Kıssadan Hisse Hikayeler
..."Yollari oldukca uzunmus, yokus yukari gidiyorlarmis, gunes yakiciymis,
ter icinde kalmislar, susamislar. Bir donemecin ardinda harika bir mermer kapi gormusler; kapi, ortasinda bir cesme bulunan altin doseli bir meydana aciliyormus, cesmeden berrak bir su akiyormus. Yolcu kapidaki bekciye donmus. 'Iyi gunler.' 'Iyi gunler,' diye yanit vermis bekci. 'Burasi harika bir yer, adi ne?' 'Burasi cennet.' 'Ne iyi, cennete gelmisiz, cunku cok susadik.' 'Iceri girip dilediginiz kadar su icebilirsiniz', demis bekci ve eliyle cesmeyi gostermis. 'Atimla kopegim de susadilar.' 'Kusura bakmayin,' demis bekci. 'Buraya hayvanlar giremez.' Yolcu cok uzulmus, cok susamismis, ama suyu tek basina icmek istemiyormus. Bekciye tesekkur edip yoluna devam etmis. Epeyce bir sure yamac yukari gittikten sonra eski gorunumlu kucuk bir kapiya varmislar, kapi iki yani agaclikli toprak bir yola aciliyormus. Agaclardan birinin altinda, sapkasini alnina indirmis, uyur gibi yatan bir adam varmis. 'Iyi gunler,' demis yolcu Adam basini sallamis. 'Atim, kopegim ve ben cok susadik.' 'Surada taslarin arasinda bir pinar var,' diyen adam eliyle orayi isaret etmis.'Istediginiz kadar su icebilirsiniz.' Yolcu, ati ve kopegi pinara gidip susuzluklarini gidermisler. Yolcu bekciye tesekkur etmis. 'Istediginiz zaman yine gelebilirsiniz,' demis bekci. 'Buranin adi ne?' 'Cennet.' 'Cennet mi? Ama mermer kapidaki bekci bana orasinin cennet oldugunu soyledi.' 'Orasi cennet degil cehennemdi.' Yolcunun akli karismis 'Sizin adinizi kullanmalarina niye izin veriyorsunuz? Yanlis bilgi vermeleri buyuk karisikliga neden olur!' 'Hic de degil. Aslinda onlar bize buyuk bir iyilikte bulunuyorlar. En iyi dostlarina sırt cevirenlerin hepsi orada kalıyor cunku |
SEYRET, SUS ve DİNLE
Bir gün bir dağ güneşle birlikte güne uyandı. Rüzgarın esintisiyle
ağaçlarının dallarını sallaya sallaya esneyerek gerindi. Güneş pırıl pırıl ufukta tam karşısından doğuyor, onunla arasında masmavi bir deniz çarşaf gibi günü karşılıyordu. Dedi ki, "Ben ne güzel bir yerdeyim, önüm masmavi bir deniz ve her gün güneş bana gülümseyerek gün başlıyor." Gökyüzünde küme küme bulutlar pamuk yığınlarını andırıyordu. Martılar çoktan uyanmış gökyüzünde dans ediyorlardı. O sırada dağ bir de baktı ki, eteklerinde bir minicik fare denize doğru yürüyor. "İiiiiiiiihhhhhh , bu da ne? Bu küçük fare benim manzaramı şimdi neden bozuyor?" Onun oradan bir an önce gitmesini istedi ve şöyle bir titredi. Tepeden aşağıya doğru bir kaç taş hızla yuvarlanmaya başladı. Fare sesi duyunca hemen bir yüksek kayanın üstüne sıçradı ve oraya yerleşti. Düşen taşlarda ona hiç bir zarar vermedi. Farecik de başladı denizin güzelliğini seyre... Ara ara atlayan zıplayan balıklar denizin duruluğunda küçük halkalar oluşturuyordu. Deniz dağın sıkıntısını anladı ve dağa seslendi: "Neden böyle bir günde bir küçük fare için mutsuzluk oyununa başlıyorsun ki? Bak ben dümdüzken balıklar da benim duruluğumu bozuyorlar. Ben onlara kızıyor muyum? Biliyorum ki onlar bensiz ben onlarsız olamayız. Sen de seninle birlikte yaşamak zorunda olanlara kollarını açmalısın. Güneş hiç bulutlara bozuluyor mu? Benim ışınlarımı engelliyorlar diye kızıyor mu? Kabul et gerçeği, herşey bir şeylerle bütün aslında. Fark ve güzellik de burada. Bu sayede hergün ayrı bir şey öğretiyor bize; her gün ayrı bir ders veriyor. Sen iyisi mi sadece SEYRET, SUS ve DİNLE." Dağ denize sordu: "SEYRET, SUS ve DİNLE? O da ne demek?" Deniz, "Bak... Seyrettiğinde güzellikleri göreceksin... Sustuğunda kendinden başkalarının söylediklerini duyabileceksin... Dinlediğindeyse onlardan öğrendiklerini uygulama fırsatı bulabileceksin..." |
Nenenin mektubu
Amanın yavrım, ben öyle duyuyom, o kocuman memleketlerde cicili bicili, boyalı moyalı, şıngırdak fıngırdak, kirpikleri takma ,saçları sokma, onlan bunlan düşüp kalkma, gözleri elde, etekleri belde, artanı da yerde, sıska mıska, şıbıldak gibi bazı, çirkin mirkin hanımlar, gızlar oluveriyomuş... amanın onlara tutuluveren de, yanıveren de deme yavrım. alceen gızın soyu sopu belli, saçı sırma telli, eline el değmemiş, kötü süt emmemiş, sevisi derinde, eti budu yerinde olmalı. dizine otuttuvedin mi kucağın dolmalı, domuz hem evlenince pazara kadar değil, mezara kadar varmalı. eee hanım dediğini alaya kattın mı, koluna taktın mı yakışmalı, duvara attın mı yapışmalı. bu sözlerimi eyi dinle bakem, bi kulağından sok da öte kulağını tıka, çıkıvemesin len. senin nazlı eminen ne güne duruyo? geçenlerde ekmek ediyodum. açcık hamurum kaldıydı. emine gelivedi. ''koley gelsin ninem'' diye artanını da o edivedi sağolsun. maşallah bi olmuş hopur hopur. dilim dağı taşı gırkbin kere maşallah... amanin artanı da o edivedikten sonra iki süpürgü çalıvedi avluya, malların altlarını kürüyüvedi. ben de ah benim ak topanım, gövercinim, kalem kaşlım, nazlı gülüm, mor zümbülüm, al bürgülüm, bol görgülüm, naha allah seni allı başlı gelinler edivesin, muradına er, gonca güller der, naha evlerine sarı sarı buğdeyler yağıvesin deye birçok dualar edivedim. giderken de senin hesabiyetine şööle ''e gelinim olmecen mi len?... sarmeştim de iki yaneceğinden şappudu şuppudu öpüvediydim. amanin misler gibi kokuyo len. ee öpmek falan deyince o gül yüzün gülüyo de mi? seni gavurun piçi seni! emi güzel yavrım, yokluğun köz oluyo yüreğimde. Dün ağşamüstü kırmızı fistanımı geydim de şööle cami duvarına doğru yukarı çıkıyodum. elimi ardıma kodum. bizim zartlak osman pencereyi açmış , ben de şööle oturdum. bir de iradyoyu sonuna kadar açtıttırmış da havaları dinliyon deyyodum.. beni görüvedi, 'nineee!' dedi. ''eeey!'' dedim. ''gel de bi açcık oynayıvee'' dedi. ''beni mi deyyon a oğlum'' dedim. ''heee'' dedi. ''uleeenn ''dedim, ''benden geçti gari a yavrım, sen o garını, gıygıdı ibram'ın gızını bi cıscıbıldak soy, köyün delikanlılarını ünle, onların garşısında böyle şakkudu şukkudu bi oynatıve!'' iyi dememiş miyim len? sen olmayınca yokluğun köz oluyo yüreciğimde. gel gari yavrım. yollara bakıttırma, gözümüzden yaş akıttırma. gel gari yavrım, gel gari! he heey... Özay Gönlüm |
Hindistan da cok unlu bir ressam varmis...
Herkes bu ressamin yaptilarini kusursuz kabul edecek kadar begenirmis... Ve onu "Renklerin Ustasi" anlamina gelen Ranga Celeri olarak tanisa da;kisaca Ranga Guru derlermis... Onun yetistirdigi bir ressam olan Racici ise artik egitimini tamamlamis ve son resmini yaparak Ranga Guru'ya goturmus ve ondan resmini degerlendirmesini istemis... Ranga Guru ise; - Sen artik ressam sayilirsiin Racaci.. Artik senin resmini halk degerlendirecek. diyerek resmi sehrin en kalabalik meydanina goturmesini ve en gorunen yerine koymasini istemis. Yanina da kirmizi bir kalem koyarak halktan begenmedikleri yerlere carpi koymalarini rica eden bir yazi birakmasini istemis. Racici denileni yapmis Ve birkac gun sonra resme bakmaya gittiginde gormus ki, tum resim carpilar icinde ve neredeyse gorunmuyor... Cok uzulmus tabii.Emegini ve yuregini koyarak yaptgi tablo kirmizidan bir duvar sanki.. Alip resmi goturmus Ranga Guru'ya ve ne kadar uzgun oldugunu belirtmis. Ranga Guru uzulmemesini ve yeniden resme devam etmesini onermis. Racici yeniden yapmis resmi ve gene Ranga Guru'ya goturmus. Tekrar sehrin en kalabalik meydanina birakmasini istemis Ranga Guru... Ama bu defa yanina bir palet dolusu cesitli renklerde yagli boya, birkac firca ile birlikte... Ve yanina insanlardan begenmedikleri yerleri duzeltmesini rica eden bir yazi ile birlikte birakmasini istemis. Racici denileni yapmis... Birkac gun sonra gittigi meydanda gormus ki resmine hic dokunulmamis, fircalar da, boyalar da kullanilmamis.. Cok sevinmis ve kosarak Ranga Guru'ya gitmis ve resme dokunulmadigini anlatmis.. Ranga Guru ise; Sevgili Racici, sen birinci konumda insanlara firsat verildiginde ne kadar acimasiz bir elestiri saganagi ile karsilasilabilecegini gordun... Hayatinda resim yapmamis insanlar dahi gelip senin resmini karaladi.. Oysa ikinci konumda onlardan hatalarini duzeltmelerini istedin, yapici olmalarini istedin... Yapici olmak egitim gerektirir... Hic kimse bilmedigi bir konuyu duzeltmeye kalkmadi, cesaret edemedi... Sevgili Racici Mesleginde usta olman yetmez, bilge de olmalisin... Emegininin karsiligini, ne yaptigindan haberi olmayan insanlardan alamazsin... Onlara gore senin emeginin hic bir degeri yoktur... Sakin emegini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartisma... demis... |
Orson Welles
Sayın dentist sizin yazınıza teşekkür ettim ama yetmez.
Bir söz eklemeden yapamıyorum: YAPANLAR YAPAR YAPAMAYANLAR ELEŞTİRİR Tekrar teşekkürler. |
Sabır
Kendisini karşılayan sekretere; Nazif Beyle görüşmek istediğini söyledi.
Bunun üzerine sekreter birden ciddileşti: "Nazif Bey mi?" dedi. "Evet, Nazif Bey!" diye cevap alınca, hüzünlü bir ses tonuyla, "Nazif Bey sizlere ömür efendim, onu kaybedeli dört yıl oldu." dedi. Hiç beklemediği bu haberle bir acı saplandı yüreğine. "Ya, öyle mi...?" diyebildi sadece. Hicranlı bir suskunlukla bir müddet öylece kalakaldı. Gözlerine hücum eden yaşlar yanaklarından süzülüp göğsüne damladı. Kendisini toparlayıp, "Onun adına görüşebileceğim bir yakını var mı acaba?" diye sordu. "Evet var, oğlu Selim Bey...." Titrek bir sesle, "Öyleyse Selim Beyle görüşebilir miyim?" dedi. Görevli hanım, insanda saygı uyandıran bu kibar beyefendiye, "Selim Bey oldukça meşgul bir insan, randevusuz görüşmek pek mümkün olmuyor, ama ben yine de kendisine bir haber vereyim." dedi ve telefona yöneldi.. Sonra, "Kim diyelim efendim?" diye sordu. "Kendimi ona ben tanıtmak istiyorum kızım." cevabı üzerine sekreter dahili telefonu çevirdi. Daha sonra mütebbessim bir çehreyle, "Selim Bey sizinle görüşmeyi kabul etti, lütfen beni takip edin." dedi. Beraber merdivenden çıktılar. İnce bir zevkle döşenmiş geniş bir salondan geçip büyük bir kapının önünde durdular, sekreter kapıyı açarak, "Buyurun!" dedi. O da içeri girdi. Kendisini ayakta bekleyen vakur ve mütebbessim gence doğru hızlı adımlarla yürüdü, elini uzatarak, "Merhaba, ben Prof. Dr. Mehmet Baydemir." dedi. "Bendeniz de Selim Cebeci... Lütfen buyurun, oturun." dedi, genç iş adamı. Mehmet Bey, kendisine gösterilen yere oturur oturmaz; "Yirmi üç yıl, tam yirmi üç yıl... Vaktiyle bana burs verip okumama vesile olan insanın elini öpmek için bu ânı bekledim." dedi ve dudakları titredi, gözleri doldu. "Ama o büyük insanın elini öpmek nasip değilmiş, bunun için ne kadar üzgünüm anlatamam." Yaşarmış gözlerini kuruladıktan sonra Selim Beye döndü: "Fakat en azından o büyük insanın mahdumunun elini sıkmaktan da bahtiyarım." Misafirin bu sözleri üzerine Selim Bey yerinden fırladı, kulaklarına inanamıyordu. Kelimelerinin her biri birer hayret nidâsı gibi dizildi cümlelerine; "Mehmet Baydemir demiştiniz değil mi, Tosyalı Mehmet Baydemir mi?" Profesör, delikanlının bu heyecanlı haline bir anlam veremeyerek başıyla "Evet" dedi. Bunun üzerine Selim Beyin gözleri sevinçle parladı. "Babamla sizi uzun yıllar aradık; ama bulamadık." dedi. Profesörün yanına gelerek iki eliyle elini tuttu, candan bir dost gibi sıktı ve "Sizi karşıma Allah çıkardı." dedi. Bu sözler profesörü çok şaşırtmıştı "Uzun yıllar beni mi aradınız? Peki ama neden?" dedi. Selim Bey gülen gözlerle profesöre bakarak, "Bizdeki emanetinizi vermek için..." deyince, profesörün şaşkınlığı iyiden iyiye arttı. "Emanet mi?" dedi. Selim Bey cevap vermeden yerine geçip telefonu çevirdi. Karşısındakine "Gelebilir misiniz?" deyip telefonu kapattı. Mehmet Bey, şaşkın gözlerle Selim Beye bakarken kapı çalındı, odaya iyi giyimli bir bey girdi. Selim Bey ona yanına gelmesini işaret etti, sonra kulağına bir şeyler fısıldadı. Gelen kişi bir şey söylemeden geldiği kapıya yöneldi. O çıkarken Selim Bey, misafiriyle tatlı bir sohbete başladı. Sohbetleri koyulaştıkça, çehrelerindeki şaşkınlık, yerini birbirlerine hasret kırk yıllık ahbapların yeniden buluşmalarındaki sevinç, samimiyet ve güvene bırakmıştı. Mehmet Bey yurt dışındaki tahsilinden, araştırmalarından ve yirmi üç yıl boyunca her yıl büyüyen memleket hasretinden bahsetti. Sonra Nazif Beyin duvardaki portresini göstererek; "Bu günlerimi şu büyük insana borçluyum." dedi. "Bana yalnızca maddî destek vermedi, mânen de beni hiç yalnız bırakmadı. Yurt dışında tahsil görürken yanlışa her yeltendiğimde hayalen yanımda hazır oldu. "Sana bunun için burs vermedim." diyerek bana istikamet verdi. Ona her namazımda dua ediyorum." dedi ve gözlerini Nazif Beyin duvardaki fotografına mıhladı. Sonra gözleri portrenin altındaki ilk anda mânâ veremediği diğer tabloya kaydı. Son derece şık bir çerçevenin içinde, bazı yerleri yamalı ve tamir görmüş oldukça eski bir çift çorap duruyordu. Biraz daha dikkatli baktığında çerçevede bazı cümlelerin de sıralandığını fark etti. "Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra..." Selim Bey, kendisine bir soru sorduğu için başını ona çevirdi, fakat aklı tabloda kalmıştı. Selim Beye cevap verirken tabloya bir daha baktı. İkinci cümle de birinci cümle gibi üç nokta ile bitiyordu: "Bir müddet sabredeceğiz, sonra..." İyice meraklanmıştı. Bu ilk görüşmeleri olmasaydı, yanına gidip tabloyu iyice inceleyecekti, fakat bu uygun düşmez, düşüncesiyle yalnızca sohbet arasında göz ucuyla merakını gidermeye çalışıyordu. Ancak her seferinde biraz daha artan bir merakın içinde kalıyordu. Üçüncü cümlede; "Bir müddet yürüyeceğiz, sonra..." diye yazıyor ve altta böyle birkaç cümle daha sıralanıyordu. Artık aklı hep tablodaydı. Sonunda dayanamayıp, "Selim Bey merakımı mazur görün. Şu tabloya bir mânâ veremedim." dedi. Selim Bey kendisine has bir gülüş ile misafirine baktı, derin bir nefes alarak "Malumunuz, babam varlıklı bir insandı. Oldukça iyi bir hayatımız vardı. Sonra ne olduysa her şeyimizi kaybettik. O zenginlikten geriye hiçbir şey kalmadı. Köşkümüzdeki hizmetçiler de gitti. Yemekleri artık annem yapıyordu. Hatırlıyorum da bir sabah, kahvaltıya sadece zeytin koyabilmişti. O zengin kahvaltılarımıza bedel, yalnızca zeytin... Şaşkınlık içinde, "Başka bir şey yok mu?" diye sormuştum. Bu soru karşısında annemin hüngür hüngür ağlayışı gözümün önünden hiç gitmiyor. Annemin ağlayışına mukabil babam, "Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra..." dedi ve durdu, güçlü bakışlarını üzerimizde gezdirdi, "Alışacağız." dedi. Ve iştahla bir zeytin alıp ağzına attı. Birkaç gün sonra haciz memurları gelip köşkümüzü de elimizden aldılar. Kenar bir mahallede küçük, eski bir eve taşındık. Doğru dürüst bir eşyamız da kalmamıştı. Annem bezgin bir sesle, "Bu evde hiçbir şey yok! Burada nasıl yaşayacağız." diye haykırdı. Bunun üzerine babam: "Bir müddet sabredeceğiz, sonra alışacağız." dedi. Gittiğim özel okuldan ayrılmış, bir devlet okuluna yazılmıştım. Sabahleyin okula servisle gitmeyi umarken, babam elimden tuttu, "Bu ilk günün, okula beraber gideceğiz." dedi. Yürümeye başladık. Okul oldukça uzak gelmişti bana, yorulup geride kaldığımı hatırlıyorum. Babam kim bilir hangi düşüncelere dalmıştı. Geride kaldığımı fark etmemişti. Biraz sonra fark edince bana döndü. İsyan dolu bakışlarımı yüzünde gezdirdim. Bir an bana ızdırapla baktıktan sonra, yanıma geldi. Bir şey söylemesine fırsat vermeden, kızgın aynı zamanda nazlı bir tavırla, "Yoruldum." dedim. Babam oldukça sakin bir şekilde: "Bir müddet yürüyeceğiz, sonra alışacağız." dedi. Babam her sabah erkenden çıkıyor, geç saatlerde ancak dönüyordu. Döndüğünde ise küçük odaya çekiliyor, bazen saatlerce orada kalıyordu. Çoğu zaman buradan gözyaşları içerisinde çıktığını görüyordum. Bir gün, merakıma yenilip babamın küçük odasına girdim. Yerde bir seccade, seccadenin üzerinde de bir tespih vardı. Duvarda ise Arapça bir ibarenin altında şu yazı vardı: "Allah borcunu ödeme niyetinde olanın kefilidir." Babamın dediği gibi oldu, zor da olsa zamanla alıştık. Bu hal birkaç yıl sürdü. Bir gün babam eve çok farklı bir yüz ifadesiyle geldi. Ağlamaklı bir yüz ifadesi vardı. Her birimize bir paket getirmişti. Köşkten ayrıldığımız günden beri ilk defa paketlerle eve geliyordu. Bizi bir araya topladı. "Bugün, benim için ne mânâya geliyor biliyormusunuz?" dedi, kelimeleri boğazına düğümlendi, gözlerine yaşlar hücum etti. Sözlerini kesmek zorunda kaldı. Her birimize hediyelerimizi teker teker verdi ve bizi ayrı ayrı kucaklayıp yanaklarımızdan öptü, kendisi de bir koltuğa oturdu. Cebinden gazeteye sarılı bir şey çıkardı. O sırada da ağlıyordu. Hepimiz şaşkınlık içinde babama bakıyorduk. Gazeteyi açtı, içinden bir çift yeni çorap çıkardı. Bu gözyaşlarıyla, bir çift çorabın alâkasını kurmaya çalışırken babam, beklemediğimiz bir şey yaptı. Çorabı burnuna götürdü, kokladı, kokladı. Arkasından hıçkırarak ağlamaya başladı. Hepimiz şok olmuştuk, tek kelime bile söylemeden bekledik. Babam nihayet kendisini topladı ve "Bir zaman önce, büyük bir borcun altına girmiştim. Borcumu ödeme niyetiyle yeniden çalışmaya başladığım zaman kendi kendime, "Bütün kazancım, borçlarımı ödeyinceye kadar alacaklılarımın hakkıdır. Onların hakkını vermeden ayağıma bir çorap almak bile bana haram olsun." demiştim. Bugün ise, Allah'ın yardımıyla, borcumu bitirdim. Artık kimseye tek kuruş borcum kalmadı." dedi. Sonra gözyaşları içinde ayağındaki çorapları çıkarıp yeni çoraplarını giydi. Ben de o eski çorapları hem aziz bir baba yadigârı, hem de bir ibret nişanesi olarak sakladım. Bu çoraplar her gün bana, "Paralarını ödeyinceye kadar bütün kazancım alacaklılarının hakkıdır." diyor. Selim Beyin bakışları bilinmez âlemlere dalarken o, nemlenen gözlerini kuruladı, sonra dönüp duvardaki siyah-beyaz fotografa hayran hayran baktı. "Babanız sandığımdan da büyükmüş Selim Bey. Ben olsaydım öyle müreffeh bir hayattan sonra anlattığınız gibi bir darlıkta, herhalde çıldırırdım." Selim Beye döndü ve "Siz ne yapardınız?" diye sordu. Selim Bey kendisine has tebessümü ile; "Bir müddet zeytin yerdim, sonra..." dedi ve gülümsedi. O sırada kapı çalındı, biraz önceki beyefendi elinde bir kutuyla içeriye girdi. Kutuyu Selim Beyin masasına bırakıp çıktı. Selim Bey yerinden kalkıp kutuyu alarak Mehmet Beye uzattı. "Buyurun, yıllarca size vermek istediğimiz emanetiniz." dedi. Mehmet Bey bilinmez duygular içerisinde kutuyu açtı. İçinden kadife bir kese çıktı. Keseyi açıp içini kutuya boşalttığında merakı iyiden iyiye arttı. Keseden birkaç tane cumhuriyet altını ile bir not çıkmıştı. Mehmet Bey hassasiyetle katlanmış kâğıdı açıp okumaya başladı. "Sevgili Mehmet Bey oğlum, Bazen istediğimizi yaparız, çoğu zaman da mecbur olduğumuzu... Tahsil hayatınız boyunca size burs vermeyi taahhüt etmiştim. Ancak eğitiminizin son altı ayında size burs verme imkânını bulamadım. Bir müddet sonra imkânlarıma yeniden kavuştum; lâkin bu sefer de size ulaşamadım. Dolayısıyla size borçlandım ve borçlu kaldım. Eğer böyle bir borcu gözyaşı ve ızdırapla ödemek mümkün olsaydı, ben bu borcu fazlasıyla ödemiş olurdum. Zira sevgili oğlum, bu altı aylık zaman diliminde bursunu verememenin ızdırabıyla kaç gece ağladım. Her neyse, bursunuzu tarihlerindeki değeriyle altına çevirdim. Bu altınlar sizindir. Bunlar elinize ulaştığında, borçlarımın tamamını ödemiş olacağım. Sevgilerimle, Nazif Cebeci." Mehmet Bey neye uğradığını şaşırmıştı. Bu büyük insanın yüceliği karşısında bir çocuk gibi yalnızca ağlıyor, ağlıyordu. Selim Bey de bir hayli duygulanmıştı. Onun da yanaklarından yaşlar süzülüyordu. Bir ara yaşlı gözlerle babasının siyah-beyaz portresine baktı. Kendisine yıllarca hüzünle bakan gözleri, bu sefer sevinçle bakıyor gibiydi. |
Umut
Ülkenin batısındaki küçük bir mahallenin bir sokagının neredeyse tamamı
ressamlardan oluşmaktaydı. Bu mahallede, üç katlı bodur bir tugla yıgınının tepesinde iki kız arkadaşın stüdyoları bulunmaktaydı. Alt katlarında ise yaşlı bir ressam otururdu. Günlerden bir gün genç kızın arkadaşları zatürreye yakalandı. Genç kız günden güne eriyordu. Bir gün, arkadaşı resim yaparken o da yatagında pencereden dışarı bakıyor ve sayıyordu... Geriye dogru sayıyordu;''Oniki'' dedi, biraz sonra da ''on bir''; arkasından ''on'', sonra ''dokuz''; daha sonra, hemen birbiri ardına ''sekiz'' ve ''yedi''. Arkadaşı merakla dışarı baktı. Sayılacak ne vardı acaba? Görünürde sadece kasvetli, bomboş bir avlu ile altı yedi metre ötedeki tugla evin çıplak duvarı vardı. Budaklı köklerinden çürümüş, yaşlı mı yaşlı bir asma, tugla duvarın yarı boyuna kadar tırmanmıştı. Dönüp arkadaşına ''Neyin var?'' diye sordu. Hasta kız fısıltı halinde ''altı'' dedi. ''Artık hızla düşüyorlar. Üç gün önce nerdeyse yüz tane vardı. Saymaktan başım agrıyordu. Ama şimdi kolaylaştı. İşte biri daha gitti. Topu topu beş tane kaldı şimdi.'' ''Beş tane ne?'' diye sordu arkadaşı. ''Yapraklar, asmanın yaprakları. Sonuncusu da düşünce, bende mutlaka gidecegim. Hissediyorum bunu.'' Arkadaşı ona saçmalamamasını söyleyip içmesi için çorba götürdü. Fakat o; ''İşte bir tane daha gidiyor. Hayır, çorba falan istemiyorum. Bununla geriye dört tane kaldı. Hava kararmadan sonuncusunun da düştügünü görmek istiyorum.. Ondan sonra bende gidecegim.'' diyerek cevap verdi. Genç kız uykuya daldıgında arkadaşı da alt kattaki yaşlı ressama ziyarete gitti. Bu sırada yaprak olayını da anlattı yaşlı ressama. Yukarı çıktıgında arkadaşı uyuyordu. Ertesi sabah hasta kız hemen arkadaşına perdeyi açmasını söyledi. Ama hayret! Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen upuzun gece boyunca aralıksız yagan yagmur ve şiddetli esen rüzgardan sonra, bir asma yapragı hala yerinde duruyordu. Sapına yakın tarafları hala koyu yeşil kalmakla birlikte, testere agzı gibi tırtıllı kenarlarına ölümün ve çürümenin sarı rengi gelmiş olan yaprak, yerden altı yedi metre yükseklikteki bir dala yigitçe asılmış duruyordu. ''Bu sonuncusu'' dedi hasta kız. ''Geceleyim mutlaka düşer diye düşünmüştüm. Rüzgarı duydum. Bu gün düşecektir, o düştügü an ben de ölecegim.'' Agır agır geçen gün sona erdiginde onlar, alacakaranlıkta bile, asma yapragının duvarın önünde sapına tutunmakta oldugunu görebiliyordu. Derken şiddetli yagmur tekrar başladı. Hava yeteri kadar aydınlanır aydınlanmaz, genç kıza hemen perdenin açılmasını istedi. Asma yapragı hala yerindeydi. Genç kız, yattıgı yerden uzun uzun yapragı seyretti. Sonra arkadaşına seslendi; ''Münasebetsizlik ettim. Benim ne kötü bir insan oldugumu göstermek istercesine, bir kuvvet o son yapragı orada tuttu. Ölümü istemek günahtır. Şimdi bana biraz çorba verebilirsin'' dedi. Akşam üstü gelen doktor ayrılırken; şimdi bir alt kattaki hastaya bakmam gerekiyor. Yaşlı bir ressammış sanırım. O da zatürree. Yaşlı adam çok agır bir durumda, kurtulma umudu yok ama daha rahat eder diye bugün hastaneye kaldırılıyor'' dedi. Ertesi gün doktor;''Tehlikeyi atlattınız, siz kazandınız'' dedi. O gün ögleden sonra arkadaşı, iyice iyileşmiş olan arkadaşına alt kattaki yaşlı adamı anlattı. Yaşlı adam iki gün hastanede yattıktan sonra ölmüş. Hastalandıgı günün sabahı kapıcı onu, odasında sancıdan kıvranırken bulmuş. Papuçları, elbisesi baştan aşagı sırılsıklam, her yanı buz gibi bir haldeymiş. Öyle korkunç bir gecede nereye çıktıgına akıl sır erdirememişti kimse. Sonra, hala yanık duran gemici feneri, yerinden sürüklene sürüklene çıkarılmış bir portatif merdiven, bir de üstünde birbirine karışmış sarı, yeşil boyalarla bir palet ve saga sola saçılmış bir kaç fırça bulmuşlar. O zaman o son yapragın sırrı da çözüldü. Rüzgar estigi zaman bile yerinden oynamayan yaprak, yaşlı ressamın şahaseriydi. Yaşlı ressam, son yapragın düştügü gece oraya bir yaprak resmi yapıp yapıştırmıştı... |
Bir fincan kahve içermisiniz?
Is yasaminda önemli yerlere gelmis bir grup eski mezun arkadas
grubu üniversitedeki hocalarindan birini ziyarete gitmis. Cesitli konular konusulduktan sonra sohbet, isin yarattigi strese ve hayatin zorluklarina gelmis. Yasli üniversite hocasi ziyaretcilerine kahve ikram etmek üzere mutfaga gitmis ve degisik boy, renk ve kalitede bir cok fincanin bulundugu bir tepsiyle geri dönmüs. Kimi porselen, kimi seramik, kimi cam, kimi plastik olan fincanlari ve kahve termosunu masaya koyup kahvelerini oradan almalarini söylemis. Tüm eski ögrenciler kahvelerini alip koltuklarina döndügünde hocalari onlara sunu söylemis: "Farkina vardiniz mi bilmem, zarif görünümlü, güzel, pahali fincanlarin hepsi alindi, masada yalnizca ucuz ve basit görünümlü fincanlar kaldi. Elbette ki kendiniz için en güzelini istemek ve onu almak çok normal ama iste bu demin bahsettiginiz problemlerinizin ve stresin nedeni. Hepinizin istedigi fincan degil, kahve iken, bilinçli olarak herbiriniz birbirinizin aldigi fincanlari gözleyerek daha iyi olan fincanlari almaya ugrastiniz. Yasam kahveyse, is, para ve mevki fincandir. Bunlar yalnizca Yasam'i tutmaya yarayan araçlardir, ama Yasam'in kalitesi bunlara göre degismez. Bazen yalnizca fincana odaklanarak, içindeki kahvenin zevkini çikarmayi unutabiliyoruz." |
Umut adlı hikaye
Sn. dentist,
Umut adlı hikayenin benim hayatımda çok önemli bir yeri vardır. Yaklaşık 32 yıl önce bu hikayeyi bir ilkokul ders kitabında okumuştum. Hiç unutmadığım ve unutmayacağım hikayelerden biridir. Tekrar bana bu hikayeyi okuttuğunuz için teşekkürler. |
Düşünün...........
PARADIGMA DEGISTIRMEK ZOR DEGIL... "....Önemli bir toplantida cep telefonuyla bagira bagira konusan bir kisi garibinize gidiyorsa, paradigmanizi degistirmeden onu degerlendirdiginiz için, siz yaniliyorsunuzdur. Örnegin trende giderken, bir baba, 3 evladiyla oturup, sürekli aglayan çocuklarina hiç, susun, demeden yolculuga devam ettiginde; siz ona ne gamsiz adam, diyebilirsiniz. Ama sorsaniz, onlar hastaneden geliyorlardir ve bir saat önce çocuklarin anneleri ölmüstür ve eve dönüyorlardir. Prof.Covey in konusmasini dinlemeye gelen annesi, arka sirada oturan 2 kisinin toplanti boyunca sürekli konustuklarini görerek, Çok öfkelenmis ve oglumu küçümsüyorlar diyerek te çok üzülmüs. Yemek molasinda ogluna, sunlarin kafasina çantami indiresim geliyor,demis. Oglu, anne o adam Finlandiyali, burada smultane tercüme yok, mecburen tercümani yanina oturttuk, demis. Havaalaninda aktarma yapmak isteyen yasli bir hanim, uçaginin 2 saat gecikmeli oldugunu ögrenince, dergiler ve bir kutu kurabiye alarak bekleme salonuna geçmis. Yanindaki sehpaya da dergileri ve kurabiye kutusunu birakarak, okumaya dalmis. Bir ara bakmis ki,yanindaki koltugu oturan bir adam, sehpadaki kurabiye paketini açiyor ve de yemeye basliyor. Kurabiyelerin kendisine ait oldugunu hissettirmek isteyen kadin, adama dik dik bakmis. Hatta cani o an istemedigi halde, kutudan bir kurabiyeyi agzina atmis. Her halde kurabiyelerin sahibinin kim oldugunu artik anlamistir diye düsünürken, adam bir tane daha agzina atmaz mi. Hemen kadin da bir tane daha atmis ve bir yarisma baslamis; adam bir tane,kadin bir tane. Sonuçta kutuda tek kurabiye kalmis, adam onu hizlica kaparak ortadan bölmüs ve gülerek kadina ikram etmis. O sirada, kadinin uçaginin alana indigi anonsu duyulmus ve islemler için kadin bankoya gitmis. Pasaportunu çikartmak için çantasini açtiginda, ne görsün ;KENDI KURABIYE PAKETI, HIÇ AÇILMAMIS OLARAK ÇANTASINDA DURMUYOR MU ! MEGER,ADAMIN KURABIYESINI YIYORMUS. Baskalarinin düsünce ve davranislari hakkinda hüküm verirken, elimizdeki Veriler çogu zaman yeterli olmuyor. Davranislarin nedenini bilmeden çok yanlis yargilara varabiliyoruz. Covey bu örnekleri ; ayni enformasyona farkli bakis, bizim davranislarimizi belirler, diye özetliyor. Buradan yola çikarak çözemedigimiz sorunlar için, paradigma (zihin haritasi) degistirmenin geregini vurguluyor. Einstein'in bir sözünü animsatiyor : Karsilastiginiz sorunlari, o sorunlari yarattiginiz düsünce düzleminde kalarak çözemezsiniz. Çogumuzun zaman zaman yaptigi gibi, "sorunlarin içinde kaybolmak" yerine, paradigma Degistirmeyi basarip, sorunlara farkli biçimde yaklasabilenler, o sorunu asma sansini da yakaliyorlar. Zaten sorunlarimizi dostlarimizla paylasmamizin nedenlerinden biri de, farkli bir bakisin, bize farkli davranabilme kapisi aralama ihtimali degil midir. Çözümsüz gibi gördügünüz sorunlar konusunda paradigma degistirmenin önemi vardir. Aslinda hayatimizi, basarimizi, mutlulugumuz belirleyen bizim kendi davranislarimizdir. Basimiza gelen her seyle onlara verdigimiz tepki ve yanit arasinda genis bir hareket alani vardir......." |
Bütün Zaman Ayarları WEZ +2 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 04:05 . |
Telif Hakları vBulletin v3.5.4 © 2000-2024, ve
Jelsoft Enterprises Ltd.'e Aittir.
Tercüme ve Tasarım : Arka &
Bahce