıkan başkaları da var. Bunlar “Filan Öğrenci Yurdundan veya Feşmekan Kuran Kursundan geliyoruz, bize verilecek bir şeyiniz var mı?”sloganıyla birlikte yanlarında iki-üç eli boş kasalı neşvünema çağında gençle, bıyıkları mübarek boyutlarda, orta yaşlarda, temiz giyimli, sakin görünümlü, bir şey verilmediğinde yüzlerini ekşitmeyen, ısrar etmeyen adamlardır. Müstahsilin kalan ve satılması zor görünen mallarına Allah rızası için taliptirler. Düzenli olarak gelirler.

Komisyoncular ya da onların brokerleri, müstahsilin malıyla cennette gerdeğe girmeyi umarak böyle durumlarda genellikle boş kasaları bomboş çevirmezler.

İşte ben yukarıda yazdığım şeyleri o an için kafamda yazarken iyi kötü piyasa devam ediyor, birkaç parça malım da satılıyordu. Ben ne kadar getirdim, kaça sattım mevzularına girmeye içimdeki adamın “Ya, onlara gerek yok” demesi üzerine ben de vazgeçiyorum.

Karşılıklı konuşmalara genelde kibar bir argo veya zarif küfürler eşlik ediyor.

Malı o fiyattan vermek istemeyen satıcı, alıcıya: “Hele sen bi gezele gel.”

Alacağı mala bok atarak, fiyat indirimine gitmeyi düşünen alıcı, satıcıya: “Bu ne lan, mına koduğum beyzbol sopası gibi, böyle patlıcan mı olur, kasaya böyle koyulmuş olmamış, şöyle koyulmuş sığmamış.”

“Bu yarık muzlara kaç yazıyorsun?”

“Sen gidi seni, yarık gördün mü, dayanamıyorsun?

“Bu ne ya! Bu fiyattan alıp kaça satacaz?”

“Senin aklın başında değil, bi gezele, aklın başına gelsin.”

“Otel bağı değil, pazar bağı bunlar, dul karı yastığı gibi.”

“Allahını seversen bi bak, otel bağı mı bu, böyle ufak demet olur mu?”

“Güzel güzel, elen alıp sallarsan büyür.”

***
-Yazı devam ediyor-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
Master (26-09-2011)
  #262  
Eski 07-03-2011, 19:35
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Ne Çabuk Bitti 28 Şubat

Vakit hızla geçiyor, Hal yerleşkesindeki minareden sabah ezanı okunuyordu ama bu ezan merkezdeki Muratpaşa Camiinden yayınlanıyordu; çevredeki camilerden yayılan aynı ezanın erkenci veya gecikmeli sözleri tıpkı Haldeki durum gibi yahut benim bu cümlelerim gibi birbirine karışıyordu.

Ezan okunduğunda aklıma geldi, dün Necmettin Erbakan ölmüştü, acaba bugün Halde ölenin arkasından ne gibi sözler duyacağım diye şartlandırmıştım kendimi. İlginç, o saate kadar hiçbir kimseden konuyla alakalı bir laf duymadım. Belki milletin aklına tıpkı benim gibi ezan okununca düşer, bundan sonra konuşulur diye düşündüm ama ben gelene kadar ve genelleme yapmadan söylemek gerekirse, benim bulunduğum mıntıkadaki komisyon çalışanlarından ya da gelen giden alıcıların hiçbirinden olumlu veya olumsuz bir şey işitmedim.

Denk gelen olmuştur, ben birkaç kez rastladım, herhangi bir sokaktan geçerken birden yakındaki okuldan istiklal marşı okunmaya başlar, bir iki adım atarsın, sonra işin ne olursa olsun, duran insanları gördüğün için sen de durursun yahut sen durduğun için başkaları da durur, bitene kadar beklenir ya!

İşte, birazdan öyle bir şey olacak, gün yeteri kadar ağardı çünkü.

Bizim komisyonun muz satan elamanına yanaşıyorum. “Senin telefonun belli ki çok yetenekli” der demez, “Buyur abi, ne oldu?” diye soruyor.

“Ses alma şeyi var mı?”

“Var.”

“Birazdan hoca dua edecek ya, onu kaydeder misin?”

“Hayırdır?”

“Lazım.”

“Olur.”

Bir süre sonra hoparlörden birkaç haşırtılı huşurtulu ses çıkınca, o sırada kantara muz kasaları yerleştiren elamanın yanına seğirtiyorum, kayda başlasın diye.

Sabah namazı kılınmış, tespih mespih çekilmiş sıra duaya kalmış, hoca sadece camidekilere değil tüm Hal’e hitaben “Hal Duası” okuyacak.

Hep aynı duayı okumuyor, kafasına göre takılıyor, bazen günün mana ve ehemmiyetine binaen sözler de katıyor ama genelde cümlelerin yeri değişse de dua, aynı dua.

Okumaya Arapçayla başladı, Hoca.

Bizimki cebinden telefonu çıkarıp kayda geçtiğinde Türkçe duanın ilk cümlesi kaçtı, o cümleyi de kafama kaydettim.

Tek tük arabalar hariç hareket eden bir şey yok, herkes kendine duracak bir yer seçmiş, kırpışanlar, sağa sola çaktırmadan bir iki adım atanlar, “amin” geçişlerinde sigarasından bir nefes çekip ağır ağır salanlar tabii ki var.

Kimi ellerini uzatarak tam açmış, kimi sanki gökten bir şey gelecek ve yere düşmesin diye avucunu açmış, kimi iki elini birbirinin içine yerleştirmiş, kısacası iki elini aynı şekilde açan yok gibi. Kimi de benim gibi açayım mı, açmayayım mı, açsam kendime ayıp etmiş olur muyum, açmasam aleme ayıp olur mu düşüncelerinin kaldırımında elini göbeğinin üzerinde kavuşturmuş amim mamin demeden beklemede.

Bazı kişilerin öyle iştahlı amin deyişleri oluyor ki aynı zamanda kendini de ele veriyor. Mesela “hastalara şifa” lafı geçtiğinde o kadar yürekten ve yüksekten “amin” diyor ki, anlıyorsun, bunun evinde, yakınlarında birileri hasta veya belki de kendisi hasta.

Bu duanın bitiminden sonra zaten benim seraya dönmek için en fazla bir saatim kalıyor.

Duanın sonu geliyor, Hoca daha vurgulu bir şekilde bizi Fatihaya hazırlıyor:

“Dualarımızın kabulü için, geçmişlerimizin ruhları için ve billllhassaaaa Allah rızası için Elllllll Faaaaaatiha.”

Her yiğidin bir Fatiha okuyuş biçimi var; adlarını şimdi söylemeyeyim, ola ki yakınları herhangi bir şekilde bu yazıyı okurlarsa üzülüp, şaşırmasınlar. Görüş menzilimdeki Feşmekan adam, Filan adamdan önce fatihasını bitiriyor hızla yüzünü mesh edip, elini, henüz fatihasını bitirmemiş dolayısıyla elleri açık ve havada, arkası dönük olan Filanın oturma gurubunu avuçluyor. Mıncıklanan adam ileri doğru irkilirken Fatihası bitmiş olacak ki, elini yüzüne götürüp, dönüyor: “Çarpılacaksın oğlum, çarpılacaksın” diyor.

Bugün getirdiğim malların tamamı iyi kötü satıldı, ayrılmış mallarımı alıcılara teslim eder etmez Halden ayrılacak Büyükşehir Belediyesinin Halk ekmek büfesinden biri kepekli, diğeri normal iki ekmek alıp eve gideceğim.

Her ne kadar Halde bir simit yesem de, uyandığımdan bu yana temizinden 5 saat geçmiş olacak, öğle yemeği yerine geçecek gibi sağlam bir kahvaltı etmem gerek ama şimdi elin telefonundaki bu kaydı “durdur, oynat” tuşlarına basa basa, arabanın içinde dinleyip, yazıya dökmeliyim.

İyi kayıt değil ama yazacağımı yazıyorum.

Hal Duası

Âmin!

Ey yeri ve gökleri yaratan Allahım!

Ailemizin rızkını kazanmak için bizlere sağlık ve afiyet içinde bir pazar daha verdin. Bugün yeni bir gündür, bizleri ve ailemizi bugüne eriştirdiğin için, bizlere verdiğin sağlığa, bizlere verdiğin nimetlere binlerce kez şükürler olsun Ya Rabbi!

Bizler, sevgili Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellemin: “Doğru tâcir, doğru tüccar kıyamet günü peygamberler, sıddıklar ve şehitlerle beraberdir” diye müjdelediği kimselerden olmak istiyoruz, bize yardım et, bu söze inanan ve yaşayanlardan olmamız için bize gayret ve kuvvet ihsan eyle Ya Rabbi!

Allahım! Yine sevgili peygamberimiz: “Bizi aldatan bizden değildir” diye buyuruyor. Kardeşlerimizi aldatmayı bizlere nasip eyleme Ya Rabbi!

Allahım, bizler helal ve güzel rızk peşindeyiz, haram karıştırma kazancımıza Ya Rabbi!

Bize nefsimize uyma fırsatı verme!

Ticarethanemizde, alışverişlerimizde dürüstlük hakim olsun, az kazanırsak sen onu bereketli eyle, israftan, sefaletten, ahlaksızlıktan, acizlik ve tembellikten sana sığınıyoruz, işlerimizi kolaylaştır, rızkımızı bollaştır, haramdan uzaklaştır Ya Rabbi!

Bizleri iki cihanda aziz eyle ya Rabbi!

Allahım! Cimrilikten, varlık içinde yokluktan, aldatmaktan ve aldanmaktan, başkasının hakkını yemekten Sen bizleri koru Ya Rabbi!

Bizleri fakirliğin getirdiği şerlerden koruduğun gibi, zenginliğin getirdiği fitne ve şerlerden de koru Ya Rabbi!

Bizleri kanaat sahibi, gözü tok, gönlü zengin, daima hayırlı işlere koşan kullarından eyle Ya Rabbi!

Memleketimizi ve bütün İslam memleketlerini her türlü afet ve felaketlerden koru Ya Rabbi!

Ezan sesini eksik etme ülkemizden Ya Rabbi!

Hastalarımıza şifa, borçlulara borçlarını ödemek nasip eyle Ya Rabbi!

Sana açılan elleri geri çevirme Ya Rabbi!

Çocuklarımızı haram lokma yemeyen, hayırlı birer evlat eyle ya Rabbi!

Allahım, içinde bulunduğumuz bugün yeni bir gündür, bugünü bize ibadetle başlat, mağfiretinle devam etmemizi nasip eyle Ya Rabbi!

Bugün bizlere hayırlı işler yapmayı nasip ve müesser eyle Ya Rabbi!

Bugün yapmış olduğumuz hataları affeyle Ya Rabbi!!

Mahsullerimizi bereketli eyle, rızkımızı bol eyle ve nasibimizi hayırlısından eyle Ya Rabbi!

Dualarımızın kabulü için, geçmişlerimizin ruhları için ve bilhassa Allah rızası için Elllllll Faaaaaatiha.

***

Kahvaltının ardından seraya dalıyorum, işimi erken bitirirsem kafamdaki taslak yazılar ile ajandama temize çektiğim duayı yazacak ve ne yapıp edip, 28 Şubat bitmeden bahçeye aktaracağım.

Öğlen olmak üzere ben telaşla çalışıyorum, seranın içi dün yağan yağmurun hayhuyuna göre bugün çok sakin, hava açık.

Eski plakları çıkarmış, dertli parçalardan oluşanları pikabına yerleştirip, sesini de sonuna kadar açan, kendi kendisine diskjokeylik yapan Musa Amcanın ilk parçası:

“Ah neyleyim gönül gönül senin elinden, her zaman ağlattın, gülemem gayri” oluyor ve benzer içerikte devam ediyor.

Bizim evin önündeki radyodan da karışık kuruşuk türkü sesleri geliyor ama ortama baskın ses Musa Amcanın pikabından yayılıyor.

Bizim radyo ara ara haber veriyor, Erbakan’ın cenazesi etrafında dönen haberler, çoğu.

Musa Amca başka bir dertli türkü daha yerleştiriyor pikaba, haberlerin sesi sönüyor.

Ben özellikle arkamı o tarafa dönük şekilde çalışıyorum ki lafa tutmasın beni, Musa Amca.

Bir sesle irkiliyorum. Nerdeyse seranın ortasına kadar gelmesine rağmen fark etmiyorum; bana doğru bir elinde şekerlik, diğer elinde kulplu bir bardakla çay getirdiğini görüyorum.

“Yav, hem beni eziyorsun böyle yapmakla hem de naneleri.”

“İç şu çayı, zaten kafam bozuk.”

Çayı elinden alıp, böyle yapmakla beni mahcup ettiğine dair laflardan birazını söylüyorum.

Şekerini atıp, karıştıracak bir şey göremeyince takılıyorum: “Sen çaycı olsaymışsın iflas edermişsin, hani, müşterilerin de yok, görünürde. Hem garson da olamazmışsın, hani bunun kaşığı?”

Şeker attığım, üzerinde “Ateşine dayanabileceğin kadar günah işle” yazan vernikli tahta kaşığı uzatıyor.

***

Gün bitiyor, işim yetişmiyor. Yatsı ezanı okunduğunda denizden dönmüş bir balıkçı gibi ıslak, dağ taş dolaşmış bir avcı gibi yorgunum.

28 Şubat bitmeden gene de bilgisayarı açıp, temiz bir Word sayfasına bir süre bakıyorum.

“Olmayacak” diyorum, ”yazsam bile gönderemeyeceğim, iyisi mi, kalsın.”

***

Bu yazı benim bilgisayarımda 10 sayfa olarak görünüyor. İkişer sayfalık beş yazı eder. O niyetle okuna, yalancı çıkmamak için Mart ayı için en fazla bir yazıya söz verip, sözün bundan sonrasını söz verdiğim üzere Kadir Şinas’a bırakıyorum.



Savcılar

Savcılar adliyelerin çok önemli şahsiyetlerinden biridir.

Yargılamanın sac ayağından birini oluştururlar.

Duruşmalarda kürsüde, hâkimlerin yanında otururlar. Aslında avukatlarla aynı hizada olmaları gerektiği gibi bir görüş vardır. Savcılar, hakimlerin yanında oturuyor olmasını ‘Marangozluk hatası’ olarak değerlendirenlerde vardır. Biz bu görüşlere katılmıyoruz.

Savcılarımız, pek konuşmayı sevmezler, suskundurlar çoğunlukla.

Yaz aylarının kavurucu sıcaklarında, tıpkı hakimler gibi cüppelerinin yakasını omuzlarına kadar indirdikleri görülür.

Bazıları ise, kirlenmesin diye, cüppelerinin yakalarını şeffaf naylonla kaplar.

Ama giyim kuşamlarında oldukça özenlidirler. Kunduraları sürekli boyalıdır.

Yargılama süreci içinde en büyük işlevleri, emniyet teşkilatımızın güzide polisleri tarafından hazırlanan dosyalarını imzalayarak dava açmaktır.

Vatandaşlarımız savcılardan çok korkarlar, çarşı içinde karşılaştıklarında yollarını değiştirirler.

Savcılar esasen üç temel hal içindedirler. Sessiz sedasız duruşmaları izlemek, odalarında bir vatandaşı azarlamak, kendilerini ziyarete gelmiş konuklarla sohbet etmek. Başka bir halleri yoktur.

Ve Halkımız

Halkımız hastaneler gibi adliyeleri de sevmez, ama onlarsız da yapamazlar. Adliyeler onlar için lunaparklardaki korku tüneller kadar ürperticidir.

Şahit olmaktan çok korkarlar. Bir olayla ilgili görgü ve bilgilerini hakim karşısında anlatamazlar. İçsel bir dürtü ile yalan söyleyeceklerini zannedip heyecanlanırlar. Heyecanlanınca da doğruyu söyleyemezler. Doğruyu söyleyemeyince bunun hakim tarafından anlaşılacağını zannedip ürkerler, bu seferde kendisini hapse atacağından korkar(lar.)

Onlar için adliyeler, sonu hapishane ile bitecek sürecin ilk basamağıdır. Her hangi bir nedenle yolu adliyeye düşen her kişinin, oradan suçlu çıkacağını düşünürler.

Mahkemelerden gelen sarı zarf içinden çıkan kağıtlardan hiç hoşlanmazlar.

Bu nedenle zarfı bile açmadıkları olur.

İçindeki yazıların kendilerini hapishaneye yollayacağını düşünüp, sarı zarfı bir köşeye atarlar. Hayır atmazlar, bir gün lazım olur diye, saklarlar.

Gerçi zarfı açıp okusalar da, bir şeyler anlamaları mümkün değildir.

Çünkü o evraklarda öyle bir dil ve üslup yer alır ki, okuyup anlama ihtimali sıfırdır.

Halkımız, bakir bir alanı yağmalayıp yerleşim yeri haline getirirken, elektrik ve su bağlanmadan cami yapma refleksleri adliye konusunda kendini göstermez.

Bugüne kadar herhangi bir adliye yaptırma, koruma ve yaşatma derneğinin kurulduğu görülmemiştir.

Halkımız çocuklarının okuyup hakim, savcı ve avukat olmalarını istemeleri yargıya karşı olan sevgilerinden değil, kendilerini çok zayıf hissettikleri bu cenahtan gelecek belalara karşı korunma iç güdüsünden kaynaklanmaktadır.

-Elli sekiz-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
account (08-03-2011), ar_de_ (09-03-2011), bikmisbroker (03-06-2011), buena vista (08-03-2011), dentist (24-03-2011), hazan (10-03-2011), Master (07-03-2011), neron (08-03-2011), serdarkus (17-03-2011)
  #263  
Eski 03-04-2011, 18:41
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Tarife

Evet, sulamayı her tarafa eşit yapamadığım gibi, kum ve gübrenin dağıtımını da arzu ettiğim gibi yapamamıştım.

Acaba yapacağım fumigasyon işini içime sindirebilecek miydim?

Aldığım zehir bidonunun üzerinde nasıl kullanılacağı tarif edilmişti ama onların tarifine göre yapmak benim için çok güç olacaktı.

Tarifede, toprağın önce sürülüp gevşetilmesi sonra tesviye edilmesi yazılıyor. Çiftlik veya yeşil gübreyi de toprağa gömün, diyor.

Sanırım “karıştırın” diyeceğine “gömün” diye yazmışlar.

Tamam, buraya kadar itirazım yok. Zaten Ali, traktörüne bağladığı patos (kültivatör) denilen aletle, daha önce yıkayıp tavına getirdiğimiz iyi-kötü kumunu, gübresini yaydığımız serayı sürmeye başlamıştı. Yaklaşık 1 metre genişliğinde yatak yapımını da yaparak tesviye işini de halletmiş olduk.

Bu işlemi ekimden 3-4 hafta önce yapın, diyor; ona da tamam.

Tarifenin geri kalan kısmını “yazıldığı gibi” buraya alıntılayayım sonra neden yapamayacağımı anlatayım.

“Toprak 10 cm yükseklikte eşit tavalara ayrılır. Tavaların içi tamamen suyla doldurulur ve her metrekareye 60-125 ml SNIPER FULID gelecek şekilde ilaçlanır. Parsel sırtlarıda 10 lt.lik sulama tenekesine 60-125 ml. ilaç katılarak ilaçlanmalıdır. (Bu ilaçlı su karışım 1 m2 alan içindir.) Seranın bütün duvarlarınada aynı oranda su püskürtülür. Tavalara ilaç verildikten sonra, mutlaka kürekle tavaların içindeki ilaç karıştırılmalı ilaçlama işi bittikten sonra toprak yüzeyi mutlaka naylonla kapatılmalı, böylece gazın uygulama alanı dışına çıkışı önlenmelidir. Sera bu şekilde örtülü halde 15-20 gün bekletilecek 15-20 gün sonra örtüler kaldırılarak salma su ile toprak sulanacak, Tava gelince toprağı havalandırmak için 3-4 günde 2 sürüm yapılacak, bu süre sonunda toprakta ilaç kalıntısı olup olmadığından emin olmak için TERE testi yapılır ve tere testinin sonucuna göre karar verilir.
ÖNEMLİ NOT: Sadece yetiştiricilik yapılacak seranın dezenfekte edilmiş olması yeterli olmaz. Fidelerin yetiştirildiği yastıklarında aynı işlemlere tabi tutulması gereklidir.”


Tüm serayı hangi aletle 10 cm yükseklikte eşit tavalara ayıracağım?

Hadi diyelim traktöre bağlı böyle bir işi yapan alet bulamadım ama üşenmeyerek kürekle, tırmıkla yaklaşık 2 dönümlük serayı elle yapmaya kalktım; peki, bu iş ne kadar zamanımı alacak?

Eğer 60 ml ilaç yeterliyse neden iki katından da fazla olan 125 ml. kullanayım?

60 ile 125’in ortalamasını alacaksam bu işi bana niye hesaplattırıyorsun?

Tavaların içi tamamen suyla dolacaksa (parsel sırtı denilen yer neresiyse artık) tava denilen yerin kenarları da o suyu emmez mi?

Suyla doldurulacak tavalar o suyu emerek çamurlaşacak, o zaman, hem de “mutlaka kürekle” vurgusu yapılarak tavaların karıştırılması nasıl olacak? Kürekle böyle bir çamurun karıştırılması her babayiğidin harcı mı?

Diyelim ki inatlaştın canınla, bu işi yaptın, o topak topak çamurlu toprağın üzerine incecik naylonu nasıl gereceksin? Masaya örtü mü geriyorsun? Çekeceğin naylon her tünel için 10 metre eninde ve 70 metre uzunluğunda bir yer! Toprağın her yanı ilaçlanmış ve çamur içindeyken bu, gazı kaçmasın diye zehirli çamur içinde kaç kişi nasıl yürüyecek, naylon serecek, serdiği naylonların kenarlarını diğer naylonlarla birleştirecek?

Benzer sorulara tarifenin içinden yanıt alamadığım için hiç kuşkusuz aklıma yatacak şekilde bu işi yapacaktım. Tarifeyi yazana haksızlık etmek istemem. Şayet böyle bir ilaca tarifeyi ben yazacak olsaydım özetle şöyle derdim: “Bu zehri dönümüne şu kadar miktarda, toprağa elinizden geldiği kadarıyla eşit bir şekilde nasıl verirseniz verin ve hemen üzerini naylonla kapatıp en az şu kadar gün kapalı tutun.

Bu işlemden amaç, aralıksız, yani dinlendirilmeden ve özellikle yer altı sularıyla sulanan, yoğun bir şekilde ilaç ve gübre alarak evsafını yitirip hastalıklı bir hal alan toprağı arındırmak (dezenfekte etmek.)

Bu işlemin (doğrudur-yanlıştır orasını bilemem) kanser tedavisindeki “kemoterapiye” benzetiyorum. Her kemoterapi alan hasta, nasıl iyileşmiyorsa, hastalanmış bu topraklarında düzeleceğini düşünmüyorum.

8 bidon zehre 480 lira para vermenin yanında sürüm paraları, ince naylon masrafı ve bu işe yönelik diğer masrafları, yetişecek ürünün kalitesiyle çıkaracağımı umarak, elimden geldiği kadarıyla ciddiye alıyorum.

(Daha önce yazmıştım,) “yapılacak işler” listeme baktığımda içimi ekşi ayran tadında bir duygu kapladı.
Öncelikle damlama sistemi ile bu zehri eşit bir şekilde seraya vermek için kafa yordum, durdum.
Hatırlanacağı üzere, hortum satıcısına düşündüğümü anlatmış, çok kısaca ve özetle şöyle bir yanıt almıştım:

— Abi, kusura bakma ama sen bu damlamaları alıp bu işe boşuna sarılıyorsun, benim için hava hoş, ben ne istersen satarım, senin iyiliğin için diyorum, bu işten vazgeç, bu işler sana göre değil.

Bu işlerle uğraşan birkaç kişiye kafamdan geçeni, çizerek anlattığımda da gene çok kısaca ve özetçe şöyle demişlerdi:

— Abicim bunca insan eşek mi? Öyle dediğin gibi olsaydı herkes yapardı. 40 metreden fazlasını kaldırmaz, bu damlama hortumları. Baş taraflara her zaman bol su gider, en sonuna da az. Çünkü gide gide su azalır, tazyiki azalır. Ne yaparsan yap her tarafa eşit damlatamazsın.


2 inçlik kalın boruya sıra sıra delinerek takılan damlama hortumlarının sonunu kıvırıp iple bağlayarak ya da kör tapa takarak kapatmak yerine, hortumun bu ucunu da seranın diğer başına etraftan dolaştırarak taşıyacağım kalın boruya takarsam işin çözüleceğine dair içimde çok az bir endişe vardı. Daha rahat anlaşılsın diye kalorifer peteği gibi bir şey düşünüyordum. Suyu hortumlar içinde dolandıracak ve 70 metre uzunluğunda damlama hortumlarının her iki ucunu bu borulara takacaktım.

Önce evin önündeki yarım evleklik yerde örnek bir düzenek oluşturdum ve bunu şehir şebekesine bağlayarak denedim. Olacak gibi görünüyordu ama işin garibi tüm serayı bu şekilde yapmadan sistemin istediğim gibi çalışıp çalışmayacağını anlamak mümkün değildi.

Sonunda gözümü karartım, eski sistemi yani seranın tam ortasında duran iki ana hortumun, iki küresel vana ile bir seranın öbür yanına, bir bu yanına sulama ve gübreleme yapmamıza rağmen gene de suyun damlama hortumlarının girdiği andan itibaren gittikçe azalan ve seranın sonuna daha az su veren sitemi değiştirmek için kolları sıvadım.

Eğer düşündüğüm gibi olursa tek tuşla iki dönümlük serayı sulamış olmanın yanında seranın başı sonu, sağı solu demeden damlamalar her noktaya eşit damlayacaktı.

İçimdeki endişenin soru öbeği: Bu iş bu kadar kolay çözülecekse neden şimdiye kadar böyle bir şeyi yapmamışlar, en akıllı adam ben miyim? Damlama sistemi ile âlem yeni tanışmadığına göre acaba benim bilmediğim bir şey mi var? Yoksa böyle bir uygulama var ama benim danıştığım kişilerin mi haberi yok?

**

Ali sürümünü tamamladı, yatakların yapımını da yaparak şimdilik işini bitirdi.
Toprağın rengi, milli dere kumu ve çiftlik gübresinin karıştırılmasıyla değişmişti. İçin için iyi bir iş yaptığımı düşündüm.

Dutun daldasına hem çay içmeye hem de hesap görmeye geldik.

Defterimi açıp, tuttuğum kayıtları Ali’ye okumaya başladım:

21 Mayısta üçlü pullukla tek yönlü sürüm.
23 Mayısta kazayağı ile çift yönlü sürüm.
27 Mayısta 4 kamyon kumun taşınması
8 Haziranda çift yönlü kum ve gübrenin toprağa karıştırılması (patos.)
12 Haziranda kazayağı ile uzunlamasına tekli sürüm (patlatma) ve yatak yapımı.
Toplam: 522,250 verilen 250, kalan 272,250 lira.

Tamam mı?

Tamam.

**
Şimdi yapılacak iş, yatak aralarının yani yürüme yolunu kürekle genişletmek.

Mahallenin gençlerinden yararlanmak için seranın üst naylonlarının bir tarafını açıp oluk içlerine yığan Musa, Mustafa ve arkadaşlarına bir yevmiyeden fazlasını önerdim ama onlar 40 lira diye tutturdular, sonunda razı oldular.

Onlar çalışırken yanlarında değildim.

Öğleden sonra 3 sularında işlerini bitirdiler ama benim doğru dürüst kontrol etmememden dolayı yaptıkları işlerin sonucunu görünce çok canım sıkıldı. Yürüme yolundan aldıkları toprağı yeni patoslanmış yatakların üzerine sereceklerine, kürek kürek attıkları bu topak topraklar yatakların üzerini bozmuştu.

Bir de tırmıkla düzeltme işi çıktı, bana.

Gerçekten pişman oldum yaptırdığım bu işten. Her birine 7 lira toplam 21 lira vererek başımdan savdım ama içim içimi yedi.

Ertesi gün, gün boyu, traktörün seranın her iki ucunda dönüş yaparken bozduğu ve mecburen yanlamasına açtığı yatakları uzunlama yatak haline getirmekle uğraştım.
**
Yeni damlama sistemini kurmak en az bir haftamı alacağını öngörünce bu işi ötelemeye karar verdim. Çünkü ilaçlama yaptıktan sonra seranın en az 3 hafta kapalı kalması, naylon kaldırıldıktan sonra seranın yeniden yıkanması, bu kez de zehirden arındırılması, sürülmesi veya tavına gelmesi hepsi başlı başına zaman düşmanı olan işler.

Fide dikiminin Temmuz ayının ortasında yapılacağı göz önüne alınınca iş çetrefilleşiyordu.

Her zorluğu veya engeli aşmaya karşı içimden iyi şeyler geçirmeme rağmen gene aynı içimden yanlış bir iş yapmaya başladığımı ve gittikçe bu yanlış yolun virajlarından savrulacağıma dair kötü şeyler de yaşayacağımı düşünüyordum.

Esasında huzursuz bir istek içindeyim desem hiç yalan olmaz.

-59-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
AnnE (04-04-2011), ar_de_ (03-04-2011), bikmisbroker (03-06-2011), buena vista (03-04-2011), dentist (03-04-2011), Master (04-04-2011), neron (04-04-2011)
  #264  
Eski 03-04-2011, 22:48
ar_de_ - ait Avatar
ar_de_ ar_de_ bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Jan 2007
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 133/1013
108 Mesaj ına 737 Kere teşekkür edildi
Tanımlı

sevgili Emin
yeni bir sistem yaratma düşüncenizi beğendim. içinizdeki endişenin soru öbeği geçerli gibi... ama huzursuz isteğinizin sonunda eyleme geçerseniz ya bir buluş sahibi olacaksınız ya da bir deneyim yaşamış olacaksınız. başarırsanız ne ala ... başaramazsanız aksayanları görüp yeni bir çözüm yaratma olasılığınız var. her durumda sonucu buraya yazmanızı heyecanla bekleyeceğiz sağlıcakla kalın
Alıntı ile Cevapla
ar_de_ kullanıcısına teşekkür edenler
bikmisbroker (03-06-2011), dentist (03-04-2011), Emin (11-06-2011), Master (04-04-2011), neron (04-04-2011)
  #265  
Eski 11-06-2011, 19:37
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Konu Kapanmıştır

Bugün yazı yazacağım.

Yazacağım bu yazının akıcı olacağını düşünmüyorum.

İlgi çekeceğini de sanmıyorum.

Yazımın konusunu belirledim ama sadece o konuya bağlı kalmayacağım galiba. “Galiba” dememin sebebi içine girdiğimiz seçim havasının yüzünden.

Yazımı yazarken bir yandan da “Dadaşım benim,” “Altı sıfıra var mıyız?” diye esip kükreyen Erdoğan’ın Erzurum’daki konuşmasını veren NTV’ye bakıyorum.

Bu yüzden, yazımı yazarken dikkatim dağılıyor.

Şu kadar sene Erzurum’da görev yaptığım için az çok Erzurumluları tanırım, nasıl davrandıklarını, davranacaklarını kestirebiliyorum.

Aynı Erzurumluların Çiller Hükümetleri döneminde, havaalanından neredeyse şehrin girişine kadar yol boyunca nasıl büyükbaş hayvanları gelen parti liderlerine kurban ettikleri gözlerimin önüne geldi, birden.

Neyse, televizyonu kapatıyorum; bende bir hoşgörüsüzlük, tahammülsüzlük başladı galiba Erdoğan'ın konuşmasına dayanamıyorum, içimi afakanlar basıyor, hakkımdan hayırlısı.

**
Konuma geçmeden önce aşağıda, ilgilileri için ilgisini verdiğim yazılara göz atılmasını öneririm.

İlgi: a)Fındık yerine karanfil yetiştir 101 kat daha fazla para kazan” diyen Tarım ve Köyişleri Bakanlığının 2009 yılında basına dağıttığı yazı ve bu yazıyla beni tahrik eden Sayın Master’ın 21.08.2009 gün ve “Mutlaka Bir Bileni daha vardır” başlıklı gönderisi.

b) Bu konuyla ilgi 5.9.2009 gün ve 251 sıra nolu ilk yazım.

c) 31.5.2010 tarihinden sonra uzunca bir süre bir şey yazmadan Arka Bahçe’den uzak kalınca Sayın Master’ın 8.9.2010 tarihinde gönderdiği ikinci tahrik yazısı.

d) Açıkta kalan bu konuyla ilgili olarak “karanfilimi sıkacağıma” dair 31.01.2011 gün ve 259 sıra nolu yazımın son dört fıkrası.

e) Sayın ar_de’nin bu konu başlığındaki 31-01-2011 gün ve 260 sıra nolu gönderisi.



Yarıda kalan bir konumuz vardı: “Karanfil mi, Fındık mı?”

Geçmiş günlerin birinde, hem de işlerin civcivli olduğu bir zaman aralığına Kemal beyi sıkıştırıp bilgi almaya çalıştım.

Daha önceleri bu konuda birkaç kez girişimlerim olmuştu ancak Kemal beyden bilgi almak öyle kolay bir iş değil. Bu kez öyle olmadı, baktım anlatacak gibi iyice sırnaştım, kâğıt kalem aldım. O hızlı hızlı anlattı, ben ağır ağır not aldım, olmadı.

Kemal beyin hafızası çok sağlam, onun bu yeteneğine hayranım. Lakin o kadar hızlı ki, onun bu hızından da gıcık kapıyorum

Yumuşakça ve alttan alıcı bir tonla :“Bak Kemal bey, benim de işim çok ve senin hızına yetişecek gücüm de yok. En iyisi madde madde yazayım, sen böyle anlatırken benim tuttuğum notların çözümü çok zor olacak, ne dersin, ha?” dedim.

Beklemiyordum ama “Olur” dedi.

Kâğıdın arkasını çevirip şöyle bir başlık yazdım:

“2009-2010 Ekim Dönemi Kemal Bey’in 4 dönümlük (dekar) karanfil serası için”

1. Karanfil Fidesi: 100.000 adet. (Dönüme 25.000 adet.) Tanesi 10 kuruştan 10.000.-TL

2. Sürüm: pullukla, kazayağıyla ve patosla toplam 8 sürüm. Her işin dönüm başına yapımı 30 liradan olunca 8x30x4(dönüm)= 960.-TL

3. Fumigasyon: (İlaç ve sıcaklık ile toprağı dezenfekte etmek) için ince naylon: 700 TL

4. Fumigasyon için kullanılan ilaç: 20 bidon, 90 liradan 1.800.-TL

5. Samra (Çiftlik gübresi): (“Dönüme 1 kamyon hesabıyla iki yılda bir atıyoruz” diyor.) Kamyonu 700 liradan 2.800.-TL (Bu yıl için 1.400.-TL)

6. Ağ ipleri: Beyaz ağ ipi 25 kg x 6 liradan=150.-TL, siyah ip 200 kg x 3,6 liradan 720-TL Her iki ipin toplamı:870.-TL

7. Damlama borular, yağmurlama sistemi: (“Beş yılda bir yenileriz abi” diyor.) “4.000 lira damlamaya, 2.000 lira yağmurlamaya para verdim bu sene” diye devam ediyor sözlerine. Ben de “O zaman bu parayı 5’e bölüp yazacağız” diyorum. Toplam 1.200 TL

8. Sera üst örtüsü: (“Tek yıllık olan naylondan alıyoruz ama iki yıl kullanıyoruz” diyor.) 1000 kg x 4,5 liradan eder 4.500.-TL Bunun da bir yıla düşen miktarı 2.250.-TL.

9. Sera Kirası: Yıllık dönümü 2.500 liradan 10.000.-TL

10. Elektrik gideri: “Aylık 150 liradan aşağı hiç fatura gelmedi” diyor ve ekliyor “sen bunu 12 ayla çarp.” 1.800.-TL

11. İşçilik: “Dalbaşıcılarla bu sene 3,5 kuruştan hesap gördük. 480.000 dal üzerinden 16.800.-TL

12. Sleeve: (20 daldan oluşan karanfil demetlerinin koyulduğu plastik poşet) 25.000 adet. Tanesi 6 kuruştan 1.500.-TL

13. Lastik: 30 kg x 9 liradan eder 270.-TL

14. Ulaşım: Kesilen karanfillerin işletmeye getirilmesi ve malzeme nakilleri ile diğer işler için 1.200.-TL

15. Gübre ve ilaç: 14.000.-TL

16. Sera Demirlerin yıllık bakımı, kaynak işleri, kısaca seranın bakım onarımı: 250.-TL

17. Gölge tozu: 200.-TL

18. İlaçlama motorunun bakım onarımı: (“Bu sene en az 300 lira vermişimdir” diyor.)


Kur ortalaması 1,440.-TL, satılan karanfilin ortalaması da 7,7 sent.

Şimdi yukarıdaki rakamları kimse toplayıp bölmez, iyisi mi ben söyleyeyim. Bu masrafların toplamı 69.900 lira ediyor. Tabi bu rakam 4 dönümlük bir yer için.

Dönüme düşen gider toplamı 16.375.-TL.

480 bin dal karanfilin ortalama ihraç fiyatı üzerinden yani 7,7 sentten 36.960 $ x 1,440 (Ortalama döviz kuruyla) =53.222.-TL. Bu tutar 4 dönümlük yer için, bir dönümün yıllık getirisi 13.305 lira ediyor.

Bu rakamı görünce şaşırıyor ve “Abi bu durumda zarar etmişsiniz!” diyorum.

“Bu sene öyle oldu” diyor.

Gelir toplamı: 13.305.TL

Dönüme düşen masraf:16.375 lira

Zarar: 3.070.-TL


Bir süre düşünüyorum, bu rakam nasıl artıya geçer, diye. Benim yerime Kemal Bey yanıtlıyor.

“Eğer yer kendinin olursa, işçiliğini kendin yaparsan kâra geçersin.”

Yer kirası 2.500 lira ve bir dönümlük 120 bin dal karanfil işçilik ücreti 4.200 lira. Toplam 6,700 lira.

Düşersek zararı bu miktardan 3.630 lira yıllık karımız olur. En az aileden iki kişi işçilik yaparsa, bu iki kişinin aylık gelirleri 303 lira olur. Adam başına düşen miktar da aylık 151,5 lira eder.

Berbat bir durum! Hadi diyelim ki adamın iki dönümlük yeri olsun. İki kişi en fazla iki dönümlük yerde işçilik yapabilirler. Fazlası için gene adam ayarlamak zorundalar. O zaman da bu rakamları ikiyle çarpmak gerek.

Yani, bu durum eğer benim yaklaşık iki dönümlük seramda gerçekleşmiş olsaydı ve işçiliğini kendim yapsaydım bu üretimin sonunda yıllık gelirim 7,260 lira olacaktı.

İşçiliğini yapacağımı da hiç zannetmiyorum.

Karanfil ekmemekle iyi bir karar vermiş olduğumu düşündüm.


**


Bu bilgiyi aldım ama uzun süre temize çekip netleştiremedim. Bu arada içinde bulunduğumuz sezonun da sonuna yaklaştığımızı görünce iyice saldım, bu yeni dönemi de yukarıdaki gibi tane tane yazayım, böylece iki yıllık bilgiyi birden vermiş olurum, daha anlamlı olur diye düşündüm.

Derken iki hafta kadar önce gene punduna getirip Kemal Beyi, tekrar kâğıda kaleme sarıldım.

“2010-2011 Ekim Dönemi Kemal Bey’in 4 dönümlük (dekar) karanfil serası için”

1. Karanfil Fidesi: 100.000 adet. (Dönüme 25.000 adet.) Tanesi 8 sentten 8.000.-$ (Ortalama Dolar Kuru 1,500 liradan 12.000.TL)

2. Sürüm: pullukla, kazayağıyla ve patosla toplam 8 sürüm. Her işin dönüm başına yapımı 35 liradan olunca 7x35x4(dönüm)= 980.-TL (Geçen yıl 8 sürüm işlemi bu yıl 7’ye inmiş. Patlatma yaptırmamış bu sefer)

3. Fumigasyon: (İlaç ve sıcaklık ile toprağı dezenfekte etmek) için ince naylon: 700 TL

4. Fumigasyon için kullanılan ilaç: 24 bidon, 80 liradan 1.920.-TL (İlacı değiştirmiş dolaysıyla miktar da değişmiş.)

5. Samra (Çiftlik gübresi): (“Dönüme 1 kamyon hesabıyla iki yılda bir atıyoruz” diyor.) Kamyonu 700 liradan 2.800.-TL Bu yıl için 1.400.TL

6. Ağ ipleri: Beyaz ağ ipi 25 kg x 6 liradan=150.-TL, siyah ip 200 kg x 3,75 liradan 750-TL Her iki ipin toplamı:900.-TL

7. Damlama borular, yağmurlama sistemi: (“Beş yılda bir yenileriz abi” diyor.) “4.000 lira damlamaya, 2.000 lira yağmurlamaya para verdim bu sene” diye devam ediyor sözlerine. Ben de “O zaman bu parayı 5’e bölüp yazacağız” diyorum. Toplam 1.200 TL

8. Sera üst örtüsü: (“Tek yıllık olan naylondan alıyoruz ama iki yıl kullanıyoruz” diyor.) 1000 kg x 4,5 liradan eder 4.500.-TL Bunun da bir yıla düşen miktarı 2.250.-TL.

9. Sera Kirası: Yıllık dönümü 2.500 liradan 10.000.-TL

10. Elektrik gideri: Aylık 170 lira çarpı 12 = 2.040.-TL

11. İşçilik: “Dalbaşı ücreti bu sene 3,35 kuruştan. 388.000 dalın ederi 13.000.-TL

12. Sleeve: (20 daldan oluşan karanfil demetlerinin koyulduğu plastik poşet) 20.000 adet. Tanesi 6 kuruştan 1.200.-TL

13. Lastik: 16 kg x 10 liradan eder 160.-TL

14. Ulaşım: Kesilen karanfillerin işletmeye getirilmesi ve malzeme nakilleri ile diğer işler için 1.400.-TL

15. Gübre ve ilaç: 14.000.-TL

16. Sera Demirlerin yıllık bakımı, kaynak işleri, kısaca seranın bakım onarımı: 250.-TL

17. Gölge tozu: 200.-TL

18. İlaçlama motorunun bakım onarımı: 300 lira.

Gene yukarıdaki rakamları toplayıp, bölelim. Masraf toplamı 63.900 lira. Tabi bu rakam 4 dönümlük bir yer için. Dönüme düşen gider toplamı 15.975.-TL.

388 bin dal karanfilin ortalama ihraç fiyatı üzerinden yani 7,94 sentten 30.807 $ x 1,500 (Ortalama döviz kuru) 46.210.-TL. Bu tutar 4 dönümlük yer için, bir dönümün yıllık getirisi 11.552 lira ediyor.

Dönüme düşen masraf:15.975 lira

Zarar: 4.475.-TL

“Abi bu ne ya? İki yıl üst üste zarar etmişsiniz!” diyorum.

İnanasım gelmiyor.


**


Doğrusu bu detayda bir yazıyı taa iki sene kadar önce karar verdiğim zaman böyle bir sonuçla karşılaşacağımı düşünmüyordum. Sadece o malum yazıda bahsedilen rakamların gerçekçi olmadığını ortaya sermekti niyetim.

Peki, bu iki ekim döneminde de zarar yazan örneğin dışında acaba tüm karanfil ekenler gerçekten zarar etmişler mi? Yoksa sadece tam 20 yıldır bu işi yapan Kemal Bey mi zarar etmiş?

Hiç kafa karıştırmadan şöyle bir önermede bulunursak:

1.Ekim yapacağı alan kendisinin olmalı.

2.Serası bakımlı olmalı, dolaysıyla onarım giderleri azalacaktır. (Zor iş)

3.Eğer bir karanfil yetiştiricisi kendi fidesini kendi üretirse fideciye vereceği para yarı yarıya azalır ama çok da kaliteli bir fide yetiştirmiş olamaz. Bu işin de kendine göre eziyeti ve giderleri var.

4.Hiç işçi çalıştırmazsa ki mümkün değil, gene zaman zaman gündelikçilerle iş yapmak zorunda. Örneğin fide dikimini, ağ örümü ve diğer birçok işte adama ihtiyaç duyacaktır.

5.Fumigasyon yapmazsa bu kalemden de belki bir iki ekimliğine kâra geçer ama yorgun ve hastalıklı seralarda sağlıklı ürün alabilmek için bunu yapmak zorunda.

6.Çiftlik gübresi kullanmazsa, bozulan alet ve araçları kendi onarırsa, çift sürümünü pullukla sürüm ve patos olarak iki seçeneğe indirirse…

7.İlaç ve gübreden bir miktar çalarsa giderleri azalır ama bu kez de üretimi azalır.

8.En önemlisi bir dönümden en az 125 bin sağlıklı dal kesebilmeli.

9.Ve son olarak satış ortalamasını 10 kuruşun altına düşürmezse.

İşte bunlar olursa o zaman en az 12,500 liralık bir gelire karşılık bu paranın yarısı kadar da gideri olur.

Ve tabiî ki en önemli kriter de, bana göre bu işi yapanın 3 dönümden daha küçük bir serası olmaması lazım.

Yani neresinden bakılırsa bakılsın bu işler küçüklerin işi değil.

(Büyük işletmelerin elbette kazançları olacaktır. Çünkü onlar aynı zamanda
ürettiklerini pazarlayacak nitelikteler.)

Küçük bir üretici için diyelim ki 3 dönümlük sera kendiliğinden kurulu olsun; ilacı gübreyi Tarım Bakanlığı bağışlasın, işçiliği kapı komşu Allah rızası için yapsın, Allah da o yıl hiçbir engel çıkarmasın, lastik çalıntı, sleeve buluntu olsun, elektrik kaçak ürünlerde saçak saçak olsun, kısacası at ağanın, göt ağanın olsun ve cebimizden bir kuruş bile masraf çıkmasın…

Kazanılan para kemiksiz, sinirsiz lokum gibi et olsun ve satar satmaz ürünleri, para hemen cebimize dolsun.

İşte o vakit bir yılda alacağımız para gene de Tarım Bakanlığının dediği gibi: “Hesaplamalarımıza göre, düz arazide fındığını söküp serada karanfil gibi kesme çiçek yetiştiren üreticinin, dekar başına net kârı 25,6 bin liraya çıkıyor” demenin iler tutar bir yanı yoktur.

Ama şuna eminim, bu bilgileri bana veren Kemal Bey ve ortağı da dahil, hatta fındık yetiştirenlerin çoğu diğer seçimlerde olduğu gibi bu seçimde de AKP’ye oylarını verecektir.

-LX-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
ar_de_ (12-06-2011), bikmisbroker (27-07-2011), buena vista (13-06-2011), dentist (11-06-2011), Master (11-06-2011), neron (12-06-2011)
  #266  
Eski 12-06-2011, 14:14
ar_de_ - ait Avatar
ar_de_ ar_de_ bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Jan 2007
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 133/1013
108 Mesaj ına 737 Kere teşekkür edildi
Tanımlı

sevgili Emin
eğer üretici kasabın vitrinindeki koyunsa, karanfil de kasabın; elinden alınan yaşamına ses çıkarmadığı-karşı duruş ve çaba sergilemediği için çiftçinin yakasına taktığı teşekkür çiçeğidir ...
az önce sandık başından geldim . trakyanın kırmızı oylarını şimdiden kırmızı içerek kutluyorum. ülkem için hayırlısı olsun .
Alıntı ile Cevapla
ar_de_ kullanıcısına teşekkür edenler
Emin (04-08-2011)
  #267  
Eski 04-08-2011, 22:12
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Boz Bulanık

Düşüncelerimde “huzursuzluk” bulutları fink atıyor, çoktandır.

Kendi kendimi, kendi vesayetim altında tutuyor olmaktan bitap düşmüş durumdayım.

Şöyle arada bir efelenerek bir şeyler yapmak, hızlanmak istiyorum ama olmuyor, yapamıyorum.

Hayatımın çoğu zamanında değişik ve bir o kadar da karmaşık şeylerin peşinden gitmişim.

Etrafımda gördüğüm veya tanıdığım birçok kimsenin kolay kolay göze alamayacağı şeyleri yapmanın hayhuyu içerisinde geçirmişim zamanımı.

Bu böyle olsa daha iyi olur, daha lezzetli olur, daha zevk verici olur, daha sağlam…

Daha kırıcı olur, daha çarpıcı olur, daha işlevsel, daha bilmem ne olur dediğim içindir ki; bazen gözleri dolu dolu, bazen burnunun kanatları titrerken burun direği sızlayan biri oluyorum, bazen de sinirden ya da heyecandan eli ayağıyla birlikte sesi de titreyen biri.

***

Yukarıdaki cümleleri neden yazdığımı soracak olursanız, verecek yanıtım yok.

***

Yeni bir döneme giriyorum.

1 Ağustos 2011 tarihinde yaklaşık iki dönümlük nane serasına “Roundup Turbo” adlı Belçika malı bir ot ilacını (zehrini) atarak işe başladım.

Zehri atarken tarif edemeyeceğim kadar duygusallaştım, kötü oldum. Sanırsın kendimi ilaçlıyorum. Yemyeşil fışkıran nane yapraklarının üzerine püsküren zehirli su zerreciklerini bedenlerinde hangi akla hizmet dolaştıracaklarını, bu dolaşım sürecinde ne gibi acı çekeceklerini merak ettim.

İlk iki gün görünürde olumsuz bir şeyleri yoktu ama bugün öyle mi ya…

Bir hafta daha bekleyeceğim, kuruyup kararmasını.

Sonra?

Sonrası tam olarak belli değil. Önce kuruyanları nasıl tahliye edeceğimi düşünüyorum. Damlama hortumlarının kaldırılması, sürüm ve toprağın duruma göre işlenmesi ve yeniden damlamaların döşenmesi işlerinin adından bir şeyler ekilecek, dikilecek.

Geçirdiğim üretim yıllarının hepsinde de çok yoruldum, bu sezon daha az yorulacak bir üretimin içinde olmalıyım diye kafa patlatıyorum.

**

Bir ay önce Antalya’nın yapış yapış sıcağından Erzurum’un efil efil esen dağlarına gittik, ailecek.

Görülmesi gereken dostları, yerleri gezdim, yaşanmışlıklarımı aklıma geri çağırdım.

Sadece düşüncelerimde değilmiş anılarımda da “huzursuzluk” bulutları fink atmaya başlayınca tat almakta zorlandım.

**
Ayhan abime sitem ettim şaka yollu:

“CHP’den bir milletvekili çıkaramayacak mı bu şehir?”

“Ben elimden gelen desteği yaptım, çıkarırdı çıkarmasına ama Bağımsız aday işi bozdu.”

“Neyse, en azından tulum çıkarmasına engel olmuşsunuz. Televizyondan izledim, gaza getiriyordu sizleri, ‘Dadaşım benim’ diyerek.”

**

Her ne kadar Cahit Can’ın “Ben Dadaşım” adlı şiirinde Dadaşlığa başka damardan girse de bu şiirinin nakarat kısımlarında şöyle der:

Ben Erzurumluyum, dadaşım dadaş!
Benim ile oyun olmaz arkadaş!


**

Sünnet konvoylarının biri çıkarken Abdurrahman Gazi türbesine, düğün konvoylarından biri yokuş aşağı iniyordu.

Korna çalarak hızla inen araçların önüne odun, taş, el arabası gibi şeylerle barikat kurup, bahşiş koparmaya çalışan gençleri, çocukları görünce içim cız etti.

Adeta ölümü göze almışlardı. Gene de bahşişi alamamanın kızgınlığıyla yolun kenarına çekildiklerinde bir sonraki konvoyu nasıl hesaba getiririz diye kendilerini bileyledikleri kesin.

Kimdir bu Gazi?

Kısaca:

Peygamber’in Orduları Erzurum’u fethediyormuş. Alemdarı, sancaktarı, bayraktarı olan Abdurrahman’ın kafası bir düşman kılıcı ile kesilmiş, yere düşmüş.

Kellesini koltuğuna alan bu mübarek zat, elinde bulunan İslam'ın Sancağı’nı Palandöken’in en tepesine dikmek için dağa doğru koşmaya başlamış.

Dağın bu mevkiine geldiğinde dağda bulunan çocuk, kadın, çoban her kimse onun bu haline şaşırıp kalmışlar.

“Ula hele bakın adamın kafası yerinde yok” diye birbirlerine bağırırken adama nazar değmiş, olduğu yere düşmüş.

Düştüğü yere türbesi yapılmış. Türbenin yanına bir süre sonra cami yaptırılmış.

Hatta Marifatname sahibi Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleriyle oğlu Mehmet Sakir ve yeğeni Yusuf Efendi Abdurrahman Gazi tekkesinde zaviyedarlık vazifesi yapmışlardır.

Neden Abdurrahman Gazi’nin türbesine gitmeden edilemez, düğünler?

Bu sorunun cevabını vermek hem kolay hem de zor, hem de gereksiz.

Ancak bu türbenin kapısında yazılanların ne derece gerçeği yansıttığını bir başka açıdan kurcalayacak olursak o zaman sözü bir başkasına verelim.

Bu konuda İbrahim Hakkı Konyalı şöyle yazıyor:

"Eskiden beri maneviyat sömürgecileri büyüklüğü mânada ve ruh yüceliğinde değil azametli maddede araya gelmişlerdir. Bir Mum-i Abin kaynağının başına seksen adım uzunluğunda bir mezar yapmak ve baş ve ayakuçlarına muazzam taş sütunlar dikmek suretiyle avam avcılığı yapmışlardır, insanların boyları, bosları, cüsseleri onbinlerce asırdan beri malumdur. Avam istismarcılarının gönül ve kalp değil de göz doyurmak ve doldurmak suretiyle menfaat sağlamaları da pek yeni değildir. İstanbul Yuşa tepesindeki Hergül’e nispet edilen mezar hiç de Belam’ın mezarından küçük değildir. Yagan köyündeki Yağan Paşa’ya atfedilen mezar da böyledir.

Tarihin birçok devrinde “Boz Eşekçi”ler var olmuştur.

Hikaye malûm:

İran’da şöhretli bir şeyh varmış. İran’ın uzak bir köyünden bir delikanlı onun, dergahına gitmiş, senelerce şeyhe hizmet etmiş, nihayet irşat iznini almış, bir boz eşeğin sırtına kitaplarını ve nevalesini yüklemiş, köyüne dönüyormuş, burada irşat vazifesini yapacakmış. Aşılması zor bir belde eşeği ölmüş. Şeyh namzedi yolda kalmış. Hemen eşeği olduğu yere gömmüş, üstüne hörgüçlü bir mezar yapmış, yolcuları, kervanları beklermiş, bunlar yaklaşınca eline bir kitap alır, diz çöker okumaya başlarmış. Kendisine soranlara da burada yatanın (Boz Baba) hazretleri olduğunu söylermiş. Gelip geçenler kendisine o kadar çok ihsanlarda bulunmuşlar ki boz eşeğin üstüne bir türbe, yanına bir zaviye yapmış… Burası az zamanda bir kasaba haline gelmiş, mürşidin şöhreti de baştanbaşa İran’ı tutmuş.. Bir gün İran’daki şeyh, gideyim bizim dervişi göreyim demiş, ziyaretine gelmiş… Yiyip içtikten, hoş beşten sonra müridinin kulağına eğilmiş:

-Bu Türbede kim yatar? demiş. Aldığı cevap kısaca şu:

-Boz eşek!...

Şeyh:

Mehmet, demiş, bizdeki de onun babası!...”


Yazar, 35 sayfa boyunca Abdurrahman Gazi’nin halk arasında bilindiği veya inanıldığı gibi gerçektende Hazreti Peygamber’in sancaktarı olup olmadığını araştırmalarıyla anlatır.

Sonunda:

“Abdurrahman Gazi kimdir? Kitabımızın birkaç yerinde delilleriyle tekrar ettik ki Abdurrahman Gazi, Hazret-i Peygamber’in eshabından ve alemdarlarından değildir. Kim olduğu, ne vakit yaşadığı, ne vakit öldüğü hakkında 20.nci asır ilminin istediği vesikalardan mahrumuz….”


Sonra Eshapdan meşhur olan bütün Abdurrahmanların ne yaptıklarını anlatır ve son cümle olarak konuyu şöyle bağlar:

"Eğer bu istismar kasdiyle (Abdulvahaf Gazi) gibi uydurulmuş bir zat değilse muahhar asırların (Abdurrahman) adlı bir bahtiyar mevtadır.
Allah rahmet eylesin.”


İbrahim Hakkı Konyalı, Abideleri ve Kitabeleri ile Erzurum Tarihi, Aralık 2010 (ERZURUM 2011 UNIVERSIADE, Başbakanlık Tanıtma Fonunun Desteği ile Yayınlanmıştır.)

-Zaman bulursam devamı olacak-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
account (05-08-2011), ar_de_ (11-08-2011), buena vista (05-08-2011), Master (05-08-2011), neron (08-08-2011)
  #268  
Eski 24-08-2011, 02:07
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Bulanık Su

Erzurum’da görülmesi gereken dostlarımı görmüş ve yaşanmışlıklarımı hatırlamaya çalışmıştım ama doğrusu anılarımdan da bir tat alamamıştım.

**

İki gün boyunca, gece gündüz, tam gün Ayhan abiyle birlikteydik. O işyerinde günlük işlerle uğraşırken ben de onunla konuşmadığımız zamanlarda bürosundaki kitaplara dalıyordum.

Bir ara bana laf sokmaya başladı:

“Hani sen yalan söylemezdin!”

“!?...”

“Peygamber Efendimizin bilmem kaç tane hanımı var demiştin! Yirmiden fazlaydı galiba?”

“Doğrudur, demişimdir; aklımda kaldığı kadarıyla 23 demiş olabilirim.”

“Ulan Teyyo, öyle bir şey yok, iftira etmeye utanmıyor musun?”

Böyle başlayan sohbetimsi sözler uzadıkça gıcık verici bir hal aldı.

Beni sıkıştırmasına gerek olmadığını, internette bir sürü mübarek sitelerinin varlığından dem vurarak oralarda araştırma yaparsa benim dediğim rakamlar civarında bir sayıya erişeceğini önerdimse de o tutturmuştu bir kere.

Neredeyse 20 yıl önce söylediğim bir konuyu şimdi niye deşelemeye çalıştığını doğrusu anlayamamıştım.

“Hayırdır, şimdi bu konu nereden geldi aklına? Peygamber Efendimizin yolundan gitmeye mi karar verdin?” diyerek bu kez de ben laf soktum.

***

Esasında böyle mübarek günlerde bu tür konuların yazılıp konuşulması çok tuhaf gözükmese de içerik olarak hayırlara vesile olacak sonuçları doğuracağına pek inanmam.

Ayhan abimle hukukumuz farklı olduğu için ona söz verdim: “Muhtemelen o listeyi İlhan Arsel’in Şeriat ve Kadın adlı kitabından almışımdır, döndüğümde bulup buluşturup sana gönderirim, hiç merak etme” dedim ve konudan uzaklaşmaya çalıştım.

***

Verdiğim bu sözü yerine getirmek için “Şeriat ve Kadın” adlı kitabı buldum ve başladım sağından solundan, yanından yöresinden okumaya. Bu sıcak havalarda kitap okumak hiç zevk vermedi. Gözüme ilişen ve ilgimi çeken bir yerinden başlayınca bu kitapta neyi aradığımı unutup, daldırıp gidiyordum.

Uzatmayayım, ilgili yeri buldum ve buradaki bilgileri yazmak için kitabın arasına bir kağıt yerleştirdim ama aşağı yukarı iki hafta sonra o kağıdı yerinden çıkarabildim.

***

Hazır bu konuya dalmışken, bari Diyanet’in internet sitesine girip biraz bilgi devşireyim dedim.

Böyle nizalı konularda konuşurken, insanın sırtını dayayacağı nispeten sağlam yerlerin olması lazım.

Tabii ki Diyanet, İlhan Arsel ağzıyla ve mantığıyla konuşacak değil.

Diyanet, bu konuyu işlerken nelere dikkat etmemiz gerektiğini “arif olana” anlatıyor:

Dolayısıyla onun evlilikleri değerlendirilirken dönemin siyasal, sosyal ve kültürel şartları gözönünde bulundurulmalıdır. Çünkü kendi döneminde dostlarından ve düşmanlarından hiç kimse onu bu uygulamasından dolayı eleştirmemiştir.

İlgili yazıda, hanımlarının isimlerini sıralamadan önce “Hz. Peygamber on bir hanımını bir arada nikahı altında bulundurmuştur; vefatı esnasında ise nikahı altında dokuz kadın vardı” dedikten sonra:

Hz. Peygamber'in hanımlarının isimleri şöyledir” deyip yan yana ama numaralandırmadan yazmışlar.

(Ben de bu listeyi alt alta ve numaralandırarak yazdım ki, İlhan Arsel’in kitabında ki isimlerle karşılaştırma yapmak kolay olsun.)

1. Hatice bint Huveylid
2. Sevde bint Zem'a;
3. Aişe bint Ebû Bekir;
4. Hafsa bint Ömer;
5. Zeyneb bint Huzeyme
6. Ümmü Seleme
7. Zeyneb bint Cahş
8. Cüveyriye bint Hâris
9. Reyhâne bint Zeyd
10. Safiyye bint Huyey
11. Ümmü Habîbe bint Ebû Süfyan
12. Mâriye
13. Meymûne bint Hâris

***

Gelelim İlhan Arsel’in (6. Baskı İstanbul 1990) “Şeriat ve Kadın” adlı kitabın 300 ve 301 nci sayfasındaki bilgilere:

Her ne kadar İbn Sa’d ve ona Hişam bin Muhammed’ten gelen haberlere göre Haris, Muhammed’in 15 kadınla evlendiğini ve 13’ü ile zifaf olduğunu bildirmekle beraber Taberi’nin belirtmesine göre Muhammed’in evlendiği kadınların sayısı 23’ü bulmaktadır. Bunlar şunlardır;
1. Hüveylid bin Esed bin Abdul’Uzza’nın kızı Hatice
2. Ebu Bekir’in kızı Ayşe
3. Zam’a bin Kays bin Abdişems bin Abdi Vedd el Vudd bin Nasır’ın kızı Sevde
4. Ömer bin Hattab’ın kızı Hafza
5. Ebû Umeyye bin Mugire'nin kızı Ümmi Seleme
6. Harîs bin Ebû Zirâr'ın kızı Cuveyre
7. Ümmi Habibe
8. Cahs bin Ribab'ın kızı Zeyneb
9. Ubeyd bin Ka'b'ın kızı Safiye
10. Hârîs bin Hûz'un kızı Meymune
11. Rifaa'nın kızı Neşat
12. Amr'in kızı Şenba
13. Cabir'in kızı Gaziye
14. Numan bin Esved'in kızı Esmâ
15. Beni Kurayza'dan Zeyd'in kızı Reyhane
16. Kıbt kavminden Marya (cariye olarak kullanmıştır, İbrahim adındaki oğlu bu kadından olmuştur.)
17. Huzeyme kızı Zeyneb
18. Dihye bin Halife Kelbî'nin kız kardeşi Şerafi
19. Zayba'nın kızı Aliye
20. Kays bin Ma'di Ker'b'in kızı Kutayle
21. Şurayh'ın kızı Fatma
22. Huzeyl bin Hubeyre'nin kızı Havle
23. Hazrec'in kızı Leylâ
24. Yezid'in kızı Umre."

"Bütün bu kadınlar arasında Marya ve Reyhâne Muhammed'in odalıklarından sayılır. Gâziyye'yi, zifaf gecesi yaşlı bir kadın olduğunu anladığı için, derhal boşamıştır. Şenba adındaki kadını ise, zifaf olacağı zaman hastalığı tuttuğu için koynuna almamış ve fakat bu sırada oğlu İbrahim'in ölümü üzerine Şenba "Muhammed Tanrı elçisi olsaydı oğlu ölmezdi" diye konuştuğu için derhal boşamıştır. Esmâ'yı da, sırtında lekeler gördüğü için boşamıştır.
Bütün bu yukardaki evliliklerini Muhammed, 25 yaşında iken evlendiği ve kendisinden 15 yaş büyük olan Hatice'nin ölümünden sonra yapmıştır."
(*)

(*) Bu hususlar için bk. Taberî age, (1966), II, sh. 834-848.
Evli bulunduğu karılarının sayısı hakkında ayrıca bk. Sahih-i Buharı Muhtasarı..., XI, sh. 284-289.


***

“Şimdi böyle günlerde bu türden yazılar yazmanın yeri ve zamanı mı?” diye bir soran çıksa ne diyeceğim!?

Bulanık suda balık avlanmaz mı?

-devamı olacak-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
ar_de_ (05-09-2011), buena vista (24-08-2011), dentist (24-08-2011), Master (24-08-2011), neron (05-09-2011)
  #269  
Eski 26-09-2011, 01:22
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Hafıza-i Beşer

Erzurum’da Ayhan abimin bürosunda oturuyorum.

“Sünnet düğünü” için gelmiştik.

Süreyi biraz uzatarak Antalya’nın sıcağına ne kadar geç dönersek kârdır diye düşündük.

Ben özellikle fırsat yaratarak düğün evi kalabalığından kaçıp, Ayhan abiyle buluştum.

Adam, işadamı olunca birlikteliğimizin önemli bir kısmı işyerinde geçti. Mekân işyeri olunca gelen giden çok oldu. Yer yer konuşmalara kulak kabartsam da arada sırada da kendimle baş başa kalmayı tercih ediyor, büroda bulunan sehpanın ve rafların üzerindeki dergilere, kitaplara, kataloglara ve yerel gazeteye dalıp gidiyordum.

Palandöken Gazetesine göz atarken şöyle bir başlıkla karşılaştım:“İsmail Ağa Cemaati davası sonuçlandı”

Haberi okumaya başladım.

“Erzincan Cumhuriyet eski Başsavcısı İlhan Cihaner'in başlattığı ve Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı Osman Şanal'ın yürüttüğü 'İsmail Ağa Cemaati' davasında 16 cemaat üyesi 'Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs etmek' suçundan yargılandığı davada beraat ederken, 14 sanığa 'Yasalara aykırı eğitim kurumu açmak' suçundan 5'er ay hapis cezası verildi.”

Okumaya devam etmedim.

Daha doğrusu haberin devamını değil de okuduğum yeri bir kez daha okuduktan sonra durup düşünmeye başladım.

“Bu yazıyı okuyan ne anlar?” diye sordum kendime.

Savcının biri bir dava başlatmış, bir başka savcı da devam ettirmiş ve işte o dava sonuçlanmış; diye anlar.

Hafızamı yokladım.

Hiza ve istikamete sokamayacağım kadar karışık kuruşuk olaylar, konular kafamdan geçti.

Televizyona servis edilen İlhan Cihaner’in makamında tartaklandığı görüntüler ilk başta gözümün önüne geldi. O görüntüler bile net değildi. Sanırım bir iki polis gözaltına almak için çırpınıyordu…

O görüntülerden kurtarıp kendimi başka ne hatırlıyorum diye yoğunlaştım hafızama.

Bu adama açılan bir dava vardı, çardak mı ne yaptırmıştı lojmana?

Yüksek mahkemelerde ifadesinin alındığını hatırladım.

Yine karışık kuruşuk bu savunma süreci sonunda adamcağızı görevine iade edilişini ama bakmakta olduğu dava dosyasının da elinden alındığını…

Konunun detaylarını ise hiç hatırlamadığımı anladım.

Sonra, bu başsavcının bir nevi rütbesi sökülerek savcı yapıldığını ve bir yerlere tayin edildiğini…

Ama nereye tayin edildiği aklıma gelmedi.

Sonra, seçim zamanı gelince emekliliğini istediğini ve CHP’den aday olduğunu ve seçildiğini…

Ama nereden seçildiğini hatırlamadım.

“Ulan” dedim kendi kendime “ben eğer bu kadar sığ bir şekilde hatırlıyorsam, çevremdeki insanların, eşimin, dostumun bu konuyla ilgili doğru dürüst hiçbir şey gelmez akıllarına.”

Çünkü dünyaları farklı!

Peki, hatırlamak zorundalar mı?

Değiller!

Herkesin bir dünyası var.

Hastası olan var, borcunu düşünen var, işini düşünen var, dersini düşünen var, dizileri düşünen var…

Var oğlu var!

Bu arada bir parantez açıp yukarıdaki tespitimi doğrulayan bir şey anlatayım.

Düğün evi kalabalıktı. Sünnet çocuğunun yatağına takısını takan salona geliyor, yemek, tatlı, içecek gibi ikramlardan sonra biraz havadan sudan sohbetlere takılıyordu. Diğer şehirlerden gelen akrabalar ise ara sıra balkona çıkıp sigara içtikten sonra salona dönüyordu. Bir ara hareketlilik azaldı ama salon yine tıka basa dolu. Konuşmalar zaman zaman siyasete girip çıkıyordu. Bu girip çıkmalar genellikle ve çoğunlukla hükümetin ne kadar iyi şeyler yaptığına ve başbakanın ne kadar mükemmel bir adam olduğuna yönelikti.

Benden küçükleri kendimden soğutmamak, büyükleri de küstürmemek için ha bir de her ne kadar aileden sayılsak da neticede düğün evinin misafiri olduğumuzu hatırda tutarak beni ifrit eden konuşmaları duyup, duymazlıktan geliyordum.

“Duble yollar” methiyesi yapılırken, tutamadım kendimi “Yapacak tabii” dedim sert bir tonla, “kesintisiz 9 senedir iktidarda, yapacak tabii, hem babasının parasıyla mı yapmış yoksa yol yapımında kazma mı sallamış, abartmayın, şişirmeyin bu kadar, yol yapmayacak da ne yapacak, görevi zaten” diyerek elimde olmadan konuyu alevlendirmiş oldum.

Ev sahibine ayıp oldu ama artık yapacak bir şey yoktu, tartışma dövüşme tonunda devam ediyordu.

Benim gibi düşünen ve susan sadece bir kişi vardı, o da ara sıra birkaç kelam etti ama nafile…

Birilerini ikna etme gibi bir düşünce ve gayretin içinde çok uzun süreden beri uzak durduğumdan olacak, esasında rahattım.

Pek hoş ve doğru değil ama “Kim hangi taş büyükse kafasını ona vursun” deyip geçiyorum.

Ancak tartışmalar, Ergenekon’dan Balyoz’a, vanminüt'ten, dış politikaya, referandumdan, seçim konuşmalarına kadar her konuda dallandı, budaklandı, yapraklandı…

Bir ara “cemaatler” konusuna girildi.

İşte o sırada bir punduna getirip okuduğum haberin de etkisiyle: “Cihaner’i bilirsiniz!?” dedim.

O koca kalabalıktan “bu konuyu az bucuk biliyoruz” anlamına gelen bir işaret göremeyince, sezemeyince “hani Erzincan Başsavcısıydı, cemaatlerle ilgili bir dosya hazırlamıştı da, bu hükümet elinden dosyayı almıştı ya?” diye sorumu açtım.

I ııh, konunun farkında olan yok!

İşte o cevabı bekleme kısa süresi içinde, bir gün önce kendimi eleştirdiğim an geldi aklıma.

Yukarıda yazmıştım aynı cümleyi yineleyeyim.

“Ulan” dedim kendi kendime “ben eğer bu kadar sığ bir şekilde hatırlıyorsam, çevremdeki insanların, eşimin, dostumun bu konuyla ilgili doğru dürüst hiçbir şey gelmez akıllarına.”

Hem bir gün önce kendi kendime yaptığım değerlendirmemde haklı çıkmıştım hem de bu konuyu niye çok az hatırlıyorum diye kendime haksızlık etmiştim.


(Devam edecek)
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
account (26-09-2011), ar_de_ (26-09-2011), buena vista (26-09-2011), hazan (29-09-2011), Master (26-09-2011), neron (28-09-2011), Ramo (26-09-2011)
  #270  
Eski 26-09-2011, 16:41
ar_de_ - ait Avatar
ar_de_ ar_de_ bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Jan 2007
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 133/1013
108 Mesaj ına 737 Kere teşekkür edildi
Tanımlı

arkası yarın ... teşekkürler

( bu arada : "üyemizin posta girişi doludur. eski mesajlarını silmeden yeni özel mesaj alamaz." uyarısı yüzünden mesajınızı cevaplayamadım. bir süre sonra tekrar deneyeceğim )
Alıntı ile Cevapla
ar_de_ kullanıcısına teşekkür edenler
Emin (26-09-2011)
Cevapla


Konuyu Toplam 1 üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Konu Seçenekleri Bu Konuda Ara
Bu Konuda Ara:

Gelişmiş arama yap
Modları Göster

Yetkileriniz
Yeni konu açabilirsinizdeğil
Yanıt gönderebilirsiniz değil
Eklenti gönderebilirsiniz değil
Mesaj düzenleyebilirsiniz değil

Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodları Kapalı
Gitmek istediğiniz klasörü seçiniz


Bütün Zaman Ayarları WEZ +2 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 10:20 .


Telif Hakları vBulletin v3.5.4 © 2000-2024, ve
Jelsoft Enterprises Ltd.'e Aittir.
Tercüme ve Tasarım : Arka & Bahce