Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::db_connect() should be compatible with vB_Database::db_connect($servername, $port, $username, $password, $usepconnect) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::select_db_wrapper() should be compatible with vB_Database::select_db_wrapper($database = '', $link = NULL) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Deprecated: Non-static method vB_Shutdown::init() should not be called statically, assuming $this from incompatible context in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 2294
Ser'den, Sera'dan. - Sayfa 20 - Arka BahÇe Forumu
Arka BahÇe Forumu  

Geri Dön   Arka BahÇe Forumu > Bahçıvanlar > Sera
Kullanıcı ismi
Şifreniz
Kayıt ol SSS Üye Listesi Takvim Arama Bugünkü Mesajlar Bütün Forumları okunmuş kabul et


Konu Bilgileri
Konu Başlığı
Ser'den, Sera'dan.
Konudaki Cevap Sayısı
387
Şuan Bu Konuyu Görüntüleyenler
 
Görüntülenme Sayısı
209779

Cevapla
 
Konu Seçenekleri Bu Konuda Ara Modları Göster
  #191  
Eski 18-01-2008, 17:10
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Günberi

Ürpermenin biraz daha ileri bir aşamasındayken, sigaramın da bitmesi üzerine seradan çıktım.

Dünya “günberi” konumunda.

Saat, gecenin 23.19’unu gösteriyor.

Tarih, günberiyi bir hafta geçiyor.

Seradaki yığma evin odasında bir başınayım, uzun süredir olduğu gibi.

Seranın içi dışarıdan daha soğuk. Isı takviyeli naylon aldığım için mi yoksa.
Garibime gidiyor, dışarısının naylonla kaplı seradan daha fazla sıcak olması. Sadece garibime de değil, ağırıma da gidiyor.

Bu yaşıma kadar duymadığım “günberi” sözünü bu gece, birkaç dakika kadar önce öğrendim.

Kömür üstten yanarmış, bunu da bir ay kadar önce öğrendim. Oysa önce tutuşturma odununu yakmak, bunun üzerine kömür eklemek bana daha mantıklı gelmişti. Nitekim ilk yakışımı öyle yaptım, ne kadar zorlandığımı sıcak hava üflemeli bu sobayı bana satan Yaşar Bey’e anlattığımda, benim nasıl biri olduğumu ima edercesine değişik bir biçimde güldü.

Onun uyarısı ve verdiği püf noktalarına göre yakmak hakikaten daha mantıklı ve kolay olurdu.

Onun dediğine göre: önce beş torba kömürü sobaya tepeleme dolduracakmışım, üzerini kaplayacak şekilde, kol uzunluğu ve kalınlığında yaklaşık on parça odun serecekmişim, bunların üzerine yarım torba kadar kıymık, kabuk gibi küçük parçaları atacakmışım. Bir geniş leğen içindeki talaşa yanmış yağ veya mazot katıp, karıştırıp, emdirecekmişim; talaş olmazsa üstüpü parçaları olabilirmiş; bu karışımdan da birkaç avuç hepsinin üzerine serpecekmişim. Geriye birkaç kâğıt parçası kalıyor, tutuşturup kâğıtları atacakmışım sobaya. Bak bakalım yanıyor mu, yanmıyor mu?

Ben herhalde çok kıtmırım, bu kadar malzemeyi kullanarak mümkünü yok yakamam sobayı.

İşte diğer günlerde olduğu gibi bu gece de sobayı yakarken kıtmırlığımı sürdürdüm. Beş torba yerine dört torba kömür boşalttım sobaya. Bunun da bir torbası 25 kiloluk ve kafam büyüklüğünde kömürlerden oluşuyor, bu tipe portakal deniyor; en büyüğü çocuk yumruğu kadar olan ve ceviz denilen diğer kömürden de 20 kiloluk üç torba. Demek ki toplam 85 kiloluk kömürle işe başlamışım.

Kömürlerin üzerine otuz santim uzunluğunda ya var ya yok bir küçük odun parçası yerleştirdim. Bir avuç hızar artığı, irmik kıvamında toz talaşından da birazı odunun üzerine birazı da yanlarına olmak üzere sepeleyip, bir litrelik plastik ilaç kutularına doldurup kapağını çivi ile deldiğim mazotu misafire kolonya sunuyormuş gibi damlattım.

Bizim kıza dershaneden verilen dergiler, soru bankası kitapları, değişik konu kitaplarından işi bitmiş, öğrenilmiş mi, şimdi unutulmuş mu, hala aklında kalmış mı bilemediğim, “yazıktır kızım bunları yakmayalım, kalsın, göz atarsın” dediğim halde hiç üzerine mal etmediği dokümanları da öyle toptan değil sayfa sayfa yırtarak, toparlak hale getirip odun ve talaşın bulunduğu yere attım. Bu arada sobanın alttan kömürü üfleyen motorunu çalıştırdım, ardından da seraya sıcak havayı üfleyecek iki motoru teker teker çalıştırarak devreye aldım.

Bu şekilde kömürleri yakmak en erken yarım saat, en geç bir saatlik zamanımı alıyor.

Kömür tutuştuktan bir süre sonra kömüre üfleyen motoru devreden çıkarıp, cürufun ve külün boşaldığı alt çekmecenin kapağını bir santim kadar aralayarak içeriye hava girmesini sağlıyorum. Bir hava da kömür boşalttığım kapak üzerindeki deliklerden giriyor, bu delikleri de sürgüsünü çekerek yarıya indiriyorum. Eğer üfleme motorunu açık bırakırsam bu kömürün yanmasını hızlandırıyor ve sabahın 8’ine kadar torba torba kömür boşaltmam gerekiyor ki bundan özellikle kaçınıyorum.

Bu gece düne göre biraz geç yaktım sobayı. Saat 21 sularında işe başladım.

Birer birer kitap sayfalarını yırtıp atarken arada sırada bu sayfalara göz atıyorum. 8 nci sınıf coğrafya soru bankası kitabının bir sayfasına gözüm takılıyor.

Dünya’nın Güneş’e en yakın olduğu konuma “Günberi”, en uzak olduğu konuma da “Günötesi” deniyormuş.

Ehh, Dünya’nın Güneş etrafında elips şeklinde döndüğünü çok şükür biliyorum ama kış aylarında Güneş’ten uzaklaştığımızı zannediyordum. Aha yanlış bir bilgi yakaladım, hemen aklıma alayım da kızımı uyarayım, sınavlarda çıkar mıkar, belli mi olur diye düşünürken sayfanın devamında arkası gri ve çerçeve içerisine alınmış bir uyarı notunu okudum. Okuduktan sonra tökezledim, dudağımı büzdüm, halla halla dedim.

Dünya’nın Güneş’e yakın ya da uzak oluşuyla ısınmanın ilgisi yokmuş. Eğer olsaymış, Türkiye Ocak ayında kış değil yaz olurmuş, Temmuz ayında da yazı değil kışı yaşarmış. Bu durum Güneş ışınlarının düşme açısı ya da eksen eğikliği ile ilgiliymiş.

İyi de Antalya’da aynı anda nerdeyse dört mevsimi niye yaşıyoruz o zaman diye düşünürken tesadüfün böylesi olur mu, olur işte; bir sonraki sayfada da sanki benim bu düşünceme tıpatıp bir yanıt vardı: “Antalya’da dört mevsimin aynı anda yaşanması matematik konumunun (orta kuşak) sonucudur. Ancak aynı anda hem yazı hem de kışı yaşıyor olması yer şekillerinin yani özel konumunun sonucudur. Kıyıda denize girilirken ardındaki Toroslarda kış sporları yapılır.”

Aman, neyse ne. Ben ki yüreğimde kara, seramda gri kışı yaşadıktan sonra.

Elimin kömür karasını bu sayfaya silerek sobaya attım. Sobanın önünde olmama rağmen ürpermenin ötesine geçmişti bedenim, seradan çıktım.

“Benim kafam kel mi, hep seraya mı harcayacağım kömürleri, evin sobasına da atayım ve iliklerim ısınsın.”

Sobayı yaktım, çayımı demledim ve sobanın üzerine yerleştirdim, çaydanlığın uykuya davet eden cızıltısı başladı ama…

Meteorolojinin Zirai Don Uyarısını bu yıl gene idrak etmiş bulunuyorum.

Türkiye’nin her yeri soğukmuş, Mersin gibi bir yerde bile bir adam soğuktan donup ölmüş. Erzurum, Kars, Sivas mevsim normallerinin altındaymış.

Havalar soğuyunca “ziynetlerinizi örtünüz” İlahi Emri ile türban konusu da gündeme gelmiş ta İspanya’dan. Siyasi olsa ne olurmuş?

-Kabul edenler?
-Kabul etmeyenler?
-Kabul edilmiştir.

Kanunsa kanun, yaparlarmış.

-Abdest almadan namaz kılsam olur mu?
-Zinhar olmaz.
-Ee, ben kıldım oldu.

Saat sabaha döndü. Soba yanıyor, seranın içi 2.7 C°, dışarısı 1.6 C°. Yaklaşık 1 C° öne geçmişim.

Sobayı alırken güttüğüm amaç seranın içini 16 C° de tutmaktı. Bir süre sonra 10 C°’ye razı oldum ama onu da bulamadım. Şimdilerde bitkilere don vurmasın diye uğraşıyorum.

Akıl karı iş değil sabaha kadar soba başında nöbet tutmak. Adamın babası kaldırsa iki saate bir, ilk birkaç gün olmazsa bile bir süre sonra babasını bıçaklar; askerde bu sıklıkla nöbet yazılsa, firar eder.

Benim gibi uyku sersemi olanlar, gider sobayı karıştırır, dereceye bakar, kömür ekler, üflemeyi çalıştırır, aklına yatmazsa devreden çıkarır, rakamları kayıt altına alır, ne edecekse…

Bir saat daha geçiyor, saat 02.10 olmuş, kömürler iyice tutuşmuş altın sarısı olmuş, içerisi 4.4 C°, dışarısı 3.2 C°.

Altın sarısı dedim de aklıma geldi, Merkez Bankasında 120 ton altın rezervimiz varmış. İstanbul’a taşınınca çok dikkat etmeleri gerekiyormuş.

3.2 C° hiç yoktan iyi, bu değerlerle bir sabah olsa, nerde.

Gene Karsu’nun ders kitaplarından okuduğuma göre: “Günün en sıcak zamanı ışınların en dik açıyla düştüğü yerel saatle 12.00 değil, saat 14.00 civarıdır. Çünkü bu saate kadar ısınma devam eder. Günün en soğuk zamanı ise Güneş’in doğma anıdır. Çünkü yer bütün gece boyunca, güneş yeniden görünene kadar ısı kaybeder.”

Saat: 06.35.
Dışarısı: -1.0 C°.
Seranın içerisi: 0.5 C°.
Benim içim: Günötesi.
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
AnnE (19-01-2008), ar_de_ (18-01-2008), buena vista (18-01-2008), flz (24-01-2008), kasved (17-02-2008), Lizzy (19-01-2008), Master (05-02-2008), meraklı (20-01-2008), neron (21-01-2008), serdarkus (18-01-2008)
  #192  
Eski 04-02-2008, 16:50
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Gerbera

Bulgaristan’dan Jivkov zamanında anavatana gelmiş, bir iki sene çiçek üreten firmalarda çalıştıktan sonra elindeki imkânları zorlayarak seralar kiralamış, bir iki yıl içinde yerler satın almış, başlangıçta küçük bir minibüsle ürettiği, ürettirdiği karanfilleri Bulgaristan’a götürüp pazarlamış, şimdilerde yani ben de ürettiğim karanfilleri kendisine verdiğim tarihte soğutma donanımlı bir TIR alıp Bulgaristan ve havalisine sadece karanfil de değil birkaç kalem çiçeği pazarlayan bir firmaya sahip soydaşımızla birkaç kez ekebileceklerim hakkında görüş aldıktan, aldığım bu görüşler doğrultusunda söz konusu bitkilere yönelik seralara baktıktan, ekip biçenlerden çiçekler hakkında kendi çapımca bilgilendikten, cömertçe açıklamalar yapan Palmiye Merkezinin sahibi Dr. Ragıp Esener ile yazışmalarımı da birkaç tur yaptırdıktan sonra hanımıma yani karıma, yani eşime, yani hayat yoldaşıma, yani ana muhalefet liderime, yani kadayıfın içine cevizi kabuklu koyanıma, yani çekirdekli vişne reçelime, yani bana her konuda sonsuz desteğini esirgemeyen ama bu desteğinin öncesinde, destek verdiği sırada, destekten sonra ve yıllar sonra başıma kalkacak olan kızımın anasıyla kafa kafaya verip, topladığım tüm bilgileri bir kabına koyabilmek için birden fazla oturum düzenledim.

Kararımızı verdik.

Starliçe fidelerini alacak ekonomik durumda değildik.

Vazgeçmekte istemediğim için dönem sonunda bir tüneli yani yaklaşık 300-350 metrekarelik alanı işgal veya feda ederek gene yaklaşık olarak en ucuz, yani en genç fidelerden, yani ilk çiçeği 3-4 yıl sonra alınacak olanından 200 civarında sipariş verecek, böylece borsacıların deyimiyle kademeli alım yaparak 3-4 yılda serayı kapama starliçe yapacağız.

Bu arada serada kalan diğer alana gelir getirici bir bitki ekmeye devam edeceğiz, bu gelir umduğumuz gibi olursa belki bir sonraki sene tamamen starliçe yapabileceğiz.

Ayrıca ilaç, gübre, su, elektrik ve diğer serayı ilgilendiren giderleri de başlangıçta çok fazla yer kapamayacağı için bu çiçeklerin arasına diğer üreticilerin, örneğin domates ekenlerin yaptığı gibi biz de marul, roka, tere, dereotu ve maydanoz gibi yeşillikler ekeceğiz.

Annemin de yeşilliklere aklı yatıyordu ama çiçek işine hiç sıcak bakmıyordu.

Çiçeği çok seven annemi koca karanfil serası bile pek heyecanlandırmamıştı.

Ama onları Pertek’ten getirirken penceresindeki Afrika menekşelerini, sardunyalarını, camgüzelini, küpelilerini de komşularına (ki yalvar yakar istiyorlardı) vermemişti, ayaklarını yerler vurup, çiçeğim de çiçeğim demişti.

Karton kutulara koyabildiklerimizi koyduk ama camgüzeli ve küpeli çok boylu poslu olduğundan onları gözleri dolu dolu komşulara vermek zorunda kalmıştı.

Babamın evvel ahir çiçekle alakası yoktu.

Geçen yıl karanfil ekeceğimi söyleyince, anama: “Bu senin oğlunda şeye sürtülecek akıl yok” diye söze başlamış verip, veriştirmişti.

“Ulan o’lum, senin bir teneke cevizin parasından haberin var mı?”

“Bademin kilosu kaç kuruş bili misin?”

O ceviz ve badem başta olmak üzere meyve ağaçlarından yanaydı.

Evet, serayı değil ama seranın yanındaki evi onlara almıştım, seranın varlığı bu dünyadaki bir oyalanmamız olacaktı ve becerebilirsek burayı alırken borçlandığımız 18000 lirayı emekli maaşımızla mümkünü yok ama bu sera sayesinde ödeyebilecektik. Hatta, belli mi olur belki 3-4 yıl içinde buraya verdiğim tüm parayı bile çıkarabilirdim.

Ben de istiyordum, burada onların hoşuna gidecek, onları hayata bağlayacak bir şeylerin olmasını ama… İşte o ama işi bozuyordu.

Ne diyeyim babama, “seraya ceviz veya badem diksem seneye kaç teneke mal alırız?” desem hersi çıkacak, bağıracak çağıracak, küsecek, üstüne üstlük tansiyonu çıkacak. Al başına bela. Sustum, oralı olmadım.

Ağaçlara su vermeyi saplantılı bir biçimde sever babam. Tas tas suyu taşır da taşır. Evin çevresindeki iğde, limon, zeytin, portakal, elma, dut ve asmalara yağmurlu havalarda bile su vererek, diplerini eşeleyerek şimdilik oyalanıyor.

Anama da beş tavuk ve bir horozluk kuş giremez kümes yapmışım, onun da oyalanacak bir şeyi var.

İnci Halamın ise hiç ama hiçbir şey umurunda değil. Daha doğrusu uğraştırıcı hiçbir şey umurunda değil; yoksa yumurtayı da, sebzeleri de, meyveleri de, çiçekleri de seviyor elbette.

Verdiğimiz karar doğrultusunda soydaşımız olan Şinasi beyin kardeşi Şemsettin Beye: “Kararımı verdim, madem Hollanda’ya Çiçek Fuarına gidiyorsun, oradan da görüştüğün birkaç firmaya uğrayıp kendine gerbera fidesi siparişi vereceksin, benim seranın ölçüsünü biliyorsun ne kadar gerekli ise ve hangi türden veya renkten olacağına da gene sen karar ver; beni de bu siparişine dâhil edersen çok memnun olurum” anlamında cümleler kurdum. O da “olur” dedi.


Hersi çıkmak: Kızmak, sinirlenmek.
Oralı olmamak: Umursamamak, kulak asmamak, iplememek.


-11-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
AnnE (04-02-2008), ar_de_ (04-02-2008), buena vista (04-02-2008), dentist (05-02-2008), flz (11-02-2008), Gozlemci (15-02-2008), hazan (06-02-2008), kasved (04-02-2008), Master (05-02-2008), meraklı (05-02-2008), neron (14-02-2008), serdarkus (14-02-2008)
  #193  
Eski 14-02-2008, 21:20
serdarkus - ait Avatar
serdarkus serdarkus bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 317/1236
52 Mesaj ına 2228 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Acı be hocam, biraz az yaz!

Şu internet aleminde yazmasından en korktuğun, yazısını en sevmediğin kimdir diye sorsalar, ne derim Emin hocam.. bilir misin?

Nereden bileceksin. Soran mı oldu ki şimdiye kadar.

Hele bi diyelim ki sordular. Hemen derim, “şu bizim arkabahçede bir Emin hoca var. İşte odur.”

Oh işte, iyi ettim. Dedim.

Peki de ki niye?
__________________
eNiyi sistem, uygulayabildiğindir..
Alıntı ile Cevapla
serdarkus kullanıcısına teşekkür edenler
Emin (01-03-2008)
  #194  
Eski 14-02-2008, 21:32
serdarkus - ait Avatar
serdarkus serdarkus bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 317/1236
52 Mesaj ına 2228 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Size ne, hem kızarım hem okurum..

Alıntı:
serdarkus´isimli üyeden Alıntı
..

Peki de ki niye?

Huyum batsın.

Uzun bir yazı oldu mu..
Hayatta okuyamam.
Yazının içinde bana merhem olacak bişeyler var deseler, yine de olmaz. Nasıl derler, resmen kaşıntı tutar.

Bir başta ilk satır..
Bir ortadan..
Bir de son. Bitti. Tamamdır.

Çok önemsediğim bir yazan ise yine hızlı okuma yöntemiyle şöyle bir bakarım. Konuyu anlarım, özünü kavrarım. Yeter.

Ama Emin hocam, senin yazıların yok mu.
Sağından geçerim, olmaz.. Tekrar başa dönerim.
Biraz ayrıntılı bakar, sonunu bulurum.. yine olmaz.
Kaçarı yok.. mutlaka her kelimeyi teker teker okuyacağım, tadına varacağım.
Kızarım.


Ne zaman bakarım Emin hocam yeni bir yazı yazmış.
Yine sinirlenir, kızarım.

Bilirim ki kaçarı yok. Boynumu büker, zevkine varıp..
okumaya başlarım!
__________________
eNiyi sistem, uygulayabildiğindir..
Alıntı ile Cevapla
serdarkus kullanıcısına teşekkür edenler
buena vista (15-02-2008), Emin (01-03-2008), Master (15-02-2008), meraklı (01-03-2008), Ramo (18-02-2008)
  #195  
Eski 01-03-2008, 06:30
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Hem Kızarır Hem Yazarım

Yazdığınızı okuyunca önce bir hoş oldum, sonra yüzüme kan bastı kızardım, daha sonra utanır gibi bir şeyler oluştu içimde…

Şimdi siz, öyle bir yazı yazmışsınız ki, ne yapacağımıza feleğimle birlikte şaşkın şaşkın bakmaktan nasıl karşılık verelim, sevgimizi, saygımızı, teşekkürümüzü nasıl iletelim de bu yükten kurtulalım diye yazdıklarınıza bakıyoruz, sadece şaşkın da değil aynı zamanda mal mal bakıyoruz.

Yalan söylüyorsam iki gözüm önüme aksın, ben de Genel Ağ âleminde yazmaktan korkuyorum. Öyle başıma bir iş geleceğinden de değil, sebebini çözemiyorum ama böyle bir korkum var. Dolayısıyla bu tespitinize katılıyorum, bu bir.

İkincisi yazısını en sevmediğim kişi de benim; bu sözü de mecaz anlamda demiyorum ve belki de korkumun kökünde yatan şeylerden biri de olabilir.

Üçüncüsüyse, ben bile yazdıklarımın sağından da, solundan da, neresinden geçersem geçeyim demek istediklerimi didiştirdiğim ve düzeltmek istedikçe de başaramadığımdan kırıp kırıp düğümlemeye çalıştığım için ben de muzdaripim.

Kısa, dolu, dolgun, özgün, damakta ve dimağda kalan yazılar yazmayı çok isterim ama belli ki daha çok isteyeceğim. Bu türden yazabilmek birikim ister; o da bende yok.

Bakın siz ne demek istediğinizi 910 karakterle mırt mırt diyeceğinize armut deyip kurtulmuşsunuz ama ben hâlâ yazıyorum ve bu satıra kadar demek istediklerimi diyememenin sıkıntısını çekiyorum.

Elbette böyle yazıları yazmak zordur, yani benim yazdıklarımı demiyorum, sizin yazdığınızdan bahsediyorum hâlâ.

Hasbelkader okunası bir yazı ile demek istediklerinden hepsini değil, bir kısmını dediğini zanneden birine, yani bana, emek ve zaman vererek, üstelik cömertçe övgüye buladığınız kıvrak yazılarla selam göndermek az bir şey midir?

Emin değilim ama övülmek her insan için çok hoş olsa gerek, benim de içimi bir hoş ettiğini söyleyebilirim ama övüldükçe dövülmüş gibi oluyorum.

Övgünün hakkını verip ödeşebilmek için daha dikkatli olma zorunluluğunu ya da sorumluluğunu duyuyorum. Bu durum, zaten yazarken zorlanan beni daha fazla zorluyor ve yoruyor.

Biraz sonra aşağıda: uzunsa uzun, “hayatta okuyamam” dediğiniz türden ve içinde size merhem olacak bir şey de yok, öyle baştan bir satır, sondan bir satır, ortadan okunmasa da olur cinsinden de değil, konunun özünü kavramaya da imkân yok, yazan kişi olarak ben bile kavrayamadım, her kelimeyi teker teker okusanız bile tadına tuzuna varacağınız türden de değil, ama biliyorum böylesine hararetli gündemlerin içinden, gündem dışı, geçmişte kalmış konuları hersiniz de çıksa, kızsanız köpürseniz de kaçarınız yok, zevk almasanız da boynunuzu büküp okuyacağınızı biliyorum.
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
ar_de_ (01-03-2008), bikmisbroker (01-03-2008), Master (01-03-2008), meraklı (01-03-2008), neron (03-03-2008), serdarkus (01-03-2008)
  #196  
Eski 01-03-2008, 06:56
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Biraz İyimser

— İyimser olmak gerek.
— Niye?
— Gerbera ekeceğiz ya!
— Hadi lan! Özür, Hadi ya!

**

— O’lum bizim biletimizi al, biz gidiciyiz, buraların adamı değiliz. Anan da ister gelir, isterse burada kalır, bacım da sana emanet.

**

— Abi, kusura bakma ama sen bu damlamaları alıp bu işe boşuna sarılıyorsun, benim için hava hoş, ben ne istersen satarım, senin iyiliğin için diyorum, bu işten vazgeç, bu işler sana göre değil.

**

— Ne ekeceksin, neye karar verdin? Gerbera mı? Keşke çilek eksen, bu yıl bizim bir arkadaş dönümünden net yirmi iki bin lira kaldırdı.

**

— Bu yıl karanfil altın yılını yaşıyor, nasıl, seraya verdiğin parayı çıkarabildin mi?

**

— Emin oğlum, tam rençper oldun, bizim oğlanlar bu kadar çalışmıyor, valla.

**

— Emin Bey bu işi bırak seni partimize üye yapalım, senin gibi birçok emekli arkadaşımız var aramızda.

**

— Hemşerimiz olmasına rağmen vermeyeceğim Baykal’a. Bir ampul de ben yakacağım, adamlar iyi çalışıyor, helal olsun, Müslüman adamlar hepsi, Antalya’ya çok şey yaptılar ve daha da yapacaklar. Ne demek babasının parasıyla mı yapıyorlar? Sen ampul yakmayacak mısın yoksa? Emin abi sana yakıştıramadım doğrusu, ne biçim konuşuyorsun, sen bunlara yalancı diyorsan artık diğerlerine ne dersin bilemiyorum.

**

Aç gezer ol tokçasına
Muhannetin akçasına
Namussuzun bahçasına
Girme gönül, demedim mi

**

— Ne alakası var?
— Hiç, alakası yok.
— Yahut istemediğin kadar alaka var ama alakadar olana.

**

— Toprak analizi yaptırmana gerek yok, buraların toprağı aşağı yukarı aynı; kırmızı toprak. Adam ek, adam bitsin.

**

— Kadan belan ben alam, “ekici ol, bilici olma.”

**

— Abicim bunca insan eşek mi? Öyle dediğin gibi olsaydı herkes yapardı. 40 metreden fazlasını kaldırmaz, bu damlama hortumları. Baş taraflara her zaman bol su gider, en sonuna da az. Çünkü gide gide su azalır, tazyiki azalır. Ne yaparsan yap her tarafa eşit damlatamazsın.

**

— Demek gerbera ekeceksin! Karar senin ama bence yanlış seçim yapmışsın.

**

— Bu işler ziraatçılarla olmaz; elli tane mühendisi cebimden çıkarırım. Onlar kitabi olarak konuşurlar, kaç tanesi yanımda çalıştı, adam kırmızı örümceğin zararını bile anlayamıyor.

**

— Serbest çalışan Ziraat Mühendislerinden biriyle tanıştırayım seni, çok faydası olur, gelir serayı kontrol eder, ilacını, gübreni yazar. Dönüme bağlı olarak aylık çok cüzi bir ücret alıyorlar. Senin bu yere aylık 50 lira versen yeter sanırım.

**

— İyimser olmak lazım.
— Neden?
— Gerbera dikeceğim de ondan.
— Gerberanın manası iyimserlik ama dikmenin neresi iyimserlik?

**

— Gerbera dediğin şu papatya gibi olan çiçek mi?
— He. Esas adı başkaymış ama 18. yüzyılda yaşamış bir Alman doğa bilimcisi Traugott Gerber’in adını vermişler.

**

— Papatya falını bilir misin?
— Şu: seviyor, sevmiyor falını mı?
— Evet. Papatya da iki tane çiçek varmış, beyaz dilsi çiçekler, tüpsü sarı çiçekler. Koparıp koparıp şansımızı sınadığımız çiçekler beyaz dilsi çiçeklerdir. Sır değil ama bir tüyo vereyim, bu beyaz dilsi çiçekler genellikle tek sayıdadır. Neyle başlarsan onunla biter. Seviyor ile başlarsan çok büyük bir yüzdeyle gene seviyor ile bitirmen mümkün.

**

— Acı be hocam, biraz az yaz!
— Olur.

-XII-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
account (01-03-2008), AnnE (13-03-2008), ar_de_ (01-03-2008), bikmisbroker (01-03-2008), Buddha (24-03-2008), kasved (05-03-2008), Master (01-03-2008), meraklı (01-03-2008), neron (03-03-2008), serdarkus (01-03-2008)
  #197  
Eski 12-03-2008, 07:33
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Biraz Çekimser

Azerbaycanlı bir ortağa sahip karanfil verdiğim firmaydım.

Çay ikram ediyorlar, sigara ikram ediyorlar ama henüz sohbete başlamamışız.

Onlar faturalarla, defterdeki hesaplarla, bilgisayar kayıtlarıyla, çek defterleriyle, TIR’lara ait gümrük evraklarıyla meşguller.

Masanın üzerinde şimdilik vazo görevi gören uzun bardağın içindeki üç dal sarı frezyaya gözüm takılıyor. Bir iki kez uzanıp kokluyorum. Ne Mehmet Bey ne de Azerbaycanlı Ferhat Bey bu yaptığımı görüyor, onlar akçeli konuların en civcivli bölümündeler.

Belki beş, belki daha fazla sigara içiyorum onları izlerken; küçük büro tam gaz odası olmuş.

Sonunda biraz rahatlıyorlar, bu rahatlama sonrası yavaş yavaş benimle ilgilenmeye başlıyorlar, çaylarımız tazeleniyor, sigarlarımız da.

Karanfilcide ne konuşulur, çiçekten başka.

Gerbera ekeceğimi söylüyorum. Ricalı siparişimi de anlatıyorum. Kademeli olarak starliçeye geçeceğimi de önceden söylemiş olmama rağmen gene söylüyorum.

Ortakların her ikisi de, ne yapmışımsa onlara, sevilecek adam olarak görmem kendimi ama sağ olsunlar beni seviyorlar, zaman zaman adam yerine koyuyorlar. Bugünkü sohbetimizde de gereğinden fazla önemsiyorlar beni.

İşleri güçleri rast gitsin, en dar zamanımda karanfillerimi alarak destek çıkmışlardı, (dediklerine göre) hiçbir üreticiye yapmadıkları kadar ödeme konusunda da, bazı zamanlar içeride birikmiş olan alacağım paradan fazlasını da avans olarak vererek hayat çarkımı döndürmeme yardımcı olmuşlardı.

Gerbera işinden vazgeçmemi söylüyorlar.

Sipariş verdiğimi söylüyorum, dönemem diyorum ama git konuş diyorlar; hele hele yurtdışından gerbera fidesi almama ise hiç sıcak bakmıyorlar. Çok pahalıya geleceğini, belki istenilen ürünü de alamayabileceğimi çeşitli örnekler vererek anlatıyorlar.

Konuştukça konuşuyoruz.

Ortaklardan Mehmet Bey mealen şöyle diyor sonunda: “Fiden benden. Geçen yıl aldığın yerden git biran evvel siparişini ver. Gene alacalı (Judith) ve kırmızı (Turbo) olsun yalnız biraz da beyaz (Baltico) olsun. Bizim aldığımız yerden ilaç ve gübreni de alırsın, gene bize sürüm yapan çiftçi (traktörcü) Ali’de serayı sürer, eğer ille de düzenli adam çalıştırmayacağım diyorsan sana yevmiyeci de buluruz, pinç kırımını, ağ örümü ve senin tek başına yapamayacağın diğer işleri de onlara yaptırırsın, karanfili de gene bize getirirsin, arada küçük avanslar veririz ve dönem sonunda hesaplaşırız. ”

Zaten karışık adamım, iyice karışıyorum. Biryandan böyle bir teklif bugün mü yapılır diye hayıflanıyorum, diğer yandan zar zor bir kabına koyduğum, ne ekeceğime karar verme işinin verdiği rahatlığı yaşayamadan yeniden çuvallıyorum. Ortada yalvar yakar olmasa da ezilip büzülerek verilmiş bir siparişim var.

Bu iş için değil ama genel olarak [ayıptır söylemesi, gerçekten böyle şeyler söylemek ayıptır, yakışık almaz ya neyse] sözüne sadık bir adam olmak için çok acı çektiğim olmuştur; nasıl gider derim: “Ben gerberadan caydım.”

Bir sürü başka şeyler de konuştuktan sonra eve geldim ve yemek memek faslından sonra bir bardak Burgaz rakısından doldurdum, tekrar aklıma düşürmemde yarar var, kızımın anasına yani bana her konuda sonsuz desteğini esirgemeyen ama bu desteğinin öncesinde, destek verdiği sırada, destekten sonra ve yıllar sonra başıma kalkan kişiye, yani çekirdekli vişne reçelime, yani kadayıfın içine cevizi kabuklu koyanıma, yani ana muhalefet liderime, yani hayat yoldaşıma, yani eşime, yani karıma, yani hanımıma, yani hanım ağama bu teklifi ve içinde bulunduğumuz durumu rakımı yudumlamadığım zamanlarda yudum yudum anlattım.

“Daha ne istiyorsun, Allahtan belanı mı?” dedi.

-On üç-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
account (12-03-2008), AnnE (13-03-2008), ar_de_ (12-03-2008), Lizzy (12-03-2008), Master (12-03-2008), meraklı (12-03-2008), neron (14-03-2008), serdarkus (12-03-2008)
  #198  
Eski 22-03-2008, 14:49
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Biraz Serimser

Yapraklarının iyice dökülmesini bekliyorum.

Kupkuru dalları kaldığı zaman elime geçireceğim testere ile sağa sola zarar vermeden tek tek bütün dallarını sonra gövdesini toprak hizasından kesmeyi planladığım dut ağacının daldasında, plastik sandalyede oturuyorum.

Bu dut ağacına sarılan asma bu yıl bir cıngıl üzüm bile vermedi ama onun yanındaki iki kök asma hem mor hem de beyaz üzümlerini verebilecekleri kadar verdiler. Şimdi hazana uygun olarak sararmış teveklerini birer birer en küçük esintide altlarına kaçırıyorlar. Önceden düşenleri süpüren de olmayınca kurumuş, gazele dönmüş, kırılıp, ezilip, ufalanarak kim bilir nerelerde yeni bir yaşama başlayacaklar.

Bu sene, bir kibrit kutusu kadar ya var, ya yok, yani en fazla 5 santimlik, sırtı parlak mı parlak bir yeşille kaplı, gözünün bitiminden başlayıp, ta kasıklarına kadar koyu gri bir şeride sahip, karnı beyazımsı sarı, tırnakları süslü toplu iğne başı gibi topak topak olan Hyla Arborea asmaların üzerinde de, yanında, yöresinde de hiç gözükmedi.

Bu yıl dut ve asmanın oluşturduğu daldada çok fazla oturmadım ama her oturduğumda aklıma bu ağaç kurbağası gelir bir de “Sabır eyle ekşi koruk helva olur, sabır eyle dut yaprağı atlas olur” diye sabrın sürecini ve sonucunu anlatan atalarımın sözü.

Geçen yıl günün birinde Erzurumlu Köksal Abi’yle konuşurken söylediğim bu sözü gene onun isteği üzerine açıklayışım da takılıyor, tabii.

Koruktan başlıyorum, ipekböceğinin bu dut yapraklarını nasıl hatur hutur yediğini, kozaya kendisini hapsedişini, ipeğin çıkarılması sırasında, kaptaki kaynar suda haşlanışlarını, büyükannemin kelep yaparken bu yüzlerce kozanın bulandırdığı sudan seçtiği otuz kozayı bir şekilde tahrik edip çözülmelerini sağlayıp uçlarını yakalıyor, ucun gerisinde kalanları da kırmadan ocağın etrafında kan ter içinde dolanarak elindeki nesneye dolamaya çalıştığına kadar anlatışım ve bu yaşa kadar koruk nedir, atlas nedir diye hiç merak etmeyişine de nasıl şaştığım da aklıma takılıyor.

Önümdeki masada, bu asmadan, bu zamana kadar tevekler arasında saklanarak kalmış salkım bozuntusu beyaz üzümden bir domur atıyorum ve kim bilir kimin asmasından toplanarak rakı haline dönmüş sudan da bir yudum alıyorum.

“Antalya’nın mor üzümü, severler boyu uzunu, aleylim, imamın küçük kızını, sarsam ne zaman ne zaman ne zaman, saran kollar yorulur mu bir zaman” diye devam eden türküyü bildiğim kadarıyla mırıldanırken şimdiye kadar ne bir imamın, ne de bir müftünün kızında hiç gözüm olmadığından, hatta bu gidişle imam ve müftülerin beni arkadan saracağını düşünerek mırıldandığım türküyü manasız bulup, susuyorum.

Az önce izlediğim haberlerden yılın ilk karının birçok yere yağdığını aklıma getirip, duvardaki ısıölçere bakıyorum, gölgede kalmış ama yine de 21 dereceyi gösteriyor.

Biraz ilerimde, güneşte kalmış masanın en ucunda duran dürbüne bakıyorum.

Musa Amca getirmişti dürbünü, torunu çağırınca apar topar gitti ama dürbünü burada kaldı.

Sağı solu izlemek için elime alıyorum, eski bir dürbün ama çok ilginç bir özelliği daha var: bu dürbünün hoparlörü de var. Bunu nasıl olmuş da belki otuz, belki kırk yıllık bu antika dürbüne uyarlamışlar, anlayamıyorum; sorduğum zaman yurt dışında bulunan bir akrabasının bu işi becerdiğini anlatmıştı Musa Amca.

Epeyce uzaktaki bir delice zeytinin dallarındaki serçelere bakıyorum, sanki karşımdaki iğde ağacındaymışlar gibi cıvıltılarını da duyunca sermest oluyorum.

Bu durum, bir yudum daha almamı sağlıyor, rakıdan.

Meraklanıp, her bir yanıma ağır ağır, tadını çıkara çıkara bakmaya devam ediyorum. Seralara bakıyorum; domates, çilek, marul seralarına bakıyorum.

Belki dört yüz metre kadar uzakta olan Kemal Beyin çileklerine bile bakıyorum, yeni dikildiği halde bir iki tanesi çiçek bile açmış.

Meyve ve sebzelerin bilimsel açıdan sınıflandırılması sonrasında çileğin yalancı meyve olarak belirlenmesi aklıma geliyor ve “yalancı da olsa meyvesi çok hoş” diye kendi kendime konuşuyorum, bu konuşmayı yaparken beş beyaz çiçek yaprağının ortasında sarı çiçeklerin yerleştiği tümseği ve bu etli yeşil tümseğin kızararak yalancı meyveye dönüşmesini dürbün göstermese de ben görür gibi oluyorum.

Bir fırt daha aldıktan sonra rakıdan, daha önce gidip görmediğim ama etrafımda bulunan tüm seraların içlerine birer birer bakıyorum, gene bu muhteşem dürbünle.

Gözlerime inanamıyorum; benim seraya çok benzeyen yaklaşık iki dönümlük bir seraya odaklanıyorum. Perdeleri inik olduğu için ne ekildiğini göremiyorum, kahretsin, Musa Amca’nın dürbünü naylonun arkasını göstermiyor.

Hayret, nasıl olmuş şimdiye kadar görememişim burayı.


--------------------------------------------------
Cıngıl: Salkımın küçük parçaları veya tam gelişmemiş üzüm salkımı.
Domur: Üzüm tanesi.
Tevek: Asma yaprağı.
—“Serimser” ne demek ya?
—Kendimce bir sözcük türettim, hangi anlamları yüklediğimi tabii ki biliyorum ama kısaca anlatamıyorum…


-14-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
account (23-03-2008), ar_de_ (22-03-2008), dentist (25-03-2008), Lizzy (22-03-2008), Master (23-03-2008), neron (25-03-2008), Ramo (22-03-2008), serdarkus (29-03-2008)
  #199  
Eski 01-04-2008, 12:23
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Boyun Kökü

Bakmayınca görülmüyor demek ki.

Şimdiyse her şeye dikkatlice bakarak, görmek ve anlamak için iştahlanıyorum.

Bazen baksan da görülmüyor ya, neyse.

Seranın hemen yanı başında elektrikle çalışan ilaçlama motoru ve bu motorun üzerinde ölçü kapları ile üç kutu, hem de benim kullandığım ilaçların aynısından ilaç var; birisi ilaç değil; “yayıcı-yapıştırıcı.” İlaç olduğunu söylemem lafın gelişi, iyileştirici değiller, düpedüz zehir; yeşil kurt ve beyazsineklerle mücadele etmek için üretilmişler.

Birden, yüzünü tam ve net olarak göremediğim ancak saçı sakalı bir birine karışmış, ayağında bok rengi lastik bir çizme ve üzerinde de kırmızı çizgili bir fanila bulunan orta yaşlı bir adam görünüyor bu seranın önünde.

İlaçlarını ölçerek ilaçlama tankına döküyor.

Görüntüden biran için kaybolunca ben de dürbünü masaya koyup, rakının bardakta kalan kısmının tamamını içerken: “Boşuna ilaçlıyor, yeşil kurdu belki ama ne yapsa beyazsineği yok edemeyecek, ergini de larvası da yaprakların öz sularını emecekler, emdikleri yerlerde sarımsı lekeler oluşacak, bu lekeler sadece göze hoş görünmeyen kararmış bir yaprak olarak değil aynı zamanda camlarına çamur sürülmüş güneş enerji sisteminin camı gibi öyle fuzuli bir yaprak olarak dalda boşuna tutunmasına neden olacak dolayısıyla verim de düşecek, kalite de düşecek; keşke bu kadar olsa, aynı zamanda daldan dala geçişlerinde virüs taşıyacaklar” diye hem yeni yeni okuduklarımı hem de dolu dolu yaşadıklarımı düzensizce ve kendi ferasetimce aklıma getirip el, kol, kaş, ağız ve omuz gibi oynatılacak yerlerimi de işin içine katıp söyleniyorum.

Yeniden dürbünle bakmaya koyulduğumda, uzunluğu belki yüz metre olan, başparmak kalınlığındaki, ilaçlama motoruna bağlı etli hortumun kim bilir kaç barlık basınçla zangır zangır titrediğini görüyorum.

Hortumu çekmesine kim yardım ediyor, diye meraklanıyorum.

Görünürde kimse yok.

Kısa bir süre sonra bu adam elindeki ilaç püskürtücüsü açık olarak seranın dışına çıkıp motoru susturuyor. Demek ki ben ona bakmadığım zaman, o ilaçlamaya başlamış bile. Şimdi başlıyor seranın içindeki hortumu dışarı çekmeye; bir balıkçının sudaki toru çekmesi gibi asıldıkça asılıyor ve seranın dışına yığdığı hortumu tekrar ilaçlama yapmak için içeri çektiğinde engel çıkarmaması için özen gösteriyor, anladığım kadarıyla.

İlaçlama motorunu çalıştıran anahtara uzanıyor, dudaklarının kıpırdadığını görmüyorum, öyle olduğunu sanıyorum, bu sanımı destekleyecek bir ses duymayı umuyorum ama ne dediğini motorun sesinden anlamama imkân yok, zaten.

Seranın içine etek naylonlarının üzerinden girerek gözden kayboluyor, görüntüde gene zangır zangır titreyen ve ağır ağır yığınından sökülen çamurlu mavi hortum kalıyor.

Ben hem bu adamı hem de ektiği ürünü merak ediyorum.

O dışarı çıkana dek dürbün gözümde bekliyorum.

Dışarı çıktığı zaman ağız ve burnunu kapatan sağlıkçıların kullandığı bezden bir maske, gözünde de deniz gözlüğü benzeri bir şey olduğundan seçemiyorum; hortumu dışarı çekerken bunları çıkarıyor ama sırtı dönük olduğundan yüzünü göremiyorum.

Yan perdeler epeyce inik olduğu için ürünü de göremiyorum.

Tam on altı kez girip çıkıyor seraya. Bu çıkışların yedisini, dışarıda didişen ve bir türlü seranın içine çekilemeyen hortumu düzeltmek için yaptığından demek ki dokuz yatak arasında ilaçlama yapmış diye mantık yürütüyorum.

İlaçlama motorunun tankında, ilaçlı su bitince yenisini hazırlıyor. Su doldururken, ilaçları ayrı bir kapta ölçüp biçip karışımı hazırlarken çok yorgun görünüyor, sanırım oldukça da sinirli.

İçinde su olan yaklaşık yüz metrelik bu hortumu bir yandan seranın ta öbür başına kadar peşinden sürüklemek, diğer yandan püskürtücüyü bitkilerin sağına soluna, altına üstüne usturuplu bir biçimde tutmak, nefes alışlarını kontrol altında tutmak kolay mı? Arada dışarı çıkışlarını saymasak dokuz kez seranın bir ucundan diğer ucuna bu yükle gidip gelmeyi bir kenara bırakıp sadece elini kıçına koyup ıslık çala çala gitse bile, yani tahminen bin beş yüz metrelik yolu, hem de otuz derecenin üzerindeki sıcaklık ve bilmem kaç birimlik nem altında kat etmek bile başlı başına bir iş, o sinirli olmasın da kim olsun.

Acıdım adama.

Bir ara gidip yardım etmeyi düşündümse de basiretim bağlandı, yerimden kıpırdayamadım.

Nerdeyse iki saat kadar bu ilaçlama işini sürdürdü. Esasında uzatmalar olmasa normal maç süresi içinde hadi bilemedin üç beş dakikalık uzatma ile zamanında biterdi ama tek başına olması ve hortumun azizliği işini hayli uzattı.

Hep yüzünü görmek için bu kadar uzun boylu izledim.

İşini bitirene kadar sadece boynunun kökünü görebildim.

-XV-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
account (01-04-2008), AnnE (01-04-2008), ar_de_ (01-04-2008), dentist (01-04-2008), flz (02-04-2008), hazan (08-04-2008), meraklı (02-04-2008), serdarkus (07-04-2008)
  #200  
Eski 08-04-2008, 15:09
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Güne Düştüm

Tabii, “Boyun kökü” sözünü her kullandığımda aklıma dedem gelir.

1322 doğumlu olan dedemin kaç yaşında olduğunu o zamanlar çok merak ederdim ama Hicri tarihi günümüze bir türlü uyarlayacak bilgiye sahip olmadığımdan bu merakımı gideremezdim.

Bir 622 rakamı eklenecekti diye biliyordum ama ekleyince anlamsız oluyordu çıkan sonuç, çıkarmak ise hiç olmuyordu.

Diyeceğim o ki, dedemin yani Çolak Hıdır’ın ettiği küfürlerin başında ve temelinde “boynun köküne soğham” gelirdi.

Neyi soktuğunu anlamak, anlayışa göre değişebilir elbette. Elindeki değneği de, parmağını da veya başka bir şeyi de…

Eğer seslenmiş, duymamışsam “kulağan soğham;” bir şey istemiş, bulamamışsam “gözen soğham” gibi daha net ifadelerin yanında ondan en çok duyduğum boyun köküne sokma fantezisi beni her zaman şaşırtmıştır.

Zaten şaşırmamış ve bu kadar etkisinde kalmamış olsaydım sanırım şimdi hatırıma bile gelmezdi.

***

Adamın ağzını burnunu kapatan bez parçasını sıyırdığını ve boynunun kökünde bu bezi tutan düğümleri açmaya çalışmasını dürbünle izleyip durdum. Çok zorlandı, bir türlü akıl edemiyordu bu düğümü önüne doğru çevirip sökmeyi. Israrla iki eli ense kökünde kördüğüm ettiği düğümleri çözmeye çabaladıkça birileri sanki beni boğuyordu.

Çözdüğünü göremedim, yürüyerek görüntünden çıkıp gitti.

***

Büyükannem, dedemin ele ayağa düştüğü zamanın birinde dedemin koltuğunun altına girerek onu altı merek ve üstü eyvan olarak kullanılan damdaki loğun üzerine koyduğu bir şilte ve yere serdiği mindere yerleştirmiş ve dedemin seslendiği zaman onu duyamayacak kadar uzak bir yerlere çekip gitmiş.

Bu damın kenarında, kurusu çok güzel olan, küçük sarı renkli Ulugala diye isimlendirilmiş bir dut ağacı vardı. Güneşi görmek için kavaklarla yarışırcasına boy vermişti.

Bu dutun gölgesinde loğun üzerindeki şilteye boynunu yaslamış olan dedem gün açılıp gölge başka yere uzayınca yerinden kalkamamış, kim bilir kaç saat öyle beklemiş ve beklerken neleri geçirmiş aklından.

***
Çok acıkmıştım, annem evde yoktu, aç karnıma bir çare bulmak için büyükannemlere koşmuştum derelerin içinden, çınarların altından, böğürtlenlerin kenarından, koştukça ağzım sulanmıştı, çünkü biliyordum ki büyükannem ekmeğe mutlaka yoğurt kaymağı koymuş ve teldolaptaki yerine yerleştirmiştir.

Soluya soluya bahçeye gelmiş ve bir iki dakika sonra köpek gibi nefeslenmeden yiyeceğim kaymaklı ekmeğe erişmek için Ulugala dutunun yanındaki ağaç merdivene iki üç basamak anca çıkmıştım ki, ilk kez dedemin bir türküyü yüksek sesle söylediğini duymuş ve merdivene yapışarak sinip, kulak kesilmiştim.

Aklım dedemde ama elim dürbünde.

Dürbün gözümde; gözüm adamda.

Kırmızı çizgili fanilası olan bu adam yeniden görüntüye giriyor, ilaçlama motorunun yanına yaklaşıyor, eğiliyor bir şeylerle uğraşıyor, yana gidiyor, beri geliyor, öte gidiyor, bir türlü bana doğru dönmüyor.

İçimden “Dön be adam” diye bağırıyorum.

Kalbim çıkacak gibi oluyor, adam içimden bağırışımı duymuş sanki.

Yaptığı her ne iş ise o işi bırakıp adeta donuyor, ağır ağır dönüyor ve saçı sakalı bir birine karışmış bu orta yaşlı adamla nihayet göz göze geliyoruz.

Dürbünün bir ucunda benim, öteki ucunda onun gözleri.

Gözlerinin bebeğinde ise benim dürbünle bakan halimin resmi.

Gözünden tanımıştım.

Dürbünün yaklaştırma düğmesini yuvarlayarak gözünü değil yüzünü görmek için geri çekiyorum görüntüyü.

Yüzü kızgın, yüzü küfürlü, yüzü bezgin, yüzü korkutucu.

Ürküyorum, ürktüm, ürkmüştüm…

Yüzünden de tanıdım.

İrkildim, sarsıldım, titredim.

Panikledim.

Dürbünü gözümden uzaklaştırmak yerine ha bire uzaklaştırma düğmesiyle ondan uzaklaşmaya başladım.

O hala bana bakıyordu.

Sadece bakmakta değil, ondan uzaklaştığımı görünce sağ elinin işaret parmağını “ulan bir gün seninle görüşürüz” ya da “alacağın olur ulan” dercesine ya da ne bileyim ben, belki daha galiz küfürlerin eşliğinde sallamaya başlamıştı.

Ter basmıştı her yanımı.

Dedemin cinaslı türküsüyle kendime geldim.

Güne düştüm, güne düştüm
Gölgeden güne düştüm
Felek, ırzın mekis
Dediğin güne düştüm.



-------------------------------------------
Loğ: Toprak damların kabarmış toprak yapısını bastırarak su geçirgenliğini en aza indirmeye yarayan düzgün yapıya sahip ve her iki ucunun ortasındaki çukurlara yerleştirilen loğdureli ile damın bir ucundan diğer ucuna yuvarlandırılan taş silindir. Peki loğdureli ne?

Loğdureli: Benim çok sevdiğim bir isim. Loğun yuvarlanması için damın tam ucuna hatta süvünklere kadar götürüldüğünde tam sınırda durdurulmasını sağlayan (durduramadın mı yandın, damdan düşen loğ ya paramparça olur ya da hadi diyelim olmadı işin yoksa bu loğu tekrar dama çıkar, Allah kimsenin başına vermesin) loğ-dur- eli adlı genellikle ağaçtan yapılmış ama demirden yapılmışları da olan bir aparat. Hayda, bir de süvünk çıktı; süvünge de saçak deyip yeni bir tanım yapmaktan kaçınalım.

Mekis: Bilebildiğim kadarıyla böyle bir sözün anlamı yok; sadece cümle içinde kullanırken ayıp olmasın diye harfleri tersten yazdım. O cümlenin doğrusu dedemin söylediği gibi değil; ya: “Felek muradın olsun” ya da: “Felek çarkın kırılsın” olabilir.

-------------------------------------------
Yeri gelmişken Hicri tarihleri günümüze çevirmeye yarayan bir zamanlar bir yerlerden bulduğum açıklamayı da olduğu gibi buraya aktarayım.

“Cumhuriyetin ilanından sonra Rumi takvimle 26 Birinci kanunun 1341 tarihinde yani, 26 Aralık 1925' tarihinde 648 sayılı yasa ile Hicri takvim kaldırıldı.

Rumi takvimde Miladi başlangıca göre benimsendi. Hicri Takvim yüzyıllarca kullanıldığından eski tarihleri yeni tarihlere çevirmek zorunluluğu doğdu.

Bunun için çeşitli yöntemler kullanıldı. Bunlardan en çok kullanılana göre:

1-Hicri yıldan %3’ü çıkarılır ve sonuca 621 eklenir.

2-Hicri yıldan 33'te birini çıkarıp sonuca 622 eklenmektedir.

Faik Reşat Ünat'ın Hicri tarihlerin Miladi tarihe çevrilmesi için hazırladığı ''Hicri Tarihleri Miladi Tarihlere Çevirme Kılavuzu'' nda (1940),Hicri 1(622) Yılından 1421 (2000) Yılına kadar bütün Hicri tarihlerin Miladi karşılıkları bulunabilir.”


-On altı-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
account (09-04-2008), ar_de_ (09-04-2008), flz (08-04-2008), hazan (09-04-2008), Master (08-04-2008), neron (08-04-2008)
Cevapla


Konuyu Toplam 1 üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Konu Seçenekleri Bu Konuda Ara
Bu Konuda Ara:

Gelişmiş arama yap
Modları Göster

Yetkileriniz
Yeni konu açabilirsinizdeğil
Yanıt gönderebilirsiniz değil
Eklenti gönderebilirsiniz değil
Mesaj düzenleyebilirsiniz değil

Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodları Kapalı
Gitmek istediğiniz klasörü seçiniz


Bütün Zaman Ayarları WEZ +2 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 13:36 .


Telif Hakları vBulletin v3.5.4 © 2000-2024, ve
Jelsoft Enterprises Ltd.'e Aittir.
Tercüme ve Tasarım : Arka & Bahce