Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::db_connect() should be compatible with vB_Database::db_connect($servername, $port, $username, $password, $usepconnect) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::select_db_wrapper() should be compatible with vB_Database::select_db_wrapper($database = '', $link = NULL) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Deprecated: Non-static method vB_Shutdown::init() should not be called statically, assuming $this from incompatible context in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 2294
Ser'den, Sera'dan. - Sayfa 23 - Arka BahÇe Forumu
Arka BahÇe Forumu  

Geri Dön   Arka BahÇe Forumu > Bahçıvanlar > Sera
Kullanıcı ismi
Şifreniz
Kayıt ol SSS Üye Listesi Takvim Arama Bugünkü Mesajlar Bütün Forumları okunmuş kabul et


Konu Bilgileri
Konu Başlığı
Ser'den, Sera'dan.
Konudaki Cevap Sayısı
387
Şuan Bu Konuyu Görüntüleyenler
 
Görüntülenme Sayısı
207835

Cevapla
 
Konu Seçenekleri Bu Konuda Ara Modları Göster
  #221  
Eski 15-12-2008, 11:10
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Fuar

Üzerinde çok sağlıklı görünen bir domates fidesi resmi ve bu fidenin köküne tutuşturulmuş etikette de “Growtech Eurasia 2006” yazısı bulunan ilanda “6. Uluslar arası Sera, Tarım Ekipmanları, Çiçekçilik ve Teknolojileri Fuarı” diye bir başlık, başlığın sonrasında da fuar süresinin tarihleriyle bulunduğu yer bilgisi vardı.

İçinde “çiçek” ve “sera” sözcüklerinin olması nedeniyle yeteri kadar dikkatimi çektiğinden fuarın açık kaldığı süre boyunca buraya uğrayıp hemen her bölümünü gezdim, bilgi verenlerden bilgi aldım, broşür verenden broşür.

Üzerinde firmaların bilgisi bulunan kalem, not alma kâğıtları, takvim, çakmak, şapka ve küçültülmüş kutularda, poşetlerde bulunan gübre numunelerini gene üzerinde firmaların tanıtım yazılarıyla şekilleri bulunan naylon poşetlere doldurup seradaki eve taşıdım.

Manyaklığım tuttu; okumasam, bakmasam da bunları torbalara doldurayım en kötüsünden sobada yakarım diye almamıştım bunları; gün gelir lazım olur diyordum.

Bence, ben bu fuarı gezen sıradan vatandaşların en aktifiydim. Hatta öyle aktiftim ki fuar süresinde “bilen” kişilerin sunduğu seminerlerin hemen hepsine katılmış, firmalardan verilen kalemle defterle değil, kendi kalemimle kendi ajandama ciddi ciddi notlar almış, soru cevap bölümünde de umduğum ve doyurucu cevapları alamasam bile sorular sormuştum.

Yani demem o ki, fuarın hakkını vermiş; belli ki büyük emek ve gayretler verilerek düzenlenen, gözlere bayram ettiren reyonlardaki güzelliklere, meyvelere, sebzelere, çiçeklere, fidelere, fidanlara, ilaçlara, gübrelere, ballara, reçellere, hele bir cümleye “cinsel gücü artırıcı” diye başladınız mı gerisini nasıl getirirseniz getirin diyeceğim geliyor ki devamında: diş ağrısı, romatizma, felç, iskorbüt hastalığı, kan bozuklukları, guatr, gut hastalığı, anti tümör, dalak büyümesi, adet düzenleyici, mide ülseri, solucan düşürücü, balgam söktürücü, idrar söktürücü, balgam söktürücü, ağrı kesici, kalça rahatsızlıkları, karaciğer fonksiyonlarını düzenleyici gibi faydaları olduğu dağıtılan broşürlerle anlatılan; marmelâdı, reçeli, ezmesi, çayı, mayonezli sosu, salamurası, turşusu ve macunu da kavanozlarda sergilenen, aynı zamanda fuarın yüzü suyu hürmetine önünde biriken akıl almaz kalabalığa indirimli olarak satıldığı söylenen kapariden tutun da tuzu kuru firmaların pırıl pırıl kızlarla ikram ettiği atıştırmalık yiyeceklere, plastik sera örtülerinin dayanıklılığını vurgulamak için belli ki yabancı uyruklu, boy pos o biçim, diri, genç kadınlara, traktörlere, ilaçlama makinelerine, yassısı, yuvarlağı, kalını, incesi envai çeşit hortuma velhasıl-ı kelam veya velkelâm-ı hâsıl görebildiğim her şeye bazen mal mal, bazen aval aval, bazen bön bön ama çoğunlukla imrenerek bakmıştım.

Bir tek fuarın açılışını, açılıştaki konuşmaları, Tarım Bakanı Mehdi Eker’i ve sanırım yarım tona yakın olgun domatesin serili olduğu plastik havuzda, harbi harbi yağlanarak, kispet giyerek, meslekleri harbiden yağlı güreş yapmak olan meşhur güreşçiler ile özel esvap içindeki cazgırın yönettiği o salçamsı müsabakayı görememiştim.

Hiç hayıflanmamıştım, göremediğim için!

-XXXVI-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
alihoca (28-12-2008), ar_de_ (15-12-2008), chem73 (15-12-2008), flz (16-12-2008), janus (15-12-2008), Master (15-12-2008)
  #222  
Eski 26-12-2008, 17:18
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Utanç Verici Şeyler, Bir Müzede Sergilenirse, Gururlanılacak Şeylere Dönüşürler Mi?

13 Eylül 2008 tarihinde, kızım sınıf arkadaşlarına öykünerek Orhan Pamuk’un “Masumiyet Müzesi” adlı romanını bir kitapçı dükkânından, ama öyle arkasında yazdığı gibi 24 liraya değil 5 lira ödeyerek korsan basımını almış.

Onun, derslerinin yoğunluğu ve elindeki diğer yarım kalmış kitaplarını tamamlama isteği yüzünden ortalıkta kalan bu kitabı elime aldım.

Şöyle üstünkörü bir göz atıp, sonra ara ara, seradaki işlerden fırsat buldukça ve kafam bana yar olduğu zamanlarda, bir de okuyacak başka bir şey bulamadığımda okudum.

Her ne kadar sayfa sayısı 592 yazsa bile “Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum” cümlesiyle muhabbet 11 inci sayfadan başlayıp “Herkes bilsin, çok mutlu bir hayat yaşadım” cümlesiyle 586 ncı sayfada bittiğine göre demek ki, net 575 sayfalık bu kitabı 13 Aralık 2008 tarihinde bitirmiş oldum.

“Dikkatli okurlar” diye sadece bu kitabında değil, konuşmalarında, diğer kitaplarda ve röportajlarında bazı cümlelerine bu şekilde giriş yapan Pamuk, okurlarına aklınca bir şeyler demek istiyor ama ben ne demek istediğine kafayı takmıyorum.

Şimdi, onun “4213 İzmarit” gibi gereksiz sayılarına benzer bir yaklaşımla ben de gereksiz cümleler kuracak olursam demek ki, ben bu kitabı 91 günde okuyabilmişim. Böl bakalım sayfa sayısına, ne çıktı? Günde ortalama 6 sayfa okumuşum! Yalan! Günlerce okumadığım zamanlar oldu, bazen okuduğuma pişman oldum, bazen karnım ağrıdı, bazen “Bu cümlede bir tuhaflık var” deyip, yeniden okudum, bazen tekrarlardan içim daraldı, bazen “Bu ne boktan bir karakter, bana ne veriyor bu eli uzun, dili ve fikri dolaşık, Füsun’un tadı damağında kaldığı için aklı bilmem neresinde olan bu sırnaşık adam” diyordum ama ardından da “Bu soruları sorduğuna göre demek ki, kitabın havasına girmişsin” gibisinden bir imalı cümleyle kendimi iyice sinir ediyordum.

Neticede uzun bir süre ve uzunca bir emek verilerek yazılmış bir kitabı, beğensem de beğenmesem de uzunca bir sürede ve kafa yorarak okumaya çalıştım.

Bir-iki kez televizyonda bu son kitabını pazarlarken yaptığı konuşmalarına rastlamıştım ama çanak sorulara bulanmış tanıtım cevaplarını sonuna kadar izlemeye fazla tahammül gösterememiştim.

Gene, bir aralar Genel Ağ’da gezinirken gazetelerdeki yazılara ve özellikle bazı köşe yazarlarının yorumunu da rast gelmiş, okumuştum.

Aklı kıt bir adam olarak kendimi bildiğim için, öyle eleştirmen edasıyla yazı yazacak değilim. Bu gerçeğime rağmen, öyleyse beni bu yazıyı yazmaya iten şey nedir, diye kendime sorduğum bu soruma da cevap verecek gücüm yok.

Gücüm yok ama şu var: Serimden geçirdiklerimle seramda yaşadıklarımı yazdığım bölümde ileride yazacağım herhangi bir yazımın bir yerinde, bu kitap hakkında dilimin ucuna gelenleri ucundan kıyısından yazmayı günlüğüme kaydetmiştim. Nasip bu güneymiş.

Derdim, kıyaslama yapmak değil, içimden geldiği için yazıyorum: Tek cümleyle diyebilirim ki, (eğer roman yazsa) on tane Pamuk’u cebinden çıkaracağını düşündüğüm Kıymetli AnnE’nin yazısında hem bu kitabın adı, hem de konusu başka da olsa aynı yazı içinde Atatürk’ün adının geçmesiyle kışkırtılmış hissettim kendimi.

Konuyla ilgili olduğu için, araya bir-iki yazıyı da yine Pamuk’un “masum meczup” kahramanı Kemal gibi yapıp (63. Dedikodu Sütunu, 404 ncü sayfadaki gibi) buraya yapıştırayım bari.
Orhan Pamuk’un sırrı!


Romancı olacağına pazarlamacı olsaydı da “Nobel” alırdı. Yüksek kabiliyet, bulunmaz yetenek. Her şeyi pazarlıyor. Ve başarıyor. Pazarlamacıların kralı olurdu. Dünyanın en büyük şirketinin CEO’su yaparlardı, pazarlama nobelini de ona verirlerdi.

Çürümüş maydanoz.

Kokmuş köfte.

İçi geçmiş karpuz.

Küflenmiş ekmek.

Bunlara müşteri çıkmaz, kimse almaz. Orhan Pamuk’u “çürük maydanoz-kokmuş köfte-içi geçmiş karpuz-küflenmiş ekmek”leri pazarlama göreviyle görevlendirin cansız duyguları tetikler, ölmüş talepleri parlatır, bitmiş beğenileri canlandırır sadece Türkiye tüketicisine değil bütün dünyaya “çürük maydanoz-kokmuş köfte-içi geçmiş karpuz-küflenmiş ekmek” satardı.

Yemezlerdi.

Yiyemezlerdi.

Fakat satın alırlardı.

Bu çarpık, hastalıklı, özürlü durum ancak ve ancak Orhan Pamuk’un “pazarlamacılığı” sayesinde olur. Romanlarını alanlar, 30 sayfasını okuduktan sonra bırakıyorlar, fakat yine de almaya devam ediyorlar.

Esasen gerçeği çarpıtan bir kokmuş propaganda olan “Türkler tarihte 1 milyon Ermeni’yi kestiler, öldürdüler” iddiasını Orhan Pamuk, ortaya bilgi, belge koymadan, müthiş pazarlamacılığı sayesinde bütün dünyaya yedirdi ve Nobel’i de aldı.

Büyük businessman.

Müthiş iş adamı!

Şimdi yeni bir pazarlama uğraşına girdi, bir haftadır gazete manşetlerinden inmiyor, TV’lerde “bir kez seyrettik Orhanımız’a doyamadık, tekrarı yayınlansın” programlarında “İstanbul’un küçük burjuva semti Cihangir’de babası top atınca fakir kalmış güzel bir kıza baba parasıyla zengin olmuş bir ibiş erkeğin aşkını” tezgâha koydu, satıyor.

Arsız bir pazarlamacı oldu!

Müşterinin önünü kesiyor.

Kolundan çekiştiriyor.

Malı gözüne sokuyor.

Porno ağırlıklı olduğu anlaşılan yeni 500 sayfalık romanı için izin vermiyor ki “bu iyi bir edebiyat ürünü müdür, yoksa zengin erkek-fakir kız konularını milyon defa işlemiş Yeşilçam filmlerinin çok kötü bir edebiyat salçalı kopyası mıdır” okuyan karar versin.

Okuru aptal yapıyor.

Okuru embesil sayıyor.

Dün bir, bugün iki. Okur daha romanı okumadı. Yazar alıyor karşısına “Orhan Pamuk büyük romancıdır ezberine teşne” magazinci kadın gazetecileri, “son romanını kaç yılda yazdığını, daktilo ve bilgisayarla değil mürekkepli kalemle yazdığını âşık olduğu kızın küpesini, sütyenini, külotunu, büfe üzerinde duran biblo köpeğini çalarak biriktiren zengin adamın, kızın bekâretini nasıl bozduğunu, kapalı toplumlarda bekâretin, açık toplumlardaki bekâret anlayışından farklı olduğunu” uzun uzun anlatıyor.

Ve gazetelere manşet.

TV’lere söyleşi.

Ayıptır.

Romanına güveniyorsan biraz zaman ver, okur okusun. Sen sonra konuş. Gerçek bir edebiyat adamına yakışan bu tavrı göstermek yerine, satışı artırmak için “romanın kahramanı Cihangirli fakirlemiş kızın küpesini, kolyesini, reçel yapmak için kullandığı ayva rendesini, hela taşının sifon zincirini” topladığını, bunlardan bir müze kuracağını ve kitabı satın alanların bu müzeye ilk girişinin bedava olacağını anlatıyor.

10 yıldır küpe topluyormuş.

Fakat ortada müze yok.

SPK’nın harekete geçmesi gerekir. Orhan Pamuk’un kurulmamış bir müzenin giriş biletini kitabın içinde bir lotarya olarak sunması, halktan para toplama kanununa girer. Savcıların harekete geçmesi gerekir.

Sırrı: pazarlama!

Yüksek kabiliyet!

Bulunmaz yetenek!

Pazarlama kralı!

Necati Doğru
Bu yazıyı okuyan başka bir köşe yazarı da şöyle bir yazı yazmıştı:
Masumiyet Müzesi ve sabıkalı bekçisi


Orhan Pamuk’un son kitabı “Masumiyet Müzesi” Bebek’teki rahlesinden denize indi.. “Bir gemi yaptım ayrık otuyla.. Mısır tanesinden hesapsız güllesi..” tarzında takdim edildi.. Toplumun haberi yok ama okur yazar takımı fena gerildi..

Dünyada benzeri yoktur.. Elin adamının “Nobel” ödülü verdiği bir yazarın memleketinde “okunması eziyetli yazarlar” listesinde bir numara olmasını hiçbir akıl açıklayamaz..

Yeni Hayat mıydı yoksa ben mi öyle hatırlıyorum? Üzerinden belki on yıldan fazla zaman geçti.. Aynı gürültüyle pazarlanmıştı..

Hepimiz şartlanmıştık.. Okumazsak bir yanlarımız şişecek gibi gelmişti bize..

Okuyamadık.. Kısmet olmadığından değil.. Kitabın okunmaz olmasından..

Kadınların yaptığı ağda şekeri gibi yapıştığı yerden sökülemeyen betimlemeler.. Sonuna kadar gittiğinde başını unuttuğun, hatırlamak için başa döndüğünde dibini kaybettiğin cümleler..

Hayatla ilgisi olmayan zorlama bir kurgu..

Şuradan buradan toplanmış tarihi ayrıntıların, subjelere dair şaşırtıcı malumatın tıkıştırıldığı paragraflar..

Ancak okumuşların hak ettiği türden bir ıstıraptı.. Bu tür zulmü ise ancak okumuş takımı kendine yapardı..
***


Orhan Pamuk’un edebiyat çevrelerine verdiği zarardan kurtulabilenler ise kendilerine “entel” süsü verenler oldu..

Onlar okumadıkları, okurmuş gibi yaptıkları için romanın bünyede yapabileceği tahribattan kurtuldular..

O yazın plajlarında bir sayım yapılsaydı, kızların işgâl ettiği şezlonglarda Orhan Pamuk yüzde elli ile çoğunluğu sağlardı..

İki şezlongda bir yani..

Ne var ki en çok satan sorulduğunda “Bayıldık.. Harika.. Eksantrik..” cevapları alınan kitabın tamamını okuyabilen yoktu..

İnsanoğlunun edebiyat yoluyla kendine zulüm yapması doğasına aykırı olduğundan kimseyi suçlayamıyorum..

ORTAK ACIMIZ

Kitaba başladığımda Baba’-nın resmi ziyaretler için kullandığı uçağındaydım.. Bir yerlere gidiliyordu..

Üstelik uçuşumuz bir gidiş bir dönüş değildi.. Program gereği oradan buraya, buradan oraya zıplamamız gerektiğinden yığınla uçuşumuz vardı.. Uçak koltukları da okumak için bire birdi..

İki yüz küsur yolcusu olan uçağın okumuş yazmış takımından pek çoğu benim gibi yapmıştı tercihini..

Okumaya çalışıyorum ama.. Ölüyorum zorlamaktan, satırlar bir türlü gitmiyor..

Ondan fazla deneğin elinde Orhan Pamuk’un kitabı vardı ve herkes aynı acıyı çekiyordu..

“Uçakta benden başka, okuduğu kitabı anlamaktan aciz başka biri daha var mı?” diye merak ettiğimden çevreyi sorgulamaya başladım..

Yakın çevremde kendi kendime bir soruşturma başlattım.. Kitabı sonuna kadar okuyan var mı diye..

Sonuç enteresandır..

Kitabın otuz sayfası, bilemedin kırk sayfası okunuyordu.. Ondan sonra da “Çakmışım romanına..” denip bir yana atılıyordu..

Rekor Ankara’dan gazeteci bir arkadaşa aittir.. Orhan Pamuk romanından tam kırk sekiz sayfayı okumayı başarmıştı..

Hep birlikte “Orhan Pamuk kitapları okunmaz, elde taşınarak teşhir edilir..” tezi üzerinde tartışıyorduk ki Murat Bardakçı o meşhur “ihtihal” haberini patlattı..

Bana sorarsanız yanlış yerde patlattı.. Okur yazar bir toplumda adından en çok söz edilen yazarlardan birinin başına bu “intihal” işi geldiğinde ona ne yaparlar, bilmiyorum..

(Yakalanan yazar bir Japon olsaydı kesin harakiri yapardı..)

Bizde boş gözlerle karşılandı..

Murat Bardakçı, gazetesinde tam sayfa neşriyat yaptı.. Orhan Pamuk’un “Beyaz Kale” romanının “Pedro’nun İstanbul Günlüğü”nden araklama olduğunu ilân etti..

PEDRO DA KİM?

Bin beş yüz yılında Osmanlı korsanlarına esir düşmüş fukara bir İspanyol..

Kanuni’nin sadrazamı Topal Rüstem Paşa’nın kardeşi, İstanbul Kaymakamı Sinan Paşa’ya köle yapılmış..

Köle olmasına köle ama kendisini doktor diye yutturduğundan esaretinde rahat etmiş.. Rahatlık battığından beş yıl sonra firarla memleketine dönmüş..

Biri kadın, diğeri erkek iki arkadaşı ise esareti üzerine konuşmalarını zapta geçip kitap haline getirmiş..

Nimet Arzık’ın ağabeyi, şehit Büyükelçimiz Taha Carım tarafından keşfedilen kitabın son kâşifi de Orhan Pamuk..

Almış önüne Pedro’nun günlüklerini, bir güzel kitap yapmış..

Murat Bardakçı tam sayfa listelemiş..

Pedro kitabında bir laf ediyor.. Bakıyorsun cümle aynen Beyaz Kitap’ın kahramanının ağzından tekrarlanıyor..

Varsın olsun.. En son kim yazdıysa o kazanır..
***


Fransız düşünür ve yazar Voltaire vakti zamanında “Bunların tanrıları bile çalıntı..” deyip Hz. Musa’yı “Sabilik dininden” intihalle suçladı da ne oldu?

Kim hatırlar sabilik dinini.. Kim hatırlar onun kurucusu Hazreti İbrahim’i..

Hollywood’ta filmi çekilen Hazreti Musa değil mi?

BİZE DEĞMEZ..

Geçenlerde “Cahillikler Kitabı” nda okumuştum.. Japon balığının hafızasını üç beş saniye bilirdik ya.. Meğer üç aylık memorisi varmış..

Bizim toplumun hafızası da aralarda bir yerde.. Unutuldu gitti intihal olayı..

Orhan abim de yakalandıktan sonra gelen baskılara “Pedro’dan sebeplenmişliğim vardır..” notunu koydu..

Hamamın namusu, kimse dert etmese de kurtuldu.. Kara kartal oley!
***


Necati Doğru, kitabı okumadan yargılayan, “amanın bayıldık” hükmünü de okumadan veren medyanın bu marifeti üzerine öfkelenmekte haklıdır..

Orhan Pamuk’a edebiyat dalında değil de pazarlama dalında Nobel verildiğini söyleyecek kadar öfkelenmişse bunu da anlamak lazım..

Bir düğmeye basılmış gibi..

Memlekette ne kadar “Kitap Eki” varsa aynı anda harekete geçtiler..

Aynı anda müjdelendi son kitap.. Aynı anda övülmeye başlandı..

Yerimiz bitti..

Başka işimiz gücümüz olmadığından elbet devam edeceğiz..

Selahattin Duman
Masumiyet Müzesi krizi devam ediyor
Orhan Pamuk aldığı Nobel Edebiyat Ödülü’nü hak eden, değeri anlaşılmamış büyük bir yazar mıdır? Yoksa bu yüzyılın gördüğü en büyük kitap pazarlamacısı mı? Okuması yazması olanlar bu sorunun cevabını arayıp duruyorlar..

“Masumiyet Müzesi”nin iki vakte kadar gelmekte olduğunun müjdesini bizim gazetenin Kitap Eki’nden aldım..

Eğer zahmet edip karıştırsaymışım müjdeyi Milliyet’in, Cumhuriyet’in, Radikal’in veya başka bir gazetenin kitap ekinden de alabilirmişim..

Nereden mi biliyorum?

Düğmeye aynı anda basılmasından..

Sihirli bir el işareti verdi.. Bizim medyada ne kadar kitap eki varsa aynı anda harekete geçti..

“Müjdeler olsun.. Orhan Pamuk’un yeni kitabı geliyor..”
***

Araştırmacı gazeteciyim ya! Bizim Vatan Kitap Eki’nin paşası Buket’in yolunu kestim..

“Nerenize basıyorlar da hep birlikte harekete geçiyorsunuz?” diye sordum.. Fazladan kaşımı da çattım..

Buket Aşçı kaçın kurası?

İstersen otur işkence yap.. İstersen “Bak konuşmazsan öbür böbreğini de ben değiştiririm.. Hem de kuzu böbreğiyle..” diye tehdit et..

Ağzından laf alamazsın..

İçine doğmuş.. Hissetmiş.. Zaten çalışmasından önceden haberi varmış..

Baktım ki iş Ergenekon sorgusuna dönecek, kızı rahat bıraktım..

BU NE GAYRET?

Kitabın yayın günü yaklaştıkça övgülerin de arkası gelmeye başladı.. Bizim yayları gevşeyen medyada bir edebiyat gazeteciliği gayreti ki benzeri görülmüş değil..

Bakın mesela..

Perşembe günü gazetelerde tam sayfa bir ilan vardı..

Halk ve Eşitlik Partisi kurulmuş.. Kurucusu Osman Pamukoğlu Paşa “Türk Milleti!” diye başlayan bir hitabe kaleme almış..

İmzanın sahibi Güneydoğu’da cephe komutanlığı yapmış biri.. Eylemini ilân için büyük gazetelere tam sayfa ilân veriyor..

Dünyanın parası o ilânlar.. Üstelik “Amasya Tamimi” kıvamında bir metnin altına imza atıyor.. Bizim medyada o gün çıt yok..

Aynı meraksız medya Orhan Pamuk’un kitabını okumadan şaheser olarak duyuruyor..

Hem de kitap sözcüğü yerine “eser” tarifini yaparak..

Okumadın madem.. Nereden bildin eser olduğunu.. Nereden bildin kalıcı olacağını? Soran yok ki cevap verme mecburiyeti duyulsun.. İşin altında bir çapanoğlu var ama..
***

Bu gayreti “Nobel Ödülü”de açıklamaz..

Zaten o ödülü kimse içine sindiremedi gitti.. Ahali istese kitabı okumasa bile alkış tutardı ama “Ermeni meselesi” söyleminden dolayı soğuk durdu..

Cihangir’in entelleri de “Nobel yemeğinde” karşısına Orhan Gencebay ile Sevim Emre hanımı oturtmasına kızdı..

Zaten bir röportajda kırmızı koltuğa yanlamasına uzanıp Josephin Baker kıvamında poz vermemiş miydi?

“Çakmışım Nobel’ine..” hükmünün verilmesi ve ondan gerisinin kimse tarafından sallanmaması bu sebeptendir..

ASLA PES ETMEZ

Medyanın bu gayretine bir mânâ veremeyen bizim Necati Doğru’nun öfkelenmesi, yeni kitap üzerine ilk zıplayan olması anlaşılır bir şey..

Daha iki satırı okunmamış bir kitap için sınırsız övgü düzen medyayı ayıplaması da bunun sonucu..

“Okura hiç değilse bir fırsat verilseydi..” diye saydırıyor..

Lakin öfkeli satırlarının arasında “kimin okuru embesil yerine koyduğu, kimin okura aptal muamelesi çektiği” kaynayıp gidiyor..

Oysa Orhan Pamuk’u yakından tanıyanlar bu soruların cevabını da bilirler..

Yazarlığını ben tartışmam..

Ama onun mükemmel bir pazarlamacı olduğunu söyleyebilirim..

Günün yirmi dört saati telefon başında, kendisini tanıyan herkesi aramakla geçer..

Türkiye’den, Avrupa ülkelerinden veya Amerika’dan..

Kendisi veya kitabı hakkında iki satır yazı çıkması için saatlerce dil döker.. Yorulmaz, usanmaz, bıkmaz, pes etmez..

Aynı konuda günlerce dil dökecek bir laf maratoncusudur..
***

Sonunda başarır..

Ne yapar eder, telefonla yakaladığı muhatabını pes ettirip kendisinden tek sütunluk da olsa söz ettirir..

Tanıştığı her gazeteci, her editör onun için “yeminli murakıp”tır..

Sohbet için telefon açar, konuşur da konuşur..

İki gün içinde kendisine dair bir haber görmedi mi açıp bu kez de “Eee! Niye bir şey yazmadın..” diye sorar..

Türkiye’de bunu yapabilecek, yapmayı içine sindirecek başka bir yazar olmadığından hep zirvededir..

BEKLENEN HİZMET

Necati’nin tarifiyle “Fakir düşen Cihangirli kızla ibiş bir oğlanın aşkını..” kaleme alıp, kitaba tıktığında sorgulanmaz..

Edebiyat eleştirmeni diye bilinenlerden kimse çıkıp da “Lan arkadaş! Bu hikâyeyi biz milyon kere Yeşilçam sinemasında izlemedik mi? Bu ne yapmış, kuş mu kondurmuş?” diye sormuyorsa bundandır..

Burası Türkiye’dir..

İnsanların yazarlara okumadan not verdiği ülkedir..

Toplu eserleri bir yıl içinde topu topu altmış bir tane satan bir yazar her edebiyat olayında baş köşededir..

O zaman kitapları okunmadan on binlerce satan bir başkası baş köşeye kurulduğunda çok mudur?
***

Osmanlı’dan cumhuriyete devir Halit Fahri Ozansoy çok ağdalı dili olduğundan okunması zor bir yazardı..

Ancak keleminin kuvvetiyle bugüne kadar geldi.. Hatta anıları sadeleştirilerek (Osmanlıca sözcüklerin yanına parantez açıp Türkçesi yazılarak) yeniden basıldı..

Onun talebesi Mehmet Rauf’tu.. O da ona öykünüp lügat paralardı.. Edebiyatımıza, bunalım geçirmeden okunması mümkün olmayan Eylül romanını hediye etmiştir..

O romanı bugünün kuşaklarından kimse bilmez.. Bilmesine de gerek yoktur..

Ne var ki aynı Mehmet Rauf gençlerimize “Kaymak Tabağı”nı bırakmıştır..

Ergenlikten gençliğe geçişte elimizden düşmeyen üç temel eserden biridir Kaymak Tabağı.. (Diğer ikisi Fettahname ve Fırıncının Kızı..)

İşte ben, yazarlığından umut kesmediğim Orhan Pamuk’tan gelecekte böyle bir performans bekliyorum..

Son romanı Masumiyet Müzesi’nde bunun işaretleri var..

Oradaki sevişme tasvirleri medyamızı zevklendirmeseydi bunun müjdesi haber olarak birinci sayfalara çıkmazdı..

Orhan Pamuk bize yeni bir “Kaymak Tabağı” kazandırsın, gençlerin gönlünü alıp ahaliyle barışsın..

Onu da biz zevkle pazarlayalım.. Onu yormayalım..
Selahattin Duman
Bu kitabı okurken birkaç yerde “Atatürk’ün” adı geçtiğinde önce önemsemedim ama bir süre sonra baktım ki içim havalanıyor…

Bitmiş kitabı yeniden okuyacak değildim, başparmağımın sayfalara yaptığı basıncı dengeli bir şekilde azaltarak, ağır ağır devrilen her sayfaya hızlıca göz attım ve bu tarama sonucunda gözüme çarpan 10 farklı sayfanın (29, 101, 357, 370, 456, 481, 507, 522, 527 ve 566) ilgili yerlerinin altını çizdim.

Fazla yorum yapmadan, neden başlangıçta önemsiz, sonraları gereksiz ve en sonunda da içimi havalandıracak nitelikte yazılmış olduklarını düşündüğüm bu cümleleri, üşendimse de sonunda yazımın içine almaya karar verdim.

Sayfa: 29: 1934’te Atatürk’ün bütün Türk milletine soyadı almasını şart koşmasından sonra, İstanbul’da yeni yapılan pek çok binaya aile adları verilmeye başlanmıştı.

Sayfa 101: Burada, on yıl önce, birdenbire tekstil ihracatıyla çok zenginleştiğimiz yıllarda, babamın, bir arkadaşının etkisiyle davet edip karşısında poz verdiği Akademi’de hoca olan heykeltıraş Somtaş Yontuç’un (soyadını Atatürk vermişti) yaptığı alçı büstünü sergiliyorum.

Sayfa 357: İtalyan ailelerin Noel akşamları hep birlikte toplanıp oynadıkları bir Napoli oyunu olan tombala, pek çok yılbaşı töreni ve alışkanlığı gibi, Atatürk’ün takvim reformundan sonra Levanten ve İtalyan ailelerden İstanbul’a yayılmış, kısa sürede evlerde yılbaşı gecesi eğlencelerinin vazgeçilmez bir parçası olmuştu.


Sayfa 370: Kabul ettiği senaryonun sivri köşelerini yuvarlar, zengin ile fakir, işçi ile patron, ırza geçen ile kurbanı, iyiyle kötü arasındaki sertlikleri masumiyetle yumuşatır, esas kahramanın filmin sonunda sansürcülerin takılacağı, ama seyircinin seveceği öfkeli, sert, eleştirel sözlerini dengeleyecek bayraklı, vatanlı, Atatürklü, Allahlı birkaç tatlı söz eklemeyi herkesten iyi becerirdi.

Sayfa 456: Papatya, “Atatürkçü modern Türk kızı önce kocasını mı, yoksa işini mi düşünmeli?” gibi tartışmalara giriyor; rüyalarının erkeği ile hâlâ ne yazık ki tanışmadığını, yatak odasındaki aynanın önünde (yarı pop, yarı alaturka bir hazır mobilya takımı almıştı) oyuncak ayısıyla oynarken açıklıyor; mazbut bir ev hanımı pozuna bürünen annesiyle mutfakta ıspanaklı börek yaparken – aynı emaye tencereden Füsunların mutfağında da vardı- Kırık Hayatlar’ın yaralı ve öfkeli kahramanı Lerzan’dan çok daha mazbut, lekesiz ve mutlu olduğunun altını çiziyordu.

Sayfa 481: Ehliyet bürokrasisini, rüşvet-sürücü kursu işlerini bilenler kederli ve aşağılanmış halimize bakıp gülmüşler, İstanbul’da sürücü sınavıyla ilgili herkesin doluşup çay içtiği gecekondudan bozma çayhanede (duvarında dört tane Atatürk resmi ve kocaman bir saat vardı) bize ehliyet almak için gerekli yolları arkadaşça bir havayla öğretmişlerdi.

Sayfa 507: Bütün bu sözlerle birlikte gördüğüm her şey, Füsun’un kararlı, sert yüz ifadesi, pastanenin eski dondurma makinesi, Atatürk’ün çerçeveli fotoğrafındaki tıpkı Füsun’unkiler gibi çatık kaşları hafızama kazınıyordu.

Sayfa 522: Çocukluğumda, mutluluk anlarımda yaptığım gibi, beni mutlu eden şeyi “mahsusçuktan” unutup, çevremdeki her şeyi güzel bularak dünyaya yeni bir gözle baktım: Duvarda Atatürk’ün fraklı, şık ve hoş bir fotoğrafı vardı.

Sayfa 527: Öpmek için ona yaklaştığımı gördü ve benden önce ilk o sarıldı bana. Bütün gücümle, neredeyse zorla onu öptüm. Uzun uzun öpüştük. Bir ara gözümü açtım ve dar ve basık koridorda Atatürk’ün resmini gördüm. Odama gelmesi için öpüşler arasında Füsun’a yalvardığımı hatırlıyorum.

Sayfa 566: Tagore Müzesi’inde yazarın yaptığı suluboya resimlere bakarak ve bizim erken dönem Atatürk müzelerinin toz ve nem kokusunu hatırlayarak, labirent benzeri odalarda yürürken, Kalküta’nın bitip tükenmez uğultusunu dinleyerek, bütün bir gün ne kadar da mutlu olmuştum!

Çok uzadı bu yazı, farkındayım ama bir iki lakırdı daha edip, bitireyim.

“Pazarlama” konusunda yukarıda yazılanlara eklenecek fazla bir şey yok, her şey ortada.

Ekleme sayılır mı, bilemem ama pazarlama kokusu öyle kesif ki, bu kitabının içinde bile diğer kitaplarına gönderme yapıp “dikkatli okurların” onları da satın almasını sağlamaya çalışmak, roman kahramanına “Bu kitabı, benim ağzımdan ve benim onayımla anlatan Orhan Pamuk beyefendiyi böyle aradım. … Hikaye anlatmayı ciddi bir şekilde seven, işine bağlı bir adammış diye de duymuştum” dedirterek kendini çaktırmadan methettiren sözleri söyleten, dahası, bana göre Medeniyetler Müzesini bile gezmeye üşenenlere; hangi odada sevişmiş ve hangi malzemeleri tırtıklamış olduğunu sayfalar boyunca sündüre sündüre anlatıp, okuyanı etkileyerek, ileride bir gün kuracağı müzeye şimdiden müşteri toplamaya çalıştığını da düşünerek, bu kitabın satışından daha çok bir gelir elde edeceğinin de ortada olduğunu ben de rahatlıkla söyleyebilirim.

Gene bu kitaptan “müze” hakkında özlü bir cümleyi yazıp, Pamuk ve “eserinin” tersinden de olsa reklâmını yapmaktan sakınsam iyi olacak.

Sayfa 571: “Müzemle yalnız Türk milletine değil, dünyanın bütün milletlerine yaşadığımız hayat ile gururlanmayı öğretmek istiyorum. Gezdim, gördüm: Batılılar gururlanırken, dünyanın büyük çoğunluğu utanç içerisinde yaşıyor. Oysa hayatımızdaki utanç verici şeyler, bir müzede sergilenirse, hemen gururlanılacak şeylere dönüşürler.”

-Otuz yedi-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
alihoca (28-12-2008), AnnE (30-12-2008), ar_de_ (26-12-2008), dentist (26-12-2008), flz (08-01-2009), Master (27-12-2008), meraklı (26-12-2008), Ramo (26-12-2008), serdarkus (01-01-2009)
  #223  
Eski 26-12-2008, 20:15
dentist - ait Avatar
dentist dentist bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 1.058/2200
469 Mesaj ına 3880 Kere teşekkür edildi
Tanımlı

Sayın Emin;
Bu güzel yazıyı tek seferde ve zevkle okudum elinize sağlık ....
__________________
“Çalışmadan, öğrenmeden,yorulmadan rahat yaşama yollarını alışkanlık haline getiren milletler önce onurlarını sonra hürriyetlerini daha sonra da geleceklerini kaybetmeye mahkumdurlar.”
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
Alıntı ile Cevapla
dentist kullanıcısına teşekkür edenler
alihoca (28-12-2008), Emin (08-01-2009), meraklı (26-12-2008), Ramo (26-12-2008)
  #224  
Eski 26-12-2008, 20:59
Ramo - ait Avatar
Ramo Ramo bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 603/2786
438 Mesaj ına 2346 Kere teşekkür edildi
Tanımlı

__________________
Yaşadıklarını kar sanma yanına...
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna
Ne kadar yaşarsan yaşa
Sevdiğin kadardır ömrün...

Can Yücel
Alıntı ile Cevapla
Ramo kullanıcısına teşekkür edenler
alihoca (28-12-2008), dentist (26-12-2008), Emin (08-01-2009), Master (27-12-2008), meraklı (26-12-2008), Rakitnikov799 (14-01-2020), revawx4 (28-04-2020), serdarkus (01-01-2009), williamfq2 (16-06-2020)
  #225  
Eski 30-12-2008, 08:33
AnnE - ait Avatar
AnnE AnnE bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Bulunduğu Yer: Suriçi
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 606/518
314 Mesaj ına 5527 Kere teşekkür edildi
Tanımlı

Sera'nın kapısından girip, bu Yılsonu soğuğunu peşimce içeri sokarak karanfilleri titretmek istemezdim ama ; bir Orhan Pamuk okuyanı olarak giremeden de yapamadım.

1. Orhan Pamuk'u hakaret derecesinde aşagılayanlar, bir taraftan onun hiçbir romanının tamamını okunamadığından bahseder, bir taraftan da romanın kötülügünden. Okumadığın birşey hakkında ahkam kesmek, '' bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak'' degil de nedir ?

2. Roman, bir sanat türü olarak ZEVK'e hitab eder. Herkes herşeyden aynı zevki almak durumunda degildir. Zaten, bu begenmeyen güruhun, Kafka, Dostoyevski, Oguz Atay gibi derin betimlemelerle yazan bazı diger yazarlar hakkındaki görüşlerini de hiç mi hiç merak etmiyorum.

3. Yazar'ın bir politik-tarihsel tespitine katılmayabilirsiniz. Ama bu sizin O'nu ve işini aşagılama hakkı vermez.

4. Roman hakkındaki görüşlerimi uygun bir yerde yazmaya calışacagım.

5. Karanfillerden özür dilerim.Hemen çıkıyorum.
Alıntı ile Cevapla
AnnE kullanıcısına teşekkür edenler
Emin (08-01-2009), Master (30-12-2008), meraklı (30-12-2008), neron (30-12-2008), nomeames (30-12-2008)
  #226  
Eski 31-12-2008, 15:10
alihoca alihoca bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 361/2464
166 Mesaj ına 2501 Kere teşekkür edildi
Tanımlı

Sn Orhan PAMUK’un kitaplarını anlayıp sevmeyi beceremeyenlerden biri de benim. Kusur ise kabulümdür.

Yazarın politik tarihsel tespitlerine gelince,
Eğer bir yazar eser ve söylemlerinde;

‘Türkler bir milyon Ermeni, Otuz bin Kürt katletti…’

İddiasını hiçbir kanıta, veriye bilgiye dayandırma gereği bile duymadan ortaya atmış ve bunu sohbet söyleşi ortamlarını aşarak yazdığı kitaplarda ve beyanat verdiği mikrofon ve kameralar önünde tekrarlıyor ise;

Bu sadece benim anamı, atamı ceddimi değil koca bir Milleti Katliam, Soykırım suçu ile mahkûm etmiş demektir. Yani burada Türk Ceza Kanunlarında 125 Maddeden başlayarak devamında dile getirilen hakaret, aşağılama SUÇlarını da aşan yargısız infaz ve mahkûmiyet söz konusudur.

Üstelik bu sadece geçmişin yani tarihin mahkûm edilmesi anlamı ile de sınırlı değildir. Bu aynı zamanda Türk Milletinin gelecek nesillerini yani gelecekte doğacak olanların bile daha doğmadan alınlarına vurulmuş bir kara bir lekedir.

Ulusların tarihlerin de ''soykırım-genosid’’ suçu ile kıyaslanabilecek çok fazla suç olmadığını da bilinmesi gereklidir. Tarihte işlenip müruru zaman dediğimiz zaman aşımına uğratılamayan, bin yıl geçse de bedelleri ödemeye mahkum edilebilecek suçlardan olduğu artık anlaşılmalıdır.

Hal böyleyken; Edebi kişilik ve kimliklerin uzmanlık alanlarının sınırlarını aşarak böyle iddia, suçlama ve yargısız infazlar da bulunma hakkı yoktur. Bu hakkı da ona hiç bir güç veremez.

Tabii ki yazarın açıklamalarından gocunmayanlar olabileceği gibi, doğrudur diyenler de olabilir. Nihayetinde kişilerin kendilerini bağlayan görüşleri olarak değerlendirilebilir. Kitaplarını beğenenlere ise saygı duyarım.

Ama Tarihçi olmayan bir yazar kitap ve söylemlerinde;

Tarih Biliminin asgari müştereklerini hiçe sayarak ‘Tarihimi’ aşağılayan, ‘Tarihime’ hakaret eden, ‘Tarihimi’ yargısız infaz ile mahkûm eden tespitler yapmış ve yapmaya devam ediyorsa;

Ben de en azından, onun atasını, yedi ceddini ve tarihini hayır duası ile anmadığımı itiraf etmeliyim.
Alıntı ile Cevapla
alihoca kullanıcısına teşekkür edenler
AnnE (08-01-2009), ar_de_ (10-01-2009), dentist (31-12-2008), Emin (08-01-2009), flz (08-01-2009), Gozlemci (10-01-2009), Master (01-01-2009), meraklı (05-01-2009), Ramo (31-12-2008), serdarkus (31-12-2008), Süvari (07-01-2009)
  #227  
Eski 08-01-2009, 15:26
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Zikzak

İşte, bu fuardan günün birinde lazım olur diye toplayabildiğim kadarıyla topladığım reklâm kokan broşürlerden toprak analizi için aklıma yatan bir-iki tanesini seçip öğretilen işlemleri aklıma yatırmaya çalıştım.

O kafayla seraya girdiğimde; dersine yeteri kadar çalışmış, sözlüye kaldırılması halinde yaptığı işin amacını ve umulan sonucunu “Efendim, gereğinden fazla veya yanlış gübre vererek hem bu gübre verme işinde zaman kaybının ve uğraştırıcılığının önüne geçmek hem fazla para harcamamak ve en önemlisi bitkilere zarar vermemek; yanlış bir gübre vererek…” gibisinden kitabi ve sıralı cümlelerle ezberden ötecek kadar bülbülleşmiş bir öğrencinin heyecanını yaşıyordum.

Derdim, toprağımın tınlı mı, kumlu mu olduğunu öğrenmek değildi.

Öyle bir numune almalıydım ki; tüm serayı temsil edebilecek nitelikte olduğuna önce kendim inanmalıydım.

Yapılacak tahlilin sonucunda bana verilecek, üreteceğim ürün için gerekli olan amonyum nitrat, mono amonyum fosfat, potasyum nitrat, magnezyum sülfat ve kalsiyum nitrattan oluşan beş kalem gübrenin uygulama zamanı ile miktarlarını içeren gübreleme programını içime sindirebilmeliydim.

Bu yüzden, öyle broşürdeki resimlerle gösterilen, zikzak çizilerek 10-12 yerden numune almak yerine daha fazla yerden numune almaya karar verdim.

Her bir tünelin yaklaşık 350 metrekarelik bir alanı kapladığı, bu beş tünellik seranın hemen hemen her yerinden, belirli aralıklarla, mala yardımıyla 30 santimlik derinliğe kadar olan 30 kadar çukurdan azar azar toprak alacaktım.

Toprak örneğini alırken, birkaç gün önce, Ali’nin traktörünün ardına bağladığı kepçemsi aletle seraya belirli aralıklara öbek öbek yığdığı ve bazı öbekleri dağıttığımız milli dere kumunun numune olarak aldığım topraklara karışmamasına da özel önem verecektim.

Çünkü bu analizle sera toprağının ilk halini merak ediyordum.

Yapacağım işlemlerden sonra yeniden yaptırmayı düşündüğüm ikinci analizi karşılaştıracak böylece okuduklarım ve kendi akıl yürütmelerimin bilimsel açıdan desteklenip desteklenmediğini görecek, anlayacak belki kendimle fodulca öğünecektim.

Üzümlerin henüz koruk, narların yeni yeni çiçek açtığı ama sıcaklık anlamında yazı aratmayan mayıs ayının son günlerinde, o ana kadar birbirimizi hiç görmediğimiz, sadece bu sanal dünyada, borsa vesilesiyle yazıştığımız, bugün için şöyle geriye dönüp baktığımda bu yazıları bu ortamda yazmamı biraz da onun ısrarıyla sürdürdüğümü inkâr edemeyeceğim; bal gibi günler geçireceklerini bilerek geldikleri Antalya’dan, balayı dönüşünde bizi de sanki ailelerinden bir büyükleriymişiz gibi görüp evimizi renklendiren, halen devam ediyor mu bilemem ama o an için birbirlerine en güzel, en anlayışlı ve en sevecen davranış ve sözcüklerle hitap eden Umut ve Gülnur’u elimizden geldiğince bir-iki günlüğüne konuk ederken ben de dinlenmiştim.

Hakikaten dinlenmiş miydim? Yoksa misafirlerimi kolayıma gelen birkaç görülesi yere götürdüğüm için tebdili mekândaki ferahlık mı dolmuştu içime?

Sanki ben demezsem dikkat etmeyeceklermiş gibi “Aman ha, yavaş gidin, dikkat edin, sık sık dinlenin” cinsinden ricamsı kısa cümlelerle Umutları İstanbul’a doğru uğurladıktan sonra seranın bekleyen işlerine başlamak içimden gelmese bile, yani istemeye istemeye işbaşı yaptım.

Kumların seraya taşınması ve serimi, analiz için toprak numunesi alımı, toprağın yıkanması, çiftlik gübresinin seraya taşınması ve serimi olmak üzere ilk etapta yapacağım işler belliydi.

İşlerin böyle bir cümle içinde sıralanması şimdi ne kadar kolay geldi bana, yazımı bile zahmetsiz.

-38-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
account (08-01-2009), alihoca (09-01-2009), AnnE (09-01-2009), ar_de_ (10-01-2009), dentist (08-01-2009), flz (12-01-2009), Master (08-01-2009), neron (08-01-2009), Ramo (09-01-2009), serdarkus (18-01-2009)
  #228  
Eski 28-01-2009, 14:40
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Kumda Oynamak

Ali erkenden seraya gelmiş ve traktörünün arkasına bağladığı kepçemsi aletle kumları ilk tünelin ortasına ikişerli öbeklerle yığmıştı.

Bir ara halamın demlediği çayı içmek için kısa bir mola verdik.

Ali, sohbet esnasında, her traktör seferinde yaklaşık bir mikâp kum taşıdığını söylediğinde seranın en yakındaki kum öbeklerine gözümü çevirmiş, tekrar Ali’ye döndüğümdeyse inandırıcı olmayan bir yüz ifadesi takınmıştım.

(Çok sık kullanmadığım “Mikâp” kelimesini yazarken biraz duraksadım, önce aklıma metreküp sözü geldi, acaba meküp (m3) diye söylenirken bozula, düzele sonunda bu hale gelmiş olabilir miydi, kalkıp sözlüğe baktım: “is.Ar.mik’ab mat.esk.Küp” açıklamasını görünce niye böyle bir düşünceye kapıldım diye bir kez daha duraksadım.)

Ali’yle ilk konuştuğumuzda bir kamyon kumu 30 liraya taşıyacağını söylemişti ama şimdi bu fiyatın sadece gübre için olduğunu, kumun kamyonunu ise 40 liraya taşıyacağını söylüyordu. Biran için itiraz etmek geçtiyse de içimden, eğer itiraz edersem sanki işi bırakıp gidecek ve durduk yere başıma yeni bir iş alacağımın endişesiyle sesimi çıkarmadım.

Ben de bir kürek ve tırmık alarak yığınları sağa sola dağıtmaya çalışıp, bu işin kolay mı, zor mu olacağını yani güçlük durumunu sınamaya çalıştım.

Daha ilk tünele yığılan bu kumları dağıtırken iflahım kesildi. Hele vakit öğlene doğru yaklaşınca terden sırılsıklam olduğumu, kirpiklerimin bile akan damlalara bent olamadığını, tozlu ve tuzlu suların gözüme dolduğunu dert etmemeye çalışsam da nefes almakta zorlandığımı anlayınca kalp krizi, beyin kanaması gibi kötü şeyleri aklıma getirip, “kundurama kum doldu, atmaya kürek gerek” türküsüne koreografi çizmekten vazgeçip, dar attım kendimi dışarıya.

Ali, bu 100 tonluk kumu taşırken sürdüğü seranın anasını ağlatmıştı. Koca traktör tekerinin geçtiği yerlerdeki höllük gibi toprağı stabilize yola çevirdiğini görünce işlem adımlarında yanlış yaptığımı anladım; kumu seraya taşıttıktan sonra sürümü yaptırmam lazımdı. İkircikli durumdayken karanfil yataklarının yüksekliklerini gerekçe gösterip, önce sürüm sonra kumun taşınmasının daha iyi olacağını söyleyen Ali, taşıma işine çok özen gösteriyordu, geçtiği yerlerden bir daha geçmemeye çalışıyordu ama ne çare!

Traktörün seraya daha kestirmeden girebilmesi için kum yığınlarına yakın bir yerden seranın etek naylonlarının tutturulduğu sekizlik demiri de demir testeresiyle kestim.

Henüz taşımadığı iki kamyon gübreyi de taşıdığını varsayarak, toplam 220 lira para verip onu ikindiye doğru seradan uğurlayıp, bu kumları dağıtmak için kürek ve tırmıkla seraya girdim.

Bir gözüm yoldan gelip geçendeydi, yevmiyeci olarak çalışacak birini bulursam bu kumun seraya dağıtılmasını yaptıracaktım. Akşama doğru Musa Amcanın okulunu asmaya meyilli torunu Musa bu işe talip oldu. Her tüneldeki yığının dağıtılması için 10 lira vereceğimi söyledim, geriye dört tünellik kum dağıtma işi kalmıştı, bu teklifime “Deli misin sen” diyerek alay etti. Bir süre sonra “Ver 50 lira hepsini dağıtayım” dedi ama ilk tepkisine bozulduğum için kendi teklifimi yineledim. Ancak dediği rakama esasında çoktan razıydım.

“Git Allahını seversen ya!” deyip gene caydı.

Az daha “Gel lan gel, tamam!” diyecektim ama inadım tuttu, demedim. O inadımla avuç içim su toplayıp patlayıncaya, kuyruksokumumdan da aşağılara ter akıta akıta başladığım ilk tünelin işini bitirdim.

Gözümde büyümesine rağmen çaresiz, ikinci tünelin kum yığınlarına başlamış hatta birkaç yığını darmaduman etmiştim ki Musa yanıma gelerek teklifimi kabul ettiğini söyledi. Hemen eline küreği tutuşturup sigara ve çay molası vermek ama esasında gittikçe şiddetini artıran belimin ağrısını dindirmek için gene kendimi dar attım, herkesin teveklerinden salamura yapmak için can attığı koruk dolu asmanın altına.

Musa gibi gene okumayacağı gözünden belli olan onun can arkadaşı Mustafa da hesapta yardıma gelmişti Musa’ya.

Oturduğum yerden 16 yaşındaki bu iki gencin üzerlerindeki fanilayı çıkarıp, deli dolu, yalap şalap birbirleriyle yarışırcasına kum yığınlarını nasıl kafalarına göre dağıttıklarını bir yandan imrenerek diğer yandan da kimi yere az kimi yere çok attıkları kumlar yüzünden sinirlenerek izliyordum.

Aniden ikisi de seranın içinde ellerindeki kürekle bağıra çağıra koşmaya başladılar. Seranın etekleri üzerinden atlayıp, yola; yoldan da evlerin arkasına doğru seğirterek gözden kayboldular.

Kayboldukları yerden bağrışmalar geliyordu. Yerimden kalkacak takatim kalmadığı için istifimi bozmadım, “Ne olduğu, nasılsa birazdan anlaşılır” dedim, kendi kendime.

-XXXIX-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
alihoca (01-02-2009), ar_de_ (30-01-2009), bikmisbroker (13-02-2009), buena vista (28-01-2009), dentist (28-01-2009), flz (30-01-2009), Master (31-01-2009), neron (29-01-2009), serdarkus (11-02-2009)
  #229  
Eski 23-02-2009, 23:59
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Yol Üstünde Ev Yapanın Mühendisi Çok Olur

Ertesi gün, Hacı Mehmet Amca yol kenarında yakama yapışmış, yetmiş küsur senelik tecrübesiyle anlattıkça coşuyor, coştukça da sallanan başı iyice sallanarak, hakikaten ona takılan “sallanbaş” lakabının hakkını veriyordu.

Başlangıçta nezaketen, bir süre sonra kerhen dinledim Hacımı.

Yarım saatten fazla, bir saatten eksik dinlediğim karışık söz sepetinin içinden çıkarabileceğim özet şuydu:

“Keşke bu kumla birlikte samrayı da yazıp sonra serayı sürdürseydin.”

Sadece Hacı Mehmet Amca mı, böyle taktikler veriyordu?

Gelip geçen, tanıdık tanımadık birçok kişi akıl vermeden edemiyorlardı. Akıl veren, tecrübesini anlatan herkesi “ağzı açık” dinlemesem de gene dinliyor, ayıp olmasın diye “Allah razı olsun” deyip, teşekkür ediyordum.

Böyle durumlarda dedemden duyduğum atasözü aklıma geliyordu hep.

“Yol üstünde ev yapanın mühendisi çok olur.”

Ben daha dünyada olmadığım zamanlarda, hakikaten dedem yol kenarında bir ev yapmış.

Yaptırmış demiyorum çünkü büyükannem ve annemi çalıştırarak kerpiç dökmüş, temel kazmış, derelerden tepelerden taş toplatmış, su taşıtmış…

Planı da projesi de kafasında.

Bacası, penceresi, kapısı kısacası her şeyiyle sadece evi değil, yanına mereğini ve ahırını da yapmışlar.

Muhtemeldir ki, dedeme “pencereyi, bu tarafa koy veya koyma; bu cisir, yaş veya kalın” türünden gelip geçenler, göze ilişen ne varsa o an için beleşe akıl verip, tecrübe aktarımı yapmış; öyle “kolay gelsin” diyerek geçip gitmemişler.

Esasında anlatmaya çalıştığım şey, elbette ki seranın yol üzerinde olması değil, benim eksik ve denenmemiş, üstelik toplama bilgilerimle tam bir şey yapmaya karar kılmışken birilerinin işe karışmasıyla allak bullak olan kafamın içi.

Tesellim düşecek, yani önce kendim ikna olacağım ki, yaptığım işin, içime sinmese bile sonucuna katlanabileyim.

Sallanbaş Hacı Mehmet Amca da Musa ve Mustafa’nın kum serim işini beğenmemişti. Bu konuda da epeyce laf edip yanımdan ayrıldığında ben dünden yarım kalan kum yığınlarına baka baka seranın içinde bir yandan yürürken diğer yandan kuracağım yağmurlama sistemini biran önce ayağa kaldırıp kumların serilmesinin ardından sera toprağını nasıl yıkayacağımın işlem adımlarını düşünüyordum.

Benden önce bu serada böyle bir yıkama işlemi yapılmadığı gibi üç yıl üst üste aynı ürün ekilmişti. Şimdi yine karanfil ekeceğime göre dördüncü kez karanfil ekilmiş olacaktı.

Bu kadar yıl boyunca verilmiş çeşitli gübrelerden ayrılan tuzlar ile bitkilerin çeşitli nedenlerle kullanmadıkları veya kullanamadıkları gübrelerin sera topraklarında tuzlanmalara neden olduğunu bu tuzluluğun giderilmesinin en ehven yolunun ise topraktaki bitki artıkları ile diğer ıvır zıvır nesnelerin ortamdan taşınıp toprağın güzelce ve derince hatta bir de enlemesine sürülmesinin ardından kimilerinin yatak, kimilerinin tava, dediği yaklaşık bir oda kadar bölümlere ayırarak, maksat, suyu saldın mı bir taraftan akıp gitmesini önlemek, böylece toprağın her yerini mümkün olduğu kadar eşit miktarda su ile göllendirip bu suyun toprak tarafından emilmesini sağlamak…

Bu kadar alana tava yapmaya kalkmanın beni çok yoracağı aşikârdı. İşçi çalıştırırsam eğer hem paramdan hem de kafama köre yapamayacakları için moralimden olacağımı da adım gibi bildiğimden vazgeçtim ama aklımca daha kestirme bir yol buldum; yağmurlama sistemini çalıştıracaktım.

Fıskiyelerin çoğu arızalıydı. Ta geçen sezon karanfil fidelerinin dikiminde çalıştırıldıktan sonra bir daha çalıştırılmadan öylesine asılı duruyorlardı. Hem işçilerin kafasına çarpıp hem de traktörcü Ali’nin orasına burasına çarpmaktan çoğunun da ucu düşüp toprağa karışmıştı. Yeni fıskiye almaktansa sadece toprağa düşen uçlarını satın alıp, depodaki eski püskülerle şimdilik bu yıkama işini geçiştirmeyi düşündüm.

Bu oğlanlar bugün niye bu saate kadar hâlâ ortalıkta yoklardı; acaba bugün okuldan kaytarmamışlar mıydı? İkindiden sonra gün uzamaz ama inşallah bugün bu işi bitirirler.

-Kırk-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
account (24-02-2009), alihoca (24-02-2009), AnnE (24-02-2009), ar_de_ (24-02-2009), buena vista (24-02-2009), hazan (25-02-2009), Master (24-02-2009), serdarkus (02-03-2009)
  #230  
Eski 27-02-2009, 14:37
Emin - ait Avatar
Emin Emin bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Mar 2006
Bulunduğu Yer: Antalya
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 305/762
198 Mesaj ına 2281 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Lazut ve Mısır

“Toprak tuzluluğunu gidermek için toprak analiz sonuçlarına ve bu konuda hazırlanacak drenaj ve arazi ıslahı projesine göre uygulama yapmak gerekir. Ancak, tuzluluğun her yıl yapılan uygulamalarla fazla artmaması için seranın boş olduğu 2-3 aylık dönemlerde serada hızlı büyüyebilen mısırı yetiştirmek sureti ile serada fide dikim dönemine kadar yetiştiricilik yapılmalı ve bitkiler sökülüp seranın dışına çıkarılmalıdır. Böylece hiç mineral ve organik gübre vermeksizin yapılan kısa dönem yetiştiricilik ile bir kısım tuzlar topraktan uzaklaştırılmış olur.”
Sağdan soldan apardığım bu türden bilgiler aklımdaydı ama lazut yetiştirmek için ortalama üç aylık zaman lazımdı.

Artık, seranın göllendirilerek bataklık haline getirilmesi, kurumasının beklenilmesi, tavına gelince sürdürülmesi, tüm sera toprağının üzerine ince plastik örtü serip, sıkıca kapatıp öldürücü ilaç verilmesi, pek kısa sayılmayacak kadar bir süre bu zehirle toprağın güneşte pişirilmesini sağladıktan sonra, naylon örtünün kaldırılması sonra yeniden yıkanarak toprağın tekrar tavına gelmesinin beklenmesi ve nihayet dikim yataklarının gene traktörle hazırlanmasının ardından fidelerin ekimini yapmaktan başka yol haritam yoktu.

Doğrusu hiç aklıma gelmezdi, o zaman yapamadığım lazut ekimini şimdi, yani 6 Şubat 2009’da yapacağım!

May Tohumculuğun piyasaya sunduğu Merit F1 ve Martha F1 adlı tatlı mısır tohumlarından yaklaşık 13 bin tanesini, ‘viyol’ denen ‘tohum çimlendirme kalıplarının’ 77 gözlü ve plastik olanına önce avuç avuç torf koyup ardından tek tek daneleri yerleştirdim. 8 saatlik değil, sabahtan akşama tam 2 günümü aldı, bu iş.

Nasip kısmet olursa, yakın bir gelecekte bu kalıpların içinde yetişen fideleri toprağa şaşırtacağım.

Uyanık geçiniyorum; hem toprağın tuzunu almak hem de umudumun gözünü diktiği 10 bin koçan lazutun “paralanmadan” satımıyla “paralanmak” gibi bir beklenti içindeyim.

Seramdaki mısırla serimdeki Mısır arasında gidip geliyorum.

Zaten bir süre önce Filistin, Gazze, bomba, ölüm-kalım derken; dualar ve bedduaların kulaklarımda çınlamaya başladığı günlerde Akif’i düşünmüştüm.

Akif’le birlikte Filistinlilerin komşusu Mısır’ı düşünmüştüm.

Çok çok önceleri okuduğum ama bir türlü ezberime alamadığım şiirini yeniden okumak geçmişti içimden.

“Safahat”ı almıştım elime, tam şiiri okuyacakken daha önce hiç ilişmediğim, şiirin başındaki ayete takılmıştım. Ayetin numarası ve adı olmayınca çok zor olmuştu o ayete ulaşmam.

Bu arada, tam 20 sene önce tosladığım “Mehmet Akif’i Mısır’a kim gönderdi ve neden Kuranı Kerimi Türkçeleştirme işini yarıda bıraktı?” sorusuna çok benzeyen bir soruyla karşı karşıya kalınca tuhaflaştım.

Gündelik işlerimin bedensel yorgunluğundan, kafada dolaşan tilkilerin kuyruklarını birbirine değdirmeme gayretinin ruhsal bıkkınlığından fırsat buldukça hem şiirlerin ilham kaynağı olan ayetleri hem de şiirleri döne döne okudum.

Sonra bu qwerty klavye ile kitaptan bakıp tane tane ve imlasına uygun olarak şiiri yazmaya çalıştım.

Şiiri okurken, nedense hep, Akif’in Allahın karşısına geçip bir yandan “sitemli bir hesap soruşunu” öte yandan “yalvararak soru sorduğunu” hayal etmişimdir.
MEÂL-İ KERÎMİ
Tâkat getiremiyeceğimiz yükü bize yükleme, Allahım! (Kur’an-ı Kerim)



Ey bunca zamandır bizi te’dîbeden Allah;

Ey âlem-i İslâmı ezen, inleten Allah!

Bizler ki Senin va’d-i İlâhîne inandık;

Bizler ki bin üç yüz bu kadar yıl Seni andık;

Bizler ki beşer bir sürü ma’bûda taparken,

Yıktık o yaman şirki, devirdik ebediyen;

Bizler ki birer hamlede evhâmı bitirdik,

Ma’bedlere Ma’bûd-u Hakîkiyi getirdik;

Bizler ki Senin ismini dünyaya tanıttık…

Gördükse mükâfâtını, yâ Rab, yeter artık!

Çektirmediğin hangi elem, hangi ezâdır?

Her ânı hayatın bize bir rûz-u cezâdır!1

Ecdâdımızın kanları seller gibi akmış…

Maksatları dininle beraber yaşamakmış.

Evlâdı da kurban olacakmış bu uğurda…

Olsun yine, lâkin bu ışık yoksulu yurda,

Bir nûr-u nazar yok mu ki baksın bacasından?

Bir yıldız, İlâhî! Bu ne zulmet, bu ne zindan?

Hâlâ mı semâmızdan geçen leyle-i memdûd?2

Hâlâ mı görünmez o seher-pâre-i mev’ûd?3

Ömrün daha en canlı, harâretli çağında,

Çalkanmadayız ye’s ile hırman batağında!

Kâm aldı cihan, biz yine ferdâlara kaldık…

Artık bize göster ki o ferdâyı: bunaldık!

Bir emrine ecdâdı da, ahfâdı da kurban…

Olmaz mı bu millet daha te’yîdine şâyan?

Hüsran yine bîçârenin âmâlini sardı;

Âtisi nigâhında karardıkça karardı.

Balkan’daki yangın daha kül bağlamamışken,

Bir başka cehennem çıkıversin… Bu ne erken!4


Lâkin bu cehennem onu yıldırdı mı? Asla!

İ’lâya seğirtip duruyor nâmını hâlâ.5

Kum dalgalarından geçiyor öyle şitâban:

Gûya o sabâ, geçtiği çöller de hıyaban.

Kar kütlelerinden iniyor öyle yaman ki:

Bir çağlayan akmakta yarıp taşları sanki.

Kızgın günün altında beyâbânı dolaştı;

Yalçın buzun üstünde sekip dağları aştı.

Artık gidiyor: Hakk’a varan bir yolu tutmuş,

Allah’a bakan gözleri dünyayı unutmuş.

Cûş eyliyedursun geriden nevha-i hüsran…6

Yâdında onun şimdi ne mâtem, ne de hicran!

Yâdında değil lânesinin hüzn-ü elîmi,

Yâdında değil yavrusunun tavr-ı yetîmi;

Yâdında değil doğduğu, ter döktüğü toprak,

Yâdında kalan hâtıra bir şey, o da ancak:

Gökten ona “yüksel!” diyen ecdâd-ı şehidi!

Artık o da yükseldi, fakat yerde ümidi:

Bir böyle şehidin ki mükâfatı zaferdir,

Vermezsen, İlâhî, dökülen hûnu; hederdir!
1 Kânunusâni 1330
(1915)
1.Rûz-u ceza: Ceza günü, kıyamet günü, hesap günü.
2.Leyle-i memdûd: Uzun gece, sonu gelmiyen gece.
3.Seher-pâre-i mev’ûd: Va’dolunan seher parçası.
4.Balkan Harbinden sonra Birinci Dünya Harbinin çıkmasına ve bizim o harbe iştirakimize işaret.
5.İ’lâ:Yükseltmek.
6.Nevha-i hüsran: Hüsran iniltisi, feryadı.



Ayetle ilgili olarak: Kuran-ı Kerim’in en uzun suresi olan Bakara’nın son, yani ani 286 ncı ayetidir.

Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar. Onun kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır. “Ey Rabbimiz! Unutur, ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! Ey Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim Mevlâ’mızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.


-41/a-
Alıntı ile Cevapla
Emin kullanıcısına teşekkür edenler
alihoca (27-02-2009), AnnE (28-02-2009), ar_de_ (27-02-2009), bikmisbroker (10-03-2009), dentist (27-02-2009), Master (28-02-2009), neron (02-03-2009), serdarkus (02-03-2009)
Cevapla


Konuyu Toplam 1 üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Konu Seçenekleri Bu Konuda Ara
Bu Konuda Ara:

Gelişmiş arama yap
Modları Göster

Yetkileriniz
Yeni konu açabilirsinizdeğil
Yanıt gönderebilirsiniz değil
Eklenti gönderebilirsiniz değil
Mesaj düzenleyebilirsiniz değil

Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodları Kapalı
Gitmek istediğiniz klasörü seçiniz


Bütün Zaman Ayarları WEZ +2 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 23:56 .


Telif Hakları vBulletin v3.5.4 © 2000-2024, ve
Jelsoft Enterprises Ltd.'e Aittir.
Tercüme ve Tasarım : Arka & Bahce