Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::db_connect() should be compatible with vB_Database::db_connect($servername, $port, $username, $password, $usepconnect) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::select_db_wrapper() should be compatible with vB_Database::select_db_wrapper($database = '', $link = NULL) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Deprecated: Non-static method vB_Shutdown::init() should not be called statically, assuming $this from incompatible context in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 2294
Arka BahÇe Forumu - Tekil Mesaj Gösterimi - AB yolunda Türkiye
Tekil Mesaj Gösterimi
  #15  
Eski 20-04-2006, 12:15
Master - ait Avatar
Master Master bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Bulunduğu Yer: Kalamış
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 6.503/2290
5427 Mesaj ına 23007 Kere teşekkür edildi
Arrow Alev Alatlı --- Bilgi lazımsa....

AVRUPA
KÖKLER , EFSANELER, İNANÇLAR (IV)

Günümüz Avrupası halklarını oluşturan “aslî nesep”lerden birisinin “Germenler” olduğundan bahsetmiştik. Almanya, Danimarka, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, İsveç, Norveç, Avusturya, İsviçre, Kuzey İtalya, İzlanda, hatta, Kuzey ve Orta Fransa ile aşağı İskoçya ve İngiltere’yi oluşturan halkların kökenleri “Germen.” Germen kavimleri, Hıristiyanlıkla İsa’nın doğumundan beş yüz yıl sonra ancak tanışıyorlar. Ancak, Germen Avrupa’nın Hıristiyan olması büyük çatışmalar sonucu mümkün olabiliyor. Dokuzuncu hatta onuncu yüzyılı buluyor.
Hıristiyanlık öncesi dinleri paganizm. Paganizmin esası, tabiata ve tabiat güçlerine duyulan saygı. Saygıyı getiren: “farkındalık.” Toprakla uğraşan, eken biçen tüm paganlar gibi Germenler de herşeyden önce güneşin hareketini izliyorlar. Yıl içindeki en önemli tabiat olaylarından birisi, gün-tün eşitliği dediğimiz, ekinoks; diğeri bu eşitliğin azami ölçüde bozulduğu solstis – eski adıyla tahavvülü şemsi - yani güneşin değiştiği nokta.
Ekinoks, yılda iki kez gerçekleşiyor. Birisi, 20-21 Mart’taki bahar ekinoksu, diğeri, 20-21 Eylül’deki sonbahar ekinoksu. Bu günlerde gün-tüne eşit; gece ve gündüz 12’şer saat. Solstis de yılda iki kez: ilki, günün en uzun olduğu 20-21 Haziran yaz soltisi, ikincisi gecenin en uzun olduğu 20-21 Aralık, kış soltisi.
Bahar ekinoksu, ekvatorun kuzeyinde yaşıyan ve tarımla uğraşan tüm halklar için çok önemli bir gün. Güneş, 20-21 Mart’ta, güney yarıküreden kuzey yarıküreye dönüyor. Tabiatın yeniden canlanışına, doğurganlığa, büyümeye ve berekete işaret ediyor. Baharın resmen başladığı gün sayılıyor.
Pagan Germenler, bahar ekinoksunu Yeni Yılın başladığı gün sayarlarmış. Günümüz Almanyasına adını veren Allemanni kavmi,“tag-und nachtgleiche” dedikleri bu günü, Güneş Tanrısının kışın yaşadığı yeraltından çıkıp, karısı Tanrıça Ostara (ya da Eostre) ile buluştuğu gün olarak kutluyorlar. Tanrıça Ostara’nın bir de şarkısı var. Şu mealde bir şey:
“Yılın tekerleği döner, günü tüne eşitlerken; Ostara, bahara hükmeder, Güneşin-çocuğunu büyütür. Tanrıça yeryüzünü kutsar, toprağın yaşam-enerjisini yenilerken, baharda gömün tohumu toprağa, Güneşin-çocuğu kapıda.”
Yumurta baharın müjdecisi ekinoksun sembollerinden birisi. Germenler, Tanrıça Ostara’nın sembolü olduğuna inanıyorlar ama pek öyle değil, çünkü yumurta herşeyden önce bir denge sembolü. Gecenin gündüze eşit olduğu tam o anda, yumurtanın dikey durabileceğine inanılıyor. Yumurtanın dikey durabildiği o an, yeryüzü ile gökyüzünün dengede olduğu o an. Nevruz kutlamalarında masalarda gördüğünüz yumurtalar işte bu anı temsil ediyorlar.
Evet, Nevruz, dedim. Germenlerin “tag-und nachtgleiche” dedikleri oluşumun bizdeki karşılığı Nevruz. Yani, “Yeni Gün.” Nevruz, Orta Doğu’da ve Orta Asya’da Mart ayının 19-20-21. günleri kutlanıyor. Türk cumhuriyetlerinde, Azerbaycan'da ve Anadolu’da özel bir yeri var. Bir de Nevruz destanı var ki, Oğuz Han’a atfediliyor. Nevruz destanı Hazreti İsa doğmadan iki asır kadar önce, M.Ö. 209’da tahta çıkan Hun hükümdarı Mete Hanın hayatından esinlenmiş. Yani, Alsace’da yerleşik Allemanni, Tanrıça Ostara’nın efsanesini anlatırlarken, Alsace’dan bir kaç yüz kilomete ötede, Macaristan’da, Segedin civarında yaşayan, Hunlar da Oğuz Han destanını dillendirirlermiş.
Hunlar, malûm, Türklerin aslî kavimlerinden birisi. Orta Asya’dan kopup gelen bu kavim günümüzde Macaristan dediğimiz topraklara İsa’dan sonra Dördüncü yüzyılda yerleşmişler ki, bu tarih Allemanni’nin Alsace’a yerleşmesinden yüz yıl kadar önceye denk geliyor. İsa’dan sonra 374’de kurulan Birinci Batı Hun devletinin ilk hükümdarı, Balamir Han. Hazreti Muhammed’in 570-632 tarihleri arasında yaşadığını düşünürsek, demek Birinci Batı Hun devleti İslâmiyetten iki yüz yıl kadar önce kurulmuş.
Batı Hunlarının zengin bir mitolojileri var. Kâinatın, insanın, kadın ve erkeğin yaradılışına ilişkin inançlarını Batılıların "epope" dedikleri tarzda “destan” tarzı metinlerde dile getiriyorlar. Oğuz Han’a atfedilen Nevruz destanı bunlardan birisi.
Şimdi bu efsaneye göre, “Oğuz,” Ay Kağan'dan doğma, yüzü gök, ağzı ateş, gözleri elâ, saçları ve kaşları kara, perilerden daha güzel bir erkek çocuğudur. Annesinden ilk sütü emdikten sonra konuşur, çiğ et, çorba ister. Kırk gün içinde yürür. Ayakları öküz ayağı, beli incecik kurt beli, omuzları samur omuzu, göğsü ayı göğsü gibi geniş olur. Küçücük yaşında at sürülerini gütmeye, avlanmaya koyulur. Ancak, o asırlarda yaşayan insanlar gibi Oğuz oğlu da kıştan çok korkar.
“Bunun içindir ki, yılın üç mevsimini kışa hazırlanarak geçirir; dünyanın nimetlerini mağarasına getirip, stok yapar. Bir defasında, kış uzun surer. Oğuz oğlunun azığı tükenir. Çaresiz kalan Oğuz oğlu ‘yemeye bir şey bulayım’ diye mağaranın dışına çıkar ama hiçbir şey bulamaz. Hava o kadar soğuktur ki, sakalı buzlanır, eli ayağı donar. Mağarasından çıktığına çıkacağına pişman bir şekilde eve dönerken, yolda bir kurt yavrusuyla karşılaşır. Kurt yavrusu ona ‘Bu karda boranda nereden geliyorsun?’ diye sorar. Oğuz oğlu başına gelenleri anlatır. Kurt yavrusu ona şöyle der:
‘Ey, Oğuz oğlu, ilerdeki yol ayrımında seni bir sürü koyun, kucak dolusu başak, bir kirman, bir de el değirmeni bekliyor. Onları evine götür. Koyunu kesip etini yersin, yününden iplik eğirip, kendine elbise yaparsın, derisini giyersin. Buğday tanelerini de el değirmeniyle öğütüp, unundan ekmek yaparsın. Böylece baharı karşılamış olursun. Yalnız sana verdiğim emanetlere dikkat etmelisin. Başakları ve koyunu arttırmalısın. Kuzuları şefkatle büyütmeli, buğday tanelerini yere serpip, onu alnının teriyle sulamalısın. Söylediklerimi yapmazsan, yaşamın çok zor olur.’
Oğuz oğlu yol ayrımına gelir. Ve kurt yavrusunun saydıklarını bulur. Onları alır, mağarasına getirir. Kışı güzelce geçirdikten sonra ilkbaharla birlikte sürüyü dağa yayar. Buğday tanelerini toprağa serper. Gece gündüz sürülere, başaklara gözkulak olur. Böylece, Allah, Oğuz oğluna görünmemiş bir bolluk nasip eder. O günden sonra, Oğuz oğlu yıl boyunca çalışır.
Destana göre, Oğuz oğlu yavru kurda rasladığı o güne ‘Nevruz- yeni gün’ adını verir ve yıl başını o günden hesaplar. Kendisine uğur getiren Nevruz'da bayram etmeği adet haline getirir.”
Orta Asya Türk cumhuriyetlerinde, Azerbeycan ve Türkiye’de farklı kutlamalar gözlemlenmekle birlikte, tüm bayramlar gibi Nevruz da zengin sofralar demek. Yayıklar çalkalanıyor, tereyağlar toplanıyor. Nefis yemekler pişiyor. Azerilerin “Yedi sin” sofrası dedikleri bir Nevruz sofraları var. Yedi sin demek sofrada “s” harfiyle başlayan yedi nesnenin bulunması şarttır demek. Bunlar sırasıyla sağlık simgesi olarak bilinen sarımsak, birinci s; lezzet simgesi olan sirke, ikinci s; insanlara ümit verdiği bilinen sebze, üçüncü s; bereket getiren summak, dördüncü s; yaşam kaynağı olan su, beşinci s; zenginlik göstergesi sikke, altıncı s; ve uzun ömür anlamına gelen saat, yedinci s. Sofrada bu yedi sin ve semen var. Semen buğday filizi anlamına geliyor. Nevruz’dan birkaç gün önce bir avuç buğday bir tabağa konuyor, bayram gününe kadar her gün ılık suyla sulandırılarak sıcak yerde bırakılıyor. Böylece bayram gününe kadar buğday semeni yeşermiş olur. Semen sofranın ortalarında bir yere, bahar çiçekleri, güneş ışığını temsilen bir kaç mum ve yumurtalarla birlikte konuluyor. Nevruzla birlikte yüzünü gösteren güneş, yaza doğru tüm görkemiyle parlayacaktır. Benzer beklenti, Germen kavimlerinde güneşin-çocuğunun büyümesi olarak görülüyor. Baharda zayıf olan güneş büyüyecek, yazın kırallığını devralacaktır.
Görüldüğü gibi, Paskalya yortusunda rastlanılan yumurtalara Nevruz’da da rastlanıyor. Ama Paskalya’da çikolata vb. biçimlerde sıkça görülen bir de tavşan figürü vardır ki, o bizde yok. Germen Pagan kültürünü araştıranlar, Paskalya tavşanının Tanrıça Ostara’dan geldiğini, tanrıçanın totem hayvanı olduğunu söylüyorlar. Totem hayvan tarih öncesi toplumların aralarında bir biçimde akrabalık olduğuna inandıkları ya da sembolleştirdikleri efsanevi hayvanlar. Anlaşılan Germen kavimlerinin totem hayvanları Tanrıça Ostara kanalıyla tavşan. Hunların ki, ve dolayısıyla bizimki ise kurt. Günümüzde Hıristiyan Türkler, yani Gök Oğuzlar olarak bildiğimiz Gagavuzlar, kurt sembolünü ulusal bayraklarına taşımışlar. Beyaz üzerine mavi kurt çizili.
Efsaneler, destanlar, batıl inançlar farklı coğrafyalarda ve tarih içinde değişiyorlar. Değişmeyen, güneş ışınlarının 21-22 Martta güney yarı küreden, kuzeye kırılması ve yeniden hayat bulan doğa. Bu bağlamda, yeryüzünde hiçbir halk yok ki, Nevruz’u bir biçimde kutluyor olmasın. Buna karşın, Batıda rastladığımız efsanelerde kadın figürünün baskın olduğunu görüyoruz. Örneğin, eski Yunan’ın Afroditi, Mısır’ın Hathor’u, İskandinavya’nın ve dolayısıyla Germenlerin Ostara’sı doğurganlık, analık sembolleri olarak ortaya çıkıyorlar.
Halkların adetlerini, ananelerini, efsanelerini, mitolojilerini inceleyen antropologlar, Meryem Ana-İsa Mesih bağlantısının aslının da pagan inançlarında yattığını iddia ediyorlar. Bu bağlamda, Tanrıça Ostara ve benzeri kadın tanrıçalarla Meryem Ana arasında; aynı şekilde onların doğurdukları güneş/çocukları ile İsa Mesih arasında bağlantı kuruluyor. Öyle ki, Hazreti İsa’nın yaşamını temel alan Hıristiyan yortularının hemen hepsinin, pagan yortularının bir biçimde devamı olduğu söyleniyor.
Nitekim, Tanrıça Ostara – ki kendisi ekinlerin olduğu kadar insanların doğurganlığını da temsil ediyor - Nevruz’da güneş tanrısından hamile kalıyor, ve oğlunu dokuz ay sonra kış solstisinde yani gecenin en uzun olduğu 21 Aralıkta doğuruyor. Günümüzde “Kutlu Bakire Meryem”in Tanrının oğluna hamile kaldığını öğrendiği gün olarak kutlanan yortu da 25 Mart’a denk geliyor. Hıristiyan inancına göre, Cebrail, İsa Mesih’e hamile olduğunu 25 Mart’ta müjdelemiş. Bu hesapça, İsa Mesih’in de 25 Aralık cıvarında doğması gerekiyor. Ve nitekim Christmas yortusu, aynı tarihte: 25 Aralık.
Bizde herşeyden önce bir ekin bayramı Nevruz. Bayramın birinci günü Hazreti Hızır aleyhiselâmın ya da Hıdır Nebi’nin günü. O gün toprağın ısınması için, ikinci gün toprağı sürecek öküzlerin sağlam ve kuvvetli olması için, üçüncü gün ise çiftçi ve sayacılara dua edilir. Sabahın erken saatlerinde tarlalara çıkanlara içinde mendil, beyaz gömlek, çorap, şeker ve kavrulmuş buğday bulunan sepetler gönderilir. Ekinin başlanacağı yerde kurbanlar kesilir, dualar okunur. Azerbaycan’da gençler, halka sağlık, esenlik getireceğine inanılan Hızır aleyhiselâmı aramaya koyulurlar. Bu gençlere Hızırcı ya da Hıdırcı deniyor. Sabah, güneş daha doğmadan Hızır Aleyhisselâmı aramaya çıkıyorlar. Bir de manileri var:
Şum yerini şumlayak, Şam evini şamlayak
Hıdırım addıdı, Hıdırım oddudu
At atı haylayak, Günleri saylayak
Han Hıdır gelesidir, Han Hıdır gülesidir. – Hızır Han gülsün, Hızır Han gülsün.
Onlar Hızır hanı arayadursunlar, evlerde sıkı bir bayram temizliği yapılıyor. Kız gelinler kilim ve halıların tozunu alır, temizlerlerken, delikanlılar ağaç diplerini belliyorlar. Bağlarda kıştan kalma sararmış yapraklar temizleniyor. Ağaçlar budanıyor. Bahçelerdeki çöpler toplanarak yakılır.
Dünyanın bize ait köşesinde, dini inançtan çok eğlenceli bir gelenek Nevruz. Meselâ, bir gece önce genç kız ve erkekler özellikle geç yatıyorlar ve yatmadan önce, tuzlu ekmek yiyorlar. Su içmiyorlar, çünkü efsaneye göre tuzlu ekmek yiyenlere rüyalarında su veren birisi oluyor. Su veren bu kimse, rüya görenin kısmeti, yani evleneceği kişi olurmuş. Sonra yine bazıları Nevruz gecesi Hızır aleyhisselâma niyet tutarak yatıyorlar. Niyet tutanlar gece yarısı kalkar da mum ışığında aynaya bakarlarsa, evlenecekleri kişiyi görürlermiş. Ama niyetin tutması için aynaya bakanın korkmaması gerekirmiş. Korkanın niyeti gerçekleşmezmiş.
Ertesi gün, baş yemeğin pilav olduğu zengin bir sofra kuruluyor. Döşemeli pilav, çığırtma pilavı, sebzeli kavurma pilavı, sütlü pilav denilen çeşitlerin üstüne kestane ve bol baharatlı koyun ve tavuk eti konuyor. Ve tatlı şart. Nevruz tatlıların içerisinde en önemlileri şekerbura, baklava ve şeker çöreği. Bunların içinde en geniş yaygın olanı baklava, onun da çeşitleri var. Ayrıca badem, fıstık, fındık, ceviz, kuru üzüm vb. çerezler de sofradaki yerlerini alıyorlar. Bir gece öncesinden ellerine kına yakmış, en güzel elbiselerini giymiş kız gelinler, ev halkına hizmet ediyor. Yemekten sonra akrabalar, komşular ziyaret ediliyor veya misafir ağırlanıyor. Konuklara hediyeler veriliyor. Nevruz gecesi, kapılara torba atmak diye bir adet var. Bu torbalara bayram şekeri dolduruluyor.
Bunlar hoş şeyler ama daha önemlisi, Nevruz’da güzel şeyler konuşulması şarttır. Nevruz’da gıybet edilmez, dedikodu yapılmaz. Küsenler barıştırılır:
Yar, yaylığın mendedir, Sermişem çemendedir
Eriyip yere gedince, Men gözüm sendedir.
Gümanım bu yazadır, Muradım Nevruzadır.
Nevruzunuz kutlu olsun. Hızır aleyhisselâm, hepinize sağlık esenlik getirsin.


AVRUPA
KÖKLER, EFSANELER, İNANÇLAR (V)

“Avrupa” denildiğinde akla gelen ilk aslî unsurlardan birisinin “Germenler” olduğu kuşkusuz. Ancak, yekpare bir bütün değil, bir kavimler topluluğu Germenler. Nitekim, kendilerine “Germen” de demezlermiş. “Germen” sözcüğünün nereden geldiği de kesin olarak bilinmiyor.
Günümüz Almanya’sına adını veren “Allemani” Germen kavimlerinin önde gelenlerinden birisi ama başkaları da var: Angles’ler, Sakson’lar, Burgundî’ler, Lombardlar, Vizigotlar, ve diğerleri. Bu insanlar etnik bir dayanışma içine girmemişler. Tersine, Milâttan sonra yedinci yüzyıldan itibaren çeşitli halklara bölünmüşler. Bu halklar giderek ayrışmış, farklılaşmış ve Avrupa’nın bugünkü ulus-devletlerini oluşturmuşlar. Tarihi süreçe bu pencereden baktığımızda Germenlerin ilk etnik dayanışmayı Avrupa Birliğini kurarak gerçekleştirdiklerini düşünmek de mümkün.
Söylediğimiz gibi, Avrupa’nın aslî kavimlerinden oldukları kuşkusuz Germenlerin ama tek mi? Bakın, işte o öyle değil. Hunlar da var. Hunlar, “Allemani”nin hakimiyetindeki Alsace, Baden ve kuzeydoğu İsviçre’yi kapsayan bölgenin birkaç yüz kilometre ötesinde, bugünkü Macaristan’ın Segedin bölgesinde yerleşikler. Birinci Batı Hun devleti orada.
Allemanni’nin İsa’dan sonra beşinci yüzyıldan itibaren, batıya doğru yayılmaya başlayınca karşısında bir başka Germen kavmi olan “Franklar”ı bulduklarını biliyoruz. Günümüz Fransızlarının aslî kavmi sayılan “Franklar”la Allemanni İsa’dan sonra 496 yılında nihai bir muharebede kapışıyorlar. Allemanni yeniliyor, Avrupa hakimiyeti Franklara geçiyor. 496 yılındaki bu savaş modern Avrupa’nın oluşumunda mihenk taşı sayılıyor. Batı Avrupa’ya yeni bir yüz kazandıracak süreçi başlattığı söyleniyor.
Bu yeni yüz, Hıristiyanlıktır. Pagan Avrupa 496’dan itibaren Hıristiyanlaşıyor. Eski Çağdan, Orta Çağ’a geçiyor.
Gelelim, Türklerin aslî unsurlarından birisi olan Hunlara.
Hunlar, Birinci Batı Hun Devletini 496 Allemanni-Frank savaşından yüz yıl kadar önce 374 yılında Macaristan’da kurmuşlar. İlk hükümdarları Balamir Han. Germen kavimleri birbirleriyle savaşadursunlar, Macaristan’da yerleşik batı Hun devleti hanedan değişiklikleriyle, birinci, ikinci Batı Hun devletleri şeklinde iki yüz yıl kadar yaşıyor. 565 yılında yine bir hanedan değişikliği var. Bu defa yine aynı bölgede, bugünkü Macaristan’ın Segedin bölgesinde, Bayan Kağan’ın kurduğu Birinci Batı Apar Devletini görüyoruz. Birinci Batı Apar Devleti de İsa’dan sonra 805 yılına kadar yaşıyor.
Hunlar, Avrupa’da yerleşen tek Türk kavmi değil. Merkezi bugünkü Ukrayna’nın sınırları içinde kalan Pereyaslav ‘da yerleşik bir de Tuna-Bulgar Devleti var ki, 679 yılında Asparuh Han tarafından kurulmuş. Tuna-Bulgar devleti 1018 yılına kadar devam ediyor. Ancak, 864’den itibaren Türklük niteliğini kaybetmiş sayılıyor. Neden, çünkü 864’de resmen Hıristiyan oluyorlar.
Ne var ki, tarih bugünden yarına değişmiyor. “Sıçrama” yapmıyor. Diğer bir deyişle, ilk anayurt olan Orta Asya belleklerde hiçbir zaman tamamen terkedilmiyor; destanlarda, efsanelerde hatta batıl inançlarda sürüyor.
Germen kavimlerinin Tanrıça Ostara efsaneleri gibi, kâinatın, insanın, kadın ve erkeğin yaradılışı, Türk milletinin doğuşu, çeşitli Türk devletlerinin kuruluş gelişme, çöküş süreçleri, zafer ve yenilgileri gibi konuları anlatan Türk destanları, belleklerden silinmedikleri gibi yeni durumlara uyarlanıyor, yeniden şekilleniyorlar. Tabii ki, tarihî gerçekleri hiçbir zaman doğru biçimde nakletmiyorlar. Kaldı ki, Orta Asya'dan itibaren Avrasya coğrafyası üzerinde uçsuz bucaksız bir alana yayılan Türk kültürü, kaçınılmaz olarak farklılaşıyor. Çeşitleniyor, zenginleşiyor. Ancak… Orta Çağ Avrupası şöyle dursun, günümüzde Asya’da yerleşik yedi Türk cumhuriyetinde (ve çok sayıda özerk toplulukta azınlık olarak) yaşayan Türk kavimlerinin efsane ve destanlarında ilk kaynaktan gelen ortaklık İslâmiyet’ten sonra da sürüyor.
Meselâ, Nevruz. Nevruz hoş bir gelenek olarak İslamiyetten sonra da sürüyor. Hatta, Nevruz geleneklerini kayda geçirenler Onbirinci yüzyılda yaşayan ünlü tarihçi El-Biruni gibi saygın isimler. Ömer Hayyam'ın Nevruzname isimli risalesinde, Nizamül - Mülk'ün Siyasetname’sinde, Firdevsi'nin Şahname’sinde, Alişer Nevai'nin Seddi - İskender’inde ve Büyük Nizami'nin İskendername’sinde Nevruz’dan bir halk bayramı olarak uzun uzun bahsediliyor.
Öte yandan, 374 yılında Avusturya-Macaristan cıvarında kurulan Birinci Hun Devletinin günümüze kadar gelen destanı ünlü Hun-Oğuz destanı. Destanın Hunların İslâmiyet öncesi inançlarını yansıtan ilk hali, 1200’lü yıllarda Uygur harfleriyle kaleme alınmış. İslâmdan sonra 1300’lerde bir kez daha ama bu defa Farsça yazılmış. Bir de 1600’lü yıllarda Ebul Gazi Bahadır Han’ın Türkmenler arasındaki sözlü rivayetlerden ve önceki yazmalardan faydalanarak derlediği çeşitlemesi var.
İslâm öncesi haline göre, Hunların atası Oğuz Kağan, Ay’ın oğlu. Yüzü gök, ağzı ateş, gözleri elâ, saçları ve kaşları kara perilerden daha güzel olan bu annesinden ilk sütü emdikten sonra konuşuyor, çiğ et, çorba ve şarap istiyor. Kırk gün içinde büyüyor ve yürüyor. Ayakları öküz ayağı, beli kurt beli, omuzları samur omuzu, göğsü ayı göğsü gibi, vücudu baştan aşağı tüylü.
Bu tarife göre günümüzde hiç de yakışıklı bir erkek sayılmaz ama zamanın güçlü erkeğini tanımlayan unsurlar bunlar.
Oğuz, at sürüleri güdüyor ve avlanıyor. Anlaşılan henüz yerleşik tarıma geçilmemiş. Yaşadığı yerde çok büyük bir orman, ve bu ormanda çok büyük, çok güçlü bir gergedan yaşıyor. Bir canavar gibi olan bu gergedan at sürülerini ve insanları yiyordu. Oğuz cesur bir adam. Günlerden bir gün bu gergadanı avlamağa karar veriyor; kargı, yay, ok, kılıç ve kalkanını alıyor, ormana giriyor. “Bir geyik avladı ve onu söğüt dalı ile ağaca bağladı ve gitti,” diye sürüyor efsane, “Tan ağarırken geldiğinde gergedanın geyiği almış olduğunu gördü. Daha sonra Oğuz, avladığı bir ayıyı altın kuşağı ile ağaca bağladı ve gitti. Tan ağarırken geldiğinde gergedanın ayıyı da aldığını gördü. Bu sefer kendisi ağacın altında bekledi. Gergedan geldi ve başı ile Oğuz'un kalkanına vurdu. Oğuz kargı ile gergedanı öldürdü. Kılıcı ile başını kesti. Gergedanın barsaklarını yiyen ala doğanı da oku ile öldürdü ve başını kesti.”
Sonra “Günlerden bir gün Oğuz Kağan Tanrıya yalvarırken karanlık bastı. Gökten bir gök ışık indi. Güneşden ve aydan daha parlaktı. Bu ışığın içinde alnında kutup yıldızı gibi parlak bir ben bulunan çok güzel bir kız duruyordu. Bu kız gülünce gök tanrı da gülüyor, kız ağlayınca gök tanrı da ağlıyordu. Oğuz bu kızı sevdi ve bu kızla evlendi. Günler ve gecelerden sonra bu kız üç oğlan çocuk doğurdu. Çocuklara Gün, Ay ve Yıldız isimlerini verdiler. Oğuz ormanda ava çıktığı günlerden birinde göl ortasında bir ağaç gördü. Ağacın kovuğunda gözü gökten daha gök, saçı ırmak gibi dalgalı, inci gibi dişli bir kız oturuyordu. Yeryüzü halkı bu kızın güzelliğini görse dayanamaz ölüyoruz derlerdi. Oğuz bu kızı sevdi ve onunla evlendi. Günlerden gecelerden sonra Oğuz'un bu kızdan da üç oğlu oldu. Bu çocuklara Gök, Dağ ve Deniz isimlerini koydular.
Oğuz Kağan büyük bir toy (şenlik) verdi. Kırk masa ve kırk sıra yaptırdı. Çeşit çeşit yemekler,şaraplar, tatlılar, kımızlar yediler ve içtiler.Toydan sonra Beylere ve halka Oğuz Kağan şunları söyledi:
Ben sizlere kağan oldum
Alalım yay ile kalkan
Nişan olsun bize buyan
Bozkurt olsun bize uran
Av yerinde yürüsün kulan
Dana deniz, daha müren
Güneş bayrak gök kurıkan
Oğuz Kağan bu toydan sonra dünyanın dört bir tarafına elçilerle şu mektubu gönderdi:" Ben Uygurların kağanıyım (niye Uygurların? Çünkü destanı Uygur Türkleri de benimsemişler) Ben Uygurların kağanıyım ve yeryüzünün dört köşesinin kağanı olmam gerekir. Sizden itaat dilerim. Kim benim emirlerime baş eğerse, hediyelerini kabul eder ve onu dost edinirim. Kim baş eğmezse, gazaba gelirim. Onu düşman sayarım. Onunla savaşır ve yok ettiririm".
Destan, “O zamanlarda sağ yanda bulunan Altun Kağan, Oğuz Kağan'a pek çok altın gümüş ve değerli taşlar hediye etti ve ona itaat ederek dostluk kurdu” diye devam ediyor, “Oğuz Kağanın sol yanında ise askerleri ve şehirleri çok olan Urum Kağan vardı. Urum Kağan Oğuz Kağanı dinlemezdi. Oğuz Kağan'ın isteklerini gene kabul etmedi. Oğuz Kağan gazaba geldi, bayrağını açtı ve askerleriyle birlikte Urum Kağana doğru yürüdü. Kırk gün sonra Buz Dağ'ın eteklerine geldi. Çadırını kurdurdu ve sessizce uyudu. Tan ağarınca Oğuz Kağanın çadırına güneş gibi bir ışık girdi. O ışıktan gök tüylü gök yeleli büyük bir erkek kurt çıktı.” Gök mavi demek. Bahsedilen mavi kurtun bugün Ukrayna’da yaşayan Hıristiyan Gagavuzların – ya da Gök Oğuzların - bayraklarında yer alan mavi kurt başı olduğunu düşünmek heyecan verici!
Mavi Kurt: "Ey Oğuz, sen Urum üzerine yürümek istiyorsun; Ey Oğuz ben senin önünde yürüyeceğim." dedi. Bunun üzerine Oğuz çadırını toplattırdı ve ordusuyla birlikte kurdu izlediler. Gök tüylü gök yeleli büyük erkek kurt itil Müren denizi yakınındaki Kara dağın eteğinde durdu. Urum Hanın ordusu ile Oğuz Kağanın ordusu arasında büyük savaş oldu. Oğuz Kağan savaşı kazandı, Urum Hanın hanlığını ve halkını aldı. Oğuz Kağan ve askerleri Gök tüylü ve gök yeleli kurdu izleyerek İtil ırmağına geldiler.”
İtil dediği dedikleri Volga. İtil veya İdil, Volga’nın Türkçe adları. Batı Hunların anayurtlarını işaretliyor. Efsane, “Oğuz Kağan'ın beylerinden Uluğ Ordu bey itil ırmağını geçmek için ağaçlardan sal yaptı ve böylece karşıya geçtiler.” Diye sürüyor, “Oğuz'un bu buluş hoşuna gittiği için bu Uluğ Ordu Bey'e "Kıpçak" adını verdi.”
Bugünkü Gagavuzya’da Kıpçak adında bir köyün hâlâ ayakta olduğunu hatırlatmadan geçemeyeceğim! Ayrıca, günümüz Kazaklarının atalarının da “Kıpçak”lar olduğu anlatılır. Arkeologlar, Kıpçakların izlerini Sibirya’dan, Rusya’ya ve Avrupa’ya sürerler. İsa’dan iki yüz yıl sonra Atilâ’nın komutasında Avrupa’ya doğru yürüyüşlerine geçerler.
“Gök tüylü gök yeleli kurdu izleyerek yeniden yola devam ettiler. Oğuz Kağan'ın çok sevdiği alaca atı Buz Dağa kaçtı. Oğuz Kağanın çok üzüldüğünü gören kahraman beylerinden biri Buz Dağa çıktı ve dokuz gün sonra alaca atı bularak geri döndü. Oğuz Kağan atını ve karlarla örtünmüş kahraman beyi görünce çok sevindi. Atını getiren bu beye: "Sen buradaki beylere baş ol. Senin adın ebediyen Karluk olsun." dedi. Bir süre ilerledikten sonra gök tüylü ve gök yeleli erkek kurt durdu. Çürçet yurdu adı verilen bu yerde Çürçetlerin kağanı ve halkı Oğuz Kağana boyun eğmeyince büyük savaş oldu. Oğuz Kağan, Çürçet Kağını yendi ve halkını kendisine bağladı. Oğuz Kağan, ordusunun önünde yürüyen bu gök tüylü gök yeleli erkek kurdla Hint, Tangut, Suriye, güneyde Barkan gibi pek çok yeri savaşarak kazandı ve yurduna kattı. Düşmanları üzüldü, dostları sevindi. Pek çok ganimet ve atla evine döndü. Günlerden bir gün Oğuz Kağanın tecrübeli bilge veziri Uluğ Bey rüyasında bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Altın yay gün doğusundan gün batısına kadar uzanıyordu. Üç gümüş ok da kuzeye doğru gidiyordu.Oğuz Kağan bu rüyayı dinleyince yurdunu oğulları arasında paylaştırdı.”
“Altın yay gün doğusundan gün batısına kadar uzanıyordu. Üç gümüş ok da kuzeye doğru gidiyordu”… Türk diyasporasının başlangıcı da bu olsa gerek!
Mitoloji, adı üstünde, esatir yani efsaneler ilmi. Bir kavme ait efsaneler bütünü o halk yeryüzünde silinmedikçe belleklerden silinmiyor. Tüm destanlarda olduğu gibi Hun-Oğuz destanı da bir milletin ortak bilinçaltının istek, beklenti, ve değerlerini anılarıyla birleştirilerek anlatıyor. Ancak, bence daha önemlisi, Türk milletinin kendisine yakıştırdığı nitelikleri, değer verdiği, önemsediği hasletleri belirtiyor. Yiğitlik, güç, binicilik, cengâverlik, sözünün eri olmak, acizlere ve mağluplara merhamet… Bugün bile yadırgamadığımız ortak değerlerimiz.
__________________
''Gelişmekte olan bir ülke enflasyonu düşürebilir.. Yolsuzlukları azaltabilir.. Bütçelerde kısıntıya gidebilir.. Özelleştirme yapabilir..Ama yine de zenginleşemeyebilir! Çünkü bilgi değil,yalnızca mal üretiyordur." Juan Enriquez
Alıntı ile Cevapla