Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::db_connect() should be compatible with vB_Database::db_connect($servername, $port, $username, $password, $usepconnect) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::select_db_wrapper() should be compatible with vB_Database::select_db_wrapper($database = '', $link = NULL) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Deprecated: Non-static method vB_Shutdown::init() should not be called statically, assuming $this from incompatible context in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 2294
Arka BahÇe Forumu - Tekil Mesaj Gösterimi - Notlar
Konu: Notlar
Tekil Mesaj Gösterimi
  #4  
Eski 06-03-2006, 10:47
alihoca alihoca bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 361/2464
166 Mesaj ına 2501 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Cetvel

Bilenler bilir;

İdealizm duygusunu yitirip, yitirtenler hakkında bir istida dilekçesi bile veremeyen yarımdan az hoca olarak,şimdiye kadar eğitim öğretime değinmemeye,tartışmalarına ise katılmamaya özen gösterdim.Son yıllarda aynaya baktığımda öğretmen olduğumdan gurur duyacağım işler yap(a)madığım için sağda solda hocayım filan demekten de sakınır oldum.

Konuya evveliyatından başlayalım ki, böylece az da olsa tarihçiliğimizi de ifşa edelim. Aile efradı ile ilgili hallere, azıcık elkızı eli, biraz rakamlar ve çıkarlar girdiğinde hepinizin başına gelenler vakti ile benimde başıma geldi. Gelince de bavulu hazırlamak bize düştü. Hiç unutmam uğurlayıcısız bindiğim otobüs ile eş zamanlı gözyaşları da harekete geçmişti. Sulu gözlülüğümü bir yana koyup devam edelim. İstanbul yolunda, para pul değil huzur dilerken, sağlık dilemeyi unuttuğumu da hatırlıyorum. Dilek dilerken bile yaptığım yanlışın acısını sonradan misli ile çektiğimi de hemen not edeyim.

Yıllarca hakkında ürkünç hikâyeleri dinleyip İstanbul’a indiğimde korkunun tetiklediği bir halimde yoktu. On onbir yaşlarında belediye sinemasında seyrettiğim filmlerinde etkisi ile hep Avrupa düşleyen biri olduğum için, acı gurbet gibi bir önyargım yoktu diyebilirim. Lakin belki gelişimdeki yaralı iç halim, belki bir kış sabahı soğuk puslu Harem görüntüsü karşısında ki hissettiklerimi tahmin edebilir misiniz bilmem? Her ne kadar yaşadığımız bölgenin cin alisi sayılsak da, milyonlar içinde ki çaresiz bir yapayalnız duygusu ile baş etmek hiçte kolay değildi.

Şişli yakınları Kuştepe civarında bir bankacı arkadaşla beraber kaldığımız evi de biraz anlatayım. Ev kirasının bana düşen kısmı o günkü maaşımın yarısı olduğunu bilmem söylemeye gerek var mı? Roman kardeşlerimizin çiçekçilikle iştigal edenlerinin çoğunluğu oluşturduğu bir sokakta idi dairemiz. O sokakta oturan insanlarımızdan kalan güzel anılar ayrı bir fasıl olsun. Plan proje hak getire diyebileceğim eciş bücüş bir yapının dördüncü katında oturuyoruz. Katımıza ulaşabilmek için ise diğer katların salon, mutfak ve banyolarının kenarından geçiyoruz. Aslında koyun koyuna diyebileceğim bir sıcaklıktan şikâyet ettiğim sanılmasın. Sadece vakitli vakitsiz iniş ve çıkışlarda istenmeyen durumlarla karşılaşmamak için gür sesle öksürerek ve geldiğinizi duyurabilecek ayak sesleri çıkartmamız gerektiğini vurgulamak istemiştim.

Şimdi bunu yazdık diye; Ne gördün? Ne duydun? diye münafık soruları aklınıza getirip günaha girmeyin sakın. Benim ki bana yeter. Sebep olup bir de Sizin günahınızı çektirmeyin bana, lütfen.

Yarısı toz kaplı eski püskülerin yığılmış olduğu çatı katındaki dairemizin, çatı ve kiremit kısmı olmadığı için, yazları kese yapmaya, kışları ritmik damla sesleri ile akmaya çok müsaitti. Bahar ve yazları ile birlikte toz ve sıcağın etkisi ile her türlü haşaratın başmisafirlerimiz olduğunu da eklemeliyim. Öğleden hemen önce ikili eğitim yapan ilk ve son okuluma gitmek için evden çıktığımızda önce soyunup iyice bir silkelenmem gerektiğini de yazmamak olmaz. Bu sayede Karaköy alt geçitte haşarat ilacı satan esnaflar ile tanışmamız, çevremizin gelişmesine katkıda bulunarak sosyalleşmemizi bile sağladığı için nankörlük edip kızmak yerine hafiften şükran duymak bile gerekebilir.

Yüz dönümü aşan arazisi ile köyün ağalarından sayılıp, şehirde lokanta işletmeciliği yapana; paranızın da,malınızın da,mülkünüzün de deyip çıkanın evinde eşyası mı olurmuş?El cevap,olmaz tabii ki.masa yerine portakal sandığı,sünger bir yatak,taşıyıp getirebildiği bir iki çuval kitap,çızgılı Sümerbank pijaması,bir iki alüminyum tas tabak ve bir piknik tüpü neyine yetmez ki…

Şimdi bu satırları okuyan Arka BahÇe Dostlarımın; ulan! bu kadar acındırmaya yardım etmesek de olmaz.Diye düşünenleriniz bile vardır kim bilir.Yok yok,mesele o değil içiniz rahat olsun.O zamanlar içinde bulunduğum ruh hali içinde bırakın yardım almayı,öğrencilerimden başlayarak Ülkemi kurtaracağıma inançlı bir adanmışlıkla,yaşadığım zorluk ve çirkinliklere odaklanmak yerine,insanlara ne katkı yapabilirim arayışında idim.

İki vasıta ile okula ulaşıyormuşum, yatsı ezanında ancak evde olabiliyormuşum, yemek,yiyecek,bulaşık,ütü gibi dertler varmış umurumda bile değildi inanın.Okula giderken,bir gün önceden çitileyip yıkadığım,özenle ütüleyip akşamdan başucuma astığım elbiselerimi,Nuri Leflef boya ile boyadığım pırıl pırıl ayakkabımı giyerken duyduğum heyecanı anlatamam.Wrangler denilen ilk ve son kot pantolonumu çitileyip yıkamanın ne menem illet bir şey olduğu,ancak çitilerken ellerim yüzülünce dank edebilmişti kafama.Garip anamı düşününce ise bir daha kot giyemez olduğumu belirtmeliyim.

Hazine orman arazilerinden kotarılmış çamur çalpak yollardan, paçaya ve ayakkabıya tek çamur bulaştırmamak için geliştirdiğim loğusa yürüyüşü ile okula ulaşmanın, öğrencilerimin karşısında tiril tiril çıkabilmenin hazzı ise bir başka âlemdir. Örnek olacağım diye dim dik yürüyebilmek, oturabilmek, anlatımımı güçlendirecek el yüz mimiklerinin yanında sırıtmadan güzel gülebilmek, ses tonlamaları, sınıf mekânını iyi kullanıp uyutmamak adına gezerek anlatım gibi nice teknikler üstüne çalışırken ne kadar eziyet çektiğimi şimdi tarif etmem bile çok zor.

Emrine sual olmaz ama; Kurban olduğum Allah’ım da vermediğine zırnık koklatmıyor desem doğrudur. Seksen dakikalık blok derslerde öğrencinin dikkatini tekrar toplayabilmek için,şu kart sesimle Şafak Türküsünü biraz olsun iyi okuyabilmek için kaç gece,zavallı komşularımı birini boğazlıyorlar diye yataktan fırlamalarına neden olduğumu şimdi hatırlayamıyorum bile.

Bir idam mahkumunun yazdığı dizeleri okuyan şimdi rahmetli sanatçımız, okuduğu o parçada bir güzel ‘’Anne’m’’ derdi ki,ağlama da göreyim.Öğrencilerim bir yandan ben bir yandan ağlaşır dururduk.Sakarya ve Büyük Taarruz konularında da ‘Kağnılar gidiyordu,Akşehir Üstünden Afyon’a doğru’’ derken o anı ve şairi hissederek okuyabilmenin bedeli de herhalde malumunuzdur.Sevip hislendikleri için mi,yoksa kulaklarına ettiğim işkencenin acısı ile mi ağladıkları konusunun arada bir kafama takılışını es geçelim.

Köy kökenli babaların,dersinde başarılı, davranışında terbiyeli,temiz pak,tutumlu,ailesine yardımcı hale gelen çocuklarının en doğal hakkı olan oyun ve dansı öğretmek ayrı bela idi.Bela çünkü bu meret de öğrenmeden öğretilemiyor.Eh,vatan kurtarmak için oynamaya fırsat bulamayan bu garibe düşen,yirmisinde dans oyun öğrenmek oldu tabii..Onca seneden sonra topa birkaç tepebilmek için kaç kere ayaktan bacaktan olduk diyeyim de spor konusunun daha beter olduğunu anlayın.Saha da düştüğüm hallere ise,okulun Erol TAŞ’ı olduğum için gülemezlerdi bile gariplerim..

Buraya kadar olan kısımda yazdıklarım hakkında ilk uyarıyı yapmamın zamanı geldi sanırım. Mesleğe olan yaklaşımımı anlatmak adına yazdıklarıma idealistlik, saflık salaklık ne derseniz deyin alınmam, gücenmem. Çoktaan pes etmiş biri olarak; sakın ola ki,çok şey başarıp,harikalar yaratmış bir ahvali anlatmak,böbürlenip şişinmek için yazıldığı sanılmasın bize yeter.

Ama araya da gördüğünüz gibi bir yerlere rahmetli Erol TAŞ benzetmesini sıkıştırarak cetvele bir milim daha yaklaşmış da olduk. Hadi gene iyisiniz, her ne kadar uzak bir ihtimal olsa da, erken kurtulma şansınız bile var artık.

İstanbul’un işçi, usta, şoför, zanaatkâr ihtiyacını görmekte olup, iş yeri sahibi esnaf sınıfına atlayamadıkları, bir gecede dikiverdikleri iki gözlük evler de henüz dört, beş katlara dönüşememiş oldukları için fakirdi çocuklarımın babaları. Bize aynen Anadolu’mda oldukları gibi, çocuklarını ‘Eti Senin Kemiği Benim’ anlayışı ve güven ile teslim etmişlerdi. Biz safta ne bilelim bugünün büyük rant sahiplerine dönüşeceklerini, fakirdir okumaktan gayri şansları yok belledik. Hem onlara hem kendimize, yüklendik ha yüklendik.

Kaderimi seveyim. Askerde er eğitim tugayının bin yüz mevcutlu, okumaz yazmazlarının bulunduğu, ali bölüğünde vatani görevimi yaptım. Yaptım der demez de aklıma ‘’Eğitim Zayiatları’’ geldi. İçim cızz etti yine. Hani dönem, zaman mekân uygun olduğu anları ufukta görecek olursak, inşallah bu konuyu işlemek hep içimizde uhdedir. Neyse geçelim, o günlerin gelmesine korkarım ki çok var. Kimisi Türkçe nizani olan, yola çıktığında kara tren gibi görünen bölüğe mikrofonsuz nasıl sesini duyurursun, kanatmadan, yaralayıp berelemeden çok ses çıkaran tokat nasıl vurulur, gibi çoğunluğunuz için duyduğunda ilkel, yaşadığında normal gelebilecek yol ve yöntemleri de öğrenmiş olduk. Bunları meslek yaşamımda kullanmadığımı da söyleyecek değilim.

Sekizinci sınıfları kolejlere giriş sınavlarına çevre okullarla adeta yarışarak hazırlardık o zamanlar. Babası tarafından ablası okutulmayan biri olarak kız çocuklarının eloğlunun eline bakmaması, insafına kalmaması o zamanlar benim için çok önemliydi. Özellikle fakir ama çok da zeki, terbiyeli ve çalışkan kızların dersi dinlemesine, çalışmasına engel olabilecek davranışlarda elimde olmayan kendimi engelleyemediğim bir hassaslığımı tamda burada eklemeliyim.

Yine o zamanlar ilköğretimde disiplin kurullarının okuldan uzaklaşma cezalarını, iki bir etmeden uygulanabildiği dönemlerdi. Son sınıfa bir okuldan ceza almış diğerinde okuldan atılmadan nakil alıp, işçi olup sendikacı yönetimine tırmanan babasının torpili ile okulumuza avdet etmiş bir öğrencimiz vardı. Yaşı bizim çocuklardan üç mü dört mü tam hatırlayamasam da büyüktü deyip geçeyim. Bir iki kez bizim haylazlar ile şiddetli diyebileceğim kavgaları önlemek için karakter rolü kesmem gerektiği içinde hafiften bir tanışıklık oluşmuştu.

Gel zaman git zaman derken, öğretmenler odasına üstü başı, saçı başı dağınık, gözleri kan çanağı içinde bizim garip kızımız, hocaaam diyerek girmez mi? Gülüm ne oldu diyemeden, hıçkırıklar içinde bizimkinin marifetlerini döktürdü garibim. Sınıftan iki üç şahidinde anlatışı ile merdiven altında iki yardımcısı ile kızımızı sıkıştıran esas oğlanımız, kıza bir şeyler yapmış diyelim işte. Çiçeğim salya sümük ağlarken, bizde tellerin kısa devre yapıp sigortaların attığını tahmin etmişsinizdir.

Odaya çektiğim üçlüye, elli santimlik tahta cetvel ile ikişer tane olmak üzere, kol ve bacaklarının yanlarına vurdum. Diğerlerini gönderip esas oğlanımıza da, gelecek üstüne biraz nutuk çektikten sonra onu da gönderdim. Uzatmayayım diğerlerinde çızık olmadığı halde, doktor tespiti olarak teninin hassaslığı ile kolları ve bacaklarında cetvel izleri ince bir çizgi haline gelmiş. Baba, birazda müdür kışkırtması ile hastaneden bir gün iş yapamaz raporu almış. Şikâyet ve soruşturma için gelen şube müdürümüz, hocam böyle olmaz, vurdum diye yazılmaz demesine aldırmadan, olayı ve vurduğumu belirten dilekçemi imzalayıp çıktım. Uzatmayayım yirmi günü bulan soruşturma sonucunda cezamızı alıp dosyamıza koyduk. Böylece de fişlenmiş olarak, yapılan en küçük denetimde ilk önce el atılan, potansiyel suçlu haline dönüşüverdik.

Ziyaret için gelen Babaya ise, kanuni olarak hesaplaştığımızı, özel olarak da hesaplaşmak isterse, okul çıkışında karşı ormanda kısa piknik yaparak görüşebileceğimizi ilettik. Sonrasında ise, inatda bir muratmış diyerek, özellikle hababam sınıfı diye bellenen o sınıfın, yani esas oğlanımızın sınıf öğretmenliğini aldığımı ve benim dersimden en yüksek not olmak üzere on yedi yaşında da olsa ortaokulu bitirdiğini söylemeliyim. Liseye gittiğinde ise nerede ise haftada bir ziyaretime gelir olduğunu da ekleyeyim. Şükür ki yirmi yaşını gördüğünde liseyi de bitirebildi. Şimdi Avrupa, orta Asya yollarında yabancı dil bilen bir uzun yol şoförünün cetvel ile tanışmasının hikâyesi de işte budur.

Buraya kadar olan kısım içinde, amacımın; Efendim cetvel iyidir, tek çaredir çok da yararlıdır demeye çalışmak olmadığını bilmenizi isterim.

Hatta her sınıfta bir iki üç diye başlayıp, herhangi bir şekilde çare ve çözüm bulup önü alınamadıkça, sınıfın büyük bir yüzdesinin eğitim ve öğretimini olumsuz anlamda etkileme noktasına gelen çocuklarımıza, uygulanan cetvelle ölçme metodunun yanlışlılığın da, bilinci içinde olduğumuzu söylememe de gerek var mı bilmiyorum?

Camiamızda her meslek gurubunda bulanabilenden daha az oranda da olsa, dayaktan sadistçe zevk alan bir azınlık içinde olmadığımızı kabul ederseniz eğer; Her daim ve bir son ve sonuç olarak değerlendirilen dayak olayının tüm yönleri ile bilinmesinin gerekliliği ortaya çıkar.

Göreve başladığım yıllara tekabül eden dönem olan 1980’ler de; köy nüfusu toplamının 16 Milyon küsur, şehir nüfus toplamının 25 milyon küsur olduğunu bir istatistikî bilgi olarak not edelim. İlk bakışta çok büyük bir anlam arz etmeyen bu rakamlar ülkemizin tarım toplumu olduğuna işaret eder. Yani göç olgusunun yenice başladığı kent toplumuna dönüşümün ve onun sancılarının henüz tam anlamı ile kendini göstermeye başlamadığı söylenebilir. Tarım toplumlarının da konumuz ile ilgili en büyük özellikleri olarak, gelenek ve görenekler, din ve ahlak anlayışı, geniş aile tipi ve yakın akraba ilişkileri, devletine, kurumlarına bağlılık ve sadakat, büyüklere saygı, küçükleri denetim ve koruma altına alan bir sevgi anlayışı gibi uzatılabilecek özellikleri sıralanabilir.

Tek tek ele alıp incelediğimizde bu özelliklerin tamamen doğru yada yanlış olduğunu ve sağlıklı insan yetiştirebilmekte geçer akçe olduğunu iddia etmeden devam edelim. Seksenli yıllara değin eğitim ve öğretimde ‘eti senin kemiği benim’ diye adlandırdığımız anlayışın egemenliği sürmüştür. Hatta bu yetmiş yıllarda hızlanan ve toplumu siyasi düşman kamplara böldüğü zamanlarda dahi okul, öğretmen ve eğitim öğretim temsilcilerine karşı yaklaşımda aynı anlayış aşağı yukarı egemendi diyebiliriz.

Babasının okulun kapısına gelip öğretmenine ‘eti senin kemiği benim’’ deyip çocuğu teslim etmeden önce ki duruma da, kısaca göz atalım. Köy, kasaba, bucak, nahiye, şehir ve nüfusu yüz binler sınırına varmamış büyük şehirleri de katarak söyleyebileceğimiz; çocuklarımızın aile, yakın uzak akrabalar, komşu, büyükler, yörenin saygınları tarafından sıkı bir denetim ve koruma altında olduğudur. Bunun çocuk üzerinde içki, sigara, kavga, haylazlık, dersten-işten kaytarmak, çalışmamak gibi zararlı diyebileceğimiz alışkanlıklar üzerinde, koruma ve denetim etkisi göstererek bir sınırlama etkisi yaptığı inkâr edilemez bir gerçektir.

Bunun yol ve yöntemleri ve yine sağlıklı nesiller yetişmesini sağladığı konusunda yine ısrar etmiyoruz. Ama çocuk için aileye en yakından en uzak halkaya kadar tembihle başlayıp, kulak çekmeye, enseye bir tokada kadar yapılan her türlü gözlem, uyarı, ihtar aile tarafından saygı ve memnuniyet ile karşılanırdı. Çocuğun yaptığı yanlış bir davranış anında müdahale etmeyen ama uyarı yada şikayet için gelenlere iyi gözle bakılmayan bir anlayış hakimdir desek doğru olur. Aileden, akrabaya ve sosyal çevreye uzanan bu halkalar içinde sevgi, uyarı, kızma, bağırma diyebileceğimiz yol ve yöntemlerin uygulanışı kadar; öpmekten, sevmekten dövmeye kadar olan aşamada uygulanan oran ve dozun önemle altı çizilmelidir. Oranı ve dozu aşmış her seçimin tam aksi etki yaptığını yarardan çok zarar getirdiği, ailemizde, çevremizde ve sınıflarda bol bol şahit olduğumuz-olacağımız gerçeklerdir.

Evde ataerkil bir aile yapısı içinde büyüklere saygı esas olduğu için, büyüklerinin sözünü kesmek henüz moda olmamıştır. Anne babanın bir kaş, göz hareketi, dik ve sert bir bakışın gereken uyarı etkisini yaptığı, bir terbiye anlayışından gelerek sınıfa giren bir öğrencinin, öğretmenini en azından saygı ile dinleyeceği bellidir. Belki sevgi yeteri oranda yansıtılmamış, duyulan sevginin sözcüklere yansıtılmasından utanılıp ayıp sanılmıştır. Hatta bu benim gibi nicelerinde bir yara olarak kalmış da olabilir. Ama bugün için yanlış da olsa, o gün doğru belledikleri için tüm yaşamlarını adeta çocukları için vakfetmiş olduklarına kimse itiraz etmez sanırım. İşte bu anlayışın okula yansıması da, sokakta, kahvehanede, sinemada, düğünde deryada, mesaisini beş buçuk ile sınırlamayan para çıkar gözetmeyen öğretmen anlayışını getirmiştir.

Köyden kasabaya veya bağlı olduğu şehre gelip bekâr evlerinde kalan öğrenciler, gece baskınları ile gözaltında olmuştur. O yaşlarda asri hapishane hayatı olarak nitelediğimiz bu yaklaşımın, öğretmenlerimizin hiçbir karşılık beklemeden gece camlarını dinleyip öğrendikleri yiyecek, ekmek, odun kömür benzeri eksikliklerini cebinden karşılayışlarının ne anlama geldiğini bilmeyene ise, aradan geçen yıllar sanıyorum ki daha iyi öğretici olmuştur. Sigara,zaman zaman içki içerken yakaladıklarında dövdüler, sövdüler de..Anne babası ise, tık demedikleri gibi bir yana, ‘eline sağlık hocam’ dediler.

Eğitimli olmasa da, böylesi gelenek, görenek, ahlak, terbiye anlayışı ile yetişip göç ile İstanbul’a gelen gecekondu mahallesine yerleşen insanların çocukları da bizim ilk öğrencilerimiz oldular. Malum olacağı üzere okula ve bize de ‘eti senin kemiği benim’ anlayışı ile çocuklarını teslim ettiler. Kapıcı, kalfa, bekçi, işçi, tamirci gibi işlerde çalışan elinden emekli fakir insanlardı. Çalıştıkları, gezip gördükleri yerlerde ki insanların hepsinin okumuşluklarını, bilgili ve kültürlü olduklarını gördükçe, ‘amman hocam bu bari okusun öğrensin adam olsun’ diye adeta yalvarırlardı.

Ama gelin görün ki, hepsi o kadardı işte. Aile tüm bireyleri çalışmak zorunda olduğu ve geniş ailenin, yakın uzak akrabaların ilgi, gözetim ve denetimini artık yoktu. Aile büyüklerinin bilip belledikleri değerleri çocuklara verecek zamanları da kalmamıştı. Semt demiyorum, mahalle ve sokaktakileri de bırakın, kapı komşularının birbirini tanımadığı bir ortamda uyarı, koruma ve gözetim mi olur? Anne ve babadan gayri herkesin çocuklara zarar verecekleri korkusunun yaşandığı bir yerde büyüklere saygı, küçüklere sevgi mi olurmuş? Olmadı da netekim.

En önemlilerinden biri de, babanın çalışmasının aile bütçesine yeterli kazancı sağlayamamasıdır ki, buda aile anlayışındaki birçok değerin çocuğa aktarılmasını engellemiştir. Bir ayıp anlayışının, doğruluk, imece diyebileceğimiz yardımlaşmak, hatanın pişmanlığı ile yüzün kızarmasından söz etmek artık zordur. Çalışma yaşamının zorlu koşullarının yanı sıra, iş yerinin uzaklığı ve çocuğun nerede ne yaptığının bilinemeyişi, akraba, eş,dost komşunun olmayışının verdiği tedirginlik,güvensizlik, beraberinde korku ve kuşkuları getirmiştir.

Çocuğun yanında olamamanın verdiği eziklik duygusunun yanı sıra, çocuğun ders konuları ile yakından ilgilenebilecek, psikolojik sorunlarını anlayıp algılayabilecek düzeyde bilgi ve bilinçten yoksunlukla; konuda, derste ve okulda ilgi, istek ve başarıyı hediyelerle, abartılmış övgü, aşırı sevgi gösterileri ile sağlamaya çalışmışlardır. Bunların yetmediğini gördükçe daha ne yapalım diyerek, kızmışlar, kırılmışlar, bağırmışlar ve dövmüşlerdir. Eğer bu yol ve yöntemlerin uygulandığına katılıyor iseniz; bu yol ve yöntemlerle eğitilmiş çocuklara hangi yolla ulaşılabileceğine şimdiden, en azından yazının sonuna değin kafa yormaya başlamanızı rica ediyorum.

Eğitimi; beşikten mezara kadar alınan, bilgi ve görgülerin benimsenerek davranış haline dönüştürülmesi olarak kabaca tanımlayabiliriz. Bu tanımı konumuzla ilintileyecek olur isek, aile çocuğu doğduğu andan-hatta çoğu bilim adamına göre daha anne karnında iken- itibaren başlayan bir eğitim süreci söz konusudur. Bu tarifin gereğini yerine getirerek çocuğunu; örgün eğitim kurumları dediğimiz okula teslim etmeden önce, onu sadece okula değil, sokağından itibaren, çevreye, topluma ve hayata hazırlayan bir öğretim sürecini başarı ile verdiğini söyleyebileceğimiz kesimin, tüm toplumun yüzde birini, ikisini geçemeyeceğini söylesek abartmış olur muyuz? Sanırım buna hepimizin vereceği cevap hayırdır.

Hele hele! ben görmedim o görsün, ben yemedim o yesin, ben giymedim o yesin, ben çok ezildim o bari ezilmesin anlayışı var ya? Doğduğu andan itibaren, okula, oradan yaşama yansıyan ve çocuğun kanına karışmasını sağladığımız en büyük zehir olarak başlı başına incelenmesi gereken bir olgudur kanaatimce.

Yatma, dinlenme ve çalışma saatlerinin programlanması, çocuğun anlama ve algılama düzeyine göre okunacak kitap seçimi, çocuk için uygun televizyon programlarının belirlenmesi gerekir. El, göz becerisi kazandıran, zekâ geliştirilen oyun ve oyuncak seçimi yapmak bir yana dursun; brezilya dizlilerinden başlayarak, magazin ve dedikodu haberleri, salya sümük yerli diziler, şiddet içeren filmlerle çocuğun okul ve öğrenme ortamına hazırlamanın hangi anlamlara geldiği ve nelere yol açacağı malumunuzdur.

Bu noktada izninizle, bir tanım daha verip peşinden bir takım sorular sorarak devam edelim. Öğrenimi; Belirlenen bir amacı gerçekleştirmek için, karar alma süreçlerine dâhil edildiği, zihinsel yeteneklerini kullanarak katıldığı bir öğrenme süreci olarak basitçe tanımlayalım. Buradaki, amaç, bilgi, karar alma aşamalarına katılmak ve zihinsel yeteneklerini kullanmak kısımlarının da altını özenle çizelim. Peşinden sorularımızı sıralayalım.

Öğrenim görmek için okula, öğretmene teslim ettiğiniz ve sınıfta öğretmenin karşısına oturtulan çocuklarınızın; tüm bu süreçlerden sağlıkla geçtiğini, bilgi ve öğrenme dediğimiz kavramların anlam ve önemini kavradığı,toplum içinde dinleme,konuşma,soru sorma,diğer çocuklarla her türlü paylaşmayı öğretildiğini söyleyebilir miyiz?İstek,dilek ve şikayet etmeden önce ödev ve sorumlukların yerine getirilmesi gerektiği çocuğa verilmiş midir?Kırılmayın ama,çok methiyeler düzdüğümüz demokrasi kavramında;ödev ve sorumlulukların yerine getirildikten sonra hak kavramın ve isteminin oluşabileceğini biliyoruz ve bunun bilincindeyiz diyebilecek insan sayısının çok olduğu konusunda tereddütlerim var.

Okul sınıf kapısına dönecek olur isek; İstek ve beklentilerimizin gerektirdiği hiçbir sorumluluğun bilincinde olmadan, bu sorumlulukları yerine getirmeye hazırlanmadan doktor, hâkim vs olması gibi istem ve beklentileri ile okula bırakıveriyor olabilir miyiz? Ekmek almak için bakkala göndermek istediğimizde bile şart koşan çocuğunuza sakız çikolata vb için para vererek bir tür rüşvete alıştırdığımız çocuğumuzu okula teslim ettiğimiz de bir gerçektir sanırım. Buradaki ekmek almak yerine yapmasını veya olmasını istediğimiz şeyler için vereceğimiz hediye kısımlarını kendi verdiklerimize göre istediğiniz kadar çoğaltabileceğinizin farkına vardığınızı sanıyorum.

Hediye ve vaatleri bir yana koyarsak asıl konumuzla ilintili olanın, yapmasını, olmasını istediklerinizi bir istek olarak çocukta uyandıramadığınız ve bilinçli bir gönüllükle katılım sağlayamadığınızda ne yaptığınızın çok daha önemli olduğunu söylememe bilmem gerek var mı? Kızıyor, kırılıyor, küsüyor, dövüyor ve cezalandırıyorsunuz gibi Sizleri itham altında bırakacak suçlamalar yapmadan devam edeceğim.

Şimdi çocuğumuzun okulun, sınıfın kapısından içeri girme zamanı geldi sanırım. Yine şikayet babında yazmadığımı not ederek, nasıl dinleyip söz alacağını, tuvaleti nasıl kullanacağını, temizlik kurallarını, öğretmene abi , amca denmeyeceğini, sırasında oturan arkadaşlarını itmemesi gerektiğini, bağırmaması gerektiğini ailenin öğrettiğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz demektir. Denebilir ki hiç bilende mi yok? Var ama burada söz konusu olanın çoğunluk olduğu da unutulmamalıdır. Üç dört yaşından itibaren okul ve sınıf ortamına hiçbir hazırlık yapmadan ‘okuyacak benim oğlum, doktor olacak’’tan başka bir şey verildiğinden, o kadar da emin olmayın derim. İlk günden üç aya kadar olan dönemde ‘ben anneme eve gidecem’’ diyen öğrenci sayılarını tahmin etmeye de kalmayın.

Ana sınıfından lise sona kadar olan dönemde; sadece göz bebeğine bir bakışın gerekli uyarı etkisi yaptığı kaç öğrencimiz var sanıyorsunuz? Bakışı geçelim. Yavrum önüne dön, konuşma, gülme, arkadaşına vurma, kitabın hani, defterini getir, not al gibi konularda yumuşak söz ile uyarısının gerekli etkiyi yaptığı kaç öğrencimiz var dersiniz? Ne kadar ilkel olsa da diyelim ki bağırdınız. Peki, tersinden soralım öyleyse; Göz, söz ve bağırış ile yüzü utançla kızaran öğrencilerimizi dövecek sapık öğretmen sayısı kaçtır Sizce?

İstenmeyen davranışlar var diyelim. Bir, iki, üç, beş söz uyarısı yaptınız oğlumuz tınmadı. Ailesini uyardınız olmadı. Hadi okulunuzda hazır ve nazır olsun, rehber öğretmeniniz de gerekli görüşmeleri yaptı yine olmadı. Köyde kasabada yoktur ya, şehrinizde ki rehberlik ve psikolojik danışma servisine gönderdiniz. Hatta veliniz, benim çocuğum deli mi ki oraya götüreyim? İtirazını da yapmamış olsun. Rehberlik servisi de, gereken görüşmeler sonrasında, yaşıtları ile sınıf ortamında kalmasında bir mahzur görmedi. Oda yarar sağlamadı, veli, öğrenci ile karşılıklı taahhütler içeren sözleşme yaptınız. Bana mısın demedi. Öğrenci Davranışları Değerlendirme Alt-Üst Kurullarının da şimdiye değin okuldan uzaklaştırma dahi veremediğini de kendi değerlendirmenize alın lütfen. Verildiğini henüz görmemekle birlikte, uyarı, kınama gibi cezaların da sene sonu öğretmenler toplantısında affedileceğinin altını hemen çizelim.

İşte tam burada, eğitim öğretim yılının başlangıcında yıllık planda belirleyip, günlük planda gösterdiğiniz konuyu işlemeniz gerekirken; hiperaktif adını verdiğimiz, sayısını da abartmayalım, kırk beş kişilik sınıfta beş öğrencimize, sus, yapma, etme, vurma, dinle, gülme diye belirli fasılalarla yaptığınız uyarılar yapıyorsunuz. Ama bu arada adı sanı duyulmayan, gazeteler de şikâyetlerini hiiç okumadığınız, çalışan, ön hazırlıklarını yapmış, konunun hazırlık çalışmalarını yapmış, öğretmenini gözlerini ve kulaklarını koca koca açarak dinleyen, bilgi için istekli ve aç öğrencilerimize ne olduğunu, onlara ne yaptığımızı hiç düşünen var mı?

Defter kitap getirtebildiğimiz öğrenci sayısı azınlığa düşmek üzereyken; Olmaz ya böylesi güzel çocuk sayısı yirmi olsun. O beş hiperaktif öğrencimizin dersi kırk kere bölüp, çıkardığı gürültü sırasında dersini dinleyemeyen öğrencilerimizin velilerinin bu duruma seyirci kaldığını ve hiç ama hiçbir müdahalede bulunmadığını, söylememe bilmem gerek var mı? Peki, demokratik ortamlarda haklarını kazanan, haklarını araması gereken, örgütlenmesi ve şikâyet, dilekçe ve kamuoyu baskısı oluşturması gereken, örgütlü tepki vermesi gerekenler bu öğrencilerimizin velileri değil mi idi?

Sınıf başarı düzeyine göre ayarlanan sorulara ve terbiye ve çalışkanlığı da göz önüne alınarak, alınan-verilen beş-pekiyi gibi notları düşünerek, nasılsa benim çocuğum çalışkan diyerek, çoktan doktor önlüğünü çocuğunun üstünde hayal ettiği çocuğunun, sınıfta katledilen haklarının bilincinde olan veli sayımız çok değil inanın. Şikâyet eden, dilekçe yazan, gazetelere telefon eden, telgraf çeken, e-mail atan velilerimizin çalışkan çocuklarımızın velileri olması gerekmiyor mu?

Ama istem yerine sadece okula ve öğretmene havale edilmiş bir beklentiden öteye giden hiçbir davranış olduğunu maalesef ki söyleyemiyoruz. Hatta veli toplantılarında çocuğunun ders dinlemesini engelleyen, döven saldıran çocukların velilerine karşı ortak bir tavır sergileme aşamasına gelebilmenin daha çok uzağında olunduğu da bir gerçektir. İşte burada;

Ödev, görev ve sorumluluklarını yerine getiren çocukların velilerinin, çocuklarının haklarını aramak kadar doğal bir istemleri olamazken, kimdir azınlık olduğu halde çıkardığı gürültü ile çoğunluk sanılıp, çoğunluğun haklarını gasp edercesine şikâyet mekanizmasını kullanan dersiniz?

İlköğretim okullarında bahsi geçen öğrenci davranışlarını değerlendirme alt-üst kurulları dediğimiz kurulların, bugün için önlem, uyarı, ceza olarak gereken ve arzu edilen eğitim öğretim ortamını sağlayamadığını da bir gerçek olarak tespit edip, sınıf geçme ve değerlendirme sistemine de kısaca bir göz atalım. Hadi bu sefer gerçekten kısa bir cevap olsun.

İlköğretim için; On iki dersten on ikisi zayıf olan, eğitim öğretim takviminde belirlenen yüz seksen gününden; ben diyeyim atmış, siz deyin yetmiş, öbürünüz desin seksen gün, okula gelmemiş bir çocuk velinin isteği ile sınıf geçmek geçirilmek zorundadır.

Bir müfettişin sözü ile trafik ışığının kırmızı ve yeşil ve sarısını bilen öğrenci dahi sınıf geçebilir. Bugün ki tarih olarak; ilköğretim son sınıfta adını soyadını doğru olarak yazamayan öğrencimize diploma düzenlemek zorunda olduğumuzu da not edeyim. Hiç boşuna oraya gönderseydiniz, şöyle yapsaydınız demeyin. Gönderdik de,yaptık da ama ortaya çıkan sonuç bu maalesef..

Liseler için bunun üç aşağı beş yukarı, çok da farklı olmadığı da bir o kadar gerçektir desem ne dersiniz? Siz en iyisi diplomalı cahiller gibi tazecik bir kavramına kendinizi hazırlayın. Hadi bir adım daha ileri götüreyim. Hani beğenmediğimiz dayaklı sopalı ve her türlü yokluğun diz boyu olduğu bundan otuz, kırk yıl öncesinde okuyup kendi tabirleri ile ‘kapı gibi’ ilkokul diploması alanların, bugünkü liseliler düzeyinde iyi matematik, tarih biliyor olmalarını nasıl bir açıklama getirebiliriz bilmiyorum.

Peki, gözünüz gibi baktığınız, beraber çalıştığınız ve unuttuklarınızı tekrar öğrenmek ve öğretmek zorunda kaldığınız çocuğunuzun yanında, beş, on dersten sürekli kalan(pardon geçen olacaktı) çocuğun, birden sekizinci sınıfa kadar oturduğu böylesi bir ortamın; çocuğunuzun geleceği için taşıdığı anlamı ele almama gerek yok sanırım. İşte bu ortamda kırk kişilik bir sınıf düşünün, altıncı sınıftan itibaren çalışkan sayısı yirmiden sekizinci sınıfa kadar ona, beşe düşüyor diyeyim durumu artık anlayın. Hala anlayamaz iseniz bir beş sayfa daha yazar ananızı ağlatırım haberiniz olsun.

Şakası bir yana bizi en çok yıpratan ve üzeni söyleyelim. Sayıları ilk sınıflardan iki üç diye başlayıp gittikçe artan sayıda olan hiperaktiflerin (rehberlik servisinin taktığı ad bu, benim günahımı almayın sakın) ; temiz, terbiyeli, çalışkan öğrencilerimizin ders çalışmasını engelleyen, rahatsız eden, pislik yapan, döven, sıkıştıran tavırlarına karşı, laf, söz, kaş, göz, bağırma, yönetmelik gereği iş ve işlemler, yol ve yöntemler sonucunda çare bulamayışımızdır.

Sözün özü geldiğimiz bu son nokta bizim çaresizliğimizdir. Çaresiz kaldığınız sorunlar karşısında ne yaparsınız? Boş ver dersiniz. Diyorlar. Bana ne dersiniz. Merak etmeyin bana ne, aman başıma bela almayayım diyenler de var. Alırım maaşımı bakarım keyfime dersiniz.Aramayın hiç boşuna onlardan hep vardı zaten.

Bak şimdi! İçime atar üzülürüm diyenleriniz mi var? Onlardan ömür denilen yolun yarısında kanser olup, vücudunun yarısını çoktan masada bırakmış olanlar hiçte az değil haberiniz olsun. Ben size bir öğretim yılında, sınıfından gereken sessizliği sağlayamayıp, dersin işlenişine başlayamadığı için ağlayarak sınıfından çıkan öğretmen sayısı olarak en az beş sayısını vereyim. Gerisini Siz düşünün.

Korkmam üstüne giderim, uğraşırım, didinirim boğuşurum diyenlerimiz olabilir. Onlar da bu uğraşlarının bir zamanı ve yerinde; enn sonunda gelecek için en umutlu oldukları çocuklarına yapılan bir pislikte aynı çaresizliği tadar, bir şey yapamamanın, becerememenin verdiği kızgınlık noktasında kendini kaybeder. Alır cetveli eline, ölçülmek istenenleri ölçer. Ve ölçülenlerden çok küçük olsa da bir azınlık, yıllar geçmesine rağmen, ölçüyü ve ölçeni kin nefret ve küfür ile anmaya devam eder.

Garip olan şudur ki; Herhangi bir nedenle rahatsız edilen, hakkı elinden alınan, ağlayan ya da ağlatılan çocuk yada ailesi ise; bu ilkel olarak adlandırdığımız müdahalesi nedeni ile öğretmene duyulan kin, nefret ve edilen küfürlerden habersizdir. Ya da daha doğru bir şekilde söyleyecek olur isek; haberli ama kayıtsızdır.

Gördüğünüz gibi sayfalar dolup taştığı, sabrınızın bittiği, soranı da söyleyeni de diyerek, Sizleri isyan ettirmeyi başardığım halde. Son ve sonuç denileni kabullenip başarılardan hiç söz etmediğim halde.Karidorun, sınıfın ortasında dövülen öğretmenler,bıçaklanıp öldürülen idarecilere değinmediğim halde. Sürekli değişen Milli eğitim politikaları, eğitimde akademik başarı düzeyinin gün geçtikçe düşmesi ve nedenleri, siyasi-dini kadrolaşma, benzeri binlerce soru ve sorunlar, oluşan ön yargıların ne olduğu, neden olduğu konusunda söylenecek o kadar çok şey kaldı ki.


Eksik kusur için affınıza sığınıyorum.

Saygılarımla.
Alıntı ile Cevapla