Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::db_connect() should be compatible with vB_Database::db_connect($servername, $port, $username, $password, $usepconnect) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::select_db_wrapper() should be compatible with vB_Database::select_db_wrapper($database = '', $link = NULL) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Deprecated: Non-static method vB_Shutdown::init() should not be called statically, assuming $this from incompatible context in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 2294
Arka BahÇe Forumu - Tekil Mesaj Gösterimi - Tarih Notları
Tekil Mesaj Gösterimi
  #17  
Eski 19-05-2006, 16:23
alihoca alihoca bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 361/2464
166 Mesaj ına 2501 Kere teşekkür edildi
Tanımlı Sebep-Sonuç İlişkisi Açısından; 12 Eylül ve 28 Şubat (1)

12 Eylül Dönemi ve Yeşil Kuşak Politikası,

Demokratik, Laik ve Çağdaş devlet düzenini yıkmayı amaçlayan köktendinci hareketleri anlamak için,
Nato ve Varşova Paktlarının getirdiği soğuk savaş dönemi hatırlanmalıdır. Bu dönemin politik uygulama ürünlerinden olan, ABD kaynaklı yeşil kuşak politikası ve bunun Türkiye uygulamasının bilinmesi gerekir.

Yeşil Kuşak Politikasının kısaca amacını yazacak olursak, Sovyetler Birliğinin,
Müslüman Türkî Cumhuriyetler, Afganistan, Pakistan, İran, Irak, Türkiye olmak üzere İslami karakterli rejim ve hareketlere verilen destek ile çevrelenip kuşatılmasının sağlanmasıdır, diyebiliriz
. Daha sonra bu politikanın Afrika’nın Müslüman toplumlarına da uygulandığını görmekteyiz.

İran ve Afganistan,
Fransa’da adeta misafir edilen, olası gelişmeler ve alternatif stratejiler için yedekte tutulan Ayetullah Humeyni, 1979 Yılında yine aynı yeşil kuşak politikası gereğince İran Devrimini gerçekleştirmesine göz yumulmuştur. Sovyet yayılmacılığına engel olması için oluşturulacak olan, islami yeşil hattın bir ayağı böylece geçekleştirilmiştir.

Aynı Dönemin ilginç ve sonucu tam kestirilip hesap edilemeyen gelişmesi ise,
Sovyetler Birliğinde M.GORBAÇOV’un Glasnost (Açıklık) Politikası ile başlayan B.YELTSİN’in Perestroyka (Yeniden Yapılanma) Politikası ile devam eden bir sürecin devam ediyor oluşudur. Sovyetlerin Afganistan İstilası ile başlayan gelişme karşısında, ABD tercihini dini karakterli Afgan Mücahitlerine yine aynı politika gereğince her türlü destek olarak kullanmıştır. Bu desteğin ABD medya-sinema tekellerince (Rambo filmleri) kahramanlaştırılıp pazarlanması dahi bize, izlenen politikanın boyutunu gösterebilir.

Dünya gelişmeleri ile paralel götürebilmek için içeriye dönüp, değişimi anlamak için kısa bir hatırlatma turu atalım.

1960’lı yıllar sonrasında gelişen, radikal sağın (öncesi de olmakla beraber) başta ve en güçlüsü Ülkü Ocakları, diğeri (henüz tedrisat sürecinde ve gelişmekte olan)Akıncı Ocakları olarak iki kola ayrıldığını görürüz. Bu iki kol radikal solun ve dolayısı ile Sovyet yayılmacılığının Türkiye’de gelişmesinin önünde engel, sivil vurucu güçler olarak çıkarıldığı bir gerçektir. Ve yer yer Akıncı Ocakları dâhil olmak üzere diğer İslamcı örgütlenmeler, Komünist tehdit olarak algıladıkları eylemlerde Ülkücüler ile güç birliğine gitmişlerdir. M.Ş. EYGİ gibi yazarlarda, ABD karşıtı eylemler için, yazdıkları gazetelerin köşelerinden polis kuvvetlerine yardımcı olunmasını tavsiye ile yönlendirmişlerdir. Radikal Partiler ve Tarikat yapılanması için, yurt dışı (Libya ve Suudi Kaynaklı Aramco-Rabıta) petro dolar desteğini, konuyu çok fazla dağıtacağı nedeni ile bir yana bırakılacak olursa,

12 Eylüle kadar olan dönemde,

—Merkez sağ partilerin oy uğruna dini değerleri kullanıp, tarikat yapılanmaları ve akıncı ocaklarına örtülü-gizli,
Ülkü Ocaklarına ise açık destekleri görülür.
—Devletin kolluk kuvvetleri ve özellikle TSK’nin yapısı gereği bu iki tercihten seçimlerini örtülü-gizli olarak ta
olsa Ülkü Ocakları adına kullandıkları çok da iddialı olmayan bir gerçektir.
—Büyük sermayenin, ona bağımlı medyanın, büyük sendikaların bu iki güç arasına tercihleri de aynı istikamette
olduğu söylenebilir.

Radikal Sol için ise, küçük bir tespit durumun vahametini gözler önüne serer sanırım. 11 Eylül 1980 Tarihine kadar devasa bir tehlike olarak gösterilen, Sovyetlerin destekleri ile her an komünizmi Türkiye’ye getiriverecek diye korkulan-korkutulan sol örgütlenme, 12 Eylül sabahı tek eylem koyamayacak hale getirilivermiştir.

Sülo Babada bu işi anlamamış olsa gerek ki,12 Eylül askeri savcılarına,

//
Ülkenin çoğunluğunda örfi idare sürerken,
(Sıkıyönetimde İlleri sivil değil Askeri Komutanların yönettiğini hatırlayalım.)
12 Eylül sabahı terör nasıl bitmiştir. Bir gecede ne değişmiştir
?//

Diye yönelttiği sorunun halende cevapsız kalması dikkat çekicidir.

1980 Öncesi Dönemin kötü çocuk olarak damgaladığı solcular hak etti desek bile, dönemin korunup kollanan öz evladı olarak, Ülkücü Gençlerde adeta tu kaka ilan edilmiştir. Ordu ve kolluk kuvvetlerince himaye edilip, Dönemin Siyasi liderlerince ‘Bana ülkücüler adam öldürüyor dedirtemezsiniz’ diyerek adeta dokunulmaz kılınan Ülkücüler, artık ihtiyaç fazlası ve kullanım dışı görülüp, garanti kapsamından çıkarılarak, mahpusluk çekmek zorunda kalmışlardır. Kaderin cilvesi olarak olsa gerek, solcu gençlerle aynı koğuşları paylaşmak ve daha kötüsü aynı işkence uzmanlarının meslek hünerleri karşısında, solcularla birlikte oluşturdukları koroda ve acı ile bağırmak zorunda bırakılmışlardır.

M.YAZICIOĞLU’nun daha sonradan söylediği gibi, her iki tarafın da aslında ülkesini seven ve –akıllarınca- Ülkelerini korumaya kurtarmaya çalışan Anadolu çocukları oldukları gerçeğinin geçte olsa anlaşılmasını ise, kazanç olarak not düşelim. Tertemiz ve yüreği vatan sevgisi ile dopdolu diyebileceğimiz, sağ veya sol yönlendirmeli, Anadolu Çocuklarından bu sözde vatan kurtuluşu savaşında 5.000 can verildiği ise toplumsal belleğimizden asla silinmemelidir.

1980 ve sonrasının (12 Eylül Askeri Yönetimi, askerin daha fazla yıpratılmaması için bu politikasını yapılan seçimler ile Sivil Hükümet tarafından da izlenmesini sağlama yolunu seçmiştir.) ‘Asker ve Sivil Cunta’ diye de adlandırılan dönemdeki politika değişiminin Cumhuriyetin hiçbir döneminde görülemeyen bir biçim aldığını görmekteyiz. Görülemeyen olarak yapılan tanımlama, yeşil kuşak olarak adlandırılan ABD kaynaklı bu politikanın uygulayıcılarının bizzat 12 Eylülü gerçekleştiren TSK Komuta Konseyi oluşu ile ilgilidir. Merhum T.ÖZAL’IN ( yerelde kullanılan politik sloganı ile Türk İslam Sentezi ) ölümüne değin bu politikanın kesintisiz uygulanması, elbirliği ile sağlanmıştır.

Amaç, ılımlı ve düzen ile uyumlu, işbirliği içinde bir İslami hareket oluşturmaktır. Böylece sol ve dolaylı olarak da Sovyet yayılmasının önüne set çekebilmektir. Uygulamasını ise, seksen öncesi illegal olarak faaliyet içinde olan, tarikat yapılanmasının üzerindeki örtünün kalktığını, legalite kazandırıldığı, iade-i itibar verildiğini, bununla da kalmayıp desteklendiği bir dönem olarak incelemeye devam edelim.

Netekim Paşamız(Sn EVREN) 12 Eylül Müdahalesinin halk desteğini sağlamak için çıktığı yurt gezilerinde ise ayetlerle süsleyerek yaptığı konuşmalarda, müslüman gençleri adeta teşvik, taltif ve destekleyerek cesaretlendirmeye başlamıştır. Her ne kadar yanlış olarak nitelemesem de, ilk ve orta öğretimde din dersinin zorunlu tutulmasının, aynı paşalarımızın eseri olduğunu hatırlatalım. Adeta modanın değiştiğini ve rüzgârın başka taraftan estiğini söyleyebiliriz. Orta öğretimde sosyoloji, felsefe gurubu derslerinin haftalık ders saati sayılarının sınırlandırılması, bu derslere o yıllarda okullarda kadro fazlası olarak alınan İlahiyat kökenli öğretmenlerimizin sokulması. Sayısı mantar gibi artan Kuran Kursları, İmam hatip okulları, yurt dışındaki tarikat okullarına varan destekler söz konusudur.

Bu dönemde, Farsça ve Arapça, İslam devrimi hedefli binlerce kitap dilimize çevrilerek, gençlerin (Buna özellikle 12 Eylül Zindanlarında ki Ülkücü Kadroları da dâhil ettiğimizde, ürünlerinin sonradan alındığı anlaşılacaktır.) teorik eğitiminde kullanılmıştır. Ordu ve polis öncelikli olmak üzere devlet içinde kadrolaşma hız kazandırıldı. Tarikat liderleri bile, artık siyasi liderlerin ziyaretleri ile şereflendirilir olmuştur. Kimi tarikat kuruluşlarının ve yayın organlarının düzenlediği görkemli törenlere katılabilmek, çağrılı olarak davet edilmek resim vermek için yarışılır olmuştur.

1983 Yılında iktidar olan Merhum T.ÖZAL'IN İslami bankerlik kuruluşlarının (imtiyazlı çalışmasını sağlayacak olan) kararnameyi imzalamakla işe başladığını görüyoruz. Buda Merhumun neden çook sevildiğini gösterir gibi sanki. Ayrıca bunun özellikle yurt dışından toparlanan dövizlerin istismara açık bir şekilde kullanılmasının yolunu açtığını görüyoruz. Yurt dışında yaşayan vatandaşlarımızdan hiçbir hukuki değeri olmayan belgeler ve sözde kar-zarar ortaklığı senetleri ile toplanan paralar ve bu paraların gayrı resmi yollardan transferleri yasal soruşturmaları güçleştirdiği bir gerçektir. Dini motifleri kullanarak para toplama işinde, dini-milli dernekler, Camii, Kuran Kursları ve hocaların(kimi zaman eski imamların) kullanıldığı tespit edilmiştir.

Sadece Almanya’da yaşayan vatandaşlarımızın bir araştırmaya göre yıllık tasarruflarının toplamının iki milyar Euro olarak tahmini, sorunun hangi, ekonomik boyutlara taşınmış olabileceğinin ipuçlarını verebilir.

Aynı dönemde islami sermayenin yapılanması, aracı kurum, faizsiz bankacılık ve holdingleşen sanayi olarak devlet, hükümet teşviki ve belediye desteği ile çığ gibi büyümüştür. TÜSİAD’IN karşısına, iki bin üyesi ile MÜSİAD’IN rakip olarak çıkarılması, büyümenin ulaştığı noktaları anlamamızı sağlayabilir. Kurucu başkan Sn Erol YARAR ve Ali BAYRAMOĞLU’NUN yaptığı bazı konuşmalar nedeni ile DGM’de yargılanıyor olması bir başka ilginç göstergedir. Asya Finans, İhlâs Finans, Yabancı Sermayeli Faisal Finans, Kombassan, Endüstri Holding, Sayha Holding, Jet Pa, Yimpaş gibi çok uzatılabilecek örnekler ve bugünkü durumları olayın kavranmasını kolaylaştırabilir.

Sn K.EVREN ve Merhum T.ÖZAL Dönemlerinin öz evlat olarak kayrılıp kollanan, desteklenen masum müslüman çocuklar olarak nitelenen eylemli örgüt yapıları, artık büyümüş ve olgunlaşmıştır. Kendilerine direnebilecek solcu ve ülkücü gençlerde hapiste olunca, meydanın özenle boş bırakılmasından sonsuz yarar sağlamışlardır denebilir.

Kendilerini silahlı eylem düzeyine ulaşmamış olarak gören tarikat örgütlenmeleri, sayıca fazla olmalarına ve ulaştıkları ekonomik güce rağmen, erken bir huruç-kalkışmanın tehlikeli olacağını düşünmektedirler. Devlet mekanizması içine sızma ve ele geçirme taktikleri bizzat liderlerinin konuşma kasetlerinden bilinmektedir.

Diğer taraftan Hizbullah ve benzeri silahlı örgütler artık palazlanmış, yer yer ordu içine sızılmış ve hatta nihai hedefler için eylemler konulmaya başlanmıştır. Diyarbakır’da Vahdet Kitabevinde başlayan örgütleşme sonrasında, Menzil(Fecir Gurubu) ve İlim Gurubu olarak şekillenen örgüt yapıları ile gelişimine devam etmiştir. Örgüt ileri gelenlerin İran’da teorik ve silahlı eğitim gördükleri artık ispatlanmış gerçeklerdir.

Hizbullah, İslami Hareket, Vasat, İbda-c,Kaplancılar Partiya İslamiya Kürdistani (pik) gibi taban ve güç elde etmiş olanları bilinen örneklerdir. Batıya açılma kapısı olarak Bolu, Düzce ve Bursa’yı kullandıklarını görüyoruz . Hizbullah örgütüne yapılan baskınlarda ele geçen belgelerde,

''PKK ve radikal örgütlerin temizlenmesinin ardından bölgedeki tek hâkim güç haline geleceğiz. İzleyen süreçte halkı da ayaklandırmak suretiyle devlete başkaldırarak iktidarı elde ettikten sonra İslami bir Kürt devleti kuracağız.''

Amacın tereddüde yer bırakmayacak şekilde, açıkça ifade edildiği tespit edilmiştir.

Camii ve Kuran Kursları örgüte adam kazandırma alanları olarak değerlendirilmiştir. Doğu bölgemizdeki, okuma yazma oranın düşüklüğü ve aşiret-akrabalık bağları, bu yapının kısa sürede sayıca yaygınlaşmasını sağlamıştır. Teorik eğitimini, silahlanma evresini dış destek ile aşabilen örgütler acımasızca denebilecek eylemleri koyabilecek güce erişmişlerdir. İslamcı yazar Konca KURİŞ’İN kaçırılıp günlerce işkence sonrasında, İran Düğümü ile bağlanarak, diri diri gömüldüğü olay bu örneklerden sadece biridir. Batman, Diyarbakır ve diğer doğu illerinde görülen, güpegündüz arkadan ve kısa mesafeden vurulan bir satır veya başın arkasına tek el ateş gibi yöntemlerde, gücün pervasızlığı dikkat çekicidir. Bir başka cevapsız kalan soru ise anılan yapılanmanın Pkk adlı ayrılıkçı örgüte karşı kullanılıp kullanılmadığı, korunup korunmadığıdır.

Buraya kadar olan örnekler bile,
12 Eylül ile başlatılıp 1990’lı yılların ilk yarısına kadar, Dinin; dönemin egemenleri ve siyasiler tarafından kullanılıp işlendiği, yönlendirildiği, politik amaçlar tarafından kullanıldığı, dinsel temaların siyasi simgeler olarak bayraklaştırıldığı bir dönem olarak anlaşılmasını sağlar.

Bu noktada tekraren,
Bu boyuta ulaşan bir politikanın, genç Cumhuriyetimizin hiçbir döneminde, devletin izlediği bir politik tercih olarak, uygulanmadığının altını çizmek istiyorum.

ABD önderliğinde, Batı Dünyasının uyguladığı Yeşil Kuşak Politikasından kaynaklanarak oluşan, tehdit, tehlike ve yanlışı önlemek adına ilk müdahalesi, Irak Lideri Saddam Hüseyin’in İran’a karşı Savaşa kışkırtılması ve on yıl sürecek bir savaşta onu desteklenmesidir. Bu tercihinde daha sonradan bir başka tehdit doğurduğu hepinizin malumudur.

28 Şubat Süreci;
1990 yılların ikinci yarısı ise, bize hem Dünya da, hem Türkiye versiyonunda izlenen politikanın, gerekçelerinin Sovyetlerin Dağılışı ve çöküşü ile ortadan kalktığı, daha önce izlenen politikaların ise yeni tehditler doğurduğunu göstermektedir.

İran’da şekillenmesine izin verilen köktendinci rejimin ‘Rejim İhracı’ amaçlı,
ABD ve Batı Dünyası için Anti Kapitalist,
İsrail için Anti Semitizm,
Filistin’de Hamas ve Hizbullah Örgütlerine eğitim, silah ve para desteği,
İran Liderliğinde İslam Birliği oluşturma,
Suudi Yönetimine muhalif hareketlere para ve silah desteği,

Ve benzeri politikalar izlemeye başlaması, yeşil kuşak politikasının ilk yanlışı ve sonunu getiren bir ilk olması bakımından önemlidir. Bu yanlışa sonradan, Afganistan’da desteklenen taleban örgütünün tam bir batı düşmanı rejim doğurması bir başka örnek olarak eklenmiştir. Aynı yanlış örneğin, zincirin bir başka halkası olarak,11 Eylül felaketinin baş aktörünü Dünyaya takdim ettiği unutulmamalıdır.

28 Şubat öncesine baktığımızda ise:

Başbakan ve Hükümet liderinin rejimi tehdit sayılan, meydan okuma olarak adlandırılabilecek uygulamaları söz konusudur. En göze batan örnek olarak, Sn Başbakanımız ERBAKAN’IN Başbakanlık Konutuna tarikat liderlerini görkemli mercedesleri ile davet ve misafir edilişleri gösterilebilir.

Nihayetinde konuya verilen önem ve hassasiyet, gelişen örgütlenme ve eylemleri ile siyasi İslamcı köktendinci hareket, MGK’da en büyük tehdit olarak birinci öncelikli olarak (Dünya’daki gelişmelere paralel olarak) ilan edilmiştir. İlan edilmiş diyorum çünkü artık bir devlet politikası olarak (Batı Çalışma Gurubu gibi )gerekli yapılanma ve uygulamalara başlanmıştır.

Gelişme ve uygulamalarını yazdığım buraya kadar bölüm için, şimdiye kadar yapılan bilinçli-bilinçsiz, her kesimden, yanlışları veya gerçeklerin nasıl çarpıtılışını ele alalım.

Önce bir tespit yapalım,
28 Şubat Kararları eğer, bir tehdit ve tehlikeye karşı haklı bir müdahale ise(-ki öyledir) , Türkiye’nin 28 Şubata gelmesini sağlayan gelişmeleri yaratan güçlerin başında da 28 Şubat Müdahalesini yapanlar geldiğinin artık bilinip kabul edilmesi gerekmektedir.

Acı gelen, kabul edilemez gelen, itiraf dahi edilemeyen ya da, sözde mağdurlarının da, timsah gözyaşları dökerek inkâr ettikleri ve hedef şaşırttıkları da budur.

Bu tespitin gözlerden kaçmasına-kaçırılmasına yardımcı olan unsurlara bakacak olursak,

—Büyük Sermaye ve ona bağımlı medyanın da şimdiye değin gerekli eleştiriyi getirmemeleri,
—Merkez sağ ve sol partilerin yanlışı tespit etmekten uzak yaklaşım sergilemeleri, aksine bundan siyası çıkar
peşine düşmeleri,
—Aynı partilerin siyasi partiler ve seçim kanunu değiştirmeyerek, lider partisi konumlarından elde ettikleri
çıkarlardan vazgeçmeyip, Türk Ulusunu adeta seçeneksizliğe mahkûm etmeleri
—Sol Aydınların zor olan, alternatif demokratik çözümler üretmek ve demokratik çözümlerde ısrar etmek
yerine, bu müdahaleyi savunmaları, övmeleri, asli-kronik yanlışları olan kolaycılığı seçmeleri,

Burada bir parantez açarak, kolaycılığın bugünkü bedeline bir örnek verelim,

//Oktay EKŞİ-Hürriyet.10.07.2003
Alarm sesleri...
Kısaca... İşbaşındaki acemi kadro Türkiye'nin geleceğini mahvediyor.
Ne yapılır? Meşru yoldan ayrılmaksızın bu kadro nasıl tasfiye edilir bilemiyoruz. Ama bu cehalet, bu acemilik ve bu duyarsızlık Türkiye'nin kaderine hükmettiği sürece, biliniz ki çok ciddi bir tehlike içindeyiz.’’

‘Ne yapılır? Meşru yoldan ayrılmaksızın bu kadro nasıl tasfiye edilir bilemiyoruz
.//

Sn Oktay EKŞİ’NİN Basın Konseyi Başkanı sıfatı ile düştüğü, çözümsüzlük ve çaresizliğin boyutu kendi satırlarında görülebilir. Türk Aydının kronikleşen kolaycılık hastalığı ile alternatif çözüm ve çare üretme yeteneklerinin adeta dumura uğradığını göstermesi bakımından önemli görüyorum.

Devam edelim,
—Ülkücü Aydınların aynı kolaycı anlayış ve fırsatçılıkla iktidarı hedef göstermeleri,
—Merkez muhafazakâr aydınların konuyu İnsani, Dini Haklara bir müdahale olarak ve iktidarın gasp edilmesi
olarak görüp, sanıp radikal sağın ekmeğine yağ sürmeleri,
—Radikal Hareket ve Partilerin ise tamamen bir hakkı elinden gasp edilen, masum rolüne soyunmaları ve bu
mazlum rolünü başarı ile oynamalarıdır.

Bugün dahi görülemeyen ve anlaşılamayan, bu müdahalenin yarattığı ortamdan yararlanarak oynanan mazlum rolünün, bugünkü iktidarın yaratılmasına sağladığı katkının büyüklüğüdür.

Sn B.ARINÇ’ın,
(Zaman Gazetesinde çıkan söyleşisinden)
//İKTİDARDA NE YAPACAĞIMIZI;
30 yıl boyunca... Ama iktidarda ne yapacağımız konusunda fazla bir hazırlığımız olmadığını gördük. Kriz senaryolarımız yoktu. Krizler karşısında ne yapacağımız bilmiyorduk. Olsaydı herhalde uygulanırdı
.//

Sözlerini de dikkate alarak,
İktidarları döneminde yaşanan krizlerde ekonomik alternatifsizlikleri kendi (eski)bakanları tarafından itiraf edilen bir partiyi, iktidardan indirerek masum rolüne soyunmalarını sağlamış oldular. Böylece de halkı, hakkı elinden alınan mazlum olduklarına inandırabilmeleri mümkün kılınmıştır.

Gerekçeleri doğru ama yapılış şekli ve yöntemi, izlenen yolu hatta zamanlaması ile yanlış olan bu müdahale, sonuçta islami karakterli bir iktidarı günümüze taşımıştır. Ancak alternatifi yaratılamayan, doğru seçenekleri oluşturulamamış bir müdahale diye adlandırılabilir. Üç dört yıl geçmeden yapılış amacına aykırı olarak, 363 Milletvekili ile tek başına iktidar getirmiş olması bile,
sebep ve sonuç ilişkisi olarak tek başına ele alındığında dahi ‘28 Şubat Sürecinin’ izlenen yol ve yöntemleri ile tekrar değerlendirilmesi gerektiğini gösterir.
Alıntı ile Cevapla