#221
|
||||
|
||||
Fuar
Üzerinde çok sağlıklı görünen bir domates fidesi resmi ve bu fidenin köküne tutuşturulmuş etikette de “Growtech Eurasia 2006” yazısı bulunan ilanda “6. Uluslar arası Sera, Tarım Ekipmanları, Çiçekçilik ve Teknolojileri Fuarı” diye bir başlık, başlığın sonrasında da fuar süresinin tarihleriyle bulunduğu yer bilgisi vardı.
İçinde “çiçek” ve “sera” sözcüklerinin olması nedeniyle yeteri kadar dikkatimi çektiğinden fuarın açık kaldığı süre boyunca buraya uğrayıp hemen her bölümünü gezdim, bilgi verenlerden bilgi aldım, broşür verenden broşür. Üzerinde firmaların bilgisi bulunan kalem, not alma kâğıtları, takvim, çakmak, şapka ve küçültülmüş kutularda, poşetlerde bulunan gübre numunelerini gene üzerinde firmaların tanıtım yazılarıyla şekilleri bulunan naylon poşetlere doldurup seradaki eve taşıdım. Manyaklığım tuttu; okumasam, bakmasam da bunları torbalara doldurayım en kötüsünden sobada yakarım diye almamıştım bunları; gün gelir lazım olur diyordum. Bence, ben bu fuarı gezen sıradan vatandaşların en aktifiydim. Hatta öyle aktiftim ki fuar süresinde “bilen” kişilerin sunduğu seminerlerin hemen hepsine katılmış, firmalardan verilen kalemle defterle değil, kendi kalemimle kendi ajandama ciddi ciddi notlar almış, soru cevap bölümünde de umduğum ve doyurucu cevapları alamasam bile sorular sormuştum. Yani demem o ki, fuarın hakkını vermiş; belli ki büyük emek ve gayretler verilerek düzenlenen, gözlere bayram ettiren reyonlardaki güzelliklere, meyvelere, sebzelere, çiçeklere, fidelere, fidanlara, ilaçlara, gübrelere, ballara, reçellere, hele bir cümleye “cinsel gücü artırıcı” diye başladınız mı gerisini nasıl getirirseniz getirin diyeceğim geliyor ki devamında: diş ağrısı, romatizma, felç, iskorbüt hastalığı, kan bozuklukları, guatr, gut hastalığı, anti tümör, dalak büyümesi, adet düzenleyici, mide ülseri, solucan düşürücü, balgam söktürücü, idrar söktürücü, balgam söktürücü, ağrı kesici, kalça rahatsızlıkları, karaciğer fonksiyonlarını düzenleyici gibi faydaları olduğu dağıtılan broşürlerle anlatılan; marmelâdı, reçeli, ezmesi, çayı, mayonezli sosu, salamurası, turşusu ve macunu da kavanozlarda sergilenen, aynı zamanda fuarın yüzü suyu hürmetine önünde biriken akıl almaz kalabalığa indirimli olarak satıldığı söylenen kapariden tutun da tuzu kuru firmaların pırıl pırıl kızlarla ikram ettiği atıştırmalık yiyeceklere, plastik sera örtülerinin dayanıklılığını vurgulamak için belli ki yabancı uyruklu, boy pos o biçim, diri, genç kadınlara, traktörlere, ilaçlama makinelerine, yassısı, yuvarlağı, kalını, incesi envai çeşit hortuma velhasıl-ı kelam veya velkelâm-ı hâsıl görebildiğim her şeye bazen mal mal, bazen aval aval, bazen bön bön ama çoğunlukla imrenerek bakmıştım. Bir tek fuarın açılışını, açılıştaki konuşmaları, Tarım Bakanı Mehdi Eker’i ve sanırım yarım tona yakın olgun domatesin serili olduğu plastik havuzda, harbi harbi yağlanarak, kispet giyerek, meslekleri harbiden yağlı güreş yapmak olan meşhur güreşçiler ile özel esvap içindeki cazgırın yönettiği o salçamsı müsabakayı görememiştim. Hiç hayıflanmamıştım, göremediğim için! -XXXVI- |
#222
|
||||
|
||||
Utanç Verici Şeyler, Bir Müzede Sergilenirse, Gururlanılacak Şeylere Dönüşürler Mi?
13 Eylül 2008 tarihinde, kızım sınıf arkadaşlarına öykünerek Orhan Pamuk’un “Masumiyet Müzesi” adlı romanını bir kitapçı dükkânından, ama öyle arkasında yazdığı gibi 24 liraya değil 5 lira ödeyerek korsan basımını almış.
Onun, derslerinin yoğunluğu ve elindeki diğer yarım kalmış kitaplarını tamamlama isteği yüzünden ortalıkta kalan bu kitabı elime aldım. Şöyle üstünkörü bir göz atıp, sonra ara ara, seradaki işlerden fırsat buldukça ve kafam bana yar olduğu zamanlarda, bir de okuyacak başka bir şey bulamadığımda okudum. Her ne kadar sayfa sayısı 592 yazsa bile “Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum” cümlesiyle muhabbet 11 inci sayfadan başlayıp “Herkes bilsin, çok mutlu bir hayat yaşadım” cümlesiyle 586 ncı sayfada bittiğine göre demek ki, net 575 sayfalık bu kitabı 13 Aralık 2008 tarihinde bitirmiş oldum. “Dikkatli okurlar” diye sadece bu kitabında değil, konuşmalarında, diğer kitaplarda ve röportajlarında bazı cümlelerine bu şekilde giriş yapan Pamuk, okurlarına aklınca bir şeyler demek istiyor ama ben ne demek istediğine kafayı takmıyorum. Şimdi, onun “4213 İzmarit” gibi gereksiz sayılarına benzer bir yaklaşımla ben de gereksiz cümleler kuracak olursam demek ki, ben bu kitabı 91 günde okuyabilmişim. Böl bakalım sayfa sayısına, ne çıktı? Günde ortalama 6 sayfa okumuşum! Yalan! Günlerce okumadığım zamanlar oldu, bazen okuduğuma pişman oldum, bazen karnım ağrıdı, bazen “Bu cümlede bir tuhaflık var” deyip, yeniden okudum, bazen tekrarlardan içim daraldı, bazen “Bu ne boktan bir karakter, bana ne veriyor bu eli uzun, dili ve fikri dolaşık, Füsun’un tadı damağında kaldığı için aklı bilmem neresinde olan bu sırnaşık adam” diyordum ama ardından da “Bu soruları sorduğuna göre demek ki, kitabın havasına girmişsin” gibisinden bir imalı cümleyle kendimi iyice sinir ediyordum. Neticede uzun bir süre ve uzunca bir emek verilerek yazılmış bir kitabı, beğensem de beğenmesem de uzunca bir sürede ve kafa yorarak okumaya çalıştım. Bir-iki kez televizyonda bu son kitabını pazarlarken yaptığı konuşmalarına rastlamıştım ama çanak sorulara bulanmış tanıtım cevaplarını sonuna kadar izlemeye fazla tahammül gösterememiştim. Gene, bir aralar Genel Ağ’da gezinirken gazetelerdeki yazılara ve özellikle bazı köşe yazarlarının yorumunu da rast gelmiş, okumuştum. Aklı kıt bir adam olarak kendimi bildiğim için, öyle eleştirmen edasıyla yazı yazacak değilim. Bu gerçeğime rağmen, öyleyse beni bu yazıyı yazmaya iten şey nedir, diye kendime sorduğum bu soruma da cevap verecek gücüm yok. Gücüm yok ama şu var: Serimden geçirdiklerimle seramda yaşadıklarımı yazdığım bölümde ileride yazacağım herhangi bir yazımın bir yerinde, bu kitap hakkında dilimin ucuna gelenleri ucundan kıyısından yazmayı günlüğüme kaydetmiştim. Nasip bu güneymiş. Derdim, kıyaslama yapmak değil, içimden geldiği için yazıyorum: Tek cümleyle diyebilirim ki, (eğer roman yazsa) on tane Pamuk’u cebinden çıkaracağını düşündüğüm Kıymetli AnnE’nin yazısında hem bu kitabın adı, hem de konusu başka da olsa aynı yazı içinde Atatürk’ün adının geçmesiyle kışkırtılmış hissettim kendimi. Konuyla ilgili olduğu için, araya bir-iki yazıyı da yine Pamuk’un “masum meczup” kahramanı Kemal gibi yapıp (63. Dedikodu Sütunu, 404 ncü sayfadaki gibi) buraya yapıştırayım bari. Orhan Pamuk’un sırrı!Bu yazıyı okuyan başka bir köşe yazarı da şöyle bir yazı yazmıştı: Masumiyet Müzesi ve sabıkalı bekçisiBu kitabı okurken birkaç yerde “Atatürk’ün” adı geçtiğinde önce önemsemedim ama bir süre sonra baktım ki içim havalanıyor… Bitmiş kitabı yeniden okuyacak değildim, başparmağımın sayfalara yaptığı basıncı dengeli bir şekilde azaltarak, ağır ağır devrilen her sayfaya hızlıca göz attım ve bu tarama sonucunda gözüme çarpan 10 farklı sayfanın (29, 101, 357, 370, 456, 481, 507, 522, 527 ve 566) ilgili yerlerinin altını çizdim. Fazla yorum yapmadan, neden başlangıçta önemsiz, sonraları gereksiz ve en sonunda da içimi havalandıracak nitelikte yazılmış olduklarını düşündüğüm bu cümleleri, üşendimse de sonunda yazımın içine almaya karar verdim. Sayfa: 29: 1934’te Atatürk’ün bütün Türk milletine soyadı almasını şart koşmasından sonra, İstanbul’da yeni yapılan pek çok binaya aile adları verilmeye başlanmıştı. Sayfa 101: Burada, on yıl önce, birdenbire tekstil ihracatıyla çok zenginleştiğimiz yıllarda, babamın, bir arkadaşının etkisiyle davet edip karşısında poz verdiği Akademi’de hoca olan heykeltıraş Somtaş Yontuç’un (soyadını Atatürk vermişti) yaptığı alçı büstünü sergiliyorum. Sayfa 357: İtalyan ailelerin Noel akşamları hep birlikte toplanıp oynadıkları bir Napoli oyunu olan tombala, pek çok yılbaşı töreni ve alışkanlığı gibi, Atatürk’ün takvim reformundan sonra Levanten ve İtalyan ailelerden İstanbul’a yayılmış, kısa sürede evlerde yılbaşı gecesi eğlencelerinin vazgeçilmez bir parçası olmuştu. Sayfa 370: Kabul ettiği senaryonun sivri köşelerini yuvarlar, zengin ile fakir, işçi ile patron, ırza geçen ile kurbanı, iyiyle kötü arasındaki sertlikleri masumiyetle yumuşatır, esas kahramanın filmin sonunda sansürcülerin takılacağı, ama seyircinin seveceği öfkeli, sert, eleştirel sözlerini dengeleyecek bayraklı, vatanlı, Atatürklü, Allahlı birkaç tatlı söz eklemeyi herkesten iyi becerirdi. Sayfa 456: Papatya, “Atatürkçü modern Türk kızı önce kocasını mı, yoksa işini mi düşünmeli?” gibi tartışmalara giriyor; rüyalarının erkeği ile hâlâ ne yazık ki tanışmadığını, yatak odasındaki aynanın önünde (yarı pop, yarı alaturka bir hazır mobilya takımı almıştı) oyuncak ayısıyla oynarken açıklıyor; mazbut bir ev hanımı pozuna bürünen annesiyle mutfakta ıspanaklı börek yaparken – aynı emaye tencereden Füsunların mutfağında da vardı- Kırık Hayatlar’ın yaralı ve öfkeli kahramanı Lerzan’dan çok daha mazbut, lekesiz ve mutlu olduğunun altını çiziyordu. Sayfa 481: Ehliyet bürokrasisini, rüşvet-sürücü kursu işlerini bilenler kederli ve aşağılanmış halimize bakıp gülmüşler, İstanbul’da sürücü sınavıyla ilgili herkesin doluşup çay içtiği gecekondudan bozma çayhanede (duvarında dört tane Atatürk resmi ve kocaman bir saat vardı) bize ehliyet almak için gerekli yolları arkadaşça bir havayla öğretmişlerdi. Sayfa 507: Bütün bu sözlerle birlikte gördüğüm her şey, Füsun’un kararlı, sert yüz ifadesi, pastanenin eski dondurma makinesi, Atatürk’ün çerçeveli fotoğrafındaki tıpkı Füsun’unkiler gibi çatık kaşları hafızama kazınıyordu. Sayfa 522: Çocukluğumda, mutluluk anlarımda yaptığım gibi, beni mutlu eden şeyi “mahsusçuktan” unutup, çevremdeki her şeyi güzel bularak dünyaya yeni bir gözle baktım: Duvarda Atatürk’ün fraklı, şık ve hoş bir fotoğrafı vardı. Sayfa 527: Öpmek için ona yaklaştığımı gördü ve benden önce ilk o sarıldı bana. Bütün gücümle, neredeyse zorla onu öptüm. Uzun uzun öpüştük. Bir ara gözümü açtım ve dar ve basık koridorda Atatürk’ün resmini gördüm. Odama gelmesi için öpüşler arasında Füsun’a yalvardığımı hatırlıyorum. Sayfa 566: Tagore Müzesi’inde yazarın yaptığı suluboya resimlere bakarak ve bizim erken dönem Atatürk müzelerinin toz ve nem kokusunu hatırlayarak, labirent benzeri odalarda yürürken, Kalküta’nın bitip tükenmez uğultusunu dinleyerek, bütün bir gün ne kadar da mutlu olmuştum! Çok uzadı bu yazı, farkındayım ama bir iki lakırdı daha edip, bitireyim. “Pazarlama” konusunda yukarıda yazılanlara eklenecek fazla bir şey yok, her şey ortada. Ekleme sayılır mı, bilemem ama pazarlama kokusu öyle kesif ki, bu kitabının içinde bile diğer kitaplarına gönderme yapıp “dikkatli okurların” onları da satın almasını sağlamaya çalışmak, roman kahramanına “Bu kitabı, benim ağzımdan ve benim onayımla anlatan Orhan Pamuk beyefendiyi böyle aradım. … Hikaye anlatmayı ciddi bir şekilde seven, işine bağlı bir adammış diye de duymuştum” dedirterek kendini çaktırmadan methettiren sözleri söyleten, dahası, bana göre Medeniyetler Müzesini bile gezmeye üşenenlere; hangi odada sevişmiş ve hangi malzemeleri tırtıklamış olduğunu sayfalar boyunca sündüre sündüre anlatıp, okuyanı etkileyerek, ileride bir gün kuracağı müzeye şimdiden müşteri toplamaya çalıştığını da düşünerek, bu kitabın satışından daha çok bir gelir elde edeceğinin de ortada olduğunu ben de rahatlıkla söyleyebilirim. Gene bu kitaptan “müze” hakkında özlü bir cümleyi yazıp, Pamuk ve “eserinin” tersinden de olsa reklâmını yapmaktan sakınsam iyi olacak. Sayfa 571: “Müzemle yalnız Türk milletine değil, dünyanın bütün milletlerine yaşadığımız hayat ile gururlanmayı öğretmek istiyorum. Gezdim, gördüm: Batılılar gururlanırken, dünyanın büyük çoğunluğu utanç içerisinde yaşıyor. Oysa hayatımızdaki utanç verici şeyler, bir müzede sergilenirse, hemen gururlanılacak şeylere dönüşürler.” -Otuz yedi- |
#223
|
||||
|
||||
Sayın Emin;
Bu güzel yazıyı tek seferde ve zevkle okudum elinize sağlık ....
__________________
“Çalışmadan, öğrenmeden,yorulmadan rahat yaşama yollarını alışkanlık haline getiren milletler önce onurlarını sonra hürriyetlerini daha sonra da geleceklerini kaybetmeye mahkumdurlar.” MUSTAFA KEMAL ATATÜRK |
#224
|
||||
|
||||
__________________
Yaşadıklarını kar sanma yanına... Yaşadığın kadar yakınsın sonuna Ne kadar yaşarsan yaşa Sevdiğin kadardır ömrün... Can Yücel |
Ramo kullanıcısına teşekkür edenler | ||
alihoca (28-12-2008), dentist (26-12-2008), Emin (08-01-2009), Master (27-12-2008), meraklı (26-12-2008), Rakitnikov799 (14-01-2020), revawx4 (28-04-2020), serdarkus (01-01-2009), williamfq2 (16-06-2020) |
#225
|
||||
|
||||
Sera'nın kapısından girip, bu Yılsonu soğuğunu peşimce içeri sokarak karanfilleri titretmek istemezdim ama ; bir Orhan Pamuk okuyanı olarak giremeden de yapamadım.
1. Orhan Pamuk'u hakaret derecesinde aşagılayanlar, bir taraftan onun hiçbir romanının tamamını okunamadığından bahseder, bir taraftan da romanın kötülügünden. Okumadığın birşey hakkında ahkam kesmek, '' bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak'' degil de nedir ? 2. Roman, bir sanat türü olarak ZEVK'e hitab eder. Herkes herşeyden aynı zevki almak durumunda degildir. Zaten, bu begenmeyen güruhun, Kafka, Dostoyevski, Oguz Atay gibi derin betimlemelerle yazan bazı diger yazarlar hakkındaki görüşlerini de hiç mi hiç merak etmiyorum. 3. Yazar'ın bir politik-tarihsel tespitine katılmayabilirsiniz. Ama bu sizin O'nu ve işini aşagılama hakkı vermez. 4. Roman hakkındaki görüşlerimi uygun bir yerde yazmaya calışacagım. 5. Karanfillerden özür dilerim.Hemen çıkıyorum. |
#226
|
|||
|
|||
Sn Orhan PAMUK’un kitaplarını anlayıp sevmeyi beceremeyenlerden biri de benim. Kusur ise kabulümdür.
Yazarın politik tarihsel tespitlerine gelince, Eğer bir yazar eser ve söylemlerinde; ‘Türkler bir milyon Ermeni, Otuz bin Kürt katletti…’ İddiasını hiçbir kanıta, veriye bilgiye dayandırma gereği bile duymadan ortaya atmış ve bunu sohbet söyleşi ortamlarını aşarak yazdığı kitaplarda ve beyanat verdiği mikrofon ve kameralar önünde tekrarlıyor ise; Bu sadece benim anamı, atamı ceddimi değil koca bir Milleti Katliam, Soykırım suçu ile mahkûm etmiş demektir. Yani burada Türk Ceza Kanunlarında 125 Maddeden başlayarak devamında dile getirilen hakaret, aşağılama SUÇlarını da aşan yargısız infaz ve mahkûmiyet söz konusudur. Üstelik bu sadece geçmişin yani tarihin mahkûm edilmesi anlamı ile de sınırlı değildir. Bu aynı zamanda Türk Milletinin gelecek nesillerini yani gelecekte doğacak olanların bile daha doğmadan alınlarına vurulmuş bir kara bir lekedir. Ulusların tarihlerin de ''soykırım-genosid’’ suçu ile kıyaslanabilecek çok fazla suç olmadığını da bilinmesi gereklidir. Tarihte işlenip müruru zaman dediğimiz zaman aşımına uğratılamayan, bin yıl geçse de bedelleri ödemeye mahkum edilebilecek suçlardan olduğu artık anlaşılmalıdır. Hal böyleyken; Edebi kişilik ve kimliklerin uzmanlık alanlarının sınırlarını aşarak böyle iddia, suçlama ve yargısız infazlar da bulunma hakkı yoktur. Bu hakkı da ona hiç bir güç veremez. Tabii ki yazarın açıklamalarından gocunmayanlar olabileceği gibi, doğrudur diyenler de olabilir. Nihayetinde kişilerin kendilerini bağlayan görüşleri olarak değerlendirilebilir. Kitaplarını beğenenlere ise saygı duyarım. Ama Tarihçi olmayan bir yazar kitap ve söylemlerinde; Tarih Biliminin asgari müştereklerini hiçe sayarak ‘Tarihimi’ aşağılayan, ‘Tarihime’ hakaret eden, ‘Tarihimi’ yargısız infaz ile mahkûm eden tespitler yapmış ve yapmaya devam ediyorsa; Ben de en azından, onun atasını, yedi ceddini ve tarihini hayır duası ile anmadığımı itiraf etmeliyim. |
#227
|
||||
|
||||
Zikzak
İşte, bu fuardan günün birinde lazım olur diye toplayabildiğim kadarıyla topladığım reklâm kokan broşürlerden toprak analizi için aklıma yatan bir-iki tanesini seçip öğretilen işlemleri aklıma yatırmaya çalıştım.
O kafayla seraya girdiğimde; dersine yeteri kadar çalışmış, sözlüye kaldırılması halinde yaptığı işin amacını ve umulan sonucunu “Efendim, gereğinden fazla veya yanlış gübre vererek hem bu gübre verme işinde zaman kaybının ve uğraştırıcılığının önüne geçmek hem fazla para harcamamak ve en önemlisi bitkilere zarar vermemek; yanlış bir gübre vererek…” gibisinden kitabi ve sıralı cümlelerle ezberden ötecek kadar bülbülleşmiş bir öğrencinin heyecanını yaşıyordum. Derdim, toprağımın tınlı mı, kumlu mu olduğunu öğrenmek değildi. Öyle bir numune almalıydım ki; tüm serayı temsil edebilecek nitelikte olduğuna önce kendim inanmalıydım. Yapılacak tahlilin sonucunda bana verilecek, üreteceğim ürün için gerekli olan amonyum nitrat, mono amonyum fosfat, potasyum nitrat, magnezyum sülfat ve kalsiyum nitrattan oluşan beş kalem gübrenin uygulama zamanı ile miktarlarını içeren gübreleme programını içime sindirebilmeliydim. Bu yüzden, öyle broşürdeki resimlerle gösterilen, zikzak çizilerek 10-12 yerden numune almak yerine daha fazla yerden numune almaya karar verdim. Her bir tünelin yaklaşık 350 metrekarelik bir alanı kapladığı, bu beş tünellik seranın hemen hemen her yerinden, belirli aralıklarla, mala yardımıyla 30 santimlik derinliğe kadar olan 30 kadar çukurdan azar azar toprak alacaktım. Toprak örneğini alırken, birkaç gün önce, Ali’nin traktörünün ardına bağladığı kepçemsi aletle seraya belirli aralıklara öbek öbek yığdığı ve bazı öbekleri dağıttığımız milli dere kumunun numune olarak aldığım topraklara karışmamasına da özel önem verecektim. Çünkü bu analizle sera toprağının ilk halini merak ediyordum. Yapacağım işlemlerden sonra yeniden yaptırmayı düşündüğüm ikinci analizi karşılaştıracak böylece okuduklarım ve kendi akıl yürütmelerimin bilimsel açıdan desteklenip desteklenmediğini görecek, anlayacak belki kendimle fodulca öğünecektim. Üzümlerin henüz koruk, narların yeni yeni çiçek açtığı ama sıcaklık anlamında yazı aratmayan mayıs ayının son günlerinde, o ana kadar birbirimizi hiç görmediğimiz, sadece bu sanal dünyada, borsa vesilesiyle yazıştığımız, bugün için şöyle geriye dönüp baktığımda bu yazıları bu ortamda yazmamı biraz da onun ısrarıyla sürdürdüğümü inkâr edemeyeceğim; bal gibi günler geçireceklerini bilerek geldikleri Antalya’dan, balayı dönüşünde bizi de sanki ailelerinden bir büyükleriymişiz gibi görüp evimizi renklendiren, halen devam ediyor mu bilemem ama o an için birbirlerine en güzel, en anlayışlı ve en sevecen davranış ve sözcüklerle hitap eden Umut ve Gülnur’u elimizden geldiğince bir-iki günlüğüne konuk ederken ben de dinlenmiştim. Hakikaten dinlenmiş miydim? Yoksa misafirlerimi kolayıma gelen birkaç görülesi yere götürdüğüm için tebdili mekândaki ferahlık mı dolmuştu içime? Sanki ben demezsem dikkat etmeyeceklermiş gibi “Aman ha, yavaş gidin, dikkat edin, sık sık dinlenin” cinsinden ricamsı kısa cümlelerle Umutları İstanbul’a doğru uğurladıktan sonra seranın bekleyen işlerine başlamak içimden gelmese bile, yani istemeye istemeye işbaşı yaptım. Kumların seraya taşınması ve serimi, analiz için toprak numunesi alımı, toprağın yıkanması, çiftlik gübresinin seraya taşınması ve serimi olmak üzere ilk etapta yapacağım işler belliydi. İşlerin böyle bir cümle içinde sıralanması şimdi ne kadar kolay geldi bana, yazımı bile zahmetsiz. -38- |
#228
|
||||
|
||||
Kumda Oynamak
Ali erkenden seraya gelmiş ve traktörünün arkasına bağladığı kepçemsi aletle kumları ilk tünelin ortasına ikişerli öbeklerle yığmıştı.
Bir ara halamın demlediği çayı içmek için kısa bir mola verdik. Ali, sohbet esnasında, her traktör seferinde yaklaşık bir mikâp kum taşıdığını söylediğinde seranın en yakındaki kum öbeklerine gözümü çevirmiş, tekrar Ali’ye döndüğümdeyse inandırıcı olmayan bir yüz ifadesi takınmıştım. (Çok sık kullanmadığım “Mikâp” kelimesini yazarken biraz duraksadım, önce aklıma metreküp sözü geldi, acaba meküp (m3) diye söylenirken bozula, düzele sonunda bu hale gelmiş olabilir miydi, kalkıp sözlüğe baktım: “is.Ar.mik’ab mat.esk.Küp” açıklamasını görünce niye böyle bir düşünceye kapıldım diye bir kez daha duraksadım.) Ali’yle ilk konuştuğumuzda bir kamyon kumu 30 liraya taşıyacağını söylemişti ama şimdi bu fiyatın sadece gübre için olduğunu, kumun kamyonunu ise 40 liraya taşıyacağını söylüyordu. Biran için itiraz etmek geçtiyse de içimden, eğer itiraz edersem sanki işi bırakıp gidecek ve durduk yere başıma yeni bir iş alacağımın endişesiyle sesimi çıkarmadım. Ben de bir kürek ve tırmık alarak yığınları sağa sola dağıtmaya çalışıp, bu işin kolay mı, zor mu olacağını yani güçlük durumunu sınamaya çalıştım. Daha ilk tünele yığılan bu kumları dağıtırken iflahım kesildi. Hele vakit öğlene doğru yaklaşınca terden sırılsıklam olduğumu, kirpiklerimin bile akan damlalara bent olamadığını, tozlu ve tuzlu suların gözüme dolduğunu dert etmemeye çalışsam da nefes almakta zorlandığımı anlayınca kalp krizi, beyin kanaması gibi kötü şeyleri aklıma getirip, “kundurama kum doldu, atmaya kürek gerek” türküsüne koreografi çizmekten vazgeçip, dar attım kendimi dışarıya. Ali, bu 100 tonluk kumu taşırken sürdüğü seranın anasını ağlatmıştı. Koca traktör tekerinin geçtiği yerlerdeki höllük gibi toprağı stabilize yola çevirdiğini görünce işlem adımlarında yanlış yaptığımı anladım; kumu seraya taşıttıktan sonra sürümü yaptırmam lazımdı. İkircikli durumdayken karanfil yataklarının yüksekliklerini gerekçe gösterip, önce sürüm sonra kumun taşınmasının daha iyi olacağını söyleyen Ali, taşıma işine çok özen gösteriyordu, geçtiği yerlerden bir daha geçmemeye çalışıyordu ama ne çare! Traktörün seraya daha kestirmeden girebilmesi için kum yığınlarına yakın bir yerden seranın etek naylonlarının tutturulduğu sekizlik demiri de demir testeresiyle kestim. Henüz taşımadığı iki kamyon gübreyi de taşıdığını varsayarak, toplam 220 lira para verip onu ikindiye doğru seradan uğurlayıp, bu kumları dağıtmak için kürek ve tırmıkla seraya girdim. Bir gözüm yoldan gelip geçendeydi, yevmiyeci olarak çalışacak birini bulursam bu kumun seraya dağıtılmasını yaptıracaktım. Akşama doğru Musa Amcanın okulunu asmaya meyilli torunu Musa bu işe talip oldu. Her tüneldeki yığının dağıtılması için 10 lira vereceğimi söyledim, geriye dört tünellik kum dağıtma işi kalmıştı, bu teklifime “Deli misin sen” diyerek alay etti. Bir süre sonra “Ver 50 lira hepsini dağıtayım” dedi ama ilk tepkisine bozulduğum için kendi teklifimi yineledim. Ancak dediği rakama esasında çoktan razıydım. “Git Allahını seversen ya!” deyip gene caydı. Az daha “Gel lan gel, tamam!” diyecektim ama inadım tuttu, demedim. O inadımla avuç içim su toplayıp patlayıncaya, kuyruksokumumdan da aşağılara ter akıta akıta başladığım ilk tünelin işini bitirdim. Gözümde büyümesine rağmen çaresiz, ikinci tünelin kum yığınlarına başlamış hatta birkaç yığını darmaduman etmiştim ki Musa yanıma gelerek teklifimi kabul ettiğini söyledi. Hemen eline küreği tutuşturup sigara ve çay molası vermek ama esasında gittikçe şiddetini artıran belimin ağrısını dindirmek için gene kendimi dar attım, herkesin teveklerinden salamura yapmak için can attığı koruk dolu asmanın altına. Musa gibi gene okumayacağı gözünden belli olan onun can arkadaşı Mustafa da hesapta yardıma gelmişti Musa’ya. Oturduğum yerden 16 yaşındaki bu iki gencin üzerlerindeki fanilayı çıkarıp, deli dolu, yalap şalap birbirleriyle yarışırcasına kum yığınlarını nasıl kafalarına göre dağıttıklarını bir yandan imrenerek diğer yandan da kimi yere az kimi yere çok attıkları kumlar yüzünden sinirlenerek izliyordum. Aniden ikisi de seranın içinde ellerindeki kürekle bağıra çağıra koşmaya başladılar. Seranın etekleri üzerinden atlayıp, yola; yoldan da evlerin arkasına doğru seğirterek gözden kayboldular. Kayboldukları yerden bağrışmalar geliyordu. Yerimden kalkacak takatim kalmadığı için istifimi bozmadım, “Ne olduğu, nasılsa birazdan anlaşılır” dedim, kendi kendime. -XXXIX- |
Emin kullanıcısına teşekkür edenler | ||
alihoca (01-02-2009), ar_de_ (30-01-2009), bikmisbroker (13-02-2009), buena vista (28-01-2009), dentist (28-01-2009), flz (30-01-2009), Master (31-01-2009), neron (29-01-2009), serdarkus (11-02-2009) |
#229
|
||||
|
||||
Yol Üstünde Ev Yapanın Mühendisi Çok Olur
Ertesi gün, Hacı Mehmet Amca yol kenarında yakama yapışmış, yetmiş küsur senelik tecrübesiyle anlattıkça coşuyor, coştukça da sallanan başı iyice sallanarak, hakikaten ona takılan “sallanbaş” lakabının hakkını veriyordu.
Başlangıçta nezaketen, bir süre sonra kerhen dinledim Hacımı. Yarım saatten fazla, bir saatten eksik dinlediğim karışık söz sepetinin içinden çıkarabileceğim özet şuydu: “Keşke bu kumla birlikte samrayı da yazıp sonra serayı sürdürseydin.” Sadece Hacı Mehmet Amca mı, böyle taktikler veriyordu? Gelip geçen, tanıdık tanımadık birçok kişi akıl vermeden edemiyorlardı. Akıl veren, tecrübesini anlatan herkesi “ağzı açık” dinlemesem de gene dinliyor, ayıp olmasın diye “Allah razı olsun” deyip, teşekkür ediyordum. Böyle durumlarda dedemden duyduğum atasözü aklıma geliyordu hep. “Yol üstünde ev yapanın mühendisi çok olur.” Ben daha dünyada olmadığım zamanlarda, hakikaten dedem yol kenarında bir ev yapmış. Yaptırmış demiyorum çünkü büyükannem ve annemi çalıştırarak kerpiç dökmüş, temel kazmış, derelerden tepelerden taş toplatmış, su taşıtmış… Planı da projesi de kafasında. Bacası, penceresi, kapısı kısacası her şeyiyle sadece evi değil, yanına mereğini ve ahırını da yapmışlar. Muhtemeldir ki, dedeme “pencereyi, bu tarafa koy veya koyma; bu cisir, yaş veya kalın” türünden gelip geçenler, göze ilişen ne varsa o an için beleşe akıl verip, tecrübe aktarımı yapmış; öyle “kolay gelsin” diyerek geçip gitmemişler. Esasında anlatmaya çalıştığım şey, elbette ki seranın yol üzerinde olması değil, benim eksik ve denenmemiş, üstelik toplama bilgilerimle tam bir şey yapmaya karar kılmışken birilerinin işe karışmasıyla allak bullak olan kafamın içi. Tesellim düşecek, yani önce kendim ikna olacağım ki, yaptığım işin, içime sinmese bile sonucuna katlanabileyim. Sallanbaş Hacı Mehmet Amca da Musa ve Mustafa’nın kum serim işini beğenmemişti. Bu konuda da epeyce laf edip yanımdan ayrıldığında ben dünden yarım kalan kum yığınlarına baka baka seranın içinde bir yandan yürürken diğer yandan kuracağım yağmurlama sistemini biran önce ayağa kaldırıp kumların serilmesinin ardından sera toprağını nasıl yıkayacağımın işlem adımlarını düşünüyordum. Benden önce bu serada böyle bir yıkama işlemi yapılmadığı gibi üç yıl üst üste aynı ürün ekilmişti. Şimdi yine karanfil ekeceğime göre dördüncü kez karanfil ekilmiş olacaktı. Bu kadar yıl boyunca verilmiş çeşitli gübrelerden ayrılan tuzlar ile bitkilerin çeşitli nedenlerle kullanmadıkları veya kullanamadıkları gübrelerin sera topraklarında tuzlanmalara neden olduğunu bu tuzluluğun giderilmesinin en ehven yolunun ise topraktaki bitki artıkları ile diğer ıvır zıvır nesnelerin ortamdan taşınıp toprağın güzelce ve derince hatta bir de enlemesine sürülmesinin ardından kimilerinin yatak, kimilerinin tava, dediği yaklaşık bir oda kadar bölümlere ayırarak, maksat, suyu saldın mı bir taraftan akıp gitmesini önlemek, böylece toprağın her yerini mümkün olduğu kadar eşit miktarda su ile göllendirip bu suyun toprak tarafından emilmesini sağlamak… Bu kadar alana tava yapmaya kalkmanın beni çok yoracağı aşikârdı. İşçi çalıştırırsam eğer hem paramdan hem de kafama köre yapamayacakları için moralimden olacağımı da adım gibi bildiğimden vazgeçtim ama aklımca daha kestirme bir yol buldum; yağmurlama sistemini çalıştıracaktım. Fıskiyelerin çoğu arızalıydı. Ta geçen sezon karanfil fidelerinin dikiminde çalıştırıldıktan sonra bir daha çalıştırılmadan öylesine asılı duruyorlardı. Hem işçilerin kafasına çarpıp hem de traktörcü Ali’nin orasına burasına çarpmaktan çoğunun da ucu düşüp toprağa karışmıştı. Yeni fıskiye almaktansa sadece toprağa düşen uçlarını satın alıp, depodaki eski püskülerle şimdilik bu yıkama işini geçiştirmeyi düşündüm. Bu oğlanlar bugün niye bu saate kadar hâlâ ortalıkta yoklardı; acaba bugün okuldan kaytarmamışlar mıydı? İkindiden sonra gün uzamaz ama inşallah bugün bu işi bitirirler. -Kırk- |
#230
|
||||
|
||||
Lazut ve Mısır
“Toprak tuzluluğunu gidermek için toprak analiz sonuçlarına ve bu konuda hazırlanacak drenaj ve arazi ıslahı projesine göre uygulama yapmak gerekir. Ancak, tuzluluğun her yıl yapılan uygulamalarla fazla artmaması için seranın boş olduğu 2-3 aylık dönemlerde serada hızlı büyüyebilen mısırı yetiştirmek sureti ile serada fide dikim dönemine kadar yetiştiricilik yapılmalı ve bitkiler sökülüp seranın dışına çıkarılmalıdır. Böylece hiç mineral ve organik gübre vermeksizin yapılan kısa dönem yetiştiricilik ile bir kısım tuzlar topraktan uzaklaştırılmış olur.”Sağdan soldan apardığım bu türden bilgiler aklımdaydı ama lazut yetiştirmek için ortalama üç aylık zaman lazımdı. Artık, seranın göllendirilerek bataklık haline getirilmesi, kurumasının beklenilmesi, tavına gelince sürdürülmesi, tüm sera toprağının üzerine ince plastik örtü serip, sıkıca kapatıp öldürücü ilaç verilmesi, pek kısa sayılmayacak kadar bir süre bu zehirle toprağın güneşte pişirilmesini sağladıktan sonra, naylon örtünün kaldırılması sonra yeniden yıkanarak toprağın tekrar tavına gelmesinin beklenmesi ve nihayet dikim yataklarının gene traktörle hazırlanmasının ardından fidelerin ekimini yapmaktan başka yol haritam yoktu. Doğrusu hiç aklıma gelmezdi, o zaman yapamadığım lazut ekimini şimdi, yani 6 Şubat 2009’da yapacağım! May Tohumculuğun piyasaya sunduğu Merit F1 ve Martha F1 adlı tatlı mısır tohumlarından yaklaşık 13 bin tanesini, ‘viyol’ denen ‘tohum çimlendirme kalıplarının’ 77 gözlü ve plastik olanına önce avuç avuç torf koyup ardından tek tek daneleri yerleştirdim. 8 saatlik değil, sabahtan akşama tam 2 günümü aldı, bu iş. Nasip kısmet olursa, yakın bir gelecekte bu kalıpların içinde yetişen fideleri toprağa şaşırtacağım. Uyanık geçiniyorum; hem toprağın tuzunu almak hem de umudumun gözünü diktiği 10 bin koçan lazutun “paralanmadan” satımıyla “paralanmak” gibi bir beklenti içindeyim. Seramdaki mısırla serimdeki Mısır arasında gidip geliyorum. Zaten bir süre önce Filistin, Gazze, bomba, ölüm-kalım derken; dualar ve bedduaların kulaklarımda çınlamaya başladığı günlerde Akif’i düşünmüştüm. Akif’le birlikte Filistinlilerin komşusu Mısır’ı düşünmüştüm. Çok çok önceleri okuduğum ama bir türlü ezberime alamadığım şiirini yeniden okumak geçmişti içimden. “Safahat”ı almıştım elime, tam şiiri okuyacakken daha önce hiç ilişmediğim, şiirin başındaki ayete takılmıştım. Ayetin numarası ve adı olmayınca çok zor olmuştu o ayete ulaşmam. Bu arada, tam 20 sene önce tosladığım “Mehmet Akif’i Mısır’a kim gönderdi ve neden Kuranı Kerimi Türkçeleştirme işini yarıda bıraktı?” sorusuna çok benzeyen bir soruyla karşı karşıya kalınca tuhaflaştım. Gündelik işlerimin bedensel yorgunluğundan, kafada dolaşan tilkilerin kuyruklarını birbirine değdirmeme gayretinin ruhsal bıkkınlığından fırsat buldukça hem şiirlerin ilham kaynağı olan ayetleri hem de şiirleri döne döne okudum. Sonra bu qwerty klavye ile kitaptan bakıp tane tane ve imlasına uygun olarak şiiri yazmaya çalıştım. Şiiri okurken, nedense hep, Akif’in Allahın karşısına geçip bir yandan “sitemli bir hesap soruşunu” öte yandan “yalvararak soru sorduğunu” hayal etmişimdir. MEÂL-İ KERÎMİ 1 Kânunusâni 1330 1.Rûz-u ceza: Ceza günü, kıyamet günü, hesap günü. Ayetle ilgili olarak: Kuran-ı Kerim’in en uzun suresi olan Bakara’nın son, yani ani 286 ncı ayetidir. “Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar. Onun kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır. “Ey Rabbimiz! Unutur, ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! Ey Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim Mevlâ’mızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.” -41/a- |
Konuyu Toplam 1 üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
Konu Seçenekleri | Bu Konuda Ara |
Modları Göster | |
|
|