Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::db_connect() should be compatible with vB_Database::db_connect($servername, $port, $username, $password, $usepconnect) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::select_db_wrapper() should be compatible with vB_Database::select_db_wrapper($database = '', $link = NULL) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Deprecated: Non-static method vB_Shutdown::init() should not be called statically, assuming $this from incompatible context in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 2294
Ser'den, Sera'dan. - Sayfa 21 - Arka BahÇe Forumu
Arka BahÇe Forumu  

Geri Dön   Arka BahÇe Forumu > Bahçıvanlar > Sera
Kullanıcı ismi
Şifreniz
Kayıt ol SSS Üye Listesi Takvim Arama Bugünkü Mesajlar Bütün Forumları okunmuş kabul et


Konu Bilgileri
Konu Başlığı
Ser'den, Sera'dan.
Konudaki Cevap Sayısı
387
Şuan Bu Konuyu Görüntüleyenler
 
Görüntülenme Sayısı
207706

Cevapla
 
Konu Seçenekleri Bu Konuda Ara Modları Göster
  #201  
Eski 06-05-2008, 21:39
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Ayıkla Şekerin Pirincini

Yıllar kenardan değil de içimden mi geçti ne?

Çoğu zaman özeleştiri yaptığımda kantarın topuzunu kaçırır, iyice kanatırım içimi.

Sızı verincede, öncelikle kendi içimden dışarıya sızdırmadan sızlanmaya başlarım.

Benim dışımdaki olaylara biraz yüklenerek bu sevimsiz durumdan sıyrılmaya çabalarım.

Tam olarak sıyrılmak mümkün olmuyor, tabii.

Öyleyse neden özeleştiri yapıyorum?

Yapma!

Kanatma!

Sızlatma!

Sızlanma!

Ne desem boş, olmuyor, yapmasam daha mı iyi olur, onu da bilmiyorum, ben yapmazsam çevremdekiler özümü eleştirecek, hatta buna iyi manada eleştiri yapmakta denilmez, düpedüz suçlama denilmemesinin sebebi ise belki mahkemede olmayışımızdan...

Sanık sandalyesine oturmadan önce içimden savunmamı hazırlama paralanmasına da özeleştiri deyip çıkıyorum işte… Belki yaptığım şey başka bir şeydir.

***
Anamın asfalt kıvamında doldurduğu çaya bir tatlı kaşığı tozşeker atıp dalgınca yudumluyorum. Aldığım fırtların bir ikisinde çeyrek şişmiş, yarı pişmiş pirinç tanelerini dilimin ucuna yuvarlayıp, alıp, bakıyorum!

İkinci bardağı yudumlarken gene aynı şeyler… Bir değil, iki değil… Pirinçler çoğalınca anama soruyorum.

Anam, büyük bir keyifle anamın açığını yakalamış, eminim içinden kahkahalar attığı halde bunu dışarıya ancak bir iki kıvrımlık dudak eğimi olarak yansıtan İnci Halamın bakışları altında kükreyerek ve posta koyarak cevap veriyor:

“Gülsüm dedi: 'Burda rutubet çoğ, tuza pirinç atarsan rutubeti alır.' Benim de gözüm aydetmemiş, bi kırtik kül şekere de atmışım. Bişe olmaz iç getsin.”

***

Bıldır Mart ayının son haftasında bir gece, işte bu kendimi paralama işine öyle kaptırmış, yerden yere, duvardan duvara vururken düşüncelerimi uyku bile bu halimden tırsmış, yanıma yaklaşamamıştı.

Gerçi sabaha karşı gafletimden yararlanıp kuşatmıştı beni ama uzağa koyduğum saatin alarmını susturabilmek adına uyku ile yeniden it dalaşı yapıp, kendimi banyodaki serin suyun içinde bulmuştum.

Annem ve halam “o güne” kadar tam 325 gün, babam ise arada kaytardığı için 235 gün Antalya’da, yanımda kalmıştı.

Dün gece, anamın gereğinden fazla gıcıklandığı halam hariç, buradan tekrar Pertek’e dönme kararları biletleri alınarak kesinleşmişti.

Boşa düşmüştüm… Ofsayda düşmüştüm… Bir şeye düşmüştüm...

***

Seradaki evin önü kutulanmış, çuvallanmış, sarılıp sarmalanmış eşyalarla birlikte ne kadar sandalye varsa serpiştirilmiş, kapı komşu ile dolmuş, ana baba günü olmuştu.

Gitmelerinin iyi bir şey olmadığını söyleyen komşularımıza kafa tutamadığı için bambaşka şeylere hersi çıkan babam, biran evvel gitmek için can atıyordu, çırpınıyordu.

Musa Amca ise “kaçacam diyen kızdan, gidecem diyen adamdan kork” diye ortaya ve boşuna konuşuyordu.

Vedalaşma anı geldiğinde birer ikişer ortalık ayaklanmış ve ağlamalar da başlamıştı.

Çok kolay sulanıp, ağlayabilen ben, hıçkırıklara, hatta yerlere kapaklandıran ağlamalara sahne olan bu hengâmeden etkilenmeden öyle bakakalmıştım.

Damlalarım kendini bütünleyememişti.

Daha doğrusu, bırak bütünlemeyi biraz nem, biraz sızıntı bile yoktu ki.

Ana-babasını başından atan vicdansız bir oğul gibi mi duruyordum acaba.

Kurumuştum.

Bazen bazı şeyler anlatılamaz, istenilse de anlatılamaz.

Kimin doğru, kimin yanlış olduğunun da bir kıymeti yok, hem herkesin bir doğrusu olduğuna, dolayısıyla “yeryüzünde ne kadar insan varsa o kadar doğru vardır” fikrine iman etmiş biri olarak böyle bir mahsuplaşma yapmam da çok yersiz.

Ancak çok önemli bir şey var ki, o da bu yaşıma kadar anamı ve babamı bile tanıyamamış bir insan konumuna “kendi içimde” düşmüş olmamın yenilgisiyle birlikte ezilmişliğimin de bu olayla tescillenmiş oluşudur.

Terminale doğru hareket etmeden önce telefonuma Buca’daki kız kardeşimden bir ileti geliyor:

“Ne yapıyorsunuz, hazırlıklar bitti mi? Rüyamda seni gördüm. Omzundan yaralanmıştın, üstünde mavi gömlek vardı…”

Anam meraklanıyor, ne olduğunu, kimin aradığını soruyor, bacımın aradığını, selamını söylüyorum, “yolları açık olsun” dediğini üfürüyorum. Tatmin olmayınca gelen yazının anamı incitecek bölümlerini tersyüz edip okuyorum. Bu kez inanıyor gibi bakıyor, ardından bacımın rüyasını ayaküstü yorumluyor:

“Bahan ayan oldu, demek makineye bişe olacak…”

***

Bir daha gelirler mi, gelirlerse ne zaman gelirler, hangi şart ve ortamlarda olurlar, biz ne zaman ve hangi nedenler için Pertek’e gideriz ve diğer bir sürü gerekli gereksiz, her biri bir yana dağılmış düşüncelerimin sürüsüne çobanlık yapa yapa eve dönüp koltuğa yığılmadan önce biraz sert içimli olacak şekilde rakıyı bardağı doldururken kapı çalıyor; bir elimde rakı ile kapıya yürürken dönüyorum, rakıyı, gelen her kimse beni ayyaş sanmasın diye mutfağa geri koyup yeniden kapıya gidiyorum, açıyorum, kargo servislerinden bir çalışan Umut’tan bir paket getirmiş; onu da açıyorum, paketin üzerindeki resim şememeye (şamama) benziyor, bunu da açıyorum, içinde küçücük 11 tane tohum var; az önce okuduğum ama unuttuğum için dönüp paketin üzerindeki yazıyı tekrar okuyorum “Pepino” yazıyor.

-17-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
account (08-05-2008), AnnE (15-05-2008), ar_de_ (11-05-2008), buena vista (08-05-2008), hazan (08-05-2008), Master (06-05-2008), meraklı (07-05-2008), neron (07-05-2008), serdarkus (15-05-2008), zumbul (23-05-2008)
  #202  
Eski 13-05-2008, 15:11
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Ne Musa’ya, Ne Mustafa’ya

Karanfillerin söküm zamanı gelmişti. Namussuzlar da söküleceklerine aldırmadan açtıkça açıyorlardı.

Kafan dinç olacak, tam seranın göbeğine bir masa yerleştireceksin. Hayal bu ya, bu masa sandalyesiyle birlikte döner masa olacak. Hiçbir meze de olmayacak, karanfiller yeter.

Dönüp, bakıp içecek; içip, bakıp döneceksin.

***

Vakit geçirmeden, oyalanmadan köklenip dışarı alınacak bu karanfillerden en fazla tıraş fırçası kadar açmış olanlardan ama daha ziyade gonca olanlardan kesebildiğim kadarıyla kesip, 24 gün sonra Ankara’daki baldızımın düğününe götürmek için soğuk odası olduğundan dolayı çiçekleri verdiğim firmaya götürdüm.

Sonradan dediklerine göre, bu karanfiller düğüne gelenlerin vazolarında bir ay kadar dayanmış. Ben diyenlerin yalancısıyım.

***

Malları olanların bu karanfil dallarını bir süreliğine güneşte beklettikten sonra kıyıp, yedirdiklerini daha önceden gördüğüm için keçi ve inek gibi hayvanları olan komşularımdan, öncelikle yan komşumdan başlayarak bu beş tünelin her birini, bir komşuma gelip alması için tahsis ettiğimi söyledim.

Biri kabul etmedi, şaşırdım.

Biri de, ki bu yeri sera kurulmadan önce tarla olarak zilyetliğinde bulunduran ve benden önceki kişiye burayı satan Mustafa bey ise rüçhan hakkına benzer ifadeler kullanarak, ya seranın tamamı olur ya da olmaz anlamında cümleler kurmaya başladı, kerhen teşekkür etti teklifime.

Musa Amca ve Mevlit benim olmadığım bir zamanda “o tünel senin, bu tüneldekiler benim” diyerek kavganın kıyısında dolaşan sürtüşmeye girişmişler. Ortamı yumuşatmam pek kolay olmadı.

İşin sonunda, biraz hoyratça ipleri koparılan, iplerin bağlandığı merdivene benzer 8’lik demirden yapılmış karanfil ağ demirlerini topraktan çıkarırken sağa sola, öteye beriye esnetirken kaynaklarından kırılan, kırılmasalar bile eğilen, it oynamış yonca tarlasına dönmüş, bana hüzün doluymuş gibi görünen bu yeri izlerken bir süre sonra bunları yiyecek davarlar hariç, ne Musa’ya, ne Mustafa’ya hatta ne de Mevlit’e yaranamadığımı düşündüm.

Kim bilebilir, belki davarlara da yaranamamışımdır.

-XVIII-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
account (14-05-2008), AnnE (15-05-2008), ar_de_ (17-05-2008), buena vista (13-05-2008), flz (15-05-2008), janus (13-05-2008), Master (13-05-2008), meraklı (13-05-2008), neron (14-05-2008), Ramo (13-05-2008), serdarkus (15-05-2008), zumbul (23-05-2008)
  #203  
Eski 23-05-2008, 13:07
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Kaşıntı

Evin arka tarafındaki 6 metrekarelik tel kafesin içinde, 5 tavukla idare ederken, 2 tavuğun kaçması veya çalınması nedeniyle bir süre 3 tanesiyle idare eden, daha sonra annemin bir başka yerden denk getirdiği 1 tavukla şeriata uygun olarak dörtleyen, Pertek’teki horozların ötüşüne de benzemeyen gırtlak yapısıyla ötmeye başladığında her iki ötüşü arasında 34 ile 39 saniye bekleyen horoz ve haremi annemlerin gidişiyle ilgisiz kalmışlardı.

Artık onlara hıyar veya marul doğrayan kimse yoktu ve de olmayacak gibi görünüyordu.

Bırak marulu, hıyarı; sıçtıklarını ve saçtıklarını temizleyecek benden başka adam da yoktu.

Halam yumurtaları günlük değil, toptan yani haftada bir kez almaya gidiyordu ama haftada bir kez olsun kümesin içinde kapının yanında duran pis süpürgeyi bile üstünkörü kullanmıyordu.

Bir gün onlara yem vermesini çaktırmadan izledim. Yemleri bile kümesin kapısını açmadan tel örgülerin dışından atıyordu.

Bir etek para döküp aldığım buğday ve yumurtlatıcı fenni yemlerin bir kısmı ister istemez tellere çarpıp dışarıda kalıyor, pusuya yatmış serçelere nasip oluyordu.

Ne diyeyim, koca kadın, azarlayacak, akıl verecek değilim.

Hayat onu yeterince azarlamış zaten.

Yine de kendimi tutamadım, bir sohbet ortamında tavukların varlığının esasında ona iyi bir meşgale olduğunu, onlarla ilgilenirken ister istemez hareket ettiğini, yoksa hep otur otur, nereye kadar; bir zamanlar İstanbul’daki evinde bile yalan veya gerçek, tavuk beslediğini kendisinin söylediğini, hem doktor da ona günde hiç değilse bir saat kadar yürümesi gerektiğini, sarısı daha koyu yumurtayı yemenin daha hoş ve yararlı olduğunu ve bu doğrultuda başı sonu belli olmayan cümlelerimi nefesimle birlikte tükettim.

Onun da, kümesin pis koktuğunu, birkaç kez süpürdüğünü ama oraya girdikten sonra kaşındığı söylemesi üzerine bu temizlik işini de, mümkün olan en kısa sürede tavuklardan kurtulmayı aklıma yazarak istemeye istemeye ben üstlendim.

Benim de halamdan geri kalır yanım yoktu, yumurtalar çoğalınca, kokular kesifleşince giriyordum kümese.

Eh, pek yalap şalap olmayan ama annem ve babamınki gibi de olmayan süpürme, su taslarını çalkalayıp doldurma ve kafayı eternit çatının vidalarının tutturulduğu demirlere hiç değilse iki kereden fazla giydirmemeye özen gösterme adına kümesin içinde boynu eğik dolaşarak, yemlerini tamamlayıp, söylenerek ve bir yandan da kendime söverek dışarı çıkıyordum.

Çıktıktan sonra beni de bir kaşınma alıyordu.

Ben, serada aramadığın kadar bol bulunan kırmızı örümcek, çiçek veya yaprak thripslerinin boynumun kökünde, kulağımın arkasında dolaştığını sanıyordum.

Henüz öğrenmemiştim: kaşındırdığı yetmiyormuş gibi üstüne üstlük kan emen ve yoğunlaştıkları kanatlı hayvanları bir iki hafta içinde öldüren “Kırmızı Tavuk Bitini.”

-On dokuz-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
AnnE (23-05-2008), ar_de_ (23-05-2008), buena vista (23-05-2008), dentist (23-05-2008), flz (25-05-2008), Master (23-05-2008), meraklı (23-05-2008), nomeames (23-05-2008), serdarkus (24-05-2008), su (24-05-2008), Süvari (23-05-2008), zumbul (23-05-2008)
  #204  
Eski 30-05-2008, 12:18
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Gerçekleri Gizlemek Biraz Yalan Söylemektir.

Kaşınırken düşünüyordum, seranın toprak yapısını iyileştirmem gerektiğini.

Sadece kaşınırken mi düşünüyordum, yok, değil elbette. Beni zaten epeyce bir süredir bir kaşıntı tutmuştu.

Kaşınıyordum.

Sadece kaşınmıyordum, herhalde ruhumun apış arası da mayasıl olmuştu ki sık sık apışıp kalıyordum.

Şunu yapacağım, bunu yapmam gerek, bu olmazsa olmaz, o zaman şunu da yapmam gerek, bu yapılmazsa şunu yapmamın ne anlamı kalır…

Tuğla renginde bir toprak, sıkı mı sıkı. Yaş olunca ayakkabımın altına yapışmış çamur, seradan eve kadar her ne kadar yerlere sürttürerek yürürsem yürüyeyim arınmıyordu.

Evin önüne laf ola beri gele cinsinden yaptığım beton bile yeşilini kaybetmiş, tuğla rengine bürünmüştü. Arabanın paspasından bile çıkmıyordu.

“Bu toprağı gevşetecek şey, öncelikle biraz kum” diye düşünmeye başlamam çok önceleri olmuştu, şimdilerde de sabitlenmişti.

“Hem, biraz kum olsa kümesin içine de sererim, tavuklar da betonu gagalayacaklarına bu kumla eşelenerek yıkanmış olurlar ama amma tozuturlar be” diye kıvırmalı düşüncelerim yüzünden onlara kum yerine marangozun birinden bir torba dolusu kepek kıvamında talaş getirdim.

Hay getirmez olaydım!

***

Çoktandır kaşınarak kafaya koyduğum şeyi nihayet yaptım.

Tepeleme bir damperli kamyon için 250 liraya pazarlığını yaptığım ve siparişini verdiğim milli dere kumunun zamanlaması biraz erken olmuştu ama olsun. Ha deyince her şey olmuyor, hazır bu işi yapan birini ona, buna, şuna sorarak bulmuşken tereddütsüz aradım, milli ve nemli kumlar taşınmaya başlandı.

Aşağı yukarı her bir kamyonu 25 ton civarında olan bu kumlar, Şoför Süleyman’ın elinde kantar pusulası olmasına rağmen neden ve kimden sakındığını bir türlü anlamadığım bir biçimde aralardan, sapalardan suları aka aka dolandırılarak getiriliyordu.

Yer sorunu nedeniyle seranın yola yakın tarafına kabak lastikli, havaya kalkarken kırıldı kırılacak sesler çıkaran bu kim bilir kaç model, markası bile belli olmayan eski kamyonun damperi ileri geri birkaç kez kasılarak orgazm olurcasına boşalmıştı ancak kumun bir kısmı ister istemez yola akmıştı.

Zaten dar olan yolun kum yüzünden daralması aklıma yatmamıştı. Motosikletlerin sıkça ve hızla geçtiği bu yoldaki yayılmış kumun şimdi birilerinin başına bir darlık getirmeden biran evvel seranın içine taşınması ve sonra da olabildiği kadar ölçülü bir biçimde serilmesi gerekiyordu.

Hesabımızı görmeden ve bir kamyon da iri dişli inşaat kumunu getirmeden bir gün önce, içtiğimiz çayın eşliğinde her türlü kanatlı hayvanı köyündeki evinin bahçesinde beslediğini öğrendiğim Şoför Süleyman’a tavuklara neden bakamadığımızı acıklı bir biçimde anlattıktan sonra isterse alıp götürmesini teklif ettim.

Bir gün sonra, dar ve çevrili alan olmasına rağmen pek kısa sürmeyen kümes içi boğuşmasını Kumcu Şoför Süleyman yaptı. Benim yardımım ise onun yaka paça tuttuklarını boş gübre torbalarına korken, bu torbaların ağzını açmaktan ibaretti.

İkişer üçer yerleştirdik, torbaların bir iki yerinden hava delikleri açtık ve kamyonun şoför mahalline koyduk.

Sık sık üstünü başını silkeleyen Kumcu Süleyman verdiğim kumun parasını alırken 30 lira eksik aldı, ben zannettim kumdan ıskonto yapıyor, meğer tavukları beleş almak istemiyormuş.

Direksiyonun başına geçene kadar bir yandan başını, boynunun kökünü, kulaklarının arkasını parmaklayıp mesh ederken diğer yandan kendini dövercesine silkelenmesini sürdüren Süleyman’a “Talaştır! Çok ince talaş almışım, toz gibi…” diye açıklama yaparken yüzüm kızardı mı bilmiyorum ama lafımın arasına sokuverdi:

Yok abe yok! Valla, bu pezevenklerde bitte vardır ha!

-20-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
AnnE (30-05-2008), ar_de_ (30-05-2008), flz (30-05-2008), meraklı (30-05-2008), su (01-06-2008)
  #205  
Eski 02-06-2008, 14:16
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Cağ Sıyırmak

Benim gibi aksi biri için dayatmalara dayanabilmek gittikçe daha zor olmaya başlamıştı.

Çok şükür çaresiz veya acınası bir durum ortada yoktu ama çare olarak bulduklarım halk arasında çevresel faktörler de denilen şeylerin hoşuna gitmiyordu.

O faktör denilen şeylerin fazlaca umurlarında olmadan önerdikleri de benim hoşuma gelmiyordu.

Bu arada hayat, zamanı koluna takmış hoşa gitsin veya gelsin ya da gitmesin dünyayla birlikte dönüyordu.

Cağ sıyırmadan” önce doğruluğundan, bilimselliğinden emin olamadığım ama hiç yoktan iyidir diyerek okuduğum ve yarım yamalak bile değil çeyrek çemelek öğrendiğim şeyleri hizaya sokup savunma mekanizmamı saldırma mekanizmasına çevirdimse de gene baskın gelemedim, çevresel etmenlere.

Benim içimdeki etmenlerden bazılarının da bu çevresel etkenlerle işbirliği yaptığını sezinleyince sıranın tükürdüğümü yalamaya geldiğini anlamıştım.

Şayet geçen süre zarfında gerbera siparişleri verilmişse tabii ki yapacak, yalanacak bir şey olmayacaktı.

Kendimden emin görünerek ve de kuyruğu da gereğinden fazla dik tutarak Şemsettin Bey’in odasında ve adet yerini bulsun sohbetinin hitamında esasında hiç istemediğim halde yeniden karanfil ekmeğe sürüklenişimi anlattıktan sonra “Senden ricam, eğer sipariş vermedinse ya da verdiysen bile, benim için gelecek fideleri kullanabileceksen ben bu sezon gerbera ekecek gibi değilim..” anlamına gelecek şekilde konuşmamı onun vereceği cevabı merakla bekleyerek sonlandırdım.

Daha önce dediği gibi gene: “Olur” dedi.

Cağ sıyırmak:
"Cağ" dediğim, bildiğimiz "şiş."
Söze gelecek olursam, annemden ve rahmetli büyükannemden bolca duyduğum bir deyimsi sözdür.

Elbette "Oltu" veya "Tortum Cağ Kebabını" tabağa sıyırmak anlamında değil bu söz.

Nerede ve nasıl kullandıklarını anlatmak çok zor ama muhtemelen belirli desenler oluşturulacak şekilde şişlerle örülen bir şeyin örneğin bir kazağın, çeşitli nedenlerle yanlış gittiğinin anlaşılması, bu şekilde devam edilirse istenilen ölçü veya desenin ortaya çıkmayacağının çakılması üzerine cağı ilmeklerin arasından usulca çekip aldıktan sonra boşta kalan ilmekleri köreltmeden yanlışlığı giderecek şekilde sökme ve sonrasında da çok dikkatli bir biçimde örgünün gözlerine yeniden şişi takma gibi eziyetli bir işten esinlenerek oluşturulmuş bir sözdür, diye düşünmekteyim.


-XXI-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
ar_de_ (02-06-2008), buena vista (02-06-2008), dentist (02-06-2008), flz (12-06-2008), Master (02-06-2008), meraklı (02-06-2008), nomeames (02-06-2008), serdarkus (03-06-2008), su (03-06-2008)
  #206  
Eski 20-06-2008, 05:29
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Sürüncemeli Sürdürüm

Bir söyledim, iki söyledim…

Başka bir zaman gene söyledim…

Daha başka bir zamanda bir daha söyledim…

Abisine pası atınca ona da bir iki kez söyledim…

Diğer kardeşlerine de söyledim…

Ne “yok” dediler, ne “he” dediler.

“Bakalım,” “hele o zaman gelsin” anlamına gelen cümlelerin varacağı yer gönülsüzlüktü ama ben bir türlü ayıkmadım, rastladıkça bu isteğimi safça söyledim.

Geçen sezonun başında, babamın hastanede yatması ve benim yanında refakatçi olarak kalışımdan ötürü yaptığı hiçbir işi görmediğim halde seranın karanfil dikimine hazırlanması evresi için, seranın içindeki hiçbir demire çarpmadan ki; az buz demir yok, tam tamına 2,5 metre aralıklarla dikilmiş 168 adet köşebent demir arasından sıyrılarak geçip, eteklerdeki naylonları yırtmadan, manevra yaparak geriye dönüp, sürümü ve sürüm sonrası dikim yataklarını hazırlama işini gayet iyi yaptığını düşündüğümden olsa gerek teşekkür etmek için bir kutu tatlı alıp evine uğradığım İlhan’ın gene bu işleri yapmasını arzulamış olmamın altında bir bu neden vardı, bir de bu işleri yapacak başkaca tanıdığım birinin olmaması.

İlhan’ın traktörü yoktu. O çalıştığı şirket sahiplerinin akrabasıydı. Ve ben onunla değil işverenleriyle konuşmalıydım.

İşverenleriyse, geçen yıl 45000 karanfil fidesini bana satanlardı. İlk zamanlarda çıkan karanfillerimi bir süreliğine depolayıp kendi çiçekleri ile birlikte pazarlayanlardı. Birçok konuda fikirlerini aldığım kişilerdi. Aramızda sorun yoktu. Özellikle karanfili ta fideden başlayıp yetiştirmeyi iş edinmiş İbrahim Beyle sık sık bir araya gelip fikir alışverişinde bulunuyorduk. Daha doğrusu ben yamuk fikirlerimi verip, ondan düzeltilmiş olarak alıyordum.

Bu yıl için gene aynı sayıda karanfil fidesinin siparişinde de, bu samimiyetimize istinaden geçen yıl aldığım fiyattan, yani tanesi 10 kuruştan kısa bir süre önce anlaşmıştık.

Geçen yıla göre oldukça fazla fide siparişi aldığı için kendi anaçlıklarındaki karanfiller yetersiz kalmış olmalı ki, ben karanfilleri sökmeden önce elamanlarını iki kez seraya gönderip, özellikle kırmızı karanfillerin alttan gelen sürgünlerini toplatmıştı.

Şaka yollu “Benden aldığın bu karanfilleri köklendirip bana satmazsın, umarım” demiştim. “Yok” demişti, “sana kendi anaçlıklarımdan köklendirdiklerimi vereceğim.”

Şimdiyse sera sökülmüş, ben biran önce sürüm yaptırmanın aceleciliği ile kıvranıyordum. Dönümünü kaça süreceklerini dert etmeden, olsa olsa geçen yıl sürdükleri fiyatın biraz fazlasıdır diye düşünerek şirketlerine uğradım.

İki kardeş bürolarındaydı.

Ha ha, hi hi faslından sonra, son kez, traktör cambazı olarak düşündüğüm İlhan’ı bir saatliğine bana tahsis etmelerini rica ettim.

“Valla kendi işimiz duruyor, abimin çilek fideleri depoda çürüyecek, hâlâ yerini sürüp hazırlayamadık, orası duruyor, burası duruyor, ne yapacağımızı, nereye koşturacağımızı şaşırdık, İlhan’ın yüzünü gören mi var, her sabah Hal’e hıyar götürüyor, saatlerce orada kalıyor, döner dönmez mal yüklüyor yeniden Hal’e… Hiç zamanı yok…” gibi anlayabildiğim gerekçeler sıralanınca ben gene safça:
“Bir, en fazla bir saat sürecek bir iş için mi bu kadar mazeret söylediniz?” diye sordum.

Kısaca “Evet” demediler ama bu kapıya çıkan karışık kuruşuk cümleler kurdular.

Ayıkır gibi olmuştum ama cağ sıyırmadan önce son bir teklifte bulundum.

“Tamam, Hal’e hıyarı ben götüreyim, gerekirse akşama kadar da bekleyeyim, bu arada İlhan’da sürüm işini yapsın, hatta çilek ekeceğiniz yerleri de sürsün.”

Biraz şaşırdılar galiba. Bu şaşkınlıktan olacak, ortalığa bir süreliğine sessizlik hâkim oldu.

-Yirmi iki-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
account (20-06-2008), ar_de_ (20-06-2008), dentist (20-06-2008), flz (25-06-2008), Master (20-06-2008), meraklı (20-06-2008), neron (20-06-2008), Ramo (20-06-2008), serdarkus (25-06-2008)
  #207  
Eski 02-07-2008, 07:57
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı ‘O İş’ Yapışkanı

Günlerden bir gün, Ukrayna’ya gidecek, soğuk hava tertibatlı, uzun kapalı kamyonun deponun azıcık ilerisinde durduğu zaman, oradan geçerken hiç değilse bir selam verip, kolay gelsin demek için uğramıştım, çiçek verdiğim firmaya.

Görünürdeki on kişi, kovalardan çıkardıkları rengarenk karanfil demetlerini uzunca masalara koydukları karton kutulara akıllarında nasıl tutuyorlarsa artık, bir kırmızı, bir beyaz, bir sarı, üç alacalı, iki bilmem neli, bir mor gibisinden bir ters bir düz ya da başlı kıçlı olarak tepeleme dolduruyorlar, şerit kuşakla bağlamak için en uçta duran makinenin üzerine alelacele ittiriyorlardı.

Makinenin başındaki iki kişi de bu bombeli kutunun göbeğine önce bir renkli kâğıt serip, sonra bu kâğıdı da kapsayacak şekilde içten bir şerit atıp dağılmamasını garantiledikten sonra karton kapağı kapatıp, üzerine tatlı bir abanmayla karşılıklı bastırıyorlar, kutunun her iki ucunu gene iki şeritle sıkıştırıp balyalanmış şekilde kamyondaki tahta paletlerin üzerine istifliyorlardı.

İşte varır varmaz kapının önünde durup izlediğim manzara bu olmasına rağmen arka ve üst planda da, demek ki, kutular yetersiz kalmış olmalı, çalışılan mekânın hemen üzerindeki yüksekçe yerden Kemal Beyin iç içe girmiş bu karton kutuları aşağıya sarkıttığını gözümün en ucuyla görmüştüm.

Alttaki çalışanlar öylesine işlerine dalmışlardı ki Kemal Bey kutulara el atacak uygun adam bulamayınca gözünü bana kestirmiş olmalı ki: “Emin Abi, boş boş bakma, al bunları” diye seslenmişti, ne seslenmesi, sesini duyurabilmek için bağırmıştı, hatta.

Bulunduğu yerin hizasına, sıkışık düzen çiçek kovaları arasından garip zikzaklar yaparak gitmiş ve teslim olmuş biri gibi iki elimi de yukarıya kaldırmıştım.

Yukarıdan salınan kutular, asıllarının odun olduğunu unutmadan bir kütük edasıyla iki kolumun arasından sıyrılıp, fark edip yana eğdiğim için başımı, kaşımla anlımın arasına çarptığında metanetli davranıp ne bağırmış, ne çığlık atmıştım ama acısını savamamıştım.

Bir süre sonra kafamı ovalaya ovalaya yanına varmış “Yahu Kemal Bey acelen neydi?” benzeri bir cümle kurmuştum.

Emin Abi sen de çok yavaşsın be. Allah bilir ya senin ‘o iş'in de yavaştır!” dediğinde alaka kuramadığım için “Ne alakası var?” der demez, “Çok alakası var” diye karşılık vermiş bu kez ben de “Evet, haklısın galiba benim 'o iş'im de yavaştır” diyerek hem onu rahatlatmak hem de ağzından kaçırdığını sandığım sözün bu bölümünden çıkmak istemiştim.

Tabii, istemekle olmuyor çoğu şey.

Bundan sonraki buluşmalarımızın neredeyse tamamında desem cümleyi şişirmiş olurum ancak insanın böyle bir vurgulu cümle ile söze başlaması gerekiyormuş gibime geldiğinden, eğer ortam çok resmi değilse ama söze girişte, ama sohbetin bir yerinde, ama sonunda veya hiç umulmadık bir anında bu “yavaşlık” konusunu o açmazsa, bu kez ben “Kemal Bey, demek senin ‘o iş'in de hızlı, ha” deme mertebesine gelir olduk.

***

Sessizliğin egemenliği sona erdiğinde ortada işime yaracak bir sonuç yoktu.

Ayıp olmasın diye hemen kalkmadım yanlarından ama fazla da duramazdım.

Ekşimiş bir teşekkürle yanlarından ayrıldım.

Yolda düşündüm, bunlara borcum yoktu, hatta bir miktar dönem başında verdiğim karanfilleri sattıkları için alacaklıydım, yeniden fide siparişini bunlara vermiştim, son teklifim de fena değildi. Peki, öyleyse, neden?

Sıcağı sıcağına Musa Amcanın çevresinden yararlanarak bir traktörcü bulmaya çalıştıksa da o da olmadı.

Aklıma geldi, beni yeniden karanfil ekmeye yönelten firmaya gidecektim.

Zaten Mehmet Bey dememiş miydi:

Fiden benden. Geçen yıl aldığın yerden git biran evvel siparişini ver. Gene alacalı (Judith) ve kırmızı (Turbo) olsun yalnız biraz da beyaz (Baltico) olsun. Bizim aldığımız yerden ilaç ve gübreni de alırsın, gene bize sürüm yapan çiftçi (traktörcü) Ali’de serayı sürer, eğer ille de düzenli adam çalıştırmayacağım diyorsan sana yevmiyeci de buluruz, pinç kırımını, ağ örümü ve senin tek başına yapamayacağın diğer işleri de onlara yaptırırsın, karanfili de gene bize getirirsin, arada küçük avanslar veririz ve dönem sonunda hesaplaşırız.

Firmaya geldiğimde Mehmet Beyin yanında Kemal Bey de vardı.

Konuyu çok uzatmadan, hakikaten çok uzatmadım çünkü gergindim, serayı sürdürecek kimse bulamadığımı kırık dökük cümlelerle belirtip, bir zamanlar bana verdikleri sözü hatırlatmakla yetindim.

Evet, Mehmet Bey de konuştu, yardımcı olmaya, fikir belirtmeye kalktı ama o daha sözünü bitirmeden Kemal Bey kısa, hızlı, yüksek sesli ve yer yer buyurgan bir telefon konuşması yaparak bana: “Tamam Abi, o da senin gibi 'yavaş' ama işini temiz yapan birisidir, bu Ali. Sanayiye gitmiş, öğleden sonra buraya gelecek, buluşun, baksın, toprak tavındaysa hemen sürsün.

-23-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
account (02-07-2008), ar_de_ (02-07-2008), buena vista (02-07-2008), flz (02-07-2008), Master (02-07-2008), meraklı (02-07-2008), serdarkus (02-07-2008)
  #208  
Eski 14-07-2008, 20:49
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Mayıs-Samra-Zibil

Evden seraya geliş ve gidişlerimde, güzergâhımın hemen hemen aynı yerlerinde, yolun iyice kenarına çekilmiş, bazen bir, bazen birden fazla, tepeleme yüklenmiş ve dökülmesin diye eğreti brandalarla üzerleri örtülse de neyi yüklediği açıkta kalan yerlerinden belli olan gübre kamyonların günlerce beklediğini görürdüm.

Gene bazen, bu kamyonların daldasında oturmuş birkaç kişinin küçük tüp üzerinde çay demleyip demlendiklerini ya da kamyonun altına doğru yere serdikleri şeyler üzerinde tapiklediklerini yani şekerleme yaptıklarını, görünürde görünmeyen müşterilerini sabırla beklediklerini de yanlarından saatte 30-40 km hızla geçerken görürdüm.

Görürdüm görmesine ama fazla iplememekle birlikte gene de içimden kısa bir süreliğine, onların ne ortamları, ne görüntüsü ne de kokusu hoş olmayan bu ekmeklerini boktan kazanma gayretlerine biraz efkârlanırdım.

Kerhen de olsa bir süreliğine çiftçilik yapacağımı anlayınca, zırcahil olmamak için ne bulursam okumaya, okuduklarımı anlamayınca da araştırmaya, sormaya, kurcalamaya ve zaman zaman da bocalamaya en sonunda oyma akıl ile koyma akıl arasında ortalıkta dolanmaya başlamıştım.

Toprağın yapısını iyileştirecek şeylerden birinin de bizim memlekette yani Pertek’te “zibil” dediğimiz ağıl veya ahırlardan çıkarılıp belli bir yerde (zibillikte) bekletilmiş at, eşek, öküz, inek, koyun, kuzu, keçi gibi hayvanların dışkıları olduğunu herhangi bir araştırma yapmama gerek kalmadan biliyordum.

Bu gübrelerin en makbulünün davar zibili dediğimiz küçükbaş hayvanlara ait olanlarının bir de bünyesinde daha az sıvı tutuğu için büyükbaşlardan eşek ve ata ait dışkıların olduğunu başta dedemden sonra da komşularımdan duymuş ve de görmüştüm.

Pek makbul olmasa da sığırların mayısı da kullanılırdı ancak bu daha çok tezek yapımında kullanırlardı.

Tezek yapımını daha ciddiye alanlar, saman ve özellikle “kes”le karıştırılmış mayısın ('kes' dediğimiz şey de arpa ve buğday saplarının en sert, düğümsü “boğum” kısımlarıdır) iki “anaç” ve iki “kuzu” adıyla anılan kare ve dikdörtgenden oluşan gözeneklere yani tahtadan yapılmış kerpiç kalıplarına dökerler ve açık alanda bu tezeklerin zaman zaman altüst edilerek kurumasını sağlarlardı ki, onların bu düzenli tezek yapımı ve istiflenmesini hayranlıkla izlediğim aklıma gelmişti, bu konuları kurcalarken.

Bu tezek yapımı ile ilgili Erzurum’da duyduklarım da takılıvermişti aklıma.

Erzurum’da tezek kalıbı yapımına “basma” deniliyor.

Pis iş olduğu için mayısı sulandırıp sap, saman ve kesle karıştırıp yoğurmak, kalıplamak herkesin yaptığı bir iş olmadığından bu işi yapan kişiler oluşmuş.

Bu adamlar belirli zamanlarda mahalle aralarında “Basma basirem, basma basireeem” diye bağırıp, bahçeli evlerin önlerinden, yanlarından, kenarından geçerlermiş.

O zamanlar veya bir zamanlar desek daha uygun olur, şehrin göbeğinde olmasa da kenar mahallelerdeki evlerde en azından bir inek; eti, sütü, postu ve gübresi için beslenirmiş.

Basmacının ısrarlı bağırmalarını duyan evin hanımı soruyla bahçeden seslenmiş: “Kardaş, kaça basirsen?

Basmacı yanıt vermiş: “Ne bülem abla, poğluğu bülür.

Konuyu didikleyince çocukluğumdan bildiğim şeylere, büyüklüğümde duyduğum, öğrendiğim şeyler eklemlenmeye başlamıştı.

Evet, organik tarımcıların baş tacı ettikleri çiftlik gübreleri, bütün bitkilerin besin kaynağıdır ama sadece bitkiyi beslemekle kalmıyor; bu gübreler toprağın sürülmesini, işlenmesini yani tava gelmesini kolaylaştırıyor, özellikle sıkı toprakları gevşetmek için de birebirler.

Mesala, görünümü "yuvarlak zeytin çekirdeği" gibi olan keçi ve koyun kakasının –ki, buna Pertek’te biz “gıllik” derdik- suyu bünyesine alıp, uzun süre tutması, toprağın nemliliğini sağlayarak bitkinin köklerden daha iyi besin almasına yardım etmesi az buz bir şey mi?

Denilir ki, otla beslenen hayvanlar yediklerinin tamamını sindirmezler.

Bazı dokümanlarda rastladım; yedikleri yüz kilo yemin elli beş kilosunu dışkılarıyla dışarı atarlarmış.

Oran, ne kadar doğru bilemem ama ben de özellikle yaşlı hayvanların dışkılarında arpa ve buğday gibi çok tahıl görmüşümdür.

Bu durum, sindirilmeyen besinlerin toprağın dolayısıyla toprakta yuvalanan hayvanlar ile bitkilerin zengin sofrasını oluşturması ilginç döngülerden bir bölümüdür; hele bu döngünün iç yüzüne doğru biraz daha dikkatli bakınca ki, birileri bakmış ve nasıl saymış, kaç günde sayabilmiş, böyle şeyleri sayabilmenin kolay bir yolu, yordamı var mıdır, bilemiyorum ama herhalde 1’den başlayıp taa 137 milyara kadar, 1 gram sığır gübresi içindeki bakterileri mikroskobun deliğinden bakarak tek tek saymamışlardır.

Bu kadar çok bakteri toprakta usul usul durmayacağına hatta bazen yaramazlık yapacağına göre bu hercümerçten birileri yararlanacağı kesindir.

Bir gün durdum yanlarında.

Selam sabah fasıllarından sonra; "samra" dedikleri bu gübrelerin sığır ve davar gübresi olarak iki farklı türlerini bir de karıştırarak üçüncü farklı türünü yüklediklerini, her birinin farklı fiyatı olduğunu hatta bu her birinin yanmış yani eski veya kuru olmasına göre gene farklı fiyatları olduğunu, seralardaki ürünlerin sökülmesine yakın zamanlarda, buralara çevre il ve ilçelerden gelip günlerce, hatta haftalarca beklediklerini, otellere para vermemek için ya tanıdıklarında ya da kamyonda kaldıklarını, bazen öyle daraldıklarını, öylesine daraldıklarını, kârdan mârdan vazgeçip, biran önce evlerine dönebilmek için mazot parasına satıp gittiklerini, her seferinde bu işi bir daha yapmayacaklarına yemin billah ettiklerini ama bu işin ibnelik gibi bir şey olması hasebiyle gene yaptıklarını, bana ikram ettikleri gübre şerbeti kıvamındaki sıcak çayı içerken bazen solo ama nakarat kısımlarını da koro halinde anlatmışlardı.

Kimi bastırdığı kartvizitini, kimi gelişigüzel bulduğu bir kâğıda yazdığı numarayı vermiş, kimi de benim telefon numaramı almıştı, benim ikinci bardağı içmeden kaçarcasına kalkıp gideceğimi anladıklarında.

Kemal Beye, bu gübre taşıyıcılarının verdikleri fiyatı ve bilgileri aktardıktan çok kısa bir süre sonra, bir telefon görüşmesi yaparak, benim için, iki kamyon davar samrasını, kamyonu 800 liradan yani diğer gübrecilerinin verdiği fiyatın 200 lira altında ve de bir sonraki hafta için teslim edilmek koşuluyla, genelde Korkuteli mıntıkasında keçi gübresini toplayıp, satan Samracı Şeref’e siparişini verdi.

-XXIV-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
account (15-07-2008), ar_de_ (14-07-2008), buena vista (14-07-2008), dentist (15-07-2008), flz (24-07-2008), Master (14-07-2008), meraklı (15-07-2008), neron (15-07-2008)
  #209  
Eski 25-07-2008, 09:45
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Karakız Hayranın Olim

Bugün Temmuz ayının yirmi beşi.

Bundan tam tamına kırk yedi gün önce bu adamla karşılaştık.

Biz yedi kardeşiz.

Bu zamanda bu kadar nüfus çok ama ne yaparsın, sorumlusu biz değiliz. Sanırım annemiz öyle uygun görmüş.

Ben dâhil üçümüz kız, dememe gerek var mı, geri kalanımız da erkek.

Biraz kurcalansa geçmişimiz, yani bizim hikâyemiz de Ergenekon ile çok rahat ilişkilendirilebilir.

Annemiz yanımızda yoktu, bilirsiniz ekmek davası…

Elbette babamız da var, dünyaya bir şekilde geldiğimize göre, ama biz hiç görmedik.

Anneme “casus” diye ad takanlar varmış.

Neredeyse tüm yaşamı boyunca takip edildiği için, hem de öyle tutuklama filan da değil, öldürülmekten korktuğundan, izini kaybettirebilme adına annem sık sık yer değiştirirmiş.

O gün, biz de biraz fazla gürültü yapmışız, bu adamla kızı bizim çıkardığımız sesler yüzünden yanımıza geldiler.

Hiç birimiz geldiklerini görmedik.

Hepimiz çok korktuk.

O sırada bir iki kardeşim uyuyordu. Biz uyanıklar da sustuk, sağa sola saklanmaya çalıştık ama boşuna.

Bizi tek tek saklandığımız yerden bulup çıkardılar.

Hem kızı hem kendisi, beni ve kardeşlerimi alıp kendi evlerine getirdiler.

Uyuyan kardeşlerimiz de uyanır gibi oldular ama gene uykularına devam ettiler.

Başlangıçta konuşmalarından hiçbir şey anlamıyordum. Zaten konuşmaktan çok başımızı okşayıp duruyorlardı.

Ne kızdan ne de babasından bizlere bir zarar gelmeyeceğini anlar gibi olmuştuk ama hiç belli olmaz, bu zamanda kimseye güven olmazdı.

Ne ben ne de kardeşlerim onların bu sevgilerine karşılık vermediğimiz gibi umursamadık bile.

Öyle soğuk durunca da: “Bu kadar çok ses yaparsanız, başınıza bir şey gelebilir, iti var uğursuzu var, dünya bozuk, düzen bozuk” gibi şeyler söylediler ve kaldığımız yerin çok yakınında bir yere getirdiler.

Akşamüzeriydi zaten ve annemiz de geldi. Bizi böyle evin dışında görünce nasıl kızdı, nasıl kızdı anlatamam.


Zorunlu olmayan bir açıklama:

Baktım çok hevesli “Hadi bakalım,” dedim. “Misafirsin ama madem heveslisin öyleyse biraz da sen yaz, ben şu sıralar çok yorgunum, kafamı toparlayamıyorum, hem yazım biçimin benim yazılarıma da benziyor, açıklama yapmazsak kimse de çakmaz. Üstelik meziyetlerin de çok.”

O da, sağ olsun beni kırmadı.

Bir de, şimdilik çok fazla açıklama yapmadan lakabının “Karakız” olduğunu söyleyeyim.


-Yirmi Beş-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
account (27-07-2008), ar_de_ (26-07-2008), Buddha (27-07-2008), dentist (26-07-2008), flz (29-07-2008), janus (26-07-2008), Master (25-07-2008), meraklı (28-07-2008), neron (28-07-2008), serdarkus (04-08-2008)
  #210  
Eski 28-07-2008, 10:16
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Bozoğlan

Bugün Temmuz ayının yirmi sekizi.

Bundan tam tamına elli gün önce karşılaşmıştık.

Biz esasında dokuz kardeşiz.

Sanırım annemiz öyle uygun gördüğü için nüfusumuz böyle kalabalık olmuş.

Benimle birlikte beşimiz oğlan, dememe gerek var mı, geri kalanımız da kız.

Bizim hikayemiz de Ergenekon’la ilişkilidir.

Ekmek davası uğruna, süt davası uğruna annemiz yanımızda yoktu o gün; babamızı ise bugüne kadar hiç görmedik.

Anneme bazı kişiler “casus” diye ad takmışlar.

O da, öldürülmekten korktuğu için neredeyse tüm yaşamı boyunca saklanmış, sık sık yer değiştirirmiş.

“O gün, biz de biraz fazla gürültü yapmışız” demiş kız kardeşim ama öyle fazla da gürültü yapmamıştık, bunlar bizim çıkardığımız sesleri duymuşlar ve bize fark ettirmeden, yanımıza kadar gelmişler.

Gene “Hepimiz çok korktuk” demiş kız kardeşim ama ben o kadar çok korkmamıştım.

O sırada üç kardeşim uyuyordu. Biz uyanıklar da sustuk, sağa sola saklanmaya çalıştılar diğer kardeşlerim ama ben vallaha da billaha da saklanmadım.
Beni ve kardeşlerimi alıp kendi evlerine getirdiler. Uyuyan kardeşlerimiz de uyanır gibi oldular ama gene uykularına devam ettiler.

Başlangıçta konuşmalarından ben de hiçbir şey anlamıyordum. Zaten konuşmaktan çok başımızı okşayıp duruyorlardı.

Bu zamanda kimseye pek güven olmazdı ama nedense bunlardan bizlere bir zarar gelmeyeceğini anlamıştım.

Yılışmadık, şımarmadık, gevşemedik hiçbirimiz; onların bu sevgilerine hiç ama hiçbir karşılık vermedik; umursamadık, iplemedik.

Biz böyle bir tavır takınınca da: “Gürültü yapmayın, çok ses çıkarmayın. Buralar tekin yerler değil, başınıza bir halt gelebilir; iti var, uğursuzu var,” gibi nasihatlerle bizi kaldığımız yerin çok yakınına getirdiler.

Ayrıca biraz yiyecek maddesini de büyükçe bir tabağa koyarak annemin görüp alabileceği bir yere koydular.

Hava kararmak üzereyken annemiz geldi. Bizi böyle evin dışında görünce çok kızdı, boynumuzun kökünden kavradığı gibi yallah…

**

Bir zorunlu olmayan açıklama da benden:

Doğru heveslendim ama Emin Annemin dediği kadar da heveslenmiş değilim.

Abartmış üstelik! Çok meziyetlerim varmış!

Meğer ne zormuş yazmak, okumak gibi değilmiş.

Şu sıralar kardeşim “Bozoğlan”la birlikte Emin Annelerde misafiriz, bu da doğru.

Emin’e “anne” demem şaşırtıcı olabilir ama ne yalan söyleyeyim, ben de, kardeşim de onu annemiz gibi görüyoruz.

Eğer, bir insanın gözlerinin içine derinlemesine bakmışsak; çok değil, biraz, hatta birazdan da az düşüncelerini okur gibi oluyoruz. “Bakmışsak” ve “oluyoruz” kelimelerinin sonunda olması gereken “m” harfini “k” ve “z” harfiyle yazmamın nedeni kardeşim Bozoğlan’ın da bu çakaralmaz meziyete haiz olduğunu belirtmek içindir.

Emin Anne, kardeşime kısaca “Bozo” diyor ama benim adımı tam söylüyor.

Benim yazdığım yazıyı Bozo kıskanmış, “Ben de yazacağım” diye tutturdu. “Emin Anneye danışalım” dedim. Ona söyledim durumu, “Çok memnun olurum, yazsın” dedi.

O da yazmış ama benden kopya çekmiş; kıskanç.
Yazımın bazı yerleri değiştirmiş, hiç fark yok, sadece yedi kardeşi dokuz yapmış o kadar ama söyledikleri içinde şişinmesini saymazsak genel olarak doğru. Benim yazdıklarım da doğru, ben bazı küçük şeyleri atlamışım, o kadar.


-26-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
ar_de_ (29-07-2008), dentist (28-07-2008), flz (29-07-2008), Master (28-07-2008), neron (28-07-2008), serdarkus (04-08-2008)
Cevapla


Konuyu Toplam 1 üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Konu Seçenekleri Bu Konuda Ara
Bu Konuda Ara:

Gelişmiş arama yap
Modları Göster

Yetkileriniz
Yeni konu açabilirsinizdeğil
Yanıt gönderebilirsiniz değil
Eklenti gönderebilirsiniz değil
Mesaj düzenleyebilirsiniz değil

Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodları Kapalı
Gitmek istediğiniz klasörü seçiniz


Bütün Zaman Ayarları WEZ +2 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 09:05 .


Telif Hakları vBulletin v3.5.4 © 2000-2024, ve
Jelsoft Enterprises Ltd.'e Aittir.
Tercüme ve Tasarım : Arka & Bahce