Vicdan
Bazen yaşam yürüyüşümün önüne duygularım çıkıyor: “Dur! Elini vicdanına koy!” diyor.
Vicdan nedir acaba, diye paniklediğimi de araya sıkıştırırsam dürüstçe bir şey yapmış olurum.
Vicdan tarifini yapmak benim boyumu aşar.
Biraz ondan, biraz bu değerden, azıcık benim doğrularımdan, en çokta akil kişilerin ürünlerinden katıp ağız tadıyla bir “vicdan yemeğini” içerikleriyle, hazırlanışını, besin öğelerinin kayıplarını veya işlemler sırasında değişimlerini dikkate alıp, sunum noktasına taşıdığımda yorulduğumu anlıyorum, iştahım kaçıyor.
“Vicdan, beklentisiz acımaktır.”
Böyle demek yetiyor mu? Hayır. Yetmiyor ama dağarcığım şimdilik bu kadarına yetiyor.
Bir süre duygularımın boyunduruğu altında nefes alıyorum, yaşamaya kaldığım yerden iyi, kötü, güzel, çirkef duyguların dayatmasıyla devam ediyorum.
Bu arada, duyguların baskın çıkmasıyla sinen, pusan aklımın biti kanlanıyor, bu kez o yönetimime el koyuyor.
Çok nadir bu ikisi ortaklık yapıp beni yönetiyor, yürütüyor yaşam yamacında.
Böyle olunca hayat gibi ben de devinip, benim ifademe göre de debelenip duruyorum.
Her yalın gibi gözüken özlü sözlerin sağını solunu, önünü arkasını, üstünü altını hatta içini dışını kurcaladığımda karşılaştığım düşünce tipisi, boranı, sisi içinde; kurcalayıp, kurcalamayacağıma bin pişman oluyorum.
Yine de bu yorumlama yorgunluğu bende güzel bir ironi oluşturuyor: “hoşnut pişmanlık!”
“Kaynayan kazan kapak tutmaz” diye usulca kulağıma bağırdığında atalarımız, başımı biraz sağa eğip, aşağı yukarı iki üç kez sallıyorum.
|