Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::db_connect() should be compatible with vB_Database::db_connect($servername, $port, $username, $password, $usepconnect) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::select_db_wrapper() should be compatible with vB_Database::select_db_wrapper($database = '', $link = NULL) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Deprecated: Non-static method vB_Shutdown::init() should not be called statically, assuming $this from incompatible context in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 2294
Ser'den, Sera'dan. - Sayfa 12 - Arka BahÇe Forumu
Arka BahÇe Forumu  

Geri Dön   Arka BahÇe Forumu > Bahçıvanlar > Sera
Kullanıcı ismi
Şifreniz
Kayıt ol SSS Üye Listesi Takvim Arama Bugünkü Mesajlar Bütün Forumları okunmuş kabul et


Konu Bilgileri
Konu Başlığı
Ser'den, Sera'dan.
Konudaki Cevap Sayısı
387
Şuan Bu Konuyu Görüntüleyenler
 
Görüntülenme Sayısı
207706

Cevapla
 
Konu Seçenekleri Bu Konuda Ara Modları Göster
  #111  
Eski 06-01-2007, 13:33
alihoca alihoca bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 361/2464
166 Mesaj ına 2501 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Don-Gömlek

Fıkra bu ya,

Kışın ilk günlerinde fakir delikanlı bin nazlı kız arkadaşını buluşmaya ikna eder. Eder de üstüne giyecek bir kışlık ceketi de yoktur. Garibim de ne yapsın, ince gömleği ile buluşmaya gider.

Biriken özlemle başlayan konuşmanın bir yerinde mantosuna sıkı sıkıya sarılmış olan kız,

—Üşümüyor musun? Diye sorar.

Delikanlı bu soruyu gömleğinin bir düğmesini daha açarak ve rüzgâra karşı avuç içi ile göğsüne şaplak atarak,

—Es yiğidin bağrına.. diye cevaplar.

Sohbetin bitiminde ayrılan kız arkadaşının iyice gözden kaybolduğunu gören delikanlı acelece düğmelerini ilkiler.

Ve yatık başını göğe kaldırarak hafif bir sitemle mırıldanır.

Garip bulunca nasıl da estirirsin, biliyon mu?
Alıntı ile Cevapla
alihoca kullanıcısına teşekkür edenler
account (06-01-2007), buena vista (08-01-2007), chem73 (06-01-2007), dohol (06-01-2007), kasved (15-01-2007), Ramo (07-01-2007), serdarkus (06-01-2007)
  #112  
Eski 09-01-2007, 18:43
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Kol veya Karanfil

Bugün Ali Hocamız aradı.

Birkaç gün dükkândan ayrı kalınca panik oluyor, başımıza bir haller mi gelmiş, merak ediyor…

12 dakika 25 saniye sürmüş görüşmemiz.

Aradığı zaman karanfillere yaprak gübresi veriyordum. Sesini iyi duymak için motorun yanından aksaya aksaya biraz öteye gittim.

Sorduğu sorular:

“Nasılsın?” ile başlıyor, karanfillerin durumu, pazarlama durumu, yapılan masraflar ve konuyla ilgili tahmin edebileceğiniz şeyler.

Kimi sorusuna kaçamak, kimisine öylesine, kimisine de “yalan” deseniz değil, “gerçek” deseniz hiç değil gibi yanıtlar veriyorum.

Edilgen bir durum.

Etken olup, ben soruyorum.

Sorduğum sorular:

“Sen nasılsın?” ile başlıyor, borsanın durumu, satış-alış durumu, maliyetler, zarar ziyan durumları ve konuyla ilgili tahmin edebileceğiniz şeyler.

Satmayınca zarar olmaz!” gibi sabır içeren bir söz kalıbı etrafında cümleler kuruyor.

Seradan özetlere gelecek olursak:

1. Toplam üretim: Bugüne kadar 66.278 dal karanfil kesmişiz.

2. Satılan ürünlerden alınan para: Bu maddede pek bir değişiklik yok. Daha önce zorla mal verdiğim, (dikkat buyurun adamlar istemiyor, biz yılışıyoruz) iki firmadan da bana ödenen bir şey yok.

Her birine ayrı ayrı verdiğim 24.840 ve 23.220 adet karanfillerimi kaça sattılar, bana ne zaman ve ne kadar para verecekler hâlen daha bilmiyorum.

3. Son durum: 16 Aralık 2006 tarihinden itibaren Moldova, Ukrayna ve Rusya’ya çiçek satan bir firmaya ise 10.620 adet karanfil verdim. Yazılı bir anlaşmamız olmadığını söylemiştim zaten.

İyi birilerine benziyorlar.

En azından çiçeklerimi alıyorlar, daha ne olsun.

Hesabı ise Mayıs ayının sonunda görecekmişiz.

Fiyatının her zaman değiştiğini, ilk sorduğum zamanlar 7 sent civarında olduğunu söylemişlerdi.

Peki, "ya arada kalan 7.598 adet karanfile ne oldu" diye siz sormadan ben söyleyeyim: 1880 tanesini Konyalı bir çiçekçiye satmış ve 112 lira almıştık. 5.718 tanesini ise bayram ve yılbaşı hayhuyu içerisinde iç piyasada elimden çıkarttım, 382 lira da böylece irat kaydettik, ceman yekûn etti mi 494 lira.

Kabaca durum bu merkezde, yeteneğim olsa da bu verileri Sarı Battal Boy Grafik ile sunabilsem…

Beterin beteri vardır; 9 Ocak 2007 tarihi itibariyle Antalya Halindeki paketlenmiş en iyi portakalın 9 kuruş, paketlenmemiş, telislerdeki en iyi portakalın 6 kuruş olduğunu düşünürsek, o üretici ana alıp da oradan gitmeyip, ne yapsın?

Borsada “kol kesmek” ile serada “karanfil kesmek” arasında benzerlik veya farklılık var mı, bilemiyorum.
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
account (10-01-2007), alihoca (11-01-2007), buena vista (09-01-2007), kasved (15-01-2007), Ramo (10-01-2007), serdarkus (09-01-2007)
  #113  
Eski 10-01-2007, 17:52
bikmisbroker - ait Avatar
bikmisbroker bikmisbroker bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Bulunduğu Yer: Kanada
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 590/835
107 Mesaj ına 2990 Kere teşekkür edildi
bikmisbroker - MSN üzerinden Mesaj gönder
Tanımlı

Alıntı:
Emin´isimli üyeden Alıntı

.................................................. ..........
Kabaca durum bu merkezde, yeteneğim olsa da bu verileri Sarı Battal Boy Grafik ile sunabilsem…

Dedik ya kalemi kuvvetli,
Dedik ya Biz garipler gibi (Yazmaya cabalayanlar) degil bir baska yaziyor bu EMiN nickli arkadas..

Yasadigi aci tecrubeleri bile oylesine tatli ifadeler ile susleyip onumuze koyuyorki, okurken "Gulelim mi? Aglayalim mi?" Karar veremiyoruz...

"SARI BATTAL BOY" ifadesi ile yazidaki aci tecrubelerden payimizi aldiktan sonra, (Latifedir sakin uzerine alinma) bu "Gulerim aglanacak halime" BASLIKSIZ yazidan dolayi 1-2 Kelam da biz edelim..


Alıntı:
Emin´isimli üyeden Alıntı


Beterin beteri vardır; 9 Ocak 2007 tarihi itibariyle Antalya Halindeki paketlenmiş en iyi portakalın 9 kuruş, paketlenmemiş, telislerdeki en iyi portakalın 6 kuruş olduğunu düşünürsek, o üretici ana alıp da oradan gitmeyip, ne yapsın?

Borsada “kol kesmek” ile serada “karanfil kesmek” arasında benzerlik veya farklılık var mı, bilemiyorum.

Anasini da alir gider, Bohcasini da...
Kol da keser, Karanfil de..KAR'i ni cebine koyamadikdan sonra, ZARAR yazdiktan sonra KESME ayni KESME..


Yogun ve stressli bir seansin ardindan sevgili serdarkus'un topicinden derlediklerim ile dinlenmeye/dusunmeye davet ediyorum hepinizi..

Day-day traderler
Tık-tıkçılar..
Destek/direnç uzmanları..
Seans kurtları..
Cuma günü ne yaptınız… biz ne yapalım abiler!.

İstinye üzerinden geçen buluttan nem kapıp işlem yapanlar..
Tekniğin anasını ağlatanlar..
Kağıdın dibine dibine vuranlar..
Cuma günü ne yaptınız… biraz akıl fikir verin abiler!.

Dakikalık veri guruları..
Derinliğin üstadları..
Yorumun amcaları..
On-line naklen yayın bülbülleri..
Cuma günü ne yaptınız.. ben çuvalladım abiler!.


Borsa konusunda yapmak isteyip de yapamayanlar sinifinda oldugunu dusunen sevgili serdarkus kardesimiz, siirleri ile sarkilari ile BORSA konusunda bizlere DERS vermektedir, ATLAMAYALIM abiler..

Bir bakışta derinliğin gizemli sırlarına ulaşanlar..
Her seansta sekiz adet destek, dokuz adet direnç çizgisi çekenler..
Bir bakışta tahta yapıcının yedi sülalesini görenler..
Cuma günü ne yaptınız.. ben niye yapamadım abiler..

Bir gözü seansta..
Diğer gözü acaba kızar mi diye hanımda..
Bir eli klavyede sat tuşunda..
Diğer eli ise cnbc/ntv ekonomi zapında..
Ben de denedim olmuyor, nasıl yapayım be abiler..

Hırs yaptım, MS aldım..
Para saçtım, kitap aldım..
İnat ettim, grafik baktım..
İlminin gözüne gözüne çaktım..
Çok uğraştım… niye olmuyor abiler!.

İşlemcim, Pentium 4..
Klavyem, ultra argenomik..
Aracım yapmaz bana yamuk..
Kabiliyet, eh!. iç güveysiden bi hallice..
Çok tıkladım.. yetişemedim be abiler!.

Derinlikse, üç beş dolar verip kapayım..
Haberse, üç TV, hem de LCD alayım..
Üstadsa, dört bir yanıma sarayım..
Hanım caz yaparsa, yenisine bakayım..
Seansta ben ne yapayım, yazın be abiler!.


Ky dedik, trend dedik, teknik analiz dedik, dedik ha dedik..
Bu arada bir de EW ciler gelmezmi??


Fikrin iyisi kötüsü olmaz..
Doğrusunu yazmakla ne klavye ne ego aşınmaz..
Herkes paylaşırsa, cahillik baki kalmaz..
Yeniler lokum sanıp, seansa sazanlama dalmaz..
Day-day traderlik yapamıyorum, n’apayım be abiler..

Seanstayım, ben ne yapayım..
Nasıl yapayım, daha daha ne yapayım..
Yaparsam mı ağlarım, yapmazsam mı yanarım..
Hah!. paylaşın şurada be abiler!.

Haa birde yine sevgili serdarkus kardesimizin yazdigi siirlere yine siir ile karsilik veren kalemi, kelami Guvvetli forumdaslar var.. Ve de O forumdaslara serdarkus'un verdigi bir cevap;

Çok fena çızdılar, gacırdadı be AnnE ‘m..
Dibine dibine kadar verdiler, yetişemedim be AnnE ‘m..
Öğütlerin az gelmiş, tutamadım be AnnE ‘m..
Herkes gaçtı, bir ben kaldım, korkuyom be AnnE ’m..
Cuma günü ne yaptınız, ben dımdızlak galdım be AnnE ‘m..

Tayyip denilen bir garip kul değil midir?
Düşüren de yükselten de bir laf değil midir?
Akıl desen, bizimki şarjlı değil midir?
Cuma günü ne yaptınız.. deyiverin gari be abiler!
Anamı ağlattılar, hissetmedim deme be AnnE ‘m..
Kaçanın anası ağlamazmış, kaçamadım, ağlama be AnnE ‘m
Bak şunlara, hala çiziyorlar, de şunlara bir şey be AnnE ‘m..
Cuma günü ne yaptınız, ağlatmayın anaları be abiler!..


Son Soz;
Piyasalar Gaddardir SAKA ya gelmez, gunun stresini atmak icin 2 cift Pirzola niyetine kabul edile.
Surc-i Lisan ettiysek de Af ola..
__________________
YATIRIM, sonu yanliş giden SPEKÜLASYONDUR
EGER, zamaninda spekülasyondan cikamazsaniz
MECBUREN yatirimci olursunuz..George SOROS
TEKNiGE iNANMA TEKNiKSiZ KALMA. Bikmisbroker
Alıntı ile Cevapla
bikmisbroker kullanıcısına teşekkür edenler
alihoca (11-01-2007), Emin (14-01-2007), hakan (28-02-2007), kasved (15-01-2007), Ramo (11-01-2007), serdarkus (10-01-2007)
  #114  
Eski 14-01-2007, 23:07
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Vakit Tamam Olsa Gerek

- Cebine üç beş bir şey girsin diye! Hadi, orduyu bir kenara koyalım. Onun görevi belli, ama ya halk?

Sözgelimi halktan birinin önüne bir parça ekmek, boğazını ıslatacak bir şeyler yani karnını doyuracak yiyecekleri koyduktan sonra bağla, zincire vur, kırbaçla, hakaret et, aşağıla ne yaparsan yap, sesini çıkarmaz.

Yalnız bunları yaparken verdiklerinden kısmaya başladığın an, ne olduğunu sen bile anlamadan çullanır üzerine ilk fırsatta.

Âlemin en gururlu kişisi olur bu yüzüne tükürdükçe “çok şükür” diyen kişi.

Anlayabildin mi, ekmekle kılıç ilişkisini, bunların dengesini?

İşte kumandan, halka ve orduya vereceğin ekmekler bir bileği taşı olur, kılıcını bileğiler.

Bakma sen, arada mızmızlanan çıkar ama çoğunluğunun durumu budur.

Daha önce çıkarılan fermanlarla kuşattığın için hiç kimsenin senin sarayında, sofranda gözü yoktur.

Hatta daha iyilerine, daha gösterişlilerine sahip olmanı arzularlar.

Onların aklı da, gözü de senin sarayından, sofrandan artacaklara, artıklara takılıdır.

İşte bu üç unsurla bugünü yaşadık, daha ne günler göreceğiz.

Sadece biz Emeviler değil, bizim gibi düşünenler de saltanatlarını sürdüreceklerdir.

O yüzden, sevgili kumandanım Osman oğlu Emin, “Çok cömert olmak iyi değildir, şımartır,” demiştim ya! İşte gene söylüyorum: az cömert olmak iyidir, şımartmaz.

Evet, cömert olacaksın ve pörsümüş hurma ile hurma ağacının gölgesini çok görmeyeceksin.

Vakit tamam olsa gerek, bir namaz molası verelim şuradaki hurmalıkların gölgesinde.
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
alihoca (15-01-2007), bikmisbroker (15-01-2007), dohol (14-01-2007), meraklı (15-01-2007), Ramo (15-01-2007), serdarkus (15-01-2007)
  #115  
Eski 21-01-2007, 13:34
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Ölüye Mektup Yazılmaz

Biliyorum ölüye mektup yazılmaz.

Yine de bir şeyler demek istiyorum sana Hrant ağabey,

Sadece nereden başlayacağımı bilemiyorum, didişmiş olacak diyeceklerim.

Her ölüm değil ama bazı ölümlerin bendeki etkisi uzun sürüyor, abi.

Tanıdıklarımın, konuşup yaşadıklarımın, akrabalarımın ölümünden bahsetmiyorum.
Onların beni değil ama benim onları yaptıklarıyla, yazdıklarıyla, söyledikleriyle tanıdıklarımdan yani bu coğrafyadaki insanların çoğunluğu veya önemli bir kısmı tarafından bilinen isimlerden bahsediyorum.

Kimisinin ölümünde veya öldürülüşünde içimden veya dışımdan ağlamış, kimisinde ağzımı bıçak açmamış…

Abi, senin öldürülüş haberini duyunca da şimdiye kadar olanların dışında tarife gelmez bir duyguyu yaşadım. O yüzden tarif edemiyorum üzüntümü.

Belki de öldürüleceğin korkusunu içime doğurduğum günden beri kendimi şartlandırmış olabilirim.

Abi, senin Hrant Dink olan adını ve Agos Gazeteni ilk kez ne zaman duydum bilmiyorum. Gazeteni hiç okumadım, Genel Ağ üzerinden bile okumadım ama seni, gazete haberleri ve televizyonlarda tanıdım, sözlerini, konuşmalarını dinledim.

En son Can Dündar'ın "Neden" adlı programında izlemiştim.
Hem de can kulağı ile.

Dün, öldürülmeden 9 gün önce yazmış olduğun son yazını da satır satır okudum.

Doğduğun, büyüdüğün ve çok sevdiğini söylediğin bu topraklarda yaşayanları -sanki-çözmüşçesine yazdığın: “Biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz” satırlarını çok önceden okumuş olsaydım ve şimdiki gibi bir kardeşin olarak sana abi diyebilecek kadar yakın olsaydım bu konuda itiraz ederdim sana: “Bilmiyorsun” derdim.

Gerçi kısmen haklı sayılırsın, çoğunluğumuz güvercinlere kıymaz, etini yemez. Şehirlerde, balkonlara sıçsalar bile yine bayat ekmekten, artan pilavlardan yemek verir hatta.

Ancak abi, bu topraklarda itimiz var, kopuğumuz var, eşkıyamız var, yan kesicimiz, puştumuz, dasniğimiz var.

Acıyanımız, ağlayanımız, yara saranımız olduğu kadar kına yakanlarımız da var.

Helal süt emmiş, kendini olgunlaştırmış insanlarımızın yüzü suyu hürmetine ayakta kalabildiği kadar kalan bu vatanın topraklarında herkesin “vatanı sevme biçimi” değişik.

Abi, benim, kimin ne dediği çok umurumda olmasa da, umursayanların sana sıkılan kurşunları bu ülkeye, bu millete sıkılmış sayanlar, dış basından alıntılar yapıp “bakın bize ne diyecekler şimdi” endişesini taşıyanlar, çıkartılacak soykırım yasalarına meze yapılacağından bahsedenler var ve ne kadar da çok, bir bilsen.

Abi, seni vuran eller kırılsın diyorum ama bu ellerin kırılması meseleyi çözmez, o ellere silah verenlerin, o ellerin sahiplerinin akıllarını bulandıranların birer birer ortaya çıkıp, yaptıklarına bin pişman olduklarını yürekten söylemedikten sonra neye yarar. Böyle olacağına dair de hiçbir umudum yok.

Abi, benim bildiğim; çok sevdiğin ve terk etmek istemediğin bu topraklarda arkandan, ensenden, göz göze gelmeden, kalleşçe vurulduğundur.

Vuran ve vurduran kim olursa olsun.
Ölen de benden, öldüren de.

Tek gerçek; artık aramızda olmayacak, bu topraklara terlemeyecek, üşümeyecek, poyrazda, meltemde, karayelde bir şey hissetmeyeceksin ve senin dediğin gibi olmayacak; 2007 yılı senin için zor geçmeyecek, huzur içinde uyu.

Abi, bakma arkandan hepimiz “Hrant’ız, hepimiz Ermeni’yiz” diyenlere! Hepimiz Türk’üzü, Hepimiz Kürt’üzü yani Hepimiz Biriz’i bile hep bir ağızdan, yürekten, içeriden söyleyemiyoruz!

Abi, görkemli bir şekilde uğurlanacağından kuşkum yok, hatta gereğinden fazla övecekler seni, belki gündeme getirdikleri gibi Türk Bayrağına bile sararlar tabutunu, Bayrak Kanunu ve Tüzüğünü kendilerince yorumlayarak.

Abi, senin doğruların benden farklıydı, senin inanmışlıkların, senin değerlerin…

Senin bu farklı değerlerine saygı duymasına saygı duyuyordum ama herkes benim gibi güvercinlere, serçelere ilişmez değildi ki.

O yüzden sana bozuluyordum ve sen de sana bozulanların bol olduğunu biliyordun.
Bildiklerini yazılarında belirtmişsin abi; öldürüleceğini de biliyordun, o yüzden tedirgindin ve daha çok bu ülkeyi sevmeye başlamıştın.

Yine de inandığın, benim değil ama elbette ki kendi doğrularını açıklıyordun: “Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama... Tıpkı 1915'teki gibi çıkacaktık yola... Atalarımız gibi... Nereye gideceğimizi bilmeden... Yürüyerek yürüdükleri yollardan... Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı...

Ben 1915’te yoktum, babam da doğmamıştı, dedeme soracak durumda da değildim o yaşlarda, o yaşarken.

Abi, ben anlamlarını bilmiyorum, çünkü Türkçe değil Pertek’teki mahallelerin adı: Şebşebik, Sıptınik, Sağmınik, Şorğu…
Ermeni atalarınız, sizler yaşamışsınız buralarda… Halen de yaşayanları var; biliyorum, konuşuyorum çay, ayran, rakı içiyorum torunlarıyla, yaşdaşlarımla.

Cemil Gakko anlatırdı yanık yanık, gözü yaşlı…
Türk, Kürt, Ermeni dedelerimizin babaları çok kıymışlar birbirlerine…

Dink taşının bağrında bulunan tahılı, tokmağı kim eline almışsa o dövmüş; bazen buğday, bazen pirinç, bazen mercimek kabuğundan ayrılmış; kabuğundan ayrılmayanlar da kırılmış kepekli bulgur olmuş, kepekli un olmuş, öyle değil mi, abi?

Yaraları deşelemeye, hatta kabuğu düşmüş yaraların, nezelmiş yani en ince ve pembe yerinden yeniden kaşağılamaya bu toprağın çoğunluğu hevesli değil ama kaşımak için kirli tırnaklarını uzatanlar da az değil be abi, bilmiyor muydun, biliyordun elbette.

Sevmesini bilemedik, ben de, sen de, o da… Ya da yanlış yerinden sevdik!

Hacdan dönen babasını karşılayanın halasını ve dayısının oğlunu öldürdüğü bir vatanda yaşıyoruz; saymayayım gerisini, benzer dangalaklıklarımızı, bilmiyor musun, biliyorsun hepsini be abi!

Sera’mdan karanfiller getirip koyamasam da mezarına, koydum varsay.

Ser’imden de diyeceklerim o kadar çok, o kadar çok ki! Ama biliyorum hepsi boş şimdi. Sen sadık yârin koynunda olacaksın. Seni sevenlerinin de başı sağ olsun, abi.
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
alihoca (06-02-2007), AnnE (21-01-2007), bikmisbroker (11-02-2007), buena vista (21-01-2007), dentist (23-01-2007), dohol (22-01-2007), neron (22-01-2007), Ramo (21-01-2007), TheSecret (22-01-2007), trader (23-01-2007)
  #116  
Eski 29-01-2007, 11:50
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Vakit Tamammış

Hurmalıkların gölgesinde namaz molası vermiştik ya!

Namazı kıldık mı, kıldıksa, hangi dualarla Yaradan’a sığındık şimdi hatırlamıyorum. Daha doğrusu artık hiçbir şeyi hatırlamak istemiyorum.

***


Evet, gene Osman oğlu Emin’dim ama kumandan filan değildim.

4 yıldır kullanılan ve direneceği kadar direnmiş ama dün karayel ve yıldızdan 34 km/s esen üşütücü havada desteklerini parçalamış sera üst naylonunun yırtılan yerlerini yamamak için sera direklerine kaynatılmış saç olukların üzerinde cambazlık yapan,

Sayın Umur Talu’nun “654.965” rakamını köşe yazısının başlığına koyup, “Böyle bir sayı bize ne anlatabilir?” dedikten sonra zaten kayık olan şakuli iyice kayan,

Bulanık suda, bulanık kafa ile oltasına yem bile takmadan balık avına çıkan, her yanını çar çamur eden,

Bir yandan demokrasinin götürülme biçimi, diğer yandan Kufe Halkından yola çıkarak Iraklıları anlamaya çalışan,

Bu uzaktaki başkalarını anlama işinden zor geldiği için sıyrılıp, kaçınıp, ömrü hayatında ilk kez, iki çalışanı olan ve bu çalışanların davranışlarıyla ne yapmaya çalıştıklarını bir türlü anlamayan,

Muaviye gibi düşünenlerin “doğrularının gerekçelerine” kısmen katılmakla birlikte öğütlerine itibar etmeyen,

Kendi halinde ama gene de pek kendinde olmayan ve de en önemlisi kendisini bile halen anlamaya çalışan, sıkıştığı zamanlarda “ko gitsin rahvan” veya “ört ki ölem” diyen; dili şişik, kafası karışık, fikri dolaşık edna bir Emin’dim.

Diyeceğim o ki; bu çepreşük (çapraşık) serime aldırmadan, kendime ölçüsü biraz fazlaca olan yaş üzüm rakısından bir kadeh doldurdum; Yozgatlı Âşık Kaplani’nin (Hasan Kaplan) yüreğini parçalara ayıran olayları aklımın ucundan alıp, Musa Eroğlu’nun tok ama gene de gevrek sesiyle kulağımdan girdirip, gözümün önüne getirmeye çalıştım.

Yüreğimi parça parça ayırdı
Biri Kerbela nın çölünde kaldı
Biri yola çıktı Şam diyarından
Biri Muaviye elinde kaldı
Biri gitti Hacı Bektaş yurduna
Takılıp da erenlerin ardına
Biri Pir Sultanın düştü derdine
Biri Hızır Paşa elinde kaldı
Biri Börklüce’ylen yanarken köze
Biri Bedrettin’le vardı Serez’e
Biri Nazım’ilen geldi göz göze
Biri ozanların dilinde kaldı
Biri dalgasında Karadeniz’in
Birini Nesim’i adına yüzün
Kan deryalarında birini ezin
Biri Kızıldere yolunda kaldı
Biri sır vermeyip serinden oldu
Biri çiçek idi Munzur’da soldu
Biri yıldız gibi gözden kayboldu
Biri Nurhakların gönlünde kaldı
Biri dedi sayılmayız parmakla
Biri dedi tükenmeyiz kırmakla
Biri dedi ölür müyüm vurmakla
Biri can ağacının dalında kaldı
Biri dedi unuttun mu Maraş’ı
Orda aktı mazlumların gözyaşı
Biri ileriye yürüttü başı
Biri bedenimin solunda kaldı
Biri karanlıktan çıktı bağırır
Biri canlı aydınlığa sevinir
Biri Yunus ile Hakkı çağırır
Biri Kaplani’nin telinde kaldı
***


Bu yazılarımın birinde, başlarında yani, kaynağını verdiğim kitabın (Ve Zalim Ve İnanmış Ve Kerbela) 36 ncı sayfasında başlayan ve 6190 harfle, sade ve enfes bir biçimde kurgulanan anlatıyı (ki, o sayfaları aşağıdaki resimlerde göreceksiniz) Bekir Yıldız’ın roman kahramanı Amir oğlu Abdullah yerine kendimi koyup, sanki onun gözü, kulağı ve dili ile ama kendimce aşureleştirerek yani; oradaki kimi anlatımları görmezden gelerek, kimilerinin de ıcığını cıcığını çıkararak ve de kendi dağarcığımda bulunan bazı eklemelerimle, özünü zedelememeye de epeyce dikkat ederek artırıp sizlerle bölüştüm. Umarım Sayın Bekir Yıldız ve sizler hoş görürsünüz beni.

Sayfa36.JPG

Sayfa37.JPG

Sayfa38.JPG

Sayfa39.JPG

Sayfa40.JPG
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
alihoca (06-02-2007), AnnE (29-01-2007), bikmisbroker (11-02-2007), serdarkus (29-01-2007)
  #117  
Eski 20-02-2007, 19:40
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Günce

Yirmi gün ayrı kaldım bahçeden.

Zaman zaman uğradım, göz gezdirdim gelen yazılara.

Kendi gailelerimin daha baskın çıkması yüzünden parmak kaldırıp konulara katılamadım.

Zaman aşındırmasına duçar olan yazılara dağarcığım kadarıyla zamanla belki göndermelerim olabilir.

Bugün anlım içeriden yumruklanıyor.

Saat 12’de uyandım, çok uyumuşum belki ondandır.

Seraya gitmedim, uzun süren ve öğlen yemeği yerine geçen kahvaltının ardından demlikteki çayı soğudukça ısıtıp sigarama katık yaptım.

Uzunca bir süre eşimin, geçtiğimiz günlerin, haftaların hatta ayların içindeki yaşanmışlıkların mana ve ehemmiyetine binaen yaptığı konuşmaları ara ara ona katılarak dinledim.

Başım hâlâ ağrısını anlıma yüklemeye devam ediyordu.

Bankaya gidecektim, oradan da sanayi sitesine, arabanın yıllık bakımından vazgeçtim hiç değilse yağını değiştireyim diye ama “Boş ver, otur dinlen biraz” deyince hanım, bahane arıyormuşum demek ki, oturdum evde.

Bilgisayarı açtım, dükkanlara, bahçelere baktım.

“Ne pişirelim, akşama?” sorusuna hiç oralı olmadım; bir süre sonra tekrarlandı bu soru.

“Sen bana bir bardak yaş üzüm rakısı doldur, yar elinden içmek iyi gelir; ‘çivi çiviyi söker.’”

“Çivi çiviyi nasıl söker?”

Bu soruyu beklemiyordum; anlatması da zor.

Hatırıma dedem rahmetli, geldi.

“Bazen bir çiviyi iki çiviyle bile sökemezsin” demişti acemice uğraştığımı görünce.

Bu çivi başka çivi.

Keski diyebiliriz.

Murç diyebiliriz.

Büyüklüğüne ve yaptığı işe göre değişmekle birlikte, genelde ucu tornavida gibi olan bu çelik parçası aletin odun yararken kullanılan türüne bizim oralarda “çivi” denir.

Örnek üzerinden gidecek olursak...

Şimdi, bir ağaç gövdesini soba için yararak, keserek odun haline getirelim.

Kütük önümüzde duruyor, önce kütüğün ortadan, ikiye yarılması için uygun bir ucundan balta ile birkaç darbe indirilir.

Bu yaralanmış, yarık yere çivinin ucunu tutturan birkaç dikkatli darbenin ardından balyoz ile bu çivi köküne kadar çakılır.

Ne oldu?

Kütük ikiye ayrılmadığı gibi çivi de içinde kaldı!

Bu çiviyi çıkaracak kerpeten de yok, üstelik kerpetene gerek de yok.

Çivi içeride kalacak ve bu çivi çakılırken kendine bir yol bulup yarılmaya başlayan kütüğün direncine bağlı olarak oluşan yarıklara yani çaktığımız çivinin biraz berisine ikinci çivi yerleştirilerek çakılacak.

Doğru bir mesafeye yerleştirilmişe ikinci çivi, ilk çakılan çivi de onu sıkan kütüğün mengenesinden kurtulacak, serbest kalacak.

Atalarımız bu üç kelimelik cümleyi bu benzetmeden yola çıkarak dillendirmişler ve yoğunlaşan sohbet konusunun uygun bir yerini bulduklarında bu sözü çakarlar.

Tıpkı “dinsizin hakkından imansızın gelmesi”, “soğuktan donanı buz ile ovmak” gibi ironi içerir.

Ben bu şekilde kaptırmış anlatırken -kullandığım herhangi bir kelime veya cümlenin çağrışım yapmış olabileceğini düşünmüyorum- eşim “Sen bugün karanfillere gübre verecek miydin?” diye sordu, anladım ki, beni dinlememiş.

Ben de tabutuma bir çivi daha çakmak için paketten bir sigara alıp balkona çıktım.

Ardımdan mutfağa doğru gelirken soruyordu yine “Akşama ne pişirelim, bir şey söyle?”
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
alihoca (22-02-2007), bikmisbroker (21-02-2007), dentist (21-02-2007), neron (21-02-2007), serdarkus (21-02-2007)
  #118  
Eski 21-02-2007, 23:24
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Dünce

Hava parçalı bulutluydu.(20 Şubat 2007, Salı)

Öğlen, salonda kahvaltı ederken tepeleme güneş doluydu içerisi ama şimdi bulutların insafına kalmıştı, güneşin ışığı.

Cemre, bir yolunu bulmuş belki de sabah erkenden düşmüştü havanın rahmine.

Balkonda volta atıp sigaramı bitirmeye çalışırken burnumuzun dibinde biten beş buçuk katlı bina inşaatını seyrediyorum, meraktan değil, mecburen.

Kum yığınları, tuğla istifleri, üzeri naylonlarla örtülmüş yüzlerce çimento torbası, binanın etrafını kuşatan dış sıva için kurulmuş paslı iskele demirleri, etrafa saçılmış kalas parçaları, kırık tuğla, yırtılmış çimento torbaları…

Az daha unutuyordum, bir de üst katlara malzeme çeken çıkrık var görüş alanım içinde, hani duvarcı ustasının varille tuğla çektiği, hesaplama hatası başlığı ile iş kazası tutanağına, başına gelenleri anlattığı… Ama bu motorlu!

Gördüğüm her şey için bir şeyler uçuşuyor aklımda.

Bu karkas binaya bakarken gördüğüm, henüz hiçbir hayat belirtisi göstermeyen yaşlı bir ceviz ağacı da var.

Ceviz ağaçları ile hemşeriymişim. (*) Bunu geçen yıl öğrendim.

Önemli mi?

Hayır, ama insan doğduğu yerle ilgili bir haber duyunca ilgi gözü daha bir açılıyor, seviyorsa daha çok sevesi, kızıyorsa daha çok kızası geliyor. En azından ben, öyle oluyorum.

Zamanında… Bir zamanlar...

Ceviz başak(**) etmişsem…

Ceviz oynamışsam…

Hatta ceviz ağacının üzerinde düşmeden uyumuşsam…

Sırıkla ceviz silkelemeye gitmişsem…

Kendime topladığım cevizleri, usturuplu kırıp, horoz çıkartıp, (dört dişi birbirinden ayırmadan) iplere dizip, bağ bulamacı yapan komşuların bulamacına bulayıp kendi orciğimi yapmışsam…

Doğduğum ve bıyıklarımın terlediği bir döneme kadar büyüdüğüm bu topraklarda “ceviz ağaçları çoktu, ben bu yüzden serinliğe hasret değilsem…”

Daha ne olsun; üstüne üstlük bir de hemşeri çıkmışsam…

İşte bu yaşlı, yalnız, dertli ve belli ki hastalığı da ilerlemiş ceviz ağacına nedense fazla bakmışım ve düşünmüşüm sigaramı içerken.

Yârimizin bade doldurmayacağına kanaat getirince, kendi kendime sakilik yaptım, bir bardak rakı ve tazelenmiş sigaramla ceviz ağacına karşı, bu küçüklüğümde söylediğim türküyü mırıldanırken buldum kendimi:
Bu dere baştanbaşa cevüzlü bağ,
Cevüzler şak şak edi, dön beri bağh

Ellerin yâri de geli, vağh bize vağh
Ne yaman öğretmişler şu bülbülü
Her seher gelir derer gonca gülü.
bağh:bak
geli:geliyor
vağh:vah


Bir anlamı var mıydı bu türküyü söylememin, sonradan düşündüm, hayır yoktu.

Sadece beynim, bir başka yazımda bahsettiğim “höllüklük” dediğim tepeden, güneydoğu tarafına baktığımda aynı hizada görmüş olduğum “cevüzlük tepesine” götürmüştü beni.

İşte, sustuğum bir sırada, düşüncelerimden de sıyırdı eşim beni.

“Akşama ne pişirelim, bir şey demedin?”

Hiç düşünmeden ve aklıma nereden geldiğini de anlamadan:

“İzmir Köfte” dedim.

“O zaman kendin pişirirsin, ben uğraşamam. Zaten Zehra’yla (komşumuz) alışverişe gideceğiz birazdan.”

***

Neyse, cevize geri dönecek olursak…

Çok zayıflamış kişiler için Niğdeli atalarımızın söylediği “Cevizin altında kalmış dikmeye dönmek” deyimi aklıma geliyor ve Kasım ayından buyana eriyen göbeğimle birlikte kemerimdeki hazır deliklere ek olarak bir buçuk santim aralıklarla çivi ile deldiğim delikleri düşünüyorum.

Sonra, onun bunun parasını, sermayesini kullanarak geçinmeye çalışanlar için söylenen “Cevizcinin çuvalından oynamak” deyimi hatırıma düşüyor.

Ondan sonra, kadın ve erkeğin yaptığı hovardalığı anlatan Denizlili atalarımızın söylediği “Cevizleri karıştırmak” deyimi düşüyor yâdıma.

Artık hangi durumlarda söylendiği ferasete göre değişen, Burdurlu ve İçelli atalarımızın “Cevizi karga diker, kızılcık kendi biter” sözünü hatırlıyorum.

Bıkmış Ustanın “yılda iki kez sağmalı” diyerek borsadaki hisseleri sağmal bir ineğe benzettiği söze benzer bir sözü, Niğdeli atalarımız da “Ceviz zamanında çırpılır” olarak söylemişler.

Anam da cimriler için çok sık kullanır “kör cevüz” deyimini.

Fırsatçılar veya hesabını iyi yapanlar için “Cevizi çüt (çift) görmese aşık atmaz” diyen Vanlı atalarımız…

Zor bir işin üstesinden gelmek, halletmek anlamında Konyalı atalarımızın “Cevizin çetinini kırmak” olarak kullandığı deyim…

Gene “Ceviz çürüksüz olmaz” diyen Vanlı atalarımız…

Cevizle ekmek yemesi, güzelle sohbet etmesi” diye uyaklı sözü söyleyen Ispartalı atalarımız…

Cevizin içi dışına benzemez” diyen Malatyalı, Elazığlı, Tuncelili ve civar illerli atalarımız…


-----------------
(*):TÜBİTAK’ın kitap satış yerinden aldığım, Cenk Durmuşkâhya’nın “Bitkisel Hayat” adlı kitabının 85 inci sayfasında geçen şu cümleler:
Yine ekonomik önemi bir hayli fazla olan ve dünyadaki ilk çıkış yeri Tunceli olarak kabul edilen ceviz ağacı (juglans regia) ise kahverengi bir oduna sahiptir…


(**) Başak: Hasattan sonra tarlada, bağda, bahçede unutularak, gözden kaçarak veya işe yaramayacağı düşünülerek kalmış ya da bırakılmış sebze, meyve ve yemişlerin gereksinimi olanlar tarafından, yani fukaralarca toplanmasının hırsızlık ve haram sayılmayacağı bir işin adı.
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
alihoca (22-02-2007), bikmisbroker (22-02-2007), Buddha (22-02-2007), serdarkus (22-02-2007)
  #119  
Eski 25-02-2007, 23:14
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Altı Gün Önce

Yaşlı, yalnız ve bence yaşlı görünmesi biraz da derdinden kaynaklanan bu ceviz ağacından kolay kolay yakayı kurtaramam, artık onun farkındayım.

“Tamam, çıkar kıymayı! Ne kadar büyüttün şu yemek işini” dedim, eşime.

“Eksik malzeme varsa pişirmem, ona göre!” diye de ekledim.

Kendime konuşmuşum, eksik içerik olup olmadığını gene kendim kontrol ettim. 300 gram civarında, olabildiği kadarıyla yağı az bir kıyma vardı.

Son zamanlarda dolabın dondurucu bölümüne aldığımız kıymaları yemeklere göre bölüştürerek korken, poşetteki kıymayı topak olarak değil, iyice yayarak, otuz yapraklı bir defter kalınlığına getiriyoruz. Böyle olunca çözülmesi hızlı ve kolay oluyor.

Yuvarlak, tepsi gibi cam bir kap içine aldığım kıymanın üzerine tuzluğu biraz dolaştırdım. Bu erimeyi hızlandırıyor; biliyorsunuz buz tutan yollara da tuz serperler.

Konyalı atalarımızın kullandığı “Tuz yüküyle, buz yükünün arasında yatasın” diye bir sözleri var; dua mıdır, beddua mıdır, bilemem.

Ekmek dolabına bakıyorum, bayat ekmek varsa içini kullanacağım ama yok. Önemli değil, nasılsa, kutunun birinde, bir miktar, tam buğday unundan yapılmış ekmeğin ufalanmasından oluşturulmuş galeta unu var.

Baharatlara bakıyorum, kırmızısından karasına, biberler tamam.

Kimyon da var.

Genelde bir işe başlarken bir iki malzeme eksik olur ama hayret, bu kez her şey var. Eksik malzeme olması bazen işe yarar, hem o işten kaytarabilirim, hem de tadı tuzu yerinde olmamışsa bahanem hazır olur.

Yumurta var, maydanozu bahçeden getirmiştim, o da var; geriye soğan ve patates kaldı. Bakıyorum, evet onlar da var.

Yemek pişireceğim zaman dikkat ettiğim birkaç şey var. Sadece dikkat etmem, ayrıca uygularım.

Bunlardan en önemlisi, yemeği yedireceğim kişiyi olabildiği kadarıyla aç tutmaktır. Zorunlu bir “öğün orucu” tutturduğumu söyleyebilirim. Arada yapılacak atıştırmalara müsaade etmem, kızarım. Böyle bir olay başa gelmişse yemeğin sofraya geliş süresini geciktirmeye çalışırım.

İkinci en önemli şey de, yemeği az yaparım. Asla artmamalı. Yemeği az yapmak, malzemeden çalma anlamına gelmez, yukarıda değindim, eksik malzeme ile de zorda kalmayınca işe başlamam.

Zaten evdekiler veya beni biraz tanıyanlar da çok zorda kalmayınca bana yemek pişirmezler.

İrili ufaklı birkaç şey daha var ama en önemlilerini belirttikten sonra gerisi ayrıntıya girer. Evet, bunlar da önemlidir; mesela hazırlama, pişirme ve sunum sırasında beslenecek hedef kitlemin yaptığım uğraşıdan haberdar olmasını sağlarım.

Bu kıyma biraz fazla gelecek. Çaresi yok, çözdürdük buzunu.

Hiç dikkatinizi çekmiş midir, kasaptan veya alışveriş merkezlerinin kasap bölümlerinden et alırken:

“Buyurun efendim.”

“Yarım kilo kıyma istiyorum.”

“Tabi efendim.”

Yağlı, yağsız muhabbetinden ve çekilecek ete (veya -eskiden- önceden çekilmiş tepsilerdeki kıymalara) karar kıldıktan sonra tartım işi yapılır ve karşınızdaki sorar:

“Yedi yüz seksen gram olsun mu?”

Utanma pazarı, kuyruğu da dik tutarak kabullenirsin.
Sanırsın karkas et alıyorsun, bölmek, parçalamak çok zor ve bu kadar insanın sıra beklediği bir yerde adamcağız senin etinle saatlerce uğraşacak.

Bir kez olsun, evet bir kez olsun alışveriş hayatımda istediğim gramajda et alamamışımdır. Allah var, hiç eksik aldığım da olmamıştır.

Her seferinde itiraz etmeyi arzulamış ama becerememişimdir.

Ama bir gün deneyeceğim:

“Hayır, olmasın. Lütfen tam yarım kilo olsun.”

Ya da böyle bir konuşma ortamı yaratmadan, diyelim ki adam başı yetmiş beş gramdan bir yemek yapacağım, daha baştan diyeceğim:

“Bana iki yüz yirmi beş gram şu kıymadan tartabilir misiniz?”

“Ne kadar efendim?”

“İki yüz yirmi beş gram.”

“?!”
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
alihoca (27-02-2007), bikmisbroker (26-02-2007), Lizzy (02-03-2007)
  #120  
Eski 28-02-2007, 12:18
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Sekiz Gün Önce

Gülhane Parkında ama ne polisin ne de birçok kimsenin farkında olmadığı ceviz ağacını ben de görüp fark etmiş değilim. Ancak İstinye’deki ceviz ağacının farkına varanlar; deyinler bir yandan, eli sırıklılar diğer yandan fena silkelemişler, hasat edenlerden geriye kalanları başak edecekler de kıyıdan köşeden izliyorlar.

Gerçi sırıkla hasat, bir sonraki ürün tutumunu azaltır derler ama belki İstinye Cevizi için geçerli değildir.

Bense sekiz gün öncesinin sıradan bir gününü sıra dışıymış gibi ceviz derdine düşenlere de, düşmeyenlere de anlatmaya çalışıyorum.

Kıyma yumuşamış, bir fincan kadar galeta unu üzerine boca edilmiş, birer tatlı kaşığı kadar da pul biber ile kırmızıbiber ve birer çay kaşığı kadar kimyon ile karabiber de eklenmiş öyle duruyor.

Bir yumurta çok gelecek bu kıymaya ama çırptığım bu yumurtanın yarısı kadarını kullansam kalanı ziyan olacağı için mecburen tamamını kullanmaya karar veriyorum.

Yapmam gereken iki şey kaldı, bu kıymayı yoğurmaya başlamadan önce; maydanoz ile soğanı incecik kıymak.

Bu maydanozu seradaki evin duvar dibine ektiğim zaman çok zor yetiştirdim.

Üzerinde 21 günde yeşereceği belirtilen iki küçük paket İtalyan ve Fransız maydanozu almıştım ama yetişmediler. Belki ben beceremedim ekmesini. Sonunda annemin Pertek’ten eskimiş bir mendilin içinde getirdiği tohumları ektim; çoğu perper (semizotu) olarak boy verdiyse de bu tohumların, bir kısmı maydanoz olarak serpildi.

Bunları seranın içine özellikle ekmedim çünkü gübrenin yanında sıkça zehirli ilaçlar kullanıyorum.

Çoğu ilaçların üzerinde “Son ilaçlama ile hasat arası süre” başlıklı bir uyarı var. Bazı ilaçlarda bu süre 7 gün iken bazılarında bu süre 21 gün olarak belirtiliyor.

Bir bildikleri olmalı, yoksa 21 gün boyunca beni neden uzak tutmaya çalışsınlar.

Maydanozum güvenilir ve de dayanıklı, sararmadan, pörsümeden epeyce kalıyor dolapta.

Yaprakları ile birlikte dallarını da incecik kıydım, tabaktaki karışımın üzerine dökünce bu haliyle bile baharlandı.

Soyulduktan sonra yumurta büyüklüğünde kalan soğanı da doğramaya başlayınca başladım ağlamağa. Böyle durumlarda çok fazla yaş gelirse gözümden, aklıma, bir zamanlar Hasan Pulur’dan okuyarak kaydettiğim beşlikler takılır.

Sanırım, adı Abdullah Çağlayan olan bu öğretmenin senelerce önce yazdığı ancak kendi başını sallamadığı için bu şiirinden dolayı epeyce burnunu sürtmüşler, geçirdiği soruşturmalardan dolayı da işinden gücünden etmişler.

Benim gibi bir zamanlar ve şimdi bile hazineden geçinenlere seslenmiş. O yüzden ezberime almıştım.

Tatar Ağası gibi dolaşma böyle yaya” diye başlayan “Eloğluna baksana; ne ar kalmış, ne hayâ” diye devam eden sözlerin geri kalanı da aklımda kaldığı kadarıyla şöyleydi:
Sen de bir dayı bul, sırtını ona daya
O ne derse “hu” diye salla hemen başını
El ovuştur, gerdan kır, al gitsin maaşını
Kör kadıya şehla de, incitme düztabanı
Düşküne nasihat ver, kodamana abanı
Zengin ol, sen de aşır her dağdan arabanı
Tekerine taş korlar sallamazsan başını
Uslu otur, hoş geçin, al gitsin maaşını
Köpekle hırlaşma, tepişme piç katırla
Hamamda kavga olmaz soyu bozuk natırla
Kulağına küpe yap bu sözümü hatırla
Kim ne derse “hu” diye salla hemen başını
Eğil, bükül, gerdan kır, al gitsin maaşını
Diyorlar ki; taç bile baş eğilmezse konmaz
Önünde eğilene kılıç bile dokunmaz
Dik durdukça bu başın devlet kuşu da konmaz
Bu dünyada kaide sallamaktır başını
El ovuştur, gerdan kır, al gitsin maaşını
Bir soğan soyulurken yaşarıyor da gözler
Hazine soyulurken aldırmıyor öküzler
Hayâdan eser yoktur nafile bütün sözler
Beyhude inat etme salla hemen başını
Uslu otur, dilin tut, zıkkımlan maaşını
Benim, Hasan Pulur’un yıllarca önce okuduğum bir yazısından hatırladığım kadarıyla bu şiir ve hikâyesi böyleydi ama yazımı yazdıktan sonra Genel Ağ’da çok derin olmayan bir sorgulamanın ardından okuduklarımdan iki şeye şaşırdım:

Bir: Abdullah Çağlayan’ın 1940’lı yıllarda Antalya’da Defterdarlık yaptığı.

İki: Maliye Bakanlığının Genel Ağ sitesine de bu şiirin konulduğu. Umarım Kemal Abi’leri huysuzlanmaz. Merkezdekiler böyle bir şey yapmazlar ama Kahramanmaraşlı kahraman yüreklilerden birileri “Ne olacak, adam sen de, kuru bir soğan işte” deyip geçmemişler ve Andırın Mal Müdürlüğünün sitesine yazmışlar.
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
alihoca (15-03-2007), serdarkus (02-03-2007)
Cevapla


Konuyu Toplam 1 üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Konu Seçenekleri Bu Konuda Ara
Bu Konuda Ara:

Gelişmiş arama yap
Modları Göster

Yetkileriniz
Yeni konu açabilirsinizdeğil
Yanıt gönderebilirsiniz değil
Eklenti gönderebilirsiniz değil
Mesaj düzenleyebilirsiniz değil

Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodları Kapalı
Gitmek istediğiniz klasörü seçiniz


Bütün Zaman Ayarları WEZ +2 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 09:49 .


Telif Hakları vBulletin v3.5.4 © 2000-2024, ve
Jelsoft Enterprises Ltd.'e Aittir.
Tercüme ve Tasarım : Arka & Bahce