Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::db_connect() should be compatible with vB_Database::db_connect($servername, $port, $username, $password, $usepconnect) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::select_db_wrapper() should be compatible with vB_Database::select_db_wrapper($database = '', $link = NULL) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Deprecated: Non-static method vB_Shutdown::init() should not be called statically, assuming $this from incompatible context in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 2294
Arka BahÇe Forumu - Tarih Yapraklarından
Arka BahÇe Forumu

Arka BahÇe Forumu (http://www.arka-bahce.org/forum/index.php)
-   Tarih (http://www.arka-bahce.org/forum/forumdisplay.php?f=71)
-   -   Tarih Yapraklarından (http://www.arka-bahce.org/forum/showthread.php?t=142)

Ramo 25-02-2006 22:35

Tarih Yapraklarından
 
Kemal Beğ ( .... - 10 Nisan 1919 )
Birinci Dünya Savaşı'nda Boğazlıyan 'da kaymakam olarak bulunan Kemal Bey, Mütareke olunca, Ermenilere zulüm yaptığı iddiası ve işgalci İngiliz-Fransız makamlarının baskısı ile 19 Nisan 1919’da haksız yere idam edilmişti. Ermeni azgınlığına ve komitacılığına kurban edilen Kemal Beyin aziz hatırası, aradan seksen yıl geçtikten sonra, bugün dahi yüreklerimizi sızlatmaktadır. Talat Paşa ile Cemal Paşa ve arkadaşlarının, daha sonra 50'ye yakın diplomatımızın kanını döken kirli eller, her yılın 24 Nisanını intikam günü ilan ederken, biz de Ermeni zulmünün pençesinde kahrolan Kemal Beyin ve diğer şehitlerimizin hatırasını, yurdun dört bir yanında yapılacak toplantılarla anmalıyız.

Sirkeci Gümrük Müdürlüğünden emekli Arif Bey, Bekirağa Bölüğü'nde tutuklu bulunan oğlu Kemal Bey'e her günkü gibi yemek götürüyordu. Kadıköyü'ndeki evinden çıkmış, Beyazıt Meydanı'na varmıştı. Vakit akşam üzeriydi.

Birden, meydana toplanmış büyük bir kalabalık gördü. Ne var, ne oluyor, diye merak etti. Kalabalığın arasına sokuldu. Tiplerinden, konuşmalarından, meydanı dolduranlardan çoğunun Ermeni olduğu anlaşılıyordu. İçlerinden birine sordu:

Bu kalabalık nedir, bir şey mi var?

Bir adam asıldı, ona bakıyoruz'

Bu cevabı duyan Arif Bey, birdenbire irkildi ve kalabalığı yararak, önüne çıkanları ite kaka sehpaya doğru yaklaştı.

Sehpada sallanan, oğlu Kemal Bey'in cesediydi.

Bir feryat kopararak yığıldı.

İdamda hazır bulunmak üzere Beyazıt'a gelmiş olan Merkez Kumandanı Osman Şakir Paşa, o tarafa doğru koştu. Arif Bey'in perişan halini görünce sordu:

Kimsiniz?

Yaşlı adamın ağzından bir inilti çıktı:

Babasıyım...

Osman Şakir Paşa birden kıpkırmızı kesildi, titremeye başladı:

Emriniz?

Evladımı bana veriniz!

"FERTLER ÖLÜR, MİLLET YAŞAR"

"Kabir taşım, hamiyetli Türk ve Müslüman kardeşlerim tarafından dikilmeli ve üstüne şöyle yazılmalıdır: Millet ve memleket uğrunda şehit olan Boğazlıyan Kaymakamı Kemal'in ruhuna fatiha!"

(Kemal Bey'in vasiyeti)

Derhal emir verildi. Kemal Bey'in cesedi sehpadan indirildi. Bahtsız baba hıçkırıklar içinde sarsılarak, oğlunun henüz tamamıyla soğumamış cesedine kapandı.

Tesalya'nın Yenişehir eşrafından Arif Bey. evladının cesedini Kadıköy'üne, teyzesi îsmet Hanımın evine nakletti.

Ertesi gün, bütün İstanbul ayaklanmıştı. Özellikle yüksek tahsil gençleri cenaze evinin önünü doldurmuştu. Üzerinde "Türklerin büyük şehidi Kemal Bey" yazılı bir çelenk getirmişlerdi.

Cenaze merasimi, terör ve baskıya rağmen, çok anlamlı oldu. Kadıköy İtfaiye Karakolu önündeki bir takım asker, cenaze geçerken, kendiliğinden selam durdu. Her adımda kalabalıklaşan cenaze alayının geçtiği sokaklardaki evlerden kadınlar hıçkırarak gözyaşları ile mateme iştirak ettiler. Tabut, gençlerin elleri üzerinde, muhteşem bir kalabalıkla Kuşdili'ne, Mahmud Baba Türbesi'ne götürüldü. Kemal Bey'in oğlu Adnan orada gömülüydü. Artık baba oğul, yan yana yatacaklardı.

Cenazenin başucunda konuşanlar genç, milliyetçi öğrencilerdi. Bir Tıbbiyeli gencin feryadını, arkadaşları gözyaşları içinde dinlediler:

Kemal! Sen, şu anda toprağa verdiğimiz bir çiçeksin. Orada büyüyecek dalların o kadar dikenli olacak ki, seni bu akıbete layık görenlerin hepsini param parça edecektir. İntikamın behemehal alınacaktır.

İDDİA

Facia 1919 yılının Şubat ayında başlamıştı.

Boğazlıyan Kaymakamı ve Yozgat Mutasarrıf Vekili olan Kemal Bey, Ermeni tehcirinde ölümlere sebebiyet verdiği iddiası ve idam isteği ile yargılanacaktı.

Kemal Bey, aynı iddia ile, daha önce Yozgat İstinaf Mahkemesinde yargılanmış ve beraat etmişti. Şimdi, bu mahkemenin verdiği karar dikkate alınmıyor, yeniden divanıharp önüne çıkarılıyordu.

Devir öyle bir devirdi ki, Kemal Bey'i savunacak bir avukat bile bulmak zordu. Fakat Sadeddin Ferid Bey adında cesaret sahibi bir dava vekili gönüllü olarak, Kemal Bey'in müdafaasını üzerine aldı.

Yozgat'ta beraat ettiğini ileri süren Kemal Bey'in yeniden yargılanmasına karar veren Divanıharp başkanlığını Hayret Paşa yapıyordu.

Divanıharp savcısı Sami Bey görüşünü kısaca anlattı:

"Yüksek mahkeme heyeti, devletin ve milletin temiz alnına sürülmüş olan lekeyi ancak bir şekilde temizleyebilirdi: Herkesçe bilinen facialara ve mezalime sebep olanlar hakkında kanunî gereklerin yapılmasıyla.

Yüzyıllardan beri Osmanlı saltanatında refah ve saadet içinde yaşayan gayrı müslim unsurların sebep oldukları olaylar, idari hatalardan çok dış tesirlerden doğmuştu. Dosyalardan ve yabancı basından aldığı bilgilere göre, Ermeniler çok iyi hazırlanmış teşkilatlarıyla Osmanlı vilayetlerinin en önemli ve sınır bakımından en tehlikeli bölgelerinde birtakım mühim hareketlerde bulunmuşlardı. Bunun üzerine Savaş Hükümeti 1331 senesi Mayısında tehcire başvurmuş ve yanlış bir düşünceyle bu işi çocuklara ve kadınlara kadar yaygınlaştırmıştı. İşte bu tedbirsizlik sebebiyle, bazı kimseler şahsî çıkarlarını düşünerek bilinen faciaları meydana getirmişlerdi".

Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey de, savcıya göre, bunlardan biriydi ve en şiddetli cezaya çarptırılması lazımdı.

ŞAHİTLER

Ondan sonra, nereden çıktıkları bilinmeyen bir sürü şahit, Kemal Bey'in yaptıklarını bir bir sayıp dökmeye başlamışlardı. Şahitlerin çoğu komitacıydı. Başka komitacılar da, İstanbul'da buldukları küçük Ermeni çocuklarını dahi mahkemeye getiriyor, şahit olarak dinletiyorlardı. Mahkeme heyeti, bunların hepsini sabırla ve dikkatle dinliyordu.

Azgın bir iftira kasırgasının orta yerinde yapayalnız kalmış olan Kemal Bey, kendisini uzun uzun savunmaya bile lüzum görmüyordu:

Hepsi yalandır, diyordu, hepsi uydurmadır. Reis Paşa, ben ne bunların dedikleri Keller (şimdiki Yenipazar) köyüne gittim, ne de oradan geçtim. Burada vuku bulduğunu söyledikleri cinayetlerden de haberim yok. Hele, parmaktan çıkmayan yüzüğü almak için kol kesmek?.. Rica ederim, bu vahşeti kim yapar? Bu derece kötü işi yapacak bir insan tasavvur edemiyorum. Esasen hiçbirini ispat edemezler. Çünkü hepsi iftiradan ibarettir. Benim haberim olmadan bir şey olmuşsa bilmem. Fakat bana bu ana kadar bu konuda hiçbir şikayetçi gelmemiştir. İlk defa burada, mahkeme huzurunda bu şikayetlerle karşılaşıyorum.

Kemal Bey'in yanıldığı bir nokta vardı. Parmaktan çıkmayan yüzüğü almak için kol kesecek kadar kimsenin alçalacağını zannetmiyordu. Van'ın Zeve köyünden Kıymet Başıbüyük'ün çok sonraları tarihin kanlı vesikaları arasına girecek şu ifadesini elbette ki bilmiyordu:

"Ermeni komitacıları hamile kadınların karnını süngü ile yırtıp çıkardıkları çocukları yine süngülerinin başında oynatıyorlardı. Kadın ve kızların kollarındaki altın bilezikleri almak için çok kolay bir usul bulmuşlardı. Hemen kasaturayı alıp kolu tamamen kesiyorlar, ondan sonra da bilezik veya yüzük gibi ziynet eşyalarını alıyorlardı".

Ne garip ve acı bir tecellî idi ki, bu vahşeti yapan Ermeni komitacılarının yerine masum bir Türk idarecisi aynı suçla suçlanarak yargılanıyor ve Ermeni komitacıları da bu zavallının mutlaka asılması, hem de yine bir Türk mahkemesi tarafından verilecek kararla asılması için tanık mevkiine oturuyorlardı.

Ve Divanıharp savcısı soruyordu:

Demek ki, sizin oradan geçen muhacir kafileleri bir taarruza uğramamışlardır.

Yoktur böyle bir şey... Hayır, katiyen haberim yok!..

Ermeni şikayetçilerden biri hemen atılıyordu:

Nasıl olur efendim? Keller köyünde yüzlerce ceset bulunmuştur. Bu sefer Reis soruyordu:

Bakın ne diyor? Bu kadar büyük vukuat olsun da mutasarrıfın, kaymakamın haberi olmasın, olur mu?

Yoktur Paşam... Bunların var demesiyle yok olan bir şey var olmaz.

Bu sırada, mahkeme salonunu doldurmuş olan ve çoğunu Ermeni komitacılarının teşkil ettiği kalabalık kahkahalarla gülmeye başlıyordu.

MÜDAFAA

Nihayet dava vekili Sadeddin Ferid Bey'in müdafaasından sonra söz Kemal Bey'e veriliyordu:

Düne kadar bir hakimler heyeti halinde olan sizler, şu dakikada bir tarih mahkemesi sıfatını almış bulunuyorsunuz.

Ermeniler tarafından öldürülen dindaşlarımın ve soydaşlarımın matemi Müslümanların yüreklerini sızlattığı ve her gün gelen kara haberlerin halkı tahrik etmekten geri kalmadığı malumdur. Ermeniler ise Rus ordularının kah önüne geçerek, kah arkasında kalarak, ekseriya memleketin asker kuvvetinden mahrum kalmasına güvenerek facialar meydana getirmekten çekinmiyorlardı. İddia edildiği gibi, Yozgat vilayeti dahilinden sevk edilen bazı Ermeni muhacir kafilelerine, Ermenilerin Müslümanlara reva gördükleri fecaate şahit olmuş bazı asker kaçaklarının tecavüzü ihtimal dahilindedir.

Ancak, savaşta yenilişimizin aleyhimizde meydana getirdiği hezeyanı durdurmak maksadıyla, iddia makamının da isteği üzere, kurbanlar verilmesi bir siyaset icabı sayılıyorsa, bu kurban ben olamam. Siz kurban seçmekle değil, ancak hak ve adaletle hüküm vermek vicdanî görevi taşıyan bir yüksek heyetsiniz. Mutlaka kurban aranıyorsa herhalde, bütün bu işlerin tertipçisi ve idarecisi olarak benim gibi küçük bir memur bulunacak değildir."

Bu müdafaaya karşı, Reis:

Kemal Bey, diyordu, emin olun, mahkeme, hükmünü hiçbir haricî hisse kapılmaksızın, sırf vicdani kanaatine dayanarak verecektir.

Halbuki , Kemal Bey'in mutlaka asılması için Fransız ve İngiliz işgal kumandanlarının, Ermeni komitacılarının ve Ermeni Patriği Zaven'in ağır baskısı devam etmekteydi.

Bunun üzerine, Divanıharp Reisi Hayret Paşa, Sadrazam Ferid Paşa ile yaptığı şiddetli bir münakaşadan sonra istifasını veriyordu.

Yerine de "Nemrut" lakabı ile tanınmış Kürt Mustafa Paşa tayin olunuyordu.

KARAR

Mahkeme, artık mahkeme olmaktan çıkıyor, önceden verilen bir emrin yerine getirilmesine memur bir heyet halini alıyordu.

Kemal Bey, Nemrut Mustafa Paşa'ya da:

Ben emir aldım, diyordu, bir memur aldığı emre itaatle mükelleftir. Ben sürgün olarak kasabadan çıkarılanlara en insanî harekette bulundum. Nitekim şimdi de hiçbir vicdan azabı duymuyorum.

Nemrut Mustafa, oturduğu yerden doğrularak Kemal Bey'e bağırıyordu:

Kış kıyamette bu kadar insanı, çoluk çocuğu ile dağlara, yaylalara sürerken Allah'tan hiç korkmadın mı? Bir gün senden bunların sorulacağını düşünmedin mi? Hem üstelik jandarmalara onları süngülemesini de emretmişsin, ne dersin?

Hayır, bunu asla kabul etmem. Ben kimsenin ölümü için emir vermiş bir adam değilim.

On binlerce zavallıyı, kadın, çocuk demeden, bu Allah 'ın kışında soğukta, dağ başlarında yürütmek, sanki süngülemekten daha mı iyidir? Üstelik, sen bir idare amirisin, bunları senin himayene vermişlerdir.

Sonra sesini daha da yükselterek soruyordu:

Memleketimiz dahilinde yaşayan vatandaşların birini diğeri üzerine sevk ederek can ve mal tecavüzüne teşvik etmenin cezası nedir, bilir misin?

İdamdır Paşam...

Kendi hükmünü kendi ağzınla verdin Kemal Bey, biz de senin için bu karara varmıştık.

Jandarma Kumandanı Binbaşı Tevfik Beye de 15 yıl hapis cezası verilmişti.

İNFAZ

Gerçekten, idam kararı önceden hazırlanmıştı bile. Mahkeme sona erer ermez, hazır olan karar, tasdik edilmek üzere Saraya gönderildi. Ancak Padişahın bu hususta tereddüt göstermesinden kuşkulananlar vardı. Bunlar Dahiliye Nazırı Mehmet Ali Bey, Adliye Müsteşarı ve İngiliz Muhibleri Cemiyetinin Reisi Said Molla idi.

Bu iki adam; Damad Ferid Paşa'yı alelacele saraya gönderdiler.

Sultan Vahideddin, kararın tasdiki için Şeyhülislamdan fetva istedi. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, "Kemal Bey hakkında istenilen fetva değildir. 'Kazaya' aittir, benim ise kazaya yetkim yoktur" mütalaasında bulunarak fetva vermekten kaçındı. Padişah ısrar edince, umumî mahiyette "Bir Müslümanın, Müslüman olmayan birini öldürmesi halinde idama cevaz verildiği, ancak bu hükmün verilmesi için, öldürülenin yaralayıcı bir aletle yaralanması ve ölmesinin, bunun üzerine mirasçılarının "kısas" istemelerinin şart olduğu"nu bildirdi. Fakat, Padişahı tatmin için bir not eklemeyi de ihmal etmedi. Bu notta, Divanı Harbi Örfî tarafından ölüme mahkum edilen Kemal Beyin muhakemesi hak ve adalete uygun yapılmış olduğu takdirde, idam hükmünün muvafık bulunduğu, açıklanıyordu.

Bu fetva Sarayı tatmin etti. İrade hazırlandı, imzalandı. İdam için gerekli tedbirler alındı, hazırlıklar yapıldı. Sehpa kuruldu.

Kemal Beyin olup bitenden haberi yoktu. Bekir Ağa Bölüğü'nde, tutuklu arkadaşlarıyla oturmuş, konuşuyordu. Birden dışarı çağırdılar ve hemen yakalayıp Beyazıt Meydanı'na çıkardılar.

Ermeni komitacıları, mahkemeyi ve infaz için harcanan gayretleri adım adım takip ediyorlardı. İstanbul'un çeşitli semtlerinden pek çok serseri Ermeni’yi meydana toplamışlardı.

İstanbul'un Müslüman halkı da için için kaynıyordu. Günlerden beri bu dava ile meşgul olanların kulaklarında acı haber bir anda dolaştı:

Kemal Bey'e idam vermişler. Bu akşam asacaklarmış, Beyazıt'ta.

Halk, akın akın Beyazıt'a koşuyordu. Teşkilat-ı Mahsusa'nın o zamanki mensupları da Beyazıt'ta bulunuyorlardı.

Herkes birbirine soruyordu:

Niçin böyle karanlığa bıraktılar?

İşlerine öyle geliyor da onun için!

Meydanda olduğu kadar, yollarda ve meydana bakan damlarda da mahşerî bir kalabalık vardı. İdam sehpası, o zaman Harbiye Nezaretinin girişi olan, daha sonraları uzun yıllar rektörlük makamı olarak kullanılacak küçük binanın önüne kurulmuş, etrafı jandarma ve polis kordonu altına alınmıştı. İngiliz ve Fransız askerî birlikleri de binanın önünde duruyorlardı.

Güneş yavaş yavaş batıyor, pembe bir renk Süleymaniye tarafını kaplıyordu.

Dalgalanan kalabalık bir anda sustu.

Bir zafer takı gibi süslü Harbiye Nezareti kapısından çıkan bir müfreze süngülü askerin ortasında Kemal Bey geliyordu.

Yüzü solgun bir renk almıştı. 35 yaşlarındaydı. İdam mahkumlarına mahsus beyaz gömleği giymiş, ağır ağır yürüyordu. Metindi. Mukadderata teslim olmuş gibiydi.

SON SÖZ

Son sözü soruldu. O zaman, Kemal Bey, halka hitap etti:

Sevgili vatandaşlarım! Ben bir Türk memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi yaptığıma vicdanım emindir. Sizlere yemin ederim ki ben masumum, son sözüm bugün de budur, yarın da budur. Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa, kahrolsun böyle adalet'

Heyecandan boğulan çaresiz halk bir ağızdan cevap veriyordu:

Kahrolsun böyle adalet!

Benim sevgili kardeşlerim, asîl Türk milletine çocuklarımı emanet ediyorum. Bu kahraman millet, elbette onlara bakacaktır. Allah vatan ve milletimize zeval vermesin, Amin!

Halk hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Meydan tam bir matem havasına bürünmüştü.

Manzarayı küçük köşkün pencerelerinden seyreden Said Molla'nın cellatlara emri, Kemal Beyin sözlerin bastırıyordu:

Söyletmeyin bu alçak herifi! Hemen asın bu köpeği! Ne duruyorsunuz, it oğlu itler!..

Kemal Bey, bu mazlum Türk evladı, iskemlenin üzerinden kendini boşluğa bırakmadan birkaç kelime daha söylemek imkanı buluyordu:

Borcum var, servetim yok! Üç çocuğumu millet uğruna yetim bırakıyorum. Yaşasın millet!

Kemal Bey'in cesedini, beyaz bir kağıt gibi, sehpada sallanırken gören Ermeni komitacıları sevinç çığlıkları atarak alkışlamaya başlamışlardı. Azgınlıkları son hadde varmıştı.

Fakat, süngü takmış jandarmaların üstlerine yürüdüğünü görünce seslerini kesip dağılmaya başladılar.

Artık yapacakları bir şey kalmamıştı zaten.

Yapacaklarını yapmışlardı.

0 gece, köşe başlarını İngiliz ve Fransız askerlerinin makineli tüfeklerle tuttuğu İstanbul'un üzerine inen karanlık perde, Türklük namına utanç verici, felaket dolu bir güne son veriyordu. Tarih 10 Nisan 1919'du.

Boğazlıyan'da bir mahalleye yıllar sonra "Kaymakam Kemal Bey Mahallesi" adı verildi. Aynı kasabada 1972'de Kemal Bey'in adını taşıyan bir ilkokul açıldı. Başöğretmenin odasında millî şehidin resmi asılıdır.

Kemal Bey'in kabri Mülkiyeliler Birliği tarafından yaptırıldı. Adına "Anıt-Mezar" denildi. 15 Aralık 1973 günü mezar sade bir törenle açıldı.

Kemal Bey ile ilgili bilgiler Orkun Dergisi Nisan 1999’dan alınmıştır.

Ramo 26-02-2006 14:57

ATATÜRK'ü Ağlatan Olay . . .
 
Yıl 1922. 14 Ocak gece yarısı. Mustafa Kemal’in özel treni Eskişehir’e doğru gidiyor. Bu yolculuk bir kamuoyu yolculuğu olacak ve Gazi, savaş sonrası Anadolu’sunda bazı şehirlerin nabzını yoklaya yoklaya İzmir’e gidip annesini görecek. Ve Latife’yi.

Ama o gece çok sıkıntısı var Mustafa Kemal’in ve bir türlü uyku tutturamıyor.

Ali Çavuş kompartımanın kapısı önünde sigara üstüne sigara içiyor. Kapıya dayanmış karanlığı seyreder ken bir yandan da kendi kendine mırıldanıp duruyor.

“Bu işin bu kadar çabuk oluvereceğini hiç düşünmedim.

İşte, sonunda şifreli telgraf geldi. Zübeyde anamızı yitirdik. Peki, ne duruyorum. İçeri girip onu uyandırmalıyım. Ama işe bak, giremiyorum. Kıyamıyorum paşama. Nasıl derim ki: ‘Anamız öldü paşam!’ diyemem. Onun yüreği anası için atar. Hep söyler. Vatanı kurtarmakla anasını kurtarmak aynı anlama gelir onun için. Kapıyı açsam, telgrafı uzatsam, ‘Paşam sen sağ ol’ desem ‘Eyvah demez mi?’ ‘Koca vatanı kurtardım ama anamı kurtaramadım demez mi?"

Ali Çavuş, anlattığına göre birden yerinden sıçramış. İçeriden bir ses geliyor. Mustafa Kemal sesleniyor.

Çavuş kompartıman kapısını açıp selam duruyor:

“Emret Paşam”.

Mustafa Kemal yatağa oturmuş soruyor telaş ile:

“Ne demeye kapıda bekliyorsun sen?”

“Uyku tutturamadım da Paşam”

“Annemden bir haber var mı?”

“Az önce bir telgraf geldi dediler, şifreyi çözünce size sunacaklar.”

“Boşuna kıvranma Ali, benden de saklamaya çalışma. Ben haberi aldım.”

Ali Çavuş bir şey yokmuş gibi durmaya çalışıyor ve merakla soruyor:

“Ne olan, ne haber aldın ki paşam? Hayır haber inşallah.”

Mustafa Kemal usul usul anlatıyor.

“Az önce dalmışım, rüyamda yeşil bir ovada anamla el ele geziniyorduk. Hep olduğu gibi bana birşeyler anlatıyordu. Birden bir fırtına çıktı. Bir sel bastırdı, anamızı aldı götürdü. Hiçbir şey yapamadım. Hiç, hiç!..”

Çavuşu bir titremedir almıştı. Derken.. Mustafa Kemal emri verdi:

“Çocuk! Al getir şu telgrafı, hemen!”

Ali Çavuş kompartımandan çıkar çıkmaz, çözümü getiren görevliyle karşılaştı.

“Ver onu” dedi. “Paşamız bekliyor.”

Kağıdı aldı, içeri girdi, selam durdu ve: “Sen sağol paşam” dedi.

“Millet sağ olsun.”

Gözünden iri bir damla göz yaşı akıvermişti. Çavuş “Ağlama paşam” diye yalvardı.

“Neden? Ben insan değil miyim? Anam öldü. Ben buna ağlarım. Ama, Anavatan kurtuldu. Bununla da te selli bulurum. Benim için ikisi bir.”

İşte ben bunun için:

‘Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini’ diye cevap vermedim mi Namık Kemal’e? Birden Mustafa Kemal ile Ali Çavuş birbirlerine sarıldılar ve açık açık, hıçkırıklarla, içli içli ağlıyorlardı.

Ramo 26-02-2006 15:06

Tarihde SÖZ
 
1. Churchill, avam kamarasında konuşurken, muhalif partiden
bir kadın milletvekili, Churchill' e kızgın kızgın şöyle seslenir:
- "Eğer, karınız olsaydım, kahvenizin içine zehir karıştırırdım."
Churchill, oldukça sakin kadına döner ve lafı yapıştırır:
- "Hanımefendi, eğer karım siz olsaydınız, o kahveyi seve seve
içerdim."

2. Sokrates ve eşi bir türlü iyi geçinemezlermiş. Bir gün eşi
Sokrates'e verip veriştirmiş, ağzına geleni söylemiş. Bakmış kocası hiç bir
tepki göstermiyor; bir kova suyu alıp başından aşağı boşaltmış.
Sokrat, gayet sakin:
- "Bu kadar gök gürültüsünden sonra bir sağanak zaten bekliyordum"
demiş.

3. Bernard Shaw ile Churchill hiç geçinemez ve sık sık birbirlerini
iğnelermiş. Bernard Shaw, bir oyununun ilk gecesine, Churchill' i davet
etmiş ve davetiyeye de bir pusula iliştirmiş:
- "Size iki kişilik davetiye gönderiyorum. Bir dostunuzu alıp
gelebilirsiniz. Tabii dostunuz varsa." Churchill, hemen cevap
göndermiş:
- "Maalesef o gece başka bir yere söz verdiğim için oyununuzu
seyretmeye gelemeyeceğim. İkinci gece gelebilirim, tabii oyununuz ikinci gece de oynarsa."

4. Bir gün Eflatun, talebelerinden birini kumar oynarken yakalamış ve
şiddetle azarlamış.
Talebesi:
- "İyi ama ben çok az bir paraya oynuyordum" diye itiraz edecek olunca
Eflatun cevap vermiş:
- "Ben seni kaybettiğin para icin değil, kaybettiğin zaman için
azarlıyorum."

5. Dünya nimetlerine ehemmiyet vermeyen yaşayış ve felsefesiyle ünlü
filozof Diyojen, bir gün çok dar bir sokakta zenginliğinden başka
hiçbir şeyi olmayan kibirli bir adamla karşılaşır. İkisinden biri kenara
çekilmedikçe geçmek mümkün değildir.
Mağrur zengin, hor gördüğü filozofa:
- "Ben bir serserinin önünden kenara çekilmem" der. Diyojen, kenara
çekilerek gayet sakin şu karşılığı verir:
- "Ben çekilirim."

6. Meşhur bir filozofa:
- "Servet ayaklarınızın altında olduğu halde neden bu kadar
fakirsiniz?" diye sorulduğunda:
- "Ona ulaşmak için eğilmek lazım da ondan" demiş.

7. Kulaklarının büyüklüğü ile ünlü Galile' ye hasımlarından biri:
- "Efendim" demiş, "Kulaklarınız, bir insan için biraz büyük değil mi?"
Galile:
- "Doğru" demiş, "Benim kulaklarım bir insan için biraz büyük ama,
seninkiler bir eşek için fazla küçük sayılmaz mı?"

8. Bir toplantıda, bir genç Mehmet Akif' i küçük düşürmek ister:
- "Afedersiniz, siz veteriner misiniz?" Mehmet Akif hiç istifini bozmadan
şöyle yanıtlamış:
- "Evet, bir yeriniz mi ağrıyordu?"

9. Yavuz Sultan Selim, birçok Osmanlı padişahı gibi sefere çıkacağı
yerleri gizli tutarmış. Bir sefer hazırlığında, vezirlerinden biri
ısrarla seferin yapılacağı ülkeyi sorunca, Yavuz ona:
- "Sen sır saklamayı bilir misin?" diye sormuş. Vezir:
- "Evet hünkarım, bilirim" dediğinde, Yavuz cevabı yapıştırmış:
- "İyi, ben de bilirim."

10. Bir filozofa sormuşlar:
- "Şansa inanır mısınız?" Filozof:
- "Evet, yoksa sevmediğim insanların başarılarını neyle
açıklayabilirdim."

Arka'daş 01-03-2006 08:57

Süper bir cevap !
 
Cumhuriyet'in ilânından sonra İstanbul'da bir resepsiyon verilir. Tüm dünya ülkelerinin elçileri ve ateşeleri de davet edilir. Davet güzel bir şekilde devam etmektedir fakat İngiliz ateşesi olan binbaşının bakışları Mustafa Kemal'in gözünden kaçmaz. bütün davet boyunca kendisine dik dik bakmıştır ve bakmaya devam etmektedir. ne olduğunu öğrenmek için yaverini gönderir. Yaver Mustafa Kemal'e şöyle der:

- Paşam kendisine neden ters bir tavır takındığını sordum, o da bana Mustafa Kemal'in Çanakkale'de babasını öldürdüğünü söyledi.

Bunun üzerine Mustafa Kemal şöyle der:

- Git sor bakalım babasının Çanakkale'de ne işi varmış?

Ramo 03-03-2006 20:02

Cem Sultan-İlk KardeŞ Kavgasi,drami
 
Cem Sultan, 15’inci yüzyılda İstanbul’u fethederek tarihe ‘Muhteşem Türk’ adıyla damga vuran, Fatih Sultan Mehmet ve Çiçek Hatun’un küçük oğlu… Fatih Sultan Mehmet’in Avrupa’da Rodos, Venedik, Moldovya, Arnavutluk ve Macaristan boyunca ilerleyerek süren başarılı seferleri Hıristiyan dünyasını korkuturken, yaşlandığı için ardından başa kimin geçeceği Osmanlı kadar Avrupa için de ilgi konusudur.,, Fatih, umulmadık bir şekilde mide ağrısından öldüğünde Cem, 22 yaşındadır… Fatih’in ölümü üzerine Roma’da büyük kutlamalar yapılır ve sevinçten kilise çanları üç gün boyunca çalınır….

Fatih, yerine Şehzade Cem’in padişah olmasını ister ve bu nedenle Cem’i 8 yaşında Anadolu’ya valilik yaparak devlet yönetimini öğrenmeye gönderir. Fatih Sultan Mehmet’in gözdesi olan Cem’in, babasının ölümünden sonra başa geçmesi beklenirken, Mehmet’in diğer oğlu, afyon tiryakiliğiyle bilinen sofu Beyazıd, Yeniçeri isyanını fırsat bilerek bir takım ayak oyunları ve entrikalarla tahtı ağabeyinden kapar… Cem’in tahta geçmekte yavaş hareket ettiği ve Cem’in yerine Beyazıd’ı isteyenler tarafından engel olunduğu ileri sürülür.

Cem ve o’nun Şii Müslüman taraftarları, Beyazıd’ın sünni Müslüman yandaşlarınca yenilgiye uğratılır. Cem ülkeyi Beyazıd’la aralarında ikiye bölmeyi teklif eder fakat kabul olunmaz ve II’inci Beyazıd başa geçer.

Fatih’in imparatorluk kanunundaki madde derki; ‘Oğullarımdan hangisi tahtı miras alırsa, diğer kardeşini ortadan kaldırma hakkına sahiptir.’ … Bu kanunun verdiği yetkiyle bir kazaya kurban gitmemek için İstanbul’dan kaçan Cem Sultan, babasından kendisine geçmesi beklenen taca sahip olma mücadelesini dışarıdan vermeye karar verir… Önce Mısır’a gider, ardından çaresizlik içinde Rodos Şövalyelerine sığınır. Şövalyeler iki yıl önce büyük kalelerini taş yığınına çeviren Fatih’in oğlunun misafirliğinden memnun olurlar… Cem, 1481 yılında Rodos Şövalyeleri tarafından misafir olarak alıkonulmuşsa da şövalyelerin candan bir ev sahibi olmadıkları sonradan anlaşılır, çünkü Sultan Beyazıd, kardeşi Cem’i kilitli tutmaları karşılığında şövalyeleri maaşa bağlamıştır… Şövalyeler Cem’i Fransa kralına verirler. Ardından Papa da bir süre Cem’e ev sahipliği yapar…

Şatolar arasında mekan değiştirdiği Fransa’ya transfer edildikten sonra Cem Sultan, romantik görünüşü ve prenslere özgü tavırlarıyla onu tutsak edenleri kendine hayran bırakır… Diğer tutuklularla ve onu tutuklayanlarla arkadaş olur, hatta genç kızlarını baştan çıkarır. Cem’le ilgili romantik hikayeler Fransa'da hala bilinmektedir.

Cem, o’nu tutsak edenler için önemli bir rehineydi…Cem’e sahip olmak Ortadoğu ile Avrupa arasında ateşli tartışmalara sebep olmuştur. Mısır' da Memluk Sultanı, Avusturya da Arşidük Maximilian, Venedik senatosu, Macar Kralı Cem’i kaçırmayı, alıp, satmayı veya esir almayı arzuladılar. Beyazıd Avrupa seferlerine Cem’in esir tutulması karşılığında çıkmadı… Papa ve Fransa Kralı Cem’i Haçlı savaşlarında Müslümanlara karşı kukla olarak kullanmayı planladılar.

Bu sırada Beyazıd da boş durmadı. Cem’i esir alanlara bırakmamaları için büyük miktarda rüşvet teklif etti, İsa’nın işkence gördüğü mızrak, Baptist John'un eli gibi büyüleyici hediyeler göndererek onları iknaya çalıştı…Türk ajanlar Cem’in esir tutulduğu şatoya suikast düzenlediler. Hatta papanın elinde olduğu dönemde su kaynağına zehir koydular… Bu haberlerin o sırada yeni doğmuş oğlu infaz edilmiş olan Fransa'daki Cem’in kulağına gittiğinde acımasız ve sert bir dille yazdığı şiir de şöyle der Şehzade Cem; Oğlumuz Oğuzhan’ın şehit olduğunu duyduk / Ve Cem Frengistan'da ıstırap doldu. / Oğuzhan'ımın saçının bir telini bile değişmezdim. / Osmanlı'nın ve Karun’un bütün hazinelerine.

Cem, kaçma girişiminde bulunduysa da başarılı olamamış ve içinde bulunduğu aşağılık duruma lanet eden isyankar şiirler yazmaya devam etmiştir…. Cem’in ana toprağını tekrar fethetme hayalleri yavaş yavaş söner ve umut yerini depresyona bırakır... Cem, kafirlerin Müslümanlar'ın üzerine yürümek için kendisini bir vesile olarak kullanmadan bir an önce canını alması için Tanrı'ya yalvarır. Cem’in bu dileği, 35 yaşında aniden ölmesiyle gerçekleşir. Cem, hem Fransa hem de anavatanında sultan olamamasına rağmen çektiği ıstaraba acımayla karışık çekici ve gösterişli şehzade olarak sevgi ve saygıyla anılıyor…

Master 12-03-2006 16:18

Bilgiyi Keyifle değerlendirmek lazım
 
"Zaman Kaybolmaz. İlber Ortaylı Kitabı" Ortaylı'yı anlatıyor,
''Kırk Ambar Sohpetleri'' Ortaylı anlatıyor;)


İlber Hoca’nın Tarih Kurumu üyeliğini engellemek için oy sandığını kaçırmışlardı

TÜRKİYE İş Bankası Kültür Yayınları, Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın hayat hikáyesini yayınladı. Nilgün Uysal’ın üç sene boyunca uğraşarak hazırladığı "Zaman Kaybolmaz. İlber Ortaylı Kitabı" isimli 626 sayfalık eser yarın piyasaya verilecek ve son dönem Türk tarihçiliğinin bu büyük isminin etrafındaki hayran kitlesi, onun hayat macerasını doğumundan itibaren öğrenme şansına sahip olacak.

Ben, burada İlber Hoca’nın kitapta sözünü ettiği ve herbiri haber yahut akademik araştırma konusu olabilecek hadiselerden bahsedecek değilim ve kitapla ilgili olarak sadece iki hususa dikkat çekmek istiyorum:

Bu kitap, genç ama yetenekli bilim adamlarına dünyanın önde gelen álimlerinden olmalarının ve yarım düzine dili konuşabilmenin yolunu ayrıntılarıyla gösterirken, diğer taraftan da Türkiye’nin İlber Ortaylı gibi bir álime sahip olmasının sadece tesadüflerden kaynaklandığını anlatıyor. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Kırım’ın Ortay beldesinden mülteci olarak yollara düşen entellektüel ve asil bir ailenin Viyana’da vatansız olarak dünyaya gelen çocukları, daha sonra tesadüfen Türkiye’ye yerleşiyor, Türk vatandaşı oluyor, herşeyi merak ediyor, durmadan okuyor, araştırıyor ve devletten hiçbir destek görmeden bütün imkánları kendisi yaratıyor, belki bir yerde şansı da yaver gidiyor ve neticede Prof. İlber Ortaylı ortaya çıkıyor.

Kitabın verdiği en önemli mesaj, bence işte burada: Bugün "İlber Ortaylı" adında dünya çapında bir bilim adamına sahipsek, bunu sadece tesadüflere borçluyuz. Zira savaş yıllarında Kırım’dan ayrılan aile Türkiye yerine herhangi bir batı ülkesini seçmiş olsaydı, şimdi "İlber" isminde Avrupalı yahut Amerikalı bir allámeyi Türkçe’ye tesadüfen tercüme edilecek olan eserlerinden tanıyacak ve eminim, çok hayıflanacaktık!

"Zaman Kaybolmaz"ı okuyanlar hayret verici böyle birçok hadiseyle karşılaşacaklarına eminim ama kitapta yeralmayan bir hadiseyi de ben söyleyeyim: İlber’in Türk Tarih Kurumu’na üye olmasını engellemek için bir seçimde oy sandığı bile kaçırılmıştır ve İlber kuruma hálá üye kabul edilmemiştir!

İlber ile çalışmanın ne kadar zor olduğunu gayet iyi bilen ve eserin yazılma aşamasında birkaç defa tesadüfen bulunmuş bir kişi olarak, "İlber Ortaylı Kitabı"nı hazırlayan Nilgün Uysal’ı şimdi "cennetlik" görüyorum. Ama, kitabın sonundaki sayfalar dolusu eser listesindeki kitapların ve makalelerin sahibi olan aziz dostum İlber’e de "Son 20 senede çok gezdin, çok eğlendin, artık otur, eskisi gibi eser ver ve sonraki nesillere dillerde dolaşan hikáyelerinin yanısıra başka eserler de bırak" demeden edemiyorum.Murat Bardakçı

"Tarihin sedası hoş olmaktan çok gök gürültüsü gibi hacimlidir ve bitmeyen bir yankıyı andırır. Geçen altı asır, komşu yirmi küsur halkın ve en başta bizim tarihimizdir; ona sıcak bir ilgi, bilimsel bir araştırma ve düşünce ile yaklaşmamız gerekir." İlber Ortaylı

Ramo 19-03-2006 17:01

Murat Bardakçı;
 
Murat Bardakçı;
sevgili Master yazmış ama,bu adamı hiç sevemedim.keyif alamadım yazılarından.
Kalem onun gibiydi ama başka birine yazıyordu sanki.Hep birilerinin silahı ile;
yapılmışı,inanılmışı yıkmaya çalışan olarak değerlendirdim.Kurtuluşun tarihini yazanların karşısına dikilecek.Kuşkular oluşturacaktı.

Elbette bir devrim vardı.Hem kahramanları hem hainleri hemde mazlumları olacaktı.Dahası tarihi yazanların hep kazananlar olduğunu bilmeyen mi vardı.
Necip Fazıl la başlıyan Vahidettin Hain değildi kampanyasına alet olan ikinci adam olacaktı.Murat Bardakçı.

Son günlerde Ecevit ile dillenen bu söz malesef M.Kemal Atatürk ün kendi eliyle yazdığı söylevindeki"Vahdettin haindi sözlerine tezat olacaktı.
Başka bir deyişle M.Kemal Yalancı demekti bu.Başka bir söylemle tarih adına öğrendiklerimizin de yalan olduğunu söylüyordu.Bardakçı efendi.
daha başka bir deyişle tarih birliğine leke düşürüyor.Beyaz bildiğimiz süte leke sürüyordu.

Velhasıl Bir olduğumuz, din,dil,ırk,sevgi, hepsini ipe asmışlardı,Can çekişiyordu.Tarihi de onların arasına katmışlardı.Bir mezar taşı kalmıştı yapılacak.

Ramo 19-03-2006 22:18

AZİME GELİN Yıl: 1903 YALVAÇ/ISPARTA
 
Yalvaç’ın Tokmacık köyü. Koca Hüseyinoğlu Kara Veli mahdumu Osman ve Araboğlu Feyzullah kızı Azime henüz yeni evli mutlu bir aile. Ama bir gün “Kirkor” mutluluklarına gölge düşürdü. Mahkemelik oldular.

Olay şöyle:

Osman 15 Haziran 1903 günü Yalvaç’a gelerek karısı Azime hakkında şikayet dilekçesi verdi. Delikanlı çok sevdiği karısının kendisini terk ederek baba evine gitmesini bir türlü içine sindiremiyor ve verdiği dilekçede mahkeme yoluyla hanımına tenbihat yapılarak eve dönmesini talep ediyordu. Kadı (Hakim) Azime’yi çağırdı. Azime başladı anlatmaya;

“Osman’ın karısı idim. Lâkin bundan altı ay önce eşim Osman bir tartışma sırasında köyümüz halkından Hacı İsa oğlu Memiş Ali’ye “Kirkor” demiş. O da; yanındaki avanesine ‘Ben Kirkorluğu kabul etmem, sürün şunu köyden size iki okka şeker vereceğim’ demiş. Bu durum karşısında Osman; ‘sözüm kendime, kirkorluğu ben kabul ettim’ diyerek sözünü geri almış. Bu durumda Osman’ın yanında kalamazdım. Çünkü ben Osman’la evlendim Kirkor’la değil. Çektim gittim babamın evine. Kendim 15 yaşındayım.”

Osman’ın yüzü kızardı, itiraz eder gibi olsa da daha sonra çağrılan şahitler Bağdatlıoğlu Hüseyin, Kelağaoğlu Mehmet ve Yusuf, Erikçioğlu Mehmet Ali, Çavuşoğlu Mehmet, Binbaşıoğlu Hacı Hüseyin, Hacı İbrahimoğlu Molla Mehmet, Kerimoğlu Osman olayı doğruluyorlardı. Ama bu şahitlerden bir kısmı da hadiseden sonra Osman’la birlikte Hatip Molla Osman’ın evine giderek burada Osman’ın tevbe-i istiğfar getirdiğini ifadelerinde belirttiler. Osman gözünü Azime’den ayırmıyordu. Dili kopsaydı da o kelimeyi sarfetmeseydi. Ama oldu bir kere, dili sürçmüştü. Halinden çok pişman olduğu belliydi. Kadı’ya göre Osman’ın tövbe ettiği sabit idi. Azime de buna itiraz etmedi. Tam 18 gün süren davanın sonuna gelinmişti. Davalı, davacı ve şahitler Tokmacık’tan Yalvaç’a günlerce eşeklerle gelip gitmişlerdi “Kirkor Davası” için. 3 Temmuz 1907 günü Kadı kararını açıkladı: Azime koca evine dönecekti.

Azime’nin de yüzü gülmeye başladı. Nasıl ki; Hans Alman’ı, Johny Amerikalıyı, İvan Rus’u, Mehmetçik Türk’ü sembolize ediyorsa, Kirkor’un da Ermeni’ye veya daha geniş anlamıyla Türk olmayan, Müslüman olmayana söylendiğinin farkındaydı Azime gelin.

Bu yüzden Osman’ın “Kirkor” olmadığını mahkeme kararıyla ancak teyit ettirdikten sonra, “Osmanım’ın artık başımın üstünde yeri var” diyerek güle oynaya kocasının evine gitti 15 yaşındaki Azime Gelin.

Aslında Azime Gelin, üniversite mezunu değildi, öyle süsleyip çerçeveletip duvara astığı bir diploması da yoktu, belki de okuma- yazma bile bilmiyordu. İşin hukukî yönü bir yana, bilinen bir şey varsa asırlar öncesinden ta Orhun Abideleri’nden süzüle süzüle gelen şifahi Türk kültürü, “şeref”, “haysiyet” ve “millî vakar” kavramları O’nu böyle bir davranışa sevketmişti. Bunun da adı tek kelime ile “irfan” idi. (Bu davanın tutanakları, 274 Numaralı Yalvaç Şeriye Sicili, s.252- 256’dan nakleden; Nuri Köstüklü, Yalvaç’ta Aile, Konya 1996, s.76- 79, 127- 129)

bikmisbroker 21-03-2006 14:30

Mailime gelen bir yazidan aktarimdir..
 
AŞAĞIDAKİ YAZIYI BİR ORTAOKUL ÖĞRENCİSİ, OKULUNUN DUVAR GAZETESİNE
YAZMIŞ.

İNANILMAZ GUZEL VE FARKLI BİR BAKIŞ AÇISI
İYİ DE YAPMIŞ.

BOL MİKTARDA İLETELİM LÜTFEN...


Bu ülkede yasayan her insanin bağımsızlığını ve demokrasisini
borçlu olduğu
insan:

ATATÜRK...


Gençliğinde kot pantolon giyememiş.

Sevgilisinin elinden tutup
hasılat rekorları kiran bir sinema filmine gidememiş...
Padişah ona Trablusgarp Cephesi'nde görev verdiğinde, lüks uçak
şirketinin,
first class koltuğunda viskisini yudumlayarak görev yerine gidememiş...

Halkına bağımsızlık fikrini anlatabilmek için kortej
esliğinde
Mercedes'lerle gezememiş Anadolu'yu...
Kurtuluş hareketini başlatmak için 19 Mayıs'ta Samsun'a ayak basan
ayağında
spor ayakkabısı ya da kovboy çizmesi yokmuş...
Kazandığı her savaştan sonra savaş sahasına fırlayıp moral veren
mini etekli
ponpon kızlar da yokmuş...
Tarih kitaplarına bakılırsa, Yunanlıları İzmir'den denize
döktükten sonra
timsah yürüyüşü de yapmamışlar...
Ülkesinde yapacağı devrimleri, unutmamak için not
alacağı bir
cep bilgisayarı olmadığı gibi, kendisine suikast girişiminde
bulunacakları
da cep telefonundan öğrenememiş!
Atatürk için üzülüyorum. Dağ gibi adam, bir radyo programına faks
çekemeden,
İsmet Pasa için Safiye Ayla'dan bir istek parçası isteyemeden
gitti ..

Lozan Zaferi'nden sonra veya Cumhuriyet'in ilanından sonra
arabaya atlayıp
sabahlara kadar korna çalıp, elinde bayraklarla sokaklarda tur
atamadı.

Evinin balkonuna çıkıp, bir şarjör mermiyi havaya sıkamadı.
Atatürk'e acıyorum...



Sen kalk, dört kadınla evlenebileceğin bir
dönemde dünyaya gel,

sonra değerini bilmeyip tek kadınla evlilik sistemini
getir. Aaaah ah...
Çılgın diskolara gitmek, sabahlara kadar içip, içip rock yapmak,
babasının mersedesini alıp söyle bir Emirgan turu çekmek dururken...
Bunları yapmadı Atatürk...

Keyif çatmadı...
Tüm hayatini ülkesinin kurtuluşuna ve uygarlaşmasına harcadı...

ISTE ONUN IÇIN BÜYÜK ADAMDI ATATÜRK HER FIRSAT ELINDE VARDI. O ISE
SADECE
BU MILLETIN BAGIMSIZLIGINI ISTEDI.

BÜTÜN SUÇU

2 KADEH RAKI IÇMEKTI
O KADAR.....

Ramo 25-03-2006 11:27

Padişah'ın işi ne?
 
Sultan Murad Han o gün bir 'hoş'tur. Telaşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vaz geçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil.
Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:



- Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?



- Akşam garip bir rüya gördüm.


- Hayırdır inşallah...


- Hayır mı şer mi öğreneceğiz.


- Nasıl yani?


- Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.



Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Anlaşılan o ki, Padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt'a çıkar, döner Vefa'ya, Zeyrek'ten aşağılara sallanır.



Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar, sorarlar:



- Kimdir bu?


- Aman hocam hiç bulaşma, derler.


- Ayyaşın sarhoşun biri işte!


- Nerden biliyorsunuz?


- Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz...



Bir başkası tafsilâta girer:


- Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkârdır. Azaplarçarsısı'nda çalışır. Nalının hasını yapar... Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine..



Hele yaşlının biri çok öfkelidir:


- İsterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?..



Hasılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdili kıyafet mollalar kalırlar mı ortada! Tam Vezir de toparlanıyordur ki, Padişah keser yolunu:


- Nereye?


- Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.


- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem... Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebamızdır. Defini tamamlamak gerek.


- İyi ya, saraydan bir kaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.


- Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.


- Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?


- Mollalığa devam... Naaşı kaldırmalıyız en azından.


- Aman efendim, nasıl kaldırırız?


- Basbayağı kaldırırız işte.


- Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması, paklanması var. Tekfini, telkini...


- Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.


- Şurada bir mahalle mescidi var ama...


- Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?


- Ne bileyim, Ayasofya'dan, Süleymaniye'den, en azından Fatih Camii'nden...


- Ayasofya ile Süleymaniye\'de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii'ni iyi dedin. Hadi yüklenelim...



Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa... Usulü erkânınca bir güzel yıkarlar ki, naaş; ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü sâkilere benzemez. Hem manâlı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, Vezir'in de keza... Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar.
Ama namaz vaktine bir hayli vardır daha... Bir ara Vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.



- Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba...


- Nasıl yani?


- Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?


- Doğru, öyle ya, neyse... Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.



Vezir, cüzüne, tesbihine döner. Padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı
bekler gibidir.



- Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun.



Kadın eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar... Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından...



- Biliyor musun oğlum? Diye dertli dertli söylenir... Bizim efendi bir âlemdi, vesselâm. Akşamlara kadar nalın yapar... Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı.
Sonra getirip dökerdi helâya!


- Niye?


- Gençler içmesin diye...


- Hayret...


- Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi. Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek... O çeker
gider, ben menkîbeler anlatırdım onlara...



- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki...


- Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi. Tekbir alırken Kabe'yi görmeli...


- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?


- İşte bu yüzden Nişancı'ya, Sofular'a uzanırdı ya... Hatta bir gün; "Bakasın efendi, dedim. Sen böyle böyle
yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada..."


- Doğru, öyle ya?


- Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. İş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?


- Peki o ne dedi?


- Önce uzun uzun güldü, sonra; "Allah büyüktür hatun, dedi. Hem Padişah'ın işi ne?"

Ramo 15-04-2006 12:03

Karamanoğlu Mehmet Bey
 
Toplam 1 eklenti bulunuyor.
ŞİMDEN GERÜ HİÇ KİMESNE
KAPIDA, DİVANDA, MECLİSTE
SEYRANDA TÜRK DİLİNDEN
ÖZGE SÖZ SÖYLEMEYE



Karaman Bey'in ölümünden sonra, Selçuklu Sultanı IV. Rukneddin Kılıçaslan
(1264} Karaman Beyliği'nin idaresini Mehmet Bey'e vermeyip, Hutenoğlu Bedretlin
İbrahim'e vermiştir. Bedretlin İbrahim de isyan ederler korkusuyla Mehmet Bey ve
kardeşini yakalatarak hapsetlirmiştir. III. G. Keyhüsrev (1264) tahta geçince,
Mehmet Bey ve kardeşini hapisten çıkartmıştır.

Karamanoğlu Mehmet Bey, hapisten çıktıktan sonra Karaman civarına çekilerek, üstün zekası ve
idaredeki yetenekleri ile kısa zamanda beyliğini güçlendirmiştir.

SelçukluIar'ın Ahi ve Türkmenler'e (Karamanlılar'a) karşı takındığı tavır, Mehmet Bey'i Konya'ya
karşı harekete mecbur etmiştir. Moğollarla yapılan Kösedağ Savaşı (1243) ve daha sonraki yıllarda
Babai isyanları, Hatıroğlu'nun Niğde ayaklanması, Aksaray ve diğer yerlerdeki ayaklanmalar,
Selçukluları büyük oranda zayıflatmıştır.

Karamanoğlu Mehmet Bey'in 1277'de Konya'ya girerek Selçuklu tahtına naib olarak Siyavuş'u oturtması
ile iktidar; ezilen, horlanan, Türkmen, Avşar, Ahi ve Kara manlılar gibi Türkçe konuşan halkın eline
geçmiştir.

Karamanoğlu Mehmet Bey, Türkçe'nin devlet dili olarak konuşulmasını istiyordu. Çünkü dil, bir
milletin kültürünün geıişmesinde ve insanlar arası iletişimin sağlanmasında en büyük unsurdu. Bu
nedenle Karamanoğlu Mehmet Bey, 13 Mayıs 1277'de ünlü fermanını yayınlayarak Türkçe'yi yeni den
''devlet dili'' olarak ilan etmiştir.

Bu fermanla Ahmet Yesevi'den beri Türkçe söyleyip Türkçe şiir ve divan yazan Hacı Bektaş-ı Veli, Ahi
Evren, Aşık Paşa ile Türkmen, Yörük, Avşar kabileleri ve Yunus Emre'lerin dilleri kanunla koruma
altına alınmış oluyordu.

İşte Karamanoğlu Mehmet Bey'in Türkçe'yi devlet dili olarak kullanma fermanı, bu
halkın öz dilini konuşmasının en kutsal bir hak olduğunun belgesi olmuştur.

Karamanoğlu Mehmet Bey'in Konya'yı işgali, hem Moğolları, hem de zorunlu olarak
Moğollara vergi vermeye mahkum olan Selçukluları harekete geçirdi. Moğollar
AnadoIu'da vergilerini toplayıp asayişi sağladıktan sonra, Tebriz ve doğuya döndüler. AnadoIu'da
yeniden karışıklıkların meydana gelmesi üzerine, büyük bir Moğol ordusu iki koldan tekrar Anadolu'ya
saldırdılar. Karamanoğlu Mehmet Bey'in ordusuyla Kızıldağ veya Karadağ bölgesinde yapılan savaşta
çok can kaybı oldu. Mehmet Bey ile beraber kardeşIeri Tanu, Zekeriya ve amcazadeleri de bu savaşta
şehit düştüler.

Moğollar ölenlerin kimliğini bilmiyorlardı. Ölen askerlerin silah ve elbiselerini alırken
Karamanoğlu Mehmet Bey'i tanıdılar ve başını keserek Konya'ya götürdüler. (1283)

Eklenti 61

Ramo 15-04-2006 17:17

(İntikam)
 
Tarih sayfalarını aralamaya başladık,şöyle yakın tarihide dürbünleri dikelim Sayfaların arasına sıkışmış o kadar çok yaşanmış varki.Her biri bir ayrı bir ders.
-MUSTAFA MUĞLALI PAŞA
1901 yılında yaşamını adadığı Silahlı Kuvvetler'e katılan Muğlalı 1912-1913 yıllarında Balkan Savaşı'na, 1914-1918 yıllarında Birinci Dünya Savaşı'na katılır.Kurtuluş savaşında önemli görevler üstlenir.
-Onu hepimizin hafızalarıdan hiç gitmeyen meşhur.Menemen'de Kubilay'ı şehit eden gericileri yargılayan mahkemenin başkanlığını yaparken daha iyi tanırız.
sonrasında;
-1924 Şeh Sait isyanının bastırılmasında yer alacaktır.İstiklal mahkemelerinde görevler üstlenecektir.
-1924 İsyancılarının bir çoğunun techir kararını o verir.
-1938 dersim isyanın da önemli görevler aldığı bilinir.
-Bir dönem siyasi tarihimizde fırtınalar yaratacak oluşum da da o vardır.Bedelini en ağır o ödemiştir.Bir sürecin kurbanı seçilmiş ve kahrından ölmüştür.
Sevenleri onu anlatırken "dağ ancak böyle erir di" diyeceklerdir.

-Doğu Anadolu'da eşkıya ve kaçakçıların cirit attığı 1940'lı yılların başı... Devlet bölgede sıkıyönetim uyguladığı halde bir türlü soygunları, cinayetleri, ırza geçme olaylarını önleyemiyor.Başı bozukluk her yerde
Caniler bununla da kalmıyor, bölgede güvenliği sağlamak için canla başla görev yapan askerleri de pusuya dürüşüp arkadan vuruyor.
Sonra da Irak veya İran'a kaçıp kurtuluyorlar.
Bir süre sonra yeniden dönüp yine ortalığı kasıp kavuruyorlar.
Tam bir kargaşa hakim bölgeye.Çetelerin bir çoğu 1938 isyanından kurtulup haklarında arama emri bulunan eşkiyalar.

İşte o yıllarda çok deneyimli ve disiplinli bir asker olan Orgeneral Mustafa Muğlalı Üçüncü Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı'na getirilir.Bu olayların önlenmesinde görevlendirilir.

1943 yılında Van'ın Özalp İlçesi'nin sınır bölgesinde İran'a kaçmaya çalışan bir grup, güvenlik güçleri tarafından sıkıştırılır.Şiddetli çatışmadan sonra 33 eşkiya öldürülür.
-1946 seçimlerinde demokrat parti uzun pazarlıklar yaparak meclise girecek doğu milletvekilleri.Konuyu meclise getirirler.Suçsuz 33 kişinin öldürüldüğünü iddia ederek.
Cumhurbaşkanı İnönü ile Milli Savunma Bakanı Ali Rıza Artunkal, İçişleri Bakanı Hilmi Uran'ı sorumlu tutarlar.
-Aşiret ve kürt oyları nihayet bir parti bulmuş geçmişin intikamını almak peşindedir.
Aylarca süren tartışmalardan sonra 1943 yılındaki bu olay hakkında dava açılır ve 1947 yılında emekli olan Mustafa Muğlalı Paşa yargı önüne çıkarılır.

Muğlalı, yargılama boyunca bütün sorumluluğu üzerine alır ve zamanın hükümetini hiçbir şekilde suçlamaz.

önce ölüme mahkûm ediliyor sonra cezası 20 yıl hapse çevriliyor.
Askeri Yargıtay kararı bozar.
İkinci dava sürerken cezaevine kapatılan Muğlalı kahrından akli dengesini yitirir.

Kısa bir süre sonra da 1951'de 70 yaşında hayata gözlerini kapatır.

Tarihçiler bu olayı Yozgat kaymakamı kemal beyden sonra İkinci önemli olay olarak değerlendirilir.Anadolu isyancılarının ikinci kurşunu Muğlalıyı vuracaktır.

Ramo 22-04-2006 08:21

Mart 1921 - İnönü Ovası
 
Mart 1921 - İnönü Ovası

İnsanın iflahını kesen buz gibi bozkır ayazında Ethem Çavuş'un sırtı üşüyor, avuçları ise kızgın mermi kovanlarına çıplak elle dokunduğu için alev alev yanıyordu. Top atışı on sekiz saattir durmaksızın sürüyordu ve bunca süreden sonra elleri neredeyse duyarsızlaşmıştı. Sabit, artmayan, ıstırap verici sayılmayacak basit bir sızlama gibiydi sadece. Oysa her iki avucu da tamamen su toplamış, kabarmıştı. Mart ayazında esen poyraz, İnönü ovasından kalkan tozu düşmana doğru süpürüyor, süvariler düşman hatlarına doğru, poyrazdan da hızlı hücum ediyorlardı. At kişnemeleri, top gümbürtüleri, insan çığlıkları, tüfek sesleri, süngü ve kılıç şakırtıları birbirine karışmış, Ethem Çavuş'un yarı sağır kulaklarında değişmez, bitimsiz bir savaş uğultusu haline gelmişti. Her ses o tek sesin minik bir harmoniği, o polifonik ezginin bir anda işitilip kaybolan notaları gibiydi. Ethem Çavuş, 75 mm'lik topu durmaksızın dolduruyor, her seferinde besmele çekip keşif kolundan bildirilen menzillere kıyamet yağdırıyordu.

Artık otomatik hale gelmiş hareketlerle sandıktan mermi alıyor, topa sürüyor, ateşliyor, boş kovanı çıkarıp ayaklarının dibindeki başka bir sandığa atıyordu. O anda eline bir somun ekmek verseler, onu bile topun mermi yatağına sürebilirdi. Sandıkta kalan sondan üçüncü mermiyi aldığında bir an duraksadı. Merminin üzerine bir çaput sarılıydı. Hareketini yavaşlatan bu saçmalığa söverek çaputu sökerken avucuna kalem büyüklüğünde demir bir çubuk düştü. Çaputun ve çubuğun anlamını çözmeye çalışırken sarı metalden mermi kovanına kazınarak yazılmış yazıya gözü ilişti. Okumaya vakti yoktu. Mermiyi topa sürüp ateşledi. Demir çubuğu cebine, boş kovanını ise bu sefer sandığa değil yere attı. Taarruza ara verdiğinde merakını uyandıran yazıyı okumak istiyordu. Birkaç dakika sonra soğumuş olan kovanı kaybolmaması için yerden alıp mintanının yakasından içeri attı.

Akşam ezanı vaktinde çarpışma durulmuş, mevzileri ileri, düşman hatlarına doğru ilerletme emri gelmişti. Batarya komutanı, Ethem Çavuşa istirahat verdi. Yarım saatlik istirahatta erler top arabasını çekerlerken o da yemeğini yiyecek, namazını kılacaktı. İlk iş olarak boş kovanı çıkarıp üzerindeki yazıyı okudu.

Kovanın üzerinde "Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4. Alay 2. Tabur 8. Batarya 26 Rebiyülahir 1339* İnönü" yazıyordu. Birinci İnönü savaşının en kızgın günlerinden birinde düşülmüş not ve mermiyle gelen demir çubuk, İmalat-ı Harbiye atölyelerinde çalışanların bir mesaj istediğini gösteriyordu. Boşalan kovanlar Ankara'daki atölyelere yollanır, oradan tekrar doldurulup cepheye dönerdi.

Üç saat sonra gecenin iyice çökmesiyle savaş tamamen durulmuş, birlikler yeni mevzilerine yerleşmişti. Ethem Çavuş, cebindeki demir çubuğu çıkarıp bir köşeye oturdu. Ucu sivriltilmiş çubuk, bakır ustalarının 'kalem' dedikleri, metal üzerine desen oymaya yarayan keskin bir aletti. Eline yumruk büyüklüğünde bir taş alarak hafif tıklamalarla kendi mesajını kovana kazıdı.

"Aksekili Ethem Çavuş 8.Alay 3. Tabur 1.Batarya 20 Recep 1339** İnönü"

Beş gün sonra Ankara

Atölye'nin bir köşesinde cepheden gelen sandıkları açan kalfa, tezgâhlardan birinde harıl harıl çalışmakta olan ustaya seslendi. Sesinde, eşi doğum yapmış bir adama bebeğini müjdeleyen ebenin heyecanı vardı. "Kâmil Usta! Müjdemi isterim! Senin yavru cepheden dönmüş!" Tüm personel kalfanın ne söylemek istediğini anlamıştı.

Kısa bir süre için işler durdu. Hepsi sandıkların olduğu kısma koşturarak kovanın üstündeki yazıyı okumak için toplandılar. Tabii ki bu şeref Kâmil Ustaya aitti. Yüksek sesle Ethem Çavuşun notunu okudu.Atölyede bir bayram havası esmişti. Tüm çalışanlar, Kâmil Ustayı yeni baba olmuş biriymiş gibi kutluyor, hayır dualar ediyorlardı. Ustalar, iş tezgâhlarından birinin başında toplandılar. Kâmil Usta kovanın ağzının eğilen yerlerini düzeltip özenle kapsülünü yeniledi. İçine barutunu doldurduktan sonra yeni bir çekirdeği kovanın ağzına oturttu. Mermi hazır olunca, Ethem Çavuşun kovanın içinde geri yolladığı çelik kalemi yeni bir çaputla merminin üzerine sardı. Kundaklanmış mermiyi şefkatle tutarak yeni doldurulan bir sandığa yatırdı. Çalışanlar hep bir ağızdan "Allah kavuştursun" diyip işlerinin başına döndüler. Kâmil Usta, halen açık duran sandığa yatırdığı mermiye hüzünle bakıp "Selametle git aslanım. Allah muvaffak etsin. Çok bekletme bizi" dedi.

Kovan, Birinci İnönü savaşı sıralarında üzerindeki ilk notla Kâmil Ustanın eline geçtiğinde bu fikir doğmuştu. Karahisarlı Seyfi Çavuşun başlattığı bu geleneğin süreceğinden emin değildi; ama denemeye değerdi. Nitekim Aksekili Ethem Çavuş umutlarını boşa çıkarmamıştı. Cephede patlayan her merminin kovanı buradaki ustaların elinden geçtiğine göre bir aksilik olmazsa yeniden görüşeceklerdi.

Eylül 1922 - Ankara

Bir buçuk yıl içinde kovan sekiz kere daha atölyeye uğradı. Üzerindeki mesajların sayısı da sekize ulaşmıştı. Mesaj yazanların sekizi de başka alay ve taburlardan farklı kişilerdi. Kovan her keresinde atölyedekilere daha büyük bir coşku yaşatıyor, istiklâl savaşının her zorlu durağından Ankara'ya barut, kan ve zafer kokusu taşıyordu. Türk ordusunun İzmir'e girdiği gün Ankara'da bayram havası eserken kovan yeniden gelmiş, ama bu sefer tüm atölyeyi yasa boğmuştu.Kovanın içinde, çelik kalemin yanı sıra bir mektup ile bir tane de bakır künye vardı. Kovanın üzerine kazınmış dokuzuncu notta;

"Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4. Alay 2. Tabur 8. Batarya 12 Muharrem 1341*** Banaz" yazılıydı.

Atölyedekiler mektubu açıp okumaya koyuldular; "Bismillahirrahmanirrahim. Selamün aleyküm gayretperver ustalar.Allah'a şükürler olsun ki mendebur düşman kaçıyor. Muzaffer Türk ordusu beş gündür durup dinlenmeksizin kâfiri kovalıyor. Güzel İzmir'e, kalplerimizdeki imânımız kadar yakınız artık. İki gün evvel Banaz'daki muharebede bataryamın çavuşlarından Seyfi, kalleş düşmanın kurşunuyla şahadete ermiştir. Cenazesini sıhhiyecilere teslim etmeden önce mintanının içinde bu kovanı buldum. Malumunuzdur ki vefat eden neferin künyesi ailesine yollanır. Lâkin beş gün önce Karahisar'ı ele geçirdiğimizde, Seyfi Çavuşun ailesinin düşman tarafından katledildiğini öğrendik. Bu kahraman Türk evladı kederini yüreğine gömüp anacığını, babacığını defnedemeden düşmanın peşine düştü. Üç gün sonra kendisi de hakkın rahmetine kavuştu. Kovandaki yazılardan anladığım üzere bu topçu neferlerin bir ailesi de sizler olmuşsunuz. Bu sebeple Seyfi Çavuşun künyesini sizlere yolluyorum. Başınız sağ olsun. Hayır dualarınızı bizlerden, Fatihalarınızı aziz şehitlerimizden esirgemeyiniz. Hakkın rahmeti üzerinize olsun. Yüzbaşı Muhsin Talat. 4. Alay 2. Tabur 8. Batarya 14 Muharrem 1341 Salihli"

Mektup bittiğinde tüm personel ağlıyordu. Atölyeye bir ölüm sessizliği çökmüştü. Hiç tanımadıkları halde iki satır yazıyla kardeş oldukları Seyfi Çavuşun ardından Fatiha okuyup amin dediler. Amin, işin bahanesiydi. Ellerini yüzlerine sürüp çevrelerine belli etmeden gözlerini silmekti dertleri. Oysa her biri bir diğerinin de ağladığını biliyordu. Dışarıdan gelen neşe dolu marş sesleri bile kederlerini dağıtamıyordu.

İzmir'in dağlarında çiçekler açar

Altın gümüş orda sırmalar saçar

Bozulmuş düşmanlar sel gibi kaçar

Yaşa Mustafa Kemal Paşa Yaşa

Adın yazılacak mücevher taşa.



Kâmil usta yutkunarak tezgâhının başına oturdu. Kovanı yeniledi ama bu sefer, minik iki perçinle Seyfi Çavuşun künyesini kovanın dibine çaktı. Yine her zamanki merasimle mermiyi kundaklayıp sandığa yatırdı. Oysa o mermi bir daha düşman mevzilerine gönderilmeyecekti.

Ocak 1923 - Ankara

Savaşın bitmesinin ardından Ankara'daki mühimmat depolarında sayım ve temizlik yapılıyordu. Sandıklar tek tek açılıyor, mermiler sayılıp yeniden sandıklanıyor, kayda geçirilip daha tertipli bir cephaneliğe gönderiliyordu. Teğmen Hamdi Vâsıf, Kâmil ustanın hazırlayıp kundakladığı mermiyi buldu. Böyle bir anının -belki de yıllarca- sandıkların içinde kalmasına gönlü elvermedi. Ciddi bir suç işliyor olmayı göze alıp mermiyi evine götürdü. Niyeti, ömrünün sonuna kadar mermiyi bir anı olarak saklamaktı. Öyle de oldu; ama mermi bir kez daha kullanıldıktan sonra Hamdi Vâsıf'ın evinde, camekânlı konsolun içindeki yerini alacaktı. Üstelik teğmen, bir tesadüf eseri merminin hikâyesini öğrenecek, bu hikâyeyi hatıratında yazacaktı.

29 Ekim 1923 - Ankara

Teğmen Hamdi Vâsıf Ankara kalesine çıkan dik sokakları koşarak tırmanıyordu. Soğuğa rağmen kan ter içinde kalmıştı. Surlara ulaşınca 75 mm'lik toplardan birinin yanına koştu. Yarım saat önce 20:30 sıralarında meclisten, cumhuriyetin ilan edildiği duyurulmuştu. 101 pare top atışıyla cumhuriyet kutlanıyordu ve Seyfi Çavuş'un mermisi bu şöleni kaçırmamalıydı. Yetmiş, belki de sekseninci atışta topçuların yanına ulaşabilmişti. Yüzbaşı Muhsin Talat'ın yanına giderek sert bir asker selamı verdi.

"Hamdi Vâsıf Edirne! Bir maruzatım var komutanım"

Yüzbaşı sorar gözlerle genç subaya bakıyordu.

"Evet teğmenim? Sizi dinliyorum"

Teğmen, üniformasının içinden mermiyi çıkarıp yüzbaşıya uzattı.

"Yüzbirinci pareyi en çok bu mermi hak ediyor komutanım. Müsaadenizle bu şerefi ondan esirgemeyelim"

Yüzbaşı Muhsin Talat gözlerine inanamamıştı. Sevinç gözyaşlarını tutamadı. Hamdi Vâsıf'a defalarca teşekkür ediyor, çevresindeki askerlere mermiyi sökebileceği bir iki alet getirmelerini emrediyordu. O kadar heyecanlanmıştı ki neredeyse aralarındaki rütbe farkına bakmaksızın genç teğmenin ellerini öpecekti. Mermiyi alıp çekirdeğini dikkatlice yerinden çıkardı. Kovanın tepesine bir bez parçası tepip iyice sıkıştırdı. Subay şapkasını çıkarıp surun üzerine koydu. Mermiyi şapkanın içine yatırdı. Toplar atışlara devam ediyordu. 82, 83, ...97, 98, 99...On dakika kadar sonra, atışları sayan çavuş

"Yüzüncüyü attık komutanım" diyince, Muhsin Talat, kovanı topun yatağına kendi elleriyle sürerek ateş emrini verdi. Subayların kılıçlarını çekerek >selamladığı o son top sesi Ankara'nın her duvarından yankıyıp dört yıllık istiklâl savaşının tüm hikâyesini anlatmıştı sanki. Rütbe ve mevkilerine bakmaksızın topun başındaki tüm askerler kucaklaşarak birbirlerini kutladı. Son olarak Yüzbaşı Muhsin Talat ile Teğmen Hamdi Vâsıf sarıldılar. Kovan ayaklarının dibindeydi. Yüzbaşı eğilip saygıyla kovanı yerden aldı. Avuçlarının yanmasına aldırmadı bile. Hamdi Vâsıf, yüzbaşının kovanı biliyor olmasına şaşırmıştı. Muhsin Talat, sorar gözlerle kendisine bakan genç subaya ötedeki, üzeri son baharın son kır çiçekleriyle ve iki küçük Türk bayrağıyla süslenmiş masayı işaret etti.

"Gelin teğmenim. Bizim çocuklar çay demlemiş. Çay içip sohbet edelim. Size kovanın hikâyesini bildiğim kadarıyla anlatayım ve sizin hikâyenizi dinleyeyim"

Dört gün sonra kovan, Millet Bahçesinde bir tahta masanın üzerindeydi ve çevresinde üç adam oturmuş sohbet ediyorlardı. Yüzbaşı Muhsin Talat, Teğmen Hamdi Vâsıf ve Kâmil Usta. O gün aralarında bir karar aldılar. Kovanı her yıl cumhuriyet bayramında değiş tokuş etmek üzere nöbetleşe saklayacaklardı. Kovanın nihai sahibi, içlerinde en son ölen kişi olacaktı. 1936 yılında Kâmil ustanın ve 1942 yılında Muhsin Talat'ın vefat etmesiyle kovan Hamdi Vâsıf Gazikovan'a kaldı. 1934'deki soyadı kanununda bu üç adam da "Gazikovan" soyadını almışlar, kovanın aracılığıyla isim kardeşi olmuşlardı. Aralarındaki ülkü kardeşliği ise zaten yadsınamazdı. "Kovan" sözcüğü insanlarda "Kovalayan" anlamını çağrıştırıyordu. Bu yüzden üç adam da soyadlarının anlamını sorana sormayana, hikâyeyi heves ve gururla anlatıyorlardı.

Temmuz-2005 İstanbul

Gazikovan ailesinin evi"Alooo! İyidir kanki yaa nolsun! Siz ne ayardasınız? Bizim valide sultan akşam akşam iş çıkardı başıma... Taşınıyoruz ya; bodrumdaki öteberiyi toplayacakmışım. Bir sürü ıvır zıvır var. Bir hurdacı çağıralım dedim dinletemedim.... Ya ! Gelirim gelmesine de annem yaratık gibi dikilmiş başıma hareket çekiyor... Tamam baba. Araşırız. Baaay!"

Evin 20 yaşındaki oğlu Sertan telefonu kapatıp annesine ters bir bakış fırlattı;

"Ne var yaa? Ne kaynaşıp duruyon?"

"Doğru konuş yırtarım ağzını. Bodrumu toplamadan hiçbir yere gidemezsin"

"Tamam yaa! Toplayacağız işte"

"Hadi sallanma"

Sertan karanlık ve nem kokan bodrumun ışığını yakıp ayaklarının dibinde yığılı karton kolilere sıkı bir tekme savurdu. Nereden başlayacağını bilmez bir halde kolilere bakarken bir tanesini sinirle tepetaklak etti. Koliden dökülenlerin en üstünde sedef kakmalı ahşap bir kutu gözüne çarptı. Kutuyu açıp içindeki kovanı çıkardı. Bir süre üstündeki Osmanlıca yazıları inceledikten sonra kutudaki meşin kaplı defteri eline aldı. Mürekkepli kalemle muntazam bir yazıyla doldurulmuş defteri okumaya koyuldu. Neyse ki defterdeki yazılar Latin alfabesiyle yazılmıştı;

"Evlatlarım, torunlarım! Bu kovan şanlı bir tarihin tezahürüdür. Üzerinde yazanları yeni alfabemizle bir arka sayfaya not ettim. Bu defterdeki hikâye ve kovan, sizlere intikal ettirdiğim en kıymetli mirâsımdır. Sakın ola ki yitirmeyin ve satmayın. Kıymet bilmezlerin himâyesine vermeyin. Gerekli hürmeti ondan esirgemeyin. Evinizde, vatan kadar kutsal yegâne varlık varsa o da bu emanetimdir. Hakkın rahmeti ve inâyeti üzerlerinize olsun. Babanız, dedeniz, Emekli Albay Hamdi Vâsıf Gazikovan. 29 Ekim 1953"

Hamdi Vâsıf ve eşinin 1956 yılında bir deniz kazasında ölmelerinin üzerine eşyaları, acılı aileye yardım etmek isteyen konu komşu tarafından toparlanıp oğulları Şerif ve kızları Hamiyet'in evlerine götürülmüştü. İşe yarar eşyalar iki evde kullanılırken, kutuların çoğu yıllar boyu hiç açılmamış, bodrum katlarda neredeyse çürümeye terk edilmişti. Babasının kovan hakkındaki hikâyesini defalarca dinlemiş olan Şerif Bey, bir yığın eşyanın arasından kovanı bulup çıkarmaya üşenmiş, her aklına geldiğinde bir sonraki sefere ertelemişti. Lâkin kovan gün yüzüne çıkamadan Şerif bey de Hakkın rahmetine kavuştu. Ardında, hikâyeyi önemsemeyecek kadar az bilen iki evlat bırakarak. Hamdi Vâsıf'ın bu en değerli mirasına elli yıl sonra ilk dokunan, torununun çocuğu Sertan oldu. Genç adam loş ışıkta defterin sayfalarını hızlı hızlı çevirerek her sayfadan birkaç cümle okudu. Defterde yazılanlar çok da ilgisini çekmemişti. O sırada çalan cep telefonunu yanıtladı;

"Alooo! .....Hadi yaa! Mega fikir!................Tamam moruk. Geliyorum. Bekleyin. Kızlardan kimler var?................Uff! Kadroya bak! Pelin'e dokunanı yakarım bilmiş olun"

Elindeki kovanla defteri duvarın dibine doğru fırlatıp bir küfür savurdu "Ulan başlarım kovanınadaaaa, defterine deee!" . Söve saya merdivenleri çıktı. Annesinin bağırtılarını kulak arkası ederek kapıyı çarpıp kendini sokağa attı. Alemlere akmaya gidiyordu.

Bir hafta sonra hamallar Gazikovan ailesinin eşyalarını Sarıyer'deki yeni evlerine indirirken, Maltepe belediyesinin temizlik işçileri ise boş evin önündeki karton kutuları çöp arabasına yüklüyorlardı. Aracın hidrolik presi tıslayarak kutuları hazneye sıkıştırırken yükselen çatırtılar, bir milletin kadir bilmezliğine yakılmış ağıt gibiydi. Çatırdayan, kovanın sedef kakmalı tabutu değildi tabii ki. Cumhuriyetin yitirilen ruhuydu. Mustafa Kemal'in tüm kötülükleri, cehaleti, geriliği ve aczi içine hapsedip kilitli bir şekilde milletine emanet ettiği Pandora kutusuydu. Çeyrek asır süren bir diriliş efsanesinin, yarım asır daha sonra gördüğü muameleye isyanıydı. Ve hatta, Sertan'ın yaşındayken şehit olan Karahisarlı Seyfi Çavuş'un kemikleriydi.

Sevgiyle kalin..

bikmisbroker 10-05-2006 03:06

Bu memleket belki 10 tane daha Kanuni cikarir ama, bu gozler 1 tanesini gorurmu??
 

Ramo 15-05-2006 21:51

Türkiye'de Yeni Bir Ulusal Yükseliş Dalgasının Simgesi Haline Gelen Şu Çılgın Türkler, Turgut Özakman'ın Kendi Anlatımları Ve Tarihsel Görüntülerle Elinizdeki Belgesel Yapımda Canlanıyor.
Emperyalizme Karşı, Ulusal Kurtuluş Savaşımızın Ve Kahramanlarının İnanılmaz Destanı...
Kurtuluş Savaşı''nın Başlangıç Evresinden, Ulusal Devletin İnşasına Kadar Uzanan Tüm Tarihi Dönem...
Anadolu İhtilalinin Bilinmeyen Olayları Ve Kahramanları...
Turgut Özakman''ın Anlatımları Ve Tarihsel Görüntülerle...
Yeni Kuşakların İlgiyle İzleyerek, Tarihimizi Öğreneceği, Benzersiz Bir Armağan. Bir Başyapıt...

Bolum 1: Yikim ve Somurgelesme
Bolum 2: Dur!…Burasi Canakkale
Bolum 3: Yuzyillik Suikast: Sevr
Bolum 4: Ihanet ve Vahdettin
Bolum 5: Kurtulusa Dogru
Bolum 6: Anadolu'da Coban Atesleri
Bolum 7: Secr'den Misak-i Milli'ye
Bolum 8: Kuvayi Milliye
Bolum 9: Bir Milletin Dogusu
Bolum 10: Zafere Dogru
Bolum 11: Emperyalizme Karsi Zafer: Lozan
Bolum 12: Onur ve Zafer
Bolum 13: Bagimsiz Turkiye

Bolum 01-07 Linkleri


http://rapidshare.de/files/18801202/...TRC.part01.rar
http://rapidshare.de/files /18803394/...TRC.part02.rar
http://rapidshare.de/files/18805862/...TRC.part03.rar
http://rapidshare.de/files/18808400/...TRC.part04.rar
http://rapidshare.de/files/18811216/...TRC.part05.rar
http://rapidshare.de/files/18814265/...TRC.part06.rar
http://rapidshare.de/files/18817882/...TRC.part07.rar
http://rapidshare.de/files/18821459/...TRC.part08.rar
http://rapidshare.de/files/18825303/...TRC.part09.rar
http://rapidshare.de/files /18832880/...TRC.part10.rar
http://rapidshare.de/files/18836942/...TRC.part11.rar
http://rapidshare.de/files/18886279/...TRC.part12.rar
http://rapidshare.de/files/18884422/...TRC.part13.rar
http://rapidshare.de/files/18884396/...TRC.part14.rar

http://rapidshare.de/files/18886074/...TRC.part01.rar
http://rapidshare.de/files/18886076/...TRC.part02.rar
http://rapidshare.de/files/18885845/...TRC.part03.rar
http://rapidshare.de/files /18886097/...TRC.part04.rar
http://rapidshare.de/files/18886095/...TRC.part05.rar
http://rapidshare.de/files/18886382/...TRC.part06.rar
http://rapidshare.de/files/18889093/...TRC.part07.rar
http://rapidshare.de/files/18889092/...TRC.part08.rar
http://rapidshare.de/files/18889119/...TRC.part09.rar
http://rapidshare.de/files/18889123/...TRC.part10.rar
http://rapidshare.de/files/18887776/...TRC.part11.rar

8-10. BÖLÜM LİNKLERİ

http://rapidshare.de/files/19511018/...TRC.part11.rar
http://rapidshare.de/files/19511493/...TRC.part01.rar
http://rapidshare.de/files/19511597/...TRC.part02.rar
http://rapidshare.de/files/19511615/...TRC.part03.rar
http://rapidshare.de/files/19511629/...TRC.part05.rar
http://rapidshare.de/files/19511641/...TRC.part04.rar
http://rapidshare.de/files/19511654/...TRC.part06.rar
http://rapidshare.de/files/19511663/...TRC.part07.rar
http://rapidshare.de/files/19511696/...TRC.part08.rar
http://rapidshare.de/files/19511733/...TRC.part09.rar
http://rapidshare.de/files/19511775/...TRC.part10.rar

Banada bir arkadaş maillemiş.ancak birini indirebildim ve çok hoşlandım.Bunları Cd haline getirip paylaşmanın yollarını bulmalı.saygılar

Ramo 15-05-2006 22:25

Sanırım linkleri pastalarken bir sorun oluyor.Bu sayfadan alınız.

http://www.rmaden.somee.com/atatur.htm

TheSecret 15-05-2006 22:44

Alıntı:

Ramo´isimli üyeden Alıntı
Sanırım linkleri pastalarken bir sorun oluyor.Bu sayfadan alınız.

http://www.rmaden.somee.com/atatur.htm

http://rapidshare.de/files/18801202/...TRC.part01.rar

Üstüne sağ tıklayıp kısayolu kopyala dediğiniz taktirde kısaltılmış şekilde görünen yolun tam şeklini kopyalamış olursunuz...

Ramo 19-06-2006 17:21

Tarih Yazanlar
 
Istanbul Hukumetinin Harbiye Naziri Ziya Pasa her zamanki yumusakligi ile, "Beyler.." dedi, ".. Ingilizlere kafa tutamayiz. Adamlarin hic sakasi yok. Daha gecen gun, bir bahane icat ederek Izmit'i tekrar isgal ediverdiler."

Sari Atlas doseli buyuk oda, nezaretin ileri gelen subaylari ile doluydu. Hurriyet ve Itilaf Partisi yanlisi olan birkac gerici subay disinda hepsi, Anadolu'ya gecmeye coktan hazir, Ankara'nin Istanbul'da kalmalarini gerekli gordugu namuslu askerlerdi. Kapi acildi, kapinin boslugu icinde yaver gorundu:

- "Emrettiginiz yuzbasi geldi efendim."

- "Iceri al."

Nazir subaylara bilgi verdi:

- "Az once sozunu ettigim talihsiz olayin faili."

Yuzbasi bekletmeden iceri girdi, kaygili bakislarla kendisini izleyen subaylarin arasinda hizla ilerleyerek nazirin masasi onunde durdu, selam verdi:

- "Yuzbasi Faruk, Istanbul. Beni emretmissiniz."

Uzun boylu, kumral, yakisikli, biraz bickin havali bir subaydi. Nazir onundeki yaziya bakarak yumusak sesle,

"Oglum.." dedi, ".. dun aksam Beyoglu'nda, Ingiliz Inzibat Subayi Tegmen Miller'i, emre ragmen
selamlamamissin. Dogru mu?"

- "Evet efendim, dogru."

Nazir, durust subaya babacanca yol gosterdi:

- "Herhalde gormedigin icin selamlamadin, degil mi cocugum?"

- "Hayir efendim, gordum."

Nazirin cani sikildi:

- "Niye selamlamadin oyleyse? Selamlamaniz icin emir verilmisti." -

"Rutbesi benden kucuk oldugu icin selamlamadim Pasam. Askerlik toresince, once onun beni selamlamasi gerekmez miydi?"

Ziya Pasa derin bir kederle ellerini acti:

"Askerlik toresi mi kaldi a yavrum? Adamlar galibiyet haklarini kullaniyorlar. Ingiliz Komutanligi
bu sabah olayi protesto etti. Mesele cikarilacak zaman degil. Hemen su muzevir tegmeni bul da ozur dile. Olayi kapatalim."

Basiyla cikmasi icin izin verdi. Ama yuzbasi yerinden kipirdamadi:

- "Pasam, bir de beni dinlemenizi rica ediyorum."

Nazir bikkinlikla, "soyle bakalim" dedi.

"Balkan savasinda tegmendim. Canakkale'de ustegmen, Suriye cephesinde yuzbasi oldum. Ben bu rutbeleri tek basima savasarak almadim. Her rutbemde binlerce sehidin ve gazinin hakki var. Onlarin hakkini korumak namus borcumdur. Beni affedin, ozur dileyemem."

Harbiye Naziri bozuldu:

- "Anlamadin galiba. Harbiye Naziri olarak emrediyorum."

Yuzbasi suk€ ûnetle, "Anladim efendim" dedi, apoletlerini bir hamlede sokup nazirin masasina birakti:

- "Artik emrinizi dinlemek zorunda degilim!" Selam vermeden donup kapiya yurudu. Oturan subaylarin, Istanbul'u tutan birkaci disinda, hepsi saygiyla ayaga firladi. Hepsinin rutbesi yuzbasidan daha buyuktu.

Gozleri dolarak, yuzbasiya selam durdular...

Ramo 25-08-2006 21:03

Hikaye Turgut Özakman'nın "Şu Çılgın
Türkler" adlı kitabından alınmıştır.

Olay 1920 yılında işgal altında İstanbul'da,
Ankara'ya para yardımı yaparken geçer.
Sabah İstanbullular, Kızılay'ın çağrısına
uyarak para yardımı yapmak üzere gazetelerde
sıraya girdi. İleri gazetesinin dar iderhanesine
sığmayanların büyük bir kısmı, dışarda kalmıştı.
Kaldırımın sonunda bir işgal devriyesi göründü.
Düzenli adımlarla yaklaşmaya başladı. İşgal
askerlerine, her zaman kenara çekilerek yol
veren İstanbullular, bu sefer kıllarını bile
kıpırdatmadılar. Devriye kolu, kalabalığın
arasından geçmeyi göze alamadı, yola inerek
geçip gitti.
İçerde, daha afyonu patlamamış olan huysuz
idare memuru, bir deftere,söylene söylene,
bağış yapanların adını ve bağış miktarını
yazıyordu.
"Kahveci Ali, 100 kuruş"
"Eskici Yusuf, 50 kuruş"
"Hallaç Asım, 75 kuruş"
"Bakkal Ahmet, 100 kuruş"
"Terlikçi Adem, 200 kuruş"
Sırada, küçük cılız bir oğlan vardı. Bir önceki
bağışçının çocuğu sanan memur, öfkeyle, yürüyüp
yol vermesi için işaret etti. Ama çocuk yürümedi,
büyük bir ciddiyetle, bütün servetini çıplak
masanın üzerine bıraktı:
"Hasan, 5 kuruş"
Suratsız idare memuru birdenbire gözleri doldu.
Ağladığını göstermemek için yüzünü, kocaman
mendilinin arkasına saklayarak gürültü ile
burunu sildi.

buena vista 03-09-2006 09:21

Lübnan’a barış gelsin diye 1860’ta kendi valimizi bile idam etmiştik
 
Türkiye günlerden buyana Lübnan’a asker gönderilmesi meselesini tartışıyor, hemen her ihtimalin üzerinde duruluyor ama Lübnan yüzünden geçmişte başımıza neler geldiği ve "Türk" kavramının Lübnanlılar için ne ifade ettiği konularında hiçkimse birşey söylemiyor ve yazmıyor.

Biz, "Lübnan’a barış gelsin de ne olursa olsun" diyerek 1860’ta kendi valimizi bile idam etmiştik ama Avrupa ülkeleri "insani yardım" bahanesiyle o zaman da Beyrut’a donanmalarını gönderip asker çıkartmışlardı.

TÜRKİYE, günlerden buyana cumhurbaşkanından sıradan vatandaşına kadar Lübnan’a asker gönderilip gönderilmemesi meselesini tartışıyor. Meclis önümüzdeki Salı günü olağanüstü toplanacak ve Lübnan’a asker yollanması konusu o gün karara bağlanacak.

Bütün bu tartışmalar sırasında Hizbullah ile siláhlı çatışmaya girme ihtimalinden süngü savaşına, insani yardım kavramından çevremizdeki olaylara seyirci kalıp kalmamaya ve hattá Lübnanlı Ermeniler’in tavrına kadar hemen her türlü alanda fikir yürütüldü. Ama çok önemli başka konularda, meselá Lübnan’ın imparatorluğumuzun parçası olduğu dönemlerde başımıza neler geldiği ve "Türk" kavramının Lübnanlılar için neler ifade ettiği hususlarında hiçkimse birşey söylemedi ve yazmadı.

İşte, asker göndermeye son derece hevesli olduğumuz halde bu konularda sessiz kaldığımızı görünce, son 150 senelik Lübnan maceramızı özetleyeyim dedim.

Lübnan, Osmanlı topraklarına 1516 Ekim’inde katıldı. Bugün várolan Şii nüfus eski devirlerde hemen hemen yok gibiydi ve halkın çoğunluğunu 19. yüzyıla kadar Dürziler ile "Maruni" denilen Hristiyanlar teşkil ediyordu. İmparatorluk, Lübnan’a asırlar boyunca valiler ve kaymakamlar göndermiş ama bölgeyi geçmişi tááá Haçlı Seferleri’nin yaşandığı döneme uzanan bir sistemle, "Lübnan emiri" ünvanı verilen Dürzi derebeyler vasıtasıyla idare etmişti.

Dürzi ve Maruni toplumlar arasında çatışmalar bitmek bilmiyordu. Bu çatışmaların yanısıra beylerin de zaman zaman ayaklanması devletin başına büyük meseleler açtı ama Lübnan’da 19. yüzyılın ilk çeyreğine kadar uluslararası boyutta çok önemli bir olay yaşanmadı.

185 İDAM KARARI

Asıl önemli hadiseler 1840’lardan itibaren vergi tahsili yüzünden çıktı ve 1858 ile 1860 yılları arasında meydana gelen Dürzi-Maruni mücadelesi sırasında binlerce kişi hayatını kaybetti. Derken olaylar Şam’a da sıçradı ve oralarda da çok sayıda kişi hayatından oldu.

Lübnan’da toplumlar arasında kalıcı bir barış tesis etmenin sadece güç kullanarak mümkün olabileceğine inanan İstanbul, Tanzimat döneminin meşhur devlet adamlarından olan zamanın Hariciye Nazırı yani Dışişleri Bakanı Keçecizáde Fuad Paşa’yı tam yetkiyle bölgeye gönderdi. Paşa, Avrupa’nın Lübnan’da olup bitenlere karışmak üzere olduğunun farkındaydı ve müdahaleyi önleyebilmek için gayet sert tedbirlere başvurdu. Müslümanlar’ın zarar gören Hristiyanlar’a toplam 75 milyon kuruş tazminat ödemesini sağladı ve olaylara katılanları iki ayrı askeri mahkemeye sevketti. Mahkemeler, sadece birkaç gün devam eden yargılamadan sonra 185 kişinin idamına karar verdiler.

Ama kararda bir tuhaflık vardı, zira idama mahkûm olanların başında Şam Valisi Maraşal Ahmed Paşa geliyordu. Ahmed Paşa, kararın açıklanmasından sonra "Devletin dertleri benimle sona erecekse, kanım helál olsun" diyecek, kendisini kurşuna dizecek olan idam mangasına da ateş emrini bizzat verecekti.

İşte biz, Lübnan’da huzuru sağlayabilmek maksadıyla kendi maraşalimizi bile idam etmekten çekinmemiştik.

Avrupa’nın zengin bir memleket olan Lübnan’da hákimiyet kurabilmek maksadıyla günümüze kadar devam eden müdahaleleri de tam o dönemde başladı. İngiltere Dürziler’i, Fransa ise başta Maruniler olmak üzere diğer Hristiyan grupları "himaye" bahanesiyle seneler öncesinden zaten siláhlandırmıştı ve Bábıáli’ye "Lübnan’a ortak müdahale" teklif ettiler.

Türkiye, o yılların "hasta adamı" idi, talepleri kabulden başka zaten çaresi yoktu ve 5 Eylül 1860’ta Paris’te imzaladığımız bir protokolle Lübnan’a "Avrupa askeri gücü" gönderilmesini kabul ettik! Birkaç hafta sonra, beş İngiliz, beş Fransız, iki Rus ve bir de Avusturya savaş gemisi Lübnan sahillerindeydi. İşin tuhaf tarafı, Paris Protokolü’ne taraf olmayan İspanya ile Yunanistan’ın da yağmadan pay kapmaya çalışmaları ve "insani yardım" bahanesiyle Lübnan’a savaş gemilerini göndermeleriydi.

Babıáli ise, Fuad Paşa’nın olayları yatıştırmış olmasına rağmen Paris’in bitmeyen baskılara dayanamadı ve Fransa "barışı sağlama" bahanesiyle 1860 Eylül’ünde Beyrut’a 6 bin asker çıkarttı. Bu, batılı devletlerin Lübnan’a yaptıkları askeri müdahaleler tarihinin başlangıcıydı.

Avrupa bu kadarla da yetinmedi ve Lübnan’a bir de "siyasi komisyon" gönderdi ve komisyon, Bábıáli’ye birkaç ay sonra raporla ültimatom arasında bir belge verip Lübnan’ın yönetim, hukuk ve ekonomik bakımlardan özerk olmasını istedi. Biz yine çaresizdik ve 1861’in 9 Haziran’ında imzaladığımız ve tarihlere "Beyoğlu Protokolü" adıyla geçen belge ile, Lübnan’da káğıt üzerinde bize bağlı ama içişlerinde tamamen serbest bir yönetim kurulmasını kabul ettik. Lübnan’ı artık Hristiyan bir "mutasarrıf" yani valiyle kaymakam arasındaki bir yönetici idare edecek, bu mutasarrıf Lübnanlı olmayacak, tayini Avrupa’nın kabulünden sonra geçerli sayılacak ve Avrupa’nın himayesi altında bulunacak ve bölge herşeyiyle özerk olacaktı.

ÇOK ACI HATIRALAR

Suriye ile Lübnan’ın Birinci Dünya Savaşı sonrasında Fransız hákimiyetine girmesinin temeli, işte bu Beyoğlu Protokolü’dür.

Lübnan, Birinci Dünya Savaşı’na kadar bu şekilde idare edildi ve Avrupa en ufak bir bahaneyi bile bölgeye müdahale vasıtası olarak kullandı. Biz, Beyoğlu Protokolü’nü ancak Birinci Dünya Savaşı’na girmemizden bir yıl sonra, 11 Temmuz 1915’te iptal ettik ve Lübnan’a 1861 öncesinde olduğu gibi yine Müslüman idareciler gönderdik. Ama, İttihad ve Terakki Partisi’nin liderlerinden Cemal Paşa’nın Lübnan’daki bir uygulaması, Arap dünyasının hafızasında bugüne kadar silinmeyen son derece acı izler bıraktı. Paşa, Beyrut’a yarım saat mesafedeki Áliye kasabasında kurduğu askeri mahkemenin kararıyla, 1915 Ağustos’u ile 1916 Mayıs’ında Arap dünyasının önde gelen siyasetçileriyle entellektüellerinden 21 kişiyi Şam’da idam ettirdi. Cemal Paşa bu idamlardan sonra Arap dünyasında "seffáh" yani "kan dökücü" diye anılmaya başlayacak, idamların acı hatırasını her zaman canlı tutmak maksadıyla Şam’da ve Beyrut’ta anıtlar dikilecek, Lübnan ve Suriye, 1918 sonbaharında da elimizden çıkacaktı.

Lübnanlılar, bugün "Osmanlı" yahut "Türk yönetimi" dendiği anda herşeyden önce, Áliye Divanıharbi’nin kararlarını, yani bu idamları hatırlarlar.

Biz, şimdi asker göndermeye pek hevesli olduğumuz Lübnan’dan işte bu hatıralarla ayrıldık.

Murat BARDAKÇI mbardakci@hurriyet

Ramo 03-09-2006 12:37

DÖrt EylÜl
 
Dört Eylül denince aklımıza ilk ne geliyor?
Dört Eylül çok önemli; Türkiye Cumhuriyeti’ne giden yolun ilk harcının atıldığı günlerden biri. Belki de en önemlisi!
Mustafa Kemal 4 Eylül 1919, Perşembe günü öğleden sonra, saat 15.00’da şu konuşmayı yapıyordu:
“Efendiler... Malumlarıdır ki, milliyetler esasına dayalı vaatler üzerine 30 Ekim 1918 tarihinde itilaf devletleri ile mütareke imzalandı. Milletimiz adilane bir barışa erişeceğini ümit etti. Halbuki mütareke hükümleri vatan ve milletimiz aleyhine her gün bir şekilde suiistimal ve taarruz ve zorlama suretiyle tatbik edildi. İtilaf devletlerinden kuvvet alan memleketimizde Hıristiyan unsurlar milletimizin haysiyetini kırma ve bozma mahiyetinde çılgınca harekata koyuldu. Batı Anadolu’da İslam’ın mukaddes ocağına giren Yunan zalimleri itilaf devletlerinin hoş gören bakışları karşısında canavarca facialar yaptı. Doğuda Ermeniler Kızılırmak’a kadar genişleme hazırlıklarına ve şimdiden sınırlarına kadar dayanan katliam siyasetine başladı. Pontus Krallığı hayalinin gerçekleşmesine bile çalışıldı....”
Yurdun dört bir yanı işgal edilmişti.
“... Devletin can evinde yabancı tekel ve tahakkümü kuruldu ve bütün bu hak kırıcı saldırılara karşı merkezi hükümet ihtimal ki tarihte bir misli daha görülmemiş şekilde tahammül etti. Ve daima zayıf ve aciz bir mevkide kaldı işte bu ahval milletimizi şiddetli bir uyanışa sevk etti...”
“ Efendiler, milletimizin sizler gibi aydınları(sayesinde)... manzaranın elemli karanlıklarından ümitsiz olmadılar.”
“Efendiler, itilaf devletlerinin haksızlıkları ve merkezi hükümetin zaaf ve aczi karşısında, milletimiz varlığını ispat ve fiili tecavüzlere karşı namus ve bağımsızlığını fiilen müdafaa hükmünü vermek zorunda kaldı...”
“ Bilhassa Ermenilerin vahşet ve zulümlerine sahne olmuş yaslı sınır vilayetlerimiz milli namus ve bağımsızlığı kurtarmak maksadıyla Müdafayı Hukuku Milliye, Muhafazayı Hukuku Milliye cemiyetleri kurdular...”
“Bu sayede asırlardan beri bağımsız yaşayan milletimiz varlığını aleme göstermeye başladı...”
“ Efendiler, burada büyük teessüflerle yüksek heyetinize arz edeyim ki, memleketin ve milletin mukaddesatını teminde acizlik ve miskinlikten başka bir kudret göstermemiş olan merkezi hükümet milletin sesini boğmak, ortak milli bağları kırmak ve bu suretle milleti daima mağlup göstermek gibi ancak düşmanlarımızın menfaati hesabına kaydolunan boğazlama ve tutarsızlık harekatında bütün mücadeleciliğini takındı...”
Mustafa Kemal yurdun dört bir tarafından gelen delegelere böyle sesleniyordu.
Çünkü 4 Eylül’de Sivas Kongresi yapılıyordu.
Sivas Kongresinde;
Madde-1 Bugünkü sınırlarımız; Misak-ı Milli ilan edildi..
Madde- 2 Rum ve Ermeni çetelerin baskısıyla yabancı devletlerin kışkırtmasıyla oluşturulmaya çalışılan yapılanmalara izin verilmeyecektir.
Madde-3 Devleti ortadan kaldırmaya yönelik çabalara karşı birlikte direnmek esası kabul edilmiştir.
Madde- 4 İşgalci devletlerin baskısı karşısında idari, askeri siyasi vaziyet alınması.
Ve memleketin her yöresinin yekdiğerinden ayrılmaz bir bütün olduğu belirtilmiştir.
Milli vicdandan doğmuş cemiyetler birleşmiş ve bir tek çatı altında toplanmıştı. İsmi de; “Anadolu ve Rumeli Müdafai Hukuk Cemiyeti” olmuştu.
Milli irade esas kılınmıştı.
O milli irade Amasya tamiminde vücut bulmuştu. Vatanın bağımsızlığı elden gitmişti. Orada milletin iç ve dış bağımsızlığı ve vatanın bütünlüğü için mücadele kararları alınmıştı.
Milli irade karşısında hem dönemin en güçlü devletleri, hem de boynu eğik padişah kaybetti.
Ve 9 Kasım 1938’de Türkiye Cumhuriyeti, dünyanın en saygın ve örnek devletleri arasında sayılıyordu...
Ulu Önder Atatürk ağır hastaydı.
Bu gün bağımsızlıktan, saygınlıktan, örnek gösterilmekten ne kaldı?
Bu gün bağımsızlığın anlamsızlığını tartıştırmıyor musunuz?
Büyük bir hata yapıyorsunuz. Bağımsızlık tartışılır mı?
Milletin sesini dinlemiyorsunuz, itilaf devletlerinin arzularına, hırslarına boyun eğenler gibi birilerinin isteklerine boyun eğiyorsunuz, başkalarının stratejik hedeflerine hizmet ediyorsunuz. Bir kere daha düşününüz!
Milli irade yükseliyor!
Bu gün dört Eylül!
Milli iradeye karşı gelinir mi?


Alıntı:Mahir Öztürk

buena vista 15-09-2006 18:07

Mustafa Kemal'in azmi ve vatanseverliği muazzam
 
Yunan ordusunun, Türkler'e yenilgisinin anıldığı şu günlerde Yunanistan, esir düşen bir askerinin yazdığı kitabı konuşuyor. Kitapta, Türklerin kendilerine ne kadar insanca davrandığını anlatan asker, Atatürk'ten övgüyle söz ediyor.

Her eylül, Yunanistan 1922 yılında Kurtuluş Savaşı sırasında ordusunun Türk askeri karşısında başarısız oluşunu anıyor. Yunanistan'da "Küçük Asya Felaketi" olarak bilinen başarısızlığın nedenleri yeniden konuşuluyor. Savaşın hararetle tartışıldığı bugünlerde, Yunan basını 1924'te yasaklandıktan sonra tamamen unutulmuş olan savaş karşıtı bir kitabı sayfalarına taşıdı. "Esaret Günleri" adlı kitap V.K. isimli Yunan pilot tarafından kaleme alınan bir günlüğün yazar Markos Avgeris tarafından derlemesi... V, K. keşif uçuşundayken düşmesini ve Türkler tarafından 2 yıl esir tutulmasını anlatıyor:

TÜRK ASKERLER KURTARDI
Esir düşen Yunan askerleri, Kemal'in (Atatürk) subaylarıyla iletişim kurdu.Yunan askerlerini hırpalayan, insanlık dışı muamele eden ve kafa kesen çete üyeleriyle, Türk askerleri arasında dağlar kadar fark var. Vahşetleri her defasında Türk asker ve subayları önlüyor. Bize daha insanca davranıyorlar. Subay arkadaşım F.'ye rastladım. Bana Gebze'de Türkler tarafından yakalandıklarını, yöre halkı üstlerine saldırırken onları Türk askerlerinin kurtardığını anlattı. Bir akşam Tuğgeneral bizi yemeğe davet etti. Masada herkes Kemal'den (Mustafa Kemal) hayranlıkla söz ediyordu. Bana da onun hakkındaki fikrimi sordular. Ben de "Kemal'in azmi ve vatanperverliği gerçekten muazzam" dedim.
STELYO BERBERAKİS - ATİNA

janus 06-10-2006 19:26

http://www.haber7.com/haber.php?haber_id=190195
İslam'ı Türkçeleştirme girişimin kısa tarihi:

Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk kurulduğu dönemde Arapça orijinalinin yerine, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın 18 Temmuz 1932 tarihli bir genelgesi ile ezanın Türkçe okunmasıdır. CHP'nin tek parti iktidarı döneminde uygulamada kaldı.

1931 yılının Aralık ayında, Mustafa Kemal’in emriyle dokuz hafız, Dolmabahçe Sarayı’nda ezanın ve hutbenin Türkçeleştirilmesi çalışmalarına başladı.
Kuran’ın Türkçe tercümesi ilk kez 22 Ocak 1932 tarihinde İstanbul’da Yerebatan Camii’nde Hafız Yaşar (Okur) tarafından okundu. Bundan 8 gün sonra, 30 Ocak 1932 tarihinde ise ilk Türkçe ezan, Hafız Rifat Bey tarafından Fatih Camii’nde okundu.
3 Şubat 1932 tarihine denk gelen Kadir Gecesi’nde de, Ayasofya Camii’nde Türkçe Kuran, tekbir ve kamet okundu.


18 Temmuz 1932 tarihinde Diyanet İşleri Riyaseti, ezanın Türkçe okunmasına karar verdi. Takip eden günlerde, yurdun her yerindeki Evkaf Müdürlüklerine Türkçe ezan metni gönderildi.

http://www.youtube.com/watch?v=fu_9rYkmAOI

4 Şubat 1933 tarihinde, müftülüklere ezanı Türkçe okumalarını, buna uymayanların kati ve şedid (kesim ve şiddetli) bir şekilde cezalandırılacaklarını bildiren bir tamim gönderildi.

Türkçe ezanın metni

Tanrı uludur
Tanrı uludur
Tanrı uludur
Tanrı uludur
Şüphesiz bilirim ve bildiririm: Tanrı’dan başka yoktur tapacak

Şüphesiz bilirim ve bildiririm: Tanrı’dan başka yoktur tapacak

Şüphesiz bilirim, bildiririm: Tanrı’nın elçisidir Muhammed

Şüphesiz bilirim, bildiririm: Tanrı’nın elçisidir Muhammed

Haydi namaza, haydi namaza

Haydi felaha, haydi felaha

(Namaz uykudan hayırlıdır)

Tanrı uludur, Tanrı uludur

Tanrı’dan başka yoktur tapacak.

Türkçe ezan ilk olarak 1932 yılında İstanbul Fatih Camii'nde okundu.

18 sene boyunca ezan Türkçe okunmuş, daha sonra Demokrat Parti'nin iktidara gelmesi ile 16 Haziran 1950'de ezanın Arapça da okunabilmesine izin verilmiştir. İlgili kararla, Türkçe ezan yasaklanmasa da, Türkçe ezan okunması tümüyle terkedilmiştir. Günümüzde, serbest olmasına karşın, camilerde yalnızca Arapça ezan okunmaktadır.

Master 10-10-2006 09:08

Kısa ve ÖZ
 
1960'lar...
Paris'te Madeleine Meydanı'nda bir öğle üzeri...
40 yaşlarındaki Madam Janine Thepenier karşısındaki Türk delikanlıyla sohbet ediyor.
Benoist-Mechin'in "Mustafa Kemal" kitabı yeni çıkmış piyasaya...
Daha önce Türkler ve Türkiye üzerine hiç bilgisi olmayan Fransız kadın kitabı yeni okumuş, bizim delikanlıya sorular soruyor:
"- Şüphesiz Mustafa Kemal davasında haklıymış. Fakat niye bu kadar çok kan dökmüş? İstiklal mahkemelerinde kelle uçurmak olacak iş mi?"
Sonra Menderes'in idamına getiriyor lafı:
"Anayasa'yı çiğnedi diye Başbakan'ı, bakanları asmak doğru mu?"
"Kıbrıs çıkarmasında masumların kanını dökmek günah değil mi?"
Delikanlı satır aralarından "Nedir sizdeki bu vahşet" sorusunu kokluyor. Ve karşı saldırıya geçiyor:
"Benim bildiğim Fransa (1. Dünya Savaşı kahramanı, Mareşal) Petain'i idama mahkûm etmiş, yaşlı diye cezasını süresiz hapse çevirmiştir. Laval'i ise kurşuna dizmiştir. Bunlardan birisi başkan, öteki de bakan değil miydi?"
Madam Thepenier hayretle itiraz ediyor:
"Aaaa, o başka..."
"Peki Danton, Robespierre, Babeuf gibi ihtilal başkanlarının kesildiği yer bu Paris değil midir?"
Cevap aynı:
"Aaaa, o başka..."
"Fransa paraşütçüleriyle Gabon'a niye müdahale etmişti? Eğer Cezayir'de Araplar orada kalmış Fransızları kesmeye, aç bırakmaya ya da sürmeye başlasalardı Fransa müdahale etmeyecek miydi?"
"Aaaa, o başka..."
* * *
Bu çifte standart karşısında saçını başını yolan "Fransa hayranı" delikanlının adı Attilâ İlhan'dı.
Bu izlenimlerini "Hangi Batı"da (Bilgi, 1976, s. 41) şöyle sonlandıracaktı:
"İnsan sonra sonra Batılının, yani Fransızın olayları, insanları ve sorunları iki ayrı gözle gördüğünü, iki ayrı ölçekle değerlendirdiğini fark ediyor.
"Birisi, dünyayı 'yöneten' ülkelerden biri olmaktan gelen yukarı bir ölçü, kendine toz kondurmayan, komşusuna karşı hoşgörülü...
"Ötekisi, 'yönettiği' ya da hizada saydığı ülkelere ve halklara uyguladığı, hafif alaycı, epeyce küçümser, adamakıllı merhametsiz ve toptan haksız bir ölçü. Avrupalı değil misiniz, 'Avrupalıyım' diye 40 yıldır yırtınsanız bile her hareketiniz başka bir ölçüyle yargılanacaktır.
"Diyeceğim, Paris'in iki gözü, iki ayrı renk..."
* * *
Aradan geçen 40 yılda fazla bir şey değişmedi Fransa'da:
Aynı çifte standart, aynı önyargı, aynı kibir...
Şu farkla ki; bu tavrının bedelini, varoşlarından yükselen ve 60'lardakine hiç benzemeyen bir şiddet dalgasıyla ödemeye başladı.
Türkiye ise Batı yolunda komşularıyla barışma, önyargılarından arınma, tarihini sorgulama, yasalarını demokratikleştirme yoluna girdi.
Şimdi Türkiye'de Batılı düşünenler "Soykırım vardır" diyenlerin hapsedilmesine fikir özgürlüğü adına karşı koyarken, "fikir özgürlüğünün Kâbe'si" kabul edilen Batı "Soykırım yoktur" diyenleri hapsetmeye hazırlanıyorsa, bize düşen, Batı'nın değerlerini Batı'ya hatırlatmak, bu çifte standardı yüzlerine vurmak ve en önemlisi yolumuzdan caymamaktır.
Bu vesileyle, yarın 1. ölüm yıldönümünde anacağımız, Paris'teki o "ebedi delikanlı"yı saygıyla selamlıyorum.

Can Dündar

dentist 01-11-2006 10:07

Kuva-İ Mİllİye'de SavaŞtepe
 
Anadolu'da Yunan işgalinin Sonu ve ilçeye "Savaştepe" Adının Verilişi

16 Mayıs 1919 da İstanbul'dan vapurla ayrılan Mustafa Kemal Paşa 19 Mayıs'da Samsun'a ulaşır. İlk olarak 25 Mayıs'da Havza'da bir genelge yayınlar. 22 Haziran'da Amasya'da, Sivas'da milli bir kongrenin toplanacağını bildiren ve Milli Mücadele'yi başlatan genelge yayınlanır. Mustafa Kemal Paşa Amasya'dan Erzurum'a geçer ve 7 Ağustos'da yapılan Erzurum Kongresi'nin aldığı kararlar açıklanır. Bu kongrede "Misakı Milli" sınırlan kabul edilip bir temsil heyeti oluşturulur. Milli Mücadele yolunda çok büyük öneme sahip olan bu kongrelerden genel nitelik yaşayan Sivas Kongresi 4 Eylül 1919 da toplanır. Alınan kararlar vatanın genelini kapsamakta ve düşmana karşı silahlı birliklerin düzenli hale getirilmesi yolundadır.

16 Mart 1920 tarihinde İstanbul'un İtilaf devletleri tarafından resmen işgal edilmesi üzerine 19 Mart'ta Mustafa Kemal Paşa Ankara'da bir meclis toplanması için yurdun dört bir yanından delegelerin Ankara'ya gelmesi için genelge yayınlar. 23 Nisan 1920 tarihinde ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi Ankara'da toplanır. Artık vatanın düşmanlar tarafından işgaline karşı tek elden mücadele ve bağımsız Türk devleti için yapılacak olan çalışmalar buradan yürütülecektir.

Kurulan düzenli ordu ilk olarak 10 Ocak 1921 de I. İnönü ve ardından l Nisan 1921 de II. İnönü zaferlerini kazanır. 13 Eylül 1921 tarihinde ise Sakarya Meydan Muharebesi kazanılır. Artık Yunan kuvvetleri savunmaya geçmişlerdi. 26 Ağustos’ta topçu ateşiyle başlayan Büyük Taarruz 30 Ağustos’ta Başkumandanlık Meydan Muharebesi'nin kazanılmasıyla sonuçlanır. Hızla kaçan Yunan askerleri geride yakılıp yıkılmış şehirler bırakarak canlarını kurtarmaya çalışmaktadır. Milli Ordumuz 6 Eylül 1922 tarihinde Balıkesir ve Savaştepe'yi, 9 Eylül'de İzmir'i, 10 EylüPde ise Bursa'yı kurtarır. 11 Ekini 1922 yılında Mudanya Ateşkes Antlaşması ve 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Antlaşması’yla şimdiki sınırlarımızın hemen hemen tamamı belirlenmiştir.

İlçe halkının, Kuva-yi Millîye teşkilâtıyla ilçenin, Yunanlılar tarafından işgal edilmeden önce Soma'da, Bergama'da ve son olarak da Çomaklı-Yağcılı cephesinde göğüs göğüse yaptıkları mücadeleleri ve işgal sırasında Yunanlılara karşı ormanlarla kaplı dağlarda verdikleri mücadelerden yukarıda bahsetmiştik. Bu sebeple bağımsız Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra Atatürk'ün teklifiyle 10 Ekim 1934 tarihinde TBMM tarafından nahiyeye "Savaştepe" adı verildi. Eski adı "Giresun " olan nahiye artık şanlı Savaştepe adıyla anılmaya başlar.

10 Ekim 1934 tarihinden sonra 20 yıl bucak örgütü olarak kalır ve 4 Mart 1954 tarih 6325 sayılı yasa ile l Haziran 1954 tarihinde Savaştepe ilçe merkezi haline getirilir.

1949 yılında Türk Milleti'nin kahraman şehitleri adına, Çomaklı Cephesi'ndeki kanlı çarpışmalar ve Kuva-yi Millîyeci nice fedakâr Türk şehitleri adına Savaştepe'nin "Lalelik Tepesi" denilen Anadolu Öğretmen Lisesi yakınlarında "Şehitler Anıtı" yaptırılmıştır. Anıtın yapımını dönemin Köy Enstitüsü müdürü Nihat Salku desteklemiş ve öğrencilerin bizzat çalışmalarıyla Ağustos ayında tamamlanmıştır. Anıt planını Balıkesir Necatibey Eğitim Enstitüsü'nün resim öğretmeni Mahir Gürsel hazırlamış, üzerindeki şiir ise aynı okuldan Tarih öğretmeni Aziz Eryalaz'a aittir. İnşaatı Savaştepe Köy Enstitüsü'nün inşaat öğretmenlerinden olan Kenan Gürgün ve inşaat ustası Hamit Eroğlu yapmışlardır. Göklere dimdik yükselen anıt üzerinde şu kıta yeralır;

"Bomba yağsa göklerden, göğsümüzde sönecek. Bütün dünya yıkılsa Türk dünyası dönecek Türküm, bize ne mutlu, Türk olan öğünecek. Bütün dünya yıkılsa Türk dünyası dönecek "

Master 27-12-2006 19:30

“Milli marş ve bayrağın değiştirilmesi söz konusu değil”
 
Barzani, yaptığı açıklamada bu bayrak altında binlerce şehit verdiklerini, Kürt bayrağı ve ’Ey Rakip’ isimli Kürt Marşı’nın değiştirilmesi için çalışma olmadığını söyledi. Barzani, “Milli marş ve bayrağın değiştirilmesi söz konusu değil” dedi.

Mesut Barzani, komutası kendisine bağlanacak peşmerge güçlerinin geçmişte diktatör Saddam rejimini yıkmak amacıyla yıllarca mücadele verdiğini, günümüzde de demokratik rejimi korumakla görevli olacağını söyledi. Kürt lider, peşmergelerin bu aşamada Bağdat’a giderek Şiilerle Sünniler arasıdaki mezhep tartışmalarına taraf olmayacağını anlatırken, “Peşmergeleri Bağdat’a gönderip teröristlerin hedefi haline getirmeyeceğiz” dedi.

Minik üstü Not : Eğer Bir Devlet kurulmuyorsa Bu bir haberdir..Ama bir devlet kuruluyorsa...Bu o devletin adımlarından biridir... Gerçi bu konuları Tarihçi Dostlar daha iyi değerlendirecektir....;) Onun için Tarih bölümüne yazdım...
Koyu kısım da ince bir plan Kimler Sünni kimler Şii ise...Hani yeni kuruluş tarafsızım mı demek istiyor :)

buena vista 04-02-2007 09:07

Atatürk'ten Ermeni terörüne tapulu cevap
 
Bir kesim, Atatürk'ün 1915'teki Ermeni olaylarına temas etmemeye özen gösterdiğini ileri sürüyor. Atatürk aslında Ermenilerin el konulan mallarını Ermeni terörünün hedef aldığı devlet adamlarının çocuklarına dağıtmıştı. İşte belgeleri...



Atatürk, Ermeniler'in elkonulan mallarını Ermeni terörünün yetim bıraktığı çocuklara dağıtmıştı

Türkiye'de, bundan birkaç ay önce, ortaya tuhaf bir iddia atıldı ve Atatürk'ün Ermeni tehcirini "facia" olarak nitelediği ve tehcir meselesine temas etmemeye özen gösterdiği ileri sürüldü. Bugün bu sayfada, bu iddiaları yalanlayan bazı belgeleri, Atatürk'ün Ermeniler tarafından katledilen devlet adamlarının ailelerine sonraki senelerde Türkiye'den ayrılan bazı Ermeniler'e ait malları vermesiyle ilgili dokümanları yayınlıyorum ve bu belgeleri, soykırım suçlamalarının Türkiye'deki gönüllü sözcülerine ithaf ediyorum..

Soykırım suçlamalarının Türkiye'deki bazı gönüllü sözcüleri, bundan birkaç ay önce, ortaya tuhaf bir iddia attılar: Atatürk'ün İttihad ve Terakki Partisi'nin bütün politikalarına karşı çıktığını söylüyor, 1915'te yaşananları "facia" olarak nitelediğini ve sonraki senelerde tehcir meselesine temas etmemeye özen gösterdiğini ileri sürüyorlardı. Gönüllü sözcüleri bu iddialarını hâlâ ve sürdürüyor ve "Atatürk, tehcirin sorumluları hakkında ağır suçlamalarda bulunmuş, 1915'te alınan kararları her zaman eleştirmişti" demeye devam ediyorlar. Tarihi konularda araştırmaya gerek görmeden, arşivlere girmeden ve herhangi bir belgeyi incelemeye ihtiyaç duymadan iddiada bulunmak ve karar verip yorum yapmak bizde eski bir âdetti. Atatürk'ün 1915 olaylarına bakışı konusunda ortaya atılan iddialar da bu âdetin devamıydı, hele işin içine mâlum iddiaların sözcülüğünü yapmak gibisinden zoraki bir çaba da girince gerçekler eğilip bükülüyor, Atatürk bile bu çabaya âlet ediliyordu.

MASUMLARI ASTILAR
Bugün, bu sayfada, Atatürk'ün Ermeni meselesine ve 1915 olaylarına bakışını yansıtan bazı belgeler yayınlıyorum. Belgeler, Atatürk'ün tehcir meselesine hiç de Türk tarafını suçlayıcı bir şekilde yaklaşmadığını, aksine, bu yolda can veren idarecilerin ailelerine sonraki senelerde büyük maddi yardımlarda bulunduğunu gösteriyor. Belgelerin daha iyi anlaşılabilmesi için, önce, 1915 sonrasında yaşanan ve detaylarını bugün sadece konunun uzmanlarının bildiği bir hadiseyi, tarihimizde leke olarak duran tehcir yargılamaları konusunu hatırlatmam gerekiyor: Türkiye'nin Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmasından sonra, savaş yıllarında ülkenin kaderine hükmeden İttihad ve Terakki Partisi iktidardan düşmüş, lider kadrosu Türkiye'den ayrılmış ve işbaşına birkaç ay sonra Hürriyet ve İtilâf Partisi gelmişti. Sadrazamlık

makamında, meşhur Damad Ferid Paşa oturuyordu. İtilâf Devletleri, yani dünya savaşı yıllarında savaştığımız güçler, Mondoros Mütarekesi'nin imzalanmasından sonra, İttihad ve Terakki'nin ileri gelenlerinin ve Ermeniler'i tehcir edenlerin savaş suçlusu olarak yargılanmalarını istediler. Damad Ferid Hükümeti bir kararname çıkartarak Türkiye'deki önde gelen İttihadçılar'ı ve tehcirde görev yapan bazı idarecileri tutuklayıp yeni kurulan bir askeri mahkemeye sevketti. İngilizler ile Ermeni cemaatinin baskısıyla çalışan ve tam bir adli skandal olan mahkeme, ilk kararını 1919'un 8 Nisan'ında verdi: Boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey'in idamına hükmetti. Kemal Bey iki gün sonra Bayezid Meydanı'nda asılacak; ertesi sene, 1 Ağustos 1920'de de tehcir sırasında Urfa'nın en yüksek mülki amiri olan mutasarrıf Nusret Bey idam edilecek, infazlar halkta büyük infial uyandıracak ama işgal sebebiyle toplu bir hareket yapılamayacaktı.

YİRMİŞER BİN LİRALIK MAL
Atatürk'ün, Ermeni tehciri ile ilgili olarak bugün gündeme getirilen iddiaları yalanlayacak mahiyetteki uygulamaları, Ankara'da, 1920'nin 23 Nisan'ında Büyük Millet Meclisi'nin açılışının hemen sonrasındaydı. Başında Mustafa Kemal Paşa'nın bulunduğu Meclis, 8 Mayıs 1920'de tehcir bahanesiyle tutuklu olanların tamamının tahliyesine karar verdi ve 11 Ağustos'ta da tehcirle suçlanan idarecilen yargılandıkları mahkemelerin faaliyetlerini durdurdu. 25 Aralık 1921'de Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey, 14 Ekim 1922'de de Boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey "Milli Şehid" ilân edildiler ve ailelerine maaş bağlandı. Türkiye'yi terkeden Ermeniler'den kalan bazı gayrımenkuller, Mustafa Kemal tarafından sonraki senelerde bakanlar kurulu kararı ile Kemal ve Nusret Beyler'in ailelerine verilecek, Ermeniler tarafından katledilen bazı İttihadçı liderlerinin ailelerine

de yine bazı Ermeni malları devredilecekti. Mustafa Kemal Paşa'nın da imzasının bulunduğu ilk hükümet kararı 2 Şubat 1927'de çıkartıldı ve Boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey'in eşi ile çocuklarına İstanbul'da Ermeniler'den kalan 20 bin lira değerinde gayrımenkuller tahsis edildi. Aynı senenin 25 Aralığında, Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey'in geride bıraktığı ailesine yine daha önce Ermeniler'e ait olan gayrımenkuller verildi. Tahsisler sonraki senelerde de devam etti. Türkiye'den giden Ermeniler'e ait yirmişer bin lira değerindeki bazı gayrımenkuller İttihadçı liderlerden olan ve Ermeniler tarafından şehid edilen Doktor Bahaeddin Şakir Bey'in, Doktor Reşid Bey'in ve Bahriye Nazırı Cemal Paşa'nın yaveri Nusret Bey'in ailelerine verildi.

DEVLETİN DEVAMLILIĞI
İlk defa Dr. Şenol Kantarcı tarafından 2001 yılında yayınlanan bu kararnamelerin altlarında "Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal" ile "Başvekil İsmet" in imzaları bulunuyor ve özellikle de Doktor Bahaeddin Şakir Bey'in vârisleri ile ilgili uygulama bir gerçeği açık şekilde vurguluyor: Mustafa Kemal'in 1915 olaylarını facia yahut rezalet olarak görmediğini, Türk kurbanları sahiplenip devletin devamlılığı kuralını benimsediğini... Bu yazdıklarımı okuyup hâlen gündemde olan Hrant Dink cinayeti ile geçmişte yaşanan tatsızlıklar arasında kıyaslamaya gittiğimi düşünebilecekler için tekrar edeyim: Cinayet, nerede ve hangi maksatla işlenirse işlensin aynıdır, Hrant Dink'in katledilmesi ile İttihadçı liderlerin yahut diğer masumların canlarının alınması arasında hiçbir fark yoktur ve tetiği çeken caniler aynıdır. Cinayetler nasıl taraflar arasındaki nefreti arttırmaktan başka bir işe yaramamış ise, "Hepimiz Ermeniyiz" gibisinden acele ve uçuk sloganlar da tahrikten başka bir işe yaramazlar! Murat BARDAKçI
(Sabah)

Master 15-02-2007 12:19

AtatÜrk'Ün DoĞu Ve GÜneydoĞu Anadolu Polİtİkasi Ve Bunun Ortaasya Ve OrtadoĞu Polİtİk
 
Yrd.Doç.Dr. Kenan Ziya TAŞ



Türk milletinin binlerce yıl öncesine dayanan bir tarihi ve bu tarihle mütenasip iyi işlenmiş bir dili ve köklü bir kültürü vardır. Bu vasfıyla milletimiz yeryüzünde varlığı çok eski tarihlere giden nadir bir kaç milletten biridir. Atatürk ise tarih boyunca Türk milletinin yetiştirdiği müstesna şahsiyetlerin en son temsilcilerindendir. Mensubu olduğu milletin mukadderâtında izi kaybolmayacak bir rol oynamıştır. Atatürk de toplumlara hamle ve yön veren "büyük adam"lardandır. İngiliz tarihçisi ve düşünürü Maculley'in dediği gibi, büyük adam yüksek bir tepeye çıkan ve güneşin doğuşunu herkesten evvel görebilen insandır. Atatürk de kültürün önemini çok önceden kavramış, kültür ve dile büyük önem vermiştir; "Cumhuriyetin temeli kültürdür." sözü, onun kültüre verdiği bu öneme işaret eder.

Türk tarihi, büyük Türk kültürünün, çağlar içindeki siyasi ve medeni tezahüründen, yürüyüşünden, akışından, Türk kültürünün aksiyon haline gelmesinden başka bir şey değildir. Türk tarihine ilmin çıkabildiği en eski devirlerden itibaren tamamıyla sahip çıkmalı, onun her devrinin hakkını teslim etmeli, böylece tarihimize bir kültür ve birlik hazinesi olarak en müstesna yerin verilmesine ve bugünkü ve yarınki hayatın bu temel üzerine kurulmasına, millî tarih şuurunun kökleşmesine büyük ehemmiyet atfolunmalıdır. Türk tarihi, Türk kültürünün dolayısıyla Türk milletinin yüksek

Bu tesbitler istikametinde Atatürk Türk tarihinin gerçeklerini gün ışığına kavuşturmak için zaman ve enerjisinin büyük bir kısmını Türk tarihinin araştırılmasına adadı. Gerçekler bütün çıplaklığı ile meydana çıkarılmalı idi. Bu sayede yanlış kanaatler tashih olunacak, muhteşem bir geçmişi olan Türk milletinin yeni kuşakları medeniyet dünyası önüne açık alınla çıkacaklar ve nefse güvenle daha parlak bir geleceğe hazırlanacaklardı. Aynı zamanda büyük askeri zafer, kültür alanında böylece tamamlanacaktı. Bunların temin ve tesisi gayesiyle 1931'de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (Türk Tarih Kurumu) ve 1932'de de Türk Dili tetkik Cemiyeti (Türk Dil Kurumu) ve bu ikisine ilâveten 1935 yılında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi açılmıştır. Böylece tarih boyunca Türk milletinin ortaya koydukları maddî ve manevî bütün varlıkları araştırılacaktı. Çünkü bir milletin büyüklüğü medeniyet alanında vücuda getirmiş olduğu eserlerle ölçülebilirdi. Böyle bir amaçla Atatürk, türk tarihi üzerindeki çalışmalar için şu direktifleri verdi:

"Büyük devletler kuran ecdadımız, büyük ve şumûllü medeniyetlere sahip olmuştur. Bunu aramak tetkik etmek, Türklüğe ve cihana bildirmek bizler için bir borçtur. Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır."

"Tarih, hayal mahsulü olamaz. Tarih yazarken gerçek olayları bulmaya çalışmalıyız. Eğer bunları bulamazsak mechuliyeti, bu noktada cehlimizi itiraf etmekten çekinmeyelim."

"Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanı şaşırtıcı bir hal alır."

Atatürk'ü ve inkılâplarını değerlendirirken onu sahip olduğu ve tarihî süreç içinde oluşan bu anlayışı ile değerlendirmeliyiz. Bu bakımdan Atatürk, medeniyet bakımından hamle yapmak isterken inkılâplarında Türk Tarihi ve Türk kültürünü hep ön plâna çıkarmıştır. Bu sebeple Atatürk inkılâbı medeniyet değiştirme yönünden daha ziyade mutlak, kültür değişmesi yönünden ise daha ziyade nisbîdir. Birincisindeki mutlaklık medeniyetin milletler arası veya milletler üstü maddi ve manevî değerler manzumesi olmasından, ikincisindeki nisbîlik ise, kültürün milletlerarası tesirlere kapalı olmamakla beraber, aslî mahiyeti itibariyle millî değerler sentezi olmasındandır. Böyle olunca medeniyette "devrim" (!) olabileceğine karşılık kültürde devrimden (!) bahsetmenin bir çelişmeye düşmek olduğunu söylemek bir hata veya paradoks telâkki edilemez. Kültürde mutlak bir değişme yani devrim değil, global açıdan nisbî bir değişme veya tekâmül olabilir. Kültür ancak bu mahiyeti ile millî seciyenin ifadesi ve millî kişiliğin devamı olur.

Atatürk inkılâbı ile eski reformlar arasında tereddüte imkân vermeyen bir bağlantı bulunduğu ilmi bir hakikattir. Zira Atatürk inkılâbı müslüman Türk toplumunun. batı tesiri ile bir uyanış devri sayılan Lâle devrinden, yani 18.asır başlarından itibaren yavaş yavaş batıya açılması ile hıristiyan batı karşısındaki aşağılık kompleksi ile ve bilhassa jeopolitik tesirler altında, evvelâ teknik ve askerî, daha sonra idarî ve hukukî ve nihayet kültürel, sosyal ve ekonomik alanlarda bütün 19.asır boyunca devam eden bir medeniyet ve kültürden, başka bir medeniyet ve kültüre geçiş "transmutation" veya kültür ve medeniyet değiştirme hareketi karekterini taşıyan ağır fakat kesintisiz bir istihale "tranformation" süresinin varış noktasıdır. Başka bir deyimle, bir tekâmül zincirinin çok önemli bir halkasıdır. Bu tekâmül Atatürk inkılâbının kat'i surette tesbit ettiği ve gösterdiği genel yönde, kısmen kendiliğinden ve kısmen reforumcu müdahelelerle devam edecektir. Bu Atatürk inkılâbının temelinde yatan dünya görüşünün donmuş bir doğma veya doktirin değil esnek pragmatik bir felsefe ve realist bir duygu ve düşünce davrınışı "attitude"ü olduğu gerçeğinden ve aynı zamanda Türk toplumunun tarihi angajmanından çıkan tabiî bir neticedir.

Türk tarihinden çıkardığı netice ve güvenle istiklâl mücadelesine atılan ve eşsiz bir zaferle neticelendiren Atatürk, tarih bilgisinde en heyecanlı hitabenin ilham kaynağını, yeni devletin temellerini atmak yolunda giriştiği teşebbüslerde en etkili silahını buluyordu. Tesis edilen bu yeni devletin her modern devlet gibi üstlendiği vazifeleri ve sorumluluklarını şu şekilde sıralamak mümkündür:

1- Her hal ve şartta devletin devamlılığını sağlamak,

2- İç ve dış güvenliği sağlamak (içten ve dıştan devletin hakimiyetine zarar vermeye yönelik her türlü fiili hareketleri ve saldırıları önlemek,

3- Milletin refahını (ekonomik ihtiyaçlar) ve saadetini (sağlık, eğitim, eşitlik, hürriyet, adalet) temin etmek,

4- Millet hayatını devam ettirmek, bunun için milleti meydana getiren dil, töre, din, tarih, edebiyat gibi kültür unsurlarını evvelâ asliyetini bozmadan muhafaza etmek, ikincisi geliştirmek, üçüncüsü ise millî şahsiyeti, milli şuuru ve milli birliği kuvvetlendirecek şekilde yaymak ve öğretmek

5- Çağdaş ilim ve teknoloji kurarak, toplum hayatında esas kılmak.

Devlet sahip olduğu imkân ve şartlar çerçevesinde ülkenin her tarafında bu esasları tatbik etmeye çalışırken özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu üzerinde çok çeşitli sebepelerle, aşağıda maddeler halinde zikrettiğimiz, hadiselerle karşı karşıya kalmıştır:

1- Doğu ve Güneydoğu Anadolu halkını çeşitli vasıtalarla (propaganda, şiddet) millî şuur dışına çekmek,

2- Türk devlet hakimiyetine karşı koyma, bu hakimiyeti reddetme ve bu hakimiyet altından ayrılma ve istiklâle kavuşma arzusunu tahrik ve teşvik etmek,

3- Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesini Türk devletinden koparmak veya misâk-ı millî sınırlarını parçalamak.

Zikredilen bu hususların tarihî bir perspektif ile gelişimi ve buna bağlı olarak dış siyasetimizin önemli bir bölümü olan Orta Asya'daki (Türkistan) Türk devletleri ve Ortadoğu ile olan münasebetler üzerindeki yeri değerlendirilecektir. Doğu Anadolu, Kafkasya ve Ortaasya ile; Güneydoğu Anadolu ise Ortadoğu ile birleşen coğrafyalarımızdır. Buralarla tarihî, siyasî ve beşerî münasbetlerimiz neredeyse ayrılamayacak bir bütünlük gösterir.

Yukarıda ana hatlarıyla bahsetmeye çalıştığımız hususlardan dolayı Atatürk Doğu ve Güneydoğu ile dış türkler üzerindeki politikalarını sağlam bir kültür politikası üzerine oturtmanın gerekliliğini vurgulamış ve bu istikamette hareket etmiştir. Şu sözü bunu açıkça göstermektedir: "Türkiye dışında kalmış Türkler, ilkin kültür meseleleriyle ilgilenmelidirler. Nitekim biz Türklük davasını böyle bir müsbet ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz." Millî Mücadele esnâsında ve sonrasında ortaya çıkan iç ve dış gelişmeler ve ortaya çıkan neticeler bu düşünceleri doğrulayacaktır.

Malum olduğu üzere Nutuk'ta belirtildiği gibi Mustafa Kemal'in dış politika tutumunda kronolojik iki devir vardır. İstiklâl savaşının zaferle sona erdirilmesine kadar süren birinci devre dış politika. Bu devir, Mustafa Kemal'in gerek padişah tarafından gerekse yabancı devletler tarafından bir asi sayıldığı devirdi. İkinci devir, Türk zaferiyle açılır ve Lozan müzakereleriyle yürümeye başlar. Bu devirde yeni Türkiye Cumhuriyeti devletler arasında eşit bir devlet olarak görünmeye çalışır ve bu statüyü başarılı bir şekilde elde eder.

Atatürk'ün Doğu ve Güneydoğu Anadolu'ya, Ortadoğu ve Orta Asya politikası açısından verdiği önemi açıklarken ağırlıklı olarak yukarıda bahsettiğimiz ikinci devredeki gelişmeleri ele alacağız. Bilindiği gibi Misâk-ı Millî ile kurulacak millî devletin hudutlarının nasıl olması gerektiği açıklanmaıştır. Mustafa Kemal, mecliste yaptığı bir konuşmada "Misâk-ı Millî şu hat, bu hat diye hiç bir vakitte hudut çizmemiştir. O hududu çizen şey milletin menfaati ve heyet-i celilenin isâbet-i hâzırıdır. Yoksa haritası mevcud bir hudut yoktur. Bunun için de yapılmış olan işlerde ve yapılması teklif olunan işlerde hiç bir vakitte buna taarruz edilmemiştir. Bilâkis riayet edilmiştir." demektedir.

Misâk-ı Millî'nin konumuzla ilgili bölümü incelendiğinde görülmektedir ki Misâk-ı Millî güneyde Araplık ve Türklük camialarının kültür temeline dayalı olarak çizilecek sınırlarla birbirlerinden ayrılmasını ifade eder. Misâk-ı Millî, Atatürk'ün çok erken devirlere kadar giden bir tarih şuur ve kültürü ile Kürtlerin bir Türk uyruğu olarak her her alanda ortak olan değerlerle Türk camiasına, Türk milletine mensubiyetlerine inancı ifade eder. Ancak Anadolu coğrafyasının bir devamı olan ve millî varlığımızın ayrılmaz bir parçası kabul edilen Musul, Kerkük, Süleymaniye, Erbil bölgesinde teessüs edilen siyasi yapının meydana çıkardığı şartlar teoride ve pratikte Türk milletinin birliği ile oynama imkânı vermiştir. Atatürk'ün bütün hayatına değişmez gaye yaptığı, son nefesine kadar sarsılmaz bir azimle ve plânlı şekilde sürdürdüğü rasyonel çaba, Misâk-ı Millî çerçevesinde, Türk kültürünü, türklük değerlerini paylaşan halkı, modern millî devlet yapısına, bütünlüğüne eriştirmek olmuştur.

Atatürk'ün Lozan sonrası Misâk-ı Millî'nin temel ruhunu terketmeden akılcı bir tarzda hedefe doğru gittiğini görmekteyiz. 30 Ağustos zaferinin hemen akabinde Fransız le Figaro gazetesine verdiği demeç gaye ve hedefi tüm berraklığı ile göstermektedir. Amerikalı yazar Richard Danin'in sorduğu soruya karşılık;

"-Makedonya ve Suriye'yi terkettik. Fakat artık arkada kalan ve sırf Türk olan her yeri ve her şeyi isteriz. Bunları kurtarmayı azmettik ve kurtaracağız.

-İhraz ettiğiniz muzafferiyetten sonra projelerinizin neden ibaret olduğunu sorabilir miyim?

-Bütün topraklar halâs olmadıkça tevvakkuf etmeyeceğim.

-Paşa hazretleri, Türk toprakları demekle ne murad ediyorsunuz?

-Avrupa'da İstanbul ve Meriç'e kadar Trakya, Asya'da Anadolu, Musul arazisi ve Irak'ın nısfı."

Açıkça görüldüğü gibi Atatürk, Irak'ın yarısını hedefliyordu. Kastedilen topraklaren az 250 bin metre karelik bir alandı. Buna Suriye içinde yer alan Türklerle meskun topraklar da dahildi.

Amerikalı general Mc.Arthur "Hatıralar"ında büyük devlet adamlarından biri olarak tanıdığını ifade ettiği Atatürk'le 1933'te Ankara 'da yaptığı bir mülâkatta şunları kaydeder: "Sizin Türkiye'nin geleceği hakkında tasavvurlarınız nedir diye sorduğumda. -Allah nasib eder, ömrüm vefâ ederse Musul, Kerkük ve Adalar'ı geri alacağım. Selânik de dahil Batı Trakya'yı Türkiye hudutları içine katacağım."

Atatürk:"Türkler bu topraklarda tam batı medeniyetli 25 milyonluk bir cemiyet olunca kendi kendilerini savunacaklar. 50 milyona çıkınca, eğer çevrelerinde bazı meseleleri varsa o vakit onlara bir göz atacaklar."

Prof.Dr. Tahsin Banguoğlu'nun yaptığı araştırmalarda Mustafa Kemal Paşa'nın resmî beyanları dışında güney ve doğu sınırlarımızdaki Misâk-ı Millî'nin hedeflerini gösteren iki belgenin varlığından bahsetmektedir. Bunlardan birincisi TBMM'nin açılışından sonra, Hatay'dan kaçarak Adana'da millî mücadeleyi yürütecek bir teşkilâ kuran Tayfur (Sökmen) Bey'in Mustafa Kemal'e gönderdiği mektup ve aldığı cevaptır. Tayfur Sökmen Bey mektubunda Hatay ile ilgili:

"-Sancak Millî Misâk'a dahil midir?" sorusunu sormaktadır. Mustaf Kemal Paşa ise bu soruya gönderdiği telgrafla önemli ve kesin bir anlam taşıyan şu cevabı vermiştir:

"-Türklerin yaşadığı her yer Millî Misâk'a dahildir."

Aynı tarihlerde kendisine Berlin'den mektuplar yazan Talat Paşa'ya verdiği bir cevap da ikinci belgeyi teşkil eder. Burada Mustafa Kemal Paşa sınırlarımızdan bahsederken: "Türkçe ve Kürtçe konuşulan bütün vilâyetlerimiz bizim olacaktır." demektedir. Çünkü ona göre Türkçe ve Kürtçe konuşulan bütün boylar aynı milleti teşkil etmektedir. Bunlar da devletin içinde yer almalıdır. Ayrıca bu görüşle büyük lider, kurtuluş savaşına canla başla katılan doğulu vatandaşlarımızı Türk milletinden asla ayrı görmediğini de dile getirmektedir. Nitekim 1923 Lozan Konferansı sırasında Anadolu Türklüğünü parçalamayı hedef alan görüşler karşısında İsmet İnönü: "Kürt halkının İran kökenli olduğunu öne sürülmüştür. Oysa bu iddiayı Kürtlerin Turan kökenli olduğunu kabul eden Encyclopedia Britanicca yalanlamaktadır. Zaten Anadolu'yu tanıyanlar bilirler ki gerek töre, gerek gelenek ve görenek bakımından Kürtler hiç bir yönden Türklerden farklı değillerdir." sözleriyle Türk heyeti adına Türk-Kürt ayırımının kabul edilemeyeceğini belirtmiştir.

Musul meselesinde ise gelişmeler şöyle cereyan etmiştir. 19 Mayıs 1924'te Musul meselesini halletmek üzere İstanbul'da bir konferans toplandı. Konferansın süresince her iki taraf da görüşlerinde ısrar ettikleri için bir sonuca varılamadı. İstanbul Konferansı'ndan bir sonuç çımaması ve Türkiye'nin tutumunun yumuşamaması sonucu İngiltere, Türk-Irak sınırları bölgesinde sınır olaylarını kışkırtıp karışılıklar çıkartmaya başladı. İkili görüşmelerin sonuçsuz kalması üzerine ve Lozan Antlaşmasına göre mesele milletler cemiyetine havale edildi. Milletler cemiyeti, Musul meselesi hakkında inceleme yapıp rapor vermek üzere bir komisyon teşkil etti. Komisyon raporunu Eylül 1925'te Milletler Cemiyeti'ne sundu. Raporda Musul'un Irak'a katılması gerektiği teklif edilmekteydi. Bu karar Türkiye'de büyük bir tepki yarattı. Hatta Türk basını bir Türk-İngiliz savaşından dahi söz etti. Fakat Türk hükümeti daha ileri gidemedi. Zira yıllarca süren savaştan yeni çıkan Türkiye'yi çözülmesi gereken sayısız ekonomik ve sosyal meseleler beklemekte idi. Bu sebeple 5 Haziran 1926'da İngiltere ile Ankara'da bir anlaşma imzalanarak, Milletler Cemiyeti kararları kabul edildi. Lâkin çeşitli sebeplerden olsa gerek Musul, Kerkük ve Süleymaniye'de oturan Irak Türkmenlerine Hatay'da olduğu gibi kültürel özerklik sağlanamamıştır.

Kamuoyunda oluşan Musul'un silah zoru ile alınması fikirleri karşısında Atatürk: "Musul meselesinin hallini muharebeye girmemek için bir sene sonraya talik etmek demek, ondan sarf-ı nazar etmek demek değildir. Belki bunun istihsâli için daha kuvvetli olabileceğimiz bir zamanı intizardır. Bugün sulh yaparız, bir ay sonra iki ay sonra Musul meselesini halletmeye kıyam ederiz. Fakat bugün Musul meselesini halletmek istediğimiz vakit, karşımızda yalnız İngiliz değil Fransız, İtalyan, Japon ve bütün dünyanın düşmanları vardır. Yalnız karşı karşıya kaldığımız zaman İngilizlerle karşı karşıya kalacağız. Bunda menfaat var mıdır, yok mudur? Bunu meydana çıkarmak gayet kolaydır. Musul meselesini bugünden halledeceğiz, ordumuzu yürüteceğiz, bugün alacağız demek, bu mümkündür. Musulu gayet kolaylıkla alabiliriz. Fakat Musulu aldığımızı müteakib muharebenin hemen hitam bulacağına kani olamayız. Şüphesiz orada bir harp cephesi açmış olacağız.

Hatay meselesi, Milletler Cemiyeti'ne intikal ettiğinde 27 Ocak 1937'de toplanan cemiyet, Hatay'ın bağımsızlığını kabul etti. Bu sırada Atatürk çok hasta idi. Kendisine, milletine, ordusuna ve Hataylılara güveni son derece yüksekti. Dünya durumunu çok iyi değerlendirmekte idi. Bir İskenderun Sancağı için Fransızların bir savaşı göze alamayacaklarına kani idi. Fransızlarla giriştiğimiz teşebbüslerin fayda vermemesi üzerine Atatürk, Mersin ve Adana'ya gitti. Atatürk'ün Hatay'ı silah zoruyla alabileceğini anlayan Fransızlar, bir askeri anlaşma istediler ve bu anlaşma ile Hatay'da tarafsız bir seçim yapılması kabul edildi. Bu maksadı sağlamak için, Kurmay Albay Şükrü Kanatlı kumandasındaki birliklerimiz Hatay'a girdi. Seçim sonrası 12 Eylül 1938'de Hatay Cumhuriyeti kuruldu ve 30 Haziran 1939'da Türkiye'ye iltihak kararı aldı.

Lozan'a gidinceye kadar Misak-ı Millî. büyük ölçüde tahakkuk ettirilmişti. Ancak Batı Trakya, Hatay, Musul, Kerkük halledilememiş ve üzerinde yapılacak görüşmeler daha sonraya tehir edilmişti. Atatürk'ün kültür politikasının dış politikaya nasıl yön verdiğini ve etkilediğini Hatay meselesinde çok çarpıcı bir biçimde görüyoruz. Bilindiği üzere 1921 yılında Hariciye Vekili Bekir Sami Bey, Fransa'da bulunduğu sırada, Faransız başbakanı Briand ile bir anlaşma imzalar. Bunun altıncı maddesi "İskenderun ve Antakya bölgesinde Türk unsuru fazla olduğundan Fransa, burada hususi bir rejim takib edecek, Türk kültürünün inkişâfına mani olmayacağı gibi resmî dil de Türkçe olacaktır." Bu madde Ankara İtilâfnâmesi'nde aynen kabul edilmiştir. En önemli madde budur ve Hatay'ın kurtarılması, bu maddeye dayanılarak sağlanmıştır.

Doğu ve Güneydoğu politikasında, kültür politikasının tek başına yeterli olamayacağı kesindir. Bu sebeple Atatürk, TBMM'nin beşinci dönem birinci yasama yılı açılış nutkunda: "İç yönetim kuruluşlarımızı yurdun doğu bölgelerinden başlayarak genişletme gereği duymaktayız. Yeni iki genel müfettişlik ve yeni bazı illerin kurulması gerekli görülmektedir. Bu arada Dersim bölgesinde önemli bir reform programının uygulanması da düşünülmüştür. İllerimizin sürekli denetimi ve ortak işlerin bir elden yönetilmesini sağlayan genel müfettişliklerden bir çok yararlar bekliyoruz. Doğu illerimizin başlıca ihtiyacı, orta ve batı illerimize demiryolları ile bağlanmasıdır. Doğuya ilerleyen iki ana demiryolunun hızla bitirlmesini ve bunları birbirine bağlayacak yollar dizisine şimdiden başlanmasını gerekli görüyoruz." demektedir.

Mustafa Kemal Atatürk, Misâk-ı Millî sınırları dışında kalan Orta Asya Türklerini de unutmuş değildir. Mecliste yaptığı bir konuşmada: "Malum-ı âliniz olduğu vechile Rusya'ya bir sefaret heyeti gönderiyoruz. Bu heyet-i sefaret esasen malum olan, mazbut olan kadrosu dahilindedir. Fakat Rusya'da ve Rusya ile temasta namütenahi islâm kütleleri vardır. Bu islâm kütleleri içinde bizim ifa edebileceğimiz bir takım hususi, mahrem ve fevkalâde vezaifimiz vardır. Bittabi bu vezaifin mahiyeti ilân edilerek oraya memur heyet gönderilemez. Sırf bu vezaif-i mahsusayı ifa ettirebilmek, takib ettirebilmek, icabında izhar edilebilmek üzere heyet-i sefaretin kadrosuna heyet-i ilmiye namıyla bir heyet ilâve edilmiştir. Heyet-i ilmiye denildiği zaman mânasından istidlâl edildiği gibi, oraya yalnız tetkikât-ı ilmiye yapacak değildir. İfade ettiğimiz gibi vezaif-i mahsusa ifa edecektir." Atatürk'ün vezaif-i mahsusa ile Moskova'ya gönderdiği bu ilim heyetinden İsmail Suphi Bey'in bir müddet sonra Türkistan'a gönderildiğini görüyoruz. 1921 Temmuzu sonlarında Buhara'ya varan İsmail Suphi Bey'in vazifesi, Atatürk'ün direktifleri istikametinde, Türkistan milli birliğinin kuruluşu için Türkistan Türkleri arasında arabuluculuk yapmaktı.

Atatürk, Türk dilini geliştirerek ve yayarak, bütün Türk dünyasının yegane sesi ve düşünce vasıtası olmasını istemiştir. O, Türkiye Türklerinin önderliğinde Batı Türklerinin dilini, Orta Asya yani Türkistan Türklerinin konuştukları dil ile kaynaştırmak ve müşterek bir tarihe sahip olan Türk dünyasının, lehçe farklılıklarını gidererek müşterek bir dil bağı ile birleşmelerini istiyordu. 1927 Yılında lâtin harfleri, Sovyetler Birliğindeki Türkler arasında önemli gelişmeler sağlarken, TBMM başkanı lâtin harflerini kabul etmenin zaruri olduğunu bildiriyordu. 1928'de Türkiye'de de lâtin harfleri kabul edilmiş lâkin Sovyetler, Türkistan Türklerinin alfabelerini değiştirmiş ve istenilen sonuç alınamamıştır.

Bu ülkeler tarihi, coğrafyası ve kültürü ile doğru öğrenilmeli ve tanınmalıdır. Türkiye değişen dünya dengeleri karşısında gelecekte güçlü ve etkili olabilmek için bu ülkelerle birlikte hareket etmek zorundadır. Bu istikamette gerçekçi bir anlayışa sahip olmak, bir tercih değil zarurettir.

Tabii bağları dolayısıyla o ülkeleri ve insanlarını en iyi bilmesi gereken ve dostlarınca da düşmanlarınca da bildiği kabul edilen Türkiye'nin bu avantajını iyi kullanarak bu ülkeler ve bölgeyle ilgili politikalar üretip bunu dostlarına da anlatan ve onlara sözünü dinleten bir ülke konumuna gelmesi elzemdir.

Türkiye bizatihi kendi mevcudiyet ve emniyeti bakımından stratejik vaziyetini sağlama almak mecburiyetindedir. Bu sebeple halihazırdaki imkânları değerlendirmeli kendi menfaatinin yanında diğerleri ile de ilgilenme fırsatları meydana getirmelidir. Bunun için tampon bölge veya tompon devlet yapısından istifade etmelidir. Türkiye'nin etrafında çok önemli iki tampon bölge var. Birincisi Musul, Kerkük, Süleymaniye hattında, Millî Mücadele yıllarında, ikincisi de Kafkas hattında. Her ikisinde de o gün bugündür savaşlar var. İkinci husus bugün sayıları 3 milyona yaklaşan Kuzey Irak'taki Türkmenler ile Anadolu Türklüğünün o zaman kurulan bu tampon bölge ile irtibatlarını kesmektir. Yine aynı şekilde Kafkas hattında da bir hançer gibi Mustafa Kemal'in veya Kâzım Karabekir'in bilgileri dışında değil ama bir mecburiyet yüzünden Ermenistan bölgeye yerleştirilmişitr. Bir hançer gibi Kafkas sınırına sokulan Ermenistan olayı da bunun bir örneğidir. 1914'de Türk istatistiğinin yapıldığı yıl, Rusya'da da aynı dönemde bir nüfus istatistiği yapılmıştır. Revan dahil bugünkü Ermenistan'ın başkenti Revan dahil Gence diğer Kafkasya'daki vilâyetlere baktığımız zaman Müslüman Türk nüfusu çoğunlukta ve yoğunluktadır. Eğer bu ihtilafların ana hedeflerinden biri petrol ise diğeri de Türk dünyasının irtibatını kesmektir.

Bölgede istikrarın sağlanması ve millî menfaâtlerimizin gereği gibi inkişâf ettirilebilmesi de bahsettiğimiz kültür temellerinin araştırılıp sağlamlaştırılması ile mümkün olacaktır. Bunu temin edebilmenin ilk şartı da bölgede Türk kültürünün temeli olan Türk tarihi ve Türk dili çalışmalarının ve eğitiminin düzenli, disiplinli ve kaliteli olmasıdır. Şayet bu sağlanmaz ise biraz önce basettiğimiz imkân sonuna kadar kullanılarak meş'um neticeler elde edilmesinin önüne geçilemez. Bu kültürel temellerin araştırılıp geliştirilmesinde üniversitelere büyük görevler düşmektedir. Bu sebeple Atatürk, Cumhuriyet'in on beşinci yılında sık sık doğu bölgesinin ilim ve kültür merkezi vazifesini yapacak bir üniversite kurulmasını hasretle ifade ediyordu. O sıralarda Asya'da ve Ortadoğu'daki devletlerle sıkı bağlar kuruluyordu. 8 Temmuz 1937'de Türkiye, Irak, İran ve Afganistan arasında Tahran'da Sâd-Abâd sarayında bir saldırmazlık anlaşması imzalanıyordu. Daha sonra da İran şahı Türkiye'yi ziyaret ediyordu. Böylece Türkiye'nin önderliğinde doğu sınırlarımızdaki devletlerde bir uyanma ve bir birlik hareketi ortaya çıkıyordu.

Atatürk bir yandan Türk inkılâbının komşu Asya ve İslâm ülkelerine de nüfuz etme ümitlerini beslerken bir yandan da Türk dil ve tarih tezlerinin buralarda da iyice araştırılması ve anlatılması imkânlarını da inceliyordu. Doğuda kurulacak bir üniversite hem doğunun yüksek kültür merkezlerini oluşturacak hem komşu devletlerin bilim ve düşünce hareketleriyle bir bağlantı kuracak hem de güney ve doğuya bu merkezlerden kültür, bilim ve Türk inkılâbı yayılacaktı. Bu düşünceden hareketle Atatürk, Kültür Bakanı Arıkan'a Van Gölü sahilllerinde her şubeden ilkokulları ve nihayet üniversiteleri ile modern bir kültür şehri yaratmak yolunda şimdiden faaliyete geçmesini söylemiştir.

Burada açıklanması gereken noktalardan birisi de "Yurtta sulh cihanda sulh." kavramıdır. Bu ilke, Türk inkılâbının bir temel ilkesi, Türk dış politikasının da dayanağıdır. 1961 ve 1982 Anayasalarımızda yer alan ve devlet yönetimimizde ve her türlü devlet faaliyetlerinde yönlendirici bir nitelik taşıyan "Yurta sulh cihanda sulh" ilkesi sadece bir parola değil, aynı zamanda bir üstün hukuk kuralıdır. Bu ilke bir taraftan yurt içinde huzur ve güven içinde yaşamayı diğer taraftan diğer taraftan da milletler arası barış ve güvenliği hedef tutar. Atatürk'ün belirttiği gibi "Harici siyaset bir heyet-i ictimaiyenin teşekkül-i dahilisi ile sıkı surette alâkadardır. Çünkü teşekkül-i dahiliyeye istinat etmeyen harici siyasetler daima mahkum kalırlar. Bir heyet-i ictimaiyenin teşekkül-i dahilisi ne kadar kuvvetli olursa, siyaset-i hariciyesi de o nisbette kavi ve rasin olur."

Atatürk'ün "Yurta sulh cihanda sulh" düsturunu hiç bir zaman körü körüne veya bedeli ne olursa olsun bir sulh temini maksadıyla anlamadığını biliyoruz. Bunun ispatı ise biraz önce yukarıda bahsettiğimiz Hatay ve Musul meseleleri karşısındaki tavrıdır. Burada Atatürk'ün önemle üzerinde durduğu bir nokta vardır ki o da dış siyasette başarılı olmanın sırrı içeride kuvvetli olmakta yatmaktadır. Ona göre "Asıl olan dahili cephedir. Bu cephe bütün memleketin bütün milletin vücuda getirdiği cephedir. Zahiri cephe doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki müsellah cephesidir. Bu cephe tebeddül edebilir. Mağlup olabilir. Fakat bu hal hiç bir vakit bir memleketi, bir milleti mahvedemez. Mühim olan memleketi temelinden yıkan, milleti esir ettiren dahili cephenin sükutudur. Bu hakikate vakıf olan düşmanlar, bu cephemizi yıkmak için asırlardır çalışmaktadırlar. Bugüne kadar da muvaffak olmuşlardır.” Bahsedilen dahili cephe ancak Türk kültürünün, tarihinin ve dilinin araştırılıp, işlerlik kazanmasıyla kuvvetlendirilebilir. Çünkü milliyetçilik, İstiklâl savaşında temel bir ilke idi. Toprak kayıpları ve azınlıkların kendi millî isteklerinden vazgeçmeyi reddemeleri, Osmanlıcılığı Türk milliyetçiliğine dönüştürmüştü.

Türkiye siyasî coğrafyasında çeşitli isimler altında dil, din tarih, kültür varlık ve değerleri ile birbirine bağlı asırlardır kader birliği yapmış pek çok aşiret boy ve topluluklar bulunmaktadır. Bunların hepsi "Türk" şemsiyesi altında birleşmiştir. Ancak ülkemizde çeşitli etnik adlandırılmalarla topluluklara ayrı bir kimlikle tanınması gibi ırkçı ve bölücü bir saldırıyla karşı karşıya bulunmaktadır. Gerçekte Anadolu insanı, tarihî nedenler, kültür karışımı, iç göçler, evlilikler, eğitim, din ve ekonomik ilişkiler gibi etkilerle et-tırnak gibi ayrılmaz bir bütün niteliğindedir. Maalesef Türkiye kendi istikbalini ilgilendiren bu önemli konularda, ideolojik-psikolojik bir yenilgiye uğramıştır. Sorumlu mevkilerde bulunanların bile bu ideolojik yenilgi içinde Türkiye'nin bir mozaik olduğu tezini benimsedikleri görülmüştür. Bu eğilim Türkiye'yi değişik halkların yaşadığı bir ülke olarak göstermektedir. Gelişigüzel kullanılan ve muhtevası tam izah edilmeyen bu neviden tabirlerle meseleleri adlandırmak, konuları daha içinden çıkılmaz bir hale dönüştürmekte ve halledilmesi de o derece güçleşmektedir.

Siyasal karar alıcılar yüzeysel bilgilerle meseleye çözüm getiremedikleri gibi yanlış ve eksik bilgi temelinden hareket ile zaman zaman yaptıkları açıklamalarla meseleyi telâfisi daha da zor hale koymaktadırlar. getirmektedirler.

Amerika, Kuzey Irak'ta bulunmasını kendisinin petrol çıkarları için yaptığını ve Saddam sorununu çözene kadar bu bölgeden gitmeyeceğini açıkça söylerken ve uluslararası alanda hiç bir itiraz duyulmazken, kendini teröristlere karşı korumak için Kuzey Irak'a giren Türkiye'ye karşı itirazlar yağmakta ve Türkiye'nin bu bölgede bulunması önlenmektedir. Güçlü olan ülkelerin fikirlerinin haklı görüldüğü bu sisteme güç politikası denmektedir. Bu güç politikası içinde Türkiye hakkını arayabilmek ve bunu sürdürebilmek için güçlü bir devlet olmak zorundadır.

Özellikle gelişmiş ülkelerin enerji ve hammadde kaynaklarına olan ihtiyacının hızla artacağı 21.yüzyılın ilk çeyreğinde, artık tüm Ortadoğu coğrafyasında herşey önem taşıyacaktır. Bu coğrafyanın, coğrafî ve tarihî yönden tabii hakimi olan Türkiye ve Türk dünyasını bölge dışı ülkelerin yok saymaları mümkün değildir. Yeter ki biz kendimizin ve tarihî misyonumuzun farkında olalım.

Netice olarak, Türk kültürü bütün Türklerin kültürüdür. Bu kültür nerede olursa olsun Türkün malıdır. Her Türkü de Türkiye'yi de alâkadar eder. Türkiye nerede olursa olsun, Türk kültürü ile yakından ilgilenmeye, onu takip etmeye, ona yardım etmeye mecburdur. Çünkü Türk kültürü bir bütündür ve Türkiye'nin dış Türklerle kültür varlıklarını idame çerçevesinde ilgilenmesi her şeyden önce kendi varlığı için lüzumludur. Yeryüzünde ne kadar çok Türk, ne kadar çok Türk ülkesi, ne kadar yaygın Türk kültürü olursa, Türkiye o nisbette rahat eder ve yalnızlıktan kurtulur. Yoksa kimse Türk ülkelerini Türkiye'nin fethedip kendisine ilhak etmesini beklememektedir

http://www.dicle.edu.tr/dictur/suryayin/khuka/adgp.htm

buena vista 18-02-2007 16:28

Filmin yapımcısı ve oyuncusu değişti senaryo hep aynı kaldı: The Kerkuk
 
Soner YALÇIN
sonery@hurriyet.com.tr


Tarih: 13 Şubat 1925.

Dinsel ve milliyetçi Şeyh Said isyanı başladı.

Ayaklanma iki ayda bastırıldı. İç savaşın Türkiye’ye bedeli ağır oldu; Musul-Kerkük kaybedildi.

Hikáye bilindik, bilinmeyen dünün bugüne ne çok benziyor olduğu...

FİLMİ, Şeyh Said ayaklanmasından iki yıl önceye giderek başlatalım:

Lozan Konferansı’na katılan Türk heyetinin elinde üç sayfalık 14 maddeden oluşan talimat vardı.

Birinci madde, Irak sınırıydı; Süleymaniye, Kerkük ve Musul mutlaka geri alınacaktı.

Çünkü:

Birinci Dünya Savaşı’nı sona erdiren Mondros Antlaşması’na (30 Ekim 1918) göre, bu sancaklar Osmanlı Devleti’ne bırakılmıştı. Ancak iki hafta geçmiş, İngiltere bir oldu bittiyle buraları işgal edivermişti!

Lozan Konferansı’nda İngilizlerin tüm stratejisi petrol üzerineydi... Daha konferans başlamadan, İngiliz, Fransız ve Amerikan petrol şirketleri, Londra’da Mezopotamya petrollerini müzakere etmişlerdi.

Bu toplantının başkanlığın ise Irak hükümeti adına Osmanlı Mebusan Meclisi eski üyesi Sasson Haskail Efendi yapmıştı!

Lozan Konferansı bu havada başladı. Türk Heyeti Başkanı Dışişleri Bakanı İsmet (İnönü) Paşa, önce duygusal konuşmalarla İngilizleri iknaya çalıştı:

"Türkiye yoksul bir ülkedir, petrole ihtiyacı vardır..."

Bu sözler, bir petrol şirketine ortak olan İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon’u nasıl etkileyebilirdi ki?

Zaten, Bonar Law Hükümeti, İngiliz heyetine kesin talimat vermişti; Musul-Kerkük konusunda tartışmaya bile girmeyeceksiniz!

KERKÜK 11. YÜZYILDAN BERİ TÜRK

Türk heyeti toplantılarda, "Bu topraklar 11’inci yüzyıldan beri bizimdir" gibi tarihi gerçekleri anlatarak İngilizleri iknaya çalıştı. Bölgenin nüfus sayım sonuçlarını sundu: 263 bin Kürt, 146 bin Türk, 43 bin Arap, 18 bin Yezidi, 13 bin gayrimüslim...

İngilizleri, kendi belgeleriyle, kaynaklarıyla vurmaya çalıştı.

Öyle ya, onların Britannica Ansiklopedisi bile Türkler ile Kürtlerin Turani iki kardeş kavim olduğunu yazmıyor muydu?

Türk heyeti iyi niyetini hep korudu; her iki halkın bir arada yaşamak istediklerini; inanmıyorlarsa referandum yapılabileceğini ileri sürdü.

Türkiye ne kadar tarihten, kardeşlikten, istatistiklerden bahsetse de İngilizlerin kafasında sadece tek bir düşünce vardı; petrol!

Bu nedenle, konuyla hiç ilgisi olmamasına rağmen, bir gün birdenbire Türklerin Ermenilere çok eziyetler yaptıklarını gündeme getiriverdiler!

Lozan’da toplam 8 ay süren görüşmeler sonucunda, Türkiye ve İngiltere uzlaşamadı. Konferans, sınır meselesini iki ülkenin kendi arasında halletmesine karar verdi.

Eğer her iki ülke, öngörülen 9 aylık sürede anlaşma yoluna gitmezse, mesele, Milletler Cemiyeti Meclisi, -bugünkü adıyla Birleşmiş Milletler’e- götürülecekti.

İNGİLİZLER: HAKKÁRİ’Yİ DE İSTERİZ

Lozan Konferansı’ndan sonra Türkiye ve İngiltere arasında ikili görüşmeler İstanbul’da başladı.

İngiliz heyetinin başında bu kez, Irak Yüksek Komiseri Sir Percy Cox vardı. İngilizler bu konferansta da, çözümsüzlüğü derinleştirmek için, yeni bir diplomasi taktiğini uyguladılar: Türkiye’den, -Musul’un komşusu- Hakkári’yi istediler!

Ve... Hay aksi, tam o günlerde Hakkári’de Nasturi Ayaklanması (12-28 Eylül 1924) başlamasın mı? Bakın şu kör talihe!

Şaka bir yana, bırakın kışkırtmayı, İngilizler isyanı havadan bile destekledi...

İngilizlerin oyunu hep benzerdi: Böl-yönet!

Petrol için önce Arapları ayaklandırmışlardı.

Şimdi sırada Kürtler vardı...

İngiliz istihbaratçıları; Albay T.E. Lawrence Arapları, Binbaşı E.W.C. Noel ise Kürtleri kışkırtıyordu...

Bu arada İngilizlerin, Araplarla Kürtleri de birbirlerine düşürdüklerini eklemeliyim.

ATATÜRK ÇİZMELERİNİ GİYİYOR

İstanbul’daki Türkiye-İngiltere ikili görüşmelerinden de sonuç çıkmadı.

Dolayısıyla, Irak sınırı meselesi Milletler Cemiyeti Meclisi’ne gitti...

İşin garip yani; bu mecliste İngilizlerin büyük ağırlığı vardı ve aksiliğe bakın ki, Türkiye cemiyete üye bile değildi...

Milletler Cemiyeti Meclisi, İngilizlerin isteği doğrultusunda üç kişilik bir komisyon kurma kararı aldı. İsveçli T. Wirsen, Macar Kont Teleki, Belçikalı Albay Poulis’ten oluşan bu heyet, her türlü yazışma ve soruşturma yapma yetkisine sahipti.

Bu komisyonun yaptığı ilk çalışma, Musul ile Hakkári arasına geçici bir çizgi çekmek oldu. Daha Türkiye’yi dinlememişlerdi bile.

Batı’nın bu kibirli, Türkiye’yi hor gören anlayışı Ankara hükümetini çileden çıkardı.

İngiliz istihbarat raporlarına göre, Mustafa Kemal asker çizmelerini tekrar ayağına geçiriyordu.

Atatürk, Irak’a müdahale etmeye kararlıydı...

Ve yine bir aksilik çıktı; ne oldu dersiniz?

Bu kez 14 ili kapsayan Şeyh Said isyanı başladı...

Türkiye, Kuzey Irak’a askeri operasyon yapamadı; içe döndü; binlerce asker ayaklanmayı bastırmakla görevlendirildi...

Ankara’nın, Türklerle Kürtlerin kader birliği içinde bulunduğunu söylediği bir dönemde, bu ayaklanma İngilizlerin elini güçlendirdi. "Hani siz kardeştiniz, bakın şu anda bile savaştasınız" dediler.

Ve, Milletler Cemiyeti Meclisi, Musul, Kerkük ve Süleymaniye’yi İngilizlere verdi...

The End. Çünkü yukarıdaki tarihi film bir İngiliz yapımıdır...

Vizyondaki yeni filmin yapımcısı ve oyuncuları kim acaba?..

Kürt ayaklanmalarında ’Halidiye Ekolü’ etkisi

NAKŞİBENDİLİĞİ Kürtler arasında yaygınlaştıran din adamı, Kuzey Irak Süleymaniye doğumlu Mevlana Halid-i Bağdadi (1776-1826) idi.

Araştırılması gerekiyor; Mevlana Bağdadi’nin halifeleri ve müritlerinin bir kısmı neden hep dinsel-milliyetçi hareketlerin içinde olmuşlardı?

Sorumuzu birkaç örnek olayla açalım:

Şeyh Said’in dedesi Şeyh Ali Septi, Halid-i Bağdadi’nin halifelerindendi. Halife Şeyh Ali Septi’nin torunu Şeyh Said, Kürt Azadi Cemiyeti’nin başkanıydı.

Adıyla bilinen ayaklanmanın lideriydi. "Emirülmücahidin, Mehmet Said’un Nakşibendi El-Halidi" imzasını kullanması dikkat çekici.

Halid-i Bağdadi’nin bir diğer halifesi Nehri’li Seyit Taha’nın torunu Seyit Abdulkadir ise Kürt Teali Cemiyeti’nin başkanıydı.

Mustafa Kemal’in Nutuk’ta yazdığına göre, Koçgiri İsyanı’nın elebaşısıydı.

Her iki torun da idam edildi.

Bitmedi...

Menemen ayaklanmasını organize ettiği için idam cezası alan Musul-Erbil doğumlu Şeyh Muhammed Esad Erbili’nin dedesi Şeyh Hidayetullah da, Halid-i Bağdadi’nin halifelerindendi.

Bugünden de bir örnek vermek gerekiyor:

Halife Seyit Taha’nın icazet verdiği Taceddin Efendi, Musul’a bağlı Barzan Köyü’nde yaşıyordu ve bugünkü KDP’nin başındaki Mesut Barzani’nin büyük dedesiydi.

Barzaniler’in hep ayaklandığını biliyoruz.

Araştırılması gereken bir soru: Mesut Barzani Güneydoğu’daki hangi Nakşibendilerle yakın ilişki içindedir?

Şeyh Said’in mezarı nerede

ŞEYH Said ve 46 arkadaşı, 28 Haziran 1925’te gece yarısı Diyarbakır’da "İngiliz ipiyle" asılarak idam edildi.

Cenazeler ailelere teslim edilmedi. Sadece, Eşref Cengiz’in (CHP-AP milletvekilliği yaptı) dedesi Şeyh Şemseddin’in naaşı ailesine verildi.

Diğerleri bilinmeyen bir yere gömüldü.

Bu yer hálá bilinmiyor...

İddiaya göre, Diyarbakır’da şehri boydan boya kaplayan surların dört ana kapısından biri olan Dağkapı’daki devlete ait boş araziye gömülmüşlerdi.

Cenazelerin bulunduğu bu arazinin bir bölümüne önce halkevi yapıldı.

DP döneminde halkevi kapatıldı, sinema yapıldı. Yenişehir Sineması’nın iki bölümü vardı; yazlık-kışlık.

Yazlık sinemanın arkasında makine dairesinin yanındaki bir tür çitlembik ağacı olan dağdağan vardı. Sinemaya gelenler, Şeyh Said’in bu ağacın altında yattığını söylüyorlardı.

Yeşil alan olarak gösterilen bu araziye Alman Hastanesi inşa ediliyor.

İnşaatı yapan DYP Diyarbakır İl Başkanı, müteahhit Galip Ensarioğlu. Ensarioğlu, cenazelerin bu arazide olmadığını söylüyor. "Olsa hafriyat sırasında kemikler çıkardı" diyor.

Onun iddiası, mezarlar kendi inşaatları ile Astsubay Orduevi arasındaki küçük ara bölgede. Gelen bilgilere göre, Şeyh Said ve arkadaşlarının mezarları, Astsubay Orduevi duvarının tam dibinde.

Ne ilginç:

İki Said; Said-i Nursi ve Şeyh Said...

İkisi de Kürt; ikisi de din adamı; ikisinin de binlerce müridi var ve ikisinin de mezarı kayıp...

82 yıllık derin sır

İdam edilen Şeyh Said ve 45 arkadaşının cesedi, Diyarbakır Dağkapı’da inşaatı halen süren Alman Hastanesi ile Orduevi arasında kalan bu arazinin altında. Bir diğer iddiaya göre, Astsubay Orduevi istimlak duvarının hemen dibinde.

Şeyh Said’in sosyalist torunları

ŞEYH Said’in torunları-akrabaları arasında Türk siyasi hayatının yakından tanıdığı, genellikle sağ partilerde bulunmuş politik isimler var: Abdülmelik Fırat (DP-DYP), Fuat Fırat (MSP- RP), Ali Rıza Septioğlu (AP-CHP-DYP), Mahmut Sönmez (ANAP), Abdulillah Fırat (RP), Muhammed Akar (AKP)...

1925 ayaklanması kararı, Şeyh Said’in kardeşi Şeyh Abdurrahim’in Piran’daki evinde alındı.

Şeyh Abdurrahim, ayaklanmadan sonra Suriye’ye kaçtı. 12 yıl sonra Türkiye’ye döndü. Bismil’in Salat Köyü’nde güvenlik güçleriyle girdiği çatışmada 11 arkadaşıyla birlikte öldü.

Şeyh Abdurrahim Piran’ın varlıklı ailelerinden Hasan Ağa’nın kızı Medine ile evliydi; üç oğlu vardı; Zülküf, Fevzi, Şahabettin.

Zülküf Bilgin, 1950-1960 yılları arasında önce Demokrat Parti’den, sonra Hürriyet Partisi’nden Diyarbakır Belediye Başkanı oldu.

Zülküf Bilgin’in iki oğlu oldu; Abdurrahim ve Behram.

Yılmaz Erdoğan’ın eşi Belçim, inşaat mühendisi Abdurrahim Bilgin’in kızıdır...

Behram Bilgin ise elektrik mühendisi oldu.

Her iki kardeş de Ankara’da, Abdullah Öcalan’ın da içinde bulunduğu sosyalist hareketler içindeydi.

Şeyh Abdurrahim’in ikinci oğlu Öğretmen Fevzi Bilgin de sosyalistti, Diyarbakır TİP listesinden aday oldu.

Fevzi Bilgin’in oğlu Samet, 12 Eylül döneminde TKP-ML davasından yargılandı, hüküm giydi. Samet Bilgin bir ara, Barış Partisi yönetimindeydi.

Diyarbakır TİP İl Başkanı Tahsin Ekinci, Şeyh Said’in kardeşi Şeyh Tahir’in kızıyla evliydi.

Şeyh Said’in "Mehdi" diye bilinen kardeşi Muhyettin Aygören, Elazığ’da TİP’i destekledi. Oğulları Hüsamettin ve Fehrun uzun yıllar Dicle Belediye Başkanlığı yaptılar.

Şeyh Said’in torunu Kasım Fırat, Murat Karayalçın’ın başında olduğu SHP’nin kurucusudur.

Master 04-04-2007 10:52

Burma'daki Sahipsiz Türk Şehitlikleri
 
Burma'daki Sahipsiz Türk Şehitlikleri

Faruk Budak


Bazen yabancı bir ülkeye yaptığınız bir gezi sizin için inanılmayacak derecede sürprizler içerebilir. Ne kadar araştırırsanız araştırın belki de hiç duymamış olduğunuz olaylarla, yerlerle karşılaşabilirsiniz. Benim için böyle bir şey Burma’da başıma geldi.

Burma, sonradan değiştirilen ismiyle Myanmar, yurdumuzdan 7500 km. mesafedeki bir Güneydoğu Asya ülkesi. Birçoklarımızın yerini bile bilmediği bu uzak ülkede, 1500 kadar Türk askerinin şehit olarak yattığını maalesef çok az insan biliyor.

Birinci Dünya Savaşı’nda Irak, Suriye, Filistin ve Arabistan cephelerinde Osmanlı ve İngiliz orduları arasındaki çarpışmalar sırasında İngilizlere tutsak düşerek üzerinde güneş batmayan Britanya İmparatorluğunun bir sömürgesi olan Burma’ya getirilen 12 bin askerimiz yol, demiryolu, köprü ve suni göl yapımında işçi olarak çalıştırılmışlar. Kesin sayısı tam olarak bilinmemekle birlikte 1500 kadarı, bu ülkedeki esaret dönemleri sırasında salgın hastalıklara ve çok ağır çalışma şartlarına dayanamayarak şehit düşmüşler, çalışmayı reddedenler öldürülmüş. Sağ kalmayı başaranların da Türkiye topraklarına dönüp dönmedikleri kesin olarak bilinmiyor.

Haziran 2002’de Burma’ya yaptığım gezi sırasında bir tesadüf neticesinde bu şehitliklerden birini (Thayet Myo’daki şehitliği) ziyaret etme şansını yakaladım. Yaklaşık seksen metreye seksen metrelik bir alan. Yaklaşık bir metre yükseklikteki ve sıvasının yer yer döküldüğü tuğla duvarın ardındaki şehitlik, inanılmayacak bir haldeydi. Bütün mezarlık alanı ekilmişti ve her yer, bel hizasına kadar ulaşan yeşil yapraklı bir bitki ile doluydu. Kitabeye ulaşacak bir yol bile yoktu. İnsan nereden geçeceğini şaşırıyordu. Bitkilerin içine girip dikkatlice yürümeye başladım. Bir mezar taşına çarpıp kırmak, asla istemediğim bir şey. Kitabenin ön yüzündeki mermer levhada yer alan yazıların çoğu silinmiş. Yuvarlak mezartaşlarında Ali, Osman, Süleyman isimlerini okudum. Genellikle 1916 yılının Mart, Nisan aylarında bu topraklarda ölmüşler.

Türkçe ve Burma dilinde yazılmış, yer yer siyah yazıları dökülmüş kitabede şöyle yazıyordu. “Birinci Dünya Savaşı’nda Irak, Suriye, Filistin ve Arabistan cephelerinde Osmanlı ve İngiliz orduları arasındaki çarpışmalar sırasında İngilizlere tutsak düşerek Burma’ya getirilen ve burada şehit düşen aziz Türk askerlerinin anısına”...

Şehitliğin uzun yıllar ihmal edilmiş oluşu gerçekten çok üzücüydü. Türk askeri, seksen yıldan daha fazla bir süre, orada unutulmuş bir vaziyette, bakımsız bir şehitlikte yatıyordu. Şehitliğin bu içler acısı durumunu gezim sırasında hemen üst düzey generallere ve tüm şehitliklerimizden sorumlu olan Milli Savunma Bakanlığına bildirdim.

Üç yıl sonra Ağustos 2005’te aynı şehitliği ikinci kez ziyaret ettim. İkinci ziyarette durum daha da vahimleşmiş. Çaresizliğimin verdiği üzüntü uç noktalarda. Mezartaşlarını bulmaya çalışıyorum ama çoğu ya kaybolmuş ya da parçalanmış. Var olanlar da yeşil bitki örtüsünün altında kalmış. Üzüntülü, kırgın ve kızgınım.

Bir şehitlik böyle olmamalı. Bu kadar sahipsiz kalmamalı. Türk Devletini harekete geçirebilmek için üç yıldır uğraşıyorum. Şehitliklerden sorumlu olan Milli Savunma Bakanlığına yaptığım müracaat dikkate alındı. Restorasyon için ayrılan bütçe Dışişleri Bakanlığına devredildi ama akredite olan Bangkok Büyükelçiliğimiz bu ödeneği kullanamadığı için parayı 2004 yılı sonunda Ankara’ya geri gönderdi. 2005’i kaybettik. MSB ilgilileri, 2006 bütçe yılında bu parayı göndermek için hazır bekliyor. Tek sorun, Dışişleri Bakanlığımızın gerekli restorasyon iznini alması.

Koskoca üç yılı kaybettik. Tüm müracaatlarıma rağmen ortada hiçbir şey yok. Her geçen gün de şehitlikteki mezartaşları, üzerinde tarım yapılması nedeniyle kırılarak toprağın içinde parçalanıp kayboluyor.

Bu seferki gezimde amacım diğer şehitliklerin de yerini bulabilmek. Ülkenin ikinci büyük şehri Mandalay yakınlarındaki Meiktila kasabası, Kızılay arşivlerine göre ikinci büyük şehitliğimizin olduğu yer. Orada gördüğüm manzara maalesef daha da içler acısı. 1947 yılında, ülkenin İngiliz sömürgeciliğinden kurtuluşu sırasında Burmalı askerlerin parçaladığı mezartaşlarından sağlam kalabilmiş 192 tanesi, kasabanın imamı tarafından caminin arka tarafına taşınmış. Şimdilerde şehitliğin yerinin belli bile olmadığı bu mezarlıkta 800’den fazla askerimizin yattığı biliniyor. “Kabirsiz yatan şehitlerimiz” sözü tam onlara uygun.

Meiktila’daki caminin arka duvarına dizilmiş mezartaşları neredeyse altmış senedir orada hüzünle bir gün tekrar eski yerine dikileceği günleri bekliyor.

Tespit edebildiğim kadarıyla Meiktila ve Thayet Myo’nun dışında Schwebo ve Kalaw kasabalarında da küçük şehitlikler var. Ülkenin kuzeyindeki Schwebo’da, şehitlerimizin mezarlarının da yer aldığı eski müslüman mezarlığı iki sene önce kadar Burma yetkilileri tarafından buldozerle yıkılmış ve maalesef geriye hiç bir şey kalmamış. Burmalıların bana söylediği, “sürgüne gönderilmiş önemli bir Osmanlı Prensi de orada yatıyordu” sözleri, hiç şüphesiz ki bizim askerlerimizin başındaki komutanlardan biri için söylendi.

Askeri hükümetin verdiği yirmi dokuz günlük vize süremi sonuna kadar kullanıp bu ülkeden ayrılırken ister istemez içimden bir şeyler kayıp gidiyor. Bizden kilometrelerce uzakta da olsa kendi vatan evladımıza, kendi askerimize bu kadar duyarsız olmamalıyız. Türk Devleti artık onlar için ciddi bir şeyler yapmalı...


http://www.fotografya.gen.tr/cnd/index.php?solanrenkler

Ramo 17-05-2007 23:33

Azman Dede
 
Balıkesir`de son gömdüğümüz Çanakkale gazisi İvrindi'nin Mallıca köyünden 104 yaşında Azman Dede idi. Gençliğinde iki metreyi aşkın boyu,dev görünümüyle insan azmanı sayılmış herkes ona azman demeye başlamış, soyadı kanunu çıkına da Azman soyadını almıştı. Esas ismi adeta unutulmuştu.

Yıllar önce bir yerel araştırma sırasında Mallıca köyü kahvesinde kendisiyle görüştüm. Kulakları ağır işitiyordu. Köylülerden biri yardımcı oldu. Benim sorduklarımı kulağına bağıra bağıra söyledi. Onun sesine alışkın olduğundan anladı. Sorduklarımı cevapladı. Söz Çanakkale`ye geldiğinde o koca ihtiyar sarsıla sarsıla, hıçkırıklar içinde ağlamaya başladı. Kendi zor duyduğu için kan çanağına dönen gözleriyle bize de duyurmak için bağıra bağıra anlatmaya başladı:

-“Bir hücum sırasında bölük erimişti. Yüzbaşı telefonla takviye istedi. Gece yarısı siperleri takviye için istediğimiz askerler geldi. Hepsi askere alınmış gencecik insanlardı. Ama içlerinde daha çocuk denecek yaşta üç-dört asker vardı ki hemen dikkatimizi çekti. Bölüğü düzene soktum. Yüzbaşı gelenlerle tek tek ilgileniyor, karanlıkta el yordamıyla üstlerini başlarını düzeltiyor, sabah yapılacak olan süngü hücumuna hazırlıyordu. Sıra o çocuklara geldiğinde, o cıvıl cıvıl şarkı söylerek gelen çocuklar birden çakı gibi oldular. Yüzbaşı sordu; “Yavrum siz kimsiniz?”, içlerinden biri; “Galatasaray Mektebi Sultanisi talebeleriyiz Vatan için ölmeye geldik!..” diye cevap verdi. Gönlüm akıverdi o çocuklara. Bu savaş için çok küçüktüler. Daha süngü tutmasını bile bilmiyorlardı. Onlarla ilgilendim. “Mermi böyle basılır. Tüfek şöyle tutulur. Süngü böyle takılır. Düşmana şöyle saldırılır!..” diye. Onları karşıma alıp bir bir gösterdim. Siperlerin arkasında ay ışığında sabaha kadar talim yaptık. Gün ışımadan biraz dinlensinler diye siperlere girdik. Ortalık hafif aydınlanır gibi olunca hep yaptıkları gibi düşman gemileri gelip siperlerimizi bombalamaya başladılar. Yer gök top sesleriyle inliyordu. Her mermi düştüğünde minare gibi alevler yükseliyor birgün önce ölenlerin kol, bacak, el, ayak gibi parçaları havaya kalkan toprakla siperlere düşüyordu. Mermiler üzerimizden ıslık çalarak geçiyordu. Siperler toz duman içinde kalmıştı. Bir ara yüzbaşı “Azman yandık!..” diye siperin köşesini işaret etti. O şarkı söyleyerek sipere gelen, sanki çiçek toplarmış gibi neşeli olan o çocuklar siperin bir köşesinde sanki bir yumak gibi birbirine sarılmış tir tir titriyorlardı. Çocuklar harbin gerçeği ile ilk defa karşılaşıyorlardı. Ürkmüşlerdi. Yüzbaşı yandık demekte haklıydı. Muharebede bir ürküntü panik meydana getirebilirdi. Tam onlara doğru yaklaşırken içlerinden biri avaz avaz bir marş söylemeye başladı!..

Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı
Al sancağı teslim etti Allah'a ısmarladı
Boş oturma çalış dedi hizmet eyle vatana
Sütüm sana helal olmaz saldırmazsan düşmana

Baktım hemen biraz sonra ona bir arkadaşı daha katıldı. Biraz sonra biri daha... Marş bitiyor yeniden başlıyorlar. Bitiyor bir daha söylüyorlar. Avaz avaz!.. Gözleri çakmak çakmak... Hücum anı geldiğinde hepsi süngü takmış, tüfeklerine sımsıkı sarılmış, gözleri yuvalarından fırlamış, dişler kenetlenmiş bekliyorlardı. O an geldi. Birden yüzbaşı “Hücum!..” diye bağırdı. Bütün bölük, bütün tabur, bütün alay cephenin her yerinden fırladık. İşte tam o anda, tam o anda, o çocuklar kurulmuş gibi siperlerden fırlayıverdiler. İşte o an. Tam o an bir makinalı yavruları biçiverdi. Hepsi sipere geri düştüler. Kucağıma dökülüverdiler. Onların o gül gibi yüzleri gözümün önünden gitmiyor. Hiç gitmiyor!.. İşte ben ona ağlıyorum, o çocuklara ağlıyorum!..”

Azman dede ağlıyordu. Ben ağlıyordum. Kahvede kim varsa ağlıyordu. Kahveci gözyaşları içinde bize çay getirdi. Eğildi;

“Azman dede hep ağlar. Niye ağladığını bugün ilk defa anlattı.” dedi.




( C. Bayar Üniversitesi Öğrenci Konseyi'nin hazırladığı Çanakkale adlı kitapçıktan. )

kasved 06-07-2007 11:21

İskender-Aristo


*BUYUK ISKENDER, FELSEFENIN DUAYENI SAYILAN ARISTO'YA BIR MEKTUP
YAZAR.''ZAPTETTIGIM TOPRAKLARDAKI INSANLARI TAHAKKUMUM ALTINDA
TUTABILMEK ICIN NELER YAPMALIYIM ''DIYE GORUS BEYAN EDER;

1- ULKENIN ILERI GELEN INSANLARINI SURGUNE MI GONDEREYIM*
*2- ULKENIN ILERI
GELEN INSANLARINI HAPSE MI ATAYIM ?*
*3- ULKENIN ILERI GELEN INSANLARINI
KILICTAN MI GECIREYIM ? *
**
*ARISTO' NUN CEVABI :*
*1- SURGUNDE TOPLANIP SANA
KARSI BASKALDIRIRLAR,*
*2- HAPISHANELER MILITAN YUVASI OLUR, KONTROLDEN
CIKAR,*
*3- ONLARDAN SONRAKI KUSAK INTIKAM HIRSIYLA BUYUR, TAHTINI SALLAR.
COZUM OLARAK SU NASIHATI VERIR: ''INSANLARIN ARASINA NIFAK TOHUMLARI
EKECEKSIN,

BIRBIRLERIYLE SAVASINCA HAKEM OLARAK KENDINI KABUL ETTIRECEKSIN,AMA
ANLASMAYA GIDEN BUTUN YOLLARI TIKAYACAKSIN. '' ( Biri AMERIKA mi dedi !!)*

Ramo 23-09-2007 20:22



Gazi Çiftliği'nde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına rasladık. Atatürk attan inerek bu ihtiyar kadının yanına sokuldu.

- Merhaba nine...
Kadın Ata'nın yüzüne bakarak hafif bir sesle;
- "Merhaba" dedi.
- Nereden gelip nereye gidiyorsun?

Kadın şöyle bir duralayıp, "Neden sordun ki?" dedi:
"Buraların sağbısı mısın? Yoksa bekçisi mi?"

Paşa gülümsedi.
- Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin malıdır. Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin?

İhtiyar Kadın başını salladı.
- Tabii söyleyeceğim, ben Sincan'ın köylerindenim bey, otun güç bittiği, atın geç yetişdiği kavruk köylerinden birindeyim. Bizim mıhtar bana bilet aldı trene bindirdi, kodum Angara'ya geldim.

- Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni?

- Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da.... Benim iki oğlum gavur harbinde şehit düştü. Memleketi gavurdan kurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa.
Ben de gün demeyip gece demeyip mıhtara anlatınca, o da bana bilet alıverip saldı Angaraya, giceleyin geldimdi. Yolu neyin de bilemediğimden işte ağşamdan belli böyle kendimi ordan oraya vurup duruyom bey.

- Senin Gazi Paşa'dan başka bir isteğin var mı?

Kadını birden yüzü sertleşti.
- Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki... O bizim vatanımızı gurtardı. Bizi düşmanın elinden kurtardı. Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? Onun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşıyoruz. Şunun bunun gavur dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü görmek, ona "sağol paşam! demek için düştüm. Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek. Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de
Gazi Paşayı bulacağım yeri deyiver.

Atatürk'ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden belliydi. Bana dönerek,
- Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır... Benim köylüm, benim vefalı Türk anamdır bu.

Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum anacığım dedim,
- Sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında duruyor....

Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere fırlatıp, Atatürk'ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu.

İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü atanın ellerini. Ata da onun ellerini öptü.

Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı. Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk'e uzattı;

- Tek ineğimim sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye getirdim. Seversen gene yapıp getiririm. Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi.
Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi;

- Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin. Sonra köyüne götürün. Giderken de kendisine benim bütcemden üç inek verin armağanım olsun."

Ramo 30-09-2007 11:03

Atatürk'ün Fikir Fedaisi...

Doktor Reşit Galip'le ilgili yeni bir kitap, "Atatürk'ün Fikir Fedaisi Dr. Reşit Galip" adıyla Gürer Yayınları tarafından yayımlandı. Reşit Galip olayı hem bir devrimci cesaretin hem de Mustafa Kemal büyüklüğünün hikâyesidir...
Dr. Reşit Galip, Balkan ve Birinci Dünya Savaşı'na gönüllü doktor olarak katılır. Atatürk'le tanışmaları 1923 Mart'ında Mersin'de olur. Devletten istifa edip Türk Ocağı Başkanı olan Reşit Galip, açık hava toplantısında konuşurken birden işaret parmağıyla Gazi'yi gösterecek ve
"Sen" diye ona seslenerek şöyle diyecektir:
- Senin asıl büyüklüğün bütün o büyüklüklere rağmen milletin ferdiyim diye övünmendir...
Herkes bir fırtına kopacak sanır. Aksine Atatürk, Reşit Galip'i sever. Galip, 1925 yılında milletvekili olur, iki yıl süreyle İstiklal Mahkemesi üyeliği yapar. Atatürk'le aralarındaki o efsaneye dönüşen kavga 1931 yılı ağustos ayında Dolmabahçe Sarayı'nda yaşanır...
Reşit Galip masada Atatürk'ün de hocası olan zamanın Milli Eğitim Bakanı Esat Mehmet'i eleştirmeye koyulur.
Atatürk'ün, "Davamıza inanmıştır, benim hocamdır, benim hocam olması sence bir değer taşımıyor mu?" sözlerine "Kusura bakma Paşam taşımıyor, okuttuklarının içinde sizin gibi devrimci çıkmış ama kim bilir nice tutucu da çıkmıştır" diye karşılık verir. Mustafa Kemal, "Bu masada hocama hakaret etmenize müsaade edemem" diyecek olur, Reşit Galip, "Devrimleri korumak için sizden müsaade istemiyorum. Hatayı yapan siz de olsanız sizi de eleştiririm. Rose Noir'a 15 bin liralık kredi mektubu da siz verdiniz diye hata olmaktan çıkmaz" diye üsteler.
Ortalık buz keser. Atatürk "Yoruldunuz, biraz istirahat etseniz iyi olacak" diyerek Reşit Galip'i dışarıya davet eder. Ama tüm beklentilerin aksine Reşit Galip dışarı çıkmaz: "Burası sizin değil milletin sofrasıdır" diyerek yerinde çakılı kalır. Bunun üzerine Atatürk odayı terk eder. Reşit Galip sabaha kadar o salonda oturur. Ertesi gün Ata'ya bir özür mektubu yazar. Birkaç ay sonra yaptığı bir radyo konuşmasını Atatürk de dinler. Reşit Galip: "Devrimlerimizi herkese ve her şeye karşı savunacağız. Gerekirse babalarımıza ve çouklarımıza karşı da..." demektedir. Atatürk birkaç gün sonra Reşit Galip'i çağırtır. Onu Milli Eğitim Bakanı yapar...
Rose Noir hadisesine gelince... Beyoğlu'nda bir Rus karı-kocanın işlettiği böyle bir mekân vardır. Atatürk bir gece oraya gittiğinde mekânın sahibi Madam Senya masaya gelir, uzun uzun dert yanar, İş Bankası'nın krediyi kestiğini anlatır. Bu tür mekânların yaşamasını isteyen Atatürk, İş Bankası'na hitaben bir not yazar, ellerine tutuşturur. İş Bankası Genel Müdürü Mummer Eriş ertesi gün kâğıdı alınca Dolmabahçe Sarayı'na gelir, bu krediyi vermeye kuralların müsaade etmediğini bildirir. Mesele bundan ibarettir.
Ancak, Atatürk'ün o gece o çifte çek verdiği dedikodusu yayılmıştır. Reşit Galip işte bu dedikoduyu seslendirir... Atatürk kimilerine göre diktatördü. Bir bugünkü demokratlara (!) bakın bir o günkü diktatöre...

Melih Aşık Milliyet
http://www.milliyet.com.tr/2007/09/30/yazar/asik.html

dentist 07-11-2007 15:14

'İcra eden, tatbik eden, karar verenden daima daha kuvvetlidir.'

Mustafa Kemal Atatürk


Maalesef çok üzücü ve kötü günler geçiriyoruz. Büyük önderimizin, zor günlerdeki devlet adamlığına örnek olması açısından, büyük bir anısını anlatmayı kendime görev bildim. Hükümet başındaki bürokratlara !!! önemle duyurulur.

Saygılarımla.


Atatürk'ün devlet adamlığı, Stalin'in verdiği bir demeç üstüne gidişi

Stalin'in Sovyetler Birliği'nin başında olduğu dönemler... Sovyetlerin Ankara Büyükelçisi ünlü bir diplomat Karakan... 1917 Ekim Devrimi'nin yıl dönümlerinden birinin sabahında Stalin, son derece sivri, anlamsız ve onur kırıcı bir demeç veriyor. Bu demecinde aynen şunları söylüyor:

'Herkes bilsin ki, Rus Milleti; Boğazlarla, Ardahan'ı ele geçirmekten asla vazgeçmeyecektir. Çok yakın bir zamanda bu davalarımızı halletmiş olacağımızı şimdiden müjdeliyorum...'

Aynı gece Ankara'da Sovyet Büyükelçiliği'nde de ihtilalin yıl dönümü kutlamaları yapılıyor. Cumhurbaşkanımız Mustafa Kemal Atatürk, gece yarısına doğru Stalin'in bu densiz demecinden haberdar oluyor ve maiyetine emrediyor:

'Arabaları hazırlayın gidiyorum.'
'Paşamız bu saatte nereye gidecekler?'
' Sovyet Sefareti'ne.'

Mahiyetin etekleri tutuşur çünkü olayı kavrarlar, içlerinden birisi Atatürk'e:
'Paşa hazretleri nasıl olur? Protokolsüz mü? Siz devlet başkanısınız, protokolsüz nasıl gidersiniz?'
'Ben protokol falan dinlemiyorum çocuk. Stalin vatanımın topraklarına göz dikmiş, sen bana protokolden söz ediyorsun. Hazırlayın arabaları.' diye cevap verir.

Büyük önderimiz ve arabalar hazırlanır. Atatürk ve maiyeti, Sovyet sefaretinin kapısına dayanır.
Ulu önderimiz yüzü asık bir şekilde yukarı çıkar ve o sırada sefarette büyük bir balo vardır. Atatürk kendisini karşılayan Büyükelçi Karakan'ı görünce:

'Merhaba Karakan' der ve aynı sert ifadeyle devam eder. 'Rahatsız ettik ama sen benim şahsi dostumsun, kusurumuza bakmazsın. Bir hususu esasından anlamaya geldim.'
'Emredin Sayın Başkan'
'Ajanstan öğrendiğime göre, başbakanınız Stalin, Ardahan'la Boğazları istemiş, kararı katiymiş...Pek yakın bir gelecekte bu kararını uygulayacakmış. Tam böyle söyleyip söylemediğini bilemem ama buna benzer şeyler söylemiş. Tabii ki bu nutkun da bir sureti sende vardır. Getir bakalım şunu da işin aslını faslını iyi anlayalım.'

Stalin'in nutku getirilir. Atatürk metnin o kısmını yanındakilere kelime kelime tercüme ettirir. Nutuk ajanstan geçen metin ile aynıdır. Atatürk sorar:
'Karakan, sefaret telsizinden derhal Stalin'i bulduracaksın. Bu beyannatından vazgeçip geçmediğini sorduracaksın. Başbakanın tükürdüğünü yalayacak, yalamazsa ben yapacağımı bilirim. Bu cevap bu gece gelecek çünkü benim senin başbakanından daha önemli kararım var. İstediğim cevabıalmadan sefaretinizden dışarı adım atmam. Eğer cevap istemediğim şekilde gelirse bil ki buradan çıkıp doğru Rus sınırına gideceğim...'

Karakan çaresizlik içinde telsizin başına koşar ve Atatürk'ün söylediklerini aynen nakleder. Stalin'den gelen cevap büyük önderimizi tatmin eder çünkü cevapta aynen şöyle söylenmektedir. 'Stalin sürçü lisan eylemiştir. Boğazlar'la Ardahan'ı almak gibi bir arzusu katiyetle yoktur...'
Atatürk cevabı okuduktan sonra Rus Büyükelçisi Karakan'a hitaben 'Karakan seni geri çağırırlar ve yaşatmazlar. Uzun süredir tanışıyoruz, istersen bize iltica et.'
Karakan bu teklife olumsuz cevap verir ve cevabı telgraftan hemen sonra bir telgrafla geri çağrıldığını açıklayarak: 'Teşekkür ederim. Sizi tanımış olmam bile kafidir ancak memleketinizdeki vazifem sona ermiştir. Yarın hareket edeceğim.'
Atatürk fazla ısrar etmez ve Çankaya'ya döner. On gün sonra şöyle bir haber gelir. Sovyetler Birliği'nin eski Ankara Büyükelçisi Karakan fırında yakılmak suretiyle idam edilmiştir.

Evet işte böyle, daha fazla yoruma gerek var mı? Sözümü, vatanımızın bölünmez bütünlüğünü ve bağımsızlığını korumak için şehit düşen askerlerimizi saygıyla anarak bitiriyorum.

Alıntıdır.

dentist 09-11-2007 10:09

Karizma ne idi?
 
Toplam 1 eklenti bulunuyor.
Eklenti 487

Master 01-02-2008 12:50

Hatırlamak için
 

meraklı 29-04-2008 09:46

Tekerrür... mü gereken
 
HAMİDİYE ZIRHLISI VE POTOMYA ‘NIN SİVRİSİ…

Siz Potomya’yı bilir misiniz ?
Nereden bileceksiniz Karadeniz’in bu şirin kasabasını…Ama Karadenizliler iyi bilir , Potamya’yı ve öyküsünü..

Biri var ki, O Potamya’yı herkesten daha iyi bilir , bilirdi; Mustafa Kemal ATATÜRK..

Cumhuriyetin ilk yılları .. Devrimler peşpeşe geliyor ; şapka devrimi henüz uygulamaya konmuş.

Hilafetçiler durumdan rahatsız. Derken Şeyh Sait doğuda hilafet kisvesi altında bilinen Kürt isyanını başlatıyor. Vatan toprağının hiçbir köşesinden destek bulamazken ,Potamya’da bir sivri zekalı halkı örgütleyip “hilafet isterüükk” diye Şeyh Sait isyanına destek veriyor.

Atatürk önceleri bunları ciddiye almıyor. Ancak “ Cumhuriyet istemezüükkk, devrimleri tanımazüükk” sesleri yükselmeye başlayınca duruma el koyma gereği doğuyor. Donanmanın “Hamidiye” zırhlısını Potamya sahillerine gönderiyor.

Hamidiye ,Potamya’yı kuru-sıkı bombalamaya başlayınca isyancı halk çil yavrusu gibi kaçışmaya başlıyor. ..Hamidiye susuyor… Taa ki Potamyalılar sahilde saf tutup Hamidiye zırhlısına secde edip de hep bir ağızdan :

- Atma Hamidiye atma.. Şapka da giyecium , verci de fereceğum. Diyene kadar

Potamya neresidir bilir misiniz ? Rize’nin şirin ilçesi..Bugünkü adıyla Güneysu kazası…

Güneysu neresidir bilir misiniz??

Recep’in köyü .. (şimdi de Recep kim diyeceksiniz)

--Potamya’nın bugünkü sivrisi, hani Çankaya’ya aşeren.:ds:*



:;dedektif


O zaman Hamidiye vardı... Ve bir de Mustafa Kemal...

Ya şimdi ????:confused:

Ramo 04-05-2008 18:46


Lütfen yüklenmesini bekleyiniz.

Ramo 11-06-2008 18:48

Iki Tarih
 
Nazlı Ilıcak: Vahdettin hain değil


Keşan'daki bir okulda, bir öğrencinin, Vahdettin'den adını vermeden "hain" diye söz ettiği iddiası üzerine, Milli Eğitim Müdürlüğü yetkililerince soruşturma açıldı. Yankılara sürüyor. Nazlı Ilıcak Vahdettin'e hain denilmesine karşı..

Nazlı Ilıcak: Vahdettin hain değil

Nazlı Ilıcak'ın köşe yazısı

Ecdada biraz saygı
Son padişah Vahdettin neden hain olsun? Atatürk'ün kahraman sayılması için birilerinin ihanet içinde olması gerekmez ki! Ama maalesef, ders kitaplarında çocuklara hâlâ "Vahdettin'in ihaneti" anlatılıyor. Sanki, "elinin hamuruyla" siyasete karışan ve ülkeyi Birinci Dünya Savaşı'na sokan, sonunda da büyük bir bozguna uğrayıp, Osmanlı'nın yüzyıllar boyunca hüküm sürdüğü topraklardan ayrılmasına yol açan oydu.

Vahdettin, Birinci Dünya Savaşı'nın bitmesine çok az kala, Temmuz 1918'de tahta geçti. İttihat ve Terakki mensuplarını sevmemesine rağmen, hiç sorun çıkarmadan Talat Paşa'yı kabinenin teşkiline memur etti. Onlara "Sizi takviyeden başka bir fikir ve emelim yok. Benden emin ve müsterih olarak vazifenizi yapınız" dedi. Anayasa ve meşruiyet fikirlerine sadık olduğunu ifade etti. İzmir'in işgalinden sonra Mustafa Kemal'i "Muvaffak ol" temennisiyle, 9. Ordu müfettişi olarak çok geniş yetkilerle Anadolu'ya gönderen de Vahdettin'dir. Görünüşte Samsun mıntıkasındaki anarşi olaylarının bastırılması söz konusuydu ama, esas gaye, Mustafa Kemal'in Anadolu'da teşkilâtlanmasını sağlamaktı. Dahiliye Nazırı Mehmet Ali Bey vasıtasıyla, Mustafa Kemal'e, 25 bin altın verilmiştir. Bir iddiaya göre, bu kadar büyük bir rakam, örtülü ödenek kayıtlarında görünmesin diye Vahdettin, Çengelköy'deki değerli atlarını satmış ve parayı Mustafa Kemal'e İngilizlerden gizli olarak teslim etmiştir. Saltanatın kaldırılmasından, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde şahsına yönelik sözlü saldırılardan, eski Dahiliye vekili ve Peyam-ı Sabah gazetesi başyazarı Ali Kemal'in linç edilmesinden sonra, Mustafa Kemal'le görüşmek için son bir teşebbüste bulunmuş, talebine cevap alamayınca, 1922'de 16 Kasım'ı 17 Kasım'a bağlayan gece İngilizlere sığınarak ülkesini terk etmiştir.

Vahdettin, bir kahraman olmayabilir. "İngilizlere karşı yeterli direnci göstermedi" de denilebilir. Ama, o bir hain değildir.

NUTUK 1. SAYFA
1919 yılı Mayısının 19'uncu günü Samsun'a çıktım. Ülkenin genel durumu ve görünüşü şöyledir :

Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu grup, I. Dünya Savaşı'nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir ateşkes anlaşması imzalanmış. Büyük Savaş'ın uzun yılları boyunca millet yorgun ve fakir bir durumda. Milleti ve memleketi I. Dünya Savaşı'na sürükleyenler, kendi hayatlarını kurtarma kaygısına düşerek memleketten kaçmışlar. Saltanat ve hilâfet makamında oturan Vahdettin soysuzlaşmış, şahsını ve bir de tahtını koruyabileceğini hayal ettiği alçakça tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşa 'nın başkanlığındaki hükûmet âciz, haysiyetsiz ve korkak. Yalnız padişahın iradesine boyun eğmekte ve onunla birlikte kendilerini koruyabilecekleri herhangi bir duruma razı.

Ordunun elinden silâhları ve cephanesi alınmış ve alınmakta...

İtilâf Devletleri, ateşkes anlaşmasının hükümlerine uymayı gerekli bulmuyorlar. Birer bahane ile İtilâf donanmaları ve askerleri İstanbul' da. Adana ili Fransızlar; Urfa, Maraş, Ayıntap (Gaziantep) İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya'da İtalyan askerî birlikleri, Merzifon ve Samsun'da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta yabancı subay ve memurlar ile özel ajanlar faaliyette. Nihayet, konuşmamıza başlangıç olarak aldığımız tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919'da, İtilâl Devletleri'nin uygun bulması ile Yunan ordusuda İzmir'e çıkartılıyor.

Bundan başka, memleketin her tarafında Hristiyan azınlıklar gizli veya açıktan açığa kendi özel emel ve maksatlarını gerçekleştirmeye devleti bir an önce çökertmeye çalışıyorlar.

Sonradan elde edilen güvenilir bilgi ve belgelerle iyice anlaşılmıştır ki, İstanbul Rum Patrikhanesi'nde kurulan Mavri Mira Hey'eti illerde çeteler kurmak ve idare etmek, gösteri toplantıları ve propagandalar yaptırmakla meşgul. Yunan Kızılhaç'ı ve Resmî Göçmenler Komisyonu , Mavri Mira Hey'eti'nin çalışmalarını kolaylaştırmakla görevli. Mavri Mira Hey'eti tarafını,olan yönetilen Rum okullarının izni teşkilâtları, yirmi yaşından yukarı gençleri de içine almak üzere her yerde kuruluşunu tamamlıyor.

Ermeni Patriği Zazen Efendi de, Mavri Mira Hey'eti ile birlikte çalışıyor. Ermeni hazırlığı da tıpkı Rum hazırlığı gibi ilerliyor. Trabzon, Samsun ve bütün Karadeniz sahillerinde örgütlenmiş olan ve 4 İstanbul'daki merkeze bağlı bulunan Pontus Cemiyeti hiç bir engelle karşılaşmadan kolaylıkla ve başarıyla çalışıyor.
Türkiye Cumhuriyeti; Osmanlı Devleti’nin yerine kuruldu. Son Osmanlı Padişahı olan Mehmet Vahdettin, Kurtuluş Savaşı’nı baltalamak için elinden geleni yaptı. Atatürk ve arkadaşlarını idama mahkum ettirmekten tutun da Milli Kuvvetleri dağıtmak için Kuva-yı İnzibatiye adında ordu kurmaya kadar... Günümüzün Osmanlıcıları; onu yüceltirken acaba resmi belgeler ne diyor?

Mehmet Vahdettin; Osmanlı Devleti’nin son padişahı idi. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları işgalcileri yurdumuzdan attığında Vahdettin de İngilizlere sığınıp savaş gemisi ile İstanbul’dan kaçtı.

Uzun zamandır Mehmet Vahdettin’in hain olup olmadığı tartışılıp duruyor. Osmanlı zihniyetini savunanlar, bunun aksini iddia ediyorlar. Bunlar daha da ileri gidip Mustafa Kemal Paşa’ya, Vahdettin’in 40 bin altın verdiğini bile yazıyorlar. Bunun, Vahdettin’i yüceltmek isteyen şeriatçı kesimin uydurması olduğunu tarih açıkça gösteriyor. Çünkü; Mustafa Kemal Paşa, 23 Temmuz-6 Ağustos arasında yapılan Erzurum Kongresi’nden sonra Sivas’a dönmek istediğinde, otomobile lastik alacak paraları bile yoktu ve halk, aralarında yardım toplayarak kabak lastiklere iç lastik almıştı.

YAKALAYIP İDAM EDİN

Mustafa Kemal ve arkadaşları binbir sıkıntı içinde düşmana karşı mücadele için hazırlanırken Osmanlı Padişahı Mehmet Vahdettin, onların asılması için İstanbul’da sıkıyönetim mahkemesi kurdurup karar aldırmıştı. İşte o resmi belgeyi, dilini biraz sadeleştirerek veriyoruz:

“Yüce İrade Mehmet Vahdettin, Kuva-yı Milliye adı altında çıkardıkları fitne ve fesadın ve anayasaya aykırı olarak halktan zorla para toplamak, asker almak ve karşı duranlara işkence, eziyet ve beldeleri yıkmaya cüret etmek suretiyle iç güvenliği bozanların tertipçi ve kışkırtıcılarından oldukları savıyla sanık olan üçüncü ordu müfettişliğinden azledilmiş, askerlik mesleğinden çıkarılmış Selanikli Mustafa Kemal Efendi ve Yirmi Yedinci Tümen eski komutanı albaylıktan emekli İstanbullu Kara Vasıf Bey ve Yirminci Kolordu eski komutanı mirliva (tuğgeneral) Salacaklı Ali Fuad (Cebesoy) Paşa ile eski Ankara Milletvekili Midillili Alfred Rüstem ve eski sağlık müdürü İstanbullu Doktor Adnan Bey ve İstanbul Üniversitesi Batı Edebiyatı eski öğretmeni Halide Edip (Adıvar) Hanım’ın ayrıntıları yargı tutanağında yazılı olduğu üzere Mülkiye ceza yasasına uyularak taşıdıkları askeri ve mülki rütbe ve nişanlarla, her türlü resmi unvanlarının kaldırılmasına ve İDAMLARINA ve hâlâ kaçış halinde bulundukları için buna ilişkin yasa hükümleri gereğince mallarına el konulmasına ilişkin İstanbul Birinci Sıkıyönetim Harp Divanı’nın gıyaben (kendileri yokken) verilen hüküm ve karar, ele geçtiklerinde tekrar yargılanmak üzere onaylanmıştır.”

11 Mayıs 1920’de Nemrud Mustafa (Kürt Mustafa) Divanı denilen mahkemenin verdiği bu idam kararlarına 25 Mayıs’ta Mareşal Fevzi Çakmak; 6 Haziran’da İsmet İnönü, Fahrettin Altay, Ankara Müftüsü Rıfat Börekçi, Bekir Sami Bey, Yusuf Kemal Tengirşenk, Celalettin Arif Bey de dahil edilir. Bu insanları öldürtmeye çalışan kişi Vahdettin idi.

KEMALİSTLER KÂFİR İLAN EDİLDİ

Vahdettin’in niyetini, tavrını, kişiliğini anlamakta ciddi bir ipucu olan başka bir belgeyi yayımlıyoruz. Bu belge; bir fetvadır. Fetva, halka dine göre nasıl davranmalarını gösteren resmi bir karardır. Padişah Vahdettin; Şeyhülislam Dürrizade Abdullah’tan Kurtuluş Savaşı’nı baltalamak için 5 Nisan 1920 tarihli şöyle bir fetva almıştır:

“Dünya düzeninin yürütücüsü olan İslam Halifesi hazretlerinin (Yani, Vahdettin’in...) idaresi altında bulunan İslam beldelerinde bazı kötü şahıslar aralarında birleşip ve kendilerine reisler seçerek padişahın sadık halkını kandırmaya, yoldan çıkarmaya, padişahın yüksek emirleri olmadan ahaliden asker toplamaya kalkışıp, padişahın emirlerine aykırı olarak birtakım salma ve vergiler kesip, çeşitli baskı ve işkencelerle halkın mallarını ve eşyalarını yağmalamak ve padişah emrinde bulunan bazı dini, askeri ve mülki memurları kendi başlarına kovup kendi hempalarını tayin, hilafet merkezi ile memleketin ulaştırma ve haberleşme yollarını kesmek, devletçe gönderilen emirlerin yapılmasını yasaklamak, hükümet merkezini diğer bölgelerden ayırmak suretiyle halifelik otoritesini kırmak ve zayıflatmak maksadıyla yüksek halifelik makamına ihanet etmek suretiyle imama (padişaha) itaatten dışarı düşmekle, adı geçen reisleri ile aveneleri ve onlara bağlı olan kimseler eşkıya mertebesinde bulunup, dağılmaları hakkında gönderilmiş bulunan yüksek emirlerden sonra hâlâ inat ve fesatlarında direnirler ise adı geçen kimselerin kötülüklerinden memleketi temizlemek ve zararlarından halkı kurtarmak vacip olup “fe-katilü elleti tebga hatta tefaa ila emerillah” ayeti kerimesi gereğince KATLEDİLMELERİ VE GEREKİRSE KİTLE HALİNDE ÖLDÜRÜLMELERİ MEŞRU VE FARZ OLUR MU, BEYAN BUYURULA.

- Cevabı budur: Gerçeği Tanrı bilir ki OLUR!

Dürrizade Es-Seyyit Abdullah tarafından yazıldı.

“Böylece padişahın ülkesinde savaş kudretleri bulunan Müslümanların adil halifemiz ve imamımız Sultan Mehmet Vahdettin Han hazretlerinin çevresi etrafından toplanıp bunlarla çarpışmak için yapılan davet ve emirlerine koşup, adı geçen eşkıyalar ile savaşmaları vacip olur mu?”

- Cevabı budur: Gerçeği Tanrı bilir ki, olur.

Yukarıda görüldüğü üzere; Padişah Vahdettin; düşmanla savaşan Mustafa Kemal Paşa ve onun emrindeki askerleri kâfir gibi görmekte; öldürülmeleri için halkı ve diğer kuvvetleri harekete geçmeye çağırmaktadır.

ORDU BİLE KURDU

Bu çağrılar nedeniyle, Adapazarı’ndan Yozgat’a ve Konya’dan Urfa’ya kadar çok geniş bir bölgede isyanlar çıktı. Vahdettin’in adamları Türk ordusunu düşmandan daha fazla oyaladılar.

Mehmet Vahdettin, düşmana karşı mücadele eden Kuva-yı Milliye’yi dağıtmak için Kuva-yı İnzibatiye adını verdiği bir ordu bile kurdu. 18 Nisan 1920’de kurulan bu ordunun kuruluş amacı şöyle açıklanmıştı: “Devlet kanunlarını uygulayan memurları zor kullanarak engelleyen Kuva-yı Milliye adını taşıyan haydutları ortadan kaldırmak için Kuva-yı İnzibatiye kurulmuştur. “

İş bununla da kalmamıştır. Açlık, yoksulluk, yoksunluk içinde düşmana karşı direnen Kuva-yı Milliye ordusu ve subayları, padişah tarafından Bolşevik (Komünist) olmakla suçlanarak kötülenmiştir.

CANINI KURTARMAK İÇİN

Vahdettin bu komplolarda başarılı olamayınca 17 Kasım 1922’de İngilizlere sığındı. Canını kurtarmak için düşmana koşan Vahdettin’in kimliğini Kemal Atatürk, Nutuk’ta bütün çıplaklığı ile; belgeleri de ortaya koyarak anlatmaktadır. Atatürk, “Hain Vahdettin, bir İngiliz savaş gemisiyle İstanbul’dan kaçıyor” başlığı altında, Türkiye’deki İngiliz ordusunun başkomutanı General Harrington’un bildirisini vermiştir. 17 Kasım 1922 tarihli mektupta denilen şudur: “Bir kopyasını eklediğim resmi bildiride söylendiği gibi, padişah kendisini İngiltere’nin korumasına bırakarak bir İngiliz savaş gemisiyle İstanbul’dan ayrılmıştır. (... ) İmza: Harrington”

Buna eklenmiş olan bildirinin kopyası:

“Resmen bildirilir ki, Zat-ı Şahane (Vahdettin) içinde bulunulan durum sonucunda özgürlüğünü ve hayatını tehlikede gördüğünden, bütün Müslümanların halifesi sıfatıyla İngiliz korumasını ve aynı zamanda İstanbul’dan başka bir yere götürülmesini istemiştir. Padişahın isteği, bu sabah yerine getirilmiştir. Türkiye’deki İngiliz kuvvetlerinin başkumandanı General Sir Charles Harrington, padişahı almaya giderek bir İngiliz savaş gemisine kadar kendisine eşlik etmiş ve padişah, vapurda Akdeniz Filosu Genel Kumandanı Amiral Sir de Brook tarafından karşılanmıştır. İngiltere Olağanüstü Komiser Vekili Sir Newiil Henderson, padişahı gemide ziyaret ederek, Kral Beşinci George’a bildirmek üzere isteklerini sormuştur. (...)

İmza: Harrington”

Kemal Atatürk, bu gelişmelerden sonra Vahdettin’le ilgili olan düşüncelerini şöyle dile getiriyor:

“Kamuoyunu, gerçek ile karşı karşıya bırakmayı tercih ederim. Yanlış bir mirab usulü sonucu olarak, büyük bir makam ve gösterişli bir unvan elde edebilmiş bir alçağın, gururu çok yüksek, soylu bir milleti nasıl utanç verici bir duruma düşürebileceği, o zaman daha kendiliğinden anlaşılır. Gerçekten de, her ne sebep ve şekille olursa olsun, Vahdettin gibi özgürlüğünü ve hayatını milleti içinde tehlikede görebilecek kadar bayağı bir yaratığın, bir dakika dahi olsa bir milletin başında bulunduğunu düşünmek ne üzücüdür! Şükretmeye değer ki bu alçak, kendisine miras kalmış saltanat makamından millet tarafından düşürüldükten sonra, alçaklığını tamamlamış bulunuyor. Türk milletinin (saltanatı kaldırma) işinde önce davranması elbet de takdire değer.”

Belgeler ortadadır. Kemal Atatürk, Vahdettin’i açıkça ihanetle suçlamaktadır. Bu devletin Keşan kaymakamı, bu devleti kuran Atatürk’ü yalanlamaya çalışırken gücünü nereden alıyor diyorsunuz? Ve Türkiye’nin geldiği noktayı acaba anlayabiliyor musunuz?

Hangisine inanalım,bu ülkenin bağımsızlığına,bağımsızlık benim karakterimdir diyerek yedi düvele karşı çıkan Mustafa Kemal`e mi yoksa kocasının,oğullarının ahlaksızlıkları ile çok kez kapak olmuş hanım efendiye mi.
Unutmayalım ki ulus bilinci,birlikte yaşama anlamı Tarih,ülkü,dil birliği ile mümkündür.Dilimize,tarihimize saldırarak ikilik,bölücülük peşinde koşanlar,dün bu ülkeyi bölüp parçalamak isteyenlerin ta kendisidir.50 yıldır yalan söyleyen tarih utansın sözleri arkasında bu millete dayatılan,milleti millet yapan tarih tutkalını çözmektir amaç. Kadınıyla,kızıyla çocuğuyla bir çok millete örnek olacak Anadolu nun isyanını bastırmaktır.
Yalan yanlış tarih öğretileri çok satanlar çok ödüllendirilenler arasındadır.Gaflet hatta delalet,umursamazlık içerisinde,devletin bir çok kesimi de maalesef buna ortaklık etmektedir.
Kahramanlarına,hizmetkarlarına gerçek onuru verememiş toplumların yaşaması mümkün değildir.
saygılarımla


Bütün Zaman Ayarları WEZ +2 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 09:20 .

Telif Hakları vBulletin v3.5.4 © 2000-2024, ve
Jelsoft Enterprises Ltd.'e Aittir.
Tercüme ve Tasarım : Arka & Bahce