Kıssadan Hisse Hikayeler
..."Yollari oldukca uzunmus, yokus yukari gidiyorlarmis, gunes yakiciymis,
ter icinde kalmislar, susamislar. Bir donemecin ardinda harika bir mermer kapi gormusler; kapi, ortasinda bir cesme bulunan altin doseli bir meydana aciliyormus, cesmeden berrak bir su akiyormus. Yolcu kapidaki bekciye donmus. 'Iyi gunler.' 'Iyi gunler,' diye yanit vermis bekci. 'Burasi harika bir yer, adi ne?' 'Burasi cennet.' 'Ne iyi, cennete gelmisiz, cunku cok susadik.' 'Iceri girip dilediginiz kadar su icebilirsiniz', demis bekci ve eliyle cesmeyi gostermis. 'Atimla kopegim de susadilar.' 'Kusura bakmayin,' demis bekci. 'Buraya hayvanlar giremez.' Yolcu cok uzulmus, cok susamismis, ama suyu tek basina icmek istemiyormus. Bekciye tesekkur edip yoluna devam etmis. Epeyce bir sure yamac yukari gittikten sonra eski gorunumlu kucuk bir kapiya varmislar, kapi iki yani agaclikli toprak bir yola aciliyormus. Agaclardan birinin altinda, sapkasini alnina indirmis, uyur gibi yatan bir adam varmis. 'Iyi gunler,' demis yolcu Adam basini sallamis. 'Atim, kopegim ve ben cok susadik.' 'Surada taslarin arasinda bir pinar var,' diyen adam eliyle orayi isaret etmis.'Istediginiz kadar su icebilirsiniz.' Yolcu, ati ve kopegi pinara gidip susuzluklarini gidermisler. Yolcu bekciye tesekkur etmis. 'Istediginiz zaman yine gelebilirsiniz,' demis bekci. 'Buranin adi ne?' 'Cennet.' 'Cennet mi? Ama mermer kapidaki bekci bana orasinin cennet oldugunu soyledi.' 'Orasi cennet degil cehennemdi.' Yolcunun akli karismis 'Sizin adinizi kullanmalarina niye izin veriyorsunuz? Yanlis bilgi vermeleri buyuk karisikliga neden olur!' 'Hic de degil. Aslinda onlar bize buyuk bir iyilikte bulunuyorlar. En iyi dostlarina sırt cevirenlerin hepsi orada kalıyor cunku |
SEYRET, SUS ve DİNLE
Bir gün bir dağ güneşle birlikte güne uyandı. Rüzgarın esintisiyle
ağaçlarının dallarını sallaya sallaya esneyerek gerindi. Güneş pırıl pırıl ufukta tam karşısından doğuyor, onunla arasında masmavi bir deniz çarşaf gibi günü karşılıyordu. Dedi ki, "Ben ne güzel bir yerdeyim, önüm masmavi bir deniz ve her gün güneş bana gülümseyerek gün başlıyor." Gökyüzünde küme küme bulutlar pamuk yığınlarını andırıyordu. Martılar çoktan uyanmış gökyüzünde dans ediyorlardı. O sırada dağ bir de baktı ki, eteklerinde bir minicik fare denize doğru yürüyor. "İiiiiiiiihhhhhh , bu da ne? Bu küçük fare benim manzaramı şimdi neden bozuyor?" Onun oradan bir an önce gitmesini istedi ve şöyle bir titredi. Tepeden aşağıya doğru bir kaç taş hızla yuvarlanmaya başladı. Fare sesi duyunca hemen bir yüksek kayanın üstüne sıçradı ve oraya yerleşti. Düşen taşlarda ona hiç bir zarar vermedi. Farecik de başladı denizin güzelliğini seyre... Ara ara atlayan zıplayan balıklar denizin duruluğunda küçük halkalar oluşturuyordu. Deniz dağın sıkıntısını anladı ve dağa seslendi: "Neden böyle bir günde bir küçük fare için mutsuzluk oyununa başlıyorsun ki? Bak ben dümdüzken balıklar da benim duruluğumu bozuyorlar. Ben onlara kızıyor muyum? Biliyorum ki onlar bensiz ben onlarsız olamayız. Sen de seninle birlikte yaşamak zorunda olanlara kollarını açmalısın. Güneş hiç bulutlara bozuluyor mu? Benim ışınlarımı engelliyorlar diye kızıyor mu? Kabul et gerçeği, herşey bir şeylerle bütün aslında. Fark ve güzellik de burada. Bu sayede hergün ayrı bir şey öğretiyor bize; her gün ayrı bir ders veriyor. Sen iyisi mi sadece SEYRET, SUS ve DİNLE." Dağ denize sordu: "SEYRET, SUS ve DİNLE? O da ne demek?" Deniz, "Bak... Seyrettiğinde güzellikleri göreceksin... Sustuğunda kendinden başkalarının söylediklerini duyabileceksin... Dinlediğindeyse onlardan öğrendiklerini uygulama fırsatı bulabileceksin..." |
Nenenin mektubu
Amanın yavrım, ben öyle duyuyom, o kocuman memleketlerde cicili bicili, boyalı moyalı, şıngırdak fıngırdak, kirpikleri takma ,saçları sokma, onlan bunlan düşüp kalkma, gözleri elde, etekleri belde, artanı da yerde, sıska mıska, şıbıldak gibi bazı, çirkin mirkin hanımlar, gızlar oluveriyomuş... amanın onlara tutuluveren de, yanıveren de deme yavrım. alceen gızın soyu sopu belli, saçı sırma telli, eline el değmemiş, kötü süt emmemiş, sevisi derinde, eti budu yerinde olmalı. dizine otuttuvedin mi kucağın dolmalı, domuz hem evlenince pazara kadar değil, mezara kadar varmalı. eee hanım dediğini alaya kattın mı, koluna taktın mı yakışmalı, duvara attın mı yapışmalı. bu sözlerimi eyi dinle bakem, bi kulağından sok da öte kulağını tıka, çıkıvemesin len. senin nazlı eminen ne güne duruyo? geçenlerde ekmek ediyodum. açcık hamurum kaldıydı. emine gelivedi. ''koley gelsin ninem'' diye artanını da o edivedi sağolsun. maşallah bi olmuş hopur hopur. dilim dağı taşı gırkbin kere maşallah... amanin artanı da o edivedikten sonra iki süpürgü çalıvedi avluya, malların altlarını kürüyüvedi. ben de ah benim ak topanım, gövercinim, kalem kaşlım, nazlı gülüm, mor zümbülüm, al bürgülüm, bol görgülüm, naha allah seni allı başlı gelinler edivesin, muradına er, gonca güller der, naha evlerine sarı sarı buğdeyler yağıvesin deye birçok dualar edivedim. giderken de senin hesabiyetine şööle ''e gelinim olmecen mi len?... sarmeştim de iki yaneceğinden şappudu şuppudu öpüvediydim. amanin misler gibi kokuyo len. ee öpmek falan deyince o gül yüzün gülüyo de mi? seni gavurun piçi seni! emi güzel yavrım, yokluğun köz oluyo yüreğimde. Dün ağşamüstü kırmızı fistanımı geydim de şööle cami duvarına doğru yukarı çıkıyodum. elimi ardıma kodum. bizim zartlak osman pencereyi açmış , ben de şööle oturdum. bir de iradyoyu sonuna kadar açtıttırmış da havaları dinliyon deyyodum.. beni görüvedi, 'nineee!' dedi. ''eeey!'' dedim. ''gel de bi açcık oynayıvee'' dedi. ''beni mi deyyon a oğlum'' dedim. ''heee'' dedi. ''uleeenn ''dedim, ''benden geçti gari a yavrım, sen o garını, gıygıdı ibram'ın gızını bi cıscıbıldak soy, köyün delikanlılarını ünle, onların garşısında böyle şakkudu şukkudu bi oynatıve!'' iyi dememiş miyim len? sen olmayınca yokluğun köz oluyo yüreciğimde. gel gari yavrım. yollara bakıttırma, gözümüzden yaş akıttırma. gel gari yavrım, gel gari! he heey... Özay Gönlüm |
Hindistan da cok unlu bir ressam varmis...
Herkes bu ressamin yaptilarini kusursuz kabul edecek kadar begenirmis... Ve onu "Renklerin Ustasi" anlamina gelen Ranga Celeri olarak tanisa da;kisaca Ranga Guru derlermis... Onun yetistirdigi bir ressam olan Racici ise artik egitimini tamamlamis ve son resmini yaparak Ranga Guru'ya goturmus ve ondan resmini degerlendirmesini istemis... Ranga Guru ise; - Sen artik ressam sayilirsiin Racaci.. Artik senin resmini halk degerlendirecek. diyerek resmi sehrin en kalabalik meydanina goturmesini ve en gorunen yerine koymasini istemis. Yanina da kirmizi bir kalem koyarak halktan begenmedikleri yerlere carpi koymalarini rica eden bir yazi birakmasini istemis. Racici denileni yapmis Ve birkac gun sonra resme bakmaya gittiginde gormus ki, tum resim carpilar icinde ve neredeyse gorunmuyor... Cok uzulmus tabii.Emegini ve yuregini koyarak yaptgi tablo kirmizidan bir duvar sanki.. Alip resmi goturmus Ranga Guru'ya ve ne kadar uzgun oldugunu belirtmis. Ranga Guru uzulmemesini ve yeniden resme devam etmesini onermis. Racici yeniden yapmis resmi ve gene Ranga Guru'ya goturmus. Tekrar sehrin en kalabalik meydanina birakmasini istemis Ranga Guru... Ama bu defa yanina bir palet dolusu cesitli renklerde yagli boya, birkac firca ile birlikte... Ve yanina insanlardan begenmedikleri yerleri duzeltmesini rica eden bir yazi ile birlikte birakmasini istemis. Racici denileni yapmis... Birkac gun sonra gittigi meydanda gormus ki resmine hic dokunulmamis, fircalar da, boyalar da kullanilmamis.. Cok sevinmis ve kosarak Ranga Guru'ya gitmis ve resme dokunulmadigini anlatmis.. Ranga Guru ise; Sevgili Racici, sen birinci konumda insanlara firsat verildiginde ne kadar acimasiz bir elestiri saganagi ile karsilasilabilecegini gordun... Hayatinda resim yapmamis insanlar dahi gelip senin resmini karaladi.. Oysa ikinci konumda onlardan hatalarini duzeltmelerini istedin, yapici olmalarini istedin... Yapici olmak egitim gerektirir... Hic kimse bilmedigi bir konuyu duzeltmeye kalkmadi, cesaret edemedi... Sevgili Racici Mesleginde usta olman yetmez, bilge de olmalisin... Emegininin karsiligini, ne yaptigindan haberi olmayan insanlardan alamazsin... Onlara gore senin emeginin hic bir degeri yoktur... Sakin emegini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartisma... demis... |
Orson Welles
Sayın dentist sizin yazınıza teşekkür ettim ama yetmez.
Bir söz eklemeden yapamıyorum: YAPANLAR YAPAR YAPAMAYANLAR ELEŞTİRİR Tekrar teşekkürler. |
Sabır
Kendisini karşılayan sekretere; Nazif Beyle görüşmek istediğini söyledi.
Bunun üzerine sekreter birden ciddileşti: "Nazif Bey mi?" dedi. "Evet, Nazif Bey!" diye cevap alınca, hüzünlü bir ses tonuyla, "Nazif Bey sizlere ömür efendim, onu kaybedeli dört yıl oldu." dedi. Hiç beklemediği bu haberle bir acı saplandı yüreğine. "Ya, öyle mi...?" diyebildi sadece. Hicranlı bir suskunlukla bir müddet öylece kalakaldı. Gözlerine hücum eden yaşlar yanaklarından süzülüp göğsüne damladı. Kendisini toparlayıp, "Onun adına görüşebileceğim bir yakını var mı acaba?" diye sordu. "Evet var, oğlu Selim Bey...." Titrek bir sesle, "Öyleyse Selim Beyle görüşebilir miyim?" dedi. Görevli hanım, insanda saygı uyandıran bu kibar beyefendiye, "Selim Bey oldukça meşgul bir insan, randevusuz görüşmek pek mümkün olmuyor, ama ben yine de kendisine bir haber vereyim." dedi ve telefona yöneldi.. Sonra, "Kim diyelim efendim?" diye sordu. "Kendimi ona ben tanıtmak istiyorum kızım." cevabı üzerine sekreter dahili telefonu çevirdi. Daha sonra mütebbessim bir çehreyle, "Selim Bey sizinle görüşmeyi kabul etti, lütfen beni takip edin." dedi. Beraber merdivenden çıktılar. İnce bir zevkle döşenmiş geniş bir salondan geçip büyük bir kapının önünde durdular, sekreter kapıyı açarak, "Buyurun!" dedi. O da içeri girdi. Kendisini ayakta bekleyen vakur ve mütebbessim gence doğru hızlı adımlarla yürüdü, elini uzatarak, "Merhaba, ben Prof. Dr. Mehmet Baydemir." dedi. "Bendeniz de Selim Cebeci... Lütfen buyurun, oturun." dedi, genç iş adamı. Mehmet Bey, kendisine gösterilen yere oturur oturmaz; "Yirmi üç yıl, tam yirmi üç yıl... Vaktiyle bana burs verip okumama vesile olan insanın elini öpmek için bu ânı bekledim." dedi ve dudakları titredi, gözleri doldu. "Ama o büyük insanın elini öpmek nasip değilmiş, bunun için ne kadar üzgünüm anlatamam." Yaşarmış gözlerini kuruladıktan sonra Selim Beye döndü: "Fakat en azından o büyük insanın mahdumunun elini sıkmaktan da bahtiyarım." Misafirin bu sözleri üzerine Selim Bey yerinden fırladı, kulaklarına inanamıyordu. Kelimelerinin her biri birer hayret nidâsı gibi dizildi cümlelerine; "Mehmet Baydemir demiştiniz değil mi, Tosyalı Mehmet Baydemir mi?" Profesör, delikanlının bu heyecanlı haline bir anlam veremeyerek başıyla "Evet" dedi. Bunun üzerine Selim Beyin gözleri sevinçle parladı. "Babamla sizi uzun yıllar aradık; ama bulamadık." dedi. Profesörün yanına gelerek iki eliyle elini tuttu, candan bir dost gibi sıktı ve "Sizi karşıma Allah çıkardı." dedi. Bu sözler profesörü çok şaşırtmıştı "Uzun yıllar beni mi aradınız? Peki ama neden?" dedi. Selim Bey gülen gözlerle profesöre bakarak, "Bizdeki emanetinizi vermek için..." deyince, profesörün şaşkınlığı iyiden iyiye arttı. "Emanet mi?" dedi. Selim Bey cevap vermeden yerine geçip telefonu çevirdi. Karşısındakine "Gelebilir misiniz?" deyip telefonu kapattı. Mehmet Bey, şaşkın gözlerle Selim Beye bakarken kapı çalındı, odaya iyi giyimli bir bey girdi. Selim Bey ona yanına gelmesini işaret etti, sonra kulağına bir şeyler fısıldadı. Gelen kişi bir şey söylemeden geldiği kapıya yöneldi. O çıkarken Selim Bey, misafiriyle tatlı bir sohbete başladı. Sohbetleri koyulaştıkça, çehrelerindeki şaşkınlık, yerini birbirlerine hasret kırk yıllık ahbapların yeniden buluşmalarındaki sevinç, samimiyet ve güvene bırakmıştı. Mehmet Bey yurt dışındaki tahsilinden, araştırmalarından ve yirmi üç yıl boyunca her yıl büyüyen memleket hasretinden bahsetti. Sonra Nazif Beyin duvardaki portresini göstererek; "Bu günlerimi şu büyük insana borçluyum." dedi. "Bana yalnızca maddî destek vermedi, mânen de beni hiç yalnız bırakmadı. Yurt dışında tahsil görürken yanlışa her yeltendiğimde hayalen yanımda hazır oldu. "Sana bunun için burs vermedim." diyerek bana istikamet verdi. Ona her namazımda dua ediyorum." dedi ve gözlerini Nazif Beyin duvardaki fotografına mıhladı. Sonra gözleri portrenin altındaki ilk anda mânâ veremediği diğer tabloya kaydı. Son derece şık bir çerçevenin içinde, bazı yerleri yamalı ve tamir görmüş oldukça eski bir çift çorap duruyordu. Biraz daha dikkatli baktığında çerçevede bazı cümlelerin de sıralandığını fark etti. "Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra..." Selim Bey, kendisine bir soru sorduğu için başını ona çevirdi, fakat aklı tabloda kalmıştı. Selim Beye cevap verirken tabloya bir daha baktı. İkinci cümle de birinci cümle gibi üç nokta ile bitiyordu: "Bir müddet sabredeceğiz, sonra..." İyice meraklanmıştı. Bu ilk görüşmeleri olmasaydı, yanına gidip tabloyu iyice inceleyecekti, fakat bu uygun düşmez, düşüncesiyle yalnızca sohbet arasında göz ucuyla merakını gidermeye çalışıyordu. Ancak her seferinde biraz daha artan bir merakın içinde kalıyordu. Üçüncü cümlede; "Bir müddet yürüyeceğiz, sonra..." diye yazıyor ve altta böyle birkaç cümle daha sıralanıyordu. Artık aklı hep tablodaydı. Sonunda dayanamayıp, "Selim Bey merakımı mazur görün. Şu tabloya bir mânâ veremedim." dedi. Selim Bey kendisine has bir gülüş ile misafirine baktı, derin bir nefes alarak "Malumunuz, babam varlıklı bir insandı. Oldukça iyi bir hayatımız vardı. Sonra ne olduysa her şeyimizi kaybettik. O zenginlikten geriye hiçbir şey kalmadı. Köşkümüzdeki hizmetçiler de gitti. Yemekleri artık annem yapıyordu. Hatırlıyorum da bir sabah, kahvaltıya sadece zeytin koyabilmişti. O zengin kahvaltılarımıza bedel, yalnızca zeytin... Şaşkınlık içinde, "Başka bir şey yok mu?" diye sormuştum. Bu soru karşısında annemin hüngür hüngür ağlayışı gözümün önünden hiç gitmiyor. Annemin ağlayışına mukabil babam, "Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra..." dedi ve durdu, güçlü bakışlarını üzerimizde gezdirdi, "Alışacağız." dedi. Ve iştahla bir zeytin alıp ağzına attı. Birkaç gün sonra haciz memurları gelip köşkümüzü de elimizden aldılar. Kenar bir mahallede küçük, eski bir eve taşındık. Doğru dürüst bir eşyamız da kalmamıştı. Annem bezgin bir sesle, "Bu evde hiçbir şey yok! Burada nasıl yaşayacağız." diye haykırdı. Bunun üzerine babam: "Bir müddet sabredeceğiz, sonra alışacağız." dedi. Gittiğim özel okuldan ayrılmış, bir devlet okuluna yazılmıştım. Sabahleyin okula servisle gitmeyi umarken, babam elimden tuttu, "Bu ilk günün, okula beraber gideceğiz." dedi. Yürümeye başladık. Okul oldukça uzak gelmişti bana, yorulup geride kaldığımı hatırlıyorum. Babam kim bilir hangi düşüncelere dalmıştı. Geride kaldığımı fark etmemişti. Biraz sonra fark edince bana döndü. İsyan dolu bakışlarımı yüzünde gezdirdim. Bir an bana ızdırapla baktıktan sonra, yanıma geldi. Bir şey söylemesine fırsat vermeden, kızgın aynı zamanda nazlı bir tavırla, "Yoruldum." dedim. Babam oldukça sakin bir şekilde: "Bir müddet yürüyeceğiz, sonra alışacağız." dedi. Babam her sabah erkenden çıkıyor, geç saatlerde ancak dönüyordu. Döndüğünde ise küçük odaya çekiliyor, bazen saatlerce orada kalıyordu. Çoğu zaman buradan gözyaşları içerisinde çıktığını görüyordum. Bir gün, merakıma yenilip babamın küçük odasına girdim. Yerde bir seccade, seccadenin üzerinde de bir tespih vardı. Duvarda ise Arapça bir ibarenin altında şu yazı vardı: "Allah borcunu ödeme niyetinde olanın kefilidir." Babamın dediği gibi oldu, zor da olsa zamanla alıştık. Bu hal birkaç yıl sürdü. Bir gün babam eve çok farklı bir yüz ifadesiyle geldi. Ağlamaklı bir yüz ifadesi vardı. Her birimize bir paket getirmişti. Köşkten ayrıldığımız günden beri ilk defa paketlerle eve geliyordu. Bizi bir araya topladı. "Bugün, benim için ne mânâya geliyor biliyormusunuz?" dedi, kelimeleri boğazına düğümlendi, gözlerine yaşlar hücum etti. Sözlerini kesmek zorunda kaldı. Her birimize hediyelerimizi teker teker verdi ve bizi ayrı ayrı kucaklayıp yanaklarımızdan öptü, kendisi de bir koltuğa oturdu. Cebinden gazeteye sarılı bir şey çıkardı. O sırada da ağlıyordu. Hepimiz şaşkınlık içinde babama bakıyorduk. Gazeteyi açtı, içinden bir çift yeni çorap çıkardı. Bu gözyaşlarıyla, bir çift çorabın alâkasını kurmaya çalışırken babam, beklemediğimiz bir şey yaptı. Çorabı burnuna götürdü, kokladı, kokladı. Arkasından hıçkırarak ağlamaya başladı. Hepimiz şok olmuştuk, tek kelime bile söylemeden bekledik. Babam nihayet kendisini topladı ve "Bir zaman önce, büyük bir borcun altına girmiştim. Borcumu ödeme niyetiyle yeniden çalışmaya başladığım zaman kendi kendime, "Bütün kazancım, borçlarımı ödeyinceye kadar alacaklılarımın hakkıdır. Onların hakkını vermeden ayağıma bir çorap almak bile bana haram olsun." demiştim. Bugün ise, Allah'ın yardımıyla, borcumu bitirdim. Artık kimseye tek kuruş borcum kalmadı." dedi. Sonra gözyaşları içinde ayağındaki çorapları çıkarıp yeni çoraplarını giydi. Ben de o eski çorapları hem aziz bir baba yadigârı, hem de bir ibret nişanesi olarak sakladım. Bu çoraplar her gün bana, "Paralarını ödeyinceye kadar bütün kazancım alacaklılarının hakkıdır." diyor. Selim Beyin bakışları bilinmez âlemlere dalarken o, nemlenen gözlerini kuruladı, sonra dönüp duvardaki siyah-beyaz fotografa hayran hayran baktı. "Babanız sandığımdan da büyükmüş Selim Bey. Ben olsaydım öyle müreffeh bir hayattan sonra anlattığınız gibi bir darlıkta, herhalde çıldırırdım." Selim Beye döndü ve "Siz ne yapardınız?" diye sordu. Selim Bey kendisine has tebessümü ile; "Bir müddet zeytin yerdim, sonra..." dedi ve gülümsedi. O sırada kapı çalındı, biraz önceki beyefendi elinde bir kutuyla içeriye girdi. Kutuyu Selim Beyin masasına bırakıp çıktı. Selim Bey yerinden kalkıp kutuyu alarak Mehmet Beye uzattı. "Buyurun, yıllarca size vermek istediğimiz emanetiniz." dedi. Mehmet Bey bilinmez duygular içerisinde kutuyu açtı. İçinden kadife bir kese çıktı. Keseyi açıp içini kutuya boşalttığında merakı iyiden iyiye arttı. Keseden birkaç tane cumhuriyet altını ile bir not çıkmıştı. Mehmet Bey hassasiyetle katlanmış kâğıdı açıp okumaya başladı. "Sevgili Mehmet Bey oğlum, Bazen istediğimizi yaparız, çoğu zaman da mecbur olduğumuzu... Tahsil hayatınız boyunca size burs vermeyi taahhüt etmiştim. Ancak eğitiminizin son altı ayında size burs verme imkânını bulamadım. Bir müddet sonra imkânlarıma yeniden kavuştum; lâkin bu sefer de size ulaşamadım. Dolayısıyla size borçlandım ve borçlu kaldım. Eğer böyle bir borcu gözyaşı ve ızdırapla ödemek mümkün olsaydı, ben bu borcu fazlasıyla ödemiş olurdum. Zira sevgili oğlum, bu altı aylık zaman diliminde bursunu verememenin ızdırabıyla kaç gece ağladım. Her neyse, bursunuzu tarihlerindeki değeriyle altına çevirdim. Bu altınlar sizindir. Bunlar elinize ulaştığında, borçlarımın tamamını ödemiş olacağım. Sevgilerimle, Nazif Cebeci." Mehmet Bey neye uğradığını şaşırmıştı. Bu büyük insanın yüceliği karşısında bir çocuk gibi yalnızca ağlıyor, ağlıyordu. Selim Bey de bir hayli duygulanmıştı. Onun da yanaklarından yaşlar süzülüyordu. Bir ara yaşlı gözlerle babasının siyah-beyaz portresine baktı. Kendisine yıllarca hüzünle bakan gözleri, bu sefer sevinçle bakıyor gibiydi. |
Umut
Ülkenin batısındaki küçük bir mahallenin bir sokagının neredeyse tamamı
ressamlardan oluşmaktaydı. Bu mahallede, üç katlı bodur bir tugla yıgınının tepesinde iki kız arkadaşın stüdyoları bulunmaktaydı. Alt katlarında ise yaşlı bir ressam otururdu. Günlerden bir gün genç kızın arkadaşları zatürreye yakalandı. Genç kız günden güne eriyordu. Bir gün, arkadaşı resim yaparken o da yatagında pencereden dışarı bakıyor ve sayıyordu... Geriye dogru sayıyordu;''Oniki'' dedi, biraz sonra da ''on bir''; arkasından ''on'', sonra ''dokuz''; daha sonra, hemen birbiri ardına ''sekiz'' ve ''yedi''. Arkadaşı merakla dışarı baktı. Sayılacak ne vardı acaba? Görünürde sadece kasvetli, bomboş bir avlu ile altı yedi metre ötedeki tugla evin çıplak duvarı vardı. Budaklı köklerinden çürümüş, yaşlı mı yaşlı bir asma, tugla duvarın yarı boyuna kadar tırmanmıştı. Dönüp arkadaşına ''Neyin var?'' diye sordu. Hasta kız fısıltı halinde ''altı'' dedi. ''Artık hızla düşüyorlar. Üç gün önce nerdeyse yüz tane vardı. Saymaktan başım agrıyordu. Ama şimdi kolaylaştı. İşte biri daha gitti. Topu topu beş tane kaldı şimdi.'' ''Beş tane ne?'' diye sordu arkadaşı. ''Yapraklar, asmanın yaprakları. Sonuncusu da düşünce, bende mutlaka gidecegim. Hissediyorum bunu.'' Arkadaşı ona saçmalamamasını söyleyip içmesi için çorba götürdü. Fakat o; ''İşte bir tane daha gidiyor. Hayır, çorba falan istemiyorum. Bununla geriye dört tane kaldı. Hava kararmadan sonuncusunun da düştügünü görmek istiyorum.. Ondan sonra bende gidecegim.'' diyerek cevap verdi. Genç kız uykuya daldıgında arkadaşı da alt kattaki yaşlı ressama ziyarete gitti. Bu sırada yaprak olayını da anlattı yaşlı ressama. Yukarı çıktıgında arkadaşı uyuyordu. Ertesi sabah hasta kız hemen arkadaşına perdeyi açmasını söyledi. Ama hayret! Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen upuzun gece boyunca aralıksız yagan yagmur ve şiddetli esen rüzgardan sonra, bir asma yapragı hala yerinde duruyordu. Sapına yakın tarafları hala koyu yeşil kalmakla birlikte, testere agzı gibi tırtıllı kenarlarına ölümün ve çürümenin sarı rengi gelmiş olan yaprak, yerden altı yedi metre yükseklikteki bir dala yigitçe asılmış duruyordu. ''Bu sonuncusu'' dedi hasta kız. ''Geceleyim mutlaka düşer diye düşünmüştüm. Rüzgarı duydum. Bu gün düşecektir, o düştügü an ben de ölecegim.'' Agır agır geçen gün sona erdiginde onlar, alacakaranlıkta bile, asma yapragının duvarın önünde sapına tutunmakta oldugunu görebiliyordu. Derken şiddetli yagmur tekrar başladı. Hava yeteri kadar aydınlanır aydınlanmaz, genç kıza hemen perdenin açılmasını istedi. Asma yapragı hala yerindeydi. Genç kız, yattıgı yerden uzun uzun yapragı seyretti. Sonra arkadaşına seslendi; ''Münasebetsizlik ettim. Benim ne kötü bir insan oldugumu göstermek istercesine, bir kuvvet o son yapragı orada tuttu. Ölümü istemek günahtır. Şimdi bana biraz çorba verebilirsin'' dedi. Akşam üstü gelen doktor ayrılırken; şimdi bir alt kattaki hastaya bakmam gerekiyor. Yaşlı bir ressammış sanırım. O da zatürree. Yaşlı adam çok agır bir durumda, kurtulma umudu yok ama daha rahat eder diye bugün hastaneye kaldırılıyor'' dedi. Ertesi gün doktor;''Tehlikeyi atlattınız, siz kazandınız'' dedi. O gün ögleden sonra arkadaşı, iyice iyileşmiş olan arkadaşına alt kattaki yaşlı adamı anlattı. Yaşlı adam iki gün hastanede yattıktan sonra ölmüş. Hastalandıgı günün sabahı kapıcı onu, odasında sancıdan kıvranırken bulmuş. Papuçları, elbisesi baştan aşagı sırılsıklam, her yanı buz gibi bir haldeymiş. Öyle korkunç bir gecede nereye çıktıgına akıl sır erdirememişti kimse. Sonra, hala yanık duran gemici feneri, yerinden sürüklene sürüklene çıkarılmış bir portatif merdiven, bir de üstünde birbirine karışmış sarı, yeşil boyalarla bir palet ve saga sola saçılmış bir kaç fırça bulmuşlar. O zaman o son yapragın sırrı da çözüldü. Rüzgar estigi zaman bile yerinden oynamayan yaprak, yaşlı ressamın şahaseriydi. Yaşlı ressam, son yapragın düştügü gece oraya bir yaprak resmi yapıp yapıştırmıştı... |
Bir fincan kahve içermisiniz?
Is yasaminda önemli yerlere gelmis bir grup eski mezun arkadas
grubu üniversitedeki hocalarindan birini ziyarete gitmis. Cesitli konular konusulduktan sonra sohbet, isin yarattigi strese ve hayatin zorluklarina gelmis. Yasli üniversite hocasi ziyaretcilerine kahve ikram etmek üzere mutfaga gitmis ve degisik boy, renk ve kalitede bir cok fincanin bulundugu bir tepsiyle geri dönmüs. Kimi porselen, kimi seramik, kimi cam, kimi plastik olan fincanlari ve kahve termosunu masaya koyup kahvelerini oradan almalarini söylemis. Tüm eski ögrenciler kahvelerini alip koltuklarina döndügünde hocalari onlara sunu söylemis: "Farkina vardiniz mi bilmem, zarif görünümlü, güzel, pahali fincanlarin hepsi alindi, masada yalnizca ucuz ve basit görünümlü fincanlar kaldi. Elbette ki kendiniz için en güzelini istemek ve onu almak çok normal ama iste bu demin bahsettiginiz problemlerinizin ve stresin nedeni. Hepinizin istedigi fincan degil, kahve iken, bilinçli olarak herbiriniz birbirinizin aldigi fincanlari gözleyerek daha iyi olan fincanlari almaya ugrastiniz. Yasam kahveyse, is, para ve mevki fincandir. Bunlar yalnizca Yasam'i tutmaya yarayan araçlardir, ama Yasam'in kalitesi bunlara göre degismez. Bazen yalnizca fincana odaklanarak, içindeki kahvenin zevkini çikarmayi unutabiliyoruz." |
Umut adlı hikaye
Sn. dentist,
Umut adlı hikayenin benim hayatımda çok önemli bir yeri vardır. Yaklaşık 32 yıl önce bu hikayeyi bir ilkokul ders kitabında okumuştum. Hiç unutmadığım ve unutmayacağım hikayelerden biridir. Tekrar bana bu hikayeyi okuttuğunuz için teşekkürler. |
Düşünün...........
PARADIGMA DEGISTIRMEK ZOR DEGIL... "....Önemli bir toplantida cep telefonuyla bagira bagira konusan bir kisi garibinize gidiyorsa, paradigmanizi degistirmeden onu degerlendirdiginiz için, siz yaniliyorsunuzdur. Örnegin trende giderken, bir baba, 3 evladiyla oturup, sürekli aglayan çocuklarina hiç, susun, demeden yolculuga devam ettiginde; siz ona ne gamsiz adam, diyebilirsiniz. Ama sorsaniz, onlar hastaneden geliyorlardir ve bir saat önce çocuklarin anneleri ölmüstür ve eve dönüyorlardir. Prof.Covey in konusmasini dinlemeye gelen annesi, arka sirada oturan 2 kisinin toplanti boyunca sürekli konustuklarini görerek, Çok öfkelenmis ve oglumu küçümsüyorlar diyerek te çok üzülmüs. Yemek molasinda ogluna, sunlarin kafasina çantami indiresim geliyor,demis. Oglu, anne o adam Finlandiyali, burada smultane tercüme yok, mecburen tercümani yanina oturttuk, demis. Havaalaninda aktarma yapmak isteyen yasli bir hanim, uçaginin 2 saat gecikmeli oldugunu ögrenince, dergiler ve bir kutu kurabiye alarak bekleme salonuna geçmis. Yanindaki sehpaya da dergileri ve kurabiye kutusunu birakarak, okumaya dalmis. Bir ara bakmis ki,yanindaki koltugu oturan bir adam, sehpadaki kurabiye paketini açiyor ve de yemeye basliyor. Kurabiyelerin kendisine ait oldugunu hissettirmek isteyen kadin, adama dik dik bakmis. Hatta cani o an istemedigi halde, kutudan bir kurabiyeyi agzina atmis. Her halde kurabiyelerin sahibinin kim oldugunu artik anlamistir diye düsünürken, adam bir tane daha agzina atmaz mi. Hemen kadin da bir tane daha atmis ve bir yarisma baslamis; adam bir tane,kadin bir tane. Sonuçta kutuda tek kurabiye kalmis, adam onu hizlica kaparak ortadan bölmüs ve gülerek kadina ikram etmis. O sirada, kadinin uçaginin alana indigi anonsu duyulmus ve islemler için kadin bankoya gitmis. Pasaportunu çikartmak için çantasini açtiginda, ne görsün ;KENDI KURABIYE PAKETI, HIÇ AÇILMAMIS OLARAK ÇANTASINDA DURMUYOR MU ! MEGER,ADAMIN KURABIYESINI YIYORMUS. Baskalarinin düsünce ve davranislari hakkinda hüküm verirken, elimizdeki Veriler çogu zaman yeterli olmuyor. Davranislarin nedenini bilmeden çok yanlis yargilara varabiliyoruz. Covey bu örnekleri ; ayni enformasyona farkli bakis, bizim davranislarimizi belirler, diye özetliyor. Buradan yola çikarak çözemedigimiz sorunlar için, paradigma (zihin haritasi) degistirmenin geregini vurguluyor. Einstein'in bir sözünü animsatiyor : Karsilastiginiz sorunlari, o sorunlari yarattiginiz düsünce düzleminde kalarak çözemezsiniz. Çogumuzun zaman zaman yaptigi gibi, "sorunlarin içinde kaybolmak" yerine, paradigma Degistirmeyi basarip, sorunlara farkli biçimde yaklasabilenler, o sorunu asma sansini da yakaliyorlar. Zaten sorunlarimizi dostlarimizla paylasmamizin nedenlerinden biri de, farkli bir bakisin, bize farkli davranabilme kapisi aralama ihtimali degil midir. Çözümsüz gibi gördügünüz sorunlar konusunda paradigma degistirmenin önemi vardir. Aslinda hayatimizi, basarimizi, mutlulugumuz belirleyen bizim kendi davranislarimizdir. Basimiza gelen her seyle onlara verdigimiz tepki ve yanit arasinda genis bir hareket alani vardir......." |
Güven...
Ingiltere'de yargıçların maaşı yoktur. Onun yerine ihtiyaçları
oldukça kullandıkları kredisi sınırsız çek defterleri vardır. Ingiliz devleti hakimlerine o kadar güveniyor yani. Birgün hakimin biri bir bankaya gidip 1.000.000 poundluk bir çek bozdurmak istediğini söylemiş. Tabii ortalık birbirine girmiş. Banka yöneticileri en üst makamdan onay almadan bu kadar parayı veremeyecekleri söyleyip hemen Içişleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı,Başbakanlığa filan telefon etmişler. Ancak aradıkları her yerden gelen cevap aynıymış: ÖDEYIN! Gel gelelim bankada o kadar nakit yokmuş. Hakimden ertesi gün gelmesi rica edilmiş. Ertesi gün para bir bavul içinde hazırmış. Aradan birkaç gün geçmiş. Hakim çıkagelmiş. Parayı bankaya geri vermek i stiyormuş. Banka yönetimi şaşırıp kalmış. Hemen Adalet Bakanlığı'nı aramışlar. Derhal bakanlık müfettişleri devreye girmiş ve hakime hareketinin sebebini sormuşlar. Hakim "Kraliçe nin hükümeti bize gerçekten bu kadar güveniyor mu? Onu sınadım" cevabını vermiş. Raporlar bakanlığa iletilmiş ve aynı gün hakim azledilmiş.. Adalet bakanlığı hakime gönderdiği yazıda gerekçeyi şöyle açıklamış: "Kraliçe hükümetinin saygın bir hakimi, devletine güvenmiyor ve onu sınıyorsa, devlet ona asla güvenmez." - "Güven" çok ince bir çizgidir. Onu kalınlaştırarak kırılmasını engelleyen tek şey, "iki taraflı" olmasıdır. |
Çulluk
ÇULLUK
Onunla yaşadığım yere yakın sahilde ilk karşılaştığımda, altı yaşında idi. Kendimi kötü hissettiğim her seferinde, üç veya dört mil mesafedeki bu sahile gelirim. Küçük kız kumdan bir kale veya onun gibi bir şey yapıyordu ve deniz kadar mavi gözleri ile bana baktı. "Merhaba" dedi. Başımı sallayarak yanıt verdim, küçük bir çocuk tarafından rahatsız edilmeme havasında. "Bina yapıyorum" dedi kız. "Görüyorum. O nedir ?" diye sordum, gerçekten önem vermeyerek. Oh, bilmiyorum, sadece kumu hissetmeyi seviyorum" Bu iyi görünüyor, diye düşündüm ve ayakkabılarımı çıkardım. Yanımızdan bir çulluk uçup geçti. "Bu neşe" dedi kız. "Ne ?" "Neşe. Annem çullukların bize neşe getirdiğini söyler" Kuş sahilin aşağısına doğru süzüldü. Güle güle neşe, merhaba acı diye kendime mırıldandım, ve yürümeye devam ettim. Sıkılmıştım, hayatım tamamen dengesiz görünüyordu. "Adın ne ?". Kız vazgeçmiyordu. "Robert" diye yanıtladım." "Robert Peterson" "Benim ki Wendy … Altı yaşındayım" "Merhaba Wendy" Kıkırdadı. "Komiksin" Sıkıntıma rağmen, ben de güldüm ve yürümeye devam ettim. Onun müzikal kıkırdaması beni takip etti." "Yine gel, Bay P." Dedi. "Başka mutlu bir günümüz daha olacak" Bundan sonraki birkaç gün birkaç toplantı ve rahatsız annem ile geçti. Bir sabah, ellerimi bulaşık suyundan çıkarırken, güneş parlamaktaydı. Bir çulluğa ihtiyacım vardı, ceketimi giydim. Deniz kenarının hep değişen tesellisi beni bekliyordu. Meltem serindi, ama ihtiyacım olan sükuneti yakalamaya çalışarak uzun adımlarla yürüdüm. "Merhaba Bay P." Dedi kız. "Oynamak ister misin ?" "Aklında ne var ?" diye sordum, can sıkıntısının ıstırabı ile. "Bilmiyorum. Sen söyle" "Sessiz sinema?" diye sordum. Kahkaha yine patladı. "Bunun ne olduğunu bilmiyorum" "O zaman sadece yürüyelim" Ona bakarken, yüzünün narin dürüstlüğünü fark ettim. "Nerede yaşıyorsun ?" diye sordum. "Orda" Yazlık kulübeleri işaret etti. Garip diye düşündüm, kışın ortasında. "Okula nerede gidiyorsun ?" "Okula gitmiyorum. Annem tatilde olduğumuzu söylüyor." Sahilde yürürken, gevezelik etti, ama zihnim başka şeylerdeydi. Eve döneceğim zaman, Wendy mutlu bir gün geçirdiğini söyledi. Şaşırtıcı şekilde daha iyi hissederek, ona gülümsedim ve onayladım. Üç hafta sonra, paniğe yakın bir durumda sahilime koştum. Wendy'e selam bile verecek ruh halinde değildim. Verandada annesini gördüğümü ve çocuğunu evde tutmasını istediğimi düşündüm. "Bak, eğer sakıncası yoksa, bugün yalnız kalmak istiyorum" dedim, Wendy yanıma geldiğinde. Aşırı derecede solgun görünüyordu. "Neden ?" diye sordu. Ona döndüm ve bağırdım, "Çünkü annem öldü !" ve "Allahım, neden bunu küçük bir çocuğa söylüyorum" diye düşündüm. "Oh," dedi sakince, "o zaman bugün kötü bir gün" "Evet, dedim, "ve dün de, önceki gün de, - git burdan !" "İncitti mi ?" diye ısrar etti. "Ne incitti mi ?" "Öldüğü zaman ?" "Tabi ki, incitti !" deyip uzaklaştım. Bir ay sonra, sahile gittiğimde, orada yoktu. Suçlu, utanmış hissederek ve onu özlediğimi kabul ederek, yürüyüşten sonra kulübesine gittim ve kapıyı çaldım. Bitkin görünen genç bir kadın kapıyı açtı. "Merhaba" dedim, "Ben Robert Peterson. Bugün küçük kızını özledim ve nerde olduğunu merak ettim." "Oh evet, Bay Peterson, lütfen içeri girin. Wendy sizden çok bahsetti. Korkarım sizi sıkmasına izin verdim. Eğer sizi sıktıysa, lütfen özrümü kabul edin." "Hayır – o hoş bir çocuk" dedim, aniden söylediğim şeyin ne anlama geldiğini kavrayarak. "Wendy geçen hafta öldü, Bay Peterson. Kan kanseri idi. Belki size söylememiştir." Bir sandalyeye çöktüm. Nefes almaya çalıştım. "Bu sahili seviyordu, buraya gelmeyi istediğinde, hayır diyemedik. Burada daha iyi görünüyordu ve bir çok mutlu günleri vardı. Ama son birkaç hafta, hızla çöktü…." Sesi duraksadı, "Sizin için bir şey bıraktı, onu bulabilirsem. Biraz bekler misiniz ?" Aptalca başımı salladım, zihnim bu sevgi dolu genç bayana söyleyecek bir şeyler aradı. Bana, üzeri koyu çocuk yazısı ile "Bay P." yazılmış bir zarf verdi. İçinde parlak renkli kalemle yapılmış bir resim vardı – sarı bir plaj, mavi bir deniz ve kahverengi bir kuş. Altına dikkatle şöyle yazılmıştı : ÇULLUK SANA NEŞE GETİRİR. Gözlerimden yaşlar aktı ve hemen, hemen sevmeyi unutmuş bir kalp genişçe açıldı. Wendy'nin annesine sarıldım, "Üzgünüm, üzgünüm, üzgünüm." Tekrar, tekrar söyledim ve birlikte ağladık. Değerli küçük resim şimdi çerçeveli ve odamda asılı. Bana uyum, cesaret ve talep etmeyen sevgiyi anlatan sözcükler. Bana sevgi armağanını öğreten mavi gözlü ve kum renkli saçı olan bir çocuktan bir armağan. ~Robert Peterson~ Çeviri Saffet Güler |
Randevu
Saat 8:30'da, seksenlerinde, yaşlı bir adam başparmağındaki dikişleri
aldırmak üzere poliklinikten içeri girdi. Çok acelesi olduğunu söyledi, çünkü saat tam 9:00'da bir randevusu varmış. Tedavisinin bitmesi ve onun söylediği yere ulaşması en azından bir saat sürerdi. Yaranın pansumanı sırasında konuşmaya başladık. Bu denli acelesi olduğuna göre önemli birisiyle mi randevusu olduğunu sordum. Bana bakımevine gidip eşiyle kahvaltı etmek için acelesi olduğunu söyledi. O zaman eşinin sağlığının nasıl olduğunu sordum. Eşinin orada uzun bir süredir kaldığını ve Alzheimer hastalığının bir kurbanı olduğunu anlattı. Geç kalmış olmasından dolayı "Acaba eşiniz endişe duyar mı?" diye sordum. Bana beş yıldan bu yana onun kim olduğunu bile bilmediğini ve kendisini tanımadığını söyledi. Şaşırmıştım, "Sizi tanımadığı halde yine de her sabah onu görmeye mi gidiyorsunuz?" diye sordum. Elimi okşayarak gülümsedi. "O beni tanımıyor ama ben hâlâ onun kim olduğunu biliyorum" dedi. |
Üçlü Filtre
Bir gün bir tanıdığı büyük filozofa rastladı ve dedi ki; "Arkadaşınla ilgili
ne duyduğumu biliyor musun?" "Bir dakika bekle" diye cevap verdi Sokrat. Bana birşey söylemeden önce senin küçük bir testten geçmeni istiyorum. Buna "Üçlü Filtre Testi" deniyor. "Üçlü Filtre?" "Doğru," diye devam etti Sokrat. Benimle arkadaşım hakkında konuşmaya başlamadan önce, bir süre durup ne söyleyeceğini filtre etmek, iyi bir fikir olabilir. Birinci filtre: "Gerçek Filtresi" "Bana birazdan söyleyeceğin şeyin tam anlamıyla gerçek olduğundan emin misin?" "Hayır," dedi adam "Aslında bunu sadece duydum ve ... "Tamam," dedi Sokrat "Öyleyse, sen bunun gerçekten doğru olup olmadığını bilmiyorsun. Şimdi ikinci filtreyi deneyelim," "İyilik Filtresini" "Arkadaşım hakkında bana söylemek üzere olduğun şey iyi birşey mi?" "Hayır, tam tersi ..." "Öyleyse," diye devam etti Sokrat, "Onun hakkında bana kötü bir şey söylemek istiyorsun ve bunun doğru olduğundan emin değilsin. Fakat yine de testi geçebilirsin, çünkü geriye bir filtre daha kaldı." "İşe yararlılık filtresi" "Bana arkadaşım hakkında söyleyeceğin şey benim işime yarar mı?" "Hayır, gerçekten değil." "İyi," diye tamamladı Sokrat, "Eğer, bana söyleyeceğin şey doğru değilse, iyi değilse ve işe yarar, faydalı değilse bana niye söyleyesin ki?" Bu, Sokrat'ın iyi bir filozof olmasının ve büyük itibar, saygı görmesinin sebebiydi. Yakın ve sevgili herhangi bir arkadaşınız hakkında başıboş konuşmalar duyduğunuz her sefer bu üç filtre testini kullanmanız sizlere hararetle tavsiye edilir. |
Filler
FİLLERİN ÖNÜNDEN GEÇERKEN, ANİDEN DURDUM, BU DEV YARATIKLARIN SADECE ÖN BACAKLARINA BAĞLI KÜÇÜK BİR İPLE ORADA TUTULDUĞU GERÇEĞİ BENDE ŞAŞKINLIK YARATTI. ZİNCİR YOK, KAFES YOK. FİLLERİN HERHANGİ BİR ANDA, İPLERDEN KURTULUP KAÇMALARI ÇOK KOLAYDI, AMA BİR NEDENLE, BUNU YAPMIYORLARDI.
Filin yanındaki fil eğitmenini gördüm ve neden bu güzel, görkemli hayvanların orada durduklarını ve kaçmaya teşebbüs etmediklerini sordum. "Filler çok küçükken onları bağlamak için bu aynı ipi kullanırız, ve o yaşta, bu ip onları bağlamak için yeterlidir. Filler büyürken, kaçamayacaklarına inanmaya şartlandılar. İpin hala onları bağlı tutacağına inanıyorlar, bu nedenle asla kaçmaya çalışmıyorlar". Şaşırdım. Bu hayvanlar istedikleri zaman ipleri koparıp kaçabilirlerdi, ama bunu yapamayacaklarına inandıkları için, tam oldukları yere yapışık kalmışlardı. Filler gibi, kaçımız daha önce bir kez yapamadığımız için herhangi bir şeyi yapamayacağımıza inanarak yaşamda ilerliyoruz ....... **Alıntı** |
Ebediyete kadar..
Heybeliada'daki Deniz Okulu'ndan mezun olan İsmail Türe, kendi gibi Gelibolulu olan bir genç kıza kaptırır gönlünü. İki sevgili parmaklarına nişan yüzüğü taksalar da, birbirlerini çok seyrek görmektedirler.
İsmail Türe denizaltıda muhabere subayı olarak görevlidir çünkü. Üsteğmenin aklına harika bir fikir gelir; nişanlısına ışıklı mors alfabesini öğretecek, Çanakkale'den geçiş yapacakları geceyi planlı olduğu için önceden bildirecek ve böylelikle haberleşeceklerdir!.. Boğazı yüzeyden geçmekte olan denizaltının kulesindeki denizciler sigara içmekte, sohbet etmektedirler. Aralarından birinin heyecanlı olduğu her halinden belli olmaktadır. Gelibolu kıyılarına geldiklerinde, karanlık içindeki evlerden birinden bir el fenerinin yanıp söndüğü görülür: "Seni seviyorum"... Arkadaşları gülümseyerek İsmail Türe'ye bakarlarken, genç aşık elindeki fenerle sevgilisine karşılık vermektedir... Bu olaydan sonra iki sevgilinin aşkı düşmez olur denizaltıcıların dillerinden. Herkes, haberleşmek için kurulan ışık yolunu konuşur. Arkadaşları "Evlen şu kızla da, buralardan her geçişimizde selamlaşmayı bırak artık" diye takılırlar İsmail Türe'ye. Denizaltının üstünün ve altının bir olduğu yağmurlu günlerde bile, Çanakkale Boğazı'ndan geçilirken, elindeki fenerle aşk nöbeti tutan yakışıklı denizci gözünü bir an olsun ayırmaz Gelibolu kıyılarından. Yine bir gün, yirmiyedi yaşındaki Üsteğmen, Çanakkale'den geçecekleri gün ve saati, denizaltının uğradığı bir limandan telefonla haber verir nişanlısına. Ege Denizi'nden Boğaz'a giriş yapacaklarını ve en öndeki denizaltının kulesinde olacağını bildirir. Genç kızın gözüne her zaman olduğu gibi,o gece de uyku girmez. Büyük bir sabırla pencerenin önünde oturmakta ve gözünü hiç kırpmadan denize bakmaktadır. Fenerine yeni pil almış olsa da, arada bir yanıp yanmadığını kontrol eder yine de... Birden, dev bir karartı belirir suyun üstünde. Güneyden gelen bir denizaltı, penceresinin görüş sahasına girmiştir ... Genç kız pencereyi açar ve gecenin karanlığına uzattığı elleriyle feneri yakıp söndürür. "Seni Seviyorum..." Kulede bulunan denizaltının komutanı Bahri Kunt işareti görünce gülümser: "Hay Allah, bu kız denizaltıları şaşırdı. Nişanlısının denizaltısı bizim önümüzdeydi..." Bir anlık tereddütten sonra Birinci İnönü denizaltısının komutanı Bahri Kunt, yanıt gönderilmezse genç kızın telaşlanacağını düşünerek,karşılık verilmesini emreder. Yanındakilerin "Ne diyelim komutanım?" diye sorması üzerine de şunları söyler: "ebediyete kadar..." O gece, Üsteğmen İsmail Türe'nin görev yaptığı Dumlupınar, Çanakkale Boğazı'na giriş yapan ilk denizaltı olmuştur. Ama, Gelibolu kıyılarına gelmeden, Nara Burnu açıklarında İsveç bandıralı "Naboland" adlı gemi tarafından çiğnenmekten kaçamamış ve yaralı bir balina gibi acı dolu sesler çıkararak, Çanakkale'nin karanlık sularında kaybolmuştur. Her şey bir kaç dakika içinde gerçekleştiğinden, arkadan gelmekte olan Birinci İnönü denizaltısı Dumlupınar'a çarpan geminin yanından habersizce geçerek, Gelibolu'ya ulaşan ilk denizaltı olur. Genç kız, nişanlısından haber almanın huzuru içinde başını yastığa koyduğunda, genç denizci çoktan dalmıştır "Ebediyete kadar" sürecek olan uykusuna!.. |
Thomas Cook, bir araştırma gezisi sırasında Atlas Okyanusu'nun bir yerinde;
milyonlarca kuşun havada çığlıklarla daireler çizerek uçtuğunu görür. Kulakları sağır edecek kadar yüksek sesle çığlıklar atan kuşlardan yorulanlar, okyanusun dev dalgalarına atılarak intihar ederler. Bu olayı yıllar boyunca birçok balıkçı görür, birçok bilim adamı araştırır. Kuş bilimcileri yaptıkları araştırmalarda göçmen kuşların farklı yönlerden gelerek okyanusta bu noktada birleştiklerini keşfederler; ancak intihar etmelerinin nedenini çözemezler. Yıllar süren araştırmalar sonucunda bu trajik olayın yaşandığı yerde bir ada olduğunu, kuşların göç yolu üzerinde bulunan bu adanın deprem sonucunda okyanusa gömüldüğünü bulurlar. İnsanların yokluğunu bile fark edemedikleri ada; kuşlar için göç yollarının vazgeçilmez durağıdır. Kuşlar, binlerce yıllık alışkanlıkla adanın yerini bilmektedirler ve yıpratıcı bir yolculuktan sonra aradıkları adayı bulamayınca yorgunluktan bitkin düşen bedenlerini çığlık çığlığa okyanusun sularına gömmektedirler? Peki ya siz? Sizin hiç bir adanız oldu mu? Yaşamın uzun göç yollarında size bir yudum taze soluk verecek, yolunuza dinç devam etmenizi sağlayacak bir adanız var mı? Bir gün yerinde bulamazsanız, ille de ulaşmak ve sığınmak için başınızın döndüğü ve dengenizi yitirinceye kadar kanat çırpacağınız bir ada yaratabildiniz mi kendinize? Sınırsızca her şeyi paylaşabileceğiniz bir dost! Yola birlikte çıkacak kadar güvendiğiniz bir arkadaş, daima huzur ve mutluluk verecek biri, ulaşmak için yıllardır uğraş verdiğiniz bir amaç edinebildiniz mi? şöyle daha bir yakın bakın çevrenize? Size gelen, sizin gittiğiniz, sizi bulan, sizin bulduğunuz kaç ada var çevrenizde? Kaç tane durup nefeslendiğiniz ada yaratmışsınız kendinize? CAN DÜNDAR |
Emma Bombeck kanser hastalığından, ölmeden önce kaleme almış.
"Hayatımı yeniden yaşayabilseydim eğer; hastayken yatağa girer dinlenirdim...
Ben olmadığım zaman her şey kötüye gidecek diye düşünmezdim... Gül şeklindeki pembe mumu saklamaz yakardım... Daha az konuşur, ama daha çok dinlerdim... Yerler kirlense, masa örtüm lekelense bile daha çok arkadaşımı akşam yemeğine davet ederdim... Oturma odasında TV seyrederken, patlamış mısır yer, şömineyi yakmak isteyen birisi olduğunda ona engel olmazdım... Yerler leke olacak diye korkmazdım... Bana gençliğini anlatmaya çalışan dedeme daha çok vakit ayırırdım... Kocamın sorumluluklarını daha çok paylaşırdım... Saçım bozulmasın diye, arabanın camının açılmasını önlemezdim... Eteğimin lekelenmesine aldırmadan çimlere otururdum... TV seyrederken daha az, hayata bakarken daha çok ağlar ve gülerdim... Ömür boyu “garantilidir” denilen hiçbir şeyi satın almazdım... Hamileliğimin bir an önce sona erip, doğum yapmayı dilemek yerine, hamile olduğum her anın tadını çıkarır ve içimde bir canlı yaratmanın ne kadar harika olduğunu fark ederdim... Bu o kadar nadir bir olay ki, Mucize gibi bir şey... Çocuklarım beni öpmek istediklerinde, asla "önce git ellerini yüzünü yıka" demezdim... Onlara daha çok "seni seviyorum", ondan da daha çok "özür dilerim" derdim... Ama başka bir hayat verilseydi en çok yapacağım şey; her dakikasını değerlendirmek olurdu... Dikkatle bak! Gerçekten gör! Yaşa! Vazgeçme! Küçük şeyler için şikayet etme! Bana benzemeyenler, benden daha çok şeye sahip olanlar ve kimin ne yaptığı beni ilgilendirmezdi... Bunun yerine, ilişkilerimi güçlendirmeye çalışırdım... Sahip olduğunuz ruhsal, fiziksel ve duygusal her şey için Allah'a şükredin... Tek bir hayatınız var ve birgün sona eriyor... Umarım her gününüzü değerlendirirsiniz.'' |
Huzur
HUZUR
Halkı tarafından çok sevilen bir kral,huzuru en güzel resmedecek sanatçıya büyük bir ödül vereceğini ilan eder.Yarışmaya çok sayıda sanatçı katılır.Günlerce çalışırlar,birbirinden güzel resimler yaparlar.Sonunda eserleri saraya teslim ederler.Tablolara bakan kral sadece ikisinden hoşlanır.Ama birinciyi seçmesi için karar vermesi gerekir. Resimlerden birisinde bir göl vardır .Göl ,tıpkı bir ayna gibi etrafında yükselen dağların görüntüsünü yansıtmaktadır.Üst tarafta pamuk beyazı bulutlar gökyüzünü süslemektedir.Resim bakanlara mükemmel bir huzur hissi verecek kadar güzeldir. Diğer resimde de dağlar vardır.Ama engebeli ve çıplak dağlar.Dağların üstünde ki öflkeli gökyüzünden boşanan yağmurlar ve çakan şimşek ise resmi daha da sıkıntılı bir hale sokmaktadır.Dağın eteklerindeki şelale insana gürültüyü ,yorgunluğu hatırlatacak kadar hırçın resmedilmişdir . Kısaca resim pek de öyle huzur verecek türden değildir. Fakat kral resme bakınca ,şelalenin ardında kayalıklardaki çatlaktan çıkan mini minnacık bir çalılık görür.Çalılığın üstünde ise bir anne kuşun örttüğü bir kuş yuvası göze çarpmaktadır.Sertçe akan suyun orta yerinde anne kuşun kurduğu yuva izleyenlere harika bir huzur ve sakinlik örneği sunmaktadır. Ödülü kim kazandı dersiniz ? Tabi ki ikinci resim.Kral bunun nedenini şöyle açıkladı : “HUZUR HİÇBİR GÜRÜLTÜNÜN,SIKINTININ YADA ZORLUĞUN BULUNMADIĞI YER DEMEK DEĞİLDİR.HUZUR ,BÜTÜN BUNLARIN İÇİNDE BİLE YÜREĞİMİZİN SÜKUNET BULABİLMESİDİR” |
Annem
*Küçük kız, kendini bildiği günden beri annesinden büyük bir
şefkat görmüş ve ondan duyduğu sözlerle, pamuk prensesten daha güzel olduğuna inanmıştı. Ona göre, nur yüzlü ve badem gözlüydü. Bir tanecik yavrusuydu her zaman. Ama ilk okula başlayınca işler değişti. * *Arkadaşları, onun hiçde güzel olmadığını, hatta çirkin bile sayıldığını söylemekteydi. Küçük kız, ilk önceleri onlara inanmadı. Çünkü herkes birbirini kıskanıyordu. Ama bir kaç yıl içinde gerçeklerle yüzleşti. Annesinin bir pamuğa benzettiği yüzü, çiçek bozuğu bir cilde sahipti. "Badem" dediği gözleri ise şaşıydı. Vücudu da bir selviyi andırmıyordu. * *Demek ki annesi onu aldatmış ve yıllar yılı çekinmeden yalan söylemişti. * *Genç kızın anne sevgisi, kısa bir süre sonra nefrete dönüştü. * *Evlenme çağına gelmiş olmasına rağmen yüzüne bakan yoktu. Üstelik de gözleri, bütün tedavilere rağmen düzelmiyordu. Genç kız, doktorların gizlice yaptığı konuşmalardan kör olacağını anladığında çılgına döndü ve kendisini hâlâ çocukluk yıllarındaki ifadelerle seven annesinin bu yalanlarına dayanamayıp evi terk etmeye karar verdi. * *Fakat annesi, uzak bir yerde iş bulduğunu söyleyerek ondan önce davrandı. Ve kazandığı paraları bir akrabasına gönderip, kızına bakmasını rica etti. * *Genç kız bir süre sonra görmez oldu. Karanlık dünyasıyla baş başaydı. * *Bu arada annesini hiç merak etmiyordu. Yalancıydı annesi, ölse bile bir kayıp sayılmazdı. Bir gün doktorlar, uygun bir çift göz bulduklarını söyleyerek kızı ameliyat ettiler. Ancak o, gözünü açtığında yine aynı yüzü görmekten korkuyordu. * *Fakat kör olmak zordu. En azından kimseye yük olmazdı. Genç kız, ameliyat sonunda aynaya baktığında, müthiş bir çığlık attı. Karşısında bir dünya güzeli vardı. Gerçekten de harika bir kızdı gördüğü. * *Yüzündeki bozukluklar tamamen kaybolmuştu. Çok kemerli olan burnu düzelmiş, kepçe kulakları normale dönmüş ve yaban otlarını andıran saçları, dalga dalga olmuştu. * *Genç kız, yanındaki yaşlı doktora sevinçle sarılarak: * *- Sanki yeniden dünyaya geldim!. dedi. Yüzümde hiçbir çirkinlik kalmamış. Estetik ameliyatı siz mi yaptınız? * *Yaşlı doktor: * *- Böyle bir ameliyat yapmadık kızım!. diye gülümsedi. Annenin bağışladığı gözleri taktık. Sen, onun gözünden gördün kendini!.. * |
Mayonez Kavanozu ve 2 Fincan Kahve:
Ne zaman hayatında bazı şeyler taşınamaz hale gelirse, ne zaman
24 saat kısa gelmeye başlarsa, O zaman *mayonez kavanozu ve 2 fincan kahveyi* hatırlayiniz! Bir gün bir profesör, masasının üzerinde birkaç kutu olduğu halde felsefe dersindedir.Ders başladığında, hiçbir şey söylemeden, önüne büyükçe bir mayonez kavanozunu alır ve içerisini tenis topları ile doldurur.Ve öğrencilere kavanozun dolup dolmadığını sorar. Öğrenciler ittifakla kavonozun dolduğunu ifade ederler,Bu sefer profesör önündeki kutulardan bir tanesinden aldığı çakıl taşlarını, çalkalayarak kavanoza döker, böylece çakıl taşları kayarak, tenis toplarının aralarındaki boşlukları doldurur. Ve öğrencilere tekrar kavanozun dolup dolmadığını sorar,Onlar da evet" doldu derler. Tekrar profesör masanın üzerindeki diğer kutuyu eline alır ve içindeki kumu yavaşça kavanoza döker. Tabii ki kumlar da çakıl taşlarının aralarındaki boşlukları doldurur. Ve tekrar öğrencilere kavanozun dolup dolmadığını sorar,Öğrenciler de koro halinde "evet" derler. Bu sefer profesör masanın *altında* hazır bekleyen 2 fincan kahveyi alır ve kavanoza boşaltır, kahve de kumların arasında kalan boşlukları doldurur. Öğrenciler gülerler! Profesör öğrencilerin gülüşünü destekleyerek "eveet" diyerek; ben "Bu kavanozun sizin hayatınızı simgelediğini ifade etmeye çalıştım" der. Şöyle ki; Bu tenis topları hayatınızdaki önemli şeylerdir; dininiz,ibadetleriniz, aileniz, çocuklarınız, sıhhatiniz, arkadaşlarınız ve sizin için önemli olan şeylerdir. Şayet diğer şeyleri kaybetseniz de, bu *önemli şeyler* kalır ve hayatınızı doldurur. O çakıl taşları ise daha az önemli olan diğer şeylerdir; işiniz, eviniz, arabanız vs. Kum ise diğer ufak tefek şeylerdir. "Şayet kavanoza önce kum doldurursanız..." diye, anlatmaya devam eder, "çakıl taşlarına ve özellikle de tenis toplarına yeterli" yer kalmaz.Aynı şey hayatımız için de geçerlidir. Vaktinizi ve enerjinizi ufak tefek şeylere harcar, israf ederseniz, önemli şeyler için vakit kalmayacaktır. Dikkatinizi mutluluğunuz için önem arzeden şeylere çevirin. Çocuklarınızla oynayın. Sıhhatinize dikkat edin. Eşinizle yemeğe çıkın. Evinizin ihtiyaçlarını karşılayın. Öncelikle tenis toplarını kavanoza yerleştirin. Öncelikleri, sıralamayı iyi bilin. Gerisi hep kumdur. Bu ara bir öğrenci parmağını kaldırır ve sorar; "Pekiyii, o iki fincan kahve nedir?" Profesör gülerek: "Bu soruyu sorduğuna sevindim. Hayatınız ne kadar dolu olursa olsun, her zaman dostlarınız ve sevdiklerinizle bir fincan kahve içecek kadar vakit ayırın!" * |
Toplam 1 eklenti bulunuyor.
|
Su
"Greater Idaho Falls" bilim fuarında bir lise öğrencisi, yöre insanlarını hazırladığı projeyi imzalamaya davet etti. Delikanlı; "dihydrogen monokside" adlı maddenin kullanımının tümüyle yasaklanmasını, mümkün olmadığı takdirde çok sıkı kontrolünü istiyordu. Maddenin zararlarını duvarlara astığı afişle açıklıyordu:
Yoğun terlemelere ve kusmalara sebep olabilir. Doğaya büyük zararlar veren asit yağmurlarının ana unsurudur. Gaz haline geçmiş hali, çok ciddi yanıklara sebep olabilir. Kazara solunması, ciğerlere dolması ölüme yol açar. Erozyona yol açar. Otomobil frenlerinin etkinliğini azaltır. Ölümcül kanser tümörlerinin hepsinin içinde bulunmuştur. Bir saat içinde tam 50 bilim fuarı meraklısı insan, delikanlının kampanya açtığı standı ziyaret etti. 43 kişi yasaklama isteğini şiddetle desteklediler. 6 kişi kararsız kaldı. Sadece bir kişi yasaklanması istenen "dihydrogen monokside"nin H2O yani hayatın can damarı "su" olduğunu söyledi. Lise öğrencisinin bu projesi "ne kadar kolay aldatılabiliyoruz" yarışmasının birincisi ilan edildi...! Delikanlı: "Amacım, kolayca saptırılmış, saçma bilimsel cümleciklerle insanların nasıl yanlış koşullandırılabileceklerini göstermekti" dedi. |
Çok soğuk bir kış günü padişah,tebdil-i kıyafet gezmeye karar vermiş.
Yanına baş vezirini alıp yola çıkmış.Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir adam görmüşler.Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş. Padişah,ihtiyarı selamlamış: "Selamunaleykum ey pir'i fani ..." "Aleykumselam ey serdar'i cihan..." Padişah sormuş: "Altılarda ne yaptın?" "Altıya altı katmayınca,otuz ikiye yetmiyor..." Padişah gene sormuş: "Geceleri kalkmadın mı?" "Kalktık...Lakin.ellere yaradı..." Padişah gülmüş: "Bir kaz göndersem yolar mısın?" "Hemde ciyaklatmadan..." Padişahla başvezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar.Padişahbaşvezire dönmüş: "Ne konuştuğumuzu anladın mı?" "Hayır padişahım..." Padişah sinirlenmiş: "Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım." Kotkuya kapılan başvezir,padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla dere kenarına dönmüş.Bakmış adam hala orada çalışıyor. "Ne konuştunuz siz padişahla..." Adam,başveziri şöyle bir süzmüş: "Kusura bakma.Bedava söyleyemem.Ver bir yüz altın söyleyeyim." Başvezir,yüz altın vermiş. "Sen padişahı,serdar-ı cihan,diye selamladın.Nereden anladın padişah olduğunu." "Ben dericiyim.Onun srtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi." Vezir kafasını kaşımış. "Peki,altılara altı katmayınca,otuz ikiye yetmiyor ne demek?..." Adam bu soruya cevap vermek içinde bir yüz altın daha almış. "Padişah,altı aylık yaz döneminde çalışmadın mı ki,kış günü çalışıyorsun,diye sordu.Ben de yalnızca altı ay yaz değil,altı ay da kış çalışmazsak,yemek bulamıyoruz dedim Vezir bir soru daha sormuş... "geceleri kalkmadın mı ne demek?" Adam bir yüz altın daha almış. "Çocukların yok mu diye sordu.Var ama hepsi kız .Evlendiler,başkasına yaradılar,dedim..." Vezir gene kafasını sallamış. "Bir de kaz gönderirsem dedi,o ne demek..." Adam gülmüş. "Onu da sen bul..." |
ERKEKLER MELEKTIR MELEEEEKKK ! ISTE ERKEKLERIN BIRER MELEK
OLDUGUNUN KANITI... :)) Bir gün ormancının biri dalları nehrin üzerine sarkan ağacın dallarını keserken baltasını suya düşürür. "Aman tanrım" diye bağırdığında bir peri belirir ve "Ne diye bağırıyorsun ?"der. Ormancı baltasını suya düşürdüğünü ve yaşamını sürdürebilmek için o baltaya ihtiyacı olduğunu söyler. Peri suya dalar ve elinde bir altın balta ile tekrar belirir. "Baltan bu muydu ?" diye sorar. Ormanci "hayır" diye cevaplar. Peri suya tekrar dalar ve bu sefer elinde gümüş bir balta ile tekrar belirir ve yine sorar. "Baltan bu muydu ?" Ormancı yine "hayır" diye cevaplar. Peri suya tekrar dalar ve bu sefer elinde demir bir balta ile tekrar belirir ve yine sorar. "Baltan bu muydu ?" Ormancı "evet" der. Ormancının dürüstlüğü perinin çok hoşuna gider ve baltaların üçünü de kendisine verir. Ormancı mutlu bir şekilde evine döner. Bir zaman sonra ormancı esiyle birlikte nehir boyunca yürürken karisi suya düşer. Ormancı "aman tanrım" diye bağırır. Peri yine belirir ve sorar: "Ne diye bağırıyorsun ?" Ormancı" karim suya düştü der. Peri suya dalar ve Jennifer Lopez ile birlikte geri döner."Senin karin bu mu?" diye sorar. Ormancı "evet" der. Peri sinirlenmiştir, "Yalan söylüyorsun, gerçek bu değil" der. Ormancı "özür dilerim peri, ortada bir yanlış anlaşılma söz konusu. Eğer Jennifer Lopez için hayır deseydim bu sefer Catherine Zeta-Jones ile geri dönecektin, ona da hayır deseydim karımla dönecek ve her üçünü de bana verecektin. Ben fakir bir adamım ve üç karimin sorumluluğunu taşıyabilecek durumda değilim. Jennifer Lopez'e evet dememin sebebi budur... Bu Minik Yorum: Ne zaman bir erkek yalan söylüyorsa bunun iyi ve saygın bir nedeni vardır ve bu başkalarının yararı içindir. Kendileri için bir şey istiyorlarsa ekmek çarpsındır... :) |
Evet Sevgili Ramo hatta Naaaa merttir ...Erkek ;)
|
Sn master
Sol kulağınızı kapatırsanız SAĞ duyulu olursunuz. |
Alıntı:
Hoş görünüze sığınarak, Niyetinizi ya da söylemek istediğinizi anlayamadığımı söylemeliyim. Biraz açarsanız sevineceğim. Teşekkürlerimle |
Evet Sevgili Ramo hatta Naaaa merttir ...Erkek
bodrum anoson kokan rüzgarında tavuk yumurta meselesinin tavuğun yumurtadan çıktığı sonucunu öğrendim . Ama horoz nerde niye yok derken üstadım yazdı Naaaaa mert ..erkek bende üstadımdamdan Sağduyulu olmasını istedim hocam çamurdandan da olsa erkek herzaman merttirr değilmi . sevgi ve saygılarımla. |
Sn Account;
Espirinizi yakalayamadığım için özür. Açıklama için teşekkürler. Saygılarımla |
İkİ Sİmge
Yaşlı kızıldereli reisi kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede
birbiriyle boğuşup duran iki kurt köpeğini izliyorlardı. Köpeklerden biri beyaz, biri siyahtı ve oniki yaşındaki çocuk kendini bildi bileli o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlardı. Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri kurt köpeğiydi bunlar. Çocuk, kulübeyi korumak için bir köpeğin yeterli olduğunu düşünüyor, dedesinin ikinci köpeğe neden ihtiyacı olduğunu ve renklerinin neden illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık. O merakla, sordu dedesine: Yaşlı reis, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı. - "Onlar" dedi, "benim için iki simgedir evlat." - "Neyin simgesi" diye sordu çocuk. - "İyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları. Çocuk, sözün burasında; 'mücadele varsa, kazananı da olmalı' diye düşündü ve her çocuğa has, bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi: - "Peki" dedi. "Sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?" Bilge reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa. - "Hangisi mi evlat? Ben, hangisini daha iyi beslersem!" |
TEVAZU
Bir adam kötü yoldan para kazanip bununla kendisine bir inek alır.Neden sonra, yaptıklarından pişman olur ve hiç olmazsa iyi bir şey yapmış olmak için bunu Hacı Bektas Veli'nin dergâhına kurban olarak bağışlamak ister. O zamanlar dergâhlar ayni zamanda aşevi işlevi görüyordu. Durumu Hacı Bektas Veli'ye anlatır ve Hacı Bektas Veli- ' helal değildir ' diye bu kurbanı geri çevirir. Bunun üzerine adam Mevlevi dergâhına gider ve ayni durumu Mevlana'ya anlatır. Mevlana ise; bu hediyeyi kabul eder. Adam ayni şeyi Hacı Bektas Veli'ye de anlattığını ama onun bunu kabul etmemiş olduğunu söyler ve Mevlana'ya bunun sebebini sorar.. Mevlana söyle der: - Biz bir karga isek Hacı Bektas Veli bir şahin gibidir. Öyle her leşe konmaz.O yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz ama o kabul etmeyebilir. Adam üşenmez kalkar Hacı Bektas dergâhı'na gider ve Hacı Bektas Veli'ye, Mevlana'nın kurbanı kabul ettiğini söyleyip bunun sebebini bir de Hacı Bektas Veli'ye sorar. Hacı Bektas da söyle der: - Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise Mevlana'nın gönlü okyanus gibidir. Bu yüzden, bir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir ama onun engin gönlü kirlenmez. Bu sebepten dolayı o senin hediyeni kabul etmiştir." Böylesi tevazu ve incelikle, birbirlerini yermek yerine yüceltebilmeyi becerebilen bir insan olmamız dileğiyle... |
Satranç ve Tavla
Pers imparatorunun basveziri Buzur Mehir tarafindan 1400 yil once tasarlanan tavla oyunu;
dunyanin en populer oyunlarindan biridir. Zaman kavramindan alinan ilhamla tasarlanan oyunun zamana boylesine direnmesi son derece etkileyici. Senenin birligi olarak tavla bir tanedir. 4 kosesi 4 mevsimi, tavlanin icindeki karsilikli 6'sar hane 12 ayi, pullarin toplami ayin 30 gununu ,siyah -beyaz pullar gece ve gunduzu, karsilikli 12'ser hane gunun 24 saatini simgeler.. Eski zamanlarda Hint Imparatoru, satranc oyununu Pers imparatoruna,yaninda bir mektup ile hediye olarak gondermistir. Mektubunda oyunla ilgili hic bir aciklama yapmazken soyle bir mesaj yazmistir. "Kim daha cok dusunuyor, Kim daha iyi biliyor, Kim daha ileriyi goruyorsa O kazanir. Iste hayat budur... Pers Imparatoru donemin en alim veziri olan Buzur Mehir ile bu mesaji paylasarak, ondan oyunu cozmesi ve kendisinin de karsilik olarak Hint Imparatoruna hediye edilmek uzere baska bir oyun icat etmesini ister. Vezir haftalarca calistiktan sonra gonderilen satrancin her tas hareketini ve oyunu cozer daha sonra da on gunde tavlayi icad eder ve imparatora sunar. Hint Imparatoruna tavla oyunuyla birlikte gonderilmek uzere soyle bir mesaj hazirlanir. "Evet, Kim daha cok dusunuyor, Kim daha iyi biliyor, Kim daha ileriyi goruyorsa O kazanir. AMA BIRAZ DA SANSTIR. Iste hayat budur..." SANS SiZDEN YANA OLSUN |
Affetmek
Lise öğretmeni bir gün derste öğrencilerine bir öneride bulunur.
-Affetme üzerine bir hayat deneyine ne dersiniz? Yanıt olumlu olunca devam eder; - O zaman der, yarın hepiniz bir büyük plastik torba ve beşer kilo patatesle geleceksiniz. Ertesi gün sınıfta her öğrencinin önünde torbaları ve patatesleri gören öğretmen, deneyin ne olduğunu anlatır. - Şimdi herkes bugüne dek affetmeyi reddettiği her bir kişi için bir patates alsın ve üzerine o kişinin adını yazsın. Sonra da üzerine isim yazdığı patatesleri torbaya koysun. Kimi öğrenci iki, kimi üç, kimi on on beş patatesi torbalarına koyduktan sonra öğretmen son şartını açıklar; - Herkes torbasını bir hafta boyunca yanından hiç ayırmayacak. Nereye giderse oraya sırtında taşıyacak. Aradan iki üç gün geçmeden öğrenciler homurdanmaya başlar. En fazla homurdananlar da torbasında en fazla patates olanlardır haliyle: - Hocam, vallahi belimiz koptu... Yorgunluktan kımıldayacak halimiz kalmadı... Öğretmen, şikâyetlerin had safhaya varması üzerine: - Tamam çocuklar der, her ne kadar bir hafta dolmadıysa da hayat deneyimiz sona ermiştir. Ardından açıklama yapar: - Görüyorsunuz ki affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi, ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkum ediyoruz. Affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir." |
Reklam Olayı
Brooklyn köprüsünde, bir bahar günü , kör bir adam dilencilik yapiyormus.
Dizlerinin dibine bir tabela koymus. Üzerinde "DOGUSTAN KÖR" yaziliymis. Herkes dilencinin önünden geçip gidiyormus. Bir REKLAMCI bunu görmüs. Tabelayi almis arkasinabir seyler yazmis, oldugu yere tekrar birakmis. Ne olduysa olmus... Gelip geçen ve bu tabeladaki yeni yaziyi okuyan herkes, baslamis dilencinin önündeki sapkaya, habire para atmaya... Bir cümle yetmis onca kisiyi etkilemeye ve dilencinin sapkasinin kisa sürede agzina kadar parayla dolup tasmasina... Tabelada söyle yaziyormus : GÜZEL BIR BAHAR GÜNÜ... AMA BEN BAHARI GÖRMÜYORUM... |
Gazikovan
Toplam 1 eklenti bulunuyor.
Eklenti 216
Mart 1921 İnönü Ovası İnsanın İflahını kesen buz gibi bozkır ayazında Ethem Çavuş'un sırtı üşüyor, avuçları ise kızgın mermi kovanlarına çıplak elle dokunduğu için alev alev yanıyordu. Top atışı on sekiz saattir durmaksızın sürüyordu. Ethem Çavuş, 75 mm'lik topu durmaksızın dolduruyor, her seferinde besmele çekip keşif kolundan bildirilen menzillere kıyamet yağdırıyordu. Sandıkta kalan sondan üçüncü mermiyi aldığında bir an duraksadı. Merminin üzerine bir çaput sarılıydı. Çaputu sökerken avucuna kalem büyüklüğünde demir bir çubuk düştü. Çaputun ve çubuğun anlamını çözmeye çalışırken sarı metalden mermi kovanına kazınarak yazılmış yazıya gözü ilişti. Okumaya vakti yoktu. Mermiyi topa sürüp ateşledi. Demir çubuğu cebine, boş kovanını ise bu sefer sandığa değil yere attı. Birkaç dakika sonra soğumuş olan kovanı kaybolmaması için yerden alıp mintanının yakasından içeri attı. Akşam ezanı vaktinde çarpışma durulmuş, mevzileri ileri, düşman hatlarına doğru ilerletme emri gelmişti. Batarya komutanı, Ethem Çavuşa istirahat verdi. İlk iş olarak boş kovanı çıkarıp üzerindeki yazıyı okudu. Kovanın üzerinde "Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4.Alay 2.Tabur 8.Batarya 26 Rebiyülahir 1339*İnönü" yazıyordu. Birinci İnönü savaşının en kızgın günlerinden birinde düşülmüş not ve mermiyle gelen demir çubuk, İmalat-ı Harbiye atölyelerinde çalışanların bir mesaj istediğini gösteriyordu. Boşalan kovanlar Ankara'daki atölyelere yollanır, oradan tekrar doldurulup cepheye dönerdi. Üç saat sonra gecenin iyice çökmesiyle savaş tamamen durulmuş, birlikler yeni mevzilerine yerleşmişti. Ethem Çavuş, cebindeki demir çubuğu çıkarıp bir köşeye oturdu. Ucu sivriltilmiş çubuk, bakır ustalarının “kalem” dedikleri, metal üzerine desen oymaya yarayan keskin bir aletti. Eline yumruk büyüklüğünde bir taş alarak hafif tıklamalarla kendi mesajını kovana kazıdı. “Aksekili Ethem Çavuş 8.Alay 3. Tabur 1.Batarya 20 Recep 1339** İnönü” Beş gün sonra Ankara Atölye'nin bir köşesinde cepheden gelen sandıkları açan kalfa, tezgâhlardan birinde harıl harıl çalışmakta olan ustaya seslendi: Sesinde, eşi doğum yapmış bir adama bebeğini müjdeleyen ebenin heyecanı vardı. "Kâmil Usta! Müjdemi İsterim! Senin yavru cepheden dönmüş!“. Hepsi sandıkların olduğu kısma koşturarak kovanın üstündeki yazıyı okumak için toplandılar. Tabii ki bu şeref Kâmil Ustaya aitti. Yüksek sesle Ethem Çavuşun notunu okudu. Atölyede bir bayram havası esmişti. Tüm çalışanlar, Kâmil Ustayı yeni baba olmuş biriymiş gibi kutluyor, hayır duaları ediyorlardı. Ustalar, İş tezgâhlarından birinin başında toplandılar. Kâmil Usta kovanın ağzının eğilen yerlerini düzeltip özenle kapsülünü yeniledi. İçine barutunu doldurduktan sonra yeni bir çekirdeği kovanın ağzına oturttu. Mermi hazır olunca, Ethem Çavuşun kovanın içinde geri yolladığı çelik kalemi yeni bir çaputla merminin üzerine sardı. Kundaklanmış mermiyi şefkatle tutarak yeni doldurulan bir sandığa yatırdı. Çalışanlar hep bir ağızdan "Allah kavuştursun" diyip işlerinin başına döndüler. Kâmil Usta, halen açık duran sandığa yatırdığı mermiye hüzünle bakıp "Selametle git aslanım. Allah muvaffak etsin. Çok bekletme bizi" dedi. Kovan, Birinci İnönü savaşı sıralarında üzerindeki ilk notla Kâmil Ustanın eline geçtiğinde bu fikir doğmuştu. Karahisarlı Seyfi Çavuşun başlattığı bu geleneğin süreceğinden emin değildi; ama denemeye değerdi. Nitekim Aksekili Ethem Çavuş umutlarını boşa çıkarmamıştı. Cephede patlayan her merminin kovanı buradaki ustaların elinden geçtiğine göre bir aksilik olmazsa yeniden görüşeceklerdi. Eylül 1922 - Ankara Bir buçuk yıl içinde kovan sekiz kere daha atölyeye uğradı.*Üzerindeki mesajların sayısı da sekize ulaşmıştı. Mesaj yazanların sekizi de başka alay ve taburlardan farklı kişilerdi. Kovan her keresinde atölyedekilere daha büyük bir coşku yaşatıyor, istiklâl savaşının her zorlu durağından Ankara'ya barut, kan ve zafer kokusu taşıyordu. Türk ordusunun İzmir'e girdiği gün Ankara'da bayram havası eserken kovan yeniden gelmiş, ama bu sefer tüm atölyeyi yasa boğmuştu. Kovanın içinde, çelik kalemin yanı sıra bir mektup ile bir tane de bakır künye vardı. Kovanın üzerine kazınmış dokuzuncu notta; "Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4. Alay 2. Tabur 8.Batarya 12 Muharrem 1341*** Banaz" yazılıydı. Atölyedekiler mektubu açıp okumaya koyuldular; Bismillahirrahmanirrahim. Selamün aleyküm gayretperver ustalar. Allah'a şükürler olsun ki mendebur düşman kaçıyor. Muzaffer Türk ordusu beş gündür durup dinlenmeksizin kâfiri kovalıyor. Güzel İzmir'e, kalplerimizdeki imânımız kadar yakınız artık. İki gün evvel Banaz'daki muharebede bataryamın çavuşlarından Seyfi, kalleş düşmanın kurşunuyla şahadete ermiştir. Cenazesini sıhhiyecilere teslim etmeden önce mintanının içinde bu kovanı buldum. Malumunuzdur ki vefat eden neferin künyesi ailesine yollanır. Lâkin beş gün önce Karahisar’ı ele geçirdiğimizde,Seyfi Çavuş'un ailesinin düşman tarafından katledildiğini öğrendik. Bu kahraman Türk evladı kederini yüreğine gömüp anacığını, babacığını defnedemeden düşmanın peşine düştü. Üç gün sonra kendisi de hakkın rahmetine kavuştu.Kovandaki yazılardan anladığım üzere bu topçu neferlerin bir ailesi de sizler olmuşsunuz. Bu sebeple Seyfi Çavuşun künyesini sizlere yolluyorum.Başınız sağ olsun. Hayır dualarınızı bizlerden, Fatihalarınızı aziz şehitlerimizden esirgemeyiniz. Hakkın rahmeti üzerinize olsun. Yüzbaşı Muhsin Talât 4.Alay 2. Tabur 8. Batarya 14 Muharrem 1341 Salihli” Mektup bittiğinde tüm personel ağlıyordu. Atölyeye bir ölüm sessizliği çökmüştü. Hiç tanımadıkları halde iki satır yazıyla kardeş oldukları Seyfi Çavuşun ardından Fatiha okuyup amin dediler. Kamil Usta yutkunarak tezgâhının başına oturdu. Kovanı yeniledi ama bu sefer, minik iki perçinle Seyfi Çavuşun künyesini kovanın dibine çaktı. Yine her zamanki merasimle mermiyi kundaklayıp sandığa yatırdı. Oysa o mermi bir daha düşman mevzilerine gönderilmeyecekti. Ocak 1923-Ankara Savaşının bitmesinin ardından Ankara'daki mühimmat depolarında sayım ve temizlik yapılıyordu. Sandıklar tek tek açılıyor, mermiler sayılıp yeniden sandıklanıyor, kayda geçirilip daha tertipli bir cephaneliğe gönderiliyordu. Teğmen Hamdi Vâsıf, Kâmil ustanın hazırlayıp kundakladığı mermiyi buldu. Böyle bir anının-belki de yıllarca- sandıkların İçinde kalmasına gönlü elvermedi. Ciddi bir suç işliyor olmayı göze alıp mermiyi evine götürdü. Niyeti, ömrünün sonuna kadar mermiyi bir anı olarak saklamaktı. 29 Ekim 1923 - Ankara Teğmen Hamdi Vâsıf Ankara kalesine çıkan dik sokakları koşarak tırmanıyordu. Soğuğa rağmen kan ter içinde kalmıştı. Yarım saat önce 20:30 sıralarında meclisten, cumhuriyetin ilan edildiği duyurulmuştu. 101 pare top atışıyla cumhuriyet kutlanıyordu ve Seyfi Çavuş'un mermisi bu şöleni kaçırmamalıydı. Yetmiş, belki de sekseninci atışta topçuların yanına ulaşabilmişti. Yüzbaşı Muhsin Talat'ın yanına giderek sert bir asker selamı verdi. "Hamdi Vâsıf Edirne! Bir maruzatım var komutanım" Yüzbaşı sorar gözlerle genç subaya bakıyordu. "Evet teğmenim? Sizi dinliyorum" Teğmen, üniformasının içinden mermiyi çıkarıp yüzbaşıya uzattı. "Yüzbirinci pareyi en çok bu mermi hak ediyor komutanım. Müsaadenizle bu şerefi ondan esirgemeyelim" Yüzbaşı Muhsin Talat gözlerine inanamamıştı. Sevinç gözyaşlarını tutamadı. O kadar heyecanlanmıştı ki neredeyse aralarındaki rütbe farkına bakmaksızın genç teğmenin ellerini öpecekti. Mermiyi alıp çekirdeğini dikkatlice yerinden çıkardı. Kovanın tepesine bir bez parçası tepip iyice sıkıştırdı. Subay şapkasını çıkarıp surun üzerine koydu. Mermiyi şapkanın içine yatırdı. Toplar atışlara devam ediyordu. 82, 83, ...97, 98, 99... On dakika kadar sonra, atışları sayan çavuş "Yüzüncüyü attık komutanım" diyince, Muhsin Talat, kovanı topun yatağına kendi elleriyle sürerek ateş emrini verdi. Subayların kılıçlarını çekerek selamladığı o son top sesi Ankara'nın her duvarından yankıyıp dört yıllık istiklâl savaşının tüm hikâyesini anlatmıştı sanki. Rütbe ve mevkilerine bakmaksızın topun başındaki tüm askerler kucaklaşarak birbirlerini kutladı. Son olarak Yüzbaşı Muhsin Talat ile Teğmen Hamdi Vâsıf sarıldılar. Kovan ayaklarının dibindeydi. Yüzbaşı eğilip saygıyla kovanı yerden aldı. Avuçlarının yanmasına aldırmadı bile. Gazi Kovan ( Top Mermisi Kovanı) |
Acele Etmek
Yıllar önce, çok uzaklarda bir adam varmış. Bu adam çalışmak amacı ile
çok uzaklara gitmiş ve yıllarca çalışmış. Sonunda memleketine dönme zamanı gelmiş. Bu çalışma sürecinde toplam 3000 akçe biriktirmiş ve evinin yolunu tutmuş. Evine doğru giderken yolu büyük bir şehirden geçmiş. Yolda yürürken köşe başında birisi "Bir nasihat bin akçe, bir nasihat bin akçe" diye bağırıyormuş. Adam düşünmüş: 'Nasıl olur, bir nasihati bin akçeye satarlar, ben yıllarca çalıştım ve sadece 3000 akçe biriktirdim' Bu işe pek akli ermemiş ama merak iste. Duramamış ve adama bin akçe vererek o nasihati satın almış. 1. Nasihat " KADERDE NE VAR İSE O ÇIKAR" ve yoluna devam etmiş... İlerde yine köse başında başka bir adam bağırıyormuş "bir nasihat bin akçe" diye. Adam yine dayanamamış bin akçe de o adama vermiş ve ikinci nasihatı da satın almış. İkinci nasihat da: " GÖNÜL KIMI SEVERSE GÜZEL ODUR". Son kalan bin akçesi ile de yoluna devam etmiş. Tam şehrin çıkışında yine köşe başında bir adam bir nasihati bin akçeye satıyor. Adam bir parasına bakmış, bir de nasihati satan şahsa, dayanamamış ve kalan son akçesiyle de o nasihatı satın almış. Son nasihatte: "HİÇ BİR İŞ ACELEYE GELMEZ". Parasız yoluna devam etmiş. Şehrin çıkışında büyük bir topluluk ile karsılaşmış. Topluluk telaş içindeymiş. Yaklaşmış ve oradakilerden birine neler olduğunu sormuş. Oradan birisi açıklamış, demiş ki: Burada şehrin tüm su ihtiyacını karşılayan bir kuyu var, ama kuyunun içinde de canavar var. Canavar suyu tutmuş, göndermiyor. Aşağıya kim indiyse bir türlü çıkamadı. Şimdi herkes korkuyor aşağı inmeye" Adam düşünmüş ve ilk satın aldığı nasihat aklına gelmiş. "Kaderde ne var ise o çıkar" aşağı inmeye karar vermiş. Aslında bu nasihatleri herkes bilir ama uygulayabilmemiz için belli bir bedel ödememiz gerekiyor. İnince canavar hemen yakalamış ve yerine götürmüş. Demiş ki: "Buraya gelenlerin hepsine bir soru sordum ve bilemediler. Eğer sen bilirsen seni serbest bırakırım." Bir dizine sarışın ve dünya güzeli bir kadın, diğer dizine de kurbağa koymuş ve "söyle bakalım hangisi güzel?" demiş. Adam düşünürken aklına ikinci aldığı nasihat gelmiş ve "gönül kimi severse güzel odur" demiş. Bu cevap canavarın çok hoşuna gitmiş. Zira canavar, kurbağanın gözlerine aşıkmış. Adamı salmış ve suyu bırakmış. Almışlar krala götürmüşler ve ağırlığınca altın vermişler. Adamımız yoluna devam etmiş ve nihayet evine varmış. Evinin camından içeri bakmış. Bir de ne görsün; karisi genç biri ile diz dize oturuyor. Hemen kılıcını çekmiş ve tam içeri girerken üçüncü nasihat aklına gelmiş "Hiçbir is aceleye gelmez". Kılıcını kınına koymuş ve içeri girmiş. Hoş beşten sonra karısına o genci sormuş. Kadın da: "bey sen gittiğinde ben hamileydim ve bir oğlumuz oldu. Bu genç senin oğlun" demiş. KADERİNİZ ve YOLUNUZ AÇIK OLSUN, HAYAT ACELE ETMEYE GELMEZ. |
Baştacımız anneler
bir annenin annece terbiyesi
Aşçılığıyla ün yapmış yaşlı bir kadın, akşam yemeğine gelecek olan oğlu ve yeni gelini için yine mutfağına kapanmış, yemek yapıyordu. Aynı akşam yemeğe eski bir aile dostu da davetliydi. Beklenen misafirler gelip sofraya oturduklarında çok şaşırtıcı bir durumla karşılaştılar. Yaşlı kadının o gece yaptığı yemekler değme oburların bile iştahını kapatacak kadar berbattı. Tatlılar un kokuyordu, patatesler yanmıştı, köfteler ise neredeyse hiç pişmemişti. Oğlu, yeni gelini ve aile dostu, kadıncağıza durumu fark ettirmemek için ellerinden geleni yaptılarsa da, yemek sırasında pek iştahlı göründükleri söylenemezdi. Nihayet yemek bitti ve yeni evli çift annelerinin ellerini öperek evlerine gittiler. Aile dostları ise biraz daha kaldıktan sonra gitmeyi düşünüyordu. Oğlu ve gelini gittikten sonra, yaşlı kadına: "Senin harika bir aşçı olduğunu adım gibi biliyorum. Bana söyler misin, bu geceki yemekler neden o kadar kötüydü? Bence ya hastasın ya da bir sorunun var." dedi. Yaşlı kadın gülümseyerek cevap verdi: "Hayır, hiçbir şeyim yok. Kasten yaptım. Bu yemekten sonra oğlum asla ikide bir annesinin yemeklerini hatırlatıp karısının kalbini kıramayacak." |
DOGRULUK BUYUK BIR ERDEMDIR......
On bir yaşındaydı ve New Hampshire gölünün ortasındaki adadaki evlerinde ne zaman eline bir fırsat geçse hemen balığa giderdi. Levrek avı yasağının kalkmasından bir gün önce, babasıyla akşamın ilk saatlerinde küçük güneş balıklarından yakaladı. Sonra oltasına yem takıp, oltayı fırlatma talimi yaptı. Yem suya değdiği zaman gün batımında suda altın haleleler oluşturmuş, daha sonra gölün üzerinde ay doğmuştu. Oltasının hızla çekildiğini hissedince, oltaya büyük bir balık geldiğini anladı. Babası oğlunun balığı çekişini hayranlıkla izledi. Çocuk sonunda yorgun düşen balığı sudan çıkardı. O güne kadar gördüğü en büyük balıktı, bir levrek; ama av yasağının kalkmasına sadece saatler kalmıştı. Baba oğul güzelim balığa baktılar, pulları ay ışığında ışıl ışıl parlıyordu. Babası bir kibrit yakıp saatine baktı. Saat on olmuştu. Av yasağının bitmesine daha iki saat vardı. Önce balığa, sonra oğluna baktı. "Suya geri bırakman gerekiyor, oğlum," dedi. "Baba!" diye itiraz etti çocuk ağlamaklı bir sesle. "Başka balıklar da var," dedi babası. "Ama hiçbiri bunun kadar büyük değil!" dedi çocuk. Göle şöyle bir göz attı. Gölde hiçbir balıkçı teknesi yoktu. Babasının yüzüne baktı bu kez. Kendilerini hiç kimsenin görmemiş olmasına, kimsenin ne balığı yakaladıklarını bilmesinin olanaksız olmasına karşın, babasının sesinden bu konuda hiçbir ödün vermeyeceğini anlamıştı. Oltanın ucunu balığın ağzından çekti ve balığı gölün karanlık sularına bıraktı. Balık suya düşer düşmez, şöyle bir çırpındı ve gözden kayboldu. Çocuk bir daha bu kadar büyük bir balık tutamayacağından emindi.. Bu olay bundan tam otuz dört yıl önce oldu. Bugün o çocuk New York City'nin ünlü mimarlarındandır. Babasının küçük evi hâlâ o adadadır. Oğlunu ve kızlarını hâlâ o adadaki küçük eve balık tutmaya götürür. Çocuk haklıydı. Bir daha o kadar büyük bir balık tutamadı. Fakat değerler konusunda bir ikilem yaşadığı zaman hep o balığı gözünün önüne getirir. Babasından öğrendiği gibi değerler doğru ile yanlışın ne olduğu konusunda çok basit bir konudur. Güç olan yalnızca değerlerin uygulanabilmesidir. Birileri görmediği zaman da doğru olanı yapabiliyor muyuz? Evet, küçüklüğümüzde bizlere balığı suya geri bırakmak öğretilseydi, doğru olanı yapabilirdik. Çünkü gerçeğin ve doğrunun ne olduğunu öğrenmiş olurduk. Doğru olanı yapma kararı belleklerimizdeki canlılığını hiçbir zaman yitirmez. Bu anıyı dostlarımıza ve torunlarımıza göğsümüz kabara kabara anlatırız. Fırsatlardan yararlanmak değil, doğru olanı yapmaktır önemli olan. ÇOCUGUNU ÖYLE KARSILA KI; eve geldigi zaman, en güzel yere geldigini hissetsin.... ESINI ÖYLE KARSILA KI; yanina geldigi zaman, en dogru insana kavustugunu hissetsin.... ANNENI ÖYLE KARSILA KI; dogumundaki agrilari lezzetle takas etsin... BABANI ÖYLE KARSILA KI; ömür boyu bir baska evlada imrenmesin... FAKIRI ÖYLE KARSILA KI; ona serdiginden büyük, bir dua sofrasi sersin.... ZENGINI ÖYLE KARSILA KI; Senin gönlünü gördügünde, kendi gönlünün fakirliginden kahretsin..... |
İSTİKBAL MARŞI_Cem Yılmaz dan
İSTİKBAL MARŞI
Bakma, dönmez şafak vakti yurttan kaçan o alçak! Dönmeyip Amerika'da, arlanmaksızın yaşayacak! O benim milletimin hırsızıdır, yurdu soyacak, Hortumladıkları benimdir, milletimindir ancak! Çalma, kurban olayım hepsini ey hırslı çakal! Gariban halkıma da bir pul bırakacak kadar al! Olmaz sana götürdüğün paralar sonra helal, Hakkını vermezsen buradaki ortaklarının behemehal! Ben ezelden beri aç yaşadım, aç yaşarım! Hangi hükümet beni kurtaracakmış, şaşarım! Kurumuş musluk gibiyim, ne akar ne taşarım! Yırtsam da bir tarafımı, hiç görülmez başarım! Mali krizler, yoluna örmüşse çelikten bir duvar, Benim yapacağız, edeceğiz diyen bir hükümetim var! Bağırsın korkma, nasıl işimize burnunu sokar? "Avrupa Birliği" denen tekdişi kalmış canavar! Arkadaş, Meclis'e namusuyla çalışanları uğratma sakın! İşe aldıracakların, olsun hep sana yakın! Gelecektir, cezanı vereceği günler hakkın, Kim bilir belki yarın, belki yarından dayakın! Yaktığın yerleri "orman" diyerek geçme, tanı! Çalışanı işten at, doldur kadroya yatanı! Gözleri açık yatır seni kurtaran atanı, Satılmadık o kaldı, durma satıver şu vatanı! Sermaye mutlu olsun, olsa da çevre feda! Semizlettin Apo'yu, mezarında dönsün Şüheda! Uydurma kanunlarla Meclis'ten getirin seda! On bin Yıllık tarihe, yurdum ederken veda! Cümlenizin bu yurdu yok etmek mi emeli? Yediğiniz herzelere başka ne demeli! Oyuverin altını iyice sallansın temeli, Yurdumun ki, sonunda vatandaş kükremeli! O zaman durur belki gözümden akan yaşım, O zaman doğrulur belim, yukarı kalkar başım, O zaman boşa gitmez yıllar süren uğraşım! HESABINI VERİP TE GİTTİĞİNİZ GÜN KARDAŞIM, Dalgalanın dolar gibi sizde şimdi ey suçlular! Olsun artık soyguncuya vurulacak bir yular, Ebediyen, öyle yok hesapsız bir iktidar! Hakkıdır "garip yaşamış vatandaş"ın da gülmek, Hakkıdır ezilmiş milletimin, aydınlık bir İstikbal! Cem YILMAZ |
Bütün Zaman Ayarları WEZ +2 olarak düzenlenmiştir. Şu Anki Saat: 14:21 . |
Telif Hakları vBulletin v3.5.4 © 2000-2024, ve
Jelsoft Enterprises Ltd.'e Aittir.
Tercüme ve Tasarım : Arka &
Bahce