Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::db_connect() should be compatible with vB_Database::db_connect($servername, $port, $username, $password, $usepconnect) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::select_db_wrapper() should be compatible with vB_Database::select_db_wrapper($database = '', $link = NULL) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Deprecated: Non-static method vB_Shutdown::init() should not be called statically, assuming $this from incompatible context in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 2294
Arka BahÇe Forumu - Tekil Mesaj Gösterimi - AB yolunda Türkiye
Tekil Mesaj Gösterimi
  #13  
Eski 20-04-2006, 12:12
Master - ait Avatar
Master Master bağlı değil
.
 
Üyelik Tarihi: Feb 2006
Bulunduğu Yer: Kalamış
Mesajlar/Teşekkür sayısı: 6.503/2290
5427 Mesaj ına 23007 Kere teşekkür edildi
Wink Tabi ki Alev Alatlı --Bilmeden, anlatmamak için.....

AVRUPA KÖKLER, EFSANELER, İNANÇLAR
“Avrupa” sözcüğünün nereden geldiğini bilmem hiç düşündünüz mü? Bir rivayete göre, Avrupa adını Finike prensesi Europa’dan alıyor. Finikeliler günümüzde Lübnan’ın olduğu Doğu Akdeniz kıyılarında yaşayan denizci bir halk – bu hesapça Prenses Europa Orta Doğulu bir genç kız oluyor. Efsaneye göre, pagan Yunanlıların en büyük tanrıları Zeus, Finikeli genç kıza aşık oluyor. Beyaz bir boğa şekline giriyor, Prenses Europa’yı kaçırıyor, Girit adasının batısına getiriyor. Europa o kadar güzelmiş ki, Zeus onu kaçırdığında güneş de onunla birlikte gidiyor, Batı istikametinde prensesin gözden kaybolduğu yerde kayboluyor. O gün bugün, Doğu Akdenizin Lübnan sahillerinden bakanlar, güneşin Europa’nın gözden kaybolduğu batıda battığını görürlermiş. Hatta, Arapça ve İbranicede “gün batımı” anlamına gelen “ereb” kelimesi de aslında bu Finike prensesinin isminden türemişmiş.
Peki, ya Almanya’nın adı? O nereden geliyor? O da “Allemanni” sözcüğünden geliyor. İsa’nın doğumunda üç yüz yıl kadar sonra Elbe ve Tuna nehirleri arasında yaşayan bir “Germen” kavminin, daha doğrusu küçüklü büyüklü bir takım “Germen” klanlarının ortak adı,“Allemanni”.
“Germenler” günümüz Avrupası halklarını oluşturan “aslî nesep”lerden birisi sayılıyorlar. İsveç, Norveç, Danimarka, Almanya, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, Avusturya, İsviçre, Kuzey İtalya, İzlanda, hatta, Kuzey ve Orta Fransa ile aşağı İskoçya ve İngiltere’yi oluşturan halkların kökeni “Germen.”
“Allemani” Germen kavimlerinin önde gelenlerinden birisi; ama başkaları da var: Angles’ler, Sakson’lar, Burgundî’ler, Lombardlar, Vizigotlar, vb. vb. Ancak, bu insanlar kendilerine “Germen” demezlermiş. Hatta “Germen” sözcüğünün nereden geldiği de kesin olarak bilinmiyor.
Germen kavimleri, etnik bir dayanışma içine de girmememişler. Tersine, Milâttan sonra yedinci yüzyıldan itibaren çeşitli halklara bölünmüşler. Bu halklar giderek ayrışmış, farklılaşmış ve Avrupa’nın az once saydığımız ulus-devletleri oluşturmuşlar.
“Allemani”ye dönersek: bundan bin yedi yüz yıl kadar önce Elbe ve Tuna nehirleri arasında yaşayan “Allemanni,” yüz yıl kadar bir süreyle Avrupanın bir diğer önemli kavmi Romalılarla kavgalaştıktan sonra günümüzde Alsace, Badeni ve İsviçre’nin kuzeydoğusunu kapsayan bölgeye yerleşiyor.
Alsace, malûm, günümüzde Fransa’nın doğu sınırında, Almanya ile İsviçre arasında bir şerit gibi uzanan mülkiyeti tartışmalı bölge. 19.yüzyılın ünlü Alman şansölyesi ve Alman birliğinin kurucusu Bismarck, 1870’lerde Alsace’ın Alman toprağı olduğunu ilân ettiğinde kıyamet kopmuş. Bölgenin Fransız sakinleri yurtlarını terkedip, göçmek zorunda kalmışlar. Büyük bir çoğunluğu da Amerika’ya göçmüş. Bu göçmenler arasında Bartholdi isminde bir heykeltraş var ki, New York’taki ünlü Özgürlük Anıtının yontucu bu Alsace’lı. Fransızların Amerikalılara hediye ettiği bu heykel, Almanların Alsace’lılara çok gördüğü özgürlükleri ifadesiymiş. Alsace, Birinci Dünya Savaşı’nın da önde gelen nedenlerinden birisi. Fransızlar, İkinci Dünya Savaşı’nda Almanları durduracağını umdukları ünlü Maginot hattını burada güçlendirmişler. Bugün artık, Alsace, Avrupa barışının simgesi rolünü üstlenmiş. “Avrupa Birliği’nin kalbi” olarak sunuluyor. Üzüm bağları, şarapları ve yemekleri dillere destan. “Allemni” kavminin yerleşim alanı içindeki diğer şehir Baden, günümüz Almanyasının güneybatı ucundaki ünlü kaplıca şehri. “Kara Ormanların yeşil başkenti” dedikleri Freiburg’un az ötesindeki turist merkezi.
Alsace, Baden ve İsviçre’nin kuzeydoğusunu kapsayan bu bölgeye beşinci yüzyıldan itibaren adamakıllı yerleşen “Allemanni,” güçlenip, batıya doğru yayılmaya başlayınca karşısında “Franklar”ı buluyor. “Franklar” da günümüz Fransızlarının aslî kavmi sayılıyorlar. “Frank”ın kelime anlamı “cesur” ya da “atak” diye geçiyor.
Cesur Franklar ile Allemanni, M.S. 496 yılında nihai bir muharebede kapışıyorlar. Frankların başında ünlü Kralları Clovis var. Allemanni, Frank kıralı Clovis (ya da Chlodvig’in) karşısında dayanamıyor. Ve Allemanni’ler Frankların egemenliği altına giriyorlar.
Franların Allemanni karşı kazandıkları zafer, Clovis’e büyük bir Batı imparatorluğunun hükümdarı olmanın yolunu açıyor. 469 savaşı Avrupa’nın Eski Çağdan, Orta Çağ’a geçtiği tarih sayılıyor. Allemanni kavminin yenilgisi, Batı Avrupa’ya yeni bir yüz kazandıracak oluşumu başlattı diyorlar.
Nedeni de şu: “Allemanni” beşinci yüzyıl Avrupası kavimlerinin büyük çoğunluğu gibi pagan ve çok tanrılı “Asatru” dininden. Gotlar, Saksonlar, Frizyanlar, Anglesler, günümüz Danimarkasının asli kavmi Danlar, İsveçliler, Norveçliler bu pagan “Asatru” dininin muhtelif çeşitlemelerine inanıyorlar.
Allemanni’yi yenen Frank kıralı Clovis de bir pagan. Ama eşi bir Katolik. Kıral Clovis’I “doğru din” dediği Katolikliğe döndürmek için elinden geleni yapıyor. Hocalar tutuyor, papazlara vaazlar verdiriyor, görkemli ayinler, şölenler düzenliyor olmuyor. Kilisesini baştan başa süslüyor, yine olmuyor. Kıral Clovis’i Asatru inancından bir türlü vazgeçiremiyor.
Meğer Clovis’in inadının asıl nedeni hıristiyanlığı bir tür alışverişe benzetiyor olmasıymış. “Hıristiyanlar günah işler, sonra da bir kaç dua okuyup, bağışlanırlar, benim aklım da bunu almaz” demekteymiş. “Hıristiyanlar tanrıları ile pazarlık yaparlar, sen bana bunu yaparsan ben de sana şunu yaparım diye pazarlığa girerler ki, benim aklım bunu da almaz” buyururmuş. Böylece, uzun yıllar direniyor.
Ne ki, bu arada Allemanni ile de kapışmaktadır. 469’da zaferi ile sonunçlanan o nihai Frank-Allemanni muharebesinden on yıl önceki bir savaşta fena halde yenilmiş olduğu aklından çıkmıyor. Bu son muharebede de, bir nokta geliyor, Kral Clovis askerlerinin kaçmaya başladığını görüyor. İşte bu noktada “kendisine eski zaferlerini bağışlayan pagan tanrılarını terkediyor.” Bu sözcükler aynen böyle. “Tours’lu Gregori” isimli bir vakanüvis aynen böyle yazıyor “Frank kralı Clovis, kendisine eski zaferlerini bağışlayan pagan tanrılarını terkediyor” ve İsa Mesih’ten yardım istiyor: “Ey, İsa Mesih, karım Chrodechilde senin yaşayan bir Tanrı’nın oğlu olduğunu söylüyor. Senden düşmanlarımı yenmemi sağlamanı rica ediyorum. Sen bana bu iyiliği yaparsan, ben de sana iman eder, vaftiz olurum” diyor. Görüldüğü gibi, hıristiyanların karşı çıktığı yöntemlerini iyi öğrenmiş. Nitekim, “O bu sözleri söyler söylemez, bu defa Allemanni kaçmaya başlıyor” – diye anlatıyor, vakanüvis Gregori. Almanların kaçtığını gören Clovis, andına sadık kalıyor ve Rheims piskoposu tarafından Ortodoks hıristiyan olarak oracıkta vaftiz ediliyor.
Clovis’in pagan Asatru dininden hıristiyanlığa dönüşü Avrupa’nın Eski Çağdan, Orta Çağ’a geçtiği tarih sayılıyor.
Allemanni kaviminin Franklara yenilgisinin Batı Avrupa’ya yeni bir yüz kazandıracak oluşumu başlatması böyle ilginç bir pazarlığın sonucuymuş.
Benzeri pazarlıklara diğer başka pagan Avrupa kavimlerde de rastlıyoruz. Akla gelenlerden bir diğeri de Kiev Prensi Vladimir’in Hıristiyan olma öyküsü. Kiev, malûm, bugün Ukrayna’nın başkenti Dinyepr nehri üzerinde, kurulduğu tarihten bu yana Batı Avrupa ile içli dışlı olan bir merkez. Nitekim, Ukrayna günümüzde Avrupa Birliğine aday olan bir ülke.
Kiev, o zamanlar da Batı Avrupa’nın bir parçası ama esin kaynağı hep Bizans İstanbul’u olmuş. Kiev’in pagan Prensi Vladimir’in Hıristiyan olmasını sağlayan da bir kadın. Yıl, bu defa 988. Prens’in gözü İstanbul’da. Tutuyor, o günlerde Bizans’a ait olan Kırım’daki Sıvastopol şehrini zaptediyor. Sonra da oturuyor İstanbul’daki İmparator Basileyos’a bir mektup yazıyor: “Bilesin ki, görkemli şehrini zaptettim. Duyduğıma göre senin Anna isimli bekâr bir kızkardeşin varmış. Eğer onu bana karı olarak vermezsen, Sıvastopol’a yaptığımı senin şehrine de yaparım.”
İmparator Basileyos da diyor ki, “Hıristiyanların paganlarla evlenmesi uygun düşmez. Ama eğer vaftiz olursan hem bir karı sahibi, hem Tanrı’nın Kırallığı’nın mirascısı, hem de bizim din kardeşimiz olursun.”
Prens Vladimir, kabul ediyor ama bir şartla: Prenses Anna vaftizi gerçekleştirecek papazları ayağına getirecektir. İsteği kabul ediliyor. Anna, Sıvastopol’a geliyor, ancak Vladimir’in bu arada gözlerinden rahatsızlanmıştır. Bunu gören Anna, Prens’e vaftiz olursa rahatsızlığının geçeceğini söylüyor. Vladimir, “Eğer, bu söylediğin doğruysa, Yunan Tanrı’sının büyüklüğüne işaret eder,” diyor. Anna’nın getirdiği piskopos elini Prens’in başına koyar koymaz, Vladimir’in gözleri açılıyor, ışığı görüyor. “Sahici Tanrı’yı şimdi idrak ettim!” diye haykırıyor! Vaftiz oluyuor ve Sıvastopol’u da düğün hediyesi olarak karısına veriyor.
Öte yandan Frank kralı Clovis Hıristiyan olmuştur ama anlaşılan o ki, egemenliği altındaki Allemanni’yi din değiştirmeye kolay ikna edemiyor. Allemanni’nin Hıristiyanlığı kabulü Yedinci yüzyılı buluyor. “Asatru” denilen Kuzey Avrupa kökenli bir pagan dinine mensup, Allemanni. Eski İskandinav dilinde “Asatru” “tanrılara sadakat” anlamına gelen bir sözcük. Asatru paganlarına göre yer-gök tanrı ve tanrıçalarla dolu. Örneğin, Thor, gökgürültüsü, şimşek ve yıldırım tanrısı; yeryüzüne yağmur armağan eden, ekinleri büyüten Thor. Odin, Zeus gibi hepsinin babası. Tek-gözlü tanrı. Niye tek gözlü, çünkü gözlerinden birisini çıkartmış, mitolojik “dünya ağacına” asmış ki, gizli sırları öğrenebilsin, hikmet sahibi olabilsin. Odin’in Frigg isimli bir de eşi var ki, kocasının tahtında oturmasına izin verilen tek tanrıça kendisi. Oturduğu yerden tüm dünyaları görürmüş. Sonra Frey ve Freya var. Frey, barış ve bereket tanrısı. Freya, aşk ve güzellik tanrıçası. Boynunda Birisingamen dedikleri kutsal bir kolye ile gökyüzünde arabayla geziyor. Semavi arabasını at değil, bir kedi çekiyor. Bir de kayak ve av tanrıçası Skadi var ki, aynı zamanda bağımsızlığın ve gücün simgesi.
Avrupa kavimleri “Asatru”nun muhtelif verziyonlarını benimsemişler. Tanrı ve Tanrıçaların isimleri değişmekle birlikte, benzer işlevler yüklendikleri anlaşılıyor. Örneğin, Freya, aşk ve güzellik tanrıçası günümüz Ukrayna masallarında var. Arabasına koştuğu kedinin adı bile belli, “Bayun.” Bayun masmavi tüyleri olan sihirli daha doğrusu “bilge” bir kedi olarak anlatılıyor. Kadim Rus edebiyatının önde gelen simglerinden birisi. Puşkin’in şiirlerinde bile geçiyor. Şunu da söylemeden geçemeyeğim: Rusya’da Arhangel kedisi dedikleri mavi tüylü bir kedi cinsi de var gerçekten. Beyaz Deniz yani İskandinavya’nın doğrusundaki bölgede yaşayan bu kedilerin, kısa, sert, fok balıklarınkine benzeyen mavi tüyleri var. Bölgenin soğuğuna öyle dayanabiliyorlar.
“Asatru” yeryüzünden silinmiş bir inanç değil. Tersine, güçlendiği iddia ediliyor. Nitekim, 1966’da Norveç’te, 1973’de İzlanda’da resmi dinlerden birisi olarak kabul ediliyor. “Modern Asatru’nun” canlandığı, yeniden geliştiği söyleniyor ve bir iddiaya göre Kuzey Avrupa’da sekiz milyonu aşkın gizli Asatruar paganı var.
1994’de İzlanda “asatruar”ları, bir deklarasyon yayınladılar, eski adetlerine ve “kültürel miraslarının haysiyetine” sahip çıkmak istediklerini belirttiler. “Bunu eski ya da yeni dinlerin ya başkalarının kültürel mirası pahasına yapacak değiliz. Asatruar ideolojisinde fanatizme ve nefrete yer yoktur. Bizim kadim inançlarımız, hoşgörü, dürüstlük, sadakat, doğaya ve yaşamın her tezahürüne saygı gerektirir. Pagan akidesinin temel ilkesi her insanın kendi davranışından sorumlu olduğudur” diyorlar. Benzer bir bildiriyi 1996’da Norveç Asatruar’ları, onun ardından İsveç paganları yayınlıyorlar.
Öte yandan, günümüz Almanya’sında yaşayan Alman paganlar, ataları Allemani’nin özgün dinini gönüllerince yaşayamamaktan yakınıyorlar. “Rabenclan” ya da “Kuzgun Kavmi” isimli pagan-birliği kuran Alman Asatruar’ları, başta Asatru olmak üzere şamanizm gibi “doğaya-dönük dinleri temsil ettiklerini” 21.yüzyılda bu kadim dinlerin önyargısız bir biçimde araştırılması, tartışılması gereğine inandıklarını söylüyorlar.
Alman paganların kendilerini baskı altında hissetmelerinin nedeni, Almanların hıristiyanlık öncesi geçmişlerine en ufak bir göndermenin aşırı-sağcı hatta neo-nazi bir hareket olarak değerlendirilmesiymiş. Böylesi suçlamalarla karşılaşmamak, işlerini kaybetmemek için Alman toplumunun kıyısında, gizli bir hayat sürmek zorunda kalıyorlarmış. “Biz saklanırken, sahici dazlaklar sokaklarda cirit atıyorlar” diyorlar.

Ülkeye adını veren Allemanni’ye geri dönersek: Hıristiyanlığı yedinci yüzyılda benimseyen Allemanni’nin Asatru ilkeleri olarak bilenen dokuz kuralı şiar edindikleri söyleniyor. Bu kurallar şöyleymiş: 1) Onur, 2) sadakat, 3)misafirperverlik, 4) çalışkanlık, 5) özgüven, 6) dayanıklılık 7) cesaret 8) dürüstlük 9) disiplin. Kimi düşünürlere göre, Almanları Alman yapan özellikler bunlar. Eğer öyleyse, darısı tüm ulusların başına demek lâzım.



AVRUPA
KÖKLER, EFSANELER, İNANÇLAR (II)


Günümüz Almanya’sının aslî nesepi “Germen.” “Slav,” “Semitik” ya da “Türkik” gibi çok sayıda klanı kapsayan bir tanım, Germen. Angles’ler, Sakson’lar, Burgundî’ler, Lombardlar, Vizigotlar, vb vb. onlarca farklı “Germen” klanı var. Sadece günümüz Almanlarının değil, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, İsveç, Norveç, Danimarka, İzlanda, Avusturya, İsviçre, Kuzey İtalya, Kuzey ve Orta Fransa, aşağı İskoçya ve İngiltere’yi oluşturan halkların kökenleri de “Germen”lere dayanıyor.
İngilizler, halkının “Germen” kökenlerine referansla ülkeye “Germany” /Germanya demişler. Fransızlar ve biz Türkler, “Allemanni” isimli Germen klanından yola çıkarak, “Allemand” /Almanya diyoruz.
Günümüzde güney Baden-Württemberg, güneybatı Bavarya ve güneybatı Almanya’yı kapsayan tarihi Schwaben ya da Swabia bölgesine de “Alamannia” deniyor ama Almanların kendileri ülkelerine “Deutschland” demeyi tercih etmişler.
“Deutsch” eski Celtic dilinde “gürültücü adamlar” anlamına gelen bir kelime, “Deutschland” “gürültücü adamlar ülkesi” demek oluyor ki, doğrusu, pek okşayıcı bir tanım sayılmaz. “Deutschland”ın bir de “Eski Hoch Deutsch” denilen Alman diyaleğindeki karşılığı var ki, korkarım o daha da tatsız: Deutschland, “tamahkâr” yani “gözü doymaz, hırslı” adamların ülkesi anlamına geliyor. Herneyse. Tarih biraz da böyle bir şey. Önyargılar, doğru-yanlış muhtelif etiketler uluslara yapışıp asırlarca kalabiliyorlar.
“Aryan” da bu “etiket”lerden birisi. İngilizler, “Aryan” kelimesini 19. yüzyılda Sanskritçeden türetiyorlar. Avrupa dillerine İngilizceden giriyor. Kelimenin Sanskritçe anlamı, “soylu.” Önceleri akademik çevrelerde Cilâlı Taş Devrinin sonlarında Kafkaslarda yaşadıkları varsayılan İran kavimlerinin “genel adları” olarak kabul görüyor. Bu bağlamda, “Germen” gibi bir takım ortak özellikleri olan kavimleri kapsayan bir şemsiye tanım Aryan.
Yine 19. yüzyılda, Aryan kavimlerinin “ilk-İndo-Avrupa dili” olduğu varsayılan bir dil konuştukları şeklinde bir tez ortaya atılıyor. “Konuştukları varsayılan,” diyorum, çünkü aslında ne Aryan diye bir kavmin varlığına, ne de konuştukları dile ilişkin sağlam veriler var. Buna rağmen, akademik spekülasyon devam ediyor. Bu defa Aryanların “ilk-İndo-Avrupalılar” oldukları konuşulmaya başlanıyor. Yani Avrupa halklarının kökenleri olarak kabul edilen “Germen”lerin nesebi de Cilâlı Taş Devrinin sonlarında Kafkaslarda yaşadıkları söylenen İran kavimlerine dayandırılıyor.
Etnoloji dediğimiz bilimdalı, malûm, farklı toplumların inançlarından, dünya görüşlerinden yola çıkarak insanlık tarihini yapılandırmaya çalışan bir bilim dalıdır. Ondokuzuncu yüzyılın Avrupalı etnologlarının beyaz Avrupalıların Aryan ismini verdikleri bu tarih öncesi insanların sülbünden oldukları şeklindeki hipotezleri müthiş rağbet görüyor. Ondokuzuncu yüzyılın son yıllarında ve Yirminci yüzyılın başlarında gerek Avrupa gerekse Amerika’da halka yayılıyor ve popüleritesinin doruğuna erişiyor. Öyle ki, beyaz olmak ya da olmamak başlı başına bir mesele haline geliyor.
Kafkaslı ya da Caucasian kelimesi açık tenli Avrupalıları tanımlamakta kullanılırken, kara, sarı ya da kızıl gibi diğer başka renkler de ırk belirlemede kullanılmaya başlanıyor. Dahası, kimin hangi renk ırkından olduğu, dönemin siyasi konjonktürüne, çıkarlarına göre değişmektedir.
Örneğin, İkinci Dünya Savaşından önce Museviler ve Slav’lar “beyaz” sayılmazlarken, savaştan sonra beyaz ırka dahil ediliyorlar. Çünkü beyaz Avrupalılar, savaşta “Slav” Ruslarla ittifak yapmış, Yahudileri kurtarmışlardır.
Öte yandan, Haiti, Küba gibi ülkelerde “melezler” beyaz sayılırken, aynı melezler Amerika ve Kanada’da “siyah” ırktan sayılıyorlar. Günümüzde de örneğin İspanyol kökenli Amerikalıların beyaz olup olmadıkları tartışmalıdır. Keza, Arapların, biz Türklerin, daha da garibi, beyaz Avrupalıların ataları Aryan’ların ahfadından İranlıların “beyaz” olup olmadıkları da tartışmalı olabiliyor. Yeri gelmişken, Ruslar da aslî beyazlar olmaları gereken Kafkaslılara “çorni” diyorlar; “esmer.” “Çorni” schwartzkopf kelimesinin bir çeşitlemesi olarak kullanılıyor.
Görüldüğü gibi “beyaz” olup olmamak, fiziksel bir nitelikten öte, bakan gözün sosyo-kültürel eğilimlerine göre değişiyor. Kişinin dini inancı gibi, ten rengiyle hiçbir bağlantısı olmayan niteliği bile ırksal sınıflandırmayla sonuçlanabiliyor. Müslümansan çorni olmalısın gibi, bir safsata.
Germen kavimlerinin Aryan sülbünden gelme beyazlar oldukları iddiasının 19. yüzyılda ortaya atılmış olması ile Avrupa sömürgeciliği arasında yakın ilişki var. Beyaz Avrupalıların çoğunlukta oldukları Avrupa ülkeleri aynı zamanda 15.yüzyıldan itibaren sömürgecilik faaliyetlerine giren ülkeler olmakla birlikte, emperyalizm 19. yüzyılın sonları ile 20.yüzyılın ilk çeyreğinde tavan yapmış durumdadır. 1918 itibariyle yeryüzünün yüzde seksenbeşinin Avrupa’lı beyaz güçlerin işgali altında olduğu hesap ediliyor.
Sömürgeciler, işgal ettikleri ülkelerin doğal kaynaklarını, pazarlarını, işgücünü acımasızca kullanıyor olmalarını, haklı ve hatta faydalı olduğunu gösterecek bir gerekçe peşindeler. Bu çerçeve, Aryan kökenli beyaz ırkın diğer ırklardan üstün olduğu şeklinde, hiç bir bilimsel dayanağı olmayan bir iddia daha ortaya atılıyor. Şöyle ki, üstün bir ırk olan beyaz ırka mensup olan Avrupalılar, sömürdükleri ülkelere aslında “medeniyet” götürmektediler. Ve sömürgeler bu medeniyet sayesinde gelişmekte, insane hakları, demokrasi hatta Hıristiyanlık gibi yüce değerlerle tanışmaktadırlar.
Beyaz adamın üstünlüğü fikrinin mucidi Almanlar değil. Örneğin, Amerika Birleşik Devletlerinde daha 1890’larda kabul edilen Jim Crow yasaları denilen bir takım yasalar var ki, bunlar Amerikan halkını kesin çizgilerle “beyaz”lar ve “renkliler” olarak ayırıyor. Renkliler sınıflandırmasına sadece Afrika kökenliler de değil, Amerikan yerlileri, Hispanikler, melezler, Yahudiler, daha doğrusu beyazların faaliyet gösterdikleri işkollarına elatan herkes giriyor. Jim Crow yasaları öylesine ayrıntılı yasalar ki, “renkliler”in hangi çeşmelerden su içeceklerine, otobüslerde nerelerde oturabileceklerine varıncaya kadar tanımlıyor. Jim Crow yasaları 1964’e kadar yürürlükte kalıyor. İptal edilebilmeleri için ne yazık ki Martin Luther King’in hayatını kaybetmesi gerekiyor.
Yeri gelmişken, “Jim Crow” 1828’de bir İngiliz komedyeni olan Thomas Rice diye bir adamın yarattığı bir karakter. Rice, yüzünü kömürle siyaha boyuyor ve aklısıra geri zekâlı, ilkel, her türlü aşağılanmaya layık bir zenciyi oynuyor.
Ne yazık ki, “sanat” insanoğlunu iyiye, güzele yönlendirebildiği kadar, nefrete, bağnazlığa, önyargıya da kışkırtabiliyor. Irkçı edebiyat, sanat, müzik hatta bilim mümkün olabiliyor.
Yine bir İngilizin, Sir Francis Galton isimli bir adamın önayak olduğu “eugenics” isimli bir “bilim dalı” var ki, sağlıksız ceninleri ayırıp, sağlıklı ceninler yetiştirmenin yollarını arıyor. “Eugenics” Galton’un “iyi yaşam” anlamında eski Yunanca’dan ürettiği bir kelime. Nitekim, doğumların devlet tarafından kontrol edilmesi düşüncesini ilk ortaya da atan ünlü Yunan filozofu Eflâtun. İnanması zor ama Eflâtun, yeni doğan bebeklerin yaşayıp yaşamayacaklarının yazı tura atılarak belirlenmesini istemiş. Ne ki, yetkililer parayı öyle ayarlamalıymışlar ki, bebek sağlıksızsa sonuç mutlaka ölüm çıkmalıymış. Böyle yapılırsa, sağlıksız çocuk sahiplerinin kalpleri kırılmaz ama sağlıksız kuşakların yetişmesi de önlenirmiş.
Bunu duyunca, öteki Yunan şehri, Isparta, daha bir dürüst görünüyor: onlar zayıf bebekleri şehrin surlarının dışında ölüme terkederlermiş.
Modern zamanlarda “eugenics”in ABD’de uygulandığı görülüyor. 1907’de Indiana eyaletinde kabul edilen bir kanunla zekâ özürlü, sağır ya da körler zorla kısırlaştırılmaya başlanıyor. Benzer bir yasayı 1909’da Washington ve California eyaletleri kabul ediyor. 1927’de Virginia eyaletinde zekâ özürlüler kısırlaştırılıyorlar. Yasa, Amerika’nın pek çok eyaletinde 1960’lara kadar yürürlükte kalıyor. Bir iddiaya göre sadece California’da zorla kısırlaştırılan insane sayısı 64,000. Tahmin edeceğiniz gibi “zekâ özürlülerin” ezici çoğunluğu da beyaz olmayanlar.
Son zamanlarda bu eyaletlerin valileri kısırlaştırma programları için mağdurlardan aleni af dilemekteymişler ancak hiç birisi kısırlaştıran insanlara tazminat ödemek yoluna gitmemiş – zira kısırlaştırılanların tazminat talep edecek varisleri de yok.
Beyaz adamın üstünlüğü fikrinin mucidi Almanlar değil, hayır. Ancak, Naziler, Germenlerin ve Germenlerin aslî nesebi olan “Aryan”ların üstün ırk olduklarına dair inançlarını öylesine bağlanmışlar ki, soykırım gibi akıl almaz bir vahşetin adeta normal kabul edildiği bir cinnet dönemi yaşanmış.
Günümüz Almanyasında nazizm yasadışı. Ancak, neo-Naziler denilen bir takım grupların faaliyet gösterdikleri de bir vakıa. Neo-naziler, Alman toplumunun ulusal birlik ve beraberliğinin dağılması, ulusal-kültürün yerini çok-kültürlüğün alıyor olması gibi sorunları beyaz-olmadıklarını düşündükleri göçmenlere bağlayan tipler. Ancak, bu tiplere sadece Almanya’da değil, dünyanın başka ülkelerinde de rastlanıyor. Örneğin, Kuzey Amerika’da faaliyet gösteren Aryan Ulusları diye bir dernek var ki, defatle kapatılmasına karşın, farklı isimler altında faaliyet göstermeye devam ediyor. Eskinin naziler gibi bunların sembolleri de gamalı haç. İşin garibi, gamalı haçın Avrupa dillerindeki karşılığı olan svastika kelimesi de Sanskitçe kökenli.
Hintililerin Ramayana ve Mahabharata isimli kutsal metinlerinde geçiyor. At nalı gibi, dört yapraklı yonca gibi uğur getirdiği düşünülen nesnelere svastika deniyor. Sadece Hintlilerde değil, Sümerlerde, Celtlerde ve eski Yunanda olduğu gibi Kızıl Derililerde de var. Hıristiyanlık öncesi Angle-Sakson kavimlerinin altın kupalarını süslemiş.
Neredeyse evrensel bir uğur ve iyilik simge olan gamalı haçın Naziler tarafından benimsenmiş olması özellikle de Alman paganlarını üzmekteymiş. Asatru paganları ülkelerinin hıristiyanlık öncesi geçmişlerine en ufak bir göndermenin aşırı-sağcı hatta neo-nazi bir hareket olarak değerlendirilmesinden şikayetçiler. “Biz saklanırken, sahici dazlaklar sokaklarda cirit atıyorlar” demeleri bu.
__________________
''Gelişmekte olan bir ülke enflasyonu düşürebilir.. Yolsuzlukları azaltabilir.. Bütçelerde kısıntıya gidebilir.. Özelleştirme yapabilir..Ama yine de zenginleşemeyebilir! Çünkü bilgi değil,yalnızca mal üretiyordur." Juan Enriquez
Alıntı ile Cevapla