Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::db_connect() should be compatible with vB_Database::db_connect($servername, $port, $username, $password, $usepconnect) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::select_db_wrapper() should be compatible with vB_Database::select_db_wrapper($database = '', $link = NULL) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Deprecated: Non-static method vB_Shutdown::init() should not be called statically, assuming $this from incompatible context in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 2294
Notlar - Arka BahÇe Forumu
Arka BahÇe Forumu  

Geri Dön   Arka BahÇe Forumu > Nadas Alanı > Dünya Hali > iç-dış politika
Kullanıcı ismi
Şifreniz
Kayıt ol SSS Üye Listesi Takvim Arama Bugünkü Mesajlar Bütün Forumları okunmuş kabul et


Konu Bilgileri
Konu Başlığı
Notlar
Konudaki Cevap Sayısı
143
Şuan Bu Konuyu Görüntüleyenler
 
Görüntülenme Sayısı
73054

Cevapla
 
Konu Seçenekleri Bu Konuda Ara Modları Göster
  #1  
Eski 02-03-2006, 22:33
alihoca alihoca bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 361/2464
166 Mesaj ına 2501 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Notlar

2 Şubat 2003-Barışa hâlâ şans var
//ABD'yi bu bölgeye getirmemek, Türkiye'yi sıçrama tahtası haline dönüştürmemek, Washington'un emperyal düşlerini boşa çıkartmak gerekiyor. Bu bakımdan, önümüzdeki iki haftayı, hükümetin, savaş tehdidini uzaklaştırmak için verimli biçimde kullanması şart.//
// 'veto' yetkili Fransa ile bu yılbaşında Güvenlik Konseyi üyeliğini devralan Almanya tereddüdü devam eden ülkeler... Rusya ve Çin, duruma göre, bir gevşeyip bir geriliyorlar... Savaşı engelleme için diplomatik manevralara hâlâ ihtiyaç var... //

6 Şubat 2003-Doğrular ve yanlışlar...
//Bir gün "Savaşa hayır" ve "Bizim için bağlayıcı olan BM güvenlik konseyi kararıdır" diye yattık, ertesi sabah "Savaşın başında yer tutmazsak sonunda masaya oturamayız" diye uyandık.//
//İlk doğru, Türkiye "Hayır" dediği ve kolaylık sağlamaya karşı çıktığı sürece, ABD'nin Irak'a yönelik niyetlerini gerçekleştiremeyeceği gerçeğidir…//
//1991'de, kuzeyden ikinci cepheyi Türkiye'nin açması söz konusuydu; Turgut Özal'ın planı dönemin Genelkurmay başkanı tarafından değil ABD tarafından bozuldu. Bugün de, ABD, Türk Silâhlı Kuvvetleri'nin Irak'a girmesini, Kuzey Irak'ta nâzım bir rol oynamasını istemiyor. Güneye kaydırılan birliklerimiz, göreceğiz, orada kalmaya devam edecekler…//
//Bu yüzden, "Savaşın başında yer almazsak paylaşım masasında yerimiz olmaz" görüşü boş bir hayaldir... //

7 Şubat 2003 - Korkularla nereye kadar?
// Başbakan Gül, savaşı önlemek için, bölgedeki beş ülkeyi ziyaret edip en üst düzey yöneticileriyle görüştü; o ülkelerin dışişleri bakanları İstanbul'da toplandı.//
// AB, bir hafta öncesine kadar, hemen her konuda tek ses çıkartan bir siyasî birlikti.//
// Geçen hafta beklenmeyen bir gelişme oldu ve İtalya, İspanya gibi ülkelerin başını çektiği sekiz AB üyesi ülkenin hükümet başkanları, teröre karşı mücadelesinde ABD'nin yanında yer alacaklarına dair bir bildirinin altına imza koydular... //
// Arnavutluk, Bulgaristan, Hırvatistan, Estonya, Latviya, Litvanya, Makedonya, Romanya, Slovakya ve Slovenya'nın dışişleri bakanları, kendilerini 'Trans-Atlantik câmiası' olarak gördüklerini belirtip 'terör şebekeleri' ve 'ellerinde kitle imha silâhları bulunan diktatörler'in tehdidine karşı omuz omuza durma gerektiğini kayıtlara geçirdiler... //
//İnisiyatife ilk başta destek çıkan Arap ülkeleri, şu yakınlarda kendilerini geride tutmayı tercih ediyorlar//
// Savaş lobisinin niyetlerini boşa çıkartmak, bir imparatorluğa dönüşme düşünü Amerika için kâbusa dönüştürmek hâlâ mümkün.//

9 Şubat 2003 - Musibetten hayır
// Türkiye, Washington'un kendisinden istediklerine direnerek de savaşı önleyebilirdi; bu gerçekleşemedi.//
// Başbakan Gül'ün 'barış inisiyatifi', Amerika'nın savaşından rahatsız olan Almanya ve Fransa gibi ülkelere de cesaret vermişti; Berlin ve Paris'ten çıkan savaş-karşıtı tepkiler biraz da Ankara'nın direnişi sayesindeydi... Dünyanın her tarafındaki barışçı eylemler de, "Ankara direnebilir" beklentisinden cesaret almaktaydı. Türkiye'nin kararıyla dengeler değişiyor;//
// Amerikan ve dünya kamuoyunun arkasından çekildiği bir savaşı başlatmak mümkün değildir çünkü. //

10 Şubat 2003 -Sağduyu ve barış umudu
// Fransa, Rusya ve Çin, BM güvenlik konseyinden çıkan 1441 sayılı kararın gereği olarak sunulacak denetleme kurulu raporunu, "Kitle imha silâhlarının varlığı kanıtlanmadı" diye veto edebilir...//
// Bu durumda, Irak konusunda esas sözün sahibi Türkiye olacaktır. Türkiye, daha önce sıkı sıkıya bağlı göründüğü "BM kararı olmaksızın ben yokum" tavrına geri dönerse, ABD ve İngiltere, Irak'a savaş açmakta zorlanacaktır.//

11 Şubat 2003 -Genel manzara
// ABD, tarihin en büyük askerî yığınağını bölgede gerçekleştirdi. Yanında sonuna kadar gitmeye hazır İngiltere ile mahçup destek veren sekiz AB üyesi, on kadar da Baltık ülkesi bulunuyor. //
// Almanya, Fransa, Rusya ve Çin, silâh denetçilerine daha fazla zaman tanınmasından yanalar; ABD ve İngiltere ise onların bu tavrına karşı çıkıyor. Buna karşılık, Almanya-Fransa, AB'yi çatlatan, NATO'yu işlevsiz bırakan bir tavırla Amerika'ya meydan okumaya kadar vardırdılar muhalefetlerini... Cepheleşme sürerse, dünya, 'Irak krizi' yüzünden, savaş çıkmasa dahi, çok farklı bir dünya olacak... //
// Bölgeye yığdıkları ve ay sonuna kadar bir misline ulaşacak askerî varlıklarıyla, savaşı, yeni bir BM kararı olmaksızın da başlatabilirler...//
// Türkiye, yoksa Washington ile Londra gibi, "1441 sayılı karar yeter" mi diyecek? "Hemen savaş" mı diyecek, "Barışa bir şans daha verelim" mi? Daha kestirme bir ifadeyle, Türkiye, ABD ile İngiltere'nin mi yanında yer alacak, yoksa Almanya-Fransa'nın mı? Aynı soru şöyle de sorulabilir: Türkiye, AB üyeliğinde ısrarcı mı olacak, yoksa ABD'nin bölgedeki temsilcisi mi? //

13 Şubat 2003 -Türkiye'nin tarafı
//... ABD, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşmuş ve genel hatlarını bugün de koruyan dünya sistemini bütünüyle çökertmeyi göze almadan Irak'a saldıramaz...//

14 Şubat 2003 -Türkiye'nin kıymet-i harbiyyesi
// Ankara, gelişmelerin pasif bir izleyicisi olarak kalamaz; devler çekişirken o da bu çekişmede taraf tutmak zorunda…Umarım, bayram, devlette stratejik planlama boşluğuna yol açmamıştır.//
//... Almanya'nın Fransa ve Rusya'yı da yanına alarak oluşturduğu 'red cephesi', BM'den çıkacak kararın 'veto' edilmesini de garantiliyor...//
// Ne kadar aksi iddia edilirse edilsin, Türkiye'nin kapsamlı oluru elde edilmeden, ABD, Irak seferini göze alamaz; Türkiye'nin aktif katılımı savaşın olabilirliği için asgari şart... Almanya ve Fransa, kendilerine özgü sebeplerle, ABD'ye karşı çıkarken, Türkiye'nin de "Hayır" diyeceği varsayımına dayanıyorlar...//
//Oysa, Türkiye, savaşın önlenmesinde, Almanya ile Fransa'nın başını çektiği 'red cephesi' ülkelerinden daha fazla etkili olabilecek bir ülke. Avrupa'da bir tek Türkiye'nin "Hayır" demesinin Washington'un savaş planlarını boşa çıkartacak bir kıymet-i harbiyyesi bulunuyor//

16 Şubat 2003 - Global sağduyu
// Türkiye sadece ABD'nin 'emperyal' düşlerine tek başına destek veremeyeceği için değil, BM'deki isyana dolaylı katkısı bulunduğu için de savaşa bulaşmaktan kaçınmak zorunda.//

17 Şubat 2003-Her yol mübah
//Tabloyu doğru okuyalım: Amerikalı savaş planlamacıları, kapalı kapılar arkasında çetin pazarlıkları da içeren yeni yöntemlerle 'uluslararası meşruiyet' arayışlarını sürdürürken, yanlarında kimseyi bulamasalar bile, Irak'a saldırmayı göze alabilecek gibiler..//
//'Nâfile çaba' ile geçireceği her geçen günün zararlarını artıracağını anlayan Bush yönetimine, "Zararın neresinden dönersen kârdır" atasözümüzü öğretmek de Türkiye'nin görevi...//

18 Şubat 2003 - Avrupa, Avrupa, duy sesimizi
// Savaş tamtamları çalınan bir ortamda 'barış inisiyatifi' başlatan Türkiye, savaş konusundaki global duyarlığın zirveye çıktığı şu sıralar, AB'nin Irak politikasını etkileme gücüne sahip... //
// Kopenhag'ta Türkiye'ye beklediğini vermekte ayak sürüyen bu iki ülke, ABD'nin ve AB'yi bölmeyi göze alarak başlattığı zorlama operasyonu sırasında yaptıkları yanlışı anlamış oldular... Türkiye'yi NATO'da 'dışlanmışlığa itme' amaçlı girişim de, yine son anda yakalanan sağduyu ile, boşa çıkartıldı. //
// AB, son Kopengah Zirvesi'nde, 'umursamaz' bir tavır sergileyerek, tatmin etmekten uzak bir noktaya oturttu Türkiye'yi.//
// Brüksel'deki görüşmeler ve sunum, bu hataların telâfisini sağlayacak yolda ilginç bir buluşmayı, getirebilir... AB bu şansı iyi kullanmalı. //

19 Şubat 2003 - AB kapısında Irak'ı konuşmak
//: Başbakan Gül'ün 'barış inisiyatifi', üç aşamalı bir girişim olarak planlanmıştı... Ancak, Türkiye'nin 'Irak pozisyonu'nu Avrupa'nın malı haline getirmesi, Kopenhag'daki yarı-sağır tavırlarını sürdüren Avrupa'nın bellibaşlı ülkeleri tarafından engellendi... //
// Dünde yazmıştım: Her şeyi belirleyecek olan, Türkiye'nin bu hafta alacağı tavırdır... //

20 Şubat 2003 - Nankör kim?
//. İçlerinden biri kendisine dayatılanları sürekli kabule zorlanan iki birim arasındaki ilişkiye 'ortaklık' demek çok zor. ABD, Irak'a dönük âcil ve uzun vâdeli niyetlerini Türkiye ile paylaşmadığı için, ilişki düzeyini 'stratejik' olarak tanımlamak da bayağı sorunlu... //
// Dün, Ak Parti lideri Tayyip Erdoğan'la ...Gazetesi yazarları olarak Irak sorunu üzerinde sohbet ederken, onun da bu tür baskılara muhatap edildiği hemen belli oluyordu.//

21 Şubat 2003 - Cevabı siz verin
//Benzer bir hayal kırıklığını, henüz tek kurşun bile sıkılmamışken, ABD desteğiyle Irak'ın yönetimine gelecekleri günün rüyasını yıllardır gören, bu sebeple her denilene "Evet" deyip durmuş Irak muhalefet cephesi liderleri yaşıyor.//
// ABD'nin, operasyona desteklerini şart gördüğü için yıllardır ilişkilerine özen gösterdiği 'Irak muhalefet cephesi'ni yarı yolda ve üyelerini kalbi kırık bıraktığını öğreniyoruz... Askerî operasyon için şimdilerde kur yaptığı Türkiye de, hele bir "Evet" desin, muhtemelen aynı âkıbete uğrayacak...
Daha başlangıçta 'halayık' muamelesi gören, heves alındıktan sonra 'eş' konumunu kazanabilir mi hiç? //

23 Şubat 2003 - Hey, orada kimse yok mu??
// Colin Powell, Türk hükümetinin, Amerikan askerlerinin Türkiye'de konuşlandırmasına dair yetki isteyen 'tezkere'yi gelecek hafta başında Meclis'e sunacağını da ilân etmiş... Oh, ne âlâ, ne âlâ... //
// ...Gazete yazarları olarak, son 48 saatin büyük bir bölümünü beraber geçirdiğimiz hükümet ve Ak Parti yetkilileri ile Meclis başkanından Amerikan basınının işaret ettiği türden bir gelişmeyi mümkün kılacak bir mesaj almamış oluşumuz...//
// TBMM Başkanı Bülent Arınç, hepimizin gözleri içine bakarak, "Meşru olmayan tezkere Meclis'ten geçmez" dedi. //
// Türkiye'yi dışarıda bırakan bir 'B Planı' bulunmadığı iyice ortaya çıkmışken, hükümet, İMF'li şartlarına bile "Lebbeyk" diyecek biçimde Washington'un suyundan neden gitsin? //

24 Şubat 2003 - Bir adım, bir adım daha...
//"Kana karşı para pazarlığı" biçiminde yansıtmakla yetinmedi Washington ve işbirlikçileri, "Kabul edin, yoksa 'B Planı' geliyor" blöfünü bile kullandılar... Ankara'nın resti görmesi bu ikinci taktiği de işlemez yaptı... //
// Bugüne kadar hemen her yerde sonuç almış olan 'psikolojik savaş' taktiklerini boşa çıkartan bir ustalıkla uygulanan bir politika bu. Bundan sonraki aşamada, beklenti, 'savaşsız çözümü' mümkün kılacak başarının mutlaka yakalanmasıdır. Galiba çoğu gitti, azı kaldı... //

25 Şubat 2003 - Ne savaşı bu?
// Malezya Başbakanı Mahathir Mohamad, 'Bağlantısızlar Hareketi' zirvesi vesilesiyle toplanan işadamları forumunda yaptığı konuşmada şu cümleleri sarf etti: "İslâm Dünyası Irak'a savaşı 'Müslümanlara karşı savaş' olarak kabul edecektir.//

26 Şubat 2003 - Ateştopu
// Hükümeti, sanki elindeki bir 'ateştopu' imiş gibi, Irak'a asker gönderme ve yabancı askerleri Türkiye'de barındırma konusunda yetki isteyen tezkereyi alelacele Meclis'e sevketmeye zorlayan da, besbelli, aynı türden baskılar...//
// Şunu iyi bilelim:
Savaş kararını ilk kim almış olursa olsun, savaşın fiilen başlamasında en büyük pay, TBMM üyelerinin olacak...//
// Dünyayı bir 'psikolojik savaş' alanı gören Washington'daki 'savaş lobisi' ne derse desin, Türkiye bu savaşı durdurabilir... Durdurmalıdır da... //

27 Şubat 2003 - Yazık ki, çok yazık...
// Demokrasi temsilî bir sistem... Belli aralıklarla seçim yapılarak siyasi iktidar oluşur; hükümet, ülkeyi, mevcut hukukî yapı içerisinde, yurttaşların verdiği yetki istikametinde yönetir//
// Ülkeyi dört yıl boyunca yöneten politikacıların şimdiki Meclis'te bulunmamasının da ortaya koyduğu gibi, toplumla bağını koparan siyasî kadrolar, sandıkta tasfiye edilmeye mahkumlar...
Ak Parti iktidarı, daha üçüncü ayında, temsil noktasında patinaj yapıyor... //
// Peki, demokratik olduğunu Washington'daki 'Şahinler'in bile kayda geçirdiği Türkiye'de, AKP milletvekilleri, hangi sebeple, Meclis'e getirilen tezkereye olumlu oy verecek//
// Meclis biraz daha ayak sürüse, tezkere konusu BM Güvenlik Konseyi kararına bağlansa, nefesi tükenmek üzere olan 'savaş lobisi'nin blöfü iyice ortaya çıkacak.//

28 Şubat 2003 - Savaş ertelenebilir
// Cumhurbaşkanı Sezer, önceki akşam, TBMM Başkanı Bülent Arınç'ı çağırarak kaygılarını onunla paylaştı.
Ak Parti yönetimi, iki kanaldan ulaşan mesajlara kulak verip, tezkereyi görüşmeyi, bugün yapılacak Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısı sonrasına ertelemeyi yeğlemiş olmalı...
Bu doğru bir tavır; Cumhurbaşkanı Sezer'in kaygısı çok yerinde. //
// Garip olan şu: Benzer durumlarda adının sıkça gündeme gelmesine alıştığımız "Yurtta sulh, cihanda sulh" sözünün sahibi Mustafa Kemal Atatürk, palas pandıras savaşa doğru yol aldığımız halde, şu sıralarda kimselerce hatırlanmıyor. Sloganlaştırılan sözü tartışma alanına taşıyana pek rastlanmıyor..//
//1991 ile 2003 arasında Türkiye'nin duyarlılıkları yönünden fazla bir fark yok; buna karşılık, "Bizim olmayan savaşta ne işimiz var?" diye soran bir sorumlu çıkmıyor. Oysa, Körfez Krizi'nde, dönemin Genelkurmay Başkanı, dönemin Cumhurbaşkanı ile ihtilâfa düşerek istifa etmişti... //

02 Mart 2003 - Sonraki kareye bakalım
// TBMM, tarihî bir oturumda, hükümetin sunduğu tezkereyi geri çevirdi. //
// Türkiye de ABD gibi 'demokratik' bir ülke ve TBMM, 'kuvvetler ayrılığı' ilkesine saygısını tezkere oylamasıyla ispat etmiş bulunuyor. Başbakan Abdullah Gül'ün yapması gereken, ABD başkanı George W. Bush'a, bu gerçeği iletmekten ibarettir... //
// İleride bugünleri yazacak olanlar, TBMM'nin uğursuz bir gidişi durduran cesur üyelerini de mutlaka kayda geçirecekler. //

02 Mart 2003 - Türkiye'nin kararı//
... Garip olan tezkerenin reddi değil, reddetmeye lâyık tezkerenin Meclis'in gündemine getirilmesidir... //
//"Türkiye'nin kararı" ABD'yi iki şıktan birini tercihe zorluyor. //
// Türkiye 'hayır' derse ABD 'B Planı'nı devreye sokar" diyorlardı; ilk şık, bu iddiaya uygun bir tavırla, İskenderun limanında dört dönen gemilerini Basra Körfezi'ne döndürmek veya Ürdün'e yığınak yaparak savaşı oralardan başlatmak...
İkinci şık ise daha 'şık': Irak'a savaştan bütünüyle vazgeçmek... //
// Türkiye bizi yanıltmadı; umarız ABD de yanıltmaz... //

04 Mart 2003 - Güven oyu
// Demirel "İktidar nimetlerinden yararlanan milletvekillerinin, hükümetin önüne getirdiği tasarı ve tezkerelere 'hayır' deme hakları bulunmadığını" ,söyledi…
Başkalarından mülhem olsa da, kendisinin geliştirip uzun yıllar sürdürdüğü bir 'demokrasi' mantığını savunuyor Demirel; oysa, Meclis'in tavrı, epey farklı bir 'demokrasi' anlayışının ürünü... //
// TBMM, tezkerenin reddini sağlamakla, bu 'bize özgü' siyaset anlayışına da karşı çıkmış oldu. //

05 Mart 2003 - Savaş pokeri
// Tezkere Meclis'ten hak ettiği cevabı aldı, ama kafa karışıklığı sürüyor…
Kararın, Türkiye'nin desteğini çantada keklik bilerek dünyayı fethe çıkanların önünü kestiğini, blöflerini açığa çıkardığını, savaş ihtimalini azalttığını pek fark eden yok..//
// Bundan ne anlıyorsunuz? Benim anladığım, Washington'daki 'savaş lobisi' ile birlikte hareket edenlerin, "Savaşa girin, yoksa..." dedikten sonra üzerimize kustukları bütün tehditlerin yalan, bütün söylediklerinin de 'blöf' olduğu... 'Savaş lobisi' ve içimizdeki uzantıları, bu tutum ve davranışlarıyla, dünyanın en büyük gücünü maskaraya çevirmekteler... //

06 Mart 2003 - İhtimal hesabı //
Irak'a saldırı" konusunun en çarpıcı yönü, ABD'nin, bu saldırısını Türkiye'de açacağı kuzey cephesiyle başlatma niyetiydi. Amerikalılar, "Türkiye olmasa da olur" diyorlar ve bir 'B Planı'nın varlığından söz ediyorlardı. Bugün de bir 'B Planı' konuşuluyor, ama epey cılız bir sesle//
// Bu sütunun sürekli okurları biliyor: Türkiye üzerinde baskıların yoğunlaştığı ilk günden itibaren, burada, "ABD'nin Türkiye'siz bir 'B Planı' yok" diye kimbilir kaç kez yazdık. "Bana off-the-record bilgi verenler, 'Ya iki gün içinde karar alırsınız, ya da gemiler güneye kaydırılır' dediler" türü ifadelerin dezenformasyon amaçlı olduğunu da çekinmeden yazdık, söyledik. Şimdiye kadarki gelişmeler, bu görüşümüzü destekliyor... //
// Bu analiz, Türkiye'nin kararında sebatkâr olması durumunda, savaşın ihtimal dışı kalabileceğinin umutlarını da içinde barındırıyor. Her ülkenin eline kolay kolay böyle bir fırsat geçmez; bunun değerini bilmek şart.//

07 Mart 2003 - Yolun yarısındayız
//Tezkerenin ret edildiği günden bu yana Türkiye'de garip bir hava esiyor: Savaşa karşı çıkmanın kötü sonuçları olacağına inanmamız isteniyor. Türkiye'nin çıkarı her şartta "ABD'nin yanında" durmaktaymış... Genelkurmay başkanı Org. Hilmi Özkök'ün son açıklaması da –maalesef– o havayı destekleyici bir çıkış olarak değerlendiriliyor..//
// ABD, Irakla savaşı başlatabilmek için BM Güvenlik Konseyi'nin kapısına gitti; çok ciddi bir muhalefetle karşılaşacağını bile bile... Üyelerini iştahlandırarak, korkutarak sonuç almaya çalışsa da, Güvenlik Konseyi'ni görmezden gelemiyor ABD...
TBMM tezkereyi reddetmekle, Güvenlik Konseyi'nin baskı altındaki üyelerine Washington'un iradesine direnilebileceğini göstermiş oldu. Konsey'in Irak'a yapılacakları içine sindiremeyen üyeleri, daha kolay "Hayır" diyebilirler bundan böyle. //
//'Savaş lobisi'nin tereddütü dünyaya nefes alma imkânı sağlıyor... Lobinin zorladığı savaşın neye mâl olacağını daha iyi görüyor kitleler ve saflarını sıklaştırıyorlar..//

09 Mart 2003 - Budala değilsek...
// Bu kez ikili bir hayırlı sonuç almak mümkün: 'Global 28 Şubat' mantığıyla yürütülen ve bütün dünyayı dize getirmeyi amaçlayan 'post-modern savaş', bizim tarafımızdan daha başlamadan sona erdirildiğinde, sadece Washington'da ipleri ellerinde tutan 'savaş lobisi' gerilemeyecek, Türkiye'deki demokratik yapı da bu davranışla güçlenecek... TBMM 'olgun' bir demokratik kurum olduğunu ispatlayacağı ve Türkiye savaşı durduran ülke haline geleceği için... //

10 Mart 2003 - Tüylerim diken diken
//... Bir başkasıyla elele, kendisine ait olmayan bir eve girip perdeleri çeken eşinin kendisi aldattığına bir türlü inanamayan aptal kocaya benziyor halimiz... İskenderun limanından çıkarak resmen 'üs' olmayan yerlere silâh ve mühimmat taşıyan TIR'larla konteynırları "Dur bakali ne olacak?" hayretiyle izliyoruz... Ne olabilir; böyle giderse, gafletimiz yüzünden savaş patlayacak elbette...//
// Bir yabancı gücün bir ülkenin topraklarında konuşlanması iki şekilde olur: Yabancı güç, bir ülkeye, hukuk çerçevesinde verilmiş izinle girer veya izin alma ihtiyacı duymaz, tecavüz eder... Tecavüz, bütün hukuk düzenlerinde, savaş sebebidir... //
// Basite alınmayacak 'fiilî bir durum' söz konusu. TBMM başkanı Bülent Arınç'a, "Tüylerim diken diken oluyor" dedirten cinsten bir durum//
// Bayram ziyaretine gidilen evin kapısını kırma hakkını kim kimden aldı?//

11 Mart 2003 - Dananın kuyruğu
// Washington Irak'a 17 Mart tarihine kadar ültimatom verdi; aynı süre içerisinde BM Güvenlik Konseyi'nin de bir karara varmasını istiyor. Washington'un Türkiye'den talebi de, 17 Mart'a kadar ikinci tezkerenin TBMM'den geçmesi... //
//Washington'da ipleri elinde tutan 'savaş lobisi'nin sinirlerinin gergin olduğu dikkatlerden kaçmıyor. Bunun en büyük sebebi, blöfünün TBMM tarafından görülmesi... Ankara'ya birkaç kez mühlet veren Washington, TBMM'nin ikinci tezkereyi geri çevirmesi üzerine, Doğu Akdeniz'de bekleşen gemilerini güneye göndermedi. ABD'nin "Türkiye'siz bir B Planı" olmadığı böylece ortaya çıktı. Oysa, 'savaş lobisi', sanki gerçekmiş gibi, "Tezkere ret edilirse, Kuzey Cephesi olmasa da savaşı başlatacağız" deyip duruyordu.//

12 Mart 2003 - Tayyip Erdoğan, başbakan
// Kendisiyle ilgili her değerlendirmede mutlaka belirtildiği gibi, Tayyip Erdoğan, gerçekten 'karizmatik' bir lider. Bunun kabaca anlamı, insanların, ona, başkalarından daha fazla değer atfetmesi demek. Ancak, Tayyip Erdoğan'da 'doğal karizma' ötesine geçen başka özellikler de kolayca fark edilebiliyor: Kadrocu... Konuları bilenlere danışmanın öneminin farkında... Sorumluluk bilinci yüksek... Risk almaktan kaçınmıyor... Yanlışta ısrar etmediği gibi, doğruyu keşfettiğinde hemen sarılmaktan da çekinmiyor... //

13 Mart 2003 - Tarzan zorda
// Washington, silâh ve ekonomik gücüne güvenerek, dünyayı karşısına alma pahasına, 'İkinci Roma' mâcerasına atılabilir; ancak 'savaş lobisi', bu mâcera sonunda, kendilerini uluslararası mahkeme önünde bulabilirler...//

14 Mart 2003 - Eski hastalık hortluyor
// Sözün kısası, savaş, Amerika'da bazılarının kabul ettirmeye çalıştığı gibi, bir 'Yahudi Planı' değil... //
// İsrail, ABD ile olan özel ilişkisini kullanarak, George W. Bush'a, "BM kararı olmazsa savaşı unut" aklını vermelidir.//

18 Mart 2003 - Savaşın mağlubunu ilân ediyorum
// Eğer dediklerini yapar ve savaşı başlatırlarsa, ilk kurşun atıldığında, ABD ile İngiltere'nin dünyanın gözünde düşecekleri mağlubiyeti ilân edebiliriz.//

19 Mart 2003 - Neden?
// Yeni hükümetin ilk icraatı TBMM'nin reddettiği 'ikinci tezkere'yi yeniden zorlamak olacağa benziyor…
Unutulmaması gereken gerçek şu: Washington ne kadar üst perdeden atıp tutarsa tutsun, çıkardığı tezkereyle savaşı fiilen başlatan Tayyip Erdoğan hükümeti olacak… //
// ABD'nin Türkiye üzerinde ısrarı, 'savaşın nasıl olsa çıkacağını' değil, 'savaşın Türkiye olmazsa çıkamayacağını' ispat ediyor. //
//"Türkiye katılmazsa savaş çıkmaz" tezimizin doğru olmadığını bir an düşünelim. İddia edildiği gibi, ABD, Türkiye'yi 'kara kaşı kara gözü' için seviyor olsun ve Ankara destek çıkmasa bile savaşı başlatabilsin… Böyle bir ihtimalin varlığı Türkiye'nin savaşa taraf olması için gerekçe teşkil eder mi? //
// Hükümet 'ikinci tezkere'de ısrar eder TBMM de "Evet" derse, bu gelişmede payı olanlar, sadece adaletsiz bir savaşı başlatmış olmakla kalmaz, 'uluslararası meşruiyeti' bulunmayan savaşın yol açacağı hukukî sorunların müteselsil sorumlusu haline de gelirler... //

20 Mart 2003 - Tezkere ne anlama geliyor?
// Hükümetin yeni tezkeresi Washington'daki 'savaş lobisi'ne muazzam bir destek teşkil edecek... Hele TBMM'nin tezkereyi onaylaması, 'uluslarararası meşruiyeti' bulunmayan projenin derhal yürürlüğe konulmasına yol açacaktır.
İmzaların ve oyların anlamı budur.
.. //

21 Mart 2003 - Bağdat'a düşen bombalar
// Sabah Bağdat üzerine yağan bombalar, geceye girilirken daha da yoğunlaştı. ABD, savaşı hava harekâtıyla başlatmış oldu.//
// Elbette, Washington "Savaş başladı" dediğine göre savaşın gerçekten başladığını bizlerin de kabul etmemiz gerekiyor. Bu kabulün pratik bir sonucu olması kaçınılmaz: ABD'ye sağlayacağı her yeni kolaylık Türkiye'nin de 'savaşa katılması' anlamını taşıyacak...
Washington, savaşı gerçekten başlatmak için, TBMM'nin kararını bekledi dün bütün gün...
Umarız Türkiye dünkü oylama yüzünden ileriki günlerde pişmanlık duymaz. //

24 Mart 2003 - Gerçek 'modele' doğru
//Evet, savaş bir siyasî sorun olarak ülke gündemine girmeye başladığı günden buyana, hükümet, çok düz bir çizgi izleyemedi. Daha en baştan "Türkiye'nin bu savaşta yeri yok" diyebilmeliydi. Üslerin genişletilmesine, hava koridoru açılmasına izin verilmemeliydi.//
// Türkiye'nin tavrı, hiç kuşkunuz olmasın, hâlâ sağlıklı düşünebilen Batılı çevrelerde ülkemizin değerini artırdığı gibi, esas etkisini bizimle ortak değerlere sahip coğrafya üzerinde gösterecektir.//

25 Mart 2003 -Yol ayrımı
// ABD'nin Irak'a saldırısıyla ortaya çıkan manzara ne? 'Truva atı' olduğu sanılan Türkiye, ABD'nin emperyal heveslerine "Hayır" diyebilmişken, bir hafta sonra AB üyeliği başlayacak Orta Avrupa ülkeleri, haksız ve adaletsiz savaşında, ABD'nin yanına koştular..//
// Türkiye'de geleneksel elitler, şu kısa sürede anlaşıldı ki, hükümeti istedikleri yöne sevk edemediler… Geleneksel etkileme mekanizmalarının nefesi yetmedi, korkutma ve sindirme işe yaramadı, sonunda milletin çoğunluğunun istediği istikamette bir politika benimsendi. Bu olağanüstü önemde bir gelişme..//

26 Mart 2003 - Yiğitliğin altın kuralı
// ABD üniversitelerinde yuvalanmış, Ortadoğu'yu, İslâm'ı ve Müslümanları iyi tanıdığı varsayılan -bazısı bu bölgenin insanı- uzmanların bilgilendirdiği Pentagon, Amerikan askerlerinin, Irak halkı tarafından alkışlarla karşılanacağını sandı.//
//İlk haftası dolduğunda, Pentagon'daki hesaplara tam uymayan bir savaş görüntüsü iyice belirginleşti. Bu, elbette, Amerika ile öteki güçlerin savaşı kaybedecekleri anlamına gelmiyor; ancak, Irak halkının kolay teslim olmayacağına ve bu yüzden savaşın daha da kanlı ve çirkin hale gelebileceğine işaret ediyor..//

28 Mart 2003 - Yalana dayalı haksız savaş
// Irak'a karşı başlatılan savaşta birinci hafta doldu, ikinci haftadan gün almaya başladık... Irak'ın beklenenden çok ileri düzeyde bir direniş gösterdiği ortada; ancak hangi ülke vatandaşı 'işgal' anlamı taşıyan bir askerî operasyona direnmez?//
// Türkiye bu savaştan mümkün olduğunca uzak durmalı. //

30 Mart 2003 - Bu savaş durmalı
//Vietnam'da nice sonra suyüzüne vuran 'gerçekler', arada gerçekleşen 'iletişim devrimi' sayesinde, Irak'ta şimdiden sırıtmaya başladı. Daha da önemlisi, operasyon başında kendilerini 'kurtarıcı' görme eğiliminde olan komutan ve askerlerin, iyice sırıtmaya başlayan 'işgalci' konumu yüzünden, savaşma iştahını da kaybetme ihtimalidir. Yorulma, bezme belirtileri bunun işareti... //
// İkinci tezkerenin reddi ABD'nin istediği güçte bir kuzey cephesi açmasını engelledi, ama Türkiye'deki iktidarı da hareketsiz hale getirdi…ABD ile ilişkilerin bozulacağına inandırılan iktidar, o gün bugündür, öncesinde "Savaş çıkmasın" diye sarf ettiği çabaların asgarisi için şimdi kılını kıpırdatmıyor... Oysa, Türkiye'nin esas şimdi hareketli olmasının zamanı..//

01 Nisan 2003 -Savaş üzerine düşünceler...
// Yanlışlığı yeni yanlışlarla sürdürmenin bir yolu da, iyi gitmeyen savaşı başka ülkelere yaymak olabiliyor. Vietnam'daki kirli savaşta, Amerikalı karar vericiler, her köşeye sıkıştıklarında yeni bir cephe açmayı çıkış yolu olarak gördüler: Kamboçya, Laos... Her 'yenilgi' görüntüsünü 'daha fazla şiddet' takip etti...//

02 Nisan 2003 - Başarı ve mâzeret
//Türkiye kolaylık sağlamasa da olur, bizim 'B Planımız' var" diyorlardı; 'B Planı' denilenin güney cephesiyle yetinmek olduğu anlaşıldı. Plana göre, Amerikan-İngiliz ortak kara ordusu bir hafta içerisinde Bağdat'a ulaşacaktı; bir haftadır çakıldıkları yerden füze ateşiyle yetinmek zorundalar//
// Sonuç, kendisini bir 'savaş makinası' haline dönüştüren ABD ve İngiltere cephesi açısından hiç parlak değil..//
// Biraz 'erken' bulsanız bile yazmadan edemeyeceğim: Eğer ABD'deki askerî tesislerde henüz yoksa, Pentagon dahil her karargâha, şu gerçeğin herkesin göreceği bir levha haline getirilip asılmasında yarar var: "Hiçbir mâzeret başarının yerini tutamaz..."

03 Nisan 2003 - Savaşı İngiltere'de izlemek...
// Amerikan ordusu Bağdat'a yaklaştı, savaş bundan sonra kaçınılmaz biçimde daha da şiddetlenecek... Irak'ta yaşanan trajediler, medyası olan-biteni gizlemeye çalışsa da, İngiltere'yi, bu savaşta 'savaşçı' cephenin yumuşak karnı olarak tutmaya devam ediyor. Savaş cephesi çatlayacaksa, bu, İngiltere'yi cepheden çekilmeye zorlayacak gelişmeler sonucu yaşanacak... //

05 Nisan 2003 - Son kare
// Esas sorulması gereken soru şu: Hükümet nasıl oldu da bu noktaya geldi; Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül ve arkadaşları, kendi hâne halklarının gözyaşını artıracak bir siyasî tavrı nasıl benimseyebildiler? //
// Üslerin modernizasyonuyla ilgili ilk tezkereyi çıkartan bu hükümetti; o tezkereyi asker bulundurma ve hava koridoru kolaylıkları sağlamayı amaçlayan ikinci ve üçüncü tezkereler izledi..//
// Ağlatması gerekenleri güldüren, kendi hâne halklarını ağlatan bir hükümetin doğru yolda olduğu nasıl söylenebilir? //

06 Nisan 2003 - 'Koalisyon üyesi'
// Irak Savaşı'nda ABD ile 'koalisyon' halinde. Beyaz Saray internet sitesine girildiğinde, 21 Mart 2003 tarihli 'Koalisyon ülkeleri' listesinde yer alan 40 küsur ülke arasında Türkiye'nin de bulunduğu görülecektir.//
// Sadece 'hava koridoru' açmakla sınırlı değil desteği, İskenderun limanından giren gemilerin yükleri TIR'larla Kuzey Irak'a Türkiye topraklarından sevk ediliyor; 'lojistik destek' denilen bu.//
// Hükümetin 'koalisyon üyesi' olmayı tercihi, şimdilerde pek ifade edilmiyor ama, 'Saddam-sonrası Irak' yeniden yapılanırken masada oturma hevesiyle ilgili olmalı.//

08 Nisan 2003 - Doğruya doğru, eğriye eğri
// İran dışişleri bakanı hafta sonu Abdullah Gül'ün misafiri olarak Ankara'daydı; Abdullah Gül, bu hafta içerisinde Suriye'ye gidecek.//
// Aralarında ciddi görüş farklılıkları bulunan Türkiye ile Suriye ve İran'ı beraber hareket etmeye sevk edecek kadar önemli bir amacı var bu mekanizmanın: Kuzey Irak'ta istenmeyen gelişmelerin önünü kesmek... //
// ABD, Ortadoğu'yu düzenleyici güç olma özelliği kazandı. Irak'tan nasıl bir yeni yapı çıkacağına Washington karar verecek; başka hangi hedeflere saldırılacağına da... Durum böyle olduğuna göre, Türkiye, Suriye ve İran'ın arzuları fazla bir önem taşımıyor... //
// Aslında, Washington yönetiminin BM'yi devre dışı bırakması sonrasında, kendisinden 'kopma' beklenen 'Batı' da kalmadı... Herkes, her ülke Washington'a bakıp hizaya geçme çaresizliğinde... //

09 Nisan 2003 - Makûs talih
// Beş aylık serencamını özetlemek gerekirse, hükümetin, bir bölümü anlaşılabilir 'şartlar' yüzünden, ekonomide ve dış politikada yalpalamalar geçirdiği söylenebilir...//
//Dünyanın kaderi, Ak Parti iktidarı döneminde yeniden belirlenecek...
Dünyadaki gelişmeleri olumlu biçimde etkileyemezse bu hükümet, dünyadaki gelişmeler ülkemizi olumsuz biçimde etkileyecektir..//

10 Nisan 2003 - Sona doğru...
// Henüz 'beyaz bayrak' çekilmedi, ama savaşta sona doğru yaklaşıldığı da belli..
ABD ile Irak askerî açıdan birbirine asla rakip olamayacak iki ülke; gücü olan en sonunda güçsüzü yenecekti, yeniyor işte...//
// Irak'a baktığımızda gördüğümüz Amerikan savaş makinasının önünde durabilecek bir güç herhalde dünyada yok...//

11 Nisan 2003 - Savaş yüzsüzleri
// Türkiye'de, daha düne kadar, sözlerine, "Biz de savaşa karşıyız, ama..." diye başlayan bazıları, Firdevs Meydanı'ndaki Saddam heykelinin yıkılmasıyla birlikte, hiçbir şart ileri sürmeksizin "Biz savaşa karşıyız" diyenlere karşı saldırıya geçtiler.//
// Kafası karışan milletvekilleri, oylamanın 48 saat ertelenmesinin sağladığı zaman aralığında Milli Güvenlik Kurulu'nun (MGK) kendilerini rahatlatmasını bekledi. MGK'dan yapılan iki satırlık açıklamanın sebep olduğu hayal kırıklığı tahmin edilebilir.//
// Türkiye, –savaşın aldığı biçime baktığımızda hiç de gerekmediği ortaya çıkan– 62 bin Amerikan askerinin topraklarında konuşlanması dışında kendisinden beklediği her kolaylığı Washington'a sağladı zaten.//

13 Nisan 2003 - İtiraf ediyorum
// Olsun. Ben kendi hesabıma itiraf ediyorum: "Washington'daki savaş lobisinin, kuzey cephesini açamayacağını anlarsa, hesaplarını yeniden gözden geçireceğini düşündüm; bunun da savaşı engelleyeceğini... Yanıldım. Kuzey cephesini açmadan da savaşı başlattı Washington'daki şahinler..."
Benimki mâsum ve -emin olun- kimseye zararı dokunmayan, doğru çıksaydı insanlığa yararlı olacak bir konuda yanılgı...//
// Biz siviliz, askerî konularda yanılmamız doğal… Peki, o zaman, kuzey cephesi için Türkiye üzerinde neden o denli büyük baskı uygulandı?//
// İşte itiraf ediyorum; "Kuzey cephesi açılmazsa savaş başlamaz, Türkiye direnmeli" tezimde yanıldım..//

….

Bu araştırmada;
Bir fikri hareket içinde;yorumlama,yönlendirme ve yönetme konusunda,mensubu olduğu halk kitleleri kadar hükümet üzerinde de etkili ve yetkili olduğu söylenebilecek bir KANAAT ÖNDERİMİZ’i kendi yazdıkları ile sınırlı olmak üzere ele almaya çalıştım.

Sıcak gelişmeler karşısında;satırlara yansıyan,tarihi etkileyebilme istek ve heyecanını,kırgınlık ve kızgınlığı hatta sevinç,düş kırıklığı ile hüznün izlerini görebilmek mümkündür.

Her ne kadar bir kişiyi incelemiş olsak da,siyasi yelpaze içinde ele alınabilecek tüm kanaat önderlerinin çok farklı yada daha iyi olduğunu da iddia etmediğimin bilinmesini isterim.

Sadece;bilgi,bilinç,seçim ve tercihleri ile her fırsatta hor gördüğümüz toplumumuzu,yönelten Kanaat Önderlerimiz hakkında da genel bir fikir vereceğini umuyorum.

Saygılarımla
Alıntı ile Cevapla
alihoca kullanıcısına teşekkür edenler
Ceenk (06-03-2006), chem73 (04-03-2006), cuofoqove (07-01-2021), eeyobijola (25-10-2020), eficojilahode (21-09-2020), ideoluwij (20-09-2020), inumoyiuve (22-09-2020), isuecaxeqci (21-09-2020), onuqihasituri (27-09-2020), Süvari (03-03-2006), Timothyexope (29-10-2022), tivrobolabida (20-09-2020), usekezbobaxi (03-10-2020), uyaayuyovu (11-12-2020), zatofwi (25-12-2020), Ömmes (06-03-2006)
  #2  
Eski 03-03-2006, 09:45
AnnE - ait Avatar
AnnE AnnE bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Bulunduğu Yer: Suriçi
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 606/518
314 Mesaj ına 5526 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Kıkırdak

Hocam ;

Ben bu kanaat önderi tanımından ilk duyduğumdan beri sıtkımı sıyırmışımdır.
TDK sözlüğünde kanaatın anlamına bakarsak :

1 . Elindekinden hoşnut olma durumu, kanıklık, yeter bulma, yetinme,fazlasını istememe, doyum.
2 . Kanma, inanma.
3 . Kanış, kanı, inanç, düşünce

denildiğini görüyoruz.

Bu ''önderler'' 'e politik olarak baktığımızda kelimenin üçüncü anlamını , sosyal olarak bakınca da birinci ve ikinci anlamını kullanmak gerektiğine kanaat getirmekteyim.

Senin Tezkereden Irak Savaşı'nın başlamasına kadar geçen sürede malum kemiksiz müslümanın omurgasızlık süreci ile ilgili akademik derlemene bakınca da bu görülmekte.

Bu herifler , aslında çapsız ve akılsız ve bilimden nasibini alamamış politikacılara yol göstermek üzere koyuldukları işlerde rüzgarın yönüne göre her daim popüler kalmanın yolllarını bulurlar ve o aptallar sayesinde de bunu becermekte bir sorunla karşılaşmazlar.

Bu meslek erbabının toplumu yönlendirdiği yahut biçimlendirdiği hatta yol gösterdiğini söylemek ise bir başka safdilliktir.

Okumayan, düşünmeyen, pragmatist topulmlar, toplumsal yarardan önce ve sadece bireysel yarar peşindedirler.Ve onlar sadece bireysel yarar sağlayacak konu ve kişilerle ilgilenirler.

Musluk kimlerin elinde ise bu kemiksiz önderler onlara kanaat oluşturmaya soyunurlar.

Mesela, adı geçen şahsiyetsiz şahıs Özal, Demirel, Çiller, hatta Ecevit, nihayet Tayyip sürecinde adı geçenlere fikir satmayı pekala becerebilmiş, sosyal açıdan bakarsak da onlar ve onlara servis yapanlar tarafından da gündemde tutulmayı becerebilmiştir.Topluma verdiği nedir sorusu bende cevapsız.

Bu mesele bir yana dünyada en çok duyduğum ve en sevmediğim kelime olan SAVAŞ meselesine gelir isek , en somut tarafı ile , tezkerenin onaylanıp bizim Kuzey Irak ta USA ile ortak olmamızın bize sağlayacağı pragmatik politik yararlar ile toplumun fayda/zararı ayrı bir tartışma meselesidir ki , senin yukardaki akademik derlemenin üzereine burada gölge koyacağı için tarafımda ertelenmiştir.

Sevmediğim yazarlardan birine ait aşağıdaki yazının kanaat önderliği meselesine hoş bir yaklaşım olduğu kanısındayım :

http://www.vatanim.com.tr/root.vatan... oryid=4&wid=1
Alıntı ile Cevapla
AnnE kullanıcısına teşekkür edenler
abiyisepi (26-12-2020), aezogufenieb (29-09-2020), alihoca (03-03-2006), edpekkewocic (28-09-2020), ijeetodr (21-09-2020), oebatec (20-09-2020), qojovahox (10-01-2021), TwoRug (29-06-2020), ufilohakoe (28-09-2020)
  #3  
Eski 06-03-2006, 03:12
Ömmes - ait Avatar
Ömmes Ömmes bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 66/151
31 Mesaj ına 225 Kere teşekkür edildi
Tanımlı

Hocam "kanaat önderi" lafını görür görmez, benim için bu lafın temsil ettiği kavramla özdeşleşmiş Allah eksikliğini göstermeyesice yazarın çok meşhur yazısından bir iki pasajın bu başlığa layık olduğunu düşündüm. Hatırlarsan bu yazarımız o zamanlar çok müthiş olan ve bugün de aynı müthişliği sürdüren arkadaşıyla beraber başka bir yazarımızla bir "öteki Türkiye" polemiğine girişmişlerdi. Mevzuyu bilmeyenler (sanmam yoktur ama) lütfen yazının tarihine dikkat etsinler.

18 Şubat 2001 Pazar

Yaşasın öteki Türkiye!


... Ajitasyon önce 'Öbür Türkiye' ile başladı, sanki stabilizasyon ortamında gelir dağılımı düzeltilebilirmiş gibi, sanki gelir dağılımı bozukluğu bilinmiyormuş gibi. Sonra devam etti, 'IMF çok kötü' feryatları ile ve Stiglitz destekli. Sonra bir 'globalleşme karşıtlığı' furyası yaşandı. Sonra da IMF emek ve üretim düşmanı feryatları ortalığı sardı. Sonra da bu 'IMF anlaşması zaten gerekmiyordu' safsatası. En sonunda da cari denge açığı büyür, döviz biter, devalüasyon olur, batarız yalanı!

...

Bu hikayeyi biliyoruz. Ama Türk ekonomisi bu sıkıntılardan üç-beş ay içinde kurtuluyor. Ve yılın ikinci yarısı bu nedenle rahatlama ile geçecek. Ama ajitasyon ekibi iş başında! Kasım ayında döviz krizi çıkartılamadı, hiçbir zaman da çıkartılamayacak da, önce 20 Şubat ihalesi tatavası gündeme geldi, bunu bu hafta başarı ile atlatacağız. Ondan sonra temmuz ayında 'döviz kuru rejimi değişikliği dövize hücum ve devalüasyon yaratır' safsatası gündeme gelecek. Turistlerin geldiği dönemde bu sorun tabii ki sorun değil, ama ajitasyon farklı bir şey! Bu tatavalara ek olarak 'koalisyon bozulur, program durur, stabilizasyon çöker, batarız' senaryosu veya 'Bülent Bey stabilizasyon çıkartamaz' senaryosu hep mevcut.

...

Antalya'da CU sigorta şirketinin
(rahmetli olduğu için adını yazdım) yıllık toplantısında ... Konuşmacılardan biri de şöyle dedi. 'Başarısız insanlar sadece nereye gitmek istediklerini konuşurlar, ama konuşur, dururlar. Başarılı insanlar ise oraya gitmek için düşünür, taşınır, çözüm üretir ve icraat yaparlar. Şikayet etmezler. 'Bundan daha doğru bir yaklaşım olmaz. O gençlere teşekkür ettim ve onlara 'öteki Türkiye' adını koydum. Aralarında hiç dinozor, ajitatör ve şikayet makinası yoktu. Ekip olarak işlerine bakıyorlardı, başarıya koşmaya da azimliydiler. 'Yaşasın öteki Türkiye' demekten başka çarem yok!

Bu arada o konuşmacının bugün ne işle iştigal ettiğini, ama daha ziyade eski adamların vergi dairesi kapısında görüp yanındaki torununun kulağını çekerek "büyü de şöyle alengirli bi laf et lan hayırsız" diye azarlayacağı türden özlü sözleri (bullshit yeterli olur heralde) dinleyenlerin bugünlere hangi süreçlerden geçerek ulaştıklarını merak ettim.
Alıntı ile Cevapla
Ömmes kullanıcısına teşekkür edenler
alihoca (06-03-2006), asuvinliga (02-10-2020), BinRug (05-06-2020), DeciRug (12-10-2020), doisawan (20-09-2020), eatidov (24-12-2020), efoduyepevez (21-09-2020), fuxqaliwau (22-09-2020), inaycfejuba (30-09-2020), ivariajkidi (04-10-2020), obuyumowa (21-09-2020), oqucosucowihi (22-09-2020), urusibofi (21-09-2020), wagoqutax (31-10-2020)
  #4  
Eski 06-03-2006, 10:47
alihoca alihoca bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 361/2464
166 Mesaj ına 2501 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Cetvel

Bilenler bilir;

İdealizm duygusunu yitirip, yitirtenler hakkında bir istida dilekçesi bile veremeyen yarımdan az hoca olarak,şimdiye kadar eğitim öğretime değinmemeye,tartışmalarına ise katılmamaya özen gösterdim.Son yıllarda aynaya baktığımda öğretmen olduğumdan gurur duyacağım işler yap(a)madığım için sağda solda hocayım filan demekten de sakınır oldum.

Konuya evveliyatından başlayalım ki, böylece az da olsa tarihçiliğimizi de ifşa edelim. Aile efradı ile ilgili hallere, azıcık elkızı eli, biraz rakamlar ve çıkarlar girdiğinde hepinizin başına gelenler vakti ile benimde başıma geldi. Gelince de bavulu hazırlamak bize düştü. Hiç unutmam uğurlayıcısız bindiğim otobüs ile eş zamanlı gözyaşları da harekete geçmişti. Sulu gözlülüğümü bir yana koyup devam edelim. İstanbul yolunda, para pul değil huzur dilerken, sağlık dilemeyi unuttuğumu da hatırlıyorum. Dilek dilerken bile yaptığım yanlışın acısını sonradan misli ile çektiğimi de hemen not edeyim.

Yıllarca hakkında ürkünç hikâyeleri dinleyip İstanbul’a indiğimde korkunun tetiklediği bir halimde yoktu. On onbir yaşlarında belediye sinemasında seyrettiğim filmlerinde etkisi ile hep Avrupa düşleyen biri olduğum için, acı gurbet gibi bir önyargım yoktu diyebilirim. Lakin belki gelişimdeki yaralı iç halim, belki bir kış sabahı soğuk puslu Harem görüntüsü karşısında ki hissettiklerimi tahmin edebilir misiniz bilmem? Her ne kadar yaşadığımız bölgenin cin alisi sayılsak da, milyonlar içinde ki çaresiz bir yapayalnız duygusu ile baş etmek hiçte kolay değildi.

Şişli yakınları Kuştepe civarında bir bankacı arkadaşla beraber kaldığımız evi de biraz anlatayım. Ev kirasının bana düşen kısmı o günkü maaşımın yarısı olduğunu bilmem söylemeye gerek var mı? Roman kardeşlerimizin çiçekçilikle iştigal edenlerinin çoğunluğu oluşturduğu bir sokakta idi dairemiz. O sokakta oturan insanlarımızdan kalan güzel anılar ayrı bir fasıl olsun. Plan proje hak getire diyebileceğim eciş bücüş bir yapının dördüncü katında oturuyoruz. Katımıza ulaşabilmek için ise diğer katların salon, mutfak ve banyolarının kenarından geçiyoruz. Aslında koyun koyuna diyebileceğim bir sıcaklıktan şikâyet ettiğim sanılmasın. Sadece vakitli vakitsiz iniş ve çıkışlarda istenmeyen durumlarla karşılaşmamak için gür sesle öksürerek ve geldiğinizi duyurabilecek ayak sesleri çıkartmamız gerektiğini vurgulamak istemiştim.

Şimdi bunu yazdık diye; Ne gördün? Ne duydun? diye münafık soruları aklınıza getirip günaha girmeyin sakın. Benim ki bana yeter. Sebep olup bir de Sizin günahınızı çektirmeyin bana, lütfen.

Yarısı toz kaplı eski püskülerin yığılmış olduğu çatı katındaki dairemizin, çatı ve kiremit kısmı olmadığı için, yazları kese yapmaya, kışları ritmik damla sesleri ile akmaya çok müsaitti. Bahar ve yazları ile birlikte toz ve sıcağın etkisi ile her türlü haşaratın başmisafirlerimiz olduğunu da eklemeliyim. Öğleden hemen önce ikili eğitim yapan ilk ve son okuluma gitmek için evden çıktığımızda önce soyunup iyice bir silkelenmem gerektiğini de yazmamak olmaz. Bu sayede Karaköy alt geçitte haşarat ilacı satan esnaflar ile tanışmamız, çevremizin gelişmesine katkıda bulunarak sosyalleşmemizi bile sağladığı için nankörlük edip kızmak yerine hafiften şükran duymak bile gerekebilir.

Yüz dönümü aşan arazisi ile köyün ağalarından sayılıp, şehirde lokanta işletmeciliği yapana; paranızın da,malınızın da,mülkünüzün de deyip çıkanın evinde eşyası mı olurmuş?El cevap,olmaz tabii ki.masa yerine portakal sandığı,sünger bir yatak,taşıyıp getirebildiği bir iki çuval kitap,çızgılı Sümerbank pijaması,bir iki alüminyum tas tabak ve bir piknik tüpü neyine yetmez ki…

Şimdi bu satırları okuyan Arka BahÇe Dostlarımın; ulan! bu kadar acındırmaya yardım etmesek de olmaz.Diye düşünenleriniz bile vardır kim bilir.Yok yok,mesele o değil içiniz rahat olsun.O zamanlar içinde bulunduğum ruh hali içinde bırakın yardım almayı,öğrencilerimden başlayarak Ülkemi kurtaracağıma inançlı bir adanmışlıkla,yaşadığım zorluk ve çirkinliklere odaklanmak yerine,insanlara ne katkı yapabilirim arayışında idim.

İki vasıta ile okula ulaşıyormuşum, yatsı ezanında ancak evde olabiliyormuşum, yemek,yiyecek,bulaşık,ütü gibi dertler varmış umurumda bile değildi inanın.Okula giderken,bir gün önceden çitileyip yıkadığım,özenle ütüleyip akşamdan başucuma astığım elbiselerimi,Nuri Leflef boya ile boyadığım pırıl pırıl ayakkabımı giyerken duyduğum heyecanı anlatamam.Wrangler denilen ilk ve son kot pantolonumu çitileyip yıkamanın ne menem illet bir şey olduğu,ancak çitilerken ellerim yüzülünce dank edebilmişti kafama.Garip anamı düşününce ise bir daha kot giyemez olduğumu belirtmeliyim.

Hazine orman arazilerinden kotarılmış çamur çalpak yollardan, paçaya ve ayakkabıya tek çamur bulaştırmamak için geliştirdiğim loğusa yürüyüşü ile okula ulaşmanın, öğrencilerimin karşısında tiril tiril çıkabilmenin hazzı ise bir başka âlemdir. Örnek olacağım diye dim dik yürüyebilmek, oturabilmek, anlatımımı güçlendirecek el yüz mimiklerinin yanında sırıtmadan güzel gülebilmek, ses tonlamaları, sınıf mekânını iyi kullanıp uyutmamak adına gezerek anlatım gibi nice teknikler üstüne çalışırken ne kadar eziyet çektiğimi şimdi tarif etmem bile çok zor.

Emrine sual olmaz ama; Kurban olduğum Allah’ım da vermediğine zırnık koklatmıyor desem doğrudur. Seksen dakikalık blok derslerde öğrencinin dikkatini tekrar toplayabilmek için,şu kart sesimle Şafak Türküsünü biraz olsun iyi okuyabilmek için kaç gece,zavallı komşularımı birini boğazlıyorlar diye yataktan fırlamalarına neden olduğumu şimdi hatırlayamıyorum bile.

Bir idam mahkumunun yazdığı dizeleri okuyan şimdi rahmetli sanatçımız, okuduğu o parçada bir güzel ‘’Anne’m’’ derdi ki,ağlama da göreyim.Öğrencilerim bir yandan ben bir yandan ağlaşır dururduk.Sakarya ve Büyük Taarruz konularında da ‘Kağnılar gidiyordu,Akşehir Üstünden Afyon’a doğru’’ derken o anı ve şairi hissederek okuyabilmenin bedeli de herhalde malumunuzdur.Sevip hislendikleri için mi,yoksa kulaklarına ettiğim işkencenin acısı ile mi ağladıkları konusunun arada bir kafama takılışını es geçelim.

Köy kökenli babaların,dersinde başarılı, davranışında terbiyeli,temiz pak,tutumlu,ailesine yardımcı hale gelen çocuklarının en doğal hakkı olan oyun ve dansı öğretmek ayrı bela idi.Bela çünkü bu meret de öğrenmeden öğretilemiyor.Eh,vatan kurtarmak için oynamaya fırsat bulamayan bu garibe düşen,yirmisinde dans oyun öğrenmek oldu tabii..Onca seneden sonra topa birkaç tepebilmek için kaç kere ayaktan bacaktan olduk diyeyim de spor konusunun daha beter olduğunu anlayın.Saha da düştüğüm hallere ise,okulun Erol TAŞ’ı olduğum için gülemezlerdi bile gariplerim..

Buraya kadar olan kısımda yazdıklarım hakkında ilk uyarıyı yapmamın zamanı geldi sanırım. Mesleğe olan yaklaşımımı anlatmak adına yazdıklarıma idealistlik, saflık salaklık ne derseniz deyin alınmam, gücenmem. Çoktaan pes etmiş biri olarak; sakın ola ki,çok şey başarıp,harikalar yaratmış bir ahvali anlatmak,böbürlenip şişinmek için yazıldığı sanılmasın bize yeter.

Ama araya da gördüğünüz gibi bir yerlere rahmetli Erol TAŞ benzetmesini sıkıştırarak cetvele bir milim daha yaklaşmış da olduk. Hadi gene iyisiniz, her ne kadar uzak bir ihtimal olsa da, erken kurtulma şansınız bile var artık.

İstanbul’un işçi, usta, şoför, zanaatkâr ihtiyacını görmekte olup, iş yeri sahibi esnaf sınıfına atlayamadıkları, bir gecede dikiverdikleri iki gözlük evler de henüz dört, beş katlara dönüşememiş oldukları için fakirdi çocuklarımın babaları. Bize aynen Anadolu’mda oldukları gibi, çocuklarını ‘Eti Senin Kemiği Benim’ anlayışı ve güven ile teslim etmişlerdi. Biz safta ne bilelim bugünün büyük rant sahiplerine dönüşeceklerini, fakirdir okumaktan gayri şansları yok belledik. Hem onlara hem kendimize, yüklendik ha yüklendik.

Kaderimi seveyim. Askerde er eğitim tugayının bin yüz mevcutlu, okumaz yazmazlarının bulunduğu, ali bölüğünde vatani görevimi yaptım. Yaptım der demez de aklıma ‘’Eğitim Zayiatları’’ geldi. İçim cızz etti yine. Hani dönem, zaman mekân uygun olduğu anları ufukta görecek olursak, inşallah bu konuyu işlemek hep içimizde uhdedir. Neyse geçelim, o günlerin gelmesine korkarım ki çok var. Kimisi Türkçe nizani olan, yola çıktığında kara tren gibi görünen bölüğe mikrofonsuz nasıl sesini duyurursun, kanatmadan, yaralayıp berelemeden çok ses çıkaran tokat nasıl vurulur, gibi çoğunluğunuz için duyduğunda ilkel, yaşadığında normal gelebilecek yol ve yöntemleri de öğrenmiş olduk. Bunları meslek yaşamımda kullanmadığımı da söyleyecek değilim.

Sekizinci sınıfları kolejlere giriş sınavlarına çevre okullarla adeta yarışarak hazırlardık o zamanlar. Babası tarafından ablası okutulmayan biri olarak kız çocuklarının eloğlunun eline bakmaması, insafına kalmaması o zamanlar benim için çok önemliydi. Özellikle fakir ama çok da zeki, terbiyeli ve çalışkan kızların dersi dinlemesine, çalışmasına engel olabilecek davranışlarda elimde olmayan kendimi engelleyemediğim bir hassaslığımı tamda burada eklemeliyim.

Yine o zamanlar ilköğretimde disiplin kurullarının okuldan uzaklaşma cezalarını, iki bir etmeden uygulanabildiği dönemlerdi. Son sınıfa bir okuldan ceza almış diğerinde okuldan atılmadan nakil alıp, işçi olup sendikacı yönetimine tırmanan babasının torpili ile okulumuza avdet etmiş bir öğrencimiz vardı. Yaşı bizim çocuklardan üç mü dört mü tam hatırlayamasam da büyüktü deyip geçeyim. Bir iki kez bizim haylazlar ile şiddetli diyebileceğim kavgaları önlemek için karakter rolü kesmem gerektiği içinde hafiften bir tanışıklık oluşmuştu.

Gel zaman git zaman derken, öğretmenler odasına üstü başı, saçı başı dağınık, gözleri kan çanağı içinde bizim garip kızımız, hocaaam diyerek girmez mi? Gülüm ne oldu diyemeden, hıçkırıklar içinde bizimkinin marifetlerini döktürdü garibim. Sınıftan iki üç şahidinde anlatışı ile merdiven altında iki yardımcısı ile kızımızı sıkıştıran esas oğlanımız, kıza bir şeyler yapmış diyelim işte. Çiçeğim salya sümük ağlarken, bizde tellerin kısa devre yapıp sigortaların attığını tahmin etmişsinizdir.

Odaya çektiğim üçlüye, elli santimlik tahta cetvel ile ikişer tane olmak üzere, kol ve bacaklarının yanlarına vurdum. Diğerlerini gönderip esas oğlanımıza da, gelecek üstüne biraz nutuk çektikten sonra onu da gönderdim. Uzatmayayım diğerlerinde çızık olmadığı halde, doktor tespiti olarak teninin hassaslığı ile kolları ve bacaklarında cetvel izleri ince bir çizgi haline gelmiş. Baba, birazda müdür kışkırtması ile hastaneden bir gün iş yapamaz raporu almış. Şikâyet ve soruşturma için gelen şube müdürümüz, hocam böyle olmaz, vurdum diye yazılmaz demesine aldırmadan, olayı ve vurduğumu belirten dilekçemi imzalayıp çıktım. Uzatmayayım yirmi günü bulan soruşturma sonucunda cezamızı alıp dosyamıza koyduk. Böylece de fişlenmiş olarak, yapılan en küçük denetimde ilk önce el atılan, potansiyel suçlu haline dönüşüverdik.

Ziyaret için gelen Babaya ise, kanuni olarak hesaplaştığımızı, özel olarak da hesaplaşmak isterse, okul çıkışında karşı ormanda kısa piknik yaparak görüşebileceğimizi ilettik. Sonrasında ise, inatda bir muratmış diyerek, özellikle hababam sınıfı diye bellenen o sınıfın, yani esas oğlanımızın sınıf öğretmenliğini aldığımı ve benim dersimden en yüksek not olmak üzere on yedi yaşında da olsa ortaokulu bitirdiğini söylemeliyim. Liseye gittiğinde ise nerede ise haftada bir ziyaretime gelir olduğunu da ekleyeyim. Şükür ki yirmi yaşını gördüğünde liseyi de bitirebildi. Şimdi Avrupa, orta Asya yollarında yabancı dil bilen bir uzun yol şoförünün cetvel ile tanışmasının hikâyesi de işte budur.

Buraya kadar olan kısım içinde, amacımın; Efendim cetvel iyidir, tek çaredir çok da yararlıdır demeye çalışmak olmadığını bilmenizi isterim.

Hatta her sınıfta bir iki üç diye başlayıp, herhangi bir şekilde çare ve çözüm bulup önü alınamadıkça, sınıfın büyük bir yüzdesinin eğitim ve öğretimini olumsuz anlamda etkileme noktasına gelen çocuklarımıza, uygulanan cetvelle ölçme metodunun yanlışlılığın da, bilinci içinde olduğumuzu söylememe de gerek var mı bilmiyorum?

Camiamızda her meslek gurubunda bulanabilenden daha az oranda da olsa, dayaktan sadistçe zevk alan bir azınlık içinde olmadığımızı kabul ederseniz eğer; Her daim ve bir son ve sonuç olarak değerlendirilen dayak olayının tüm yönleri ile bilinmesinin gerekliliği ortaya çıkar.

Göreve başladığım yıllara tekabül eden dönem olan 1980’ler de; köy nüfusu toplamının 16 Milyon küsur, şehir nüfus toplamının 25 milyon küsur olduğunu bir istatistikî bilgi olarak not edelim. İlk bakışta çok büyük bir anlam arz etmeyen bu rakamlar ülkemizin tarım toplumu olduğuna işaret eder. Yani göç olgusunun yenice başladığı kent toplumuna dönüşümün ve onun sancılarının henüz tam anlamı ile kendini göstermeye başlamadığı söylenebilir. Tarım toplumlarının da konumuz ile ilgili en büyük özellikleri olarak, gelenek ve görenekler, din ve ahlak anlayışı, geniş aile tipi ve yakın akraba ilişkileri, devletine, kurumlarına bağlılık ve sadakat, büyüklere saygı, küçükleri denetim ve koruma altına alan bir sevgi anlayışı gibi uzatılabilecek özellikleri sıralanabilir.

Tek tek ele alıp incelediğimizde bu özelliklerin tamamen doğru yada yanlış olduğunu ve sağlıklı insan yetiştirebilmekte geçer akçe olduğunu iddia etmeden devam edelim. Seksenli yıllara değin eğitim ve öğretimde ‘eti senin kemiği benim’ diye adlandırdığımız anlayışın egemenliği sürmüştür. Hatta bu yetmiş yıllarda hızlanan ve toplumu siyasi düşman kamplara böldüğü zamanlarda dahi okul, öğretmen ve eğitim öğretim temsilcilerine karşı yaklaşımda aynı anlayış aşağı yukarı egemendi diyebiliriz.

Babasının okulun kapısına gelip öğretmenine ‘eti senin kemiği benim’’ deyip çocuğu teslim etmeden önce ki duruma da, kısaca göz atalım. Köy, kasaba, bucak, nahiye, şehir ve nüfusu yüz binler sınırına varmamış büyük şehirleri de katarak söyleyebileceğimiz; çocuklarımızın aile, yakın uzak akrabalar, komşu, büyükler, yörenin saygınları tarafından sıkı bir denetim ve koruma altında olduğudur. Bunun çocuk üzerinde içki, sigara, kavga, haylazlık, dersten-işten kaytarmak, çalışmamak gibi zararlı diyebileceğimiz alışkanlıklar üzerinde, koruma ve denetim etkisi göstererek bir sınırlama etkisi yaptığı inkâr edilemez bir gerçektir.

Bunun yol ve yöntemleri ve yine sağlıklı nesiller yetişmesini sağladığı konusunda yine ısrar etmiyoruz. Ama çocuk için aileye en yakından en uzak halkaya kadar tembihle başlayıp, kulak çekmeye, enseye bir tokada kadar yapılan her türlü gözlem, uyarı, ihtar aile tarafından saygı ve memnuniyet ile karşılanırdı. Çocuğun yaptığı yanlış bir davranış anında müdahale etmeyen ama uyarı yada şikayet için gelenlere iyi gözle bakılmayan bir anlayış hakimdir desek doğru olur. Aileden, akrabaya ve sosyal çevreye uzanan bu halkalar içinde sevgi, uyarı, kızma, bağırma diyebileceğimiz yol ve yöntemlerin uygulanışı kadar; öpmekten, sevmekten dövmeye kadar olan aşamada uygulanan oran ve dozun önemle altı çizilmelidir. Oranı ve dozu aşmış her seçimin tam aksi etki yaptığını yarardan çok zarar getirdiği, ailemizde, çevremizde ve sınıflarda bol bol şahit olduğumuz-olacağımız gerçeklerdir.

Evde ataerkil bir aile yapısı içinde büyüklere saygı esas olduğu için, büyüklerinin sözünü kesmek henüz moda olmamıştır. Anne babanın bir kaş, göz hareketi, dik ve sert bir bakışın gereken uyarı etkisini yaptığı, bir terbiye anlayışından gelerek sınıfa giren bir öğrencinin, öğretmenini en azından saygı ile dinleyeceği bellidir. Belki sevgi yeteri oranda yansıtılmamış, duyulan sevginin sözcüklere yansıtılmasından utanılıp ayıp sanılmıştır. Hatta bu benim gibi nicelerinde bir yara olarak kalmış da olabilir. Ama bugün için yanlış da olsa, o gün doğru belledikleri için tüm yaşamlarını adeta çocukları için vakfetmiş olduklarına kimse itiraz etmez sanırım. İşte bu anlayışın okula yansıması da, sokakta, kahvehanede, sinemada, düğünde deryada, mesaisini beş buçuk ile sınırlamayan para çıkar gözetmeyen öğretmen anlayışını getirmiştir.

Köyden kasabaya veya bağlı olduğu şehre gelip bekâr evlerinde kalan öğrenciler, gece baskınları ile gözaltında olmuştur. O yaşlarda asri hapishane hayatı olarak nitelediğimiz bu yaklaşımın, öğretmenlerimizin hiçbir karşılık beklemeden gece camlarını dinleyip öğrendikleri yiyecek, ekmek, odun kömür benzeri eksikliklerini cebinden karşılayışlarının ne anlama geldiğini bilmeyene ise, aradan geçen yıllar sanıyorum ki daha iyi öğretici olmuştur. Sigara,zaman zaman içki içerken yakaladıklarında dövdüler, sövdüler de..Anne babası ise, tık demedikleri gibi bir yana, ‘eline sağlık hocam’ dediler.

Eğitimli olmasa da, böylesi gelenek, görenek, ahlak, terbiye anlayışı ile yetişip göç ile İstanbul’a gelen gecekondu mahallesine yerleşen insanların çocukları da bizim ilk öğrencilerimiz oldular. Malum olacağı üzere okula ve bize de ‘eti senin kemiği benim’ anlayışı ile çocuklarını teslim ettiler. Kapıcı, kalfa, bekçi, işçi, tamirci gibi işlerde çalışan elinden emekli fakir insanlardı. Çalıştıkları, gezip gördükleri yerlerde ki insanların hepsinin okumuşluklarını, bilgili ve kültürlü olduklarını gördükçe, ‘amman hocam bu bari okusun öğrensin adam olsun’ diye adeta yalvarırlardı.

Ama gelin görün ki, hepsi o kadardı işte. Aile tüm bireyleri çalışmak zorunda olduğu ve geniş ailenin, yakın uzak akrabaların ilgi, gözetim ve denetimini artık yoktu. Aile büyüklerinin bilip belledikleri değerleri çocuklara verecek zamanları da kalmamıştı. Semt demiyorum, mahalle ve sokaktakileri de bırakın, kapı komşularının birbirini tanımadığı bir ortamda uyarı, koruma ve gözetim mi olur? Anne ve babadan gayri herkesin çocuklara zarar verecekleri korkusunun yaşandığı bir yerde büyüklere saygı, küçüklere sevgi mi olurmuş? Olmadı da netekim.

En önemlilerinden biri de, babanın çalışmasının aile bütçesine yeterli kazancı sağlayamamasıdır ki, buda aile anlayışındaki birçok değerin çocuğa aktarılmasını engellemiştir. Bir ayıp anlayışının, doğruluk, imece diyebileceğimiz yardımlaşmak, hatanın pişmanlığı ile yüzün kızarmasından söz etmek artık zordur. Çalışma yaşamının zorlu koşullarının yanı sıra, iş yerinin uzaklığı ve çocuğun nerede ne yaptığının bilinemeyişi, akraba, eş,dost komşunun olmayışının verdiği tedirginlik,güvensizlik, beraberinde korku ve kuşkuları getirmiştir.

Çocuğun yanında olamamanın verdiği eziklik duygusunun yanı sıra, çocuğun ders konuları ile yakından ilgilenebilecek, psikolojik sorunlarını anlayıp algılayabilecek düzeyde bilgi ve bilinçten yoksunlukla; konuda, derste ve okulda ilgi, istek ve başarıyı hediyelerle, abartılmış övgü, aşırı sevgi gösterileri ile sağlamaya çalışmışlardır. Bunların yetmediğini gördükçe daha ne yapalım diyerek, kızmışlar, kırılmışlar, bağırmışlar ve dövmüşlerdir. Eğer bu yol ve yöntemlerin uygulandığına katılıyor iseniz; bu yol ve yöntemlerle eğitilmiş çocuklara hangi yolla ulaşılabileceğine şimdiden, en azından yazının sonuna değin kafa yormaya başlamanızı rica ediyorum.

Eğitimi; beşikten mezara kadar alınan, bilgi ve görgülerin benimsenerek davranış haline dönüştürülmesi olarak kabaca tanımlayabiliriz. Bu tanımı konumuzla ilintileyecek olur isek, aile çocuğu doğduğu andan-hatta çoğu bilim adamına göre daha anne karnında iken- itibaren başlayan bir eğitim süreci söz konusudur. Bu tarifin gereğini yerine getirerek çocuğunu; örgün eğitim kurumları dediğimiz okula teslim etmeden önce, onu sadece okula değil, sokağından itibaren, çevreye, topluma ve hayata hazırlayan bir öğretim sürecini başarı ile verdiğini söyleyebileceğimiz kesimin, tüm toplumun yüzde birini, ikisini geçemeyeceğini söylesek abartmış olur muyuz? Sanırım buna hepimizin vereceği cevap hayırdır.

Hele hele! ben görmedim o görsün, ben yemedim o yesin, ben giymedim o yesin, ben çok ezildim o bari ezilmesin anlayışı var ya? Doğduğu andan itibaren, okula, oradan yaşama yansıyan ve çocuğun kanına karışmasını sağladığımız en büyük zehir olarak başlı başına incelenmesi gereken bir olgudur kanaatimce.

Yatma, dinlenme ve çalışma saatlerinin programlanması, çocuğun anlama ve algılama düzeyine göre okunacak kitap seçimi, çocuk için uygun televizyon programlarının belirlenmesi gerekir. El, göz becerisi kazandıran, zekâ geliştirilen oyun ve oyuncak seçimi yapmak bir yana dursun; brezilya dizlilerinden başlayarak, magazin ve dedikodu haberleri, salya sümük yerli diziler, şiddet içeren filmlerle çocuğun okul ve öğrenme ortamına hazırlamanın hangi anlamlara geldiği ve nelere yol açacağı malumunuzdur.

Bu noktada izninizle, bir tanım daha verip peşinden bir takım sorular sorarak devam edelim. Öğrenimi; Belirlenen bir amacı gerçekleştirmek için, karar alma süreçlerine dâhil edildiği, zihinsel yeteneklerini kullanarak katıldığı bir öğrenme süreci olarak basitçe tanımlayalım. Buradaki, amaç, bilgi, karar alma aşamalarına katılmak ve zihinsel yeteneklerini kullanmak kısımlarının da altını özenle çizelim. Peşinden sorularımızı sıralayalım.

Öğrenim görmek için okula, öğretmene teslim ettiğiniz ve sınıfta öğretmenin karşısına oturtulan çocuklarınızın; tüm bu süreçlerden sağlıkla geçtiğini, bilgi ve öğrenme dediğimiz kavramların anlam ve önemini kavradığı,toplum içinde dinleme,konuşma,soru sorma,diğer çocuklarla her türlü paylaşmayı öğretildiğini söyleyebilir miyiz?İstek,dilek ve şikayet etmeden önce ödev ve sorumlukların yerine getirilmesi gerektiği çocuğa verilmiş midir?Kırılmayın ama,çok methiyeler düzdüğümüz demokrasi kavramında;ödev ve sorumlulukların yerine getirildikten sonra hak kavramın ve isteminin oluşabileceğini biliyoruz ve bunun bilincindeyiz diyebilecek insan sayısının çok olduğu konusunda tereddütlerim var.

Okul sınıf kapısına dönecek olur isek; İstek ve beklentilerimizin gerektirdiği hiçbir sorumluluğun bilincinde olmadan, bu sorumlulukları yerine getirmeye hazırlanmadan doktor, hâkim vs olması gibi istem ve beklentileri ile okula bırakıveriyor olabilir miyiz? Ekmek almak için bakkala göndermek istediğimizde bile şart koşan çocuğunuza sakız çikolata vb için para vererek bir tür rüşvete alıştırdığımız çocuğumuzu okula teslim ettiğimiz de bir gerçektir sanırım. Buradaki ekmek almak yerine yapmasını veya olmasını istediğimiz şeyler için vereceğimiz hediye kısımlarını kendi verdiklerimize göre istediğiniz kadar çoğaltabileceğinizin farkına vardığınızı sanıyorum.

Hediye ve vaatleri bir yana koyarsak asıl konumuzla ilintili olanın, yapmasını, olmasını istediklerinizi bir istek olarak çocukta uyandıramadığınız ve bilinçli bir gönüllükle katılım sağlayamadığınızda ne yaptığınızın çok daha önemli olduğunu söylememe bilmem gerek var mı? Kızıyor, kırılıyor, küsüyor, dövüyor ve cezalandırıyorsunuz gibi Sizleri itham altında bırakacak suçlamalar yapmadan devam edeceğim.

Şimdi çocuğumuzun okulun, sınıfın kapısından içeri girme zamanı geldi sanırım. Yine şikayet babında yazmadığımı not ederek, nasıl dinleyip söz alacağını, tuvaleti nasıl kullanacağını, temizlik kurallarını, öğretmene abi , amca denmeyeceğini, sırasında oturan arkadaşlarını itmemesi gerektiğini, bağırmaması gerektiğini ailenin öğrettiğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz demektir. Denebilir ki hiç bilende mi yok? Var ama burada söz konusu olanın çoğunluk olduğu da unutulmamalıdır. Üç dört yaşından itibaren okul ve sınıf ortamına hiçbir hazırlık yapmadan ‘okuyacak benim oğlum, doktor olacak’’tan başka bir şey verildiğinden, o kadar da emin olmayın derim. İlk günden üç aya kadar olan dönemde ‘ben anneme eve gidecem’’ diyen öğrenci sayılarını tahmin etmeye de kalmayın.

Ana sınıfından lise sona kadar olan dönemde; sadece göz bebeğine bir bakışın gerekli uyarı etkisi yaptığı kaç öğrencimiz var sanıyorsunuz? Bakışı geçelim. Yavrum önüne dön, konuşma, gülme, arkadaşına vurma, kitabın hani, defterini getir, not al gibi konularda yumuşak söz ile uyarısının gerekli etkiyi yaptığı kaç öğrencimiz var dersiniz? Ne kadar ilkel olsa da diyelim ki bağırdınız. Peki, tersinden soralım öyleyse; Göz, söz ve bağırış ile yüzü utançla kızaran öğrencilerimizi dövecek sapık öğretmen sayısı kaçtır Sizce?

İstenmeyen davranışlar var diyelim. Bir, iki, üç, beş söz uyarısı yaptınız oğlumuz tınmadı. Ailesini uyardınız olmadı. Hadi okulunuzda hazır ve nazır olsun, rehber öğretmeniniz de gerekli görüşmeleri yaptı yine olmadı. Köyde kasabada yoktur ya, şehrinizde ki rehberlik ve psikolojik danışma servisine gönderdiniz. Hatta veliniz, benim çocuğum deli mi ki oraya götüreyim? İtirazını da yapmamış olsun. Rehberlik servisi de, gereken görüşmeler sonrasında, yaşıtları ile sınıf ortamında kalmasında bir mahzur görmedi. Oda yarar sağlamadı, veli, öğrenci ile karşılıklı taahhütler içeren sözleşme yaptınız. Bana mısın demedi. Öğrenci Davranışları Değerlendirme Alt-Üst Kurullarının da şimdiye değin okuldan uzaklaştırma dahi veremediğini de kendi değerlendirmenize alın lütfen. Verildiğini henüz görmemekle birlikte, uyarı, kınama gibi cezaların da sene sonu öğretmenler toplantısında affedileceğinin altını hemen çizelim.

İşte tam burada, eğitim öğretim yılının başlangıcında yıllık planda belirleyip, günlük planda gösterdiğiniz konuyu işlemeniz gerekirken; hiperaktif adını verdiğimiz, sayısını da abartmayalım, kırk beş kişilik sınıfta beş öğrencimize, sus, yapma, etme, vurma, dinle, gülme diye belirli fasılalarla yaptığınız uyarılar yapıyorsunuz. Ama bu arada adı sanı duyulmayan, gazeteler de şikâyetlerini hiiç okumadığınız, çalışan, ön hazırlıklarını yapmış, konunun hazırlık çalışmalarını yapmış, öğretmenini gözlerini ve kulaklarını koca koca açarak dinleyen, bilgi için istekli ve aç öğrencilerimize ne olduğunu, onlara ne yaptığımızı hiç düşünen var mı?

Defter kitap getirtebildiğimiz öğrenci sayısı azınlığa düşmek üzereyken; Olmaz ya böylesi güzel çocuk sayısı yirmi olsun. O beş hiperaktif öğrencimizin dersi kırk kere bölüp, çıkardığı gürültü sırasında dersini dinleyemeyen öğrencilerimizin velilerinin bu duruma seyirci kaldığını ve hiç ama hiçbir müdahalede bulunmadığını, söylememe bilmem gerek var mı? Peki, demokratik ortamlarda haklarını kazanan, haklarını araması gereken, örgütlenmesi ve şikâyet, dilekçe ve kamuoyu baskısı oluşturması gereken, örgütlü tepki vermesi gerekenler bu öğrencilerimizin velileri değil mi idi?

Sınıf başarı düzeyine göre ayarlanan sorulara ve terbiye ve çalışkanlığı da göz önüne alınarak, alınan-verilen beş-pekiyi gibi notları düşünerek, nasılsa benim çocuğum çalışkan diyerek, çoktan doktor önlüğünü çocuğunun üstünde hayal ettiği çocuğunun, sınıfta katledilen haklarının bilincinde olan veli sayımız çok değil inanın. Şikâyet eden, dilekçe yazan, gazetelere telefon eden, telgraf çeken, e-mail atan velilerimizin çalışkan çocuklarımızın velileri olması gerekmiyor mu?

Ama istem yerine sadece okula ve öğretmene havale edilmiş bir beklentiden öteye giden hiçbir davranış olduğunu maalesef ki söyleyemiyoruz. Hatta veli toplantılarında çocuğunun ders dinlemesini engelleyen, döven saldıran çocukların velilerine karşı ortak bir tavır sergileme aşamasına gelebilmenin daha çok uzağında olunduğu da bir gerçektir. İşte burada;

Ödev, görev ve sorumluluklarını yerine getiren çocukların velilerinin, çocuklarının haklarını aramak kadar doğal bir istemleri olamazken, kimdir azınlık olduğu halde çıkardığı gürültü ile çoğunluk sanılıp, çoğunluğun haklarını gasp edercesine şikâyet mekanizmasını kullanan dersiniz?

İlköğretim okullarında bahsi geçen öğrenci davranışlarını değerlendirme alt-üst kurulları dediğimiz kurulların, bugün için önlem, uyarı, ceza olarak gereken ve arzu edilen eğitim öğretim ortamını sağlayamadığını da bir gerçek olarak tespit edip, sınıf geçme ve değerlendirme sistemine de kısaca bir göz atalım. Hadi bu sefer gerçekten kısa bir cevap olsun.

İlköğretim için; On iki dersten on ikisi zayıf olan, eğitim öğretim takviminde belirlenen yüz seksen gününden; ben diyeyim atmış, siz deyin yetmiş, öbürünüz desin seksen gün, okula gelmemiş bir çocuk velinin isteği ile sınıf geçmek geçirilmek zorundadır.

Bir müfettişin sözü ile trafik ışığının kırmızı ve yeşil ve sarısını bilen öğrenci dahi sınıf geçebilir. Bugün ki tarih olarak; ilköğretim son sınıfta adını soyadını doğru olarak yazamayan öğrencimize diploma düzenlemek zorunda olduğumuzu da not edeyim. Hiç boşuna oraya gönderseydiniz, şöyle yapsaydınız demeyin. Gönderdik de,yaptık da ama ortaya çıkan sonuç bu maalesef..

Liseler için bunun üç aşağı beş yukarı, çok da farklı olmadığı da bir o kadar gerçektir desem ne dersiniz? Siz en iyisi diplomalı cahiller gibi tazecik bir kavramına kendinizi hazırlayın. Hadi bir adım daha ileri götüreyim. Hani beğenmediğimiz dayaklı sopalı ve her türlü yokluğun diz boyu olduğu bundan otuz, kırk yıl öncesinde okuyup kendi tabirleri ile ‘kapı gibi’ ilkokul diploması alanların, bugünkü liseliler düzeyinde iyi matematik, tarih biliyor olmalarını nasıl bir açıklama getirebiliriz bilmiyorum.

Peki, gözünüz gibi baktığınız, beraber çalıştığınız ve unuttuklarınızı tekrar öğrenmek ve öğretmek zorunda kaldığınız çocuğunuzun yanında, beş, on dersten sürekli kalan(pardon geçen olacaktı) çocuğun, birden sekizinci sınıfa kadar oturduğu böylesi bir ortamın; çocuğunuzun geleceği için taşıdığı anlamı ele almama gerek yok sanırım. İşte bu ortamda kırk kişilik bir sınıf düşünün, altıncı sınıftan itibaren çalışkan sayısı yirmiden sekizinci sınıfa kadar ona, beşe düşüyor diyeyim durumu artık anlayın. Hala anlayamaz iseniz bir beş sayfa daha yazar ananızı ağlatırım haberiniz olsun.

Şakası bir yana bizi en çok yıpratan ve üzeni söyleyelim. Sayıları ilk sınıflardan iki üç diye başlayıp gittikçe artan sayıda olan hiperaktiflerin (rehberlik servisinin taktığı ad bu, benim günahımı almayın sakın) ; temiz, terbiyeli, çalışkan öğrencilerimizin ders çalışmasını engelleyen, rahatsız eden, pislik yapan, döven, sıkıştıran tavırlarına karşı, laf, söz, kaş, göz, bağırma, yönetmelik gereği iş ve işlemler, yol ve yöntemler sonucunda çare bulamayışımızdır.

Sözün özü geldiğimiz bu son nokta bizim çaresizliğimizdir. Çaresiz kaldığınız sorunlar karşısında ne yaparsınız? Boş ver dersiniz. Diyorlar. Bana ne dersiniz. Merak etmeyin bana ne, aman başıma bela almayayım diyenler de var. Alırım maaşımı bakarım keyfime dersiniz.Aramayın hiç boşuna onlardan hep vardı zaten.

Bak şimdi! İçime atar üzülürüm diyenleriniz mi var? Onlardan ömür denilen yolun yarısında kanser olup, vücudunun yarısını çoktan masada bırakmış olanlar hiçte az değil haberiniz olsun. Ben size bir öğretim yılında, sınıfından gereken sessizliği sağlayamayıp, dersin işlenişine başlayamadığı için ağlayarak sınıfından çıkan öğretmen sayısı olarak en az beş sayısını vereyim. Gerisini Siz düşünün.

Korkmam üstüne giderim, uğraşırım, didinirim boğuşurum diyenlerimiz olabilir. Onlar da bu uğraşlarının bir zamanı ve yerinde; enn sonunda gelecek için en umutlu oldukları çocuklarına yapılan bir pislikte aynı çaresizliği tadar, bir şey yapamamanın, becerememenin verdiği kızgınlık noktasında kendini kaybeder. Alır cetveli eline, ölçülmek istenenleri ölçer. Ve ölçülenlerden çok küçük olsa da bir azınlık, yıllar geçmesine rağmen, ölçüyü ve ölçeni kin nefret ve küfür ile anmaya devam eder.

Garip olan şudur ki; Herhangi bir nedenle rahatsız edilen, hakkı elinden alınan, ağlayan ya da ağlatılan çocuk yada ailesi ise; bu ilkel olarak adlandırdığımız müdahalesi nedeni ile öğretmene duyulan kin, nefret ve edilen küfürlerden habersizdir. Ya da daha doğru bir şekilde söyleyecek olur isek; haberli ama kayıtsızdır.

Gördüğünüz gibi sayfalar dolup taştığı, sabrınızın bittiği, soranı da söyleyeni de diyerek, Sizleri isyan ettirmeyi başardığım halde. Son ve sonuç denileni kabullenip başarılardan hiç söz etmediğim halde.Karidorun, sınıfın ortasında dövülen öğretmenler,bıçaklanıp öldürülen idarecilere değinmediğim halde. Sürekli değişen Milli eğitim politikaları, eğitimde akademik başarı düzeyinin gün geçtikçe düşmesi ve nedenleri, siyasi-dini kadrolaşma, benzeri binlerce soru ve sorunlar, oluşan ön yargıların ne olduğu, neden olduğu konusunda söylenecek o kadar çok şey kaldı ki.


Eksik kusur için affınıza sığınıyorum.

Saygılarımla.
Alıntı ile Cevapla
alihoca kullanıcısına teşekkür edenler
amivonugavu (05-11-2020), AnnE (06-03-2006), Arka'daş (14-03-2006), bikmisbroker (07-03-2006), BilyVax (06-08-2021), dentist (06-03-2006), efoduyepevez (21-09-2020), egidiyux (31-12-2020), eriviwitu (21-09-2020), hakanen (14-03-2006), hulaholiseg (11-10-2020), ihayigudoqo (26-09-2020), iufehoqo (01-10-2020), iyimoveriwive (24-09-2020), neron (06-03-2006), osigeabir (21-09-2020), otizevoxuva (20-09-2020), uqyixawe (08-11-2020), urokoqu (23-09-2020), Ömmes (06-03-2006)
  #5  
Eski 06-03-2006, 12:03
AnnE - ait Avatar
AnnE AnnE bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Bulunduğu Yer: Suriçi
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 606/518
314 Mesaj ına 5526 Kere teşekkür edildi
Tanımlı İrfan mı ?

Sayfanın üzerinde şu yazıyor :

Arka BahÇe Forumu > Arka-BahCe.org > Dünya Hali > iç-dış politika > Notlar


Bu >>> lara bakınca bu forumda yazı yazmanın, yazmak yetmezmiş gibi okumanın ne kadar zor birşey olduğu ortada.

Hocam, memleketin hallolması mümkün olamayan eğitim meselelerini kendi tecrübelerine dayanarak öyle bir vermiş ki ; yazı sistem eleştirisinden ziyade Hocam'ın özeleştiri, mahcubiyet, pişmanlık, ifiraf, düşkırıklığı hatta vasiyetine dönüşmüş.

Problemin başladığı yer eğitim POLİTİKALARI tanımlaması bence.Bir tanımlamanın içine POLİTİKA lafı girince bu memlekette hemen değişkenlik, değiştirilebilirlik geliyor.Oysa ki eğitim kavramı bir sistem-strateji sorunudur. Yani, karar vericilerin yetkileri ikincil düzeyde kalmalıdır.

Türkiye'de 1945 lerden beri , yani Tevhid-i Tedrisat'ın sulandırılmaya başlanıldığından beri ne yazık ki eğitim sistemi , politikacıların oyun, hatta rant sahası haline getirilmiştir. Öncelikle öğretmenlerin kültür seviyesi sürekli ve iradi olarak aşağıya çekilmiş, meslek, sadece ''verilmiş'' işini yapan memurlar kitlesine dönüştürülmüştür. Yorum yapması sakıncalı olan öğretmenler yorum yapamayacak bir altyapı ile mesleğe salınmışlardır.En iyi tarih öğretmeni , Osmanlı'nın başarılı dönemlerini ve Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Devrimleri'nin tarihlerini bilenler olması tercih edilmiştir. Bugün hemen hemen hiçbir tarih öğretmeni ne Osmanlı ne Kurtuluş Savaşı ve Devrimler sürecinin sosyal yapısı hakkında 3 satır konuşabilecek birikime sahiptir.Zaten ihtiyacı da yoktur.Bu ona ilave bir sosyal ya da ekonomik statü sağlayamayacağı gibi , başını-kariyerini derde sokma riskini de beraberinde taşır.(istisnaların istatistiki sonuçları değiştirmeyeceğini hatırlatarak, Hocam'ı üçüncü sigma seviyesinde, çan eğrisinin dışında tutmak gerektiğini hatırlatmama gerek olmamakla beraber , üç sigma meselesini başka bir zaman tartışmak üzere not alıyorum.)

Bu ülkenin Milli Eğitim Bakanı dün şöyle birşey yumurtladı :

'' Darwin'in Evrim Teorisi'ni öğretiyorsak , çocuklarımız bunun karşı teorisi olan ''Yaratılış Teorisini de'' öğretmek gerekir.

Düşünebiliyor musunuz, Van'ın bağrından çıkıp '' MİLLİ '' Eğitim'im herbirşeyinin başında karar alma hakkına sahip bu YOBAZ bile olamayan ''adam (?)'' Yüce Rabbi'nin ona kutsal kitaplarda ''TARTIŞILMAZ'' bir şekilde sunduğu Yaratılış'ı ''TEORİ'' , yani tartışılabilir, doğruluğu eleştirilebilir, yanlışlığı ispatlanabilir birşey olarak sunarak , sistemi BİLİMDIŞILIĞIN dibine itmeyi mazur gösterebiliyor. Kutsal Kitap'ı tartışılabilir gibi lanse ederken, TAKİYYE'nin en sağlamını yaparak biyoloji dersine bile DİN eğitimi çakmaya çalışıyor.

Düşünebiliyor musunuz , İstanbul Milli Eğitim Müdürü'nü İstanbul'da yaşayan herkes tanır.Nerden mi ? kar yağan akşamlarda Haberturk'te ertesi gün okulların kapandığını anons ettiği için.

Düşünebiliyor musunuz , İstanbul'da her veli çocuklarının gittiği okulların Müdürlerini tanır.Nerden mi ? kayıt günü kömür,gaz,badan parası için önce onun odasına uğramak zorunda olduğu için.

Düşünebiliyor musunuz ; İstanbul'da her özel okul velisi bir banka memurunu tanır.Kayıt için Öğrenci işlerinden önce okulda bir oda verilmiş olan banka yetkilisine kredi hesabı için uğradığı için.

Düşünebiliyor musunuz ; bu ülkede en yüksek ÖSS puanı ile girilen yerler büyük üniversitelerin Matematik öğretmenliği bölümleridir.Orayı bitiren çocuklar özel ders vererek köşeyi döneceklerini zannettikleri için.

Düşünebiliyor musunuz ; o en yüksek puanla girilen bölümü bitiren öğrenciler, özel dershanelerde en az iki sene maaşsız olarak STAJYER kadrosunda çalıştırılırlar.

Düşünebiliyor musunuz; bu ülkede kendi kendini seçtirerek Cumhurbaşkanı olmuş birisi, otuz kişinin idam fermanını zevkle imzaladığını söylerken , işkencehanelerde binlerce kişiyi öldürüp ya da fizken yada ruhsal olarak sakat bıraktığını hatırlamamacasına, 26 yıl sonra bile öğretmenlerin ülkeye ne kadar büyük kötülükler açtıklarını, karşısındaki saman olarak yetiştirilmiş 600 zavallı çocuğa anlatıp onların ,yandan yapımcı tarafından başlatılan alkışlarına maruz kalabiliyor.

Düşünebiliyor musunuz ?

Düşünmeyin daha iyi.
Alıntı ile Cevapla
AnnE kullanıcısına teşekkür edenler
alihoca (06-03-2006), cigaogijolw (03-10-2020), elejonuvib (29-09-2020), epekufodemiz (20-09-2020), evejuekohodu (21-09-2020), exotigoex (24-09-2020), iufehoqo (01-10-2020), iwowoliwabuki (04-12-2020), neron (06-03-2006), Süvari (17-03-2006), TopRug (10-06-2021), uqhuxoqaf (05-01-2021), Ömmes (06-03-2006)
  #6  
Eski 06-03-2006, 13:28
alihoca alihoca bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 361/2464
166 Mesaj ına 2501 Kere teşekkür edildi
Tanımlı

Güzel AnnE'm;

Sistem ve strateji hakkında,mesleği hakkında her ne kadar yapamadıklarımdan ötürü mahcup bir vaziyette isem de, konu hakkın da bir iki kelam edebilirdim haklısın.

Ama söz konusu eğitim politikaları ve sistem sorunu olunca; uzun süredir beni gittikçe rahatsız etmeye başlayan, deyim yerinde kanserojen bir hücre gibi vücudu sarmakta olan, suçu başkalarına yükleyiverip suçluluk duygumuzdan kurtulup rahatlamak gibi bir kolaycılığa dönüşmekte olduğunu gördüğüm içindir.

Gözlemim odur ki, yolda, sokakta, toplantılarda yapılan tartışmaların aynı anda öğretmen odalarında da yapılmakta olduğudur. Buraya kadar bir yanlışlık olmadığı gibi, sorumluluk duyarak düşünmek ve çare üretmek gibi gayet insancıl demokratik hak ve görevler olduğunun da farkındayım.

Ama olması gereken, sadece bu olmadığı gibi çözüme en küçük katkı sağlamadığı da bir gerçektir. Öğrenci, öğretmen, veli olarak yapmamız gereken hiç bir şey kalmamış gibi davranmamız asıl beni rahatsız edendir. Sınıfta,yolda,sokakta,evde,aile bireyleri arasında yapmamız gerekenleri yapmayıp,sadece şu an değiştirilmesine en küçük dahi katkı sağlamadığını bile bile sistem eleştirisi getirmenin,kendi yap(a)madıklarımızın suçluluk duygusundan kurtulmak dışında bir yararı olduğunu inanmıyorum.

En basitinden başlayalım. Devletin bu günkü mevcut halini hemence geriye dönerek çözüm sağlayamayacağımızın bilincinde olduğumuzu bir yere not edelim. Hani deyim yerinde ise 'bana bir koca lazım, o da bugün lazım' örneğinde olduğu gibi yapalım.

Azınlık ve istisna olduğu kaydı ile, kayıtlardaki para konusunda alınan astronomik rakamları da bir kenara koyduğumuzda söylenebilecek şudur. Devletin eldeki ekonomik olanakları ile; yetersiz kadronun maaşları, elektrik, su, kömür, doğalgaz giderleri dışında ödeme ve karşılama gücü olmadığını ve ne kadar konuşursak konuşalım, ne kadar sızlanıp, şikayet edersek edelim anında bir çözüm olamayacağı gerçeğini de teslim edelim.

İşte o zaman yıllık bazda en az üç hademe ve temizilik araç ve gereci, tamirat araç gereçleri, eğitim öğretim malzemeleri gibi yüzlerce ihtiyacı için bugün veliden alınan, bir öğrenci için yıllık bazda kırk yeni lira ile karşılamak zorunda oluşumuz bilinmelidir. Şimdi bu kadarcık parayı bile verenlerin oranı yüzde kırkları geçmediğini söylesem ne dersiniz?

Bir paket maltepenin aylık tutarı kadar bile para veremeyecek oranda fakir öğrenci sayısının yüz kişilik bir okulda on sayısını geçemeyeceğini garanti ederim. Geriye kalan elli kişinin, o on öğrenci için sağladığımız yardımlar için sıra kavgasına girdiğini de bilmenizi siterim. Üstelik elli yeni liralık yardımlar için saç baş kavga edenlerin içinde bir,iki katlı olmak üzre evi,katı olan sayısının ise mübalağasız yirmi olduğunu duysanız ne yapardınız?

Televizyon ve gazetelere yansıyarak okullar hakkında oluşan genelleme ve yanlış kanaatlerin, okullarda nihayetinde çocuklarınıza yansıyacak olumsuzluklara yol açtığının da artık bilinmesi gerekiyor. Efendim yolsuzluk yapıyorlar dediğimizde, sadece dediğimiz için bu sorunun çözülemeyeceğini de bilmemiz gerekir. Bu bilinçle aynı zamanda, okul ale birlikleri toplantılarına katılıp, bilinçli birer yurttaş gibi haklarımızı aramanın, hesap sormanın gereklerini yerine getirmemiz gerekir.

Efendim çocuğum çalışıyor, öğretmen zayıf veriyor diyen velimizin, Kurtuluş Savaşı Döneminden Sakarya Savaşı Konusunu sorduğumda velimiz.'

Aaa alihocam ben ne biliyim, dediği zaman, Senin bilmediğin konuda öğrencinin dersine çalıştığını, konuyu anladığını nerden bileceksin? Soruma ise ama bilmem ki kitabını açıp okurken görüyorum. Demenin yeterli ve bir cevap olamayacağını hepimiz biliyoruz sanırım. Şimdi çıkıp bu yaştan sonra fen, matematik mi öğreneceğiz diyenler olabilir.

Onlar da lütfen;
Çocuğunu Robert Kolej kazandırabilecek bir kapasiteye ulaştıran,
Sn GEMİCİ ve Eşleri Hanımefendiye,

NEDEN sadece eleştiri, sızlanma ve şikayet yerine , çalışıp,öğrenip çocuklarına öğrettiklerini bir sormalarını salık veririm.

Diyeceğim şudur ki, Güzel AnnE'm,
Senin haklı tespit ve yorumlarının yanında en azından düzeltebileceklerimizden başlayarak ucundan kıyısından,azından çoğundan bir başlangıç yapmanın zamanı da gelmiştir. Bunu en azından çalışan, istekli, gayretli, bilgi peşinde çocuklarımızın zayıf olup hiç çalışmayan öğrencilerle aynı sınıfta, üstelik rahatsız edilerek, çalışmaları engellenmesi için, dilekçe, mektup, medya için e-mail gibi küçücük çabalarla başlatabileceğimizi düşünüyorum.

En azından çocuğu ile hiç ilgilenmeyen, çocuğu beş-on zayıflı başarısız velilerin, çocuğu hiperaktif öğrenci velilerinin kullandığı kadar-cık olsun;

Çalışanın, terbiyelinin, dövülenin, takdirlik olanın, ağlatılanın HAKLARININ farkında ve bilincinde olması ile başlatabileceğimize inanıyorum.

En azından, karne ve kayıt dönemlerinde bizim başarılı öğrencilerimizn yanına on zayıflı öğrencilerin oturmasını hangi hakkaniyet anlayışına dayandırıyorsunuz,çalışanın,başarılının KUL HAKKI yok mu? diye gazetelere telefon,e-mail gönderebilir, kamuoyu oluşturabiliriz gibi geliyor...

Saygılarımla.
Alıntı ile Cevapla
alihoca kullanıcısına teşekkür edenler
aboderasaral (22-09-2020), acitegosejo (09-10-2020), adraxuvixa (05-01-2021), akuyevkefi (21-09-2020), BinRug (30-05-2020), bohudavmca (21-09-2020), cecafeab (20-09-2020), ewinuham (08-10-2020), hiulaniliwo (21-12-2020), idobmuxiidigi (26-09-2020), iekuvowakuyaq (01-10-2020), ltudaean (24-09-2020), ofosuwforxu (24-12-2020), onuwoxep (20-09-2020), oqeadah (10-10-2020), owotahe (21-09-2020), Timothyexope (28-10-2022), ubareemulod (20-11-2020), WESTCEPLE (28-04-2021)
  #7  
Eski 06-03-2006, 14:24
AnnE - ait Avatar
AnnE AnnE bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Bulunduğu Yer: Suriçi
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 606/518
314 Mesaj ına 5526 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Pergel

Hocam kızacak ama olsun ;

1. Hiçbir eğitim sistemi, okulda öğrenilmesi gerekenlerin sorumluluğunu veliye yükleyemez.Tam tersi, okulun/öğretmenin öğreteceği bilgiye, vereceği eğitime, veli tarafından müdahale edilmesi ya öğretmeni ya da veliyi devre dışı bırakır.

2.Velinin görevi,öğrenciyi ''öğrenim''görebilecek bir kıvama getirecek ''eğitimin'' verilmesidir.Bu bile öğrencinin okulda alacağı temel eğitim ile karıştırılmamalıdır.

3. Hiperaktivite-öğrenim güçlüğü-sosyal uyumsuzluk-konsantrasyon eksikliği gibi sorunlar konusunda eğitmen/rehber öğretmen (?) eğitimleri kesinlikle eksiktir.Yoksa , daya bütün ''haylaz'' çocuklara Ritalin'i hepsi kuzu gibi (mal gibi ?) ders dinlesin.

4.Öğrencilerin zeka/çalışkanlık/algılama yeteneğine göre sınıflandırılarak ''GENEL'' eğitim verilmesi çözüm yerine problemlileri problemli olarak kalmaya iter.

5.Veliler Sakarya Savaşı'nı bilmek/hatırlamak zorunda değildir.Tıpkı öğretmenlerin O velinin evindeki problemlerin detayını bilmek zorunda olmaması gibi.

6. Robert Kolejde 100 öğrenci 15.000 USD/yıl maliyeti ile okur.O yıl sekizinci sınıftan 700.000 öğrenci ''MEZUN'' olur.

7. Bu yazıyı okuyup da Sakarya Savaşı konusunda 3 cümleden fazla edebilecek kimsenin olmaması hiç de ayıp değildir.

8. Benim eleştirim aslında sistemle ilgilidir.Somut problemler hakkında minör önermeler yapmak beni aşar.Zaten burasının da bunun yeri olduğundan emin değilim.

9. Hocam hiç umutlanma , öğrenci kalitesi her geçen sene daha da bozulacak.


10. Geleceği DERT edinme yeteneğini kaybetmemiş bir öğretmenin rahat uyuma şansı yoktur.

11.Çünkü gelecek onun öğrencileri için asla daha iyi değildir.


12. .
Alıntı ile Cevapla
AnnE kullanıcısına teşekkür edenler
aluguwex (31-12-2020), anisaloqujizu (22-10-2020), awelaluko (09-01-2021), awonebafi (21-09-2020), ijovuipopuns (20-09-2020), imicilautep (21-09-2020), naqayeu (11-12-2020), omomijiene (22-09-2020), owuxezatew (04-10-2020), oxpoayiyo (30-09-2020), oyapuohiyoqin (27-09-2020), Süvari (17-03-2006), uhoqanof (23-12-2020), uyefloramoru (21-09-2020)
  #8  
Eski 06-03-2006, 14:42
Ömmes - ait Avatar
Ömmes Ömmes bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 66/151
31 Mesaj ına 225 Kere teşekkür edildi
Tanımlı

Ah benim canım babayiğit hocam,

Yazı da denemez artık, manifestonu veya sn Anne’nin tabiriyle vasiyetini daha da pek çok kereler okuyacağımı bilmelisin. Bu iş 30 santimlik tahta cetvelin tahta mı cetvel mi olmasından çıktı, ve zannımca da cetvel de olsa nihayetinde tahtadır, ve ellerin dert görmesin diyeyim ve sen de bunu yürekten söylediğimi bil hocam.

Gelgelelim,

Hemen tümü, iyi olduğu söylenen okullarda geçmiş 20 yıla yakın eğitimin, akabinde sizler kadar olmasa da kendi çapında bir iş hayatının ardından gelen şu terketmişliğinde, mesleksizliği ve vasıfsızlığıyla barışmış bir insan olarak, inan çok saygı duyduğum öğretmenlik mesleğinin doğasına (artık doğası mıdır, bizim görüp görüğümüz müdür) dokunmadan, seni ve senin gibi çok sevdiğim bir kaç öğretmeni kırmadan, başka bir kaçının hatırasına saygısızlık etmeden, en başta Türk toplumu ve bilhassa ailesi üstüne seninki gibi kibarca olamayacağından korktuğum hoyrat bir kaç söz söylemeden, yazdıklarına yeni bir açılım getirmem çok zor.

Benim aslında demek istediğimi şu sendikacının oğluyla ilgili hikayade anlatmışsın. Eğitim görme mefhumu sınıfta bir eğitimcinin karşısında oturan çocuklara bir takım bilgiler vermesine mi dayanıyor? Eğitimcilerin kendileri bunun için mi yetişiyor? Bir matematik öğretmeninin hayatı önce kendi derslerini, sonra da sınıfta anlatacağı dersi çalışmakla mı geçiyor? Ya da senin gibi bir tarih öğretmeninin? Şimdi ben gitsem garajlardan bu senin oğlanı / adamı bulsam, ve ona sorsam, sınıfta bir eğitimcinin sana bilgi vermesi üzerine kurulu şu Türk eğitim sistemi sana ne verdi, senin aklında ne kaldı desem, adım gibi eminim (eminim çünkü kendi hayatımdan biliyorum) aklında tek kalan senin 50 santimlik cetvelinin akabinde kendisiyle yaptığın konuşma olmuştur. O katrilyonluk bütçelerden onun payına düşe düşe senin o gün onu insan yerine koyarak karşına alışın ve ona söylediklerin düşmüştür. Sen bunu yapmak zorunda mıydın? Bir eğitimci olarak evet, ama Türk eğitim sistemi bunun karşılığında sana para ödemedi. Bunu aynı sistemin en şanslılarından ve herkese nasip olmayacak bir eğitim güzergahından geçmiş birisi olarak söylüyorum sana. Benim dahi aklımda kendi Ali hocalarımın münferiden bana öğrettikleri bir kaç davranış dışında bir şey kalmadı. Üstelik o davranışlar da bugünün harikulade ve her türlü övgünün üzerindeki Türk toplumunda hiç bir boka yaramadığı gibi, sürekli ayak bağı oldu, ama onların doğru olduğunu bildiğimden gururla taşımaya devam ederim.

Gibi gibi ... diyeyim bunun ötesini yazmaktansa huzurunda tek ayak üstünde rakımı içerim daha iyi olur gibime geliyor.

Gelelim senin cetveli niye en lüzumsuz bir yazıdan cımbızlamış olmana, onu da tabii ki biliyorum, seni bildiğim gibi, lakin bu mevzu hakkında senin de benim de yapabileceğimiz pek bir şey olmayabilir. Belki birileri yardımcı olabilir, gelecek günler gösterecektir.
Alıntı ile Cevapla
Ömmes kullanıcısına teşekkür edenler
alihoca (06-03-2006), anisaloqujizu (22-10-2020), AnnE (06-03-2006), aomueno (21-09-2020), awonebafi (21-09-2020), bikmisbroker (07-03-2006), efidoho (28-09-2020), emugoehulioq (08-12-2020), enciveeloeni (21-09-2020), etolabo (01-10-2020), hakanen (14-03-2006), iduqumwowo (19-01-2021), iyelojitecic (21-09-2020), osevofa (21-09-2020), qupowifemet (04-11-2020), uonacuvaxem (21-09-2020), uwemohq (22-09-2020)
  #9  
Eski 06-03-2006, 16:56
alihoca alihoca bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 361/2464
166 Mesaj ına 2501 Kere teşekkür edildi
Tanımlı

Can AnnE'm;

Haddine mi düşmüş Güzel AnnE'me kızmak. Olsa olsa, o da belki anlatamadığı için, beceriksizliği için kendine kızar ancak.

Sn Gemici örneği için söyleyecek olur isem, robert kolejin bahse konu parasını yememek içmemek koşulu ile verebilecek insan sayısının kaç olabileceğine de bir ihtimal tanımak lazım.Hatta kendi adıma yüreğimden geçeni söyleyeyim dilersen. Centin hesabını yapan biri olmama karşın; Eğer ikiz cadılarım Robert Koleji kazansın o parayı gerekir ise dilencilik ederek bulacağıma şerefim üzerine Seni temin ederim.

Ayrıca konuyu yakinen bilmeme rağmen hiç üşenmeden Sevgili Gemici'ye telefon ettiğimde; Robert Koleje girebildiği puanla, Galatasaray Lisesine ve seçeceği herhangi bir Devlet Fen Lisesine de rahatlıkla girebileceğini teyit etti. Yani devlet fen liselerinde yıllık dolar vermeden görülebilecek bir eğitimi hak edebilecek bir bilgi düzeyine ulaştırmaktan söz etmek istemiştim.

Bugün bu koşulları okus pokus yapıp düzeltemeyeceğimizi benden daha iyi bildiğine inanıyorum. Yukarıda ki yazıyı çok fazla bilimsel terimlerle boğmamaya özen göstermeye çalışırken dahi eğitim, öğretim,öğrenim tanımlarına basitçe değindim.Anlatmaya çalıştığım eğitim dediğimiz kavram sadece örgün eğitim kurumları ile sınırlayamayacağımızdır.

Ukalalık yapmış olmamak adına azıcık değindiğim, daha anne karnına ilk düştüğünde başlayan bir eğitim süreci söz konusudur. Bu sürecin ancak ölüm hali ile son bulduğu ise bir başka gerçektir.

Anne baba sakarya savaşını bilmek zorunda değil dersen de,hadi haksızsın demeyeyim. Ama öğrenme süreci için de bir ön hazırlık olan, hazırbulunuşluluk ve tekrar, pekiştirme aşamasının önemini de anlamak zorundayız. Aksi halde öğretmenden haftalık çalışma takviminde ayrılan seksen dakika ile Sakarya, Büyük Taarruz ve Mudanya Ateşkes Antlaşmasını öğrenciye öğretmesini, hatmetmesini beklemek, sadece beklemek olur. İşlemek dersen haklısın. Zaten işlenen-işlenmekte olan konunun, kazanılmış bilgiye dönüşerek öğrenildiği ve kalıcı olabilmesinin sağlanıp işin okulda bittiğini-biteceğini sanmak yanlış olur.

Orada ayrıca veli için, Sakarya Savaşını bilmez ise derken, anlatmayı beceremediğim bir başka husus şudur. Ana sınıfından başlayarak öğrenci belirli bir çalışma; sorumluluğu, biçimi, zamanlama, planlama, alışkanlık ve en önemlisi bilginin, öğrenmenin, başarmanın tadına varıncaya kadar aile bu çalışmaya eşlik etmelidir demek istemiştim.

Bahse konu süreç sağlıkla geçildikten sonra artık; Sn Gemici'nin oğlunun derslerine yardım oranı artık minimuma inecektir. Hatta belli bir yerden sonra oğlum-kızım artık yeter noktasına olayın taşındığını meslek hayatımda yaşadığım yüzlerce örnekte gözlemlediğime inanın lütfen.

Günlük okulda kalınan altı ayrı öğretmenin girdiği altı saati ve uyku için dokuz saati çıkardığımız zaman bu çocukların ne yaptıkları ve ne yapmaları üstüne cevaplar aranması gerekir.

Hiperaktiflik konusunun bilimsel tanımlamaları tamam. Ama burada ki en azından İstanbul ve diğer şehir merkezleri için eksiklik, rehberlik servisleri, psikolojik danışmanlar değildir. Hatta İstanbul'da öğrenme güçlüğü vb sorunlu öğrenciler için, uzman okulların ve yine uzman eğitim kadrosunun da mevcut olduğunun altını çizeyim. Ama burada velilerimizin çoğunluğunun bu okullara benim oğlum deli değil gibisinden türlü nedenlerle göndermek istemeyişidir.

Okul ve sistem her ne ise; bugün arkadaşını döven, çalışmasını engelleyen, çığlık atan, hırsızlık yapan, yazılılarda sürekli boş kağıt veren, defter, kitap getirmeyen, ders işlenirken sürekli konuşan, devamsızlık için sürekli idari izin yazmak zorunda kalın öğrenci velilerini her dilediğinin olduğu bir yer halindedir.

İstisnasız söyleyeyim. On-on iki yaşanda sadece bir-iki çocuk her türlü rehberlik, danışman, idari tedbire rağmen bir öğretmeni esir alabilmektedir. Öğretmeni boş verdim inan, kaderini seveyim çeksin.

Ama o sınıftaki çalışan, terbiyeli, okumak, öğrenmek, bilgi peşinde çocuklara ve onların bir anlamda katliamına ciğerim çook yanıyor bilesin.

Bunca yazdıktan sonra, beni yine işletiyor olabilir mi? gibi hınzır bir düşünce de aklıma gelmedi desem yalan olur.
Yine dolduruşa geldimse de idare edin artık.

Sağlıcakla kalman dileği ile.
Alıntı ile Cevapla
alihoca kullanıcısına teşekkür edenler
adoxoyu (30-09-2020), ailawovakoli (26-12-2020), aipidupadaeno (01-10-2020), bikmisbroker (10-04-2006), buena vista (06-03-2006), etayogozaxuq (20-10-2020), iekuvowakuyaq (01-10-2020), ijisetirexul (20-09-2020), kuqopico (20-09-2020), neron (07-03-2006), onuwoxep (20-09-2020), RAINBOW (06-03-2006), serdarkus (07-03-2006), Süvari (17-03-2006)
  #10  
Eski 07-03-2006, 09:15
AnnE - ait Avatar
AnnE AnnE bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Bulunduğu Yer: Suriçi
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 606/518
314 Mesaj ına 5526 Kere teşekkür edildi
Tanımlı reçete

ARKABAHÇE HASTANESİ
PSİKOSOMATİK ARAŞTIRMA KLİNİĞİ


Hasta Adı : Ali Hoca

Teşhis : Futurafobia ( gelecekten korkmaca)

1. Cetvel ( her sabah sınıfa girince ilk önüne gelene )
2. Rakı-2x70cc ( acil Anne ile beraber)
3. Dilekçe örneği ( Emekli Sandığı'na )
4. Passiflora ( aklına estikçe bir şişe dibine kadar)
5. Para ( yeni Nasrullahlarda batıracak kadar)

Diyet : Ne yersen ye

Alıntı ile Cevapla
AnnE kullanıcısına teşekkür edenler
account (02-04-2006), agesetewezuqa (28-09-2020), akebomapid (04-12-2020), alihoca (07-03-2006), Arka'daş (14-03-2006), bikmisbroker (07-03-2006), BinRug (18-06-2020), bohudavmca (21-09-2020), daviauteyoft (27-08-2020), ebuaxelaf (21-09-2020), efemefigop (18-10-2020), ideoluwij (20-09-2020), ijovuipopuns (20-09-2020), neron (07-03-2006), omomijiene (22-09-2020), oxagixikel (06-10-2020), qujedimutugu (21-09-2020), Ramo (07-03-2006), serdarkus (07-03-2006), Süvari (17-03-2006), TwoRug (29-06-2020), uyirayii (30-10-2020), Ömmes (07-03-2006)
Cevapla


Konuyu Toplam 1 üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Konu Seçenekleri Bu Konuda Ara
Bu Konuda Ara:

Gelişmiş arama yap
Modları Göster

Yetkileriniz
Yeni konu açabilirsinizdeğil
Yanıt gönderebilirsiniz değil
Eklenti gönderebilirsiniz değil
Mesaj düzenleyebilirsiniz değil

Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodları Kapalı
Gitmek istediğiniz klasörü seçiniz


Bütün Zaman Ayarları WEZ +2 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 13:55 .


Telif Hakları vBulletin v3.5.4 © 2000-2024, ve
Jelsoft Enterprises Ltd.'e Aittir.
Tercüme ve Tasarım : Arka & Bahce