Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::db_connect() should be compatible with vB_Database::db_connect($servername, $port, $username, $password, $usepconnect) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::select_db_wrapper() should be compatible with vB_Database::select_db_wrapper($database = '', $link = NULL) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Deprecated: Non-static method vB_Shutdown::init() should not be called statically, assuming $this from incompatible context in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 2294
Ser'den, Sera'dan. - Sayfa 32 - Arka BahÇe Forumu
Arka BahÇe Forumu  

Geri Dön   Arka BahÇe Forumu > Bahçıvanlar > Sera
Kullanıcı ismi
Şifreniz
Kayıt ol SSS Üye Listesi Takvim Arama Bugünkü Mesajlar Bütün Forumları okunmuş kabul et


Konu Bilgileri
Konu Başlığı
Ser'den, Sera'dan.
Konudaki Cevap Sayısı
387
Şuan Bu Konuyu Görüntüleyenler
 
Görüntülenme Sayısı
207862

Cevapla
 
Konu Seçenekleri Bu Konuda Ara Modları Göster
  #311  
Eski 21-03-2013, 10:23
buena vista buena vista bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 895/3266
652 Mesaj ına 4322 Kere teşekkür edildi
Tanımlı

Yaptığınız iş ve bu arada, kaleminiz takdirlik sevgili Emin..Gerçekten. Kolay gelsin.
Alıntı ile Cevapla
buena vista kullanıcısına teşekkür edenler
dentist (04-04-2013), Emin (15-04-2013)
  #312  
Eski 03-04-2013, 02:48
bikmisbroker - ait Avatar
bikmisbroker bikmisbroker bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Bulunduğu Yer: Kanada
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 590/835
107 Mesaj ına 2990 Kere teşekkür edildi
bikmisbroker - MSN üzerinden Mesaj gönder
Tanımlı

Bizde size tesekkur ederiz evgili Emin, grcekten..
Son 2 senedir cok yogun gunler yasadim, ama her defsinda sizin yazilarinizi okudukca..
Yasadiklarinizi, sevinc ve huzunlerinizi..
Ve butun bunlari "anlatma tarzinizi" tadarken, yorgunlugumun gittigini farkettim.

Elinize klavyenize saglik.

Esinize ve kiziniza selam ve sevgilrimle,
__________________
YATIRIM, sonu yanliş giden SPEKÜLASYONDUR
EGER, zamaninda spekülasyondan cikamazsaniz
MECBUREN yatirimci olursunuz..George SOROS
TEKNiGE iNANMA TEKNiKSiZ KALMA. Bikmisbroker
Alıntı ile Cevapla
bikmisbroker kullanıcısına teşekkür edenler
dentist (04-04-2013), elvaqx3 (20-05-2020), Emin (15-04-2013), gy3 (16-05-2020)
  #313  
Eski 15-04-2013, 22:50
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Takdir Okuyanın

Sevgili buena vista,

Kısa ama onurlandırıcı yazınız için teşekkür ederim.

Yaptığımız işin pek de takdirlik bir iş olduğu konusunda keşke size katılabilseydim. Gerçi dışarıdan öyle görünüyorsa bırak öyle görünsün diyerek safa yatmak isterdim ama.

Kalem konusuna gelince;

Esas takdirlik olan sizlerin yazdıklarımı okuma zahmetine katlanmanız ve şu kadar senedir takip etmenizdir.

"Sağırlar birbirini ağırlar" cinsinden karşılık verdiğimi düşünmeyin. Yürekten ve kendimce yaptığım değerlendirmemden böyle söylüyorum.

İyi ki, sizler gibi uzun soluklu okuyanımız var buralarda.
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
ar_de_ (17-04-2013), buena vista (16-04-2013), dentist (17-04-2013), kerriwg1 (23-06-2020), Master (16-04-2013), neron (17-04-2013)
  #314  
Eski 16-04-2013, 00:07
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Gözükmüyordun

Sevgili Bıkmış Usta,

Bizi defterinden sildiğini düşünürken uzunca bir aradan sonra böyle bir yazıyla sizi serada görünce bir hoş oldum.

Uzunca bir ara dememin nedeni var. Seraya yazdığın en son yazının tarihine bir baktım ne görsem beğenirsin; taa 2007 yılının 20 Eylülünü gösteriyor.

Yazınız da döne döne okunacak uzunlukta:

"Suyundan da koy USTA!!"

Elimden tutup buralara getirdin ve...

Son iki senedir yoğun ve yorgunluktan dolayı selam verecek mecaliniz kalmamış, inanayım mı...

Neyse ki yazdıklarımla yorgunluğunuzu almışım biraz. Benim için artı puan.

Sevgili Bıkmış Usta, eşime selamlarınızı söyledim, selamı aldı almasına hatta hoşnutta oldu ama bir yandan da söylendi "Bana hiç faydası olmadı, ne şu hisseyi al dedi ne de bunu..."

Ben öyle baktım yüzüne, düğümlendim.

Dedim ki: "Demek ki, kadayıf dolmanı beğenmemiş!"
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
bikmisbroker (16-04-2013), buena vista (16-04-2013), dentist (17-04-2013), Master (16-04-2013), neron (17-04-2013)
  #315  
Eski 16-04-2013, 00:34
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Ne Diyeyim, Nasıl Diyeyim Sözün Bittiği Yerde

Sevgili ar_de_;

Zaman zaman çözmüşmüş gibi oluyorum ama biliyorum ki esasında çözdüğüm bir şey yok.

Nasıl düşünürsem düşüneyim, neresinden bakarsam bakayım ele avuca sığmayan bu konuyu bir türlü çözemediğimi her geçen gün biraz daha anlamanın sıkıntısını duyuyorum.

Belli ki "Çözülmezse çözülmesin" demeyi benimsemediğim sürece bu böyle devam edecek.

Yaşama geliş, yaşama ve yaşamdan gidiş; bu üç evre.

Ne dinler beni ikna edebiliyor ne de bilim. İstedikleri kadar yükleme yapsınlar veya ben istediğim kadar bu üç temel evreye kendimce anlamlar yüklemeye çalışayım, yine de hepsi boş. Benim için havanda su dövmekten farkı yok.

Sevgili ar_de_;

Ölüm;

Bir son mudur?

Yanıtlardan birincisinde "Evet" dersem içini "çünkü" ile başlayıp doldurmak gerek; çünkü böyledir, şöyledir, bilimsel olarak, dinimsel olarak, estek köstek,...

İkinci yanıt olarak "Hayır" dersem de öyle!

Üçüncü yanıtta da "Hem evet hem hayır" dersem biraz daha fazla "çünküler" ile debelenmem gerekecek.

Yanıtların dördüncüsünde eğer "Bilmiyorum, bilinmiyor, bilinemez" dersem konuyu çözmüş olmayacağım ama beyin gargarası yapmaktan kurtulmuş olacağım.

Aşağıdaki soruları da aynı yanıtlarla bezeyip süsleyebilirim.

Bu son oluş tamamen yok oluş mudur?

Başka yaşam biçimlerine dönüşüm müdür?

Yeni bir yaşamın başlangıcı mı?

Nerede veya nerelerde nasıl bir yaşam olacaktır?

O yaşam bildiğimiz, tecrübe ettiğimiz yaşam mıdır?

Ölüm olmasaydı olmaz mıydı?

Ölümün varlığı mıdır, hayata anlam veren?

Hatta Sevgili Master'ın dediği gibi: "İnsanlar yalnız (mı) ölür.(?)"

Bu şekilde onlarca, yüzlerce, binlerce soruyu ama ıkına ıkına ama bir çırpıda sıralasam gene havanda su dövmenin azıcık ötesine bile geçemem.

Bu sorularla dolup taşmak hayatı sevmediğimi mi gösteriyor yoksa hayatın sarılacak, tutunacak, sevilecek yanlarının ağırlığını mı?

Bazen ölümün çok hakkaniyetli bir olay olduğunu birçok insan gibi ben de düşünürüm ama bu düşünceye uzun süre saplanıp kalamam, hele biçimsiz, zamansız, gereksiz ölümlerle yüzleşince.

Sevgili ar_de_;

Ne kadar gerekli veya gereksiz olsa da bu konu, hatta sakınsak, uluorta dillendirmesek, üzerimize alınmasak, iplemesek bile ister istemez yakınlarımız, dostlarımız, tanıdıklarımızın ölümleriyle yüzleştiğimiz bir durum.

Yakıştırmasak bile ölümü ona; bazen kurtuluş, acılarından, çilelerinden sıyrılış olarak uygun görüp içimizde yumruk gibi sıktığımız bir düşünce içinde oluruz ama dillendirilmesini ar ederiz, yediremeyiz kendimize. Nihayetinde ölen için kurtuluştur ama geride kalanlar öyle hemencecik kurtulamazlar bu mengeneden.

Bazen istenen değil beklenen bir durumdur ölüm. Bugün olmazsa yarın. An meselesidir. Sırası gelmiştir, bilinci yerindeyse gidecek kişi de bunu hissetmektedir. Yine de tutunur, dört elle yaşama.

Sıralı ölüm dediğimizin dışında bir başka her an için beklenen bir ölüm daha vardır; onun cebinde zehri keskin bir akrep veya karadul örümceği taşıdığını bilirsiniz, kalp krizi, tansiyon gibi.

Sevgili ar_de_;

Yaşımız orta yaşları devirince, sararmış yaprakların artık dalda güçbela durduğunu, en küçük esintide hatta kıpırtısız havalarda bile pıtır pıtır düştüğüne tanık oluyoruz.

Sorunun önemli bölümü işte o zaman başlıyor. Kilitlenmeler, kasılmalar, korkular, endişeler, kabullenememeler, isyanlar...

Değer verdiğiniz, önemsediğiniz, sevdiğiniz, saydığınız o kişi artık yok ve bir daha da olmayacak.

Artık hatırı sayılır bir süre üzüntü deresinin bulanık sularındasın, çamurlar içindesin...

Yalnızlık denizinin hırçın dalgalarında yumruklarınla anlamsız kulaçlar atıyorsun...

Derin deryada bozulmuş pusulanla tek başınasın; umutsuz, başıboş, göğün mavisiyle deryanın mavisi arasında sıkışmış bir sarısın, sararmış boş bakışlarınla ufukları tarıyorsun...

Ne kadar sürer bu manalı veya manasız haller?

Hatırı sayılır bir süre.

Sonra?

Sonrası da malum işte. Yavaş yavaş, ağır aksak toparlanmalar; o gitti artık, dönmeyecek, dönemeyecek gerçeğinin kabuklaşması. Kaşımazsan kabuğu daha hızlı sağalmalar...

Sonra da "keşkeli" cümleler dönemi...

Keşke şuan burada olsa... Şunu görse... Bu olaya tanık olsa...

Yerli yersiz akıla takılmalar, özlemeler...

Sevgili ar_de_;

Ben istemem ama sanırım bu topraklarda yaşayanların çoğu çekilen ıstırabı birilerinin görmesini ister.

Eşinden dostundan, akrabalarından taziyeler beklenir. Ciddidir bu beklenti. Yazılır aklın bir kenarına arayanlar, aramayanlar. Gerektiğinde başa da kalkılır, vefalılık adına iade de edilir.

Zaten sevimli şeyler değildir ama lafın gelişi söylüyorum sevmesem de bu adetleri yaparım, yapmak zorunda kalırım. Taziye telefonu etmek beni öyle gerer, öyle yorar ve öyle bunaltır ki anlatamam. Sıcağı sıcağına cenazede bulunmak kalabalığa karışmak ölenin yakınlarına şöyle bir gözükmek ve o arada yüzündeki ifadenle bir iki beylik veya kalıplaşmış sözler söyleyip susmak nispeten daha az acı verir bana.

Taziyeye gidip konuşmak da zordur, ölenin yakını olarak konuşulanları duymak da. Görünenler zaten allak bullak eder. Yine de ne olursa olsun o ortamlarda çok daralırım, dediğim hiçbir deyimi, sözü yeterli ve anlamlı bulamam.

Dışımdan ne dersem diyeyim içimden hep dileklerin de duaların da bir hükmü kalmamıştır diye geçiririm.

Ne yapabiliriz, elimizden ne gelir başka?

İşte "sözün bittiği yer" dedikleri yerdeyizdir artık.

Giden gitmiş, geride kalanlar perişandır, acılıdır ama gerçekte ise: "olan ölene olmuştur!"

Alıntı:
Emin´isimli üyeden Alıntı
Karmakarışık

23-05-2006, 21:40
_______________________________________
Birkaç gündür önemli bir mazeretim nedeniyle Arkabahçe’ye kendimi atamamıştım. Yazıları okuyunca gene dilim şişti, bir şeyler yazma hastalığım nüksetti ama karman çorman olan ruh halimle kelimelerle boğuştum durdum, yazdıklarım içime sinmedi, silip, düzeltmekten gına geldi… Vazgeçtim ben de.

Az önce kısa bir taziye yazısını hiç tanımadığım biri için yazdım, o da içime sinmedi. Hastalık ve o ölüm gerçeğinin soğuk yüzünü birkaç gündür gözlemleyince…

Her zaman olan ölene olur.

Sayısı ne kadardır, tam olarak bilemediğim ama bunlardan bir kaç tanesini ön plana çıkardığım konular var hayatımda. Ki içinde olmaya da, o ortamı teneffüs etmeye de ve toplumun yapılmasını istediği törensel şekilleri yerine getirmeye de ayak sürüdüğüm olaylar...

İşte bunlardan biri “ölüm” denilen anın yaşanmasının ardından geride kalanlarla öyle sıcağı sıcağına karşılaşmak ve onlarla konuşmak zorunda kalmak...

Hele bu bitiş çizgisi anı çok erken gerçekleşmişse daha da zorlanıyorum.

Ateşin düştüğü yeri yaktığı, bir gerçek. Ancak ateş büyükse, harlıysa düştüğü yerin dışındakileri ısıtıp, soldurup, kavurduğu da bir gerçek.

Zaman zaman belki bizler de; beylik lakırdılarımız arasına serpiştirdiğimiz olmuştur şu özlü sözü: “Acılar paylaşınca azalır, sevinçler paylaştıkça çoğalır.

İnandırıcılık payı, doğruluk payı kuşkusuz vardır bu sözün, yoksa kolay kolay gelip dilimize yapışmazdı. Ancak, benim tam olarak sindiremediğim bir şey var bu sözde; özellikle manevi acı nasıl paylaşılır ki?

Ağlayanla ağlayarak mı, ağlayanın gözyaşlarını silerek mi, ağlayanı iyice ağlatıp gözyaşlarının tükenmesini sağlayarak mı?

Bilmiyorum, hangisinin doğru olduğunu, uygun olacağını bilemiyorum.

Acıyı yaşayanlara sabır, direnç, serinkanlılık ve sağduyu telkin ederek mi?

Bunun da doğru olup olmadığını bilmiyorum.

Daha doğrusu neyin doğru bir davranış olacağını, neyin yararı olacağını kestiremiyorum.

Yoksa sadece “başınız sağ olsun” sözüne sığınıp, defalarca dilimize dolayıp tekrarlamak mı?

Karşılığında da “dostlar sağ olsun, sizler sağ olun” sözünü duyup, hem acıyı ciğerinin içinden yaşayan hem de aynı acıyı daha düşük derecede yaşayanların birbirlerine verdikleri bu kalıplaşmış sözlerle mi yetinelim?

Gerçekten bilemiyorum.

Ortada değişmez bir gerçek var. Sebebi ne olursa olsun, hangi koşullarda gerçekleşirse gerçekleşsin giden artık aramızda yok! O artık “sadık yârin koynunda.”

Bildiğim ve herkesin de bildiği; her gün binlerce, doğum ve ölüm kapısından giriş ve çıkışın yaşandığı bu dünyada, biz geride kalanlar da o binlerce kişinin çıkış yapacağı kapıya doğru yürüyen ölüm kervanına katılacağız.

Çevremizden, yakınlarımızdan katılanları gördüğümüz bu kervana bakıp, biraz da inanmadan ve aldatıcı bir oyalama ile “siz gidin biz arkadan yetişiriz” edasıyla onları uğurlarken hiç katılmayacakmışız gibi düşünüp kendimizi bir süre daha oyalayabiliriz. Sanki bize verilmiş bir senet veya söz varmış gibi daha zamanımızın gelmediğini hesaba katıp, yaşama dört elle ve daha sıkı sarılabiliriz.

Aksini yapmak mümkün mü?

Belki böyle davranmak da acıdan sıyrılmanın başka bir çıkış yoludur.

Bir de; doğru gibi görünen ve herkesin dilinde olan “hayat devam ediyor” sözüne benim kanım pek kaynamıyor. Üşütücü, serin ve duygusuz buluyorum. Evet, hayat devam ediyor ama hayat onsuz devam ediyor, bir yanımız eksik, kayıp ve yitik olarak.

Bu eksikliklerimiz her geçen gün çoğalıyor. Dede, nene, anne, baba, amca gibi bizden büyüklerin eksikliğini biraz daha çabuk kabulleniyoruz fakat diğerlerini o kadar kolay sineye çekemiyoruz.

Ağlıyoruz, ta ki gözyaşlarımız kuruyana dek. Sonra derin ve etkili, buruk ve donuk bir sessizlik...

Süresi hiç önemli değil; üç gün, yedi gün, kırk gün, elli iki gün, bayram, yıl ve yıllar derken fotoğraflarda, filmlerde, belleklerde kaldığı kadar...

İşte, öyle bir hatırlama. Bu arada da başka acılarla, başka yangınlarla, bir diğerinden ötekine hüzünlü tanışmalar.

Bu döngü, böyle!

Her seferinde eksikliğimizi artırarak; öksüzleşerek, yetimleşerek, kukumav kuşları gibi yapayalnızlaşarak sıranın bize geleceği o ana kadar yaşama tutunmaya devam edeceğiz ama...

İşte, böyle geçen her gün bizi gittikçe melülleştirecek ve Akarsu’nun dediği gibi;”bazı bazı gülsem de yine gönlüm hoş değil” noktasına getirecek.

Bu düşüncelerle karmakarışık olduğum için kısa taziye yazımda “acınızı, üzüntünüzü, yasınızı paylaşıyorum, ailecek paylaşıyoruz” diyemedim.

“Acı, üzüntü ve yas sizin, dolu dolu yaşayın. Nefes alışlarınız normale dönene kadar, yüreğiniz soğuyana kadar, yaranız kabuk tutup soyulana kadar, sevginizin ölçüsü ne kadarsa işte, o kadar üzülün, ağlayın, düzensizleşin, bedeninize ve ruhunuza kaldırabildiği kadar içkence yapın” demek geliyordu içimden.

“Mekânı cennet olsun, Allah gani gani rahmet etsin, Fatma anamız yoldaşı olsun, nur içinde yatsın” gibilerinden temennilerde bulunsaydım daha kolay olurdu belki…

Nerdeyse her gün duyduğumuz gördüğümüz “başkalarının ölümüne, ölüsüne” acaba ben biraz fazla mı kafa yoruyorum onu da bilmiyorum.

Al işte, ne kadar kolay okunan bir yazı başlığı: “Lice'de yola döşenen mayının uzaktan kumanda ile patlatılması sonucu uzman çavuş Mustafa Kale şehit oldu.” Yazının yanında da bir aylık ya var, ya yok bebekle yanak yanağa çekilmiş, artık bu dünyada olmayan gencecik bir insan resmi!

İçim yanıyor ve yüreğim sıkılıyor, burkuluyor…

İnsanı insan yapan acaba bu; acımak, yazıklanmak duygusu mudur?

Bence, sanki bu duygu en erdemli duyguların ilk sırasındadır, en önündedir.

Sözü sündürdük, neyse, çoğu zaman olduğu gibi: “olan, ölene oluyor.

Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
ar_de_ (17-04-2013), buena vista (16-04-2013), dentist (17-04-2013), detan (16-04-2013), Master (16-04-2013), neron (17-04-2013), wesleyzd2 (20-06-2020)
  #316  
Eski 16-04-2013, 09:46
bikmisbroker - ait Avatar
bikmisbroker bikmisbroker bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Bulunduğu Yer: Kanada
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 590/835
107 Mesaj ına 2990 Kere teşekkür edildi
bikmisbroker - MSN üzerinden Mesaj gönder
Tanımlı

Alıntı:
Emin´isimli üyeden Alıntı
Sevgili Bıkmış Usta,

Son iki senedir yoğun ve yorgunluktan dolayı selam verecek mecaliniz kalmamış, inanayım mı...

Neyse ki yazdıklarımla yorgunluğunuzu almışım biraz. Benim için artı puan.

Sevgili Bıkmış Usta, eşime selamlarınızı söyledim, selamı aldı almasına hatta hoşnutta oldu ama bir yandan da söylendi "Bana hiç faydası olmadı, ne şu hisseyi al dedi ne de bunu..."

Ben öyle baktım yüzüne, düğümlendim.

Dedim ki: "Demek ki, kadayıf dolmanı beğenmemiş!"

Sevgili emin,

Insanlarin hayatinda bazi donemler olur, (vardir demiyorum) bir mesgaleye girersin kiiii.. Basini kasiyacak vaktin olmaz.

Buna benzer bir donemden gecmekteyim.
(Zararli ya da yaramaz birsey yok-Kisaca hayat-Yasam-Mesgale-Mucadele)

Kadayif dolma bahane, misafirperverliginiz sahane idi.
(Aslinda Kadayif dolmayi ve tadini hatirladikca halen agzim sulaniyor ya)

Yazacak cok sey var amma, buradaki guzel paylasimlarinizin arasinda forum ahalisinin asabini bozmaktan korkarim.

Kismetse bir gun bir yerde tekrar karsilasacagiz.
O zaman hasbihal etmek dilegi ile.
__________________
YATIRIM, sonu yanliş giden SPEKÜLASYONDUR
EGER, zamaninda spekülasyondan cikamazsaniz
MECBUREN yatirimci olursunuz..George SOROS
TEKNiGE iNANMA TEKNiKSiZ KALMA. Bikmisbroker
Alıntı ile Cevapla
bikmisbroker kullanıcısına teşekkür edenler
Bobbykab (25-05-2020), buena vista (16-04-2013), dentist (17-04-2013), Emin (01-05-2013), Master (16-04-2013), milliejw18 (05-05-2020), neron (17-04-2013)
  #317  
Eski 17-04-2013, 03:29
ar_de_ - ait Avatar
ar_de_ ar_de_ bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Jan 2007
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 133/1013
108 Mesaj ına 737 Kere teşekkür edildi
Tanımlı

sevgili Emin, duygularımıza-düşüncelerimize tercüman olmuşsunuz . teşekkürler .
Alıntı ile Cevapla
ar_de_ kullanıcısına teşekkür edenler
dentist (17-04-2013), Emin (01-05-2013), Master (17-04-2013), neron (17-04-2013)
  #318  
Eski 01-05-2013, 06:10
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Küfür-Bilgisayar ve Modem-Sözlü Karne-Nane

D- Nane

Birinci Bölüm

Kafama karkas olarak giren dört konu başlığının dördüncüsüne geldim dayandım.

Başlık "Nane" olunca ister istemez naneyi yazacağım ama öyle nane böyle faydalıdır, şöyle güzeldir gibisinden ya da ansiklopedik nane bilgisi vererek okuyanı bezdirici bir yazı olsun istemiyorum.

Ayrıca akil biri olmadığımdan öyle bir yazı yazsam hem zorlanacağım kesin hem de yazdıklarımın sırıtacağı kesin.

Alıntılarla birlikte uzun bir yazı olacak. Genellikle uzun yazılar sıkıcı bulunurlar, sabırla okuyabilene aşk olsun.

Birine "nane yetiştiriyorum" dediğimde şaşırmayanına çok az denk geldim.
"Tamam da... Hani diyorum ki niye nane?" diyorlar veya demek üzere oluyorlar ya da dercesine bakıyorlar.

Haklılar.

Sebze denilince nasıl akla ilk üşüşenler domates ve biber oluyorsa, yeşillik denilince de maydanoz ve marul birinciliklerini hiç kaptırmazlar. Roka, tere, ebegümeci, dereotu, semizotu, fesleğen, pazı gibi hatırı sayılır üretim ve tüketimi olan yeşillikler maydanoz ve marulun ardından sıralamaya girerler. Nane de sondan birinci olmasa bile neticede sonlardadır.

Hiç kimse "eyvah evde taze nane kalmamış" diye strese girmez.

Bölgelere veya illere göre tüketiminde de farklılıklar olduğunu gözlemlemişim.

Kimileri sadece "kendim kuruturum" düşüncesi doğrultusunda pazardan taze nane alıp, yeşilken tüketme yerine kurusuna meyleder.

Çok kısa değindiğim bu bilinenlerden ötürü benim seramı sadece nane üretimine ayırmış olmam, ister istemez bir şaşkınlık oluşturuyor. Kaldı ki kendim de şaşırmıyor değilim yaptığım bu işe ama beni şaşırtan nane yetiştiriciliği değil bilakis nanenin kendisi olmuştur.

Madem konu başlığım nane yani yeşillik sınıfından o zaman odaktan naneyi bir süreliğine çıkarıp ve yazacağım yazıyı da okunur kılabilmek için biraz zenginleştireyim.

Vatan Gazetesinde yazarken son zamanlarda bir şeyler ters gitmiş olmalı ki o gazeteden ayrılan (vebali boynuna, sanırım onun taktığı lakapla söyleyecek olursam Seyrek Bıyıklı Asabi Şahsiyetin asabını bozacak birkaç yazısından ötürü gazeteyle yolları ayrılmış olabilir) ve yazılarından beni mahrum bırakan Selahattin Duman'ın konuyla ilgili gözlemlerini onun akıcı kaleminden okuyalım. Böylece uzayacağı benim açımdan belli olan "Nane" yazısının birinci bölümünü atlatmış olurum. Sonra gene sazı ele alırım.

1- Önce 10 sene öncesinin bir yazısı (19.07.2003)

... (yazısının yarısını kestim)

İsim yanıltmasın
İstanbullu nereye giderse bunlar de peşinden gidip orada mekân açıyorlar.. İngilizce isimler de bunların parolası.. Askeriyenin parolası gibi yani.. Süper zenginlerle bu parola ile anlaşıyorlar..

İngilizce isim taşıyanlardan biraz daha hesaplı yerler var.. Onları da ya mitolojik isim taşıdıklarından bileceksin veya kalender-meşrep şanlarından..

Bildiklerimden birinin adı Baraka.. Bir başkasının ise
Perişan!

Ama bu yerlerin özelliği salaş, dolayısı ile hesaplı olması değil.. Müşteriye ince bir gönderme yapıyor..

"Gel bende ye yemeğini.. Hesabı öde.. Geriye kalan ömrünü bir barakada tamamla.." göndermesi..

Dokuz kişi oturduk masaya.. Birer salata, birer balık.. İki şişe de yerli şarap..

Hesap 780 milyon lira..

Gerçi ben ödemedim hesabı ama ödeyene acıdım..

Ben böyle durumlarda ya havaya bakar üfürük çalarım, yahut da ay mehtabına dalar giderim..

Farketmem garsonun hesap getirdiğini..

Ayrıca bende dayılarımdan geçme "Hesabı ben ödeyeceğim.." hastalığının tutma ihtimali var.. İki duble içmişsem krize de dönebilir..

Olur ya! Birilerinin ciddiye alacağı tutar, Selahattin Duman geceyi mutfakta geçirir.. O yüzden mehtaba dalmak hep iyidir..

Beterin beteri var...

O 780 milyonluk hesabı ödeyen kazığı daha şeyinden çıkarmamıştı ki o gece masada bulunanlardan birinin uyuzu kaşındı..

Gece dışarıda yiyeceği, aynı ekibi de davet edeceği tuttu..

Yaklaşık aynı ekip bu kez başka bir mekâna gittik..

Kelle sayısı olarak miktarımız aynı.. Aynı hafiflikte bir yemek yendi.. Ben kendimi vejetaryen kursuna yazdırdığımdan et yemiyorum..

Balık söyleyeceğim.. Bir de salata..

Salatanın yanındaki rakama baktım iştah neyim kalmadı.. "Sezar salatası.. Eşittir.. 12,5 milyon lira.."

Elin yabancısını getirsen, o fiyata baktı mı mutfakta merhum Roma İmparatoru Sezar'ın bizzat çalıştığını düşünür.. Hesabın tamamını görünce de "Bulaşıkları da Caligula'ya yıkatıyorlar zahir.." der..

Bari Sezar'a ayıp olmasın deyip "Mevsim yeşillikleri salatası.." istedim.. Davet sahibinin başına geleceklerden haberi yok.. Neşeli neşeli konuşuyor ama ben her şeyi bilen adam olarak acı çekiyorum..

Derken benim salata geldi..

Buyur salatanı..
Dört marul yaprağını elle kınp içine bir demetin beşte biri kadar dereotu katmışlar.. Olmuş size 12,5 milyonluk mevsim yeşilliği.. Domatesti, salatalıkta, biberdi, maydanozdu yok.. Demek bu mevsim sadece bu ikisi yeşilleniyor..

Sonunda hesap geldi..

Benim gözüm yine mehtaba kaymış ama gözucuyla da şöyle bir baktım..

Davet sahibi renk vermedi ama kredi kartını garsona teslim ettikten sonra sustu.. Hesapladım, otuz beş dakika kadar hiçbir sohbete katılmadı.. Çenesi kitlendi garibin..

Araştırmacı gazeteci olduğumuzdan sormadan edemedim.. Kibar insandır, böyle şeylerin lafını etmez.. Zorlayınca söyledi.. 900 milyon lira hesap gelmiş..

Çıkıp Türkbükü sahilinde dolanıyorum..

Beş lokanta iskelesi varsa dördü bomboş.. Birinde yarım yamalak müşteri var..

İstanbul ahalisi akıllandı mı ne? Sanki her biri Karagöz balığı olmuş, sahildeki kayaların altına kaçmış..

Çakırcalı Efemizden baskın lokantacı esnafı da ağlıyor.. "Bu yıl Türkbükü ölü.." diye..

Öldüyse öldü anasını satayım.. Biz de hatırasını kalbimizde yaşatırız.. Allah Yılmaz Tüfekçilik imâlatı zıpkınıma zeval vermesin.. Artık onun eline bakıyoruz..

2- Şimdi de 2 sene önceki yazısı: ( 03.08.2011)

Nüfus plânlamasını, süper marketlerin sebze meyve reyonlarındaki ürüne endekslemek isteyenlere dikkat!

Marketçilerin gazına gelip bir çocuk daha yapmaya kalkışan yanar.. İnanmayan denesin, doğan bebesine de “Kabakcan” ismini koysun..

Ramazan ile birlikte atağa kalkan süper marketlerin televizyon reklamları birbirinden iddialı..

Birinde aktör Tamer Karadağlı eline aldığı elmayı tartıyor.. “Çocuklar Duymasın” dizisindeki rol arkadaşı Pınar Altuğ’a sebze ve meyve reyonundaki ürünlerin ne kadar sağlıklı olduğunu soruyor..

Cevap “Tarladan mutfağa..” mealinde..

Yani organiğin organiği.. Her şeyin hızla kirlendiği dünyada yeniden yaşanan bir doğa mucizesi..

Koca rolündeki Tamer Karadağlı bastırıyor..

“O zaman hemen bir çocuk yapalım..”

“Bu dünyaya çocuk getirmek istemiyorum..” şeklindeki geleneksel mazeret kalıbı kadük olan Pınar Altuğ ona boş boş bakarken sahne kesiliyor..
***


Reklamcının seyirciye vermek istediği mesaj şu:

“Bizim süper market yaratılış mucizesidir..”

“Sebzesinden meyvesine her şey organik ve çok sağlıklıdır.. Ayrıca lezzetlidir..”

“Bu üremek için de bir fırsattır..”

“Adem ile Havva yeniden dünyaya gönderilseydi düştükleri yer bizim marketin sebze meyve reyonu olurdu..”

“Bu mesajları yemeyenler dötümüzü yesin..”

Ürün tanıtan, öven bir reklamın bir cırtım doğrucu tarafı olur.. Hani bir şey de dediğine uyar da ahali “Heee! Reklamlarda dediylerdi..” deyip kafa sallar..

Nerdeee?

YENİ VERSİYON

Maydanozdan başlayayım..

En fiyakalısından en kalender bütçeye hizmet edenine kadar gidin arayın.. Salataya koyarken, kebabın yanına servis ederken “sinirinizi bozmayacak ebatta” bir demet maydanoz bulamazsınız..

Demetin yarısı çürük ve sararmış.. Sapları kamçı gibi kalınlaşmış.. Tek faydası; yemeği yakan kadını mutfakta tepelemek istediğinde elinin altında hazır maydanoz sapları bulunması..

Al eline tek sap maydanoz, Indiana Jones gibi şaklat..

Mutfaktan mutfağa namın yürüsün..

Ben maydanoz denen haysiyeti kırık bitkinin bu kadar geniş yaprak verebildiğini, reklamları televizyonlardan eksik olmayan süper marketler sayesinde öğrendim..

Ben o marketlerin reklamcısı olsam ve maydanozun bu kadar geniş yaprak verebildiğini öğrensem, o filmleri başka türlü çekerdim..

Hani Tamer Karadağlı marketin orta yerinde kızışıp Pınar Hanım’a “Gel bir çocuk yapalım..” diyordu..

İşte reklama oradan devam ederdim..

Tamer Bey eline aldığı bir demet maydanozu Pınar Altuğ’a gösterirdi..

Yapraklardan birini Pınar Hanım’ın burnuna dayar “Bebek kız olursa bu maydanoz yapraklarını nevresim takımı diye çeyizine koyarız..” repliğini söyletirdim..

Eskiler “İncir yaprağı devenin tabanı kadar olmadıkça yazın ortası gelmez..” demişler..

Al bu lafı, market mucizesi maydanozlara uygula.. Gözün deve tabanı yaprağı kadar gelişmiş maydanoz görsün..

Bereket ahalimiz tepkisiz..

O sayede meyve sebze reyonlarında hır çıkmıyor.. Gördüğüm kadarı ile o hormon garabeti maydanoza alışıyorlar da..

Görürsünüz yakında kadınlarımız, maydanoz yaprağından dolma sarıp birbirlerine övünürler..
***


“Tarladan mutfağa..” reklam sloganına uyan bir başka ürün de salata malzemesi kıvırcık..

Üretici ile market toplayıcıları nasıl bir diyalog kuruyorlar, ürünün tarladan markete taşınmasına nasıl karar veriyorlar bilmiyorum..

Normalde, kıvırcıkların topraktan sökülüp bir yerde toplandıktan sonra nakledilmesi gerekir..

Marketin toplayıcısı, aracısı her kimse; öyle yapmıyor..

Olmuş kıvırcık demetlerini değil, tarlayı söküp markete yolluyor..

İç Anadolu’nun üzerinde kıvırcık yetiştirilen bilmem hangi bostanı, bir bakmışsınız ki büyük şehirlerden birinin marketinde..

BU DA EROZYON

Bir top kıvırcık demetinden o kadar toprak çıkar mı kardeşim? Yıka yıka çamur.. Yıka yıka çamur.. Mutfağın evyesi de bir yere kadar dayanıyor.. Sonuç tıkanma..
Ondan sonra işin yoksa gelen tamirciye “Mutfakta hafriyat değil de salata yapmaya çalıştığını..” anlat dur..

“Tarladan mutfağa..” uygulamasında sadece marul veya kıvırcık üzerinden toprak erozyonu yok.. Doğanın bağrında geçinip giden bir sürü solucan, kurt, haşarat hatta salyangoz gibi kabuklu mahlûkların telefatı da var..

O mahlûklar senin marulun veya kıvırcığınla doğal ortamlarından koparılıp evlere giriyor.. Yıkarken telef ediliyor..

İşte doğanın dengesi böyle böyle bozuluyor..

Benim psikolojim de marulun veya kıvırcığın içinde salyangoza denk geldiğimde bozuluyor..

Salyangoz dediğin ağzı var dili yok mahlûk, bir sosyal demokrat partinin genel başkan vekili kadar inatçı bir o kadar da kararlı olabiliyor..

Öyle akan suya tutmakla, onu yapıştığı yapraktan ayıramazsın..

Bir yere tutunmuşsa oradan ayrılmamak için ÖSYM Başkanı gibi direnir.. Sen istediğin kadar musluğu aç, akan suyun debisini şiddetlendir..

Salyangozun kararlılığını kıramazsın..

Tek çare yaprakları tek tek arayıp, bulduğun zaman elle alıp atmaktır.. Bu arada akan su sarfiyatının maliyeti ayrı bir kalemdir..

Dört kişilik bir ailenin hijyenik salata yemesi için akıtacağın su yaklaşık iki kişinin tükettiği duş suyuna eşittir.. Otur maliyetini hesapla..
***


Dikkat ettim..

Süper marketlerin sebze ve meyve saklanan depolarından önce bozulmaya, çürümeye yüz tutan stok mallar çıkarılıyor..

Tükendikçe yerine yenileri konuyor..

Doğal olarak tezgâhtaki bozulmaya yakın mal satılmayı beklerken içerdeki mal da bozulmaya başlıyor.. Çark böyle tersine işliyor.. Ne akıl ama?

Nereden mi biliyorum.. Ne zaman o reyonda hır çıkarsam içeri gidip tezgâhtaki malın daha eli yüzü düzgününü getiriyorlar.. Sistem vatandaşı çürüğe alıştırma üzerine kurulu..

Aman şirketin kârına halel gelmesin..

Bunu niye mi yazdım? Süper market propagandasına uyup evdeki günahsız kadını durduk yerde zorlamayın diye.. Kamu bimarına yani..

3- Son olarak geçen yıl yazdığı yazı (26.08.2012)

Bu mesele her sene ısıtılır.. Durum bize özgü şekilde asla değişmez.. Kuşadası’ndan Marmaris’e, Didim’den Datça’ya ne kadar süper, hiper market varsa hepsi işin içinde.. Yeşillik niyetine sattıkları şey bildiğin çer çöp..

Kıvırcık adıyla, marul adıyla, aysberg adıyla sattıkları yeşilliklere “eşek yemi” demem, tek toynaklıların bu mahsun bakışlı üyesine aslında haksızlıktır..

“Eşek yemi” tarifine sığındığım zaman bilin ki kesinlikle “eşek milletinin..” ağız tadını yargılamıyorum..

Yeşillik sınıfına giren bu salata malzemelerini sorgusuz sualsiz satın alanlar ilham kaynağımdır..

Çamur içinde, çürümüş buruş buruş olmuş bu nesneleri satın alırken gösterdikleri “eşeklere özgü tahammül..” bende böyle bir çağrışıma sebep oluyor..

Şair “Koyun gibisin be kardeşim..” diyor ya!

Ben “yeşillik” kılığına girmiş çer çöpü tüketen müşteri tipine “eşek misin?” diye soramadığımdan, böyle yan yollara sapıyorum..

***

Her yaz mevsiminde derdimi azdıran süper marketlerin cümlesinin CEO’ları yakın takibim altında..

Hepsi için Allah gecinden versin, diyorum.. Ancak günü gelip de birinden birine emr-i hak vaki olduğunda cenazesine ilk koşan ben olacağım..

Giderken de merhumun kabrine konmak üzere, yönettiği market zincirlerinde satılan marullardan, kıvırcıklardan oluşan bir çelenk yaptıracağım..

Buruş buruş, çamur içinde, yapraklarının yarısı çürümüş, mide kaldıran bir çelenk..

Hoca efendi “Merhumu nasıl bilirdiniz?” diye sorduğunda “Bize çer çöp yedirirdi.. Hem de paramızla..” diye bağıracak halimiz yok..

Mesajımı böyle vereceğim..

FARKLARI YOK..

Bu süper market CEO’larının, yerel yöneticilerinin yazlıkçı milletiyle derdi nedir, bugüne kadar çözemedim..

Ama belli ki taht-el şuurlarında yani bilinç altlarında yazlıkçı kısmına karşı bir hınç var..

Adamlarını memleketin bostanlarına salıp, marketleri için ürün topluyorlar..

Bostancının “bunların vakti geçti, çürümeye yüz tuttu..” dediği malları “Bize yarar..” deyip özellikle alıyorlar..

Dağıtıyorlar marketlerine..

Bildiğiniz gibi her süper marketin bir sebze, meyve reyonu vardır.. “Yeşillik” dediğimiz nesne de genellikle bu reyonların tam orta yerinde konuşlanır..

Oralara atıyorlar..

Kurtların delik deşik ettiği marul yaprakları, kararmaya yüz tutmuş oluyor.. Kıvırcık aslından çıkmış, kocakarı dötü gibi buruşmuş oluyor..

Ne kadar meyve sineği varsa tepelerinde uçuşuyor..

Bu reyonlardan yarısı tamamen çürümemiş bir bağ roka alamazsınız..

Maydanoz başka bir âlem.. Nasıl oluyor da yaprakları nevresim takımının yastık kılıfı iriliğindekileri buluyorlar, çözemedim..

Bunların sattıklarından dört maydanoz yaprağını üst üste koy, çiğnemeye çalış.. Dişçine iş çıksın..

Bunlardan semizotu aldın mı yanında bir de boş saksı alacaksın ki bitkinin köklerinden çıkan o toprak zayi olmasın, saksıda birikip bir işe yarasın..

Böyle ürünleri reyonlarına koyma cesareti olan yöneticileri mercek altına almak lazım..

Önerim bunlara uygun donör bulup “ar damarı nakli..” için ikna etmektir.. İşe yarar mı emin değilim.. Belki damar da isyan eder..
***


Tezgâha yanaşmışım.. Umutsuzca işe yarayacak bir sap yeşillik arıyorum..

Kıvırcıkların, marulların bulunduğu yer perişan.. Sanki toplu mezar açılmış, içinden süper market CEO’larının katlettiği kurbanlar çıkmış..

Kahire’de ulusal müzeyi gezmiş, milattan önce bin üç yüz yıllarında ölmüş bir firavun İkinci Ramses’in mumyasını görmüştüm..

Elimdeki marulun DNA yaşı kesinlikle firavunun yaşından fazla.. Çünkü marul onun hatırladığım yüzünden daha buruşuk..

O sırada yanımda tezgâha bir şey koymak için gelen genç bir görevliyi fark edip “Kardeşim bu malların hali nedir?” diye bulaştım..

HAKLISIN ABİ!

Çocuk kibar, müşterinin gönlünü hoş etme eğiliminde.. Elimdeki marulu gösterdim.. “İnsan bunu buraya koymaya utanır yahu!” deyip bir kıllık daha yaptım..

Bir tepki.. Bir savunma..

Oğlanda hiçbiri yok.. Benimle göz göze gelmemeye çalışarak “Haklısın abi..” dedi..

“Biz de utanıyoruz ama maalesef daha iyisi gelmiyor..”

Bunların yöneticilerinin, patronlarının bir eli müşterinin cebindeyse diğer elleri de sosyal sorumluluk projelerinde..

Bir taraftan çürümeye yüz tutmuş yeşilliği vatandaşa yedirip, onları bünye olarak eşekleştirmeye çalışıyorlar..

Bir taraftan da sosyal sorumluluk projeleri üretip, eşek yerine konulanları yeniden insan arasına katmaya çalışıyorlar..

Bizim medyada da “Yalakalık DNA’sı..” mevcut olduğundan bu adamların bireysel propagandalarını yapıyoruz..

Röportajlarla, haberlerle..

Ne kadar yaratıcı, ne kadar insancıl olduklarını anlatıyoruz..

Uzun zamandır bu reyonlar göz hapsimde..

Arada bir çalışanların getirdikleri taze (!) malları tezgâhlara yerleştirmelerini seyrediyorum..

Yeşillik faslında gözlemim şu..

Tezgâha konulan çer çöpün biraz daha iyisi arkadaki soğuk hava depolarında var..

Yönetici “çürüyen malı..” atmaya kıyamadığından böyle bir takdim-tehir sıralaması yapmış..

“Tezgâha en fazla çürüyenleri koyun..” demiş.. Tükendikçe yenisiyle takviye edilecek..

Bunu yaparken neye mi güveniyor?

Tüketici olarak tepkisizliğimize.. Bünyemizdeki eşekçe sabır genine.. “Mal bizim değil mi? Ne verirsek onu yerler..” şeklinde işleyen mandıracı psikolojisine..
***


Bir M’lisi, üç M’lisi, çağdaş logolusu, yıldızlısı, bilmem nelisi? Bu yörelerde tezgâh açmış ne kadar süper, hiper market varsa..

Cümlenizin CEO’larına sesleniyorum..

Fatih Sultan Mehmet’in av sırasında ödüllendirdiği bir derviş “Bastığın yer çayır çemen, yediğin bal ile kaymak olsun..” duasını etmişti..

Ben de sizin için öyle bir dua edeyim..

“Bastığınız yerler bize sattığınız çürümüş kıvırcıklarla kaplı olsun.. Yediğiniz de kurtlanmış marul..”

Elimizden tüketici olarak başka şey gelmiyor..
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
ar_de_ (03-05-2013), buena vista (02-05-2013), dentist (02-05-2013), detan (02-05-2013), Master (01-05-2013), neron (06-05-2013)
  #319  
Eski 17-05-2013, 12:13
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Küfür-Bilgisayar ve Modem-Sözlü Karne-Nane

D- Nane

İkinci Bölüm

Dediğim gibi, yaptığım iş beni de şaşırtıyor ama ben kendimden çok naneye şaşırıyorum.

Her ne kadar konu başlığım nane olsa da, ben nane etrafında dolanarak ısrarla başka şeyler anlatmak istiyorum.

Belki ileriki zamanlarda naneyle ilgili deneyimlerimi daha ayrıntılı bir biçimde ele alabilirim. Yani alsam daha iyi olur, genel gündemden bir kaçış, kafa dağıtıcı, bir nevi nane şekeri emmek, birkaç yaprak nane çiğnemek gibi rahatlatıcı yazılar olabilir diye düşünüyorum ama cümleye "belki" diye başlayarak böyle yazıları yazacak ortamı bulacağımı pek sanmadığımın da işaretini veriyorum.

Şubat ayının 17'si, yağmurlu bir Pazar günü.

Yanıma aldığım kallavi bir demet naneyle Cam Piramide doğru yol alıyorum.
Park parası vermemek için bir ara sokağa arabamı park edip, daha önce birkaç kez tiyatro izlemeye geldiğim AKM'ye yönelip, ahmak ıslatan yağmuru altında aheste aheste yürüyorum.

Daha binanın dış kapıları bile açılmamış, hatırı sayılır bir topluluk şimdiden binanın yağmur almayan kısımlarına üçer-beşer kişilik gruplar halinde sığınmış konuşup bekleşiyorlar. Ben de bir kıyıya ilişip, sigara yakıyor, gelenleri çaktırmadan kesiyorum; onların konuşmalarına kulak asıyorum ama en çok kendi kendimle konuşuyorum.

Biraz sonra, en son "Bu Dinciler O Müslümanlara Benzemiyor, Semizdat Hakikatlere Dayanacak Gücünüz Var Mı ve Erbakan" adlı kitaplarını okuduğum Gazeteci Soner Yalçın bu salonda bir konuşma yapacak.

Ne konuşacağından çok kendisini merak ediyor gibiyim. Sanki hapisteyken görmem gerekirmiş ama bir türlü görüşemediğim bir yakınımın hazır buralara gelmişken daha fazla ayıp etmemek için hiç değilse burada gözüne görüneyim cinsinden bir ziyaret benimkisi. Fakat böyle düşündüğüm için kendimden utanıyorum. Bir yandan bu utanç ve ıslandığım için ürpererek üşümeye başlıyorum.

Dış kapılar açılınca içeri doluşuyoruz ama salonun kapıları kapalı olduğundan bu kez nizami olmayan kalın kuyruklar oluşturarak beklemeye başlıyoruz.

Etrafıma, etrafa bakıyorum, bu kalabalığı salonun alacağını sanmıyorum.

Ayakta ve uzunca bir süre bekleyip sonra içeri girme adına birbirimize sinirli bakışlarla, ittir kaktır, saygısız ve sevgisizce salona doluşuyoruz. İlk gelenlerden olmama rağmen koca salonda kendime zar zor bir yer bulup çöküyorum koltuğa.

Salon dolu, aralar dolu, yürüme yollarında insanlar ayakta bekleşiyor.

Anonslar yapıyorlar, dışarıdaki ekrandan hatta yandaki salona da bir ekran yerleştirdiklerini, isteyenlerin o salondan da konuşmaları izleyebileceklerini onlarca kez söylemelerine rağmen kimsenin dışarı çıkmaya niyeti olmadığını, niyeti olanların da kalabalığı yarıp salondan dışarı çıkmaya gözlerinin yemediğini görüyorum.

Birçok kişi sahneye doluşuyor, konuşma yapılacak masanın arkasına geçip, yerlere yayılıyorlar.

Antalya Büyükşehir Belediyesi "Halkın Gündemi" adı altında tanınmış kişileri davet ederek halkla buluşturuyor.

Soner Yalçın Antalya Kitap Fuarına gelmiş ve aynı zamanda önceden planlanmış imza gününe katılacağından konuşma süresi sınırlı.

Belediye Başkanı Mustafa Akaydın'la birlikte solana geldiklerinde alkışlar hiç kesilmeyecek sanıyorum.

Başkan, hazır böyle bir kalabalığı bulmuşken ve o sıralar özellikle Antalya için "halkın gündemi" konusuna en uygun olan bir konudan azıcık bahsediyor.

Soner Yalçın'ı dinlemeyen gelenlerin gündemleri nedir, ne değildir bilmiyorum ama canı yananların kendilerini Alanya karayoluna atıp araç trafiğini allak bullak ettiğini, biber gazı ve copları yiyince tarlalara kaçıştığını buna rağmen ağlayarak, feryat figan eşliğinde küfürler ederek yeniden karısıyla, çocuğuyla yola çıktığını; canı yanmayanların yollar kesildiği için köylülere, çiftçilere hain hain bakıp küfürler ettiği 2b konusuydu esas halkın gündemi.

Defterdarlığın birkaç kez basıldığı, oturma eylemlerinin sıkça yapıldığı hatta ta Ankara'ya Meclise kadar sorunun taşındığı bir belalı konuydu bu, orman özelliğini yitirmiş ve yıllardır bu yerleri kullanan insanların akıbeti.

Bu hükümetin en büyük yeteneklerinden biri; sınıfları kendi içinde bir şekilde bölerek birbirine düşürmede kimsenin ellerine su dökememesidir. Hakikaten ustalar bu konuda, halkı halka düşman etmede.

Sanırım Belediye Başkanı Mustafa Akaydın, Soner Yalçın'dan bu konularda bir şeyler anlatmasını bekliyordu ama öyle olmadı, Soner Yalçın o gündemden bahsetmedi. Gerçi bahsetse ne değişirdi, hiçbir şey.

Bahsettiği konularda nasıl bir şey değişmediyse...

Benim vurgulamak istediğim şey şu: Soner Yalçın kime konuşuyor? Bize. Biz Kimiz? Soner Yalçın'ın fikirlerinin hepsine olmasa bile önemli bir kısmına değer veren, az çok onun gibi düşünen insanlarız. Yani biz bize çalıp, biz bize oynuyor gibiyiz. Kısaca kendi kendimize propaganda yapıyoruz. O kadar kalabalığın içinde bir akepeli'nin, cemaatçinin, dincinin olduğunu hiç sanmıyorum.

Konuşmalarını büyük bir dikkatle dinledim, ne kadar ve nereye kadar onunla hemfikir olduğumu karşılaştırmak gibi bir şey yapıyordum içimden. Yazmak ayrı konuşmak ayrıydı çünkü.

Konuşmasında kendimce açıklar ardım desem hem ayıp, hem yalan, hem de saygısızlık olur. Fakat bir iki konuda onunla aynı düşünmediğim sözler işitince sanki ona ve yaptığı işe duyduğum saygıda bir kusur varmışçasına kendime kızıp, bozuluyorum.

Gereksiz ve yersiz alkışlarla sık sık sözleri kesilse de, dediğim gibi konuşmasını pürdikkat dinliyor ve efkarlanıyorum.

http://www.odatv.com/n.php?n=soner-y...ptu-1702131200

Konuşması sona erdiğinde çiçek vermek için sahneye Başkan Mustafa Akaydın davet ediliyor ve her yer birden karmakarışık oluyor. Sahne ise ana baba günü.

Eli boş gitmemiştim, bir punduna getirirsem benim de vereceğim bir demet nane ve "bu nane de nereden çıktı, neyin nesidir bu?" cinsinden bir soruya karşılık olarak yazdığım bir kaç satırlık mektubum vardı.

O karmaşadan yararlanarak montumun iç cebine koyduğum nane demetini çıkarıyorum. Gözüme çok kalın gözüküyor, demet değil, bildiğin deste!

Eğer bu şekliyle verilecek olursa, sembolik olarak verilen zarif bir şey gibi değil de sanki "al bunu götür, kurut, yemeklere katarsın" anlamını taşıyacak.

Yanımdakilerin bir anlam veremedikleri bakışları altında, telaşla desteyi bölüp çay bardağı kalınlığında bir demete dönüştürüyorum. Ceplerimde her daim bir iki lastik olduğundan artırdığım nanelerden de su bardağı kalınlığında yedek bir demet yapıp tekrar montumun iç cebine sokuyorum.

Sahne adam kaynıyor. Soner Yalçın'ın etrafı sarmalanmış, Başkanla ve birçok kişiyle fotoğraflar çekiliyor, öpüp tokalaşanların haddi hesabı yok. O hengamede ne ben verdiğimi, ne o aldığını anlıyor. Bir an için elindeki naneyi çiçek buketinin üstüne korken göz göze geliyor ve mektup kağıdımı da eline tutuşturup, oradan sıvışıyorum.

Ter içindeyim.

Acaba şaşırmış mıdır? Acaba yazığımı okumuş mudur? Bu sorularıma: Şaşırsa ne olur, şaşırmasa ne olur; okusa ne olur, okumazsa ne olur gibisinden sanki umurumda değilmişçesine cevaplar eşliğinde binanın dışında buluyorum kendimi.

Duvar dibinde durup, terimi soğutuyorum. Seraya mı dönsem yoksa o gün, son günü olan kitap fuarını mı gezsem diye düşünürken Belediye Başkanının makam arabası kapının önüne geliyor, şoförü araçtan inip bekliyor.

Bir süre sonra, etrafında birkaç kişiyle Başkan Akaydın da arabasına doğru hiç acele etmeden konuşarak yürüyor. Etrafı sakin, gözlerim koruma ordusu olmasa da birkaç atletik adam arıyor ama yok. Ya da öyle saklanmışlar ki ben göremiyorum. Gördüğüm boylu poslu sekreter kılıklı bir kadın ile müdür kılıklı, kravatlı, takım elbiseli bir iki memur.

Önce, birkaç adım uyuz uyuz sonra birkaç adım ürkek ürkek makam arabasının yanında dikelip duran Başkan Akaydın'a doğru yürüyorum. Her an birisi önümü kesecek diye tedirginim. Hiç bir engelle karşılaşmadan yanlarına kadar sokuluyorum. Yanımda tabanca olsa nişan almama bile gerek kalmadan kafasından vurabilir; bıçağım olsa kalbine sokabilir bir noktadayım. Montumun fermuarını yarıya kadar indirip elimi iç cebime sokarken birilerinin üzerime hamle yapmasını umuyorum.

Çıkardığım nane demetini Başkana uzatıyorum. Şaşırıyor, çok az bir duraksama sonrası alıyor ve yüzündeki tebessümle birlikte "Çok teşekkür ederim, ne güzel naneler bunlar" diye karşılık veriyor. Demeti burnuna yaklaştırıp kokladıktan sonra yanındaki sekreter kılıklı bayan elinden alıyor, demetin içinden tek bir dal naneyi çekip kendine ayırdıktan sonra makam aracına doğru yürüyor. Kapısı açılan aracın içinde sanırım Başkanın eşi var, demeti ona uzatıyor, o da avuç içiyle naneyi okşayıp elini burnuna götürüyor. Başkan, ben ve diğer dört beş kişi bu bayanı izliyoruz. Kendine ayırdığı tek dal nanenin bir yaprağını koparıp ağzına alan bayan yanımıza gelince Başkan bana bakarak: "Çok güzel naneler, çok canlı görünüyor" diyor ve ekliyor "İçeride Soner'e verdiğini gördüm. Dikkatimi çekti."

Bu sözü üzerine "Ben yetiştiriyorum, efendim" diye karşılık veriyor ama verdiğim bu karşılığın yerini bulduğunu düşünmediğimden ekliyorum "Neden nane verdiğimi içeren bir de mektup verdim Soner'e."

"Fark ettim." diyor Başkan.

O sırada aklıma geliyor, cebimde verdiğim mektubun bir nüshasının olduğu. Hızlıca ceplerimi aranıyorum. Pantolonumun arka cebinde dörde katlanmış kağıdı çıkarırken "Soner Yalçın'a verdiğim mektubun bir nüshası bu, okumak isterseniz vereyim" diyorum ve elini uzatınca veriyorum. Ceketinin cebine koyuyor, "Teşekkür ederim, okuyacağım, merak ettim" diyor.

Yağmur atıştırmaya başlayınca ben dahil birkaç kişinin elini sıkıp aracına biniyor.

Onlar gidince tekrar yağmur almayan kuytu bir duvar dibine çekiliyorum. "Acaba" diyorum, "Başkan yazımı okur ve altındaki ismim, adresim ona bir şey hatırlatır mı?"

Bir zamanlar birkaç kez ona e-potsa ile Halde yaşadığım sorunu anlatmış ve ilgilenmesini talep etmiştim. O da sağ olsun yazdıklarıma iki kez yine e-posta ile yanıt vermiş, ilgilendiğini göstermişti. Gel gör ki, onun yazdığı son e-postadan buyana neredeyse bir buçuk sene geçtiği halde hiçbir ses çıkmamıştı.

İşte Başkanın e-postası:

Tarih: 13.09.2011
Prof. Dr Mustafa AKAYDIN <baskan@antalya.bel.tr>
Kime: bana

Sevgili Mehmet Emin,
Mailinizde belirtmiş olduğunuz konu çalışma arkadaşlarıma iletilmiştir. Araştırma sonucu tamamlandığında tarafınıza bilgi verilecektir.
Sevgi ve saygılarımla...


Belki konuyu merak eden bir okuyanımız çıkar "Hayırdır, ne oldu, ne iş?" derse, bu boktan konuyu da günün birinde yazabilirim.

Şimdi, bu sıralı yazılarımı, nane demetinin ekinde Soner Yalçın'a ve bir nüshasını da Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Prof.Dr.Mustafa Akaydın'a vermiş olduğum mektupla bitirmiş olayım.

"Sevgili Soner,

Sizi aramızda görmekten tarifsiz bir mutluluk duyuyorum.

Ben küçük bir plastik serada nane üreten ve bu naneleri demetleyip satan bir çiftçiyim.

İki yıl önce geliri çok az diye bu ürünü yetiştirmekten vazgeçtim.

İlk iş olarak var olan nanelerin topraktan uzaklaştırılması gerekiyordu. Bu nedenle en etkili herbisitleri (ot ilaçlarını) nane yapraklarına püskürttüm. Bu şekilde üç farklı yok edici kimyasalları uygulayınca naneler sarardı, kavruldu, kurudu.

Toprak sürüldü, bu sürüm sırasında da pulluğa takılan nane köklerini seranın dışına çıkarttım.

Sürümün ardından patos çekildi ve kalan kökler tırmıkla temizlendi.

Nanelerden tamamen kurtulduğumu düşünmüştüm ama yeni ektiğim ürün yetişirken, bu bitkilerin arasında yer yer nanelerin filizlendiğini gördüm.

Yeşeren bu naneleri de toprağa tam olarak tutunmadan söküp atmaya başladım. Onlar çıktı ben kökünden çekip attım, onların yaşamasına izin vermedim.

Naneden sonra ektiğim ürünü 2012 Mayıs ayında hasat ettim ve yerine ne ekeceğimi düşünürken kimi yürekli insanlar kantinden alınan nanenin bir dalını şişelere koyup, Silivri’de demir parmaklıklar ardında yetiştirip çiçek açtırıyorlardı.

Diyeceğim şu; naneye halk arasında “arsız” diyorlar ama bence demek istedikleri bu değil, şunu demek istiyorlar; nane dirençlidir, nane sabırlıdır, nane toprağına sahip çıkar, kolay kolay terk etmez.

Böylesine yaşamaya ve toprağına bağlı naneye saygı duymaya başladım. Bir yıl önce söküp atmaya çalıştığım bu bitkiyi yeniden yetiştirmeye karar verdim.

Hazirandan buyana o bir türlü yok edemediğim ve seranın şurasında burasında yeşermeye çalışan birkaç kök naneyi çoğaltarak tüm serayı naneyle kapladım.

Umuyor ve diliyorum ki sizler gibi sadece gerçeğin peşinden giden, onu gözümüze sokan yürekli aydın ve gazeteciler naneler gibi çoğalır ve bu topraklarda yaşayan herkes, naneler gibi toprağına sahip çıkar.

Sevgilerimle, gözlerinden öpüyorum.

17 Şubat 2013, Pazar
Mehmet Emin
Varsak Zeytinlik Mahallesi, 4139 sokak No: 46/1 Kepez-Antalya"


-Altmış dört-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
account (18-05-2013), ar_de_ (17-05-2013), buena vista (17-05-2013), dentist (17-05-2013), detan (18-05-2013), Gozlemci (05-06-2013), Master (20-05-2013)
  #320  
Eski 17-05-2013, 13:25
ar_de_ - ait Avatar
ar_de_ ar_de_ bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Jan 2007
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 133/1013
108 Mesaj ına 737 Kere teşekkür edildi
Tanımlı

ah be Emin ne desek...? kaç kişi böyle düşünür-böyle yazar-böyle ifade eder...? iyi ki varsın iyi ki bu bahçedesin
Alıntı ile Cevapla
ar_de_ kullanıcısına teşekkür edenler
dentist (17-05-2013), Emin (14-06-2013), Gozlemci (05-06-2013)
Cevapla


Konuyu Toplam 2 üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 2 Misafir)
 
Konu Seçenekleri Bu Konuda Ara
Bu Konuda Ara:

Gelişmiş arama yap
Modları Göster

Yetkileriniz
Yeni konu açabilirsinizdeğil
Yanıt gönderebilirsiniz değil
Eklenti gönderebilirsiniz değil
Mesaj düzenleyebilirsiniz değil

Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodları Kapalı
Gitmek istediğiniz klasörü seçiniz


Bütün Zaman Ayarları WEZ +2 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 01:08 .


Telif Hakları vBulletin v3.5.4 © 2000-2024, ve
Jelsoft Enterprises Ltd.'e Aittir.
Tercüme ve Tasarım : Arka & Bahce