Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::db_connect() should be compatible with vB_Database::db_connect($servername, $port, $username, $password, $usepconnect) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::select_db_wrapper() should be compatible with vB_Database::select_db_wrapper($database = '', $link = NULL) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Deprecated: Non-static method vB_Shutdown::init() should not be called statically, assuming $this from incompatible context in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 2294
Arka BahÇe [Arşiv] - Arka BahÇe Forumu

PDA

Tam Sürüm Bilgini Göster : Arka BahÇe


Sayfalar : [1] 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58

Master
24-02-2006, 10:25
Yeni ufukların açılmasında çok büyük etkileri olan sıfır kimi zaman lanetli, kimi zaman ise vazgeçilmez bir rakam olarak kitaplarımızda yer almıştır.

Bir zamanlar şeytanın rakamı olarak suçlanmıştı... Ardından barbarların icadı olarak anıldı. 1299 Floransa tarihli bir kararnamede, Italyan Floransa kambiyo loncalarının, Arap rakamlarını, özellikle de "sıfır"ı kullanmayı yasakladığını görüyoruz. Kararın altına da küçük bir not düşülmüş: "Bu çok yaygın olmayan rakamın, Arap ülkeleri dışında kullanımı, ticarette çok büyük kargaşaya yol açabilir..."

Ne var ki, Floransa kambiyo loncasının bu kararına karşılık, o tarihlerde kağıt üzerinde hesap yapmaya başlayan Avrupalı Tüccarlar yoğun bir biçimde Araplar'dan gelen sıfır rakamını kullandılar. Çünkü sıfır olmadan, sadece Romen rakamlarıyla yazılı hesap yapmak hemen hemen olanaksızdı.

Nitekim Avrupa'ya sıfır oldukça geç bir tarihte gelmesine karşın, Antik Çağ'ın birçok medeniyetinde sıfır kavramının varolduğu görülüyor. Örneğin Eski Mısır'da sıfır yerine bir sembol kullanılyordu. Öte yandan, yine Mısırlılar'ın sıfırlı rakamların varlığından IÖ.2000 yıllarinda bile haberdar oldukları kanıtlanmış. Eski Mısırlılar, 10 rakamını U harfiyle, 100 rakamını C harfiyle ve 1000 rakamını da lotus çiçeği şekliyle gösteriyorlardı.

Ancak, matematikteki en büyük devrim, kuşkusuz sıfır rakamının devreye girmesi ile değil, rakamların yerleştirilmesinde pozisyon kavramının ortaya çıkmasaydı. Örneğin, 249 rakamında 2 rakamı 100'ler hanesini oluşturuyordu, çünkü sağdan itbaren üçüncü pozisyondaydu. 4 rakamın 10'lar hanesini oluşturuyordu, çünkü sağdan itibaren ikinci sıradaydı. Bu "rakamların pozisyon sıralaması" sistemini ilk uygulayanlar Babilliler oldu. Ancak 60'lı bir sayısal sisteme sahiplerdi. Şöyle ki, Babilliler için 32 rakamı şu işlemin karşılığıydı:

3x60+2

Oysa bugün bu rakamın karşılığının 3x10+2 olduğunu biliyoruz.

Babilliler rakamların pozisyon sistemini bulmuşlardı, ama "0" rakamı için herhangi bir sembol kullanmıyorlardı. Sadece sıfır yerine, rakamın ortasında bir boşluk bırakıyorlardı. Tabii, bu da 11 ile 101 gibi rakamları birbirinden ayırdetmede sorun yaratıyordu. Yüzlerce yıl sonra Babilli tüccarlar, sıfır yerine birbirine paralel iki çizgiden oluşan bir sembol geliştirmişlerdi. Bu sembol ilk kez, M.Ö. 300 yıllarında Büyük Iskender döneminde kullanılmıştı.

Çok yararlı bir buluş olmasına rağmen, sıfır rakamı Antik Çağ'da diğer toplumlar tarafından hemen kabul edilmedi. Eski Yunanlılar sıfıra eşdeğer saydıkları "yokluk" kavramının çok iyi bilincindeydiler. Ancak, bunu bir rakam biçiminde yorumlamak ihtiyacını duymuyorlardı.

Eski Yunan'ın mistik-felsefi düşüncesinde her rakamın belli bir değeri vardı ve bu değerler sistemi içinde boşluğu anlatan sıfır rakamına yer yoktu. Yunanlılar'a göre, erkek bir rakam olan 1 mantığı, dişi bir rakam olan 2 genel düşünceyi, 3 rakamı genel uyumu ve 4 rakamı cezayı simgeliyordu. Sıfır gibi yeni bir rakam, bütün bu mistik-felsefi sistemi altüst etme tehlikesi taşıyordu.

Sıfır rakamı Çin'de 8. yüzyılda ortaya çıktı. Büyük olasıkla Hindistan'dan gelmişti. Sıfırı tanıyan bir başka eski uygarlık da Mayalar'dı. Bu rakamı kendi özel yazım biçimlerinde bir göz şeklinde çiziyorlardı. Ancak, Mayalar'ın neden 0 rakamıyla ilgilendikleri bugün hala bir bilmece... Çünkü, Maya hesap sistemi, sıfırın kullanılmasını gerektirmeyen bir sistemdi. Maya hesap sisteminde birli haneleri, 10'lu haneler yerine 20'li haneler, onları da 100'lü haneler takip ediyordu.

Sıfır rakamının bugünkü anlamda kullanımına ilk kez Hindistan'ta tanık olunur. Hint yarımadası'nda bu rakamın yer aldığı bilimsel metinlere ve hesaplamalara ilk kez M.S 630 yılında rastlanıyor. Ancak, bu sistemin yaratıcısı ve kuadrik eşitlikler üzerinde çalışan Hintli matematikçi Brahmagupta (598-670), rakamları sıfıra bölme işlemini bir türlü çözümleyememişti. Ondan tam 1000 yıl sonra bir başka Hinti matematikçi Bhaskara (aslında Diophantine eşitliğine getirdiği ikincil yorumuyla ünlenmişti.), bir rakamın "0" a bölümünün sonsuz olduğunu söyledi. Bunun tek istisnası, kesin bir sonuç olmayan sıfırın sıfıra bölünmesiydi. Ve Bhaskara (1114-1185) "sonsuz" u şöyle tanımlıyordu:

"Hiçbir değişiklik göstermeyen bir miktar... Bu miktara ne ekler ya da çıkarırsanız, hiç bir değişiklik ortaya çıkmaz... Yani Tanrı'nın sonsuzluğu gibi..."

Avrupalılar ise, o tarihlerde bu tip keşiflerden çok ama çok uzaktılar. Avrupa, ekonomik ihtiyaçlarla birlikte sıfır rakamını dışarıdan ithal etme zorunda kaldı. Hintliler'den Araplar'a geçen sıfır rakamını ithal eden Avrupa, o tarihlerde rakamın biçimi konusunda da bir tutarlılığa sahip değildi...

Bazı Avrupalı matematikçiler Arapların kullandığı noktayı tercih ederken, diğerleri daire biçimini yeğliyordu. Sıfır rakamını ilk Avrupa'ya getiren kişinin İtalyan Matematikçi Leonardo Pisana olduğu ileri sürülüyor. Tüccar babası Bonnaccio ile birlikte uzun yıllar Doğu toplumlarını gezen Pisano, 1202 tarihinde yayınladığı "Liber abaci" isimli kitabında sıfır kullanarak yazılı hesap yapmanın tekniklerini anlatıyordu. Pisano, Arapça "sıfır" kelimesine benzer yeni bir sözcük aramış ve bir rüzgar adı olan" zephrum"u önermişti.

1202 tarihinden sonra Hint-Arap rakamlarının Avrupa'da hızla yükseldiği gözleniyor. Ancak, iki yüzyıl daha Arap rakamlarıyla Romen rakamları birlikte varlıklarını sürdürdüler. Romen rakamlarının savunucularına "abaküscüler" deniyordu. Bu grup, matematiksel işlemleri ısrarla abaküslerde yapmayı sürdüler. Arap rakamlarını savunanlara ise "cebirciler" adı veriliyordu. Bu kelime de bu alanda sayısız eserler veren ve ileride CircumSpice'ta yerini alacak Arap matematikçi Muhammed El Harezmi'den geliyordu. İki taraf tam iki asır boyunca her türlü silahı deneyerek birbirleriyle yarıştı. 13. yüzyılda şair Alessandro di Villedieu, Hint-Arap rakamlarını savundu ve "Carmen'in Algoritması" adlı şiirinde sıfır rakamını gözden geçirdi. Nitekim, bilimsel bir kavgada, şairlerin tüccarların yanında yer almaya başlamasıyla birlikte zafer kısa bir zaman sonra Hint-Arap rakamlarının oldu.

Antik çağların tüccarları, hesap yaparken, gerçek anlamda bir piyano virtüözü gibi hareket ediyorlardı. Parmakları "abaküs" adı verilen aletin küçük halkaları üzerinde hızlı bir biçimde gidip geliyordu. Böylece rakamları tanımaya gerek duymaksızın toplama ve çarpma işlemlerini yapmak mümkün oluyordu. Daha sonra abaküs ile yapılan işlemleri bir kağıda dökme ihtiyacı ortaya çıkınca "dizaynlı abaküs" denilen karmaşık bir sisteme geçildi. Ortaya satranç tahtasını andıran anımsatan bir görüntü bir görüntü çıkıyordu. Bu sistem, bugün bile bazı ülkelerin geleneklerinde varlığını sürdürüyor. Örneğin Ingiltere'de Hazine Bakanlığı, bu işlemlerin yapıldığı satranç tahtasını anımsatan kumaş parçasından hareketle "Satranç Tahtası Bakanlığı" olarak adlandırılıyor.

Sıfır, bir bölüm tarihçi ve bilim adamına göre, insanlık için çok büyük bir keşif... Sıfır olmasaydı, bugünkü çağdaş matematik sistemine asla ulaşılmayacaktı. Bir başka grup tarihçi ve bilimadamına göre ise "hiç de öyle değil" . Bu grupta yer alanlar, binlerce yıl insanlığın onun yokluğunu hissetmediğini söylüyorlar. Gerçekten de, geometrinin , aritmetiğin ve astronominin temelleri sıfırın kullanımından çok önceleri atılmıştı.

Nitekim, sıfıra olan ihtiyaç, bugün de kullanılan yatay pozisyon sistemiyle birlikte ortaya atılmıştı. Bu sistemde, en sağdaki birinci rakam birler hanesini temsil ederken, sonrakiler 10'lu haneler olarak devam ediyor.

İşte bu noktada , boş kalan kısmı belirtmek için sıfıra olan ihtiyaç ortaya çıktı. Batı geleneğinde sıfırın kullanımı Doğu toplumlarına oranla çok daha geç yıllara rastlamaktaydı. Bunun en büyük nedeni de, Eski Yunanlıların aritmetik yerine geometri ile ilgilenmesiydi. Çizgilerin ve pergelin egemen olduğu bir alanda sıfıra olan ihtiyacın pek kendini hissettirmemesi doğaldı. Öte yandan Eski Yunan'da aritmetik işlemleri oldukça ilkel ama pratik bir yöntemle gerçekleştiriliyordu. Yunanlılar "calcoli" ( hesap) adını verdikleri küçük çakıl taşlarınyla toplama ve çıkarma yapıyorladı. Bu şekilde bir nevi aritmetik işlemleri kolaylık arz ediyordu.

Bazı tarihçilere göre, sıfır rakamının biçimi, eski Yunanca "yokluk" anlamına gelen "ouden" kelimesinin ilk harfi olan "omicron" harfinden geliyor. Ancak, bu iddia pek geçerli değil. Çünkü, Antik Yunan'daki sıfır sembollerine baktığımız zaman bunların "omicron" harfinden çok farklı olarak, desenlerle süslenmiş, çember biçimindeki şekiller olduğunu görüyoruz. Sıfır rakamının bugünkü şeklinin büyük ölçüde Hintli matematikçilerin "bir rakamın yokluğu"nu göstermek için kullandıkları nokta işaretinden geldiği tahmin ediliyor.

Sıfır rakamı farklı kültürlerde tarih boyunca çok farklı isimlerle anılmıştı. Bugünkü bir çok Latin dilinin kökeninin oluşturan Sanskrit dilinde sıfırın "gagana" (uzay), "sunya" (boşluk) ve "bindu" (nokta) sözcükleriyle adlandırıldığını görüyoruz. Antik Çağda Çinliler sıfır rakamını "ling" kelimesiyle çağırıyorlardı."Ling" yağmur yağdıktan sonra herhangi bir nesnenin üzerinde kalan küçük su parçasına verilen isimdi.

Bugün, bütün Batı dünyasında sıfırı anlatmak için kullanılan "zero" kelimesi Arapça "sıfır" kelimesinden geliyor. Bu kelime Batı dillerinin kökenini oluşturan Latince'ye önce bir rüzgar adı olan "zephyrum", daha sonra "zefiro" ve son olarak "zero" adıyla yerleşti. 13. yüzyılda "zero" nun yanısıra bir başka kelime daha üretilmişti: "Cifra". Bugün cifra kelimesi terkedilmiş durumda. Fakat, birçok Latin dilinde "cifra" değersiz adam" ifadesinin karşılığı olarak hala kullanılıyor.

Küçük Not : Yazı Okuldan kalan bir dersin tecümesidir. Bazı değerli Dostlara önceden sunulmuştur.Sitelerinde kullananlar da vardır

AnnE
24-02-2006, 10:48
Muhteremler ;

Bundan birkaç yıl önce , Hissenet forumunda tuhaf bir adam ARKABAHÇE diye bir topikte yazmaya başladı.İlk yazının ilk kelimeleri radika , turp otu,..... diye başlar hayatın yaşanası yanlarını o forumun amacıyla çakıştırırdı.

Derken başka tuhaf insanlarda tuhaf yazılar yazmaya başladı.Tuhaflıktan anlamayan insanlar bu yazıları okuyunca kendilerini bir tuhaf hissetmeye başladılar.O hale geldi ki bir süre sonra , yazılan hiçbir yazı ilk okuyuşta tam olarak anlaşılamıyor ama ikinci ve sonraki okunuşlarda tadından yenmiyordu.

Orada Anayasalar fırladı , Dervişler geldi , kuleler yıkıldı , Kabak Çiçeği dolmaları yapıldı , yirmibinlerden sözedildi , İrina servisler yaptı , kırkbinler falan dendi.

Bu tuhaf insanlar , tuhaflıkları bu topikin dışında da paylaşmaya başladı.Kebaplar , deniz börülceleri , lüferler yendi , rakılar , ayranlar içildi.Boğaz , Süleymaniye , Adalar seyredildi.Benzer kitaplar okunup tıpatıp yorumlar yapıldı.Aynı kağıtlar alındı , hep beraber satıldı.Kimisi hala satılmadı.
Kimi evlendi , kimi baba oldu , kimi ameliyat oldu , kimi battı .
Hasılı ;dünya döndü , sular yolunu bulup aktı.

Derken yazmanın , herkesle yazmanın anlamsızlığına kani oldu bu tuhaf insanlar.Ve uzun bir süre yazmadılar.Ama aynı şeyleri düşünmeye ve hissetmeye , aynı şeylere gülüp aynı şeylerden panik yapmaya devam ettiler.

Malum zat dedi ki birgün hadi kendimiz pişirip kendimiz yazalım.Kimseye yük olmayalım, hatta yazacaklar , paylaşacakların da yükünü biz alalım omzumuza.Zaten herkes bu teklifi bekliyordu.Bir kendiliğinden işbölümü ile arkabahçe kendi tapulu arazisinde donanmaya başladı.

Kapıya kilit konulmadı , herkese açık.Eski dostlara , yeni dostluklara , kırılmışlara,kırılamayacaklara.

Ama bu tuhaf Arkabahçe ahalisinin sanırım bir küçük ricaları var.O da şu ki , özellikle bu ARKABAHÇE başlığı altında beyin kıvrımlarını zorlamayan , emek verilmemiş yazılar yazılmasın.Yazılara olumlu ya da olumsuz tepki veresi gelenler birkaç kelime ya da satırla geçiştirmesin içinden geçeni.Okuyanın kafasını karıştırsın ,çileden çıkarsın , huzur versin , dertlendirsin , keyiflendirsin.Tuhaf olsun yani.

Yoksa , bu forumda her konu için her şekilde yazılabilecek yerler o kadar çok ki.


Bilmem mi...

zumbul
24-02-2006, 16:50
Master in imzasında ki Juan Enriquez in sözüne takıldım ben.
''Sadece mal üretiyor olmak''

Hakikaten bu ülke senelerdir sadece mal mı üretiyor acaba?:;sastikaldi

Buralarda büyükbaş hayvanlara mal derler,alım satımını yapanlar.

Hani borsa da biz de deriz ya;mal aldın mı diye,onun gibi birşey işte.

O mal alıp satma da kastedilen büyükbaş hayvanlardan dolayı''öküzün trene bakması gibi ne bakıyon'' ifadesinin bir benzeri de''mal mal ne bakıyosun''dur buralarda.

Juan Enriquez diyorum acaba karadenize uğrayıp da mal kelimesinin o manasının derununa erişip bu sözü sarfederken gerçek te bunu kastetmiş olabilir mi?:;sustu

Master
25-02-2006, 00:28
Zaman kendine verilmiş olan kulvarında ilerliyordu,izlerini, izleyenlere geçmişi hatırlatarak geleceğin sunumunu yapıyordu.

Çok öncenin öncesinde varılmış bir değer olan başlangıç tepesi bulunuyordu.

Zamanın arkasında kaldığı sanılan değerler, o tepeden bir diğerine taşındı. Bu istemler ve istemsizliklerin aşırı uçları kendilerini farklı bir tepede terk ettiler...

Ölçü ölçülcek için vardı,Bilinmeyen Merak nasıl bir ölçüm getirecekti...

Değerlerin değerlendiği alanlarda öznel bir değersizleştirmede yaşanır.

Yaşanan ve yaşanacak olan bu Bütünsel Doğru, kendi işlevinin sunuşunu yaparak, birikmiş hüzünlerle gelişmekte olduğuna inanılan neşelere değişik vurgular yaparak, tahmin etmekle yanılgılı bir çukura düşüldükten sonra, Özlemler ötesi bir tepede sonbulacağı sanılan değerlerin değerlendirmesi de kendi yapısında şok yanılgıları sunacak ve kabul ettirecek...

Kendi doğrusunda devam edecek;)

alihoca
26-02-2006, 22:03
Güzel Dostlarım;

Aslında forum ortamlarında şu konuda bir yazı döşeneyim diye kaç kez niyetlenmiştim.Ama kimi anlama ve ego özürlüler yüzünden bir yerlere çekilebileceğinden korktuğum için yazamadığım konuyu üye sayısı çoğalmadan,forumumuz bol şahitli ortama dönüşmeden rahatça itiraf edivereyim artık.

// Yazdıklarınızı her okuduğumda "Ahh diyorum, ne olurdu şoylesine guzel yazabilseydim!! Kafamdakileri yaziya dokebilseydim!"//

//yazma ihtiyacı hissetmekle beraber ben de bir yazı yazma özürlüsüyüm ve yazı yazmanın ve de yazdıklarını okutabilmenin bir yetenek olduğunu düşünüyorum (Bakınız Ali Hoca,Master,Anne).
Netekim sizin yazılardan
La yazıp Fa anlamı çıkmakla beraber ben yazdığım zaman tınnnn diye bir ses geliyor sadece.. :) //

Örnek olarak aldığım bu iki yazının birisi Arka BahÇe Yahoo Grup yazışmalarından,diğeri ise şimdi bir hoş seda olarak kalmış olsa da,
Sevgi ve özlemle andığımız nezih bir ortamda ki,Arka BahÇe yazılarından alıntılar olduğunu belirteyim.

Farz edin ki;Bilgi,tecrübe,kişilik ve kalitesi ile hep imrenerek,hafiften hasetlenerek izlediğiniz Dostlardan gelen övgü yazılarında,Sn Master ve Sevgili AnnE’mizin adları yanında Sizinde adınızın yazıldığını gördünüz.İşte burada,ne hissederdiniz? sorusunu herkese yöneltmeden önce kendi hissettiklerimi yazmakla başlayayım dilerseniz.

Çok özel ve güzel Dostlarımızdan gelen böylesi söz ve yazılar;
Sn Sevgili Master veya Güzel AnnE’miz için son derce doğru ve haklı tespitler olduğu hepimizin malumudur.Bilgi ve sevgi dağarcıkları dopdolu bu güzel insanların isimleri yanında ismimin yazılması konusuna gelince;Örneklerini yukarıya aldığım iki güzel Dostumun yazıları gibi,Arka BahÇe Dostlarımızın benzer yazılarını ilk okuduğumda nasıl havalandığımı anlatamam.

Bilge Master ve yazının virtüözü Güzel AnnE’mizin adları yanında şu fakir hocanın adının yazılıyor olması karşısında havamı sormayın gitsin.Hele bizim ikiz cadılar okuyunca kaç kez ‘aslan babam’ diye boynuma sarıldılar ki,görseniz kalbinizin en sert yerleri erir gözleriniz bilem dolardı.Hadi onlar çocuk diyelim.Bizim herifin yazıları nette çıkmaya ve çok beğeni toplamaya başladı diye konu komşuya hava basan hanıma ne diyeceksiniz.

Tabii ki bu ahval içinde habire yazı yazmaya daha doğrusu debelenmeye başladığımızı söylememe gerek bile yok. Açıyorum Word sayfasını,ben ona,o bana birbirimize bön bön bakışıp duruyoruz.

Konuyu buraya kadar getirmiş iken;
Seyrettiniz mi bilmiyorum ama,Zeki Alaysa-Metin Akpınar ikilisinin,Devekuşu Kabare Tiyatrosunda oynanan Yasaklar adlı oyunundaki bir replikte;

Ha gayret,
Ha gayret,
Nahh Muzafferiyet!!

Deyişi,bizim ahvalimizi anlaşılır kılıp,sıkıntımızı yansıtan hatta cuk diye oturan örnektir.

Ayrıca;ilham bekleyen şairler gibi şöyle baş parmak ile işaret parmak arasına aldığınız çene ile vereceğiniz düşünme pozisyonlarından da,hiç bir fayda yok bilesiniz.Siz bari onca saat eziyet çekmeyin.Devamında ise,onca gıdaklayıp bir küçük yumurtayı zar zor yumurtladım diye kabara kabara dolaşan tavuklar gibi,ıkına sıkına bir iki yazı yazıp gönderiyoruz.

Ama bu arada,bu yazmakta çok zorlandığını söyleyen,ahh bende yazabilsem,nerdeee diyen arkadaşlar var ya;
İşte onlardan,ara ara öyle bir yazılar geliyor ki,kimisi iki sayfa,kimisi yarım sayfa olan ama ben yazmaya kalksam,bir bahane yaratıp çoluk çocukla küstükten sonra kısasından bir iki hafta bilgisayar başında pineklemem illaki şarttır.

Söz konusu ilk Dostumuz için;anı desen üzerinde tüten buğusu ile gözlerinizden yaş getirten anılar,mizah desen üstünde en keskin zeka ışıltıları parıldar.(Bizim şu cümleyi uyduracağız diye anamızın dinimizin ağladığını kimse bilmez tabii..).Her neyse bende bir acaba mı?diye pirelenmeler başladı.Siz deyin üç beş yazı,ben diyeyim üç beş ay gibi bir sürede,o da biraz biraz ayıkmaya başladım.

Bizde çok söylenen ‘Çek Piyazı Beklet Ayazı’ diye bir ata sözü aklıma hep takılır oldu.Yok canım! yapmaz canım! desem de olmuyor.Kiminde bilmem kaç gigabyte hard disc(bunların doğrusunu yazmak bile dert) gibi bir zeka,kiminde onca teknik-taktik bilgi ve tecrübe aklıma gelince, şeytan daha bir sert dürtüyor.

Yok hocam! o senin fesatlığın diyorsanız da; Ne de olsa kendime bile itiraf edemediğim,nice çiğlik ve çirkinlikleri olan bi herif olarak ne deseniz peşinen kabulümdür.

Ama inanın ki,bu ve benzer söz yada yazıları yazan yada söyleyen Dostlarımızın her daim okumaktan zevk aldığım yazılarını görünce,hani serde de bir çok kez ispatlanan saflığımda varken;
Ulen, ‘acaba gaza mı getiriliyorum’ kuşkusu içime çöreklenmiyor desem yalandır.


Forum ortamında teknik-temel dışında da yazdıkları çok beğenilen Dostumuzun mail grubumuza yazdıklarını da bir kenara bıraksak dahi,borsa anılarını anlattığı onca yazı ve Arka BahÇe’ye yazdığı yazılar yeteneğini ispat ederken,

Hadi kuşkulanmayın da göreyim!!

Diğer Dostumuzun gerek sohbetlerde gerekse şahit olduğumuz kıvrak zekasının izlerini taşıyan bazen espri bazen duygu yüklü Arka BahÇe yazılarını da bir kenara bıraksak dahi;

// Netekim sizin yazılardan
La yazıp Fa anlamı çıkmakla beraber ben yazdığım zaman tınnnn diye bir ses geliyor sadece.. :) //

Sadece şu cümle bile yazma yeteneğini kanıtlayan cürm-i meşhut hali değil midir Allah Aşkına??

Velhasıl velkelam Güzel Dostlarım;
Böylesi söz ve yazıları her okuyuşumda,şöyle tam böbürlenip,şişinecekken,amman ha! diyorum.Kabul ve itiraf ediyorum ki,geç oldu güç oldu ama ben bile uyandım haberiniz olsun.

Şimdi;
Her ne kadar isim vermemiş olsak da,
Onca bilgi,yetenek ve tecrübelerle bezeli insanlar olarak o güzelim yazılarını artık çok daha sık yazmalarını beklediğimizi ve arzuladığımızı bilmelidirler.


Sürç-ü Lisan Ettikse Affola.
Saygılarımla

bikmisbroker
27-02-2006, 03:32
Güzel Dostlarım;

..................................................

// Yazdıklarınızı her okuduğumda "Ahh diyorum, ne olurdu şoylesine guzel yazabilseydim!! Kafamdakileri yaziya dokebilseydim!"//

//yazma ihtiyacı hissetmekle beraber ben de bir yazı yazma özürlüsüyüm ve yazı yazmanın ve de yazdıklarını okutabilmenin bir yetenek olduğunu düşünüyorum (Bakınız Ali Hoca,Master,Anne).
Netekim sizin yazılardan
La yazıp Fa anlamı çıkmakla beraber ben yazdığım zaman tınnnn diye bir ses geliyor sadece.. :) //

.................................................. .............................
Sürç-ü Lisan Ettikse Affola.
Saygılarımla

IKINA SIKINA yazmis oldugum Turkce hatalar ile dolu bir yazimi, affiniza siginarak buraya yapistiriyorum.

Site yetkilileri, ne zaman isterseniz bu hatalar ile dolu yazimi kaldirabilirsiniz.

Saygilarimla..

Bikmisbroker

Saz Söz Zil ve şan...

Yillar evvel, Gazinolarimiz vardi..En meşhurlari da Bebek Belediye Gazinosu, Taksim Gazinosu ve Caddebostandaki Maksim Gazinosu idi..

Ankarada ise Gar gazinosu vardi..Bu Gazinolarda zamanin zenginleri, para babalari boy göstermek ve bu gazinolarda sahne alan sanatcilari dinlemek icin avuc dolusu paralar harcarlardi..Yine bu Gazinolarda masa ayirtabilmek bile bir maharetti, hersey para değildi, taninmiş olmak da gerekiyordu ustelik..

1960 dogumlular ve eskileri bu Gazino dönemini az bucuk hatirlarlar ancak hele hele 1965 dogumlu ve daha kücükler ise bu dönemi pek animsamayabilirler..
1070 dogumlu ve daha kucuklerin ise bu Gazino dönemini hatirlamalari mümkün değil nerede ise..

Sahne alan sanatcilarin isimleri en üstte ve Kocaman olmak üzere yazilir, altinda da as solistten sonra kidem ve önem sirasina göre yer alan diğer sanatcilarin isimleri yer alirdi..Zeki Muren, Gönül Yazar, Muazzez Abaci, Emel Sayin, Nukhet Duru, Seda Sayan, Bülent Ersoy ve hatta Sibel Can o dönemin Gazinolarinin sanatcilaridir..

Gazinoya gitmek, orada calisan sanatcilari izlemek, hele hele ön siralarda yer ayirtmak her babyiğidin harci degildi..Kendine has Bir Gazino Adabi, Usul ve Erkani vardi.

Masa düzeninden, Otoparkina Kadar... Kapida sizi karsilayan General (Niyeyse) kostümlü karşilayicidan tutunda Garsonlarina Komisine kadar Farkli idi..

Gazinodaki Masa düzeni ve yemek servisi oyle pek de sizin seciminize birakilmiş gibi değildi, evet Güya siz siparişleri verirdiniz amma, hesap kelle başi oturdugunuz yere göre 3 aşaği 5 yukari birbirine yaklaşik rakamlardan oluşurdu..

Yakin zamanlarda ölen Fahrettin Aslan o dönemin en büyük Gazinocularindandir.. Bu bahsettigim Gazinolara gitmek icin günlerce öncesinden hazirliklar yapilir, bayanlar terzilere koşar beyler ise en şIK kiyafetleri ile gelirlerdi Gazinoya.. Velhasil Gazino bambaska bir Olay, ve bambaşka bir Kültürdü..

Bu Gazinolarda AS SOLiST sahne almadan önce, saz heyeti sahnedeki yerini alir, ince ayarlarini yaparlar ve Orkestra şefi (genellikle Kemanci) nin işareti ile Program başlardi.. Saz heyetinin Programa başlamasi ile yemek servisi dururdu..

Boylesine şatafatli bir programda Saz heyeti Tambur veya Kanun eşliğinde önce "Ara Taksimi" gecer, daha sonra ise Orkestranin diger calgilari sirasi ile bu nağmelere ayak uydurarak programa katilir, ve 30-40 kisilik saz heyetinin icinde oncelikle calan 2-3 kişi iken gecenin ilerleyen saatlerinde saz heyetindeki BUTUN calgilar sanki birbirlerinden bagimsizmişcasina Cosku ve gurultu ile calmaya devam ederler, bu arada Volume en yuksek perdeye ulaşir, arkasindan ise Final gelirdi...

Adab Usul ve Erkan Boyle idi...

2002 senesinden itibaren hareketine başlayan borsamizda durum farklimi??

Ilk başta belli basli sazlar başladilar...DOHOL, ISC gibi...

Bir muddet bu şekilde gittik..Arkasindan iMKB 5 dedik, yok iMKB 10 dedik..Daha sonra iMKB30'u hatirladik, derken ozellikle son 3-4 aydir iMKB100 deki kağitlardan bahseder olduk..

Hali hazirda iMKB mizde 300 den fazla kagit var, ve pek yakinda bu 300 küsur kağitdan da ayri ayri SES gelirse ben şaşirmayacağim..

As Solistler halen sahnedeler, ve Program bütün HIZI ile devam ediyor, Saz heyeti elemanlari birbirlerinden bağimsizcasina kendi nagmeleri ile ve büyük bir coşku ile programa katiliyorlar..Ve Cok seslilik HAD safhaya gelmek üzere..

Bu Gazino Programi bana yabanci gelmiyor amma??? Yaniliyormuyum??

Kasim 2005
Bikmisbroker

AnnE
27-02-2006, 10:44
Ahaliciğim ;

Bıkmış Biraderin Kasım 2005 de yazdığı ve şimdi okuyabildiğim gazinolu yazısı aldı götürdü beni bir zamanlara. O zamanların dötlü göbekli amcaları ile altını pırlantası bol zevcelerinin gittiği ağır mekanlar ve raconlarından bahsetmiş.

Evet ,buradaki ahalinin en yaşlıları sayılan 44-55 yaş arasındakilerin o yıllarda (1965-1975) İstanbul'da yaşamışları çok iyi hatırlar.O sayılan mekanlara giden amcalar ve zevceleri nedense yaşlı idi.Kimbilir o zaman insanlar daha mı yaşlı görünürdü ondan mıdır , yoksa kılık kıyafet , bıyık , saç onları yaşlı mı gösterirdi.Şavrole'ye pileymut'a ender olarak Mersedes'e binerlerdi.Henüz otopark ihtiyacı doğmamıştı İstanbul'da.

Bu amcalar ille de karıları ile giderlerdi oralara, zira ille de aynı ev ya da iş muhitinden tanıdıklar da orada olurlardı.Birçoğunun yedeğinde olan metresleri ya da dostları ile gittikleri mekanlar Harbiye-Elmadağ civarındaki gece klüpleri ya da boğazın en kuzeyine doğru ağır balıkçı restoranları olurdu.

Şimdi sizlerin çoğu metres ve dost deyince bunları Televolelerdeki açlıktan şeyi şeyine yapışmış silikon güzelleri gibi birşeyler zannediyorsunuz.Hayır , onlar O amcalara, evde bulamadıkları huzuru vermekle görevli birtakım teyzeler idi.

Hele ki dost denilen ablalar ile metres denilenleri arasında da bir anlam , yaşam ve davranış farklılıkları da vardı.Şöyle ;
metresler , bu '' huzur '' arayan amcalara pek de ufak olmayan hediyeler , paralar karşılığı rahat akşam yemekleri ve hoş cinsellik sunarlardı.Fakat Dost denilen teyzelerin durumu daha farklı idi.

Genellikle görücü usulü ile ve aile büyüklerinin seçtiği '' kendi gratasında''
hanımlarla evlenmiş olan amcalar , o zamanların koşullarında ekonomik özgürlüklerini kazandıkça , daha doğrusu babalarından kalan işlerin gerçek patronları olmaya başlayınca ve zamanın şartlarını babalarından daha da iyi değerlendirip, babalarından daha da fazla para kazanmaya başlayınca , evlerindeki standart huzur onları kesmemeye başlar ve kaşınan oralarını buralarını yatıştırmak için gözlerini dışarı uzatmaya başlarlardı.

Bu amcaların gözü kara ve cinsellik beklentileri ağır basanları bulması pek de zor olmayan metres tutarlar onları paraları ile istediği gibi kullanırdı.Bu metres teyzeler genellikle gece hayatında profesyonel olarak çalışan, ama usul-erkan bilen kadınlardı.

Diğer amcalar ise , genellikle ev hayatının tekdüzeliğinin üstüne hanım-çocuk dırdırından sıkılmaya başlamış ve fakat bunu belli edemeyen , Münir Nurettin'i , Sadettin Kaynak'ı dinlemeyi çok seven , ince hazırlanmış uzun süreli rakı masalarından keyif alan , cinselliği pek de önde tutmayan amcalardı.
Bu amcalar , kendilerine evde olmayan huzuru , ağır rakı masasını sunacak , onları gözlerinin içine bakarak dinleyecek , bazen acem aşiran bir şarkının namelerini gözleri buğulanarak alçak sesle söyleyecek, beraber gülecek ama asla ağır kahkahalar atmayacak , beraber ağlayacak ama asla salya sümük olmayacak, fazla sormayacak , fazla anlatmayacak , ille de aralarında bu paylaşmaların derin gizemini taşıyacak bir hayat arkadaşı ararlar ve '' dost'' tutarlardı.Dostun kirası ödenir , ev masrafı karşılanır arada hoş hediyeler alınırdı.

Metres sahibi olmak bir azgınlığın ifadesi gibi algılansa da , ''dostu olmak '' nedense bir saygınlıkla karşılanırdı sanki.Hatta , metresi var diye dedikodular yapılırken , Dostu olduğunu çoğu zaman evdeki eş bile bilebilirdi.Ve genellikle sorgulanmaz , dost evleri basılıp taşlanmazdı.

Babo'nun bahis konusu ettiği mekanlar işte bu amcaların ve bu amcalar kadar mağrur ya da cesur olamayan daha '' düz '' amcaların ve zevcelerinin '' ağır mekanları idi.

Bu yazı diğer mekanlardan bahsedilmek için yazılmaya başlandı lakin beynimiz ve elimiz bizi başka yerlere götürdü.

O diğer , sanki daha U-30 dışı mekanları daha sonra hatırlayalım.

Bilmem hatırlayabilecek miyim ?

AnnE
27-02-2006, 11:41
Neyse Ahaliciğim ;

O zamanlar televizyon icad edilmemişti , on evden birinde telefon vardı.Buzdolabı , ele ilk para geçtiği zaman alınması gereken bir orta vadeli yatırım hedefi idi.Araba almak henüz hayal menzilindeki birşey değildi çoğunluk için.

Evinde buzdolabı ve telefonu, altında arabası olan amcalar ve zevceleri işte o Taksim, Bebek, Maksim'deki ağır mekanlarda Zeki Müren,Müzeyyen Senar, Gönül Yazar, sonraları Bülent Ersoy , alt kadrolarında , Ajda Pekkan , Berkant , Kamuran Akkor,Hümeyra,Tanju Okan,Oryantel olarak Romalı Perihan , Aysel Tanju dinler ve izlerler, Babo'nun dediği gibi aslında fiks menü olan servise Viski ,Yanarlı meyva ekleyerek ağır hesaplar öderlerdi.Bu amcaların ya Bakırköy , Kartal , Safraköy (sonra Sefaköy), Kuleli (sonra Yenibosna), Topkapı'da fabrikaları ,Tarlabaşı'nda yedekparça dükkanları, Sirkeci'de, Tahtakale'de,Yağiskelesi'nde,Perşembe Pazarı'nda, Kapalıçarşı'da, dükkanları, Suadiye'de,Bakırköy'de inşaatları olurdu.

Bu amcalar ve karılarının dışındaki insanların gittiği Gazinolar ise Yenikapı'daki GAR ve ÇAKIL , Vatan Caddesi'ndeki LUNAPARK idi.Mahallelerin eski esnafları , nerdeyse bütün devlet memurları, fabrika işçileri , atölye ustaları ve aileleri buralarda dinlerlerdi radyoların içinden çıkıp gelen sanatçıları.

Buralarda üç grupta program yapılırdı : Standart hafta sonu geceleri , Halk Geceleri ve Kadınlar Matinaları.

Hafta sonları daha ziyade İstanbul'a sonradan gelmiş ve işi , dolayısıyla parayı kapmış sonradan görmeye başlayan bıçkın Anadolu adamları ile O iri göbekli amcaların gittiği yerlere gidemeyen esnaf irileri doldururdu buraları.Halk geceleri herkesin gidebildiği gecelerdi , sahne yakınları yemekli , arka taraflar (dühuliye ) ise genellikle masasız olarak düzenlenirdi.Amman o Kadınlar Matinası'
Sabahın köründe ( sabah dört , beş-abartmıyorum.)evin çocukları gönderilir sahneye yakın masalar kapılır.Daha sonra evden getirilmiş dolma, kuru köfte, meyvalarla keyif çatılırdı.Dışardan içecek sokmak yasaktı , ama yine de bitr yolu bulunurdu.Bazen de bir bira açtırılıverirdi şan olsun diye.Sadece kadınlar matinasında , o da sanatçının izni olursa sahnede , yoksa masa etrafında , çocuklar masanın üstünde göbek atılırdı.

Buralara Behiye Aksoy , Emel Sayın ,Gönül Yazar, Mediha Şen, Mustafa Sağyaşar, Yaşar Özel çıkardı assolist olarak.Bazen Zeki Müren'li programlar bile olurdu.Altlarında Beyaz Kelebekler olmazsa olmazdı.

Ahh ;
O zamanlar kişi başı gelir bugünkinden çok düşük olmasına rağmen, paylaşım bugünkü kadar beter değildi.Yarın sıkıntısı vardı ama,kimse kolay kolay olduğundan beter olmazdı.

Daha sonraları paylaşım bozulmaya, hırsızlık,talan, yalan artmaya başladıkça,önce bu mekanlarda , sonra o göbekli amcaların mekanlarında bile,Mine Koşan, Ferdi Tayfur,İbrahim Tatlıses assolist olarak sahne alıp sanatçı olarak takdim edilmeye başlandı.İlk başta fasıla çıkan ağır bestekarların yerini şopar oğlanlar doldurmaya başladı.Bağırarak ya da peçeteye yazarak şarkı isteme seviyesizlikleri , sığırlar gibi göbek atmalar , yan masadakileri eze eze halay çekmeler başladı.

Bu da memleketin hoş kültür tablolarından birinin tarumar edilmesiydi basitçe.
Basitçe kaybettiğimiz birçok insanlık değerlerimizin yanında.

Bilmem ne kaldı elimizde ?


Not : Kazablanka'yı unuttuğum için yazmadım.Zira o yıllarda orası artık sadece treleybüsle ya da yaya ulaşılabilen, extra konserler ya da dernek yemeklerinin falan yapıldığı biryere dönüşmüştü.

Trusty
27-02-2006, 14:05
Neyse Ahaliciğim ;

O zamanlar televizyon icad edilmemişti , on evden birinde telefon vardı.Buzdolabı , ele ilk para geçtiği zaman alınması gereken bir orta vadeli yatırım hedefi idi.Araba almak henüz hayal menzilindeki birşey değildi çoğunluk için.

Evinde buzdolabı ve telefonu, altında arabası olan amcalar ve zevceleri işte o Taksim, Bebek, Maksim'deki ağır mekanlarda Zeki Müren,Müzeyyen Senar, Gönül Yazar, sonraları Bülent Ersoy , alt kadrolarında , Ajda Pekkan , Berkant , Kamuran Akkor,Hümeyra,Tanju Okan,Oryantel olarak Romalı Perihan , Aysel Tanju dinler ve izlerler, Babo'nun dediği gibi aslında fiks menü olan servise Viski ,Yanarlı meyva ekleyerek ağır hesaplar öderlerdi.Bu amcaların ya Bakırköy , Kartal , Safraköy (sonra Sefaköy), Kuleli (sonra Yenibosna), Topkapı'da fabrikaları ,Tarlabaşı'nda yedekparça dükkanları, Sirkeci'de, Tahtakale'de,Yağiskelesi'nde,Perşembe Pazarı'nda, Kapalıçarşı'da, dükkanları, Suadiye'de,Bakırköy'de inşaatları olurdu.

Bu amcalar ve karılarının dışındaki insanların gittiği Gazinolar ise Yenikapı'daki GAR ve ÇAKIL , Vatan Caddesi'ndeki LUNAPARK idi.Mahallelerin eski esnafları , nerdeyse bütün devlet memurları, fabrika işçileri , atölye ustaları ve aileleri buralarda dinlerlerdi radyoların içinden çıkıp gelen sanatçıları.

Buralarda üç grupta program yapılırdı : Standart hafta sonu geceleri , Halk Geceleri ve Kadınlar Matinaları.

Hafta sonları daha ziyade İstanbul'a sonradan gelmiş ve işi , dolayısıyla parayı kapmış sonradan görmeye başlayan bıçkın Anadolu adamları ile O iri göbekli amcaların gittiği yerlere gidemeyen esnaf irileri doldururdu buraları.Halk geceleri herkesin gidebildiği gecelerdi , sahne yakınları yemekli , arka taraflar (dühuliye ) ise genellikle masasız olarak düzenlenirdi.Amman o Kadınlar Matinası'
Sabahın köründe ( sabah dört , beş-abartmıyorum.)evin çocukları gönderilir sahneye yakın masalar kapılır.Daha sonra evden getirilmiş dolma, kuru köfte, meyvalarla keyif çatılırdı.Dışardan içecek sokmak yasaktı , ama yine de bitr yolu bulunurdu.Bazen de bir bira açtırılıverirdi şan olsun diye.Sadece kadınlar matinasında , o da sanatçının izni olursa sahnede , yoksa masa etrafında , çocuklar masanın üstünde göbek atılırdı.

Buralara Behiye Aksoy , Emel Sayın ,Gönül Yazar, Mediha Şen, Mustafa Sağyaşar, Yaşar Özel çıkardı assolist olarak.Bazen Zeki Müren'li programlar bile olurdu.Altlarında Beyaz Kelebekler olmazsa olmazdı.

Ahh ;
O zamanlar kişi başı gelir bugünkinden çok düşük olmasına rağmen, paylaşım bugünkü kadar beter değildi.Yarın sıkıntısı vardı ama,kimse kolay kolay olduğundan beter olmazdı.

Daha sonraları paylaşım bozulmaya, hırsızlık,talan, yalan artmaya başladıkça,önce bu mekanlarda , sonra o göbekli amcaların mekanlarında bile,Mine Koşan, Ferdi Tayfur,İbrahim Tatlıses assolist olarak sahne alıp sanatçı olarak takdim edilmeye başlandı.İlk başta fasıla çıkan ağır bestekarların yerini şopar oğlanlar doldurmaya başladı.Bağırarak ya da peçeteye yazarak şarkı isteme seviyesizlikleri , sığırlar gibi göbek atmalar , yan masadakileri eze eze halay çekmeler başladı.

Bu da memleketin hoş kültür tablolarından birinin tarumar edilmesiydi basitçe.
Basitçe kaybettiğimiz birçok insanlık değerlerimizin yanında.

Bilmem ne kaldı elimizde ?


Not : Kazablanka'yı unuttuğum için yazmadım.Zira o yıllarda orası artık sadece treleybüsle ya da yaya ulaşılabilen, extra konserler ya da dernek yemeklerinin falan yapıldığı biryere dönüşmüştü.

Pek Muhterem Valide Sultan,

Kaleminize saglik, yine gozlerim doldu...:(

AnnE
27-02-2006, 14:50
Kusura bakmayınız Ahali ;

Bunu da yazmazsam hafakanlar basacak vallahi.Şimdi siz diyeceksiniz ki ‘’Hani bu bahçe beyne tecavüz etmeye yeltenen tuhaf yazıların yeriydi ?’’ ; haklısınız , lakin değilse bile siz o kalemden kabul etmeye gayret gösterin.Yani, hani derler ya ‘’kaçamıyorsan zevk almaya çalış’’ işte öyle bir şey.

Efendim ; bu dost denilen kelimenin benzer gibi görülen ama hiç de alakası olmayan başka bir kullanımı daha vardı o zamanlarda. Hayat Kadını diye anılan , hayatını ,vücudunu muhtelif şekilde kullanarak/kullandırarak kazanan meslek erbabının da dostu olurdu.
Çok eskilerden bindokuzyüzellilere gelene kadar bu dostlar genellikle Samatya’nın(şimdi Koca Mustafa Paşa), Langa’nın (şimdi Laleli), Tatavla’nın (şimdi Kurtuluş) , bıçkın Rum gençlerinden çıkardı. İstanbul’un bu en eski delikanlılarının delikanlılık yapacak ne sayısı ne mecali bırakılmadıktan sonra bu iş İstanbul’un önce anadan babadan İstanbul’lu sonradan Anadolu’dan gelme irice, yakışıklı gençlerine kalmaya başladı.

Bu dostların görevi , dostu oldukları hayat kadınlarını , mesai saatleri dışında koruyup kollamak, onları işyerlerine teslim edip teslim almaktı.Mesai saatleri dışında, iş hayatı ile ev hayatı arasındaki kesin ve keskin çizgiyi koruyarak onların hayatını kazanma yollarının asla namussuzluk olmadığını kanıtlamak uğruna, ekmek parası için yapılan işin ayrıntılarından doğal çevrenin bihaber olmasını sağlamaktı.

Hayat kadınları üç gruptu. Kontrollu yerlerde icrai sanat eyleyen vesikalılar , kontrolsuz yerlerde pek çok risk alarak çalışan kaçaklar ve pavyonlarda patronun azami para sövüşlemesini sağlamak üzere mekana vitrin , masaya meze olan konsumatrisler.

Herbirinin dostu olurdu lakin , kaçaklarınkiler bir beter olurdu.Beli kamalı , eli sarma cigaralı, kadıncağıza doğduğu güne lanet ettiren belalılardı.Ki zaten ‘’kadının belalısı’’ derlerdi tanıyanlar.
Fakat vesikalıların dostları, feleğin tokadının ne mana taşıdığını bilen, namusun tende değil beyinde ve kalpte olduğunu özümsemiş ,lafını,tavrını bilen insanlardı.
Hepsi kadınının parasını yerdi .Ama kimi sadece yer kimi de genellikle yeni ve ‘’ortak aldığı’’ taksisine sermaye ederdi.Borçların bitip birlikte buralardan defolup gidecekleri ulaşılamaz yarınların hayalini kurarlardı küflü evlerin karanlık odalarında karşılıklı rakı içerken.
Bu kadınlar , ‘’normal’’ ailelerle aynı semtlerde oturur , herkes dostunu da tanır, ama kimse dışlamazdı bu garip saatlerde çıkıp giden ve daha garip saatlerde geri dönen komşuları. Onların da bakkalın veresiye defterinde sayfaları olurdu.Onlar da kapının önünden zerzevat alırlardı.Ama gece bekçisi nedense onların kapısında düdüğünü daha kuvvetli öttürürdü.Mahalleye en yakın kuaförün en iyi müşterisi , komşu kadınların tek saç modeli esinlenme kaynağıydılar.

Ne gece bekçisi kaldı, ne zerzevatçı ,ne de gözünü kaçırabilme asaleti.

Namus mu ?
O şimdi köşe dönmenin yollarını arıyor.

alihoca
27-02-2006, 21:04
Görüldüğü üzre,
Güzel AnnE’miz sağ olsun bizi hiç düşünmez.Topu topu iki saatte lönk diye üç yazı birden yazar koyar gider.Şunun şurasında yazan,yazamayan var,kıskanan çatırdayan var.Sonracığıma efendim,nazar olur göz olur Allah Göstermesin,değil mi canııım.Şu yazıları tek tek göndereyim yavaş yavaş hazmederek ve dahi tadını çıkararak okusun cümle alem demez.

Öğlenden beri okuduklarımla zevkten dört köşe,yazacaklarımla daha doğrusu yazamayacaklarımla sinir küpü,homu homur homurdanır halde salonlarda dolaşırken beni gören çoluk çocuk bulaşmayalım çalıyı dolaşalım misali dört bi yana kaçışıyorlardı ki sormayın gitsin.Allah vere,takıntılı olduğum ‘Dost’ kavramını bir yerlerde işlemiş görünce nasıl can simidi gibi sarıldım bilemezsiniz.

Kimi zaman yazılarımda değindiğim ayrıca SELAM olası bir gönül dostunun meclisinde yazdığım bu yazıyı okumayan Dostlara sunup kurtulayım dedim.Okuyanlar renk vermesin kurban olayım.

Kanımıza giren Dost zehri üç-beş diyebileceğim yaşlarda adeta damardan zerk edilmişti diyebilirim.Ki o zamanlar kömür kullanmak bile yaygın değildi.Teneke soba devri olarak adlandırdığımız dönemler deyip geçelim.Kışın çatı ayaz denilen soğuklarında odunun sönmesi geç olan köklerinin yakıldığı zamanlardı kısaca.

Hatırlatın da,bir gün Size,bu teneke sobaların yandığında sobaya dönük taraflarınızı nasıl kızartıp,arka taraflarınızın ise donmasına önlem olarak Mevlana gibi nasıl dönülüp durulduğunu anlatayım.

Yaza yaza artık ezberlettiğim ağabeyim olacak mendeburların kendi odaları vardı.Eh çağlarının en revaçta gençleri olarak kurdukları guruplarının sık sık bizim evde toplandığını da ekleyeyim hemen.

Sabahın köründe lokantayı açacak olan Babamlar gaz lambasını erkenden söndürüp,deyim yerinde ise tavuk gibi tünedikleri geceler ise geçmek bilmezdi adeta.Hele yan taraftan şen şakrak sohbetin sesleri geldikçe,uyu da göreyim. Sessizce yataktan süzülüp ‘şık düştü’ denilen kapı mekanizmasını,ses çıkarmadan açmak için geliştirdiğim yöntemi kullanarak,salona ve dolayısı ile abimlerin kapısının dibinde dinleme pozisyonu alırdım.Bulabildiğim çaput,kilimler ile sarınıp sarmalanırdım ki,görseniz çadırında oturan Kızılderili reisi sanırdınız billahi.

Diyeceksiniz ki buz gibi soğuk salonda niye dinliyorsun?Gir içeri sobanın dibine otur.Nereye oturuyon kardaşım? Mendebur diye boşuna mi dedik.Almazlardı ki içeriye.Hadi almadıklarına bir şey diyemiyorduk mecburiyetten,ama kapıda dinlerken uyumuş bulduklarında yediğim zılgıtları bir ben bilirim,birde zılgıtları atan o adiler.O zamanlar içimden söylediklerimi hiç yazmayayım ama şimdilerde başlarına dakkada bir kakıyom, burunlarından fitil fitil getiriyorum diyeyim de sinirimi anlayın.

Kız arkadaş edinme,elde tutma,kız arkadaşımız yanımızda iken sataşan diğer erkeklerle kavga taktiklerinden tutunda,harçlık paylaşmaktan dert paylaşmaya,memleket meselelerine varıncaya değin öyle güzel muhabbetler yaparlardı ki,dinlerken dahi içim giderdi inanın.İçim giderken,sesleri duymak için ne kadar yaklaşsam da duyamadıklarıma ettiğim isyanı da anlatamam yani.Onları da tahmin yolu ile tamamlardım ancak.

Kızlara herkesin görebileceği şekilde arkadaşlık teklif etmek zinhar denilebilecek yanlışlardandı.Yine duyabildiklerimden;bos kibrit kutusuna yazılmış mektubu,sevgili adayı dışında hiç kimseye çaktırmadan atmanın yani sıra,kibrit kutusuna sığabilecek kadar kısa ama anlamlı yazmanın,ince teknikleri üstüne ne kadar kafa yordum bilemezsiniz.

Tabii ki;
Duyduklarımı hemen ertesi gün,kurduğum bizim gurupta uygulamaya çalıştığımızı,en azından talimler yaptığımızı tahmin edersiniz.Talim yaparken cebimde unuttuğum kibrit kutusunun,sigara içtiğim kanısına hükmedilerek yediğimiz kötekler işin tadı diyemesem de tuzudur.

Lakin bizim oraların şehir dediğimiz yerleşim biçimine İstanbul’da köy dediklerinde nasıl bozulduğumdan bahsetmeden geçmek olmaz.Örneğin tatillerde köye mi gideceksin? dediklerinde ki hissiyatımı anlatmaya kelimeler yetmez.Simdi burada köylü olmaktan utanıyor musun? gibi hafiften sokuşturmalı iğneleyici soru sormayı aklınızdan dahi geçirmeyin kurban olayım!

Adamlar köyü köy anlamında kullansalar,havada kapacam ama nerdee...Öyle bir köy deyişleri var ki,sanki mağarada yaşıyor avcılık ve toplayıcılıkla geçiniyoruz gibi bir komplekse kapılırsın.Kapılırsın ne kelime gark olursun,ki benim diyen psikologlar kurtaramaz billahi.

Hadi benim ki neyse de,koskoca Gaziantepli Arkadaşı;kız arkadaşları memlekete öpüp koklayıp gönderirken, ‘Köyden dönünce mutlaka ara yada uğra’ filan diye,bir sokuşturmuşlar ki sormayın gitsin.Çocuğun anlatırken yüzünü görmeliydiniz.

-Tayin isteyip gidecem buralardan abi,bunların yaptığını yonanlı yapmaz…
Diye,kaç zaman söylendi durdu garibim.

Kalksan;Otuz kırk bin nüfuslu yerlere köy mü denir? A benim,harita,coğrafya cahillerim deseen,olmaz.Niza çıkar,küslük dargınlık derken iş uzar gider.

Bak simdi bir de,İstanbul’un zengin ve entelektüel çevrelerinde İstanbul dışında her yer için bir ‘Taşra-Taşralı’ deyişleri vardır.Tabii beni tenzih etmeyi de ihmal etmez haspalarım.Etme ulan,tenzihine de size de diyecem olmayacak simdi.

Hele hele taşra derken kullandıkları ses tonu ve vurguyu anlatmaya kalksam,
Anadolu’dan okuyacak Dostlarımız;

Olmamış kardaşım,İstanbul’u hala fethedememişiz,
Şurdan kılıç,kalkan taş sopa neyin kuşanıp şu isi toptan bitirelim diye yollara düşersiniz diye korktuğumdan anlatmasam daha iyi olur.

Neyse benim çocukluk,ağabeylerim gençlik dönemlerinden devam edelim.Anadolu milattan önce diyebileceğim bir zaman diliminde,namus anlayışı yada geleneklerinin etkisi ile genellikle karşı cinsle ilişkiler;tavlamak,çapkınlık, sevgili,aşk,aşık,nişan,nikah,evlilik boyutunda yürütülmeye çalışılırdı.Eh!oğlunuz yapar ise;erkeklik,aslan oğlum kardaşım,kızınız yaparsa;’vaay namusumuz iki paralık’ muhabbeti malumunuzdur.Bunun muhabbet olarak kalmadığını da onca Cüneyt Filmlerinden ezberlediğiniz için kısa keseyim dilerseniz.

Bunların dışında,yani sadece cinsel odaklı olmayan bakış ve yaklaşımlarla arkadaş,dost ilişkileri de,kurunun yanında yanan yaş misaliydi kısaca.Okuldan çıkan kızlı erkekli guruplar,kapı komşuları ile birlikte yürümeler adeta şüphe dolu göz hapsine mahkumdu.

İlk gençlik yıllarına sığdırabildiğimiz hemcinsimizle serbest, karsı cinsle yasak,kaçak,göçek ilişkiler sonucunda,üniversite ve is yasamı için çıktığımız büyük şehirlerde,biraz kırıp,dökerek de olsa, adeta yeniden keşfettik kız arkadaşlarımızla sadece cinselliğe mahkum olmayan paylaşımın,dostluğun güzelliğini.

Her ne kadar;
Sınıf,ırk,din,dil,cinsiyet,siyaset farklılığının en az etkilediği kavramlardan birinin Dostluk Kavramı olduğunu öğrensek de,

En çıkarsız,fesatsız ve hiçbir kişilik-ego yarışı içinde olmayan ve dahi anlatıp paylaşılanları sonradan tehdit-şantaj malzemesi olarak kullanmayan,dost omuzlarda ki ağlayışı ise zayıflık olarak nitelemeyen,

Vefalı Güzel Dostlarımızın en başında gelenlerin,çoğunlukla karşı cinsten Yiğit Dostlarımız olduğunu da gördük.Desem yanlış olmaz sanırım.

Eveet..
Taa fi tarihinde bizim mendeburların aşıladığı ve zamanla bizim de adeta kutsallaştırdığımız,

O ;
Yalansız,çıkarsız,yiğit DOST anlayışı,arayışı,sevgisi sürer gider.

Üstelik kimi zaman;
Yaratılışımızda içimizde hep var olan çirkinlikleri,bencillikleri,egosu galip gelen,İNSAN unsurunun;yarattığı yorgunluklara,kırgınlıklara RAĞMEN,hep sürer gider.

Çook az bulunan GÜZEL DOSTUN DEĞERİNİ kırmadan,kaybetmeden önce bilebilmek dileği ile,

Dostlukla kalın.
Saygılarımla

AnnE
28-02-2006, 11:29
Şu kanlı zalimin ettiği işler
Garip bülbül gibi zareler beni
Yağmur gibi yağar başıma taşlar
Dostun bir fiskesi pareler beni.

Pir Sultan Abdal’ım can göğe ağmaz
Hak’tan emrolmazsa ırahmet yağmaz
Şu ellerin taşı bana hiç değmez
İlle dostun gülü yareler beni


Ahali ;

Hızır denen busht Aslı adı Haydar olan Pir Sultan’ı satışa getirip, onun sehpa yolunda herkesin taşlaması için verilen talimata uymaz gibi yapıp taş yerine gül atınca Haydar yukardaki deyişi söylemiştir.


Aslolan dost değil dostluktur.Zira dost kelimesi ‘’ olmuşu’’ taşır, dostluk ise beklentiyi.
Beklenti iyidir; şu bizim endexe benzer , varsa alınır ; gerçekleştiyse satılır.
Beklenti alınır, gerçekleşmeler satılır.
Dostluk alınır , dost satılır.

Neyse gererek başladık; kusura bakmak serbesttir.

Birine dost diyebilmek , gerçekleşmiş alışverişlerin üçüncü seviyeden yeknesak hesap planındaki hesap dökümüne benzemez .Oradaki alacak ve borçların içinden zor çıkılır.Çıkılması da gerekmez aslında.Zira herkes o hesap planının detayına değil kar/zarar hesabına bakar önce.Bu hesapta bir yamuk varsa başlar ayrıntılı incelemeye ; kim kime ne vermiş ; kim kimden ne almış diye.

Dostluğun kar zarar hesap kodu olmaz ; o hesaba bakıyorsan o hesaplaşmanın adına d-o-s-t harfleri fazla gelir.Lakin var mı bu dünyada hesapsız dostluk , efsanelerin dışında ?

Siz iyisi mi arkadaş edinmeye çalışın; dost aramak beter iştir.Arkadaşın kökünde arka vardır , arkanı dayamak vardır, arkayı kollamak vardır.İyi bir şeydir zira alışveriş vardır arka arkaya verebilmek elele, omuz omuza, yanyana olmaktan iyidir ; arkandan vurulma ihtimalini azaltır çünkü arkanda biri vardır ; önün açıktır , arkandaki senin ileride yapacaklarını bilemez.
Oysa dostun ve dostluğun önü arkası yoktur.Çünkü dost yoktur.Almadan vermek yoktur; vermeden almak zaten yoktur.

‘’Vardır !’’ diyerekten ispata kalkışmasın kimse ; alayını vururum yüzüne dostça.

Siz yine de dostlukların peşini bırakmayın , beklenti iyidir; hayat endeksinizi yükseltir.

Bilmem kafanızın içine ettim mi ?

Arka'daş
28-02-2006, 17:38
Merhaba,

Ayağımın tozuyla ,arka bahçe ye bir de arka'daş kabul buyurursanız bende eteğimde ki taşları paylaşmak isterim.

Sevgiler,

Arka'daş.



Eski Türklerde Askerler savaşırken arkadan gelecek herhangi bir saldırıyı kontrol edebilmek için sırtlarını bir ağaca, kaya veya taşa vererek ok atarlarmış.


Atalarımız genelde bozkır hayatı yaşadıkları için bu sırt dayanan nesne genelde bir taş veya kaya olurmuş, yıllar sonra bu sırt dayanan taşın ismi ARKA-TAŞ' dan ARKADAŞ şeklinde dilimize yerleşmiş ve bugün bile güvenebileceğimiz bizi arkadan vurmayacak olan samimiyetine güvendiğimiz kişilere verdiğimiz isimdir.

Ömmes
01-03-2006, 01:21
Ölçü ölçülcek için vardı


Epeyi eski bir zamanda birbirleri için ne ifade ettiklerini bilemeyen bacak kadar iki çocuk bir pansiyonlu ilkokul binasında tozutmakla meşguldüler.

Söz dinlemek o çocuklar daha doğmadan zaferi kazanmıştı. Onlar büyüklerin sözünün dinlendiği bir dünyaya doğmuşlardı. Kahramanların olmadığı bir devirdi, onlar aniden ölüvermişler kimse ne olduğunu anlayamamıştı. Yerlerine büyükler, doğru bilenler ve onlar için düşünenler vardı. Ben bu pırasayı yemem yoktu, bedeli vardı, ödenirdi, öğrenilirdi. Böyle martiksvari mükemmel bir armonik dengede yan yana düşen iki çocuktan birisi bir gün teneffüs esnasında diğerine spontane bir öneri yaptı.

Teneffüs denen zaman diliminin çok özel bir anında bulunuluyordu. İnsanın diyaframından girip kuyruksokumundan çıkan manaların yüklendiği ses duyulmuş idi. Tıpkı pırasa yemenin öğrenildiği gibi öğrenilmişti o sesin beklentileri. Öneri şuydu: “Boşver”.

Fazla konuşmayı da bilmezdi zaten çocuklar, dilleri olmamıştı, onlar bağrılan, istenen, ve arka sokakta ve cadde berisindeki kenar mahalle abilerinden öğrendikleri küfürlü şeylerin dil sanıldığı devirde idiler henüz. Dilleri olmadığı için anlayışları da saftı, bir şeyi anlamaları için sorgulamalarına gerek yoktu. Bunu öneren çocuk da nasıl bu öneriyi yaptığını anlamıyordu, şaşkınlığını arttıran, arkadaşının yüzünde gördüğü, sanki onda hep bunu aramış ve beklemişçesine korkutucu, bir o kadar da tanıdık ve cezbedici kabullenme oldu. Önce öbek öbek büyük kapıdan kıyma makinasına giren güruhun gerisinde kaldılar, sonra bir ağacın arkasına gizlendiler. O güne kadar bildikleri tüm ölçüler ve kavramlar ağır ağır büyük kapıdan içeri süzüldü ve kapı kapandı. Aslında belki üç belki beş dakika geçmişti ama birbirleri için ne ifade ettiklerini bilemeyen o bacak kadar iki çocuk ilk defa bu çeşit bir yalnızlıkla yüzleştiler o ağacın arkasında. Neden dünya daha evvel böyle sessiz olmamıştı, böyle büyük, böyle yaşlı, böyle umursamaz ve yabani.

Çocuklardan biri diğerinin yüzüne baktı. Gördüğü yüzün yakınlığını aynada kendi yüzüne baktığında dahi görmediğini farketti. Sonra da diğeri arkadaşının yüzüne baktı. Tarifinin ölçüsü olmayan uzun bir zaman süresince o ağacın yaprakları mırıldandı, çocukların kulakları duydu ama anlamadı.

Bedeli ağır oldu tahmin edersiniz. Kulakları çekilip sınıf huzurunda 30 santimlik tahta cetvelin geometrik bi hadise olmadığı, aslında bilimsel pedagojinin işkence aleti olduğu canlandırıldı hayatlarında ilk defa birinci sınıflara. Arkasından ağıtlar yaktığı, saygı duruşlarında bulunduğu, masallar düzdüğü kahramanlara karşı savaşını hiç de kolay kazanmamıştı otorite, öyle bacak kadar çocuklara zaten pabuç bırakılmazdı. Bedel evlerde de ödenmeye devam edildi, ama kimse o ağacın arkasında çocukların birbirlerinin yüzünün neminde ne gördüklerini bilemedi.

Neyse efendim bu iki piçkurusu, aniden kendilerini iki hayat yaşar buluverdiler. Derslerini kuzu kuzu dinleyip bardak ve ters bardaklarını çiziyorlardı10’ar 10’ar. Teneffüslerde ise olmadık işler yapıyorlardı. Manasız bir şekilde okula top getirmek yasak olduğu için dışarıdan getirdikleri çam kozalaklarının, hareketleri öngörülemeyen mükemmel toplar olabileceğini öğrettiler arkadaşlarına. Ama bunu öğrenen boynuzlar anında kulağı geçip bizim iki velet takım dışı kalınca bu sefer kendi içinde mantıklı görünen fakat aslında absürd olan oyunlar icadetmeye başladılar. Bu da onları kesmedi, delirmek istiyorlardı. Vaziyete uyanan üç piçkurusu daha onlara katıldı bu arada. Bir ara okul duvarının berisindeki metruk konakta hayalet olduğu söylentisini yaymışlardı. Söylenti ayyuka çıkınca çocuklardan biri ucuz kahramanlık maksadıyla, pencereden fırlayan sınıfın iki güzel kızından birine ait bir kokulu silginin peşinde duvardan tırmanıp karşı tarafa geçti, fakat konak bahçesinde fiktif poltergeist’lara rahmet okutacak vahşileşmiş reel köpekler olduğu anlaşılınca, önceden okulun tavan arası talan edilirken ele geçirilmiş ve belki lazım olur diye camdan arka bahçeye atılmış ve keçiboynuzlu ağacın dibine saklanmış bir sicim balyası sayesinde kurtuldu (hadi itiraf edeyim bu beyinsiz ben oluyorum).

Ve sıra dayakları. Bilimin ve eğitimin 30 santimlik tahta sopaları. Çocuk dayak işlemine maruz kalmakta olan arkadaşının yüzüne bakardı. Ağaç arkasından bildiği o yüz acıyla gerilir, kızarır idi. Dil henüz icadedilmemişti, ne zaman icadedileceği de belli değildi.

Evlerde de durum acayipleşmişti. İlk Günaydın uzay ansiklopedileri alınıp gezegen isimleri ezberlenmeye başlandığında okuma bayramına aylar vardı. Minik roketler aldırılıyor, içlerindeki pamuksu zımbırtıların birleştirilmesi halinde birinci çocuğun evinin az ilersindeki arazide ansiklopedide hayran olunmuş Satürn 5 roketinin bir benzerinin yapılabileceği konuşuluyordu. Okulda ise 1-B uzaylılara merhaba derken öğlen teneffüslerinde çalışan Yeşilköy – Jüpiter füze hattı hizmete girdi.

Bütün bunlar kah eğlenceyle, kah o iki çocuğun kendi kendilerine yarattıkları sırlarla, bir türlü patlamayan ilaç karışımlarıyla, tahta cetvellerle sürüp giderken, çok özel bir güne gelindi.

Sözkonusu okulun korunaklı bir sahile inen parmaklıklı ve her daim kilitli bir kapısı vardı, ve haliyle kahramanlarımız basket sahası cenahındaki, bir çalı öbeğinin arkasında kalan çit tellerindeki açıklıktan, ve bu açıklığın direk parmaklıklı kapının berisindeki merdiven başına çıktığından kimsenin haberi olmadığına emindiler. Merdiven çakıllı bir sahile iniyordu. Sahilde kimsesiz bir kayık vardı. Ötesinde dehşet verici bir engin. Konuşmalarına gerek olmamıştı, o sahile ilk indiklerinde de her ikisi de biliyorlardı.

... Tarih saptandı. Arada okuma sökülmüştü, çocuklardan birinin getirdiği bir harita üzerinde nerede bulunulduğu, bu veletleri ne yapması gerektiğini bilemeyen sınıf öğretmenine teyid ettirilip rota çizilmişti. Eğlenceye sonradan katılan üç çocuğun bile gelmekte olandan haberi yoktu. Artık teneffüsler sınıfta geçmeye başladı. Dışarıda yaratıcılık yerini kuru azgınlığa bırakmışken, bir upuzuuun hafta boyunca gözleri ne sprint şampiyonalarını, ne revirin ecza dolabını aramadı.

Tahayyülde sonsuza kadar sürecek denizlerin büyük fethinin başlangıç sabahı okula gelen ilk veledin çantasında şunlar vardı: Bir adet havlu, bir adet gömlek, bir adet denizle alakalı olduğu bilinen fakat neye yaradığına dair bilginin denizlerin fethi esnasında edinileceği umudedilen plastik şey (ki bu bir şnorkeldi), ve dünya seyahati boyunca yenecek olan bir adet sucuklu tost. Her ne kadar öbür fırlamanın okul çantasına da benzer absürdlükte şeyler gizlenmiş olsa da bu arkadaş daha akıllı olduğu için babasının takımlarının içinden bir çapari yürütmüş ve yoldaşının büyük takdirini kazanmıştı.

1974 senesinin Nisan ayında Yeşilköy sahilindeki bir pansiyonlu ilkokulda sabah saat 9:30 – 10:00 sularında iki adet birinci sınıf öğrencisinin kayıp olduğu okul müdürlüğüne bildirildi. Yapılan teferruatlı aramalar, olayın polise bildirilmesine gerek kalmadan sözkonusu iki çocuğun sahildeki sandal hurdasının başında tost ve köfte ekmeklerini yerken bulunmalarıyla noktalandı.

İki sene sonra çocuklardan ilkinin kaydı yabancı bir memlekete alındı. Dört yıl azalarak süren yazışmaların akabinde memlekete dönen bu çocuk Yeşilköy tren istasyonunda buluştuğu dostunun yüzünde ağaç arkasında gördüğü kendi siluetini aradı.

Birbirleri için ne ifade ettiklerini bilememiş olan sözkonusu iki çocuk yaklaşık olarak 25 sene evvel birbirlerinin izini bir daha bulamamacasına kaybetti.

Metin Yüce’nin Dostluğunun anısına



PS: Artık bacak kadarlıktan çıkıp bir deveye dönüşmüş olan çocuklardan ilki geçen sene okulunu ziyaret etti. Herşey yerli yerindeydi, binanın kokusu, parmaklıklı kapı, keçiboynuzlu ağaç, yere 60 derece eğimle durup en delikanlının koşarak en yükseğe çıktığı, bedel olarak beyin üstü yere çakıldığı çamağacı, basket sahasında koçanlar, öğrenciler sınıflarındaydı. Metruk konağın yerinde ışıltılı bir apartman vardı, vahşileşmiş realite köpeğinin bahçesi otopark olmuş. Engin? O doldurulmuş ve çevre dostu bir belediye tarafından anlamlı olduğu düşünülen bir park haline getirilmiş.

bikmisbroker
01-03-2006, 20:08
Görüldüğü üzre,
Güzel AnnE’miz sağ olsun bizi hiç düşünmez.Topu topu iki saatte lönk diye üç yazı birden yazar koyar gider.Şunun şurasında yazan,yazamayan var,kıskanan çatırdayan var.Sonracığıma efendim,nazar olur göz olur Allah Göstermesin,değil mi canııım.Şu yazıları tek tek göndereyim yavaş yavaş hazmederek ve dahi tadını çıkararak okusun cümle alem demez.

.................................................. ..........................................
Dostlukla kalın.
Saygılarımla

Efendim, Sayin Ali Hocamizin yukarda Dayanamayip itiraf ettigi uzere, Benim gibi yazi yazma ozurluler Onceki sene (Yani Kasim 2003 de) basladigim ve gecen sene (kasim 2004) bitirdigim Gazinolar ile ilgili yazim uzerine Sevgili Valide sultan AnnEmiz, sabah, oglen ve aksam olmak uzere 1 gunde 3 adet yaziyi yemeklerden sonra SAK diye buraya oturtunca, hem o yazilari okumak, ders almak geregini hissettim, Hem-i de sittin sene gecse yapamiyacagim bu kalemsorluk vaziyetlerinden dolayi Hasetten catladim Cattt diye ortadan..
Hazir diger Beylerdereli kardesimiz serdarkus henuz ISINMA turlari atarken de, bir baska zaman zarfi icerisinde ve tarafimdan yazilmasi yine 6 ay ile 12 ay arasi suren bir BASKA yazimi buraya derkenar etmeye Karar verdim.

Lakin, Valide sultan Gazinolar ile ilgili yazimdan sonra Hasirt diye 3 tane yazi yazdiki, hele bu yazimdan sonra Veliefendinin ve oradaki bil-umum JOKEY ve ATlarin, ve de seyislerin dahi yeddi sulalesini buraya Hikaye etmesinden korkarim..

Saygi ve sevgilerimle arz ediyorum...

Bikmisbroker

Gecilmeyecek At yoktur...

Pek cogumuzun bildigi izledigi veya sevdigi aktivitelerden bir tanesi de "At yarislaridir".. Bu at yarislari hele hele Veliefendi hipodromunda Guzel bir bahar gunu gunluk guneslik bir havada yapiliyorsa seyrine doyum olmaz..
Ben muptelasi degilim, ganyan oynamayi da sevmem ancak at yarislarini izlemeye bayilirim.. 40 yilin basinda bir sebep olacak, LOCA da yerler ayirtilacak gidecegiz, oturup yemegimizi yerken, 1-2 duble birsey icip keyf ile at yarislarini izleyecegiz..
O atlarin yaris oncesi seyisler esliginde gezdirilmesi, (Padok diyorlar heralde oraya??) daha sonra Jokeyler ile beraber "Starting Box'a" girisleri ve yarislarin baslamasi..
Buyuk heyecan aslinda.. Daha da buyuk heyecan ise Yaris muptelalarinin yaris suresince Bagirismalarini Cagirismalarini izlemektir..

Evet evet ben yarislarin yani sira ozellikle bu coskuyu izlemek icin giderim Veliefendiye.. Cok seneler once Karakoy de Ufacik seans salonunda Hisse alim satimi icin dolusan, en baslarda COGU EMEKLi Ogretmen olan yatirimcilar gibi..

Bu yatirimcilar Yakin gozlugunu takar elindeki bultenden (Calistigi araci kurumun cikardigi 2-3 sayfalik bir bulten) Ilgilendigi Kagit ile ilgili bilgileri okur, daha sonra sigarasindan derin bir nefes alir (O zamanlar o ufacik salonda ilk baslarda sigara icmek serbestti) ve UZAK gozlugunu takarak, hafifce gozleri KISIK bir sekilde ilerde tahtalarda yazili olan ALIS ve SATIS emirlerini okumaya calisirlardi..

Veliefendide de benzer bir durum her zaman gozlemlemisimdir oldum olasi..O Uzakdan Hangi atin hangi JOKEY ile nasil "Starting BOX" dan nasil ciktigini Nasil viraja genis girdigini kacinci metreden sonra NASIL bir atak yaparak nasil one gececegini..O kadar enteresan DETAY lardir ki bunlar..

"-Suleyman biniyor olacakti ki??" sen goresin bu kisragi..

Seans salonunda ALIM-SATIM yapmaya calisan emeklim de boyleydi.. Tahta tavana mi gidiyor? Tabanami?? 2000 TL ye Mensucat santral mi olurmus?? Hele hele RABAK??
O koskoca fabrika yeniden kurulmaya kalkilsa Hisse basina en az 10.000 TL gerekirmis?? Al sana Temel analiz? 1 dakikada Piyasa degeri, 2 dakikada Defter degeri??
Bi de yuksek mi yuksek bir rakam hedef telaffuz edilirdi.. Al sana Teknik Analiz!!! Birsey degil kendi ifade ettiklerini 10 dakika sonra yanindakinden duyar ve kendileri de inanirlardi..O kadar ki kagitlari hic dusmeyecekmis gibi davranirlardi..

Ya Veliefendidekiler??? "1500 metre Kumda onu gececek kisrak daha dogmadi.." Hele hele suleymen ile sahlanir o at be??
Oynadigi butun yarislarda O ati Banko yazar..Ve bir turlu de gecilecegine ihtimal vermez..

Bir gun o Localardan birinde Yarisseverlerden biri tarafindan bir yerlere yazilmis bir yazi dikkatimi cekti.."Gecilmeyecek AT, *Sevilmeyecek AVRAT yoktur!!"..
Belli ki bu yarissever bu isin sirrina ermis?? Muzurluk degilmi?? Ben de hemen altina ekledim...
"Dusmeyecek KAGIT yoktur!!"

Donem donem kagitlarin degismesi gerekir, Ganyanda ki atlarin degistigi gibi..
Donem donem LOCA da oturup SADECE izlemek gerekir,
Ve mutlaka KENDINCE bir disiplin sahibi olmak gerekir..
Unutmayalim, Gecilmeyecek AT, Sevilmeyecek AVRAT, Dusmeyecek KAGIT yoktur...


Saygilarimla,

Bikmisbroker

(*)(Not;Yazinin aslinda "Gecilmeyecek AT, Dusmeyecek KAGIT yoktur" kisminin arasinda virgulden sonra burada yazamiyacagim mustehcenlikde bir baska ifade daha var..O ifadeyi burada alenen yazamadigim icin kusura bakmayin, "O ifade yerine kibarcasini yazdim..)

AnnE
02-03-2006, 10:14
Ahali ;
Vermeyin bana gazı.Lütfen yazdığınız yazılar bana bir şeyler hatırlatmasın ; yaşamışlıkların uyandırdığı yaşlanmışlık orama burama vuruyor.

Efendim , O göbeği ve ensesi kalın amcaların Taksim, Caddebostan,Bebek gazinolarında zevceleri ile musiki dinlediği yıllarda , Veli efendi Hipodromu’nun etrafı Türkiye’nin yegane mensucat merkezi idi.Bozkurt , Akfil , Aksu , Kartaltepe, Sümerbank ve Narin Mensucat fabrikaları hipodromu Zetinburnu’ndan Yenimahalle’ye kadar sarardı.Tekstil denilen sanayi bu memlekette hemen hemen sadece bu kadardı Haliç’teki Bahariye Mensucat ve Altınyıldız fabrikalarını saymaz isek.O zamanlar konfeksiyon diye bir şey yoktu ; erkek elbiseleri ve hanım tayyörleri terzilerde bu müesseselerin kumaşlarından diktirilirdi en az iki prova ile.
Trikotaj diye bir sanayi zaten yoktu ; kazak, hırka ,kaşkol evde örülür ; iç çamaşırı Tahtakale civarındaki çamaşır atölyelerinde ya da Bursa da dokunur, dikilir ve satılırdı.Ki iç çamaşırları da genellikle trikodan değil pazen kumaştan mamul idi.

Neyse ; Veliefendi’de yarışlar Çarşamba, Cumartesi ve Pazar günleri yapılırdı.Hipodroma , ya banliyö treni ile gelinir, Yenimahalle istasyonunda inilerek yürünür , ya Bakırköy Meydanı’ndan (şimdiki Özgürlük Meydanı) Osmaniye dolmuşu ile gelinir ,ya da 84 numaralı Eminönü-Osmaniye İETT otobüsü ile ulaşılırdı.
Hipodrom ve seyir yerlerinin şekli şemali , teknolojiyi saymaz isek o gün bugün pek değişmedi.En büyük değişim Efes Pilsen’in ‘’ bira bu kapağın altındadır’’ reklamlarını bangır bangır her tarafta herkesin kafasına kazıdığı ‘’birahane’’ yıllarında hipodromda adeta bira içmemenin yasak olduğu dönem ile biranın uluorta satılması ve reklamının yapılmasının yasaklandığı dönemin arasıdır.

Veliefendi’ye ‘’normal’’ müptelalar normal gişelerden biletle girerdi.Ama büyük çoğunluk ya sahil tarafındaki Sümerbank Fabrikası’nın yanındaki bataklıktan yürüyerek, yada at ahırlarının olduğu Osmaniye tarafındaki tel örgüler arasından ya da hiçbir şeyin olmadığı Bozkurt Mensucat tarafından elini kolunu sallaya sallaya girerdi.Özel güvenlik falan gibi şeyler henüz icat edilmemişti memlekette.

Bilgisayar denilen şey herhalde ilk burada kullanılmaya başlanmıştı.İkili ve Çifte Biletleri gürültülü ve kocaman makinelerde basılır, üçlü ya da altılı ganyan kuponları ise gişede üzerine damga vurularak geçerlilik kazanırdı.İlk kopyası veznede , alttaki damgalı karbon kağıt kopyası mudide kalırdı.

Üçüncü yarıştan itibaren kapalı salonlarda, padok etrafında sergiler açılır , ilk ayakları tutmuş kuponlar anında belirlenmiş piyasa fiyatları ile satışa çıkarılırdı.Kağıdın değeri üzerindeki henüz koşulmamış yarışlara yazılmış atlara göre belirlenirdi.Ki o saatler artık tüyoların iyice havada uçuşmaya (uçuşturulmaya) başladığı saatlerdi.Dördüncü hele ki beşinci ayaktan sonra bu kağıtların değeri süratle artmaya başlardı.Ama ortalıkta hiçbir sürpriz yoksa çoğu zaman tutan kağıdın ikramiyesi, ödenen paranın altında kalırdı. (bu size neyi hatırlattı bilemem)

Bir de ödemecilik diye bir yan sanayii vardı Veliefendi’nin.Birtakım emekliler ( demek o zamanda emekliler varmış!) ve ergen çocuklar ellerinde iyice bozukluk haline getirilerek çok görünmesi sağlanmış (zengin görünmek demek her zaman güven verir kabul edilirmiş) para desteleri ile her yarış sonrası süratle ortalığa dökülürlerdi.Ödemeciler , koşulan yarış sonrası ikramiyesi açıklanan ikili, çifte, ganyan yahut plase kuponlarını tutmuş ikramiyenin 5 kuruş ya da on kuruş altına satın alırlardı.Zira ehlikeyif müptelalar yarış sonrası tahsilat için vezne kuyruklarında beklemekten üşenirlerdi.Hatta çok kalın enseli ve çok oynayan bazı yarışperverlerin özel olarak sürekli yanında gezdirdiği, güven kazanmış bazı Osmaniye çocukları olurdu ki , bu çocuklar bu amcaların kuponlarını yatırır veya tahsilatlarını yapar, gün sonunda da amcanın şansı ya da keyfine uygun bir bahşişle evine gider diğer yandan amca da sağlam bir tüyo varsa onu ‘’ağabeylere’’ bildirir ve hatta kendi de çaktırmadan ufak bir kupon yaparlardı.Bu amcalar bazen koltuk altı portföyü ile hele bazen de koca ‘’bond’’ çantalar dolusu para ile gelirlerdi hipodroma.Büyük çantalı amcaların oynadığı kuponlar dikkatle izlenirdi vezneye kuponu yatarken çaktırmadan ve mutlaka bir tüyo vardır bu herifte diye aynısından kuponlar yapılırdı.

O amcalar şimdilerde kuponları başka yerlerde yapıyor ve o çocuklar bu amcalardan tuhaf tüyolar arakladığını zannederek başka yerlerde zengin olma yolları arıyor.

Ama en çok kazanan herzaman olduğu gibi at sahibi.

Bilmem kopup da gelebilecek miyiz ?

AnnE
02-03-2006, 11:44
Unutmadan ahali ;

Hipodrom’dan bahsettik, Bıkmış Biraderimiz Veli Efendi’nin şahsından bahsetmedik diye bize kırılır. Bıkmışın komşusu sayılan , Anüs Donduran Coğrafyaların, Hanımından Korktuğu için helada okumaya gayret ettiği kitabı bir türlü bitiremeyen ve muhteşem bir avatar kullanarak kendisini kimler gibi görmek istediğini bizlere ifade etmeye çalışırken , aslında bir tuhaf psikosomatik sıkıntı içinde olduğunu ifade eden Trasti bey kardeşimizin de gözlerinden öptüğümüzü beyan edelim.

Bu Veli Efendi kimdir de bu sur dışındaki koca çayıra neden adı verilmiştir diye merak edeniniz olmuştur.Olmamışsa da ben yazmak için bahane edeyim.

Bu rahmetli Osmanlı’nın son dönem Şeyhülislamlarından biridir.Şehri kebir içinde nemalanacak yer kalmayınca bu çayırı cebellezi edebilmiştir.Garibim nerden bilebilirdi ki, bu mülk zamanla at bokundan geçilmeyecek vememleketin en büyük kumar merkezi olacak !
Yattığı yerde hay edeyim içine , adımız at pisliği ve kumardan başka bir şeyle anılmaz oldu diye fırdönüp duruyordur.

Bak şimdi aklıma ne geldi ; nerden nereye !

Bu Rahmetli Veli Efendi’nin dönemlerinde Şehr-i Kebir’e az yukardan bakanlar kendini çadırı uçmuş bir sirkin renk cümbüşü içinde bulurlardı.Her makam, mevki, meslek farklı renklerde kıyafet ile dolaşır idi. Bütün bu insanlar, vazifelerine göre, sarıklarının şeklinden, elbise kollarının kesiminden, kürklerin cinsinden, astarların renginden, atlarının eğer süslerinden, bazıları çember sakalından, bazıları da bıyığından tanınabiliyormuş. Bu kalabalıkta hiçbir karışıklık yokmuş. Şeyhülislâm beyaz giyiyor; vezirler açık yeşil, mabeynciler kızıl renkten tanınıyormuş; koyu mavi ilk altı kanun zabitini, emirlerin başını, Mekke, Medine ve İstanbul kadılarını belli ediyormuş; büyük ulemanın üstünde mor; şeyhlerin üstünde açık mavi varmış; çok açık mavi, tımarlı çavuşları ve vezir ağalarını işaret ediyormuş; koyu yeşil üzengi ağalarının ve Sancak-ı Şerif'i taşıyanların imtiyazıymış; ıstablıâmire hizmetkârları soluk yeşil giyiyorlarmış; ordu paşalarının ayaklarında kırmızı; Kapı zabitlerinin sarı; ulemanın mavi çizmeleri varmış ve renklerin derecesine göre selâmlaşma derecesi değişiyormuş.

Burada en dikkatimi çeken şey Şehülislamların mavi çizme giymesi olmuştur benim. Kurcalarken seksüel seçimleri konusunda tuhaf söylentiler olan Onsekizinci yüzyılın enteresan şairi Nedim ‘im bir beytine denk geldim :

Menhec-i ilmin nice hasm olmasın erbâbına
Çarhı Pâ-mâl etmedir kasd âsmânî mûzeden

Ohha lan dedim içimden.Tamam saray erbabından nemalanıyorsun da yalakalığında bir sınırı olmalı.Siz şimdi Nedim’in o güzel Türkçesi ile ne dediğini anlamamışınızdır.Ki zaten onlar da kimse anlamasın diye Farsça ile Arapça’yı öyle bir harmanlardı ki bırak herhangi bir Türk evladını, Arap yahut Acem’in feriştahı bile bir halt anlamazdı.Şunu demek istemiş Nedim :

İlim adamlarına düşmanlık yapılmasına şaşılır mı?
Çünkü, onların mavi renkli çizme giymelerinden kasıt, gökyüzünü bile ayaklarının altına almış olmalarıdır.

Nedim’in çömezlerinden Sabit isimli şair kardeşimizde şunu yumurtlamış , yalakalıkta ustasından aşağı kalmamak uğruna :

Aceb mi mûze-i mahsûsına ola muhtasıs
Şu dâne-dâr u cilâ-dâde âsmânî edîm

Siz bunu da anlamamışınızdır ,tercüme edeyim :

Şu dane dane ve cilalı rugan deriye benzeyen mavi gökyüzü,
onun Şeyhülislamlara mahsus çizmesine has ise buna şaşılır mı?


Demek ki neymiş ?
Padişahın, yaptığı her haltın kitaptaki yerini konfirme etmek için maaş ödediği chief-consultant olan Şeyhülislam (bir nevi Zapsu ,daha doğrusu Davutoğlu türevleri) ‘nin gökyüzünü ayakları altına alabilecek kadar ecaip insanlar olduğuna inanılırmış ya da bu neviinden yalakalıklar yapılırmış.(değişen bir şey yok anlayacağınız.)

Neyse ki zaman değişti şimdilerde Allah muhafaza , Fehmi Koru’nun mavi çizme ile dolaştığını düşünebiliyor musunuz ?

Bilmem dolaşsa şaşılır mı ?

alihoca
02-03-2006, 16:37
Efendim;

Ben de anlatayım.Anadolu'mun Doğusu değil, tamda orta yerinde beş-on bin nüfus ölçeğinde bir Selçuklu Beyinin Şehrinde milattan önce(bugünde pek farklı değil ya neyse) doğanlar olarak,

Babadan çiftçi değil iseniz eğer,seçmek zorunda olduğunuz mesleklere,ota tamirciliği ile başlardınız.Okulunda okumayan,işinde çalışmayan yeni yetmelerin haylazlık sınırını aşanlar için adeta ver tamirciye aklı başına gelsin dedikleri bir işti bu.Kahveci çıraklığı,lokantada bulaşıkçılık,garsonluk,magirus,leyland,ştayir denen kamyonlarda muavinlik,muavinliğin bir de impala,buik,chovrolet taksilerde yapılanı vardı.

Şehirde çok değil bir iki ile sınırlı,radyo tamirciliği,elektrik tesisatçılığı,bakkal çırağı olacak olanlar çook önceden belli olduğu için onlara şanslı deniyordu.

Vakti zamanında liseyi bitirenlerin ise her türlü devlet memuru olabilmeleri ise adeta imrenip övünebilekleri bir olaydı.

Pekiyi,aynı türden bir liseyi Der Saadet'de bitirmiş olanların,ne olabildiklerini,ne siz sorun ne ben söyleyeyim.


Orta ve Batı Anadolu'nun küçük yerleşim yerlerinde doğmuş olan evlatları olarak;
Devletine vergi vermemek,elektrik,su sayaçlarının çaresine bakmak,mera alanlarını gasp etmek ve hatta şehre göçüp gitmekle yetinmeyip göçtükleri yerlerdeki hazine ve orman arazilerini göçürtmek gibi doğuştan kazanılmış ve adeta yüzyıllarca kullanılarak dna'lara işlenen HAKLARIMIZ yoktu ki...

Haramdan ve Devletin Men Ettiğinden Sakın!Sözüne onca yoksulluğa rağmen bile uyanların seçim hakkı olabilir mi?Beş yılda bir,o da uzaktaan sallanan şapkaya bile şükredenlerin bugünkü oğul ve torunlarına miras bırakabileceği boğaza bakan yamaçlarda filizleri üstünde dört beş katlı apartuman daireleri olabilir miydi?

Tarlasından kalktığı ile vergisini ödeyemeyen çiftçisinden,evini geçindiremeyen esnaflarından en gözü kara ve gurbet acısına dayanabilenleri böyyük şehirlere gidebilirdi.Borcunu harcını ödeyecek kadar para kazanca köyüne dönüp gidenlerin;
Oğul ve çocuklarının ise bugün büyük şehirlerde bir mafyası bile olamayışı,ne garip değil mi?

Neyse,
Bilahare şu cetvel işine de bir değineceğim İnşallah.Şimdilik sabrınızı daha fazla zorlamayayım.

Saygılarımla..

Master
04-03-2006, 00:27
Artık anlamı olmayan bir kelime olmuştu, ARTIK...Zaten Yanlış herkeze aitti...

Diyen bir sesle,nida doğurganlığında ki edasını sundu sofaya...Bakmakla bakakalmak arasında sınır aradı sofadakiler...

İstem yüklü bakışların içinden anlat diyen bir ses yükselemedi ama O anlatmaya başladı,anlamını kendi değerlerinde taşıdığı kelimelerle...

Geçilemez tepeler geçiliyor,her iniş için telaş yapılıyor..Çukur,tümsekten sonra değil dedi....

Altındaki ayağının varlığını unutmuş bir halde doğrulmak isteyen Dostuna,Dur ki düşmeyesin dedi ve ilave etti; Duran düşer ama;)

Bağdaş kurmaktaki keyfi uyuşmaya başlayan ayak bozar...

Kendi doğrusunda devam edecek;)

Trusty
04-03-2006, 18:26
Ben size diyorum, buradaki hirsiz ve sahtekar sayisi Turkiye'dekinden cok fazla diye...

Vaktim olmadigindan original hali ile yapistirdim..

Ingilizce bilmeyen yada Ingilizce yazilmis metinlerden hoslanmayan dostlardan ozur diliyorum.....

Trusty...
Zeki bakisli, suna duruslu bir Arka Bahce'li.:ds:*



I found this on another board.
-------------------------------------------------------------------
Today I want to come clean about something I feel very badly about.

I cannot undo some of the things I have done, but hopefully this message will prevent other such occurrences in the future.

I am a paid basher.

Yes, it is true. Today is my last day at this company; I?m moving on to a new job.

But before I go, I want to explain a few things because this just isn't right and I won't feel good about myself until I expose this sham.

It's hurt too many people and I don't want it on my conscience anymore.

I can no longer live with a lie.

I work for a company called Franklin, Andrews, Kramer & Edelstein in Stamford, CT.

Basically, it's a Boiler Room much like the one in the movie of the same name.

The idea behind my group is to bash the price of a company's stock down low enough to where the group of investors who retained our company's services can buy the stock really cheap and perhaps even take it over all together.

There are approximately 70 people at the company divided into several groups.

My group, consisting of 5 people, is responsible for BIFS.

While I probably shouldn't give any names of anyone working here now, what the heck, I'm leaving here, so what can they do ? sue me? Ha!

I can tell you that GUTTWRENCH was part of my group until he left last week, as was Richardphx.

Others who have been part of this include early bashers like Epiphonics and Simontaz.

You may be interested to know that some hypsters, such as Amato7 and BIFWATCHER, have also been part of the scam (more on that later).

There are several companies engaged in the bashing business ? ours is not the only one.

However, I can tell you that not every basher in here is a paid basher.

Having done this for two years, I can usually tell who is a paid basher and who is merely someone having a little fun.

While unpaid bashers have a different motive than someone like me,
they can be unwilling accomplices to helping me achieve my ultimate goal and they also spread rumor and confusion throughout a room, which also helps me.

What is that goal? Well, I am merely a cog in a much larger machine, so my bosses never really explained the big picture to me, but I?d say essentially, GUTTWRENCH was right.

There are several companies who are quite familiar with SWOMI and who are
deathly afraid of it.

There are three types of bashers here at Franklin, Andrews, Kramer & Edelstein:

Advanced, Intermediate and Beginner. An Advanced-level basher (also known as a Silver Tongued Devil) would spread false or misleading information about the company.


They would deal in facts, countering every longs post with articles, news reports and opinion surveys that gave a negative impression about the company.

An Intermediate-level basher (also known as a Serpent) would try to weasel their way into the confidence of longs and create doubt using rumor or innuendo.

Finally, a Beginner-level basher (also known as a Pitchfork) would attempt to create confusion in the room by distracting other posters with satire, name calling and pointless arguments.

The idea was to make sure no serious discussion of the stock
could take place (I suggest everyone read all of trapezoid43 posts on CMKX...not one post of substance...this sounds like him to a T)

A Pitchfork was usually a basher, but not always.

Sometimes, we would throw in a hypster Pitchfork such as Amato7 or BIFSWATCHER to create the illusion of an argument going on.

What was really funny (in a perverse way, I guess) was
that Amato7 and I sat next to each other, laughing the whole time.

I was a Pitchfork. I was paid a base wage of $12 an hour for my services. I was given a $1 bonus for every post over 100 per day as well as a monthly bonus of $100 for every penny the stock had dropped from the previous month.

I was also paid a bonus for bashing on weekends. While this may not sound like much, I made a decent, though dishonorable, paycheck.

Each of us sat in a small half-cubicle in a cluster with our teammates.

Each group (usually five people) was made of three beginners (two who would bash and one who would hype), one intermediate and one advanced level basher.

Occasionally for some of the hotter stocks, one of the beginners would be replaced by an intermediate depending on how much the stock was rising.

BIFS was a low-level stock, meaning it got the 3-1-1 configuration.

Somehow, I get the feeling that JPACK2 may have worked for a basher company or knows someone who does because the "Basher Handbook" he occasionally posts is earily similar to the one we actually use.

While not a word-for-word match, I?d say it is about 90 percent the same.

We do have certain rules that we follow.

First, we have to develop a character and stay within that character in order to build a "following."

My character, "Firebird_1965," was a sarcastic, obnoxious supporter of free
speech, but only when it came to bashers.

Next, we had to follow certain guidelines on what we could say.

We were urged to have an "answer" to every longs question, but we were to frame that answer in a way that ridiculed the questioner for asking such a question.

However, we were never to use profanity or vulgarity because that would cause people to ignore us.

We were to make fun of people, but in a civil way.

The idea was to get "play," i.e. ? reaction from other posters.

The more play we got, the more the room would be disrupted.

Ignored posters get no play.

One exception would be the hypster ? since they were "defending" the
stock against our onslaught, they got a little more leeway.

People would side with the hypster because they thought he was real since he appeared to be on their side, but was really on ours, setting us up to disrupt the room.

Padelcars is quite good at this and gets paid very well.

I've worked on BIFS, TSRG, MXII for about three months now.

In addition to the Firebird_1965 alias,


I've used a few others on the BIFS and several other boards as well. I stuck with Firebird_1965 because it was the one that got the most play from other posters.

In closing, I feel absolutely terrible about this. It's just awful how I've been part of a scam designed to cheat honest, hard-working people out of their investments all for the benefit of a few wealthy people who already have enough money to last a lifetime.


These greedy people MUST be stopped. Thats why I?m posting this before I leave.

I want to make up for some of the damage I've done.

I can?t live with this lie anymore.

You can't imagine how hard it is to look at myself in the mirror each morning knowing my job is to cheat and lie.

I have to go now, I'm too broken up to continue.

I hope this confession can make up for my sordid deeds; I would urge everyone who reads this to copy and repost it as many times as you can.

Only by shining the light of truth can we drive these rats back into the
darkness from whence they came. Believe me, they don't want publicity.


With fervent remorse,

Tom Martin
aka "Steve Tracy"
aka "Firebird_1965"

Ömmes
06-03-2006, 00:32
Bu yazı gerçekten de ilgilizce bilmeyenlerin de anlayabilmesi bakımından zahmete girip tercüme edilmeyi, değilse bile en azından özetlenmeyi hakediyor, sn Trusty. Özellikle “basher” sınıfları ve kurallar.

AnnE
06-03-2006, 09:52
Trusty...
Zeki bakisli, suna duruslu bir Arka Bahce'li.:ds:*



"


Tutun beni Ahali ;

İşbu memlekette Üniversite bütçelerinin yüzde otuzbeşi TIP fakultelerine harcanırken , üniversite öğrencilerinin yüzde dördünün tıp okuduğu , bitirip üstüne de uzmanlık alanların mecburi hizmet kaosu yüzünden hiçbir yerde çalışamayıp aç gezdiği ve Recep Efendi'nin yurtdışında Türkçe bilen Doktor ithal etmeyi planladığı bu günlerde son 10 yılda ÖSS Hazırlık Kurslarına harcanan parayla Koç ya da Sabancı Universitesi kıvamında 69 üniversite kurulup buralarda 700.000 (YEDİYÜZBİN) öğrenci eğitilebileceği meseleleri ile beynimin kıvrımlarının kıvrım kıvrım olduğu bir anda , anüs donduran coğrafyaların Hanımından tırsan cengaverinin avatarı ile ilgili yukarıdaki beyanatını okuyunca ben bu elden gider oldum.Gidip iki kutu Onatıkan yumurtasını kafaya dikiversemmi oldum

Bilmem bakışına mı kurban olsam duruşuna mı ?

alihoca
06-03-2006, 11:01
Güzel Dostlarım;

Çok uzun olduğu için buraya alamadığım için aşağıya bir yerlere yazdığım 'Cetvel' yazısını yazarken bir yerlerde cırtlak ses neyin dedik ya, şimdi aklıma geldi yazmazsam yaşlılık hali malum unuturuz.

Vakti zamanında Nizam Pide toplantısından çıkınca Sn Babo ve Sn Berg ile İstiklal Caddesinde adını bilemediğim bir yere girmiştik.O gece yan masada oturan sarı gaciler ile bunların başıma getirdikleri hakkında Sizlere biraz yazdığımı da hatırlıyorum.Hayır orasını tekrar tekrar anlatmayacağım hemen paniklemeyin.

Ama o gecenin vukuatlarından biri de yan,ön,karşı derken masalar arasında aşıkların şiir,türkü atıştırması benzeri atışmalara geçilmişti.Bizim masada ki bülbül sesliler şakımaya başlayınca,aslan sütünün verdiği gazla ve azıcık da ben ‘kimin kızından geri kalırım.’ diyerek ‘Beni buralarda arama arama Anne’m’’ diye bir başla şunlara dedim.

Sonra ağlatmayayım garipleri eğlensinler mi dedim, yoksa cırtlak sesimi duyan bilmem kaçıncı kattan atlar canından olur’’ diye mi acıdım dı. Şimdi unuttum..

Bilahare şu cetvel neyin deyip sokuşturanı artık unutmam yazdım bir yere,İstanbul'a geldiğinde tek ayak üstünde rakı içirtmez isem ne olayım.



Saygılarımla

AnnE
06-03-2006, 12:54
Muhteremler ;
Yukarlarda bir yerlerde yalakalığından bahsettiğim, üçüncü Ahmet zamanının eşcinselliğinden kıllanılan şairi Nedim’in aşağıdaki dörtlüğünde adı geçen Sadabad’ı bileniniz bilir.Bilmeyeninize de ‘’yuh artık!’’ derim sadece.Lise ikinci sınıfların Edebiyat kitaplarında, bazı yerleri yok sayılarak öğretilen bu şarkı kıvamındaki şiirde Nedim , serv-i revan tabir ettiği aşığı ile yaptığı ( belki de hayal ettiği) oral ilişkiyi anlatmaktadır ki bizim konumuz bu değildir.Ha bu da olabilir ama bu konuda yapacağım bilimsel açılımların bazılarına fazla ağır geleceği ve forum kuralları falan gibi boş bir münakaşa platformu açılacağından imtina ederim.

İzn alub Cum’a namâzına deyu mâderden
Bir gün uğrulayalım çerh-i sitem-perverden
Dolaşub iskeleye doğru nihân yollardan
Gidelim serv-i revânım yürü Sa’d-âbâd’a

Bu Sadabad adı verilmiş mekan , 16. yüzyıldan 1930 küsürlere kadar İstanbul’un kesişme,sözleşme,buluşma,götürme ve hatta yiyişme bölgesi idi.Her sınıftan vatan evladı ile meslek erbabı hanımlar buralarda alemi ab eylerler idi.Buralardaki köşkler ve kasırlar Patrona Halil çapulcuları tarafından yağmalanmışsa da sonraları tekrardan toparlanmış ve nihayetinde gerek saçma nüfus artışının kanalizasyonsuz şehirleşmesi ve gerek saçma sanayileşmenin arıtmasız kimyasalları ile Patrona Halil yancılarının yaptığından beter hale getirilmiştir.

Biz bu bölgeye artık kısaca Kağıthane diyoruz.
Burada , Sadabad Camii’ninde içinde bulunduğu , şimdilerde Kağıthane Belediyesi olarak kullanılan kışla bir zaman öncesine kadar MSB Levazım ve Maliye Okulu olarak kullanılmıştır. Kağıthane deresinin boklu suyundan sıyrılan bol metan ve ağır kimyasallı sis altında binlerce vatan evladı Levazım eri ve erbaşı , Levazım Assubayı , Asteğmeni olarak eğitim alırlardı.İki tarafı da yüksek tepelerle çevrilmiş olan bu vadide güneş , İstanbul’un geneline göre daha geç doğup daha erken batardı. Bu garnizonun en düzgün binası , Subay-Astsubay içtima alanına bakan cephesi ile yedeksubay öğrenci yatakhanesi ve derslikleri olarak kullanılırdı.

Sabahın seher vaktinde , akşamdan hamamcı olmuş talebeler ve her hafta sonu evci çıkan İstanbulluların titizleri ve evci çıkamayan Anadolulu öğrencilerin bir kısmı içtima alanının karşısındaki hamama doğru koştururken , diğerleri kalk talimatı ile kalkmış hela sırası beklerler idi.Ayak ve ter kokuları , derenin lağım kokusu ile yer değiştirsin diye koca koca pencerelerin bütün camları açık olurdu.İşte o bok kokulu sisin pencerelerde hücum ettiği esnada , kışlanın herbir yerine asılmış anons hoparlorlerinden bir cızırtı eşliğinden şu melodi duyulurdu :

Mazide kalan hatıra gibi
Şevkatli kollarını aç bana anne
Geceler çok soğuk, sessiz ve karanlık
Üşüdüm, üstümü örtsene anne

Anne, anne, anneciğim

Yanımda olmanı ne çok isterdim
Dizine yatıp ta uyurdum anne
Dilimde dua gözümde rüyasın
Seni çok istedim hasretim anne

Anne, anne, anneciğim

Uyandım uykudan aradım seni
Sağıma soluma bakındım anne
Geceler çok soğuk, sessiz ve karanlık
Üşüdüm, üstümü örtsene anne

Anne, anne, anneciğim...

İşte o anlarda , herbiri kendini Levazıma seçildiği için ballı sayan yirmi ila otuz yaş arası genç erkeklerde ne ballılık, ne erkeklik ,ne askerlik kalıverirdi.Kimse birbirinin yüzüne bakmaz camdan , duvardan dalıp giderken , Doğan Binbaşı’nın birdaha ne zaman Nöbetçi Subayı olup bu hoş işkenceyi yapacağını merak ederlerdi.

Master
06-03-2006, 13:27
Bu yazı gerçekten de ilgilizce bilmeyenlerin de anlayabilmesi bakımından zahmete girip tercüme edilmeyi, değilse bile en azından özetlenmeyi hakediyor, sn Trusty. Özellikle “basher” sınıfları ve kurallar.

Evet daha anlaşılır olması için;

Bunu başka bir tahtada buldum.
----
Bugün, kendimi suçlu hissettiğim bir konuda kendimi temize çıkarmak istiyorum.
Yapmış olduğum bazı işleri geriye çeviremem ancak ümit ederim ki bu mesaj gelecekte benzeri olayların oluşmasını önler.
Ben maaşlı bir basherim (hisse senetlerinin kasıtlı olarak fiyatını düşüren kişi).
Evet, bu doğru. Bugün benim bu şirketteki son günüm. Yeni bir işe başlıyorum.
Ama gitmeden önce birkaç hususu açıklamak istiyorum. Çünkü bu doğru değil ve bu sahtekarlığı ortaya çıkarmadan kendimi iyi hissetmeyeceğim.
Pek çok insan acı çekti ve bunu artık vicdanımda taşımak istemiyorum.
Bu yalanı daha fazla taşıyamayacağım.
Stamford, CT’de Franklin, Kramer & Edelstein adında bir şirkette çalışıyorum.
Temel olarak, aynı adı taşıyan filmdeki şirket gibi bir kazan dairesi.
Grubumun çalışma prensibi şirketlerin hisse senetlerinin fiyatını şirketimizin servisinden yararlanan yatırımcı grubunun hisseleri kelepir fiyatlara alması hatta söz konusu şirketi devir almalarına yetecek kadar düşürmektedir.

Şirkette, değişik gruplara bölünmüş yaklaşık olarak 70 çalışan vardır.
5 kişiden oluşan benim grubum BIFS’den sorumludur.
Şu anda burada çalışanların ismini vermemem gerekiyor, ama bana vız gelir, buradan ayrılıyorum, ne yapabilirler ki bana? Mahkemeye mi verecekler yani!
Geçen hafta ayrılıncaya kadar GUTTWRENCH ve Richardphx'ın benim grubumda olduklarını söyleyebilirim.
Bu grubun diğer üyeleri Epiphonics ve Simontaz gibi ilk basherler.
Amato7 ve BIFWATCHER gibi bazı spekülatörlerin de bu sahtekarlığın bir parçası olduklarını öğrenmek ilginizi çekebilir (daha fazla bilgi ileride).
Hisse senedi fiyatı düşürme işiyle uğraşan başka şirketler de var. Bizim ki tek değil.
Ancak, buradaki bütün fiyat düşürücülerin ücretli olmadığını söyleyebilirim.
Bu işi iki yıldan beri yapan birisi olarak kimin ücretli kimin de bu işi yalnızca zevk için yaptığını genellikle anladığımı söyleyebilirim.
Ücret almayan basherlar benim gibilerden farklı bir motivasyonları varken nihai hedefimi gerçekleştirmekte bana istemeden de olsa yardakçılık yaparlar. Ayrıca borsada dedikodu ve karmaşa yayarak bana yardımcı olurlar.
Hedef nedir? Ben yalnızca çok büyük bir makinenin dişlisiyim, bu sebeple patronlarım bana işin aslını hiçbir zaman açıklamadılar. Ancak şunu söyleyebilirim, özde GUTTWRENCH haklıydı.
SWOMI ile samimi olan bazı şirketler var, bazıları da ondan ölesiye korkuyor.
Burada Franklin, Andrews, Kramer & Edelstein’da üç tür basher var:
İleri, Orta ve Başlangıç. İleri düzey basher (Gümüş Dilli Şeytan adıyla da bilinir) şirket hakkında yanlış veya yanlış yönlendirici bilgiler yayar.
Gerçeklerle, uğraşırlar, makale yazarak karşılık verirler, şirket hakkında olumsuz izlenim veren makale yazarlar, haber ve kamuoyu anketleri hazırlarlar.
Orta düzey basher (ayrıca Yılan olarak bilinir) kar etme amacıyla elde tutulan hisse senetlerine sızar ve dedikodu veya kinaye yoluyla şüphe yaratmaya çalışır.
Son olarak başlangıç düzeyinde ki basher (ayrıca Yaba olarak bilinir) diğer alıcıların dikkatini alayla, lakap takmayla ve anlamsız tartışmalarla dağıtarak borsada karışıklık yaratmaya çalışır.

Burada hedef, hisse senedi hakkında ciddi tartışmaları yapılmasını önlemektir ( herkesin CMSX’teki trapezeoid43 tahtaları okumasını öneririm…, kayda değer bir tahta bile yok… bu sanki T gibi)
Yabalar genellikle basherdir, ama olmayabilirler de.
Bazen bir tartışmanın sürdüğü yanılsaması yaratmak için Amato7 veya BIFSWATCHER gibi bir hypster () yaba ortaya atabiliriz.
Gerçekten de komik olan bir (sanırım sapıkça) olayda Amato7 ve ben birlikte oturarak sürekli gülüşmüştük.
O zamanlar yapaydım. Yaptığım iş karşılığı saatlik temel ücretim 12 dolardı. Günlük 100’ün üzerindeki tahtaların adedine 1$ ikramiye ve hisse senedinin bir önceki aya göre düştüğü her sent için aylık 100$ ikramiye alıyordum.
Ayrıca hafta sonları hisse düşürme işi yaparsam ikramiye alıyordum. Bunlar çok gibi görünmeyebilir ancak bordromda, gerçekte haysiyetsiz, olsa da oldukça iyi bir ücret oluşuyordu.
Ekip arkadaşlarımızla birlikte bir küme oluşturan küçük yarı-küp şeklinde oturuyorduk.
Gruplar (genellikle beş kişi) üç yeni başlayandan (ikisi fiyat düşüren ve bir tanesi hype) bir orta ve bir ileri düzey fiyat düşürücüden oluşuyordu.
Bazen revaçtaki hisse senetlerinden birisi için yeni başlayanlardan bir tanesinin yerine hisse senedinin yükselmesine bağlı olarak bir orta alınabilirdi.
BIFS düşük düzey hisse senediydi, yani 3-1-1 konfigürasyonundaydı.
Bazen JPACK2’nin bir basher şirket için çalışmış olduğunu veya bu işi yapan birisini tanıdığını düşünürdüm çünkü bazen ortaya çıkardığı “Basher elkitabı” bizim kullandığımıza çok benziyordu.
Kelimesi kelimesine aynı olmasa da yüzde 90 aynı olduğunu söyleyebilirim.
Uyduğumuz kesin kurallar vardı:
İlk olarak bir karakter yaratmak ve bir “taraftar kitlesi” oluşturmak için söz konusu karaktere uygun davranmak zorundaydık.
Benim karakterim “Firebird_1965” ifade özgürlüğünün sarkastik, menfur bir destekçisiydi, ancak bu yalnızca basherlarla ilgiliydi.
Daha sonra, ne söyleyebileceğimizi belirleyen kesin kurallara uymamız gerekiyordu.
Uzun vadeli senetlerle ilgili her soruya bir “cevabımız” olmalıydı ancak bu cevabı soranı böyle bir soru sorduğuna pişman edecek şekilde cevaplamalıydık.
Ancak hiçbir zaman küfür veya kaba sözler kullanamazdık çünkü bu insanların bizi dikkate almamasına sebep olabilirdi.
İnsanlarla dalga geçiyorduk ancak bunu medeni bir şekilde yapıyorduk.
Burada amaç “oyun” oynamaktı. Yani diğer alım yapanlardan reaksiyon almaktı.
Biz ne kadar oyun oynarsak borsa o kadar rahatsız olurdu.
Dikkate alınmayan alım yapanlar oyun oynayamaz.
Bir istisna hypster olurdu. Hisse senetlerini bizim saldırılarımıza karşı “savundukları” için onlar biraz daha ayrıcalıklıydı.
İnsanlar hypster ile oturur ve onları kendi taraflarında sanırlardı. Bu kişiler aslında bizim tarafımızdan olup borsayı rahatsız etmekte bize yardımcı olurlardı.
Padelcars bu işi iyi yapıyor ve iyi maaş alıyor.
Yaklaşık üç aydan beri BIFS, TSRG, MXII ile çalıştım.
Firebird_1965 takma ada ek olarak BIFS’ta ve birkaç diğer tahtada başka takma adlar kullandım. Firebird_1965’i daha çok tercih ediyorum çünkü en çok oyun oynamamı sağlayan bu takma ad.
Son olarak şunları söylemek istiyorum: yaptıklarımdan çok pişmanım. Dürüst, çalışkan insanları kendilerine zaten ömür boyu yetecek kadar paraları olan birkaç zengin için yatırımlarından ayırma amaçlı tasarlanmış bir sahtekarlığın bir parçası olmak berbat bir şey.
Bu açgözlü insanlar DURDURULMALI. Bu yazıyı bu sebeple bırakıyorum.
Yaptığım hasarın bir kısmını gidermek istiyorum.
Bu yalanla daha fazla yaşayamam.
Her sabah işimin aldatma ve yalan söyleme olduğunu bilerek aynaya bakmanın ne kadar zor olduğunu tahmin bile edemezsiniz.
Artık gitmeliyim. Daha fazla devam edemeyeceğim.
Bu itirafın yaptığım eylemleri telafi edeceğini ümit ederim. Bu yazıyı okuyan herkesin bunu kopyalayarak mümkün olduğu kadar fazla sayıda kişiye göndermesini rica ederim.
Yalnızca gerçeğin ışığını parlatarak bu sıçanları geldikleri karanlık deliklere gönderebiliriz. İnanın bana, gündeme gelmek istemiyorlar.

Büyük bir vicdan azabıyla,
Tom Martin
Diğer adı “Steve Tracy”
“Firebird_1965”

bikmisbroker
06-03-2006, 15:40
...........................................
Vakti zamanında Nizam Pide toplantısından çıkınca Sn Babo ve Sn Berg ile İstiklal Caddesinde adını bilemediğim bir yere girmiştik.O gece yan masada oturan sarı gaciler ile bunların başıma getirdikleri hakkında Sizlere biraz yazdığımı da hatırlıyorum.Hayır orasını tekrar tekrar anlatmayacağım hemen paniklemeyin.

Allah Razi olsun Sayin Ali Hocam, iyi ki anlatmiyorsun..:D



Ama o gecenin vukuatlarından biri de yan,ön,karşı derken masalar arasında aşıkların şiir,türkü atıştırması benzeri atışmalara geçilmişti. Bizim masada ki bülbül sesliler şakımaya başlayınca,aslan sütünün verdiği gazla ve azıcık da ben ‘kimin kızından geri kalırım.’ diyerek ‘Beni buralarda arama arama Anne’m’’ diye bir başla şunlara dedim.

Ya Maazallah bi de anlatsan??...:D:D
(Saka bir yana ama "sanal alemde nasil Malamat olunur?" Bir ornek ile anlatiniz, denirse elimde bir ornek var artik..)

Gelelim bu "Trusty... Zeki bakisli, suna duruslu bir Arka Bahceli" ye, belli ki memleketten 15 senedir AYRI olmanin verdigi HAFIZA zayifligi ile ulkemizde KILIFA bile gerek gormeden cevrilen DOLAPLARI cok cabuk unutmus...(Bkz, son Unakitan hadiseleri)

Belli ki, Dunyanin neresinde olursa olsun, insan olmanin verdigi zaafiyet ile kanunlardaki bosluklarin birlesmesi neticesinde cevrilen dolaplarin haddi hesabi YOKTUR.

TEK FARK, bizde mevcut kanun ve yonetmeliklerdeki bosluklarin, had safhada olmasi, (Hatta mevcut kanun ve yonetmelikler hazirlanirken-ilerde kullanilmak uzere-Bosluklar birakilmasi da bu mantigin neticesidir) ONLARDA ise cesitli vesileler ile farkedildikleri takdirde hemen duzeltilmeleri yoluna gidilmesidir.(Olmasi gereken de budur)

Ulu onder Ataturkumuzun "Cagdas medeniyet" seviyesi ile kasdettigi de budur, bu mantikdir, bu devlet anlayisi, bu liderlik vasfidir!!

Merak ediyorum, Acaba bizdeki hukuki bosluklar onlarda olsaydi, bizdeki vurdumduymazlik onlarda olsaydi, bizdeki duzensizlik onlarda olsaydi bizden kac kat daha fazla abartirlardi??

zumbul
07-03-2006, 09:47
Artık anlamı olmayan bir kelime olmuştu, ARTIK...Zaten Yanlış herkeze aitti...

Geçilemez tepeler geçiliyor,her iniş için telaş yapılıyor..Çukur,tümsekten sonra değil dedi....

Kendi doğrusunda devam edecek;)

Bahsi geçen çukurun nasıl bir çukur olduğu konusun da tereddütlerim var.
cehennem çukurlarından bir çukur mu?
yoksa mezar çukuru mu?:)

zumbul
08-03-2006, 13:22
mezar,
cehennem çukurlarından bir çukur oldu...

Süvari
08-03-2006, 13:42
''Yaşanan ve yaşanacak olan bu Bütünsel Doğru, kendi işlevinin sunuşunu yaparak, birikmiş hüzünlerle gelişmekte olduğuna inanılan neşelere değişik vurgular yaparak, tahmin etmekle yanılgılı bir çukura düşüldükten sonra, Özlemler ötesi bir tepede sonbulacağı sanılan değerlerin değerlendirmesi de kendi yapısında şok yanılgıları sunacak ve kabul ettirecek...''

Bilinmeyen merak ve bütünün doğrusu..

Bu yazı 25-02-06 tarihinde Arka Bahçe topiğinde (4 numaralı mesaj) NET olarak yazılmıştı.
Ertesi gün (ki Cumartesi idi. Yani pazartesi) 47728 kapanışı gördük. Sonraki gün ise 48192 maks noktası görüldü. Bir hafta sonra nerdeyiz bilmiyorum. Çukurdamıyız daha varmı ... Bakacağım adres belli.
Bakın ama doğru adrese.

Teşekkür ederim Efendi Master.

zumbul
08-03-2006, 13:55
''Yaşanan ve yaşanacak olan bu Bütünsel Doğru, kendi işlevinin sunuşunu yaparak, birikmiş hüzünlerle gelişmekte olduğuna inanılan neşelere değişik vurgular yaparak, tahmin etmekle yanılgılı bir çukura düşüldükten sonra, Özlemler ötesi bir tepede sonbulacağı sanılan değerlerin değerlendirmesi de kendi yapısında şok yanılgıları sunacak ve kabul ettirecek...''
Teşekkür ederim Efendi Master.

Bu kısım bir kaç kere okunup iyice bellenmeli diyorum,
çünkü ben üç dört kez okudum,hala tam manası ile anlayamadım.
Her kelime tek tek hafızalara nakşedilmeli.

AnnE
08-03-2006, 14:17
''Yaşanan ve yaşanacak olan bu Bütünsel Doğru, kendi işlevinin sunuşunu yaparak, birikmiş hüzünlerle gelişmekte olduğuna inanılan neşelere değişik vurgular yaparak, tahmin etmekle yanılgılı bir çukura düşüldükten sonra, Özlemler ötesi bir tepede sonbulacağı sanılan değerlerin değerlendirmesi de kendi yapısında şok yanılgıları sunacak ve kabul ettirecek...''

Bilinmeyen merak ve bütünün doğrusu...

Ahaliciğim ;

Anladınız mı niye burası Arkabahçe ?

Evet ; anladınız,onun için buralarda sürtüyorsunuz.
Bu bahçenin marifeti Çok net şeyleri çok net ifadelerle yazmak değil ; beyin kıvrımlarını kıvrım kıvrım kıvrandırarak ifade edebilmektir.Bunu zaten biliyoruz.

Bu arada ufak bir nostalji yapalım ;
http://i44.photobucket.com/albums/f25/avrogida/AnnE.jpg

Gozlemci
08-03-2006, 14:31
Belli ki, Dunyanin neresinde olursa olsun, insan olmanin verdigi zaafiyet ile kanunlardaki bosluklarin birlesmesi neticesinde cevrilen dolaplarin haddi hesabi YOKTUR.

TEK FARK, bizde mevcut kanun ve yonetmeliklerdeki bosluklarin, had safhada olmasi, (Hatta mevcut kanun ve yonetmelikler hazirlanirken-ilerde kullanilmak uzere-Bosluklar birakilmasi da bu mantigin neticesidir) ONLARDA ise cesitli vesileler ile farkedildikleri takdirde hemen duzeltilmeleri yoluna gidilmesidir.(Olmasi gereken de budur)

Merak ediyorum, Acaba bizdeki hukuki bosluklar onlarda olsaydi, bizdeki vurdumduymazlik onlarda olsaydi, bizdeki duzensizlik onlarda olsaydi bizden kac kat daha fazla abartirlardi??

Cok guzel bir tespit, benim de bu yaziya eklemek istedigim bir iki cumle var. Biz ile onlar arasinda bir fark daha var. Dediginiz gibi diger ulke insanlari belki bizimkilerden daha hirsiz, daha dolandirici. Fakat, Batili bir ulke, bu kural tanimazlari yakalarsa, mutlaka cezasini veriyor. Bizde ise, yakalansa bile ceza verilmiyor. Ornek: 11 trilyonu goturene ev hapsi!, bazi kisileri zaman asimindan kurtarma, meclisde birbirini aklama, vergi aflari, yasak yere park etme......

Kisacasi, bizde suc yapanin yanina kar kalir, orada yakalarlarsa adamin burnundan getirirler. Biz, ne zaman kurallarimizi ve yasalarimizi hakkiyla uygularsak, o zaman bekledigimiz ekonomik ve toplumsal gelismeye kavusuruz. Aksi takdirde daha cok bekleriz.

bikmisbroker
08-03-2006, 21:02
.................................................. ..........
Fakat, Batili bir ulke, bu kural tanimazlari yakalarsa, mutlaka cezasini veriyor. Bizde ise, yakalansa bile ceza verilmiyor. Ornek: 11 trilyonu goturene ev hapsi!, bazi kisileri zaman asimindan kurtarma, meclisde birbirini aklama, vergi aflari, yasak yere park etme......

Kisacasi, bizde suc yapanin yanina kar kalir, orada yakalarlarsa adamin burnundan getirirler. Biz, ne zaman kurallarimizi ve yasalarimizi hakkiyla uygularsak, o zaman bekledigimiz ekonomik ve toplumsal gelismeye kavusuruz. Aksi takdirde daha cok bekleriz.

Hocam oyle bir konu ki bu....
Daha fazla desmeyelim, dertlerimizi buraya yazmaya baslarsak SiYASi TOPiC olacak bu topic, (Hic istemedigim/istenmeyen bir durumdur) Sadece son bir satir ekliyeyim bu yazdiklarina;
Bizde Bir de CEZA verilmedigi gibi ustune ustluk Bir sekilde CEZA alip HAPSE girenler de 3 kurusluk OYYYY ugruna AF edilip disari saliniyorlar..
Nerde var ADAM oldurenin 3 yilda disari ciktigi? Nerde var Kanun tarafindan MAHKUM edilenin SiYASi LiDER tarafindan AFFA UGRADIGI?
Sadece 3.cu Dunya ulkelerine HAS (Uganda ve idi amin tarzi) uygulamalar bunlar.

bikmisbroker
08-03-2006, 21:05
Ahaliciğim ;

Anladınız mı niye burası Arkabahçe ?

Evet ; anladınız,onun için buralarda sürtüyorsunuz.
Bu bahçenin marifeti Çok net şeyleri çok net ifadelerle yazmak değil ; beyin kıvrımlarını kıvrım kıvrım kıvrandırarak ifade edebilmektir.Bunu zaten biliyoruz.

Bu arada ufak bir nostalji yapalım ;
http://i44.photobucket.com/albums/f25/avrogida/AnnE.jpg
Beynim ZONKLUYOR.. Ne Persembeymis yahu??:D:D:D

Trusty
08-03-2006, 22:08
Allah Razi olsun..."Trusty... Zeki bakisli, suna duruslu bir Arka Bahceli"[/b][/U] ye, belli ki memleketten 15 senedir AYRI olmanin verdigi HAFIZA zayifligi ile ulkemizde KILIFA bile gerek gormeden cevrilen DOLAPLARI cok cabuk unutmus...(Bkz, son Unakitan hadiseleri)



Burada konu, sahtekarligin, dolandiriciligin, hirsizligin muselleslesmesi...yok, mushillesmesi...yok,muesseselesmesi...hah.

O nu seedelim dedik ..:p

Ramo
09-03-2006, 00:41
-Bahar geldi.Dağlar, tepeler çicekleri,yeşilleri giyinmeye,çiçeklerde allı,morlu,sarılı görünüp bir yolcunun dikkatini çekme peşindeler.En güzel kokularını sürünmüş,esen melteme dost savururlar rüzgarla dört bir yana kokularını kır çiçekleri .Ne güzel der Cahit Sıtkı şiirinde;

Damlardaki kar, saçaklardaki buz ,
Kanı kaynayan suya dar geliyor.
Haberin var mı? Oluklardan
Akan su sesinde bahar geliyor.

-Böyle güzel bir bahar günü düştük yollara o tepe benim şurası senin derken epeyce bir yol alıp, aşılmaz dediğimiz sekileri,yokuşları bir, bir zorlamışız.Her mola verdiğimiz yerde gözümüzü kır çiçeklerinin allı yeşilli büyüsü kaplamış.Hep yukarılar daha güzeldir diyerek,daha bir zirvelere tırmanmışız.Yokuş çıkarken insan hep gözünü yukarlara dikiyor.Hele benim gibi ayağınız bir kaysın. Geçtiğiniz uçurumlar,yarlar,tepeler bir korkunç gözüküyor gözünüze.Durumun özeti şudur ki çıkarken arkamıza bakmak gelmiyor.Hep yeni bir zirve heyacanını yaşamak,adrenalini almak istiyor adem oğlu.Hele bir ayağınız kaysın hele birkaç adım bir sürüklenin aşağıya,çıkmanın zevkinin,hızla inmenin yanında ne kadar aciz kaldığının farkına varacaksınız.Beklide kaybetmeyi sevmeyen biz insan oğlunun bir eksikliğidir bu.Düşmeyi sevmiyoruz.

-İnerken de çıkarken de yanlış ata,yada eşeğe binmiş olanlarımız da vardır.Hele şu meşhur Enver ağanın eşeğine binenlerin yüzünün hiç güldüğünü görmedim.Bir dinle bin ah işit.Bir dost “Şunu kısa bir süre tut”dedi.Biz de yarım vole bir çifte yedik enver ağanın eşeğinden.

-Sizi dağ tepe çıkaracak,uzakları yakın edecek bir at,yada eşek de edinmek marifet.Bilmiyorsanız,ustasına danışın.Yada öğrenmeye bakın.Biz öğrenemedik.Bizim kafa zorlanıyor,çarkı döndürmekte.Tema vakfından çevreci bir dost gördü.Kelliğine acıdı bizim kafanın"üçbeş fidan vereyim de dik "dedi.Orda burda,uzak da yakında bizim gibi cahillerle dağcılık deneyimlerini paylaşarak bugünlere kadar,kazasız belasız getiren başda SENSEİ dostuma,DR larıma üçbeş kadar varlar,herhal kocaman teşekkürler.Dağları tırmanırken yanık türkü söyleyen bir kocakarı vardı.Hem sesi hemde sözü güzeldi.Hem gönlümüze bilgeliği hemde sevgiyi verdi..Velhasıl gidilecek dağa yerler var desede usta.
Dağlar sizinle güzeldi efem.

Siz, siz olun.
Dağ tepe çıkarken inişi olduğunu,
Ara sıra arkanıza bakmayı.
Düşenin dostu olmaz deyişini unutmayın.

Trusty
09-03-2006, 20:50
Şirketin Seri XI No:25 sayılı tebliğ hükümlerince hazırlanan bağımsız denetimden geçmiş mali tablosunda yer alan 42.782.712 YTL tutarındaki karından

Yönetim Kurulu teklifinde yer aldığı şekliyle; TTK’nun 466. Maddesi gereğince

Şirket yasal karı üzerinden 2.242.623,95 YTL tutarında I. Tertip Yasal Yedek Akçe ayrılması,

SPK’nun Seri IV No:27 sayılı tebliği gereğince 16.678.974 YTL tutarındaki 2005 yılı gerçekleşmemiş sermaye kazançlarının (menkul kıymetlerin değerlemesinden kaynaklanan değer artışları) Özel Yedeklere aktarılması,

%25 (brüt=net) oranında 7.500.000 YTL tutarındaki temettünün ortaklarımıza bedelsiz hisse senedi olarak dağıtılması,

kalan 16.361.114,05 YTL’nin ise Olağanüstü Yedeklere aktarılarak konuyla ilgili işlemler için Şirket yönetiminin yetkili kılınmasına,

Vergi mevzuatı hükümlerine uygun tutulan Şirket yasal kayıtlarında yer alan 44.852.479 YTL tutarındaki karın da aynı şekilde dağıtıma konu edilerek kalan bakiye tutarın Geçmiş Yıl Karlarına aktarılmasına,

Trusty
09-03-2006, 21:19
"Siyaset mahkeme salonuna girerse, adalet oradan çıkar."

Guizot

"Adaletsizliği, bir yangından daha çabuk önlemeliyiz."

Heraklit

"Bir saat adaletle karar vermek, bin saatlik ibadetten hayırlıdır."

Hz.Muhammed

Haksızlığa sapıp bütün insanların seni izlemeleri yerine, adaletli davranıp tek başına kalmak daha iyidir."

Mahatma Gandi

"Bir tek kimseye yapılan adaletsizlik, bütün topluma yapılmış bir tehdittir."

Montesquieu

"Kuvvetsiz adalet zayıf, fakat adaletsiz kuvvet zalimdir."

Voltaire

"Zulüm kapıdan girerse, adalet bacadan çıkar."

Kaşgarlı Mahmut

"Adaletsiz bir ülke mezbahadan farksızdır."

Clemenceau

"Adalet, yolunu şaşırırsa insanlar başıboş bir karışıklık içinde kalır."

Confucius

"Kuvvetliler için, zayıflara karşı âdil olmak güçtür."

De Valera

"Adaletsizlik, hükme acılık, geciktirme de tatsızlık verir."

François de Sales

"Zayıf daima adalet ve eşitlik ister ama, bunlar kuvvetlinin umurunda bile değildir."

Aristo

"Silahlı adalet, en kötü adaletsizliğe bedeldir."

Alain

VAZİFEYİ İHMALE SÜRÜKLEYEN MERHAMET MEMLEKETE İHANETTİR...

M. Kemal ATATÜRK

Ömmes
10-03-2006, 02:22
Biraz arabesk olacak ama bunu keşfettiğimden beri rahatım.

Sayın Trusty,

Adaletin bir paradigma olduğuna bilmem katılır mısınız? İster kişiler, ister devletler için olsun, içinde bulunulan durum ve şartlar, adalet gerektiren haksızlığa maruz taraf, veya türlü çeşitli kıstaslara göre değişkenlik gösteriyor. Trafikte sağ şeritte giderken soldan birisinin önünüze atlayıp sokağa girmesine sinirleniyorsunuz. Ama siz soldayken ve sokağa sapmanız icabediyorken sağdaki araba yol vermeyince gene sinirleniyorsunuz. Bu bir paradigma oluyor. Bütün bilim tarihi onun sözlerinin altına düşülmüş bir dipnot iken kendi devrinde Eflatun, köleliğin yılmaz savunucusu idi. Oligark Eflatun devletti ve inancı hukuk idi. Bu da bir Paradigma oluyor. Bugünün sosyal devlet anlayışı tüccara haksız görünür. Ulus devlet sürdüğü müddetçe bunun değişmesi zor, ama ya değişirse. O zaman da bir paradigma'dan bir diğerine geçiş yapılacaktır.

Şimdi aslında bütün bunlar saçma. Adalet insanın vicdanıdır, ve kavram olarak da insanın şu dünyada alıp alacağı en mühim derslerden birisi olduğuna inanıyorum. Vicdan'ın sesi mute edilmişse hangi sosyal hukuk devleti adaleti sağlayabilir? Kaldı ki vicdan bile belki bir eğitim ve görgü gerektiren paradigma olabilir.

Doğada adalet nasıldır?

Kantinden çay alacağımız zaman sıraya gireriz. Birisi ön taraflara kaynamaya çalıştığında bunu bir adaletsizlik olarak görüp şarlarız. Çünkü biraz sabırlı olmak kaydiyle herkes çay alacaktır. Pekala yaşam nasıl başlar? Milyon tane doğum kuyruğuna girmiş küçük adam koşmaya başlar, birbirlerini iter kakarlar, tekmelerler, hiç birisi de "arkadaşlar sakin olun, sırayı bozmayın, hepimiz doğacağız" demez. Bugünün adalet standardı mutlak ise şayet, adaletsizlik yaşamla başlar denebilir mi?

Discovery'de onbeş dişisi olan ve günlük mesaisinin çoğunu ölmeden şu işi bir kerecik yapmak isteyen densizlerin kafasını gözünü yarmakla geçiren gorilleri, yaraladığı dünya tatlısı bir antilop yavrusunu öldürmeyip tam bir gün oynayarak can çekiştiren aslanları görünce insan adaleti düşünüyor. Sahi var mı? Hatta olabilir mi?

Doğada adalet kendini idame ettirmeye dayanıyor maalesef, peki doğanınkinde mi problem, insanınkinde mi? Yoksa ikisi de mi problemli?

İnsan doğayı zapturapt altına almağa kalktı, doğada dörtgen diye bir geometrik hadise yokken dörtgen tarlalara belki de oraya ekilmek istemeyen tohumları ekti. Ama gene de doğa yapacağını yaptı, ya bir zaralı böcek musallat etti, ya toprak çoraklaştı. Adalette de bir benzer durum yok mu? Koskoca bir şirket niçin bizim gibi bir takım zavallılara temettü versin ki? Doğada olsa hayatta vermez, hatta yolumuzu kesip altınların yerini söyleyene kadar pataklar, bizim altınları da faaliyet dışı gelirlere yazardı. Şimdi sağolsun sosyal devletimiz, biz zayıflara hayat hakkı tanınıyor, şirketler yol kesmiyor. Ama buna karşılık, kuruluş mantığı temettü vermek olan bir yatırım ortaklığı raporladığı, muhtemelen namevcut bir karı kullanıp, temettü adı altında bedelsiz sermaye arttırımı yapıyorsa*, korkarım şirket bunu aklileştirmeyi başarmış, doğa'nın kendini idame ettirmeye dayalı adalet anlayışı, dibine kadar bizim sosyal hukuk sistemimize girmiş bulunuyor. Daha da neler aklileştirilmedi sosyal hukuk sistemimizde.

Düşündükçe iş büyüyor, insanın dindar olası geliyor. Şu hayatta adil bir tek şey var mı? Sonucu sıfır olan bir koca oyun, birinin adaleti diğerinin çilesi oluyor, işin içine doğayı da katarsak. Korkarım bir tane keşfettim. Hem de öyle az, orta halli, çok gibi derecesi olmayan, mutlak olan bir tane. O adalet herkese düşüyor, ve bir tane düşüyor, ve öylesine adil ki, ne yaşa, ne başa, ne bu büyük dersten kendine bir pay çıkartmış olup olmamasına, ne de başka bir şeye bakmıyor. O sadece geliyor. Hasılı düşüncenin sosyal yönleri ne kadar tehlikeli olursa olsun, belki, belki yaşamla başlayan adaletsizlik gene yaşamla sona eriyor.

Saygılarımla,

*: Kardan hisse senedi dağıtımına temettü denmesi yasaklansın.

Master
10-03-2006, 09:43
Düşündükçe iş büyüyor, insanın dindar olası geliyor. Şu hayatta adil bir tek şey var mı? Sonucu sıfır olan bir koca oyun, birinin adaleti diğerinin çilesi oluyor, işin içine doğayı da katarsak. Korkarım bir tane keşfettim. Hem de öyle az, orta halli, çok gibi derecesi olmayan, mutlak olan bir tane. O adalet herkese düşüyor, ve bir tane düşüyor, ve öylesine adil ki, ne yaşa, ne başa, ne bu büyük dersten kendine bir pay çıkartmış olup olmamasına, ne de başka bir şeye bakmıyor. O sadece geliyor. Hasılı düşüncenin sosyal yönleri ne kadar tehlikeli olursa olsun, belki, belki yaşamla başlayan adaletsizlik gene yaşamla sona eriyor.



Bakara (164) Şu bir gerçek ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanların yararı için denizde yüzüp giden gemilerde, Allah'ın gökten suyu indirip onunla, ölümünden sonra toprağı dirilterek üzerine tüm canlılardan yaymasında, rüzgârların bir düzen içinde yönden yöne çevrilmesinde, gök ve yer arasında bir hizmete memur edilen bulutlarda, aklını işleten bir topluluk için sayısız izler-işaretler-ibretler vardır.

Enbiya (35) Her canlı, ölümü tadacaktır. Biz bir imtihan olarak sizi şer ile de hayır ile de deniyoruz. Sonunda bize döndürüleceksiniz.

Okulda ki öğretilerin içinde belkide en önemlisi :

“ Olgunun karşısında ufak bir çocuk gibi oturun ve daha önce edinmiş olduğunuz tüm kavramları unutmaya hazır olun ve doğa sizi hangi uçuruma,her nereye yöneltirse yöneltsin,onu alçak gönüllülükle izleyin,yoksa hiçbir şey öğrenemessiniz.” Sıfırlamak gerekiyor bütün yanlış öğrenilenleri...

Enam (115) Rabbinin sözü hem doğruluk hem de Adalet bakımından tamamlanmıştır. O'nun sözlerini değiştirecek hiçbir kuvvet yoktur. En iyi işiten, en iyi bilendir O.

AnnE
10-03-2006, 11:39
Muhterem ahali ;

Şimdi burada bir tarafım ''YAZ'' , diğer tarafım '' sansürlü YAZ '' derken başlayalım bakalım.Her türlü yanlış anlayacak olanlara ta başından hürmetlerimi sunarım.

Dünyaya aldığı eğitim ve hayatın birikimleri sonucu sürekli olarak bilim ve inanış arasında çelişkiler yaşayan ve bunu etrafa mümkün olduğu kadar hissettirmemeye çalışan insan evlatları , hayatlarında işler yolunda giderken bilime , çözümler karmaşıklaştıkça inanışlara doğru meylederler.Onlardaki, tarif etmeye cesaret edemedikleri agnostik ''duruşun'' terazisi, kendine güven ve çözüm bulamama durumlarına göre bir o yana bir bu yana meyleder.

Paradigmaların verdiği huzurla, haklı hissetmenin cesaretiyle meydan okuyuş arasında gidip gelme muhtemel ki kötü bir şey değildir.Mesela Trasti'nin aktardığı tuhaf matematiksel '' yerse'' açıklaması ardından en iyi huzur bulma yolu bence Tebbet suresinde yatmaktadır .Şöyle der mealen ;

Ebu Leheb'in iki eli kurusun! Kurudu da. Malı ve kazandıkları ona fayda vermedi. O, alevli bir ateşte yanacak. Odun taşıyıcı olarak ve boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu halde karısı da ateşe girecek.


Unutmamak gerekirki , hayatın aşağı ya da yukarı eğimli dalgalarının boyları altın oran içinde saklı.Bunu söylemek ''bilimsel mi '' , izahı namümkün bir '' kutsal değişmez mi '' olduğunu elin oğlu bin küsur yıl önce kafaya takıp bir yerlere ulaştıysa ve bugün yaşayan eloğulları bu hesapı ''geleceğini güzel kılmak '' adına kullanabiliyorsa siz siz olun sonlarla sıfırların aynı şey olmadığına ikna edin kendinizi.

Düşen uçakta her ağızdan çıkan dualar bireysel sonları engelliyebililir mi ?

Bilmem ...

neron
10-03-2006, 12:27
Hayatın dip toplamı sıfır mıdır? Başlangıcınızdan sona kadar yaşam alır verir, verir alır, başlangıcı verir sonunda alır. Elde kalan nedir, defter sahibi için sıfır, çevresindekiler için kimi zaman artı kimi zaman eksi.

Peki ya hayat sizden son alışını biraz zamansız yaparsa? Ya henüz vereceği çok şey varken vermeyip de hemen alacağını tahsil etmişse? Bunun dip toplamı sıfır olabilir mi? Sıfır olamk için gelir gider defterini doğru zamanda mı kapatmalıdır, nedir bu doğru zaman? Hayat hep bu doğru zamanda mı defteri kapatmaya izin verir, ya hakkı olduğu halde erken defteri kapananlar ne yapacak? Ya onların henüz alacağı , alabileceği ve verebileceği çok şey varken, hayat gider gösterip eksi bakiye defteri kapatırsa?

Doğru mudur bu, defteri erken kapanan için hak adalet midir bu? Bilemiyorum, son 20 dakikadır bunu düşünüyorum ve sıkkınım, hem de çok.

Trusty
10-03-2006, 15:12
Doğru mudur bu, defteri erken kapanan için hak adalet midir bu? Bilemiyorum, son 20 dakikadır bunu düşünüyorum ve sıkkınım, hem de çok.

Ben de bu Arka Bahcemize katildigimdan beri,yazinin altina tesekkuru nasil koyacagimi bilemiyorum. Son iki gundur bunu dusunuyorum...:kafasız:

Nasil etsek te su Babo ogrenip, bizi tefe koymadan, bu isi ogrensek.:mad:

Aman diim neron kardes, amani bilinmi amani..?


Trusty.
Zeki bakisli gecinen korlerden...:;hayir

neron
10-03-2006, 15:19
Aldığım bir habere canım çok sıkıldı ama hayat bu, kontrol kimde?

Bir reklam aklıma geldi birden, "Kontrolsüz güç güç değildir". Kontrol edilemeyen hayat, hayat değil midir o zaman? İlla bir "şey" in anlam kazanabilmesi için kontrol altına alınması mı gereklidir?

Trusty
10-03-2006, 15:29
Düşündükçe iş büyüyor, insanın dindar olası geliyor. Şu hayatta adil bir tek şey var mı? Sonucu sıfır olan bir koca oyun, birinin adaleti diğerinin çilesi oluyor, işin içine doğayı da katarsak. Korkarım bir tane keşfettim. Hem de öyle az, orta halli, çok gibi derecesi olmayan, mutlak olan bir tane. O adalet herkese düşüyor, ve bir tane düşüyor, ve öylesine adil ki, ne yaşa, ne başa, ne bu büyük dersten kendine bir pay çıkartmış olup olmamasına, ne de başka bir şeye bakmıyor. O sadece geliyor. Hasılı düşüncenin sosyal yönleri ne kadar tehlikeli olursa olsun, belki, belki yaşamla başlayan adaletsizlik gene yaşamla sona eriyor.

Saygılarımla,



Sevgili Ommes,

Bu guzel yazin icin tesekkur ederim..

Yazi altina tesekkuru ogreninceye kadar boyle idare et.

Cok degerli Master Ustad'a tesekkurler.

Pek muhterem Valide Sultan, her zamanki zarif uslubunuz icin size de tesekkurler.

Bakiyorum da, bu son konu ilgi gormus.

Arka Bahce gibi bir site'de, bu ilgiyi yaratabilmek onemlidir.

Hepinizi oyle cok seviyorum ki...

Iyki varsiniz....

Saygi ile.

bikmisbroker
10-03-2006, 15:36
Nasil etsek te su Babo ogrenip, bizi tefe koymadan, bu isi ogrensek.:mad:
Aman diim neron kardes, amani bilinmi amani..?
Trusty.
Zeki bakisli gecinen korlerden...:;hayir


.......

Yazi altina tesekkuru ogreninceye kadar boyle idare et.

.

Olmaz oyle sey!!
Kirmizi Meşin TESEKKUR PEşiN..

Bak bu mesajin SAG altinda ALINTI yap diyor, onun hemen yanindaki Yukari donuk Basparmagin TIRNAGINA tiklican, TESEKKUR etmis olucan..
http://img.photobucket.com/albums/v85/bbroker/BORSAMIZ/tesekkur.png

DESTURRRR, orasi isaret parmagi, BASPARMAK demistik ama degilmi?? :D:D:D

TEFEkoyanbikmisbroker

Trusty
10-03-2006, 17:08
Piyasaların çok kısa vadede psikolojik olarak düşüşe artık yeter dediği ve tepki verdiği yer 41465 seviyesi oldu.

Dün bu seviyede satışlar durdu ve olağan tepkisini vermeye başladı. 41465 kısa vadedeki önemli destek eşiğimiz olmuştur.

Bu seviyenin koordinat olarak yerinin tespit edebilmesi için bir yöntem veya formül var mıydı?

Elbette ki hayır…

Piyasalarda tepe ve dip seviyelerin hangi rakamlarda olacağını belirleyip buna göre pozisyon almanın kesin olarak yöntemini bulan kişi, herhalde tüm zamanların ekonomi Nobel ödülünü almaya layık olacaktır.

Modern Portföy yönetimi konusunda büyük yenilikler getirmiş olan Markovitz ve öğrencisi Sharpe bile aday gösterildikleri Nobel ödülüne rağmen dünyanın en zengin kişileri olmayı başaramamışlardı.

Onların çalışmalarının esası, geleceği tahmin etmeye yönelik değil, portföy dağılımının risk analizi ile yapılmasıydı.

Onlar çeşitli analiz türlerini kullanmak ve riskleri kategorize etmek suretiyle portföylerde genel ortalamayı temsil eden endekse yakın veya üzerinde getiriler sağlanabileceğini kanıtladılar.

Fakat yinelemek isterim ki bu bilgi veya kanıtlama yetenekleri, kendilerini dünyanın en zengin kişileri arasına sokmaya yetmedi.

İşin latifesi, böyle bir uğraşa vakit bulabildiler mi elbette bilemiyoruz…

O halde bilgi ve doğru karar verme tek başına istikrarlı bir şekilde para kazanmanın yolu olabilir mi?

Örneklerde de görüldüğü üzere bu mümkün değil… Bunun için çok daha fazlası lazım… Para yönetimi konusunda çok dirayetli olmak gerekiyor.

Bununla ilgili bir örnek vermek gerekirse; 2002 yılının 12. ayında üçgen formasyonundan aşağı kaymaya başlayan borsada, kesin olarak satış yapmak gerekiyordu.

Satış kararı verildikten bir gün sonra yani ertesi gün senetlerin önceki günkü kapanış fiyatlarından satılması mümkün değildi…

Çünkü bu fiyatlar genel olarak tahtalarda satış durumundaydı…

Kapanış fiyatlarının bir kademe altından yapılabilecek satış yerine bir kademe üstünden yani dünkü kapanıştan satış yapmak isteyenler için birkaç saat sonra artık çok geç kalınmıştı.

Fiyatların tekrar pişman olunan noktalara gelmesini beklemek ise tam manasıyla beyhude olmuştu.

Endeks 12300 den 9700 e kadar yaklaşık 1 ayda düştü.

Her gün fiyatlar toparlanıncaya kadar neden bir kademe daha yukarıdan satmak adına ısrar ettiğimiz için kendimizi cezalandırıyorduk.

Yeniden fiyatlar satmak istediğimiz seviyelere geldiğinde ise tam 9 ay geçmiş ve büyük bir sıkışma alanından çıkmaya başlamıştık.

Endeks bu seviyelerden büyük çıkışına başlamıştı bile.

Oysa büyük kısmımız disiplinden kopmak suretiyle küçük bir hatanın semeresini çekmeye devam ediyorduk.

Alınması gereken ders; teknik ve sistematik olarak alış ya da satış yönündeki her karar ardından bulunabilen en uygun fiyattan işlemi uygulamak gerekiyor.

Fiyat kademelerindeki birbirine yakınlık dikkate alındığında; bir kademe için yukarıdaki örnekteki gibi bir çuval inciri berbat etmek, yatırımcıya bir sene, daha da önemlisi disiplinini kaybettiriyor.

Gördüğünüz gibi doğru karar almak da tek başına yeterli değil.

Para kazanmak için büyük bir dirayet gerekiyor.

Sizlere, aslında büyük portföy şirketlerinin yapmış olduğu risk dağılım sürecini bu site dahilideki uygulamalarla, kafanızı pek de karıştırmadan anlatmaya çalışıyoruz.

Portföy yönetiminin esas itibariyle profesyonellerce çok daha karmaşık yöntemlerle yapıldığını bilmelisiniz.

Bu yöntemler daha çok mu kazandırıyor diye sorarsınız; hayır, bence portföy ve fon yöneticilerinin çoğu, ortalamanın daha da altında başarı gösteriyorlar.

Dergilerdeki fon başarı tablolarına bakarsanız, bana göre ortalama başarı göstergesi olan İMKB 100 endeksinin getiri oranının üstünde başarı sağlamış fon yönetimi sayısının ne kadar az olduğunu görürüsünüz.

Gerçekten başarılı olanların fonlarını da zaten ortalama bir yatırımcı gidip marketten satın alır gibi alamıyor takdir edersiniz. Çünkü her değerli meta gibi onlar da talep çok olduğu için piyasada zor bulunur. O halde piyasalarda başarılı olmak için ne yapmak lazımdır? Tek başıma bu işin altından kalkamıyorum diyorsanız başarısız fonların getirilerine razı olmak zorundasınız. Ya da ben bu işi kendim yapabilirim diyorsanız ciddi bir şekilde bu işe eğilmek için kolları sıvamalısınız.





Yeniden gündeme dönecek olursak, piyasadaki bugünkü hareketin kırılan destek seviyelerine olan olağan bir tepki şeklinde olması normal bir piyasa davranışıydı… Dün verdiğimiz 43000 seviyesinin üstünde kalmayı başaramayan borsa, bugün eğer tekrar bunu başaramazsa 43000-40000 arasında bir sıkışma bölgesine girmesini bekliyorum. 5 dakikalık grafiklerde analiz ettiğimiz İMKB 100 endeksinde, ilk 10 dakikadaki yukarı sıçramanın ardından ikinci seansın devamı müddetince satışlarla yeniden 43000 in altına düştüğünü gördük. Piyasa yeniden satış fırsatı verir mi bilemeyiz ancak özellikle ABD ve Brezilya borsalarındaki ters yüz olma görünümü, bugüne dair yeni bir sıçrama ihtimalini azaltıyor. İlk seansın sonunda 43000 in üzerinde kalmamız piyasanın en azından güç kazanmak için istekli olduğuna yorumlanabilir. Böyle teknik görünümün çok bozulduğu ve oynaklığın (volatilite)aşırı arttığı dönemlerde dışarıda kalıp izlemek, inanın türlü tehlikelerden sizleri koruyacaktır.





Bugün portföylerdeki döviz oranını biraz daha yukarı çekmenizi ve bunu tamamlarken de Euro ile sepet yapmanızı tavsiye ediyoruz. Sanal portföy (www.borsabulten.com) örneğindeki oranları bunun için kullanabilirsiniz.





Bugünler iyi yatırımcı ile kötü yatırımcının anlaşılacağı ve ders alınması gereken borsadaki en kritik dönemlerden biridir. Bu günlerde doğru kararlar alıp gözünü kırpmadan uygulayabilenler kazanmaya devam eder. Diğerleri disiplinden koptukları için zaten kaybetmeye devam ediyorlar ve edecekler.


Trusty'nin notu;
Sn.Eyup POLAT'in yazisidir, yorumsuz yapistirdik.

buena vista
10-03-2006, 20:34
Konu Novartis..Ve onun baskani Vasella.
Novartis sizlerin de bildigi gibi Isvicre`nin en büyük ilac firmalarindan.
Yeni degil ancak, ara sira pisirilip,isitilip önümüze birakilan konulardan..
Gazetelerde,dergilerde ve tv programlarinda karsimiza cikiyor.
Sorun Vasella``nin yillik gelirinin 23 milyon SFR olmasindan kaynaklaniyor.
Vasella,yönetim kurulu baskani ve yillik kazanci abartili..
Yönetim kurulu üyeliklerinin sayisi sanirim 6-15 arasi..Ama 6 kisi olursa yönetim kurulunda,paylasim o oranda artiyor..
Söyle ki; yönetim kurulunun sectigi baskanin yillik geliri yine bu kisilerce belirleniyor.Baskan 23 milyon kazaniyor görünürde..Bu rakam 15 milyon olabilir.
Ancak, geri kalan da üyeler arasinda pay ediliyor.Bunun böyle oldugunu söyleyen ya da yazan yok.Konu ile ilgilenenler böyle bir sonuca variyor.
Söylenti yani..Vasella tüm bunlara karsin,"USA `da ayni isi yapan bircok
yönetici benden daha fazla kazaniyor.Üstelik Novartis firmasina cok para
kazandiriyorum.Yillik gelirimin bu oranda olmasi dogaldir." biciminde kendisini
savunuyor.
Evet..Buraya kadar hersey tamam..
Konu ile ilgili yapilan bir tv programina katilanlarin cogunlugu kücük hissedarlar.
Ve onlarin avukati..Bu arada, programa katilmasi beklenen ya da beklenenlerden bir tanesi bile yok.Programa katilmama bahaneleri o kadar basit ki, gülersiniz.Belki de kizarsiniz yazarsam..!!Önemli degil.
.............
Tartismanin en heyecanli bir bölümünde kücük hissedarlardan birinin sorusu,
programa katilanlarin cogunu rahatlatiyor.Öyle ki sanki hepsi ayni düsüncede..
Soru su:"Ben filanca yildir Novartis hissedariyim..Yöneticiler cok para kazaniyorlar..Firmanin da durumu cok iyi.Bize ödenen kar paylari cok düsük..
Neden.?
Karsi taraftan yanit verecek kimse olmadigi icin söz alan avukat,(kücük hissedarlarin savunucusu), "Evet, sirketin durumu gercekten cok iyi.Sirket
baskaninin maasini yönetim kurulu belirler..Bu kanunda da yazar.Aykiri bir
islem söz konusu degildir.Serbest piyasa.Ne yazik ki yapilabilecek tek sey,
yönetimi begenmiyorsaniz,gelirlerinizden memnun degilseniz,sirket hisselerini
satiniz.Üstelik bir ilac firmasinin arastirmalara cok para yatirmasi gerekir.
Maalesef durum bundan ibaret.." demez mi..

not:Sirket yöneticisinin isine son verildiginde,yillik geliri kadar bir parayi da
yüklenip gitmesi isin cabasi..Bu arada,Novartis``in borsadaki degeri 2005-2006
arasi % 50 artti..Kücük hissedarlara verilen kar paylari da..
Isvicre tv kanallarindan birinde uzun zaman önce izledigim bir programin özetidir.

buena vista

halo
11-03-2006, 00:15
Aldığım bir habere canım çok sıkıldı ama hayat bu, kontrol kimde?

Bir reklam aklıma geldi birden, "Kontrolsüz güç güç değildir". Kontrol edilemeyen hayat, hayat değil midir o zaman? İlla bir "şey" in anlam kazanabilmesi için kontrol altına alınması mı gereklidir?

Sn. neron,

Şu anda eşim de hayatın anlamını sorguluyor (kötü bir haber aldı).
Bence sorun yok. Belki hayat bazen dip yapıyor ama sonra ortam iyileşiyor ve alış geliyor hayat yükseliyor. Devam. Elindekileri satma bekle hayat yükselir.

Sonra gideriz başka yerlere. Ama alt toplam 0 (sıfır) değil. Bırakırız birşeyler bu dünyada.

zumbul
11-03-2006, 09:43
Düşen uçakta her ağızdan çıkan dualar bireysel sonları engelliyebililir mi ?
Bilmem ...

Denizde başınıza bir bela geldiği zaman, O'ndan başka yalvardıklarınız kaybolur; derken O, sizi kurtarıp karaya çıkarınca da yüz çevirirsiniz.....

Peki, karada sizi yere geçirmesinden, yahut üzerinize taşlar savuran kasırga göndermesinden, sonra da kendinize bir vekil bulamamaktan güvende misiniz?

Yahut sizi tekrar denize döndürüp üstünüze, kasıp kavuran bir fırtına yollayarak nankörlüğünüz sebebiyle sizi boğmasından, sonra da bize karşı kendiniz için arka çıkacak bir yardımcı bulamama durumundan güvende misiniz?....

Dua çağırmak manasına da gelir.
Davet kelimesi dua dan türemiştir.

Uçak düşüşe geçene kadar çağrılmamış olanın o saatten sonra davet edilmesinin manası yoktur sanırım.

Yakarma,yalvarma,isteme,boyun eğme,kendinden vazgeçme,kendini silmedir dua.

Dua ile O'nun koruyuculuğuna yerleşirsin,yüksek şuura ve ruhsal alemlere doğru bir hamle yaparsın.

serdarkus
11-03-2006, 12:39
Uçak düşüşe geçene kadar çağrılmamış olanın o saatten sonra davet edilmesinin manası yoktur sanırım.
...
Tipik bir amerikan filmi.. uçak sallanmaya başlar, düştü düşecek. Yolcular panik içinde. Bir zenci delikanlı başlar korku ve telaşla dua etmeye. Yanındaki beyaz arkadaşı bakar, şaşkınlıkla sorar, "hani sen Tanrı'ya inanmazdın?"

"Olsun, bir zararı yok ya!."

Trusty
11-03-2006, 14:35
Bilmem, sizin de sIk karsilastiginiz sorular varmidir..?

Ancak nedense arkadaslar bana " Ya Hocam sen hala ordamisin ? " diye cok sorarlar.

Neden acaba .?

Bunu Valide Hanima bir sormak lazim, bilse bilse o bilir.

Biz bir konuya kafayi taktik mi, arastirdikca arastiriyoruz, bazi yazilarimizda da belirttik." Oyle bir takip ederim ki, Cakircali'nin pesindeki Hasan Cavus kac para " diye.

Simdi biz 15 senedir haricten gazel attigimiz icin, takip edemedik.

Arka Bahcemizin, zeki bakisli mustesna Ahalisine sormak isterim.

1.%25 Bedelsiz ile %25 Temettu aynimidir.?

2.www.isyatort.com'da ISYAT'in SPK Surekli Bilgilendirme Form'unda soyle bir ifade var.

"Mevzuat gereği en az %25'i hisse senetlerinden oluşan portföyümüzün, riskin dağıtılarak etkin ve rasyonel bir şekilde yönetilmesi ve bu sayede ortaklarımıza seneler itibariyle düzenli nakit temettü sağlanması
amaçlanmaktadır."

Siz Muhterem Ahalicigim, yukardaki paragraftaki " Duzenli Nakit Temettu" ifadesini gorebiliyormusunuz, yoksa bu Goz doktorum olacak alcak benimi kandiriyor.?

3.Acaba SPK yonetiminin Pek Muhterem Kurmay Heyeti, bana goz doktorlarinin adini ve adresini bildirebilirlermi ???

Sabahin korunde kalkip, terliklerimiz ayagimizda firt-firt dolasmamiz, muhterem zevcemize manal manali bakmamiz ondandir.

Yoksa vukuat berkemal.

Haa, bir de belki bazi arkadaslarin hosuna gider diye Tema Vakfi Baskani, sevgili Hayrettin KARACA'nin bir ifadesini yazmak isterim.

Okumak Ibadettir, Okumamak Cumhuriyete Ihanettir.

Trusty.
Zeki Bakisli, Suna Duruslu bir Arka Bahceli.:ds:*

buena vista
11-03-2006, 17:34
Okumak Ibadettir, Okumamak Cumhuriyete Ihanettir.

Trusty.
Zeki Bakisli, Suna Duruslu bir Arka Bahceli.
__________________

Sevgili Arka Bahce`li Trusty,

Nedendir bilinmez..Cok fazla okunmaz Cumhuriyet..!!Daha cok baldiri üryan
gazeteler revactadir ülkemizde..Kitap aydini olmak nerde..Gazete aydini olamadik ki..Cumhuriyet okuyalim..
SVGler..

Arka Bahce``li ve ALTAY``li
buena vista

HANNIBAL
12-03-2006, 13:35
Pa-larıma geçirdiğim pa-buçlarımla, aşmaya çalıştım pa-tikaları, eskidi pa-buçlarım, pa-tika da karşılaştığım pa-ryalardan aldığım pa-tik lerle aşmaya çalıştım pa-tikaları pa-niklemeden, ya-pa yalnız, yal-pa-laya yal-pa-laya, yolsuz dum hala, yolda susuzdum, seraplarla gelen hayali sular içerken, ufukta gördüm bir pa-hçe,

Ark a bahçe,
Arka bahçe,
Bır su ver içem,
Ark dan bahçe...

HANNIBAL
12-03-2006, 14:29
Bostan korkuluğu da lazım gelir bu bahçeye şimdi, korkutabilirsem bu göreve razıyım, beyaz gül doğru der, abi yeni bir bahçe var arkada git ziyaret et diye, abartmadan geldik bir görelim dedik, abayı yakarmıyız yakmazmıyız bilemeden, gece on ikiden sonra bütün içkiler ab-ı hayattır derler, buranın suyunun tadına sabah sefasında bakalım dedik, nazımca “sen mutluluğun resmini yapabilirmisin ağabey din” edasında bu tuvalin fırçalarını okuyalım dedik, ve bahçe etrafını abluka altına alan çitleri göremedik ve daldık içeri, içeride acayip kişilikleri görünce, buradakilerin acemice yaşayan kişiler olmadığını öğrendik, vakti gelir bende burada tohumlarını cebimde taşıdığım acı biberleri bahçenin bir köşesine eker, biçer turşu yapar nasipleniriz diye düşündüm, acur arazisi değil ki bura acur ekip acur biçelim, adresi olmayan fotoğraflar gibi bir ara buhar olmuştu bu bahçe, Cem Karacanın sözlerinde dediği gibi “resimdeki gözyaşlarını” bile arar olurduk, çoğu bahçe müdavimlerinin ağlarken burunları bile kanamış olabilir, ağlarken gülebilmek galiba bahçeyi tekrar görebilmektir, “ah müjgan ah” nidalarıyla “ahıska türküleri” edasında bahçeyi beklerken, ahlatı Erbaa mucibinde Ahseni Takvim gibi ekilip biçilecek bir arazimiz oldu, bir baktık semaya akbükler çepeçevre, hem havadar hem kafadar dedik, akışkanlar mekaniği içerisinde onlarca akıldanelerin yazısını okuduk, algısal kaymalara yöneldik, amnezi rahatsızlığımızı giderdik, amok kuşçusu gibi koştuk bahçeye, öncelikle ampirik bir teste tabi olacağımızı biliyorduk, çünkü tam bilmiyorduk bu bahçenin anayasasını, neticede bir misafir edasında alçakgönüllerden af istedik, çünkü bir anksiyeteye de tabi olabilirdik, birde “ANNE” korkusu vardır bizde, ANNE ne der acaba ile, elimiz titreye titreye bu yazıları yazmaya çalıştık anonim çocuk edasında, bu kadar ansiklopedinin arasında bir dizin bile olamayacağımızı bilerek, yazılanları okumak için antenimizi yüksek frekanslara ayarladık, radyo dalgaları içerisinde boğulmamaya çalışarak uğraşımlara girdik. Neticede bir amatördük ve avarece öğrenmeye mecburduk, Avarız Vakıfları gibi bir bahçede biraz feyz alalım dedik, “AYAĞA KALK UYUMAK İÇİN ÖNÜMÜZDE SONSUZLUK VAR” edasıyla ağabeylerime bir selam vereyim dedik :) birde fark ettik ki lafı çok uzatmışız, “L” demeden “Leb” i anlayan arkasına hemen “LEBLEBİ” yi getiren ağabeylerimizin gözlerini yorduk, lisan sürçmesi yaptıysak affola, artık merhaba diyelim bu foruma…

horcan
12-03-2006, 15:09
Düşündürücü ve felsefi bir bakış açısı..ilginç:p

AnnE
13-03-2006, 09:18
Ne bu be Ahali !

Ortalık Rehabilitasyon Merkezi'ne döndü.
Meselenin müsebbibi de tabii ki herzamanki gibi Anüs Donduran Coğrafyanın, Hanımından tırsım tırsım tırsan adamı.Olsun ; ben onun avatarını seviyorum , gerisi yalan.

Ey hayatın eski kaşar haline getirdiği bahçe yazanları!

Kimimiz öğretmen olduk, kimimiz asker, yönetici, mühendis, ekonomist, bankacı, doktor, eczacı, emekli olduk.Oğul olduk, gelin olduk, ana-baba olduk.Dünya birçok tad verdi dilimize, tenimize, beynimize, yüreğimize.Ağız sütü gibi geldik , ayran olduk, çökelek olduk, küflendik, kurtlandık; bebeye protein, aleme meze, ağıza tad, çöpe koku olduk.
Yaşadıkça, öğrendikçe homurdanır olduk.Herşeyin arkasında başka birşey olduğunu bilir olduk, kesmez oldu hiçbirşey.Arar olduk.

Boşvermeyi öğrenmek lazım, boş bakmayı.Anlamamak lazım, kurcalamamayı bilmek.Boşvermedikçe, anladıkça, kurcaladıkça mutlu olabildik mi , edebildik mi ?

Bir adam var hepiniz tanırsınız.Bütün havaalanlarının terminallerinde çalışır, bütün dünyada.
Terminaller sanırım dünyadaki en pürüzsüz zemine sahip en büyük kapalı alanlarıdır.Biletini alırsın, çek-in’den ve güvenlikten geçersin dalarsın o tertemiz pürüzsüz zemine.Oradadır bu adam.Elinde yüzyirmi santimetre boyunda uzun ve kalın bir kuru paspas vardır.Yaslanmıştır sapına o sonsuz gibi terminalin pürüzsüz ve az köşeli zemininde, fazla da bastırmadan gider gelir bir uçtan öbürüne.Aslında temizdir yerler, hiçbirşey birikmez paspasın altında.Hiç acelesi yoktur,yaz ve kış 22 santigrad dereceye sabitlenmiş havası şartlandırılmış ortamda, terlemeden, dertlenmeden, telaşlanmadan gider gelir, gider gelir , gider, bir daha gelir.Genellikle yere bakar, vücudu bazal metabolizmanın birazcık üzerinde enerji harcarken belki de uyuklar hareket halindeyken.
Vardiyası bittiğinde giyinir, gider evine.İşten evine hiçbir şeycik taşımaz.Ne bitmemiş işlerin telaşı, ne yarın yapılması gerekenlerin huzursuzluğu.Arkasında kalanları dert etmez giderken.Gelirken de hiçbir sürprizle karşılaşmadığını bilir.Bilmesine ne gerek , düşünmesi gerekmez ki.
O paspasıyla ağır ağır ilerlerken önüne çıkarsanız durur, siz geçene kadar bekler sakince.Önünde durup hareket etmezseniz yine durur, bekler sakince , sizin ilerlemeye niyetiniz yoksa ağır bir manevra ile etrafınızdan dolaşır ve rotasını bulur yeniden.Bakmaz arkasında bir şey kaldı mı diye.Nasılsa birkaç dakikaya kadar dönecek ve kalan birşeycik varsa onu da katıp paspasın ucuna sürükleyecektir ağır ağır.

Yaptığı işte kimsenin gözü yoktur.Kimse konuşmaz arkasından , kimse yerine göz dikmez.Dertleri sadece kendi dertleridir, dünyanın en yoğun insan çeşitliliğinin yaşandığı ortamda hiçbir insan çeşidi onun umurunda değildir, kendinden başka.

Ama bilmez ki ben onu ne çok kıskanırım.Gözüm yıllardır onun işindedir.

Bilmem TAV’da tanıdık birileri var mıdır torpil yapacak ?

AnnE
13-03-2006, 10:35
Dinle ahali ;

Dinle ama dinlemek fiilinin sadece kulağın ve içindeki kıpraşımlı kemiklerle beyne gider sinirler ve beyin arasındaki bir şey olduğunu sanmaktan vazgeç artık.

Sana, yukarıda adını yazdığım ve bir daha doğrusunu yazabilmemin imkansız olduğu boyun kasının, sen dinlerken yaptığı hareketlerden bahsedeceğim.Bu hareketlerin hemen hemen hiç farkına varmadın, kimse sana bu hareketleri yapmanı öğretmedi , hatta tavsiye bile etmedi ve sen yaptın, yapmaktasın.Evet sen hemen hemen hiç farketmedin ama , senin karşında , sana uzun uzun birşeyler anlatmak ihtiyacında olan kişi, senin o berbat isimli kasının hareketlerini izleyerek , konuşmasını uzattı, kısalttı, zenginleştirdi, abarttı, sustu, örnekler kattı, olayları birbirine bağladı, konudan saptı, ağzını bozdu, duygusallaştı.

Sen , bu kasın yardımı ile kafanı boynunun üst tarafından itibaren ağır ağır öne salladığın zaman, derin bir haklılık paydasında olduğunuzu sezdi.Ama yine aynı yerden başlayarak sağa, sola doğru ağır ağır salladığında senin O’na pek de katılmadığını anladı.Bu yana sallanışlar hızlıyken hiç de aynı şeyleri düşünmüyordunuz.Ama bu hızlı hareket öne doğruysa senin herşeyi anladığın ortadaydı.
Öne doğru 20 derece kadar yatırıp sabit tutarak dinlediğinde, kendini anlatılan konuda suça benzer bir şey varsa ona ortak hissettiğini, arkaya doğru 30 derece yatırıp dinlediğinde, O’na her an itiraz potansiyeli taşıyan bir dikkat içinde olduğunu farketti.
Omuzlarının birleştiği yerden itibaren, boynunu ve kafanı öne doğru ağır ağır salladıysan bu konuşmanın birşeyleri bitirdiği ortadaydı.Ama bu salınım yanlara doğruysa beraber üzülmüş ya da endişelere bürünmüştünüz.

Artık farketiniz değil mi ?
Bir yandan bu hareketleri tekrar ederek, dinlerken aslında konuştuğunuzu da farkettiniz.

Bilmem bir daha mı test ediyorsunuz şu anda ?

TheSecret
13-03-2006, 11:22
İnsan iletişim konusunda çoğu zaman beden dilini kullanıyor. Doğrusu bu beden dilini bizden daha acıklı ve daha vahim kullanan toplumlar var mıdır ona da emin değilim. Müzik sektöründe ilk olarak Emrah'ın boynu bükükler garip yetimler tiplemesiyle tavana vurmuş, onun ardından bir sürü arabesk tipleme bu furyadan yararlanmıştır.

Beden dili bazen sömürür, bazen de hazırlıksız yakalanırsanız. Bedendilinin verdiği oldukça samimi ve en büyük tüyosu önyargıyı karşımıza çıkarır. İlk karşılaşmalar, ya da boş bulunan anlarda ne beden ne de dil savunma mekanizması kuramaz. Apışır kalırız. Boynu da sallasan, kafayı da büksen vereceğini vermişsindir. Kabak gibi ortada kalmışsındır artık.

Kaynamakta olan süte yanaşan keçinin lüzumsuzluğu (sütün içine etmesi) sonucu yoğurt icad oldu ya hani, bizim beden dili hikayesi de bunun gibi önemli bir keşif sayılır. Önemsizdir, eskiden beri vardır, Türkler arasında en yaygın şekli kullanılır. Söylenemeyen bir çok şey el-kol hareketleri ile anlatılır.

Eeee ne de olsa A. Camus'un söylediği gibi; "insan söyleyemedikleridir."

Master
13-03-2006, 12:56
Sonranın olduğuna inanasım geldiğinde şimdi olmuştu...BahÇe kapısından, istemli bir halde eve taşıyacak olan mermer basamaklara doğru yöneldiğimde,ikinci kattaki salonun penceresinin geniş tüllerinin oynaştığını gördüm, gözlerimle...

Zaman kendisinin tekrarının olmadığını sadece tekrarlanan kişisel hallerdeki oluşumlar olduğunu hatırllattı, ki

Ana giriş kapısı açıldı ve Hoş geldiniz, ben kısa bir zaman için döndüm dedi...İrina...

Sevinmişliğin içinde, anlatımı kendine özgü bir duyarlılığı taşıyan halin bir ötesini sorguladım ve Hoş geldiniz dedim....

AnnE
13-03-2006, 16:27
Muhterem Ahali ;

Şimdi birçoğunuz bu İrina Hanım'da kim diyorsunuzdur.

Bu , ismi bütün Slav dünyasında ; hatta Balkanlar'dan Çin hudutlarına kadar Slavların sosyalist olduğu çağlarda kullanımı yaygınlaşmış , belki de dünyanın en romattik, en erotik ve en egzotik ismini taşıyan hatun kişi, bahçe duvarlarının içinde görülüp, malum kişiye servis yapmaya başladımı bilin ki bazı işler iyi gidecektir.Lakin ziyaretinin süresine azami dikkat celbetmek zaruridir.

Ha ; birçoğunuzun zannettiği gibi bir İrina değildir o.Dikkat ettiyseniz, oynaşan tüller , ikinci kattaki salonun tülleridir.Başka bir odanınkiler değil.Kendinize geliniz ! Garip fantazilerle İrinayı aynı sahne içinde düşünmeyiniz.(En azından düşünmemeye gayret gösteriniz, ama yine de siz bilirsiniz.)

Biz bu hatunu , dünyanın en enteresan mutfaklarından donadığı sofralarla hatırlarız , en hoş içkileri en hoş biçimde servis etmesiyle.Başka birşeyle değil (!!!?)

Her ne kadar malum kişinin İrina Hanım'ın muhtemel kısa ziyareti ile alakalı yazısı , kapıdan girer girmez aniden üç nokta ile kesiliyorsa da , sizler de, her biriniz bu ziyaretten azami fayda sağlamaya çalışınız.



Bilmem David Herbert Lawrence 'in konuyla ne alakası var diye düşünen var mı ?

bikmisbroker
13-03-2006, 20:27
Muhterem Ahali ;

Şimdi birçoğunuz bu İrina Hanım'da kim diyorsunuzdur.



Hay Allah Razi olsun be AnnE'm ben de irinayi DOLUYA koyuyorum SIGMIYOR, Bosa KOYUYORUM almiyor.. du Simdi nereye koyacagimi anladim sanki!!


..........................
Bu , ismi bütün Slav dünyasında ; hatta Balkanlar'dan Çin hudutlarına kadar Slavların sosyalist olduğu çağlarda kullanımı yaygınlaşmış , belki de dünyanın en romattik, en erotik ve en egzotik ismini taşıyan hatun kişi, bahçe duvarlarının içinde görülüp, malum kişiye servis yapmaya başladımı bilin ki bazı işler iyi gidecektir.Lakin ziyaretinin süresine azami dikkat celbetmek zaruridir.
.............................


Haydaaa!! Tam Anladim derken, bir bilmece DAHA? Suretine neden dikkat edicekmisiz ki??


................................................
Biz bu hatunu , dünyanın en enteresan mutfaklarından donadığı sofralarla hatırlarız , en hoş içkileri en hoş biçimde servis etmesiyle.Başka birşeyle değil (!!!?)

Her ne kadar malum kişinin İrina Hanım'ın muhtemel kısa ziyareti ile alakalı yazısı , kapıdan girer girmez aniden üç nokta ile kesiliyorsa da , sizler de, her biriniz bu ziyaretten azami fayda sağlamaya çalışınız.

Bilmem David Herbert Lawrence 'in konuyla ne alakası var diye düşünen var mı ?

Muhterem Validecigim, Bu bilgiler icin tesekkur ederim, Agzina saglik, okuduklarimi anlamamanin verdigi asabiyet ile ben de TRUSY nam kefere yi SIKISTIRIP agzindan 2 kelime almayi dusunuyordum??

(Malum Etilerdeki kebapcida parsayi toplayan o KEFERE idi)

Trusty
14-03-2006, 04:30
Hay Allah Razi olsun be AnnE'm ben de irinayi DOLUYA koyuyorum SIGMIYOR, Bosa KOYUYORUM almiyor.. du Simdi nereye koyacagimi anladim sanki!!



Haydaaa!! Tam Anladim derken, bir bilmece DAHA? Suretine neden dikkat edicekmisiz ki??



Muhterem Validecigim, Bu bilgiler icin tesekkur ederim, Agzina saglik, okuduklarimi anlamamanin verdigi asabiyet ile ben de TRUSY nam kefere yi SIKISTIRIP agzindan 2 kelime almayi dusunuyordum??

(Malum Etilerdeki kebapcida parsayi toplayan o KEFERE idi)

Bosuna yorulma, nerde bende o ince fikir...

Bizde kafa olsa bu buzullara gelirmiydik...?

Bu Valide Sultan'in yazdiklari gene iyi, ya bir de Master Usta Yazsa ne yapacaktik..?:)

Haline sukret, otur oturdugun yerde...

Bizim ilmimiz bunlara yetmez.

Trusty'ye soracakmis...???

Tam buldun soracak adami...:ds:*

zumbul
15-03-2006, 09:33
Muhterem Ahali ;



Şimdi birçoğunuz bu İrina Hanım'da kim diyorsunuzdur.

Slav.....
oynaşan.....
fantazilerle....
düşünmeyiniz.(En azından yine de siz bilirsiniz)....
Biz bu hatunu.....
azami fayda sağlamaya çalışınız.....





Pek muhterem Anne miz,
İrina hanımefendiyi teferruatlı bir şekilde tekrar anlatmanız mümkün müdür?
Arada geçen kelimelerin bazıları mütemadiyen rüyalarımı süslüyor,geceleri yanlış anlamanın dayanılmaz ağırlığı,yorganın altında üzerime çörekleniyor,elim ayağım tutmaz oluyor da...

AnnE
15-03-2006, 11:37
Selamlarımı sunarım Ahali ;

Sözlerime başlamadan önce Zümbül Nickli kullanıcıya bir OHHA , yanında da ufak bir HORRSS çekmek istiyorum.
Bahçemize arada sırada gelen , ziyareti bazen uzun , bazen kısa süren pek kıymetli bir konuk hakkında aklından geçiremez olası fikirlerinin detayları ve kaynağı ile ve bunun yanında bir yazının nasıl okunmaması konusunda bize verdiği ışıktan bahsetmeye yeltenmemeye azami gayret göstereceğim.
Ama konuk meselesi başka tabii.
Efendim ; bu konuğumuzun bu ziyaretinin hayli uzun sürmesini dilerken, O’nun ziyaret süresi içinde, bu forumun esas kuruluş amacını oluşturan şeyin yükseldiğini herkes farketmiştir. Mesela, dün , konuğumuzun çantasını topladığı sanılarak bahse konu olan şey yükselmekten vazgeçmiş, lakin bu sabah , konuğumuzu odasında hala sereserpe uzanmakta olduğu görülünce yükselme yeniden zuhur etmiştir.

Ben dedikoduyu sevmem , tabii ki sizlerde sevmezsiniz. İlk geldiğinde malum kişi tarafından ikinci kat salonunda olduğu tespit edilen konuğumuzun daha sonra hangi katlarda ve odalarda olduğu konusunda herhangi bir duyuma ulaşılamamıştır.(duyumun ikinci harfi U’dur, karıştırmayalım.) Biz kendisini mükemmel Akdeniz muftağından hazırladığı acaip sofralardan anımsarken, burada bulunduğu süre içerisinde ne yazık ki bu sofraların bahsi hiç geçmemiştir.

Geçen gün konuğumuzun ziyaret muştusu buradan bize iletildiğinde, David Herbert Lawrence Bey aklıma gelmişti.Nerden nereye...

Efendim bu David Bey , 1920’lerde Bıritanya adasının meşhur bir yazarı idi. Lakin yazdığı kitapların bir çoğu ülkesinde yasaklanmıştır.Zira bu kitaplar, bu karanlıklar ardında yaşanan loş ülkede, hayata ışık bulunabileceği, her şart altında hayatın tadlarına ulaşılabileceği ve buna direnç göstermenin anlamsızlığını anlatmaktadır.Ve en meşhur kitabı kapkaranlık bir evin muhteşem bahçesinde yaşananlarla ilgilidir.Karanlıklar içinde kararmış ev sahibesine bahçenin, doğanın ve hayatın güzelliklerini sunan bahçevan Mellors Bey. Ve ben nedense bu Mellors Beyi insanın oralarını buralarını donduran coğrafyanın zeki bakışlı , suna duruşlu göçmenine benzetirim.

Bilmem Sylvia Crystal en son ne zaman film çevirmiştir ?

HANNIBAL
15-03-2006, 11:45
Sn. Anne;

Duyumun ikinci harfi "U" telaffuzunda bulunmuşsunuz,

Duyumu eksiltmelere giderek biraz açarsak sizce strateji aşağıdaki gibi mi çıkacak;

DUYUM = aldın haberi
UYUM = işler haberle örtüşüyor
YUM = gözlerini yum biraz bekle
UM = ümidini yitirme,

Saygılar bizden efendim...

sugarpan
15-03-2006, 21:37
ugggh!!!:;ohohoh ;)

AnnE
16-03-2006, 08:19
Muhteremler ;

Malum zat dedi ki birgün hadi kendimiz pişirip kendimiz yazalım.Kimseye yük olmayalım, hatta yazacaklar , paylaşacakların da yükünü biz alalım omzumuza.Zaten herkes bu teklifi bekliyordu.Bir kendiliğinden işbölümü ile arkabahçe kendi tapulu arazisinde donanmaya başladı.

Kapıya kilit konulmadı , herkese açık.Eski dostlara , yeni dostluklara , kırılmışlara,kırılamayacaklara.

Ama bu tuhaf Arkabahçe ahalisinin sanırım bir küçük ricaları var.O da şu ki , özellikle bu ARKABAHÇE başlığı altında beyin kıvrımlarını zorlamayan , emek verilmemiş yazılar yazılmasın.Yazılara olumlu ya da olumsuz tepki veresi gelenler birkaç kelime ya da satırla geçiştirmesin içinden geçeni.Okuyanın kafasını karıştırsın ,çileden çıkarsın , huzur versin , dertlendirsin , keyiflendirsin.Tuhaf olsun yani.

Yoksa , bu forumda her konu için her şekilde yazılabilecek yerler o kadar çok ki.


Bilmem mi...


COMING SOON

IRINA's TRAVELS

zumbul
16-03-2006, 09:56
Vaktiyle İstanbul da dev cüssesi uzun boyu ile çok iri bir ağa yaşarmış.
Dev cüssesinin yanısıra mal ve mülk bakımından da hali vakti oldukça yerinde olan bu zatın eli de pek açıkmış.
İrini ağa ismindeki bu zatı muhtereme vatandaş,arada iriniağa yahut ağairini de demekteymiş.
Ağairini,
meşhur ayairini kilisesinide yaptırarak ismini tarihe yazdırmıştır.
İşte iriniağa nın halk arasındaki ismi zamanla iriniağa,irinağa daha sonra da irina ya dönerek kısalmıştır.
Uzun lafın kısası günlerdir kafaları kurcalayan irina geldi,irina gitti mevzusunun asıl hikayesi budur arkadaşlar.
Nasıl gelip nasıl gittiğini bilemeyeceğim ama fikriniz olsun diye iriniağanın tarih kitaplarından bulduğum bir resmini de iliştirdim.
Dilerim sizleri aydınlatabilmişimdir.:)

AnnE
16-03-2006, 11:37
Günaydın Ahali ;

Nedir bu yahu !! sabahtan beri özel mesajlarım ve e-postalarım kilitlendi.Sizin Irina Hanım'dan başka ilgilenecek meseleniz kalmadı mı ?
Burada biz neler yazmaya gayret gösteriyoruz, siz neler peşindesiniz.Beni de yoldan çıkaracaksınız o olacak.

Neyse ; sabahın seher vaktinde bahçede coggingimi yaparken baktım, binadan bir takım gürültüler geliyor.Tıkladım kapıyı, Irinaanım açtı.

-Ooo buyur Anne, günaydın.
-Günaydın evladım, Malum kişi yok mu ?
-Yok, üç öğün yazmaya gitti.
-Hayırdır, ne bu gürültü ?
-Gel Anne, içerde konuşalım, bir de adaçayı kaynatıyım sana.

Neyse , girdim içeri, daha kahvaltı salonuna çıkmadan yan tarafta koca koliler, bavullar, sandıklar...Kimi açılmış, boş , kimi hiç açılmamış ya da yeni doldurulup kapatılmış gibi.

-Hayırdır kızım, ne bunlar ?
-Eşyalarım Anne,.
-Ohha be kızım kaç konteynerle geldin sen buraya ?
-E valla gelirken ne kadar kalacağım belli olmadığı için tedbirli geldim.Malum kişi de en azından bu hafta sonuna kadar kalmamı istiyor, bende hepsini açmadım , sadece acil ihtiyacım olanları açıyorum.
-İstersen ahaliye haber salıyım, bunları boşaltmak için sana yardım edecek en az elli kişi anında dökülür buraya.
-Sağolasın anacığım, ben kendi işimi kendim görürüm.Zaten Malum kişiye servis yapmak daha önemli bu aralar benim için.
- ...
-Anne terliyim kusura bakma, bende az önce coggingden geldim.
-Kızım, bu kıyafetle terlersin tabii, daha hafif birşeyler giyseydin ya üstüne.
-Anne malum bel tarafımda biraz fazlalıklarım var, onun için kalın birşeyler alıyorum arkama, rahat vereyim diye fazlalıkları.
- ...
-Anne; yardım etsene şu sandığı az kenara alalım.
-Bunu mu ? Dur be evladım , şunun bi resmini çekiyim de nelerle uğraştırdığını ahaliciğim de görsün.Neyse ki kıyafetin de yeteri kadar muhaassıp, üzerinde günlük giysilerin yok henüz , ahaliye de ters bir görüntü vermemiş olursun.
-Peki anne, ama rica edeceğim resimde yüzüm görünmesin, malum kişi beni deşifre etmek istemiyor.
-Hallederiz kızım, uzan sen şöyle.Ha bu arada haftasonu gidişin kesin mi , uzatacak mısın ziyareti ?
-Onu Malum Kişi bilir anam, Cuma akşamı seanstan dönünce söyler sanırım.
-Uzan, pardon uzat be kızım, iyi böyle.
-Basmıyacaksın değil mi Anneciğim ?
-Korkma basacağım ama önce düzelteceğim.
-Resmi mi ?
-Evet, tabii, neyi olacak ?






































http://i44.photobucket.com/albums/f25/avrogida/irina-goes.jpg

gemici
16-03-2006, 15:28
.
-Uzan, pardon uzat be kızım, iyi böyle.
-Basmıyacaksın değil mi Anneciğim ?
-Korkma basacağım ama önce düzelteceğim.
-Resmi mi ?
-Evet, tabii, neyi olacak ?



http://i44.photobucket.com/albums/f25/avrogida/irina-goes.jpg

aney bu ney...

alihoca
16-03-2006, 21:34
Malumu aliniz,
Pek sayın bir belediye başkanımız;
"Eğer ilkokul kitaplarında Ali topu Kaya'ya at yanında Elbiz topu Rojda'ya at gibi cümleler bulunsaydı bugün Kürt sorununu tartışıyor olmazdık." Diye buyurdular.

Yanlış anlaşılmasın, kırılmadığımız gibi kızmadık da. Aksine; bin yıllık kardeşliği pekiştirici laflarda beklemediğimizden olsa gerek, şaşırmadık da. Kumandası kardeş ve çocuk katilinin elinde olandan çıkacak sesin ancak sahibinin sesi olacağını, şükür ki biliyoruz.

Haber ve açıklama bu kadar ile kalsa, sadece yüreğimizde ki birikenlere bir damla daha eklemiş olacak ve belki de, bulutlu diyebileceğim ruh halimizle, Sizlere de eziyet etmeyecektik. Peki, ne oldu derseniz?

Yukarıya alıntılamış olduğum, ‘Şuncacık el kadar çocuk kendi adını yazamamış, söyleyememiş. Bu kadarı da ayıp ya…’ gibi anlamakla kalmayıp aynen böyle anlaşılması için, hemen de ertesi günden başlayan desteklere, sevdiğimiz türkü sözlümüz de eklenince artık dayanamadık.

Adından da anlaşılacağı gibi güzel olduğu kadar yanık türkü çığıran sevdiğimizin sözleri de türkü tadındadır. Serde biraz sosyallik, biraz da demokratlık olduğu için, Avrupa’nın gelişmiş Ülkelerinde pişirilip bizde ısıtılan, çok kültürlülük yutturmacısını sık sık, pek de inanarak dillendirir sağ olsun.

Her Ülkeye, her derde deva aspirin gibi önerdikleri ‘Çok Kültürlülük’ politikasının,
Kendi Ülkeleri söz konusu olduğun da;

Almanya’da,
- Bielefeld kentinde, spor yaparken aralarında Türkçe konuşan Dilan Nakipoğlu-Floth ile Volkan Aksu’un üyelikleri iptal edildiğinin,
- Bizzat BAŞBAKAN Angela Merkel’in Hıristiyan Demokrat Birlik Partisi’nden eğitim uzmanı Robert Heinemann’ın, “Almanca konuşmayan okulun bahçesini süpürsün” önerisini getirişinin,

Hollanda’da bizzat Göç ve Uyum Bakanı Rita Verdonk’un,

‘Sokakta Flemenkçe dışında hiçbir dilin konuşulmaması gerektiğini savundu ve bu konuda bazı önlemlerin alınması gerektiğini belirtti. Bakan, pek çok Hollandalı'nın sokakta yabancı dil konuşulduğunu duyduğunda rahatsız olduğunu ileri sürüşünün’,

Nedenleri üzerinde pek durmaz nedense. İdeal olarak gördüğü Avrupalı gelişmişlerden şüphe etmekten dahi utanır mı desem bilmem?

Hatta sadece lafa söze kanarak;
‘Bence Türkiye'nin bu konuşmayı görmezden gelme, kulak ardı etme lüksü yok.’, ‘Ben bu noktada da Baydemir'e hak veriyorum.’ Diye destek olduğu pek sayın belediye başkanına ise;

Hollanda'nın Ankara Büyükelçisi Sjöerd Gosses’in,
Güneydoğu Anadolu ziyaretinde Aynı Belediye Başkanı ve diğer Yerel otoritelere;

"PKK ile aranıza mesafe koyun, ayrılıkçılıktan kaçının. Feodal yapıdan kurtulun, öncelikle Türkçe öğrenin"

Demekle yetinmeyip, sonrasın da tüm AB Büyükelçilerine;

"Kürtlerin çoğu açıkça söylemek istemese de feodal yapı, bölgenin kalkınmasının önündeki en büyük engel. Namus cinayetlerinin, kız çocuklarının okula gönderilmemesinin temelindeki ana neden bu. Güneydoğu, modernleşme yönünde adım atmadan her şeyi Ankara ve AB'nin yapmasını istiyor. Avrupa'da her birey yaşadığı ülkenin dilini bilmek durumundadır. AB'nin Kürtler de dahil etnik grupların Türkiye'den beklentileri, bu ülkede yaşayan herkesin Türkçe bilmesi zorunluluğunu ortadan kaldırmaz. Türkçenin bilinmemesi, Güneydoğu'nun Avrupa standartlarına ulaşmasında büyük engeldir."

Seslenişine karşı da,

Durun ya,
Hani çok kültürlülük diyordunuz? Ne oldu da birden değişivermek zorunda kaldınız?
Diye, her nedense SORMAZ türkü sözlümüz.

Ne demiştik? Güzel insanlarımız, sevgisini, acısını, neşesini, kızgınlığını yüreğinden geldiği gibi türkülere katmıştır. Yani, Anadolu’mun her bir şeyi gibi türküleri de ırmakları kadar pırıl pırıl, saf ve tertemizdir. Bahse konu türkü sözlümüz de, söylediği türküler kadar saf olduğunu, sağ olsun bize her fırsatta sıklıkla gösterir.

Bizi sevmekten korkar hale getiren tüm sevdiklerimize yine de sağ olsunlar diyelim.


Saygılarımla

salacak
16-03-2006, 21:53
MERHABAAAA

Diyerek selam verelim.

Nereye yazacağımı şaşırdım.

herneyse

Arka Bahceme ilk ekeceğim

KARALAHANA

daha sonra

REYHAN
FESLİHAN
REZENE
NANE

ASMAYI DUVARA
YEDİVERİNİ ORTA BAHCEYE
HANIMELİNİ SONDURMAYA

EKECEĞİM.

BU MUHTEREMLERLE
BALIKLARIMI AĞLATMADAN

MEYLERİMLE

MEYLENECEĞİM

MEYLE FELSEFE

ARKA BAHÇEDE

tekrar Merhabalar

:carate:

AnnE
17-03-2006, 11:31
:friends:- Muhteremler ;

Anladığım kadarı ile Hocam, bahçeyi İrinaanım üzerinden başlama riski bulunan maçoluk şerrinden kurtarma gayretiyle çok derin bir mevzuya dalmış
Fena da yapmamış.
Lakin meselelere bütün renkleri yutan ve bütün renkleri yansıtanlar skalası içinde kalarak bakarsak, bırakınız detayı temelleri bile kaçırabiliriz.
Mesela bence AB'nin görüşü diye bir kavram olamaz.Bildiğim kadarı ile o AB ne 1982 anayasası ile, ne de diktatörlüklerle yönetilmekte.AB nin üye ülkelerinde siyasal iktidarlar soldan sağa, sağdan sola bizim algılayamayacağımız bir şekilde el değiştirir,Bu değişimlerle ülkelerde hiç çalkantılar krizler falan da olmaz.

AB ülkelerindeki sosyal demokrat iktidarların daha demokratik, daha özgürlükçü, daha çok kültürlülükten yana olması nasıl ki çok doğal ise, sağcı, muhafazakar iktidarlarında o kadar tutucu, baskıcı, tektipçi olmaları doğaldır.

Yani Merkel Hanım'ın '' Hristiyan Demokrat Partisi'' ninden çok kültürlülüğe karşı çıkması gayet normaldir.Ama bu, AB 'nin sorunsalı değil, Almanya'nın tercihidir.

Kimse sanmasın ve beklemesiz ki , AB üyeleri politik ve kültürel tercihlerinde tek merkezden yönlendirilmez.25 ülkenin karar vericisi, söz söyleyicisi asla bir Merkel olmayacaktır.Bizim gibi demokrasiyi, laik olmamayı becermekten (laikliği becermek de diyebiliriz) ibaret ve yürütme erkini elinde bulunduranların TAM yetkili olarak algılandığı gelişememiş toplumların bunu algılaması kolay değil.

İktidar sahiplerinin feodalitenin sürmesinden yıllardır azami menfaat elde etttiğini, feodal düzen tarafından ezilenlerin adını bile kullanmasının sakıncalı olarak algılandırılmasının tercih edildiği bu topraklarda elbette ki Merkel politikaları bir geri dönüş olarak algılanacaktır.
Marifet, AB'nin sağlayabileceği muhtemel daha insanca ortamı savunurken, Merkellere karşı olabilmenin doğal olduğundadır.

Ve Türkü Sözlüler, her zaman statükonun değil, güzel yarının umudunu taşıyacaklardır.

Ama, umut deyince de şu lafı edemeden de duramayacağım :

Sakın korkmayın çocuklar, eminim ki yarınlar bugünden çok daha kötü olacak.

Bilmem aksi mümkün mü ?

http://www.milliyet.com.tr/2006/03/17/guncel/axgun01.html

december
17-03-2006, 12:28
aman aman ne kusel yer bura... akli selim falan yazilar neyin var... irina hanim hisse net fasizminin ustune buraya dusunce mide fesati gecirip yataaa dusersem bana pambuk elleriyle sefkatle yoorulmus corbalar falan sunacak kisi midir yoksam matriksten ziyade

AnnE
17-03-2006, 12:34
Ahali ;

Nerden aklıma geldiği malum ; bilir misiniz ki bu şehr-i kebir’in en eski binalarından biri Aya İrini kilisesidir.Bundan 1976 yıl önce Konstantin tarafından Azize Penelope adına yaptırılmıştır.Asıl yazılışı ile Hagia Eirene olan bu azize ve adına yapılan kilisenin sözlük anlamı Kutsal Barış’tır.Osmanlı’nın camiye çevirmediği ender kiliselerden biridir, Topkapı sarayı bahçesinin tam içinde kalmış olmasına rağmen.

Sanırım , Osmanlı Penelope’nin efsanesinden tırsmış.Zira Penelope. Soylu bir Pers ailesinden gelmebir hatun kişidir. Hıristiyanlığı yaymaya çalışır. Putperestler tarafından yılanlarla dolu bir kuyuya atılır; ölmez. Taşlanır, atlara bağlanıp sürüklenir; yine de ölmez. Mucizelerin sonunda putperestler Hristiyan olur. İrini de bir azize...

Osmanlı’nın önce silah deposu sonra askeri müze falan olarak kullanarak içine ettiği bu bina, son yıllarda Konser mekanı olarak kullanılmaktadır.Acaip bir akustiği vardır.İnsan sesini o kadar garip bir şekilde yayar ki , Kü(l)tür Bakamayanı Koç burada maalesef bir konuşma yaparken mikrofonu bırakmış ve onun çıkarmaya çalıştığı sesler bile bir huzur ve huşu ortamı içinde ikibin yaşına yaslanmış taşlar arasında dolaşıgelmiştir.

Ve onlarca istila ve fetihe , binlerce yılın doğasına direnebilmiş bu bina hayırlısı ile ilk depremde yerle yeksan olacaktır ve buna rağmen hiçbir tedbir alınmamaktadır.Ve biz de buna tabii ki şaşırmamaktayız.Zira biz fethin ilk ve en büyük anıtı Fatih Camii’ni bile dört kere yıkılmasını seyredip yeniden yapmayı bir halt saymış bir ırkın efradıyızdır.

Neyse Ahaliciğim ;

Siz doğal olarak meseleyi Irini’nin son harfini değiştirerek bağlamamı bekliyorsunuz.Malum kişinin, seanstan canlı yayın arasına serpiştirdiklerine ve dahi bu sabah bahçede olup bitenlere bakılırsa, adı geçen hatun kişi (Penelope değil, o konuyu yukarda kapadık.) bir müddet daha bahçede kalıp, Cam güzellerinin, Hüsnüyusufların, sardunyaların renklenmesini , güllerin kırmızıdan yeşile dönecek sürgünlerini, elma, kayısı,erik ağaçlarının pembeye çalan beyaz çiçeklerini görmeden gitmeyecek.

Umalım ki bir gece ayazının getireceği don telef etmesin bahçeyi ve Irinaanım’ı kaçıp gitmez zorunda bırakmasın.

Haa; siz şimdi yukarda cümle arasında geçen ‘’ bu sabah bahçede olup bitenlere....’’ lafına kafayı takıp , ‘’ nooldu ki ?’’ diye meraklara garke oluyorsunuz.Ama bu konuya şimdilik girmemeye gayret göstereceğim.
Malum dedikoduyu sevmiyoruz... ( Di mi ?)

Bilmem göstersem mi ?

http://i44.photobucket.com/albums/f25/avrogida/irina-jogg.jpg

admin
17-03-2006, 12:53
aman aman ne kusel yer bura... akli selim falan yazilar neyin var... irina hanim hisse net fasizminin ustune buraya dusunce mide fesati gecirip yataaa dusersem bana pambuk elleriyle sefkatle yoorulmus corbalar falan sunacak kisi midir yoksam matriksten ziyade
Forumumuza yapılan iltifatlara teşekkürlerimizi sunarız.Ve fakat sizden ricamız , başka sitelerde emekler harcanarak yapılan işlere, bu işleri yapan dostlarımıza olumsuz laflar edilmemesidir.
Arkabahçe asla rekabet ve rating kaygısında değildir ve emeğe saygı önemli önceliklerimizdendir.
Saygılarımızla.

december
17-03-2006, 13:13
Forumumuza yapılan iltifatlara teşekkürlerimizi sunarız.Ve fakat sizden ricamız , başka sitelerde emekler harcanarak yapılan işlere, bu işleri yapan dostlarımıza olumsuz laflar edilmemesidir.
Arkabahçe asla rekabet ve rating kaygısında değildir ve emeğe saygı önemli önceliklerimizdendir.
Saygılarımızla.



yok efem emege hormetimiz sonsuz... gercekten cok degerli kisilerin cok faideli yorumlari vesair var... sozum malum yere degildi... malum yerin fasizmineydi... kusur ettiysek affola...

not: hayir ciddi ciddi bi garip falan oldum yaw burasi masallah ne kusel yer bana buranin adresini verene tekrardan tekrardan minnettarlik hissettim... hos biyer burasi wallaaa... yani hatta en bi guzel borsaforumu ilan ediyom burayi plaketinizi ciziniz sitenin girisine koyunuz... elimden gelse ben yaprdim ama annamiyom oole teknik islerden :D

not2: tekrardan masallah ki ne masallah hic de reyting rekabet vs kaygisinda olmadiiiniz belli zaten onun icin bu kadar kusel galiba burasi...

AnnE
17-03-2006, 15:27
Ey ahalinin meraklı kısmı ;

Bugün öğleden sonra 3 civarı az soğan toplamaya bahçeye inmiştim.Baktım binanın cümle kapısı açık içerden de Vivaldi duyuluyor.Tıklattım kapıyı ses yok.Girdim içeri , aa ! o ne ?
Irinaanımın büyücek sandığı açılmış, içi boşaltılmış. Haa dedim demek ki kalmaya niyetlendi, iş kıyafetlerini, hafta sonu abiyelerini falan boşaltıp dolaplara yerleştirmiş.Muftaktan çıtır çıtır odun sesleri geliyor , ızgara kıpkırmızı, üzerinde beş kiloluk bir sinarit ağır ağır pişiyor.Saat yediye kadar acaip olur bu meret bu ateşin üstünde.

Üst kata çıktım , yemek salonu döşenmiş.Masada yok yok soğuklardan.Ses bir üst kattan geliyor, çıktım.Yatak odalarına sırayla kafamı uzattım hepsi boş.Müzik çalışma odalarının birinden geliyor.Girdim, orada...

-Merhaba kızım.
-Aaa! Hoş geldin Anne.
-Hayırdır gömülmüşün makinanı üstüne, rahatsız etmiyorum ya.
-Olur mu hiç Anne.Sen hiç rahatsız edermisin, huzur getirdin.Ben de malum kişinin eksik bıraktıklarını hallediyordum.Malum, tahtalar, tahtalar.Birşeyler varmış, onun kırılması lazımmış.Bir elde ben atayım dedim.
-İyi edersin kızım, anladığım kadarı ile biraz daha buralarda kalmak istiyorsun.
-İstemem mi hiç anam.Buradaki muamele nerde var.
-Bakıyorum sen bu işi çok ciddiye alıyorsun.Ne kadar resmi giyinmişin böyle ?
-Tabi anacığım, yaptığın işi ciddiye almak lazım.Yalnız da olsam en resmi giysilerle çalışırım.
-Terlemiyor musun bu kıyafetle ?
-Yok anam, işleri iyi giderken ne teri, hem biraz sıcak bassa da zararı yok.Dörtbuçukta çıkartırım üzerimdeki fazlalıkları, rahat birşeyler giyerim.
-Bugün bayağı kaldıracaksınız sanırım, gidişat öyle ?
-Ona uğraşıyoruz ki hallettik sayılır.Burada kalmamın başka yolu var mı ?
-Malum kişi ne der bu gidişata ?
-Gelince anlatır herhalde.Ama belki başka şeylerle meşgul olur önce, sonra anlatır.
-Dur senin bir çalışırken resmini çekeyim, merak edenler vardır.
-Peki ama ekran görünmesin, manüplasyona girer.
-Sen merak etme ben neyi çekeceğimi bilirim.














Bilmem çekmese miydim ?












http://i44.photobucket.com/albums/f25/avrogida/irina-tahta.jpg

bikmisbroker
17-03-2006, 15:45
Gercek irina LAPTOP'u dizine almis, seans takip edendir..
Taklitlerinden SAKININIZ!!..

http://img.photobucket.com/albums/v85/bbroker/BORSAMIZ/yilinfoto_2_.jpg

zumbul
17-03-2006, 16:08
Ey cenabırabbülalemiiin!
Ey hikmetinden kudretinden sorgu sual olunmayan yüce Allahım!!!

Euzübillahimineşşeytanirracim bismillahirrahmanirrahiiiiim!!!

Malum zata vahyi kereminizle lutfedip de gelişini bizlere haber verdiğiniz irina ismiyle namı cihanı sarmış cennet hurisini gören bu gözlerimizi kızıla boyanan günlerde cehennem ateşinden sen koru yarabbiiiii!

Gelişi bahar misali gönlümüzü yeşerten bu cennet nimetinin,
dönüşünde de bizleri ardına takılıp katına aldığın,cehennemin kızıl alevlerinden ırak eylediğin kullarının cümlesine ilhaaak eyle yarabbiii!!!

alihoca
17-03-2006, 16:16
Güzel AnnE'm,
Ciğerim AnnE'm;

Malumaliniz Bizans Havalarına güven olmaz,
Şu İranaahanım gelin kızımızı pek ince giydirmeyin,
Çok daha fazla da açmayın kurban olayım.Hani maazallah,üşütür müşütür diye diyom....

Amman diyeyim..

Arz-ı hörmetler ederim.

buena vista
17-03-2006, 19:10
.......
-Yok yok, sen beni tanimadin..
-Bagislayin, nerden tanisiyorduk?
-Askolsun, yani dedi IRINA..
Nerden tanidigini, kim oldugunu animsamak icin kendini zorladi.Ah, bir taniyabilse, birkac söz konustuktan sonra basindan savacakti..
-Gözüm isiriyor ama...
Gercek kendisi olarak söyle demek istiyordu:"Tanimadim ulan, n`olacak yani?
-Seni tanimak zorunda miyim ?
-Görüyorsun surda bir kadinla basbasayim, sirasi mi simdi tanidik cikmanin ?
-Uygunsuz IRINA.."
Böyle demek istiyordu ama diyemiyordu aslinda buena vista..
-Ne yazik ki sizi taniyamadim, diyordu..
-Yaziklar olsun..
-Hafizam cok zayif da..Hangi tarihde tanismistik acaba ?
-Ne zaman tanistigimizi da sen bul bakalim..
-Icelim...diye kadeh kaldirdi IRINA..
-Demek sen simdi beni tanimadin, ha ?

buena vista

dentist
17-03-2006, 19:24
Olmaz kardeşim olmaz bir İrina bu kadar kişiye yetmez nereye gerekiyorsa oraya dilekçe verelim maruzatımızı anlatalım ,halimizi bildirelim....
Biz fazla İrina isterük..
Şimdi nerden çıkdı demeyin malum bu İrina pek kararsız bu aralar bir eşyalarını topluyor bir yerleşmeye çalışıyor e bu kadar insanda onla beraber hop oturup hop kalkıyor ve hatta karadeniz bölgesinde bir yerlerde bazıları İrinaaa ,İrinaaa diye geceleri rüyalanırmiş diye duyduk.
Velhasılı kelam biz şöyle oturaklı , yerleşik ve hatta mumkunse yedekli İrina isterük...

Buddha
17-03-2006, 21:25
Malum,bulunduğumuz ve soluduğumuz zamanın dilimi itibari ile Greenwich denilen diyarı yerden 2 saat önde,her nedense ikizimiz mukabili sayılan sambacı diyarından ise 5 saat daha da önde olan diyarı yarenizmizde,diliminin kimi bizimle bir,kimi bizden de önde olan amma velakin ırkının güzelliğindenmidir nedendir bilinemez gurbet ellerden kalkıp BAHÇEYİ ARDI mızı şenlendiren dostu muhabbetimizi şenlendiren havalar ısındıkça kendini yellendiren Irina kardeşimize ikiz arayanlar amma bulamayanlara duyurulur.
5 saat geriden de bassa,Karadeniz kıyılarından daha önce reflekse haiz olan, mariANNA kardeşinizin bizimle mesaisinin kesiştiği kısa anlarda aynı kalp ritmi ile bir aşağı bir yukarı oynaşıp durmamız acep grupsal bir zevke haiz olmamızdanmıdır yoksa kan bağının zorlanmasımıdır…

NOT:Mammacığım mariANNA içinde epeyi anlam içerirmidirki...

Trusty
18-03-2006, 02:17
Ey cenabırabbülalemiiin!
Ey hikmetinden kudretinden sorgu sual olunmayan yüce Allahım!!!

Euzübillahimineşşeytanirracim bismillahirrahmanirrahiiiiim!!!

Malum zata vahyi kereminizle lutfedip de gelişini bizlere haber verdiğiniz irina ismiyle namı cihanı sarmış cennet hurisini gören bu gözlerimizi kızıla boyanan günlerde cehennem ateşinden sen koru yarabbiiiii!

Gelişi bahar misali gönlümüzü yeşerten bu cennet nimetinin,
dönüşünde de bizleri ardına takılıp katına aldığın,cehennemin kızıl alevlerinden ırak eylediğin kullarının cümlesine ilhaaak eyle yarabbiii!!!

Aha simdi Arka Bahce'ye Kur'an Kursu acabiliriz...

Kadro sorunumuz olmaz.:;ohohoh

Master
18-03-2006, 23:13
Benim sevdam İstanbul'un en büyük yangınıydı
Benim Gönlüm, gözlerinin en büyük aşığıydı
Ben bu şehrin yalnızıyım
Gecelerin ayazıyım
Kalbimde cam kırıkları, hiç dinmeyen bir sızıyım

Ne bu ? dedim... Menekşe gözlerini, omuzunun üzerinden,ince bir eda ile sundu, gözlerime ve ekledi..Nalan...

Mırıldandığın şarkıyı değil, tarator kabındaki dedim....

aahh o mu.. Manyonez içine Mersin limonu ve iç ekmek rendesi vede dövülüp ezilmiş 3 diş Trakya sarmısağı...

Manyonezi Polonezköy yumurtasından yaptım...

Peki dedim ..Genel menü ve sunum tarzını anlatırsan pek vaktim yok yukarı çıkıp duş alıp üstümü değiştireceğim...

İlk önce misafirinizin ve sizin şeker sorununuzu düşünerek hazırladım,

Buz kabında, Beluga Malassol havyarı,Kızarmış kepek ekmeği ve Polenez tereyağı

Şuan tam zamanı Kuşkonmazın, Kremalı Kuşkonmaz çorbası

Masanın muhabbetinin anlamına çeşni olsun diye ara tat olarak, Rossini türü ufak börekler trüflü katkılı

Ana yemek ,Sülün Rostosu, haşlanmış Ödemiş patatese eşlik eden buhar gösterilmiş kuşkonmaz garnitürü ve Tarator sosu

Salata olarak Semizotu üstüne gezintili dökülmüş sarmısak püresi ile zenginleştirilmiş Cunda Sızması

Sarı erik Pastası ( Tatlandırıcılı ) , Portakal Dondurması ve Evian Maden suyu

Şarap olarak, Jenerik olarak Bordo isim olarak Barton& Guestier Margaux 2001 seçtim...mutabıkmıyız... dedi

Kahve yokmu ?? dedim .. ahh hemde ellerimle kavurdum ve kendim çektim... zaten çekiyorum...

Anlamadım dedim

Kahveyi dedi yanına dem olsun ve hazmına lezzet katsın diye Hennessy XO

Ok şık teşekkür ediyorum saat 19:30 gibi gelecekler...

Üst kat merdivenlerine yöneldiğimde yine mutfakta İrina’nın mırıldanması düştü kulaklarıma...


Sen ne anlarsın sevdadan nasıl insansın
Dilerim sende benim gibi sende yanarsın

Yine Nalan galiba dedim.....


Yemek ve Misafirler YARIN ;)

dentist
18-03-2006, 23:49
Uzakdan bakdım
- O mu acaba? diye geçirdim içimden karar veremedim doğrusu ama kaç kez karşılaşma şansım olabilirdiki ?
Evet evet yanına gidip soracakdım.
-Senmisin o? diye...
Tüm cesaretimi topladım ve gittim yanına evet yakından görünce o olduğuna şüphe yokdu sordum yinede
-Senmisin o? dedim ..
Derin mavi gözleriyle bakdı bana durgun ve üzgün görünüyordu , önce cevap verip vermemek arasında bocaladı belliki konuşmak istemiyordu ama üsteledim
-Burda ne arıyorsun hem de bu saatte?
Artık o olduğuna şüphem yokdu ondan cevap bile beklemeden devam ettim
-Gitme lütfen dedim binme o otobüse hepimiz senin burda kalmanı çok istiyoruz hem gitmen için ne sebep olabilirki herşey çok güzel değil mi?
Hala hüzünlü görünüyordu.
-Olmuyor dedi çok üzülüyorum ve de kimsenin kırılmasını ve üzülmesini istemiyorum! en iyisi benim gitmem! dedi.
Benim kim olduğumu bile sormamıştı. Ama öyle bir anlatmaya başladıki yıllardır arkadaştık sanki ...Anlattı anlattı anlattı.
Çok şaşkındım geldiği ilk günlerden bahsederken gözleri parlıyordu ve yaşadığı güzel günleri anlatırken anılar kah güldürüp kah hüzünlendiriyordu beni. Son olarak...
-Geldiğim ilk günleri hatırla dedi sende oradaydın ama seni görmediğimi zannettin ama ben hepinizi gördüm ve artık gitme zamanı...

Belliki onu vazgeçirmek için konuşmanın bir faydası olmayacakdı. Konuşurken bineceği otobüsün önüne gelmiştik..

-Seni bir kere öpebilirmiyim dedim !!!.Lütfen yanlış anlama seni çok seven bir arkadaşım adına dedim.

Şaşırdı ve bir kahkaha attı bunun evet mi hayır mı olduğunu anlamaya çalıştım, yüzüne bakdım, birden yüzü karardı sonra bir ses duydum.....

Allahuekber allaaaahuekber........
Yatağımda şöyle bir doğruldum önce ne olduğunu anlamaya çalıştım, bir süredir sabah ezanının sesi uyandırmaya başlamışdı beni........Yaşlanıyorum galiba dedim içimden.

Trusty
19-03-2006, 01:53
Hadi Bakalim aciklada gorelim...

Sen ne anlarsın sevdadan nasıl insansın
Dilerim benim gibi sende yanarsın

Yine Nalan galiba dedim.....

Biz daha Irina'yi cozemezken, bir de Nalan cikti.

Oh olsun sana Trusty, yermisin corbacida paralari...?

Simdi coz cozebilirsen..:kafasız:

Ceenk
19-03-2006, 23:34
İki damla yaş süzülüyordu elmacıklarından aşağı.

Bantlanmış gözlerini göremiyordum. Buğday sarısı saçları ile dörtgen mukavva kutunun üzerinde duran, Allah’ım öldüm mü ben !! Yoksa Huri’ler dünyaya mı indi diye şaşkınlıktan kıvranan beynimin bana ağır geldiği anlardandı. Hurilerin bildiğimiz mukavva kutusun üzerinde böylesi duracağını heralde MÖ.’de yaşamış atalarımız bilselerdi onu çoktan icat etmiş olurlardı. Bununla kalsa iyi !! Dünyanın en büyük şirketleri arasında General Elektrik, Microsoft yerine MukavvaSoft’u görürdük. Dentaş Ambalaj hisselerine MukavvaSoft’un talip olması ülkemiz gündeminin 3 ayınızı temizinden alırdı. KartonSoft olaya çomak sokmak için ne çabalar sarfettiğini siz düşünün.

Konuyu derinlemesine incelemeye koyuldum. Kutu üzerinde bulunan iki yukarı ok, bir şampanya bardağı ve bir adet şemsiye ve de kutu üzerinde ne yazdığını anlayıp okuyamadığım bir yazı. Filologlara danışmam farz oldu. Gittim zat’ı hallerine. Burnundan kıl aldırmayan havaları ile bunu anlayamadıklarını öğrenmem 3 tam günümü aldı. Bu yazı üzerine tam ümidi kesmişken, sabah kahvaltısı için söylediğim yarım ekmek arası Beyaz Peynir (dikkat buyrun lütfen Beyaz Peynir’in ilk harfleri büyük yazılmıştır) ve domates (hani bu mevsimde sera olsa) siparişimin geldi. Siparişi getiren Blue Çağına varmasına 5 kalmış kardeşim kendisini fark etmediğimi anlayarak yanıma geldi ve bağırmaya başladı ;

Abiiiiiiiii, Abiiiiiiiiiiiiiiiiiii,,,,,

Bu mukavvayı ben tanıyorum.

Çocuğa Annemden, babamdan bilmiş kardeşim edasıyla bir sarılmışım kiiiii !!

Abi, boğuluyorum, bırakkkkkkkkk diye bağırmasıyla irkildim,,

Blue çağına varmamış kardeşim ne mi dedi ?

Eh 3 (üç) gün filolog beklemiş kardeşiniz olarak birazda siz bekleyin.

bikmisbroker
20-03-2006, 11:19
Oh olsun sana Trusty, yermisin corbacida paralari...?

Simdi coz cozebilirsen..:kafasız:

Yaw sevgili Trasti,
Sen Corbacida midene indirmissin paralari..
Biz bu borsada dirsek curuttuk be??

Yine de annamiyoruz?? Ya buna ne demeli??(Bakiniz 3 y harfide buyuk yazilmistir) Buyur burdan yak da Coz..

AnnE
20-03-2006, 15:20
Ahali !!!!!

Lütfen buranın bir piyasa forumu olduğunu unutmayınız.Ne bu yahu! Üç gündür yazılanlara bakıyorum, bendenizin, malum kişinin bir ziyaretçisi ile alakalarım hakkında yazdıklarım ve resmettiklerim sanki piyasalarla hiç mi hiç ilgisizmiş gibi, her biriniz başka ve tuhaf şeylerden bahseder olmuş.

Unutmayınız; bu ziyaretçinin her ziyareti tamamen ve sadece piyasalardaki gelişmelerle alakalıdır.Ziyaret edilen malum kişiye sunulan ve her defasında ve her öğününde XO konyaklarla nihayetlenen bu sofralar, aslında piyasalar hakkında kesin ve net mütalaalardır.Bu mütalaaları malum kişi arada sırada kesin bir dille izah etmektedir.Bu izahatlarından birinde geçen nalan kelimesi, yine bazılarınızı tarumar etmiş.Yazıktır! Nalan , farsçada inleyen ya da inleten manasına gelen bir hoş kelimedir ve hatun kişi ismi olarak da kullanılmaktadır.

Bakınız , benim epeydir kafama takmılş olduğum, Üçüncü Ahmet'in yalaka şairi, titrek Nedim'in cinsel tercihleri,ve bu tercihler üzerinde Sadabad seferlerinde yediği herzelerle ilgili bir şiiri var.Bu herif, Osmanlı'nın ve Osmanlıca'nın en sağlam şairlerinden olduğu konusunda en maço amcalar tarafından söylenmeyen bırakılmaz iken bunun yumuşaklık ve yumuşakçılık tercihlerinden nedense hiçbir yerde bahsedilmez.Alın size bir gazel, bunu Küçük İskender bile yazamaz vallahi.

Tahammül mülkünü yıktın Hülagü Han mısın kafir
Aman dünyayı yaktın ateş-i suzan mısın kafir

Kız oğlan nazı nazın şeh-levend avazı avazın
Belasın bende bilmem kız mısın oğlan mısın kafir

Ne ma'ni gösterir duşundaki ol ateşin atlas
Ki ya'ni şu'le-i can-suz-ı hüsn ü an mısın kafir

Nedir bu gizli gizli ahlar çak-i giribanlar
Aceb bir şuha sen de aşık-ı nalan mısın kafir

Sana kimisi ''canım'' kimi cananım deyu söyler
Nesin sen doğru söyle can mısın canan mısın kafiR

Şarab-ı ateşinin keyf-i ruyun şu'lelendirmiş
Bu haletle çerağ-ı meclis-i mestan mısın kafir

Neden bakarsın sık sık böyle mir'at-ı mücellaya
Meğer sen dahi kendi hüsnüne hayran mısın kafir

Nedim-i zarı bir kafir esir etmiş işitmişdim
Sen ol cellad-ı din ol düşmen-i iman mısın kafir

Şimdi siz tabii ki ne diyor lan bu demişinizdir ; tercüme edeyim ve yorumu sizlere bırakıyım ;

Tahammül ülkesini yıktın, Hülagü Han mısın kafir? Aman! dünyayı yaktın yakıcı ateş misin kafir?
Nazın kızoğlan nazı, bağrışın şehlevend (delikanlı) bağırışı; belasın, ben de bilmem kız mısın, oğlan mısın kafir?
Omzundaki o kırmızı atlas ne anlama gelir? Yani güzelliğin can yakan alevi misin kafir?
Bu gizli gizli ahlar, yaka yırtmalar nedir? Acaba sen de bir şuhun inleyen aşıkı mısın kafir?
Sana kimisi canım kimisi cananım der, nesin sen doğru söyle? Can mısın, canan mısın kafir?
Kızıl şarabın keyfi yüzünü alevlendirmiş, şu halle sarhoşlar meclisinin mumu musun kafir?
Parlak aynaya neden böyle sık sık bakıyorsun? Meğer sen de kendi güzell,ğine hayran mısın kafir?
İnleyen Nedim'i bir kafirin tutsak ettiğini işitmiştim; odin celladı, o iman düşmanı sen misin kafir?

Bilmem bir piyasa yorumuna ihtiyaç kalmış mıdır ?

Süvari
20-03-2006, 15:39
Bu şiir üzerine alım yapacak delikanlıya madalya haktır.
Atın ölümü arpadan olsun diyene ölmek helaldir.

Atımı bu sefer bahçeye sokmadım, sokarsam şnitzel yapın,
Bahsetmedim hanımefendiden suyunu çıkarmamak lazım.

Rus da olsa bacımız gibi misafirperverlik göstermemiz şarttır.
Aksinin gereksi ve yanlış anlaşılacağı da aşikardır.

Üstteki yeni tasarım için Dent i selamlarım,
Tüm bahçeye sevgilerimi sunarım.



Not: Ne şair im ne de yumuşak.
Sürçü lisan ettiysem affola.

zumbul
20-03-2006, 16:06
Bütün büyük imparatorlukların en parlak dönemlerinde zevk ve sefa çılgınlığının had safhaya ulaştığı malumunuzdur.

Roma gibi,Osmanlı gibi...Hatta bugün U.S.A. imparatorluğunda olanlar gibi.

Yedik içtik,güldük eğlendik,İrina ile başladık Nalan'la devam ettik,amenna.Ama gelin görün ki bu nedime travestisinin bahçeye duhulünden benim için çıkarılacak pek çok mana mevcut.

Velhasılı kelam,Allah ın gazabı gelmeden ben İstinye sırtlarını aşayım da geride kalanlar yanmıııış yıkılmıııış kimin umurunda.

Gerçi malum şahıs beraberinde pek çok kişiyi de çıkarır,götürür,kurtarır azaptan ama ne olur ne olmaz ben pılıyı pırtıyı erkenden toplamaya başlayayım.

Bu arada irina nereler de?

Gitti mi yoksa kimselere haber vermeden?

Mazhi
20-03-2006, 17:25
Genelkurmayla rte hükümetinin arası gerim gerim geriledursun,Dünyanın sapık patronunun ekonomisi S.O.S veredursun,İran Savaşı yanıbaşımızda göz kırpadursun,Güneydoğuda ipin ucu kaçadursun,Kıbrıs elimizden kayadursun,Kemal Abi hüpletedursun,endeks hiç de hak etmediği 3.2 centte patinajları çekedursun,yatırımcılarımız hala olumlu hikayelere kendilerini inandırmaya çalışıyorlar.Yok efendim Tükiye değişmişmiş,yok efendim 2000 yılında 3.8 cent varsa şimdi 13.8 cent olmalıymış da bilmemne.Türkiyenin en büyük özelliği,50 seneyi aşkın bir zaman zarfında HİÇ BİR DÖNEM gerçek anlamda kalkınamayan bir ülke oluşudur.Kim kendini hangi yalanla avutursa avutsun Türkiye cahillikle,şiddetle,açlıkla,kültür erozyonuyla,amaçsızlıkla başbaşa kalmış bir ülkedir."Türkün Türkten başka dostu yoktur" masallarıyla büyüyen her Türk çok iyi bilmelidir ki,Türkün en büyük düşmanı Türktür.Bu ülkenin borsasında F/K oranı Avrupanın bile çok üzerindedir ki,üzerinde terör tehdidi taşıyan,alnında yolsuzluk damgası taşıyan,halkı git gide daha da cahilleşen,ekonomisi sadece "borçlanma" kavramı üzerine kurulu bir ülkenin borsasını ne İrinanın slav bacakları ve mukavva kutuları kurtarır,ne de yalan üstüne yalan söyleyen,ağız üstüne ağız değiştiren satılık medya kurtarır.Dünyanın en çok bilen(!),en çok vakit harcayan ve en çok komisyon ücreti ödeyen borsacıları olan biz IMKBtörler ise,geçmişte yaşanan sıkıntıları "Türkiye değişti oğlum" yalanıyla unuttuğumuz sürece çok kereler daha burnumuzun üstüne çakılacağız.İrinanın mukavva kutusunu görür görmez "işte oğlum kurtulduk" diye sevineceğimize biraz daha geniş açıdan bakalım.İranda savaş çıkarsa,Güneydoğuda kanlı bir nevruz yaşanırsa,askerin üzerine daha çok gidilirse,ekonominin ırzına borçlarla geçilmeye devam edilirse İrina da terk-i diyar eder,paracıklar da.Zaten İrina mı Nalan mı kararsızlığı da,ülkemizin her yönden yaşadığı belirsizliklerin bir aynası sanırım.

Benim korkum,önümüzdeki dönemde borsa bile konuşamayacağımız yönünde,umarım yanılıyorumdur.

Not:Arka Bahçede ilk kez yazıyorum,ifadeleri kuvvetli olan bir insan olmadığım için buraya yazmamaya özen gösteriyordum ama bir seferlik içimi dökeyim dedim,eğer yazım bu topice uymadıysa özür diliyor ve uygun bir yere taşınmasını rica ediyorum.

Not2:Kısa zamana kadar sadece tekniğe dayalı bir 55000 beklentisi içindeydim,ama üç beş kırıntı için fırını yakmaya değmeyeceğini düşündüğümden son bir aydır sürekli pozisyon azaltıyorum,şu anda da cüzi bir pozisyonum var."Madem ülkenin anası ağlıyor,ne diye her tahtada fink atıyorsun oğlum?" diyen çıkarsa diye şeyettirdim.

Hepinize sevgiler,saygılar.:wink2:

AnnE
21-03-2006, 10:39
Günaydın Ahali ;

Bugün yazmak için fazla debelenmeme gerek yok.Ortalık konudan geçilmiyor.Mesela, taa Alamanya'dan memleketi izleyip, burada yaşayanlardan daha sert ama doğru tahliller yapabilen zenci Mazhi kardeşimiz,Hocam Ali gibi, meselelere keşifler ve icatlar ansiklopedisinin dip notlarından değil tam hayatın içinden dalarak '' traşı keselim'' demeye getirmiş.Pek de iyi yapmış.Ne demiş atalarımız :'' Ben kendi günü için değil, memleket evlatlarının yarını için telaşlananı severim.''

Diğer bir haber, daha doğrusu zincirleme haber ise, memleketin ellisekizinci başbakanının hem bu dünyada hem de diğer dünyada sakata gelmesi.Ellisekizinci başbakanı ,geçen gün biliyorsunuz, hafif kartlamış bir Latin dilberi,şakkadanak öpmüş idi.Ellisekiz numara her ne kadar yok ben zaten verecektim, yok kaçmadım, herşey benim kontrolumdaydı felan demiş olsa da, direk hamama dalıp üstüste defalarca gusül abdesti almaya başlamış, bu sonsuza uzanan gusül abdesti seansı neticesinde, kulağına kaçan sular onun başını, ahirete hacet kalmadan daha bugünden dertlerin en büyüğüne sokmuştur.No Ellisekiz, dünyada ellerine teslim olmayı en son düşüneceği kitle olan askerler tarafından yatağa uzatılmış ve kulağının arkasına kadar ameliyat edilmiştir.Şu anda boynunu çeviremediği rapor edilmektedir.Kulağının arkasına yapılan operasyonun tam da onun Kondi ablasını ziyarete gideceği güne denk gelmiş olması ve enaz doksan gün uçağa binemiyeceği bir durumla sonuçlanması da dikkate değer bir haldir.Gerçi o bu durumu pek sallamamakta, hesap günü geldiğinde, Kitap'a ve sünnete göre direkt zin'a olarak tanımlanan bir gavur hatunu ile öpüşme meselesinden nasıl yırtacağını hesaplamakta.

Bir diğer haber ise, Arkabahçe-org sitesinin açtığı İHALE.Dün foruma girdiğimde aa!! bir baktım, forum sayfasının sağ üst köşesinde bir banner.Aynen şöyle yazıyor :ARKABAHÇE FORUM- Bir Sevg İHALESİ
Vay anasını dedim.Bizimkiler işleri artık ihaleyle halletmeye başlamışlar demek.E tabi piyasalardan parayı götürdüler, artık adam çalıştırmaya başlayacaklar.Önce ne ihalesi olduğnu çözmek için, Google,tdk.org.tr den başladım Divanı lügatin Türk e kadar derin bir araştırma yaptım bu SEVG denilen şeyin ne olduğunu bulmaya çalıştım.Fakat dünya dillerinin hiçbirinde bu kelimenin kullanılmadığını gördüm.Kullanılış hali sadece bir kısaltma:Software Engineering and Verification Group .Ohha dedim yahu , bizimkiler uçuşa geçmiş forumu acaip bir yer yapacaklar.Olsun dedim, ihale ihaledir birde bir ekmek çıkartırız.Attım Admin'e bir özel mesaj, dedim ihaleye talibim.Dedi ''ne ihalesi AnnE? ''
Anlattım uzun uzun tartıştık sonunda anladım ki bunlar bir sevg ihalesi açmamışlar, meğerse burası bir '' Sevgi Halesi '' imiş.Bunu bugüne farketmemiş olmanın verdiği suçluluk duygusu ile ezim ezim ezilirken, bir yandan da buranın nassıl bir yer olduğunu bir daha düşünmeye başladım.Düşündüm, düşündüm, düşündüm...

Ve artık sadece romantik yazılar yazmaya karar verdim, içinden sevgi baloncukları fışkırtan.

Bilmem bende mi abdest alsam ?

AnnE
22-03-2006, 12:29
Deniz Baykal’ın Atatürk mirası üzerinden bloke ettiği İş Bankası paralarını tahsil edince rahata eren Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde şöyle yazıyor :

ROMANTİK : Davranışlarında duygu ve coşkunun aşırı ölçüde etkisi bulunan.

Bundan önceki yazımı bitirirken düşüncelere dalmış ve bundan sonra romantik yazılar yazma kararı almıştım.Lakin yukarıdaki tanımı okuyunca çok rahatladım.Meğerse ben zaten romantik yazılar yazıyormuşum.Kim söyleyebilir ki, birçok insanın hiddetlendiği, Ali Hocamın bu iş pornoya varır diye telaşlandığı yazılarımda, duygu ve çoşkunun aşırı ölçüde etkisinden başka ne var.Hiçbir şey yok.Demek ki ben doğuştan romantik bir insanmışım, ancak yeni yeni farkına varmaya başladım.İyi de oldu.Demek ki romantik olacağım diye kendimi değiştirmeye zorlamayacağım.Ohh ba !!!

Romantizm, aslında onsekizinci yüzyılda başlayan , duygu ve sembollere fazlaca yer veren bir sanat akımı olarak gerçek anlamıyla tanımlansa da, günlük hayatta, mecazi olarak duygusal eğilim anlamı taşır.Ve sadece ve sadece karşı cinslerin birbirlerine yaklaşımları ile ilgilidir bu kullanım tarzı.

Ülkemizde halka yanaşabilen tek sanat dalı olabilen sinemada , romantik erkek deyince nedense ilk akla Ediz Hun gelir.Zira bu laf, briyantinli, ütülü, kılsız,tüysüz erkeklere pek yakıştırılmıştır.Romantik erkeğin cinsel anlamda da ‘’erkek’’ olduğu pek sorgulanmaz, onun içindir ki, Ediz Hun abimiz Filiz Akın’ı pek öpmez.Ve bu öptürmemişlik, adı geçen hanfendiyi, İstihbarat Teşkilatının fösrt leydiliğine kadar taşınmasında iyi bir referans olmuştur.
İyi de ahali ; bir dönem milletvekilliği de yapmış olan hatta çoluk çocuk sahibi bile olan bu adamı bir kenara bırakırsak, ilişkilerdeki bu romantizm hangi amaçla vardır ?
Dişisine nihai amaçla yaklaşma yeteneklerine sahip olmayan ya da bu yeteneklerin gösteremeyen erkek,ya da erkeğine nihai amacını ifade etmesi toplumsal baskılarla yasaklanmış dişi, nihai amaca giden yolu bir miktar uzatmak pahasına romantizmi bir başlangıç seçeneği olarak kullanır.
Gül ile , mendil ile, manzara ile başlayan hangi ilişki bu şekilde gitmiştir.Gidebilir mi ? Gitmesine kimse gerek duyar mı ?Birbirleri ile doğal ilişkiye girmeye başlamış hani çift özel günler dışında birbirine gül almakta ya da boğaz kıyısında dalıp gitmektedir ?

Demek ki ahali ; romantizm aslında cinselliğin ta kendisi, hedefe giden yolu daha da sağlam kılmak üzere atılan hin bir temelden başka bir şey değildir.

Şimdi sormak isteyenler olduğunu sezinliyorum ; İrinaanım’ın hazırladığı o acaip romantizm kokan sofraların amacı nedir ?

Bana ne ! Bana mı kuruldu ?

Bilmem bu saatten sonra daha da romantik olabilir miyim ?

AnnE
23-03-2006, 11:23
İnancı yüksek olanlar ‘’mucize ‘’ kelimesini kullanmaktan imtina ederler.Zira,bu kelime, Tanrı’nın izni ve emri ile yalnız peygamberlerin gösterdiği, özellikle peygamberlere karşı çıkanları ikna etmek, iman etmeyenlerin iman etmelerini sağlamak, inananların imanını güçlendirmek amacı taşıyan olağanüstü işler, hareketler, hâlleri ifade eder.

Kimsenin inancının düzeyi bizi ilgilendirmeyeceği ve kimsenin inancının diğeri ile terazilenmesinin doğru olmayacağı önkabulü ile burada mucize kelimesinin diğer anlamı ile alakalı konuşacağım : İnsanları hayran bırakan, tabiatüstü sayılan olay.

İnsan evladının yaşadığı an sayısı arttıkça, biriktirdikleri sayesinde ve eğer biriktirdiklerini aklının süzgeçinden geçirerek kullanma yeteneklerine de sahipse küçük hatalar yapmaz.Risk aldık diye izah etmeye çalıştığı durumlarda bile genellikle bir B planı vardır.Yaparsa, sadece büyük hatalar yapar.
Bu haller, C planı gerektirebilir ve işte o anda C planı ne yazık ki yoktur.Bu anlar, o insan evladının kaybettiği anlardır.Bahsedilen kayıp, ömrün doğrultusunu değiştirir, beklentileri yok eder, umutları hatırlanmaz kılar.Bu bahsedilen kayıplar kaza değildir, tasarlanmışların sağlamasının yapılmamışlığından gelir.
Lakin bu olmayan C planı çok az insana lazım olur normal hayatta. İşte bu hayat trenini raydan çıkarıp,dağ bayır hoplaya zıplaya, arka vagonları kopara kopara götüren olaylar, durumlar, yapamamışlıklar, yapmasaymışımlar, yapabilirdimler, yapmamalıydımlar,yani insan evladını hayatta ki en berbat kelimeyi , ‘’keşke’’yi kullandırmaya başlatan haller bir bitişin net bir başlangıcıdır.O başlangıcı daha da kötü anlar kovalar, suçluluklar, suçlamalar, suçlanmalar keşkeleri silah olarak kullanır, yüreğine yüreğine sıkar insanoğlunun.

İşte bu düşüş, bitiş, yokoluş anlarında, -ki artık bir an, an olmaktan çıkıp bir sürece dönüşmüştür- işte o mucizeler peydahlanır bazen.Aslında çoğu zaman mucize de değildir, o keşkelerin paniğinde görülemez olmuş beklentilerdir, umudun bittiği anların karamsarlığı ile bakılsa görülecek ışıklardır, duygunun , aklın gölgelemesiyle sakladığı gerçeklerdir ve sadece o anın çaresizliği ile mucize sanılır.Ve asla mucize değil , akan suyun bulduğu, zaten bulacağı yoldur o.

Bir de gerçek mucizeler vardır, bu bitiş, batış, yokoluş anlarında ortaya çıkıveren.Mucizedir, beklenmeyendir, olmaması gerekendir, umut vermez, yanlış zamanda peydahlanmış olmanın keşkelerini bir daha bir daha vurur yüreğe; ışık verir, yol açmaz; keyif verir gibi olurken hüzne döner.Bir anda herşeyi unutturuveren bir şarkıdır bazen, bazen sabah alacasında cam önüne konmuş bir sakanın cıvıltısıdır.Beton arasında nerden bittiği bilinmez bir erik ağacının beyaz çiçekleridir erken açmış,. Bazen, bir rüyadır, uzun yılların her yatışında görülmüş ve asla dokunulmamış ve rengi tarif edilemez, ne kadar yakınında olduğu belirsiz, tabiri mümkünsüz ama rüya olduğu kesin. Ve bu rüya bu berbat zamanda ‘’hayır ! ‘’ diye çıkıverir karşına , ben rüyayım ama varım, ben tarif edemediğinsin ama buradayım, ben aramadığınsın bulamayacağını sandığın için ama varım.Asla ulaşamayacağını bildiğinle yüzyüze kalıverince unutursun.Unutursun hangi anı yaşadığını, hangi çaresizliklerle sarmalandığını, hangi sona gittiğini, hangi başlangıçın bir diğerinden beter olduğunu. Bilemezsin ki bu nerden çıkageldiğini bilemediğin nereye götürür seni, artık gittiğinden emin olduğun yerden bir sapış mıdır, çekip çıkaracak olan mıdır, bir umut mudur kaybettiğin ?

Aslında sadece henüz kaybolmamışların kısa bir ertelenmesidir hemen farkedeceğin.Gittiğini iyi bildiğin yokoluşun küçük bir dinlencesidir, daha da hızlanmanın o gidişe, bir yokuş başıdır.Sadece gereksizliğini algılarsın, nereden çıktınlar , keşkelerden beter deler yüreğini.

Alamaz seni yolundan.

alihoca
25-03-2006, 02:26
Küçüklüğümde ilk keşiflerimden birisi akraba, komşu filan gibi sosyal çevrelerde gittiğin gitmediğin evlerde hakkında iyi konuşulmasını istiyorsan veya gittiğinde çook iyi karşılanmak istiyorsan evin anane, babaanne gibi yaşlısını fethetmenin en baş şart olduğunu anlamıştım.

Anlayıp keşfetmekle iş bitse, tabii ki cana minnet. İşe dalınca araştırma ve tatlı dil gerekliliği gibi nice zorluklarla karşılaştık. Maksat gâvurluk değil mi? ürküp korkmadık aslanlar gibi çalıştık. Zayıf yönler, sevilenler, hoşlanılıp hoşlanmayanlar gibi nice argümanlar elde ederek işi yarıladık. Daha işin yarısı deyip bıkıp bırakmadık. El öpmekten sarılıp kucaklaşma, sesi inadına tatlılaştırarak 'vay benim güzel teyzeem' gibi 'Kadersiz canıım teyzem' (tabii burda oğullar genellikle hayırsız olduğundan burada anneem de kullanılabilir.) seslenişleri bi güzel geliştirdik haliylen.

Bak burada bir uyarı yapmak farzdır. Bunları hile için taktik görür ve basite alırsanız, haberinizi olsun diyom bu iş en başından yatabilir. Neden derseniz yılların yaşanmışlıklarını hafife almayacak, uleen bunlar yaşlı,üstelik cahil diye asla düşünmeyeceksiniz. Onlar çektikleri acılar ile adeta insan sarrafıdırlar. Ayrıca farz edelim ki başta yutturmuş olsanız bile, bir noktada bu işteki hinliğiniz bir ortaya çıkarsa var ya, çıra gibi yandığınız gündür haberiniz olsun.

Sizden; yakın uzak çevreye öyle bi masum ağlarlar ki, gören elden ayaktan düşmüş yaşlı bir kadının ümüğünü sıkmışsınız sanır. Sizden yedi düveli öyle bir nefret ettirirler ki, farz edin evlenmek için kız istemeye gittiğinizi duysunlar, bilin ki bin türlü imalar ile, kız evi sizi Tecavüzcü Coşkun sanır desem billahi inanın.

Bir kere iyi bir dinleyici olmak gerektiğini yaşanmış birkaç deneyden sonra öğrenebildim. Şöyle ki, bir konuyu anlatırlarken tüm ruhunuzla dinlemediğinizi anlarlarsa, dinlemenizi sağlamanın ‘Guzum yavrum bugün pek dalgınsın bir derdin mi var? para neyin bi ihtiyacın varsa söylemezsen darılırım.’’ gibi yardıma hazırlık bildiren, ‘İçin geçiyor Sen açsın galiba, dur sana kendi ellerimle yaptığım kuzu kemikli kuru fasulyeden biraz getireyim’’ gibi hafiften rüşvetimsi uyarılar ile başlayarak, sertçe diyebileceğim dürtmekten, dolaylı ince tehditlere vardırabilecekleri yöntemler ile dinlemenizin sağlanacağını garanti ederim.

Sorun ve şikâyetleri türlü türlüdür. Gelinlerinden duruma göre; vicdansızlığı, beceriksizliği, kürek dilliliği, ana evinden çıkmayışı, torunlarının kendinden soğutulup düşman edilişi, ana oğul ilişkisini kıskanılışı, yediğinde içtiğinde gözü olup her lokmasının sayıldığı, oğlunu gece gündüz banyo yaptırılmasına neden olarak yavrucağının iliğinin kemiğinin kuruttuğu, oğlunun temiz pak giydirilmediği, çift üç beş çizgili ütü yapışı gibi nice rahatsızlıkları olduğunu söyleyebilirim.

Bunların içinden çok özel ve gizli olanlarını söylerken telaşlı telaşlı iki tarafa bakıp kulağınızın dibine kadar yaklaşıp, şöyle sıcak bir el teması sağlanarak fısıltıyla söylenişi sırasında dikkatli olmalısınız. Yook canım, o kadarı da olmaz diye itiraz ettiğiniz an kaybettiniz demektir. Vaah canım teyzemmm, kadersiz teyzeeem filan gibi, tatlı ve can evinden vurup, ara gazı vererek devamını dinlemeye can attığınız izlemini vermeli ve dahası hissettirmelisiniz.

Sorunlarının ikinci sırasını genellikle oğulları ve kızları alır. Kız ve oğlanları ile ilgili olarak ilgi, istek, beklenti, şikâyet ve sorunları dışarıdan, işin anlam ve önemini bilmeyenler için her ne kadar birazcık çelişki gibi görüntü arz eder ise de, bunu değil söylemek, ima dahi etmemenizi şiddetle öneririm. Kızları daha doğuştan babaya yakın ve yatkın oldukları için onlar hakkındaki şikayet ve beklentiler biraz daha farklılık arz eder.

Kızları genellikle dışarıda olup gözlerden biraz uzak olduğu için, saldırı ve düşman taarruzu altında görüp her an yardımlarına muhtaç olduklarını bildikleri için, tabii ki ana yürekleri de dayanamadığı için oğullar en başta sorun ve şikâyet alanlarını kapsar. Şimdiye kadar görüp duyduğum şahit olduğum ve tabiî ki bizzat yaşayarak test edip edindiğim tecrübelerime dayanarak söyleyebilirim ki, elkızına verip mutlu olduklarına şahit oldukları hiçbir erkek evlat yoktur.

Şimdi burada aranızdan bazı babayiğitler heriflenip, yok yaa! daha dün sordum. Bizim hanım için ‘sağ olsun iyi’ dedi. Hatta bizim içinde ‘Siz iyisiniz, sen şanslısın oğlum’ dedi. Gibilerinden, inadına erkek saflığına dalalet eden sözler söylemeye kalkmayın sakın. Saflık dediysem de hemen alınmayın. Siz yine bu sözlere inanmaya ve işlerin tıkırında gittiğini sanmaya ve hatta karınızla ananız arasında, sulh, barış ve mutluluğu inşa eden yegane erkek olduğunuzu düşünerek övünerek mutlu olmaya devam edin. Eşiniz ve ananız arasında gelişen söz, göz, el, dil, his temaslarının kırkta birini bile bilmeyişinizin şu anki yanıltıcı bir sanrı olan mutluğunuzu sürdürmeniz için çok hayati önemde olduğunu asla unutmayın. Çünkü en azından ruh sağlığınız için bu en iyisidir diyeyim.

Aslında bunları yazarken, bir taraftan da bu yazıyı neden yazdığımı unuttuğum için hatırlamak için debelendiğimi itiraf etmekte yarar var. Şimdi hatırladığım ve yaşlılıktan tekrar unutma olasılığına karşı hemence yazıvereyim. Geçen akşam iyice dalmışım. Su Böreği denen başlığa yazılan mesajı görmek için başlığa dalgınlıkla girmiş bulundum. Eee ne alakası var demeyin, açıklayacağım azıcık sabredin.

Herifçioğlu su böreği diye bir başlık açmış. Açmakla kalsa iyi oraya da bir tabak koymuş. Bende Sizin gibi, onunla da kalsa iyi diyecektim ama işi orada bırakır mı? Bırakmamış nitekim içine, caanıım su böreğini koyup yerleştirmiş. Eee ne var bunda demeyin. Bende zor olsa da, sonradan ayıktım. İş sandığınız gibi ‘masum bir fotoğraf ne var bunda!’ deyip geçiştirilecek bir şey değil. Hatırlarsınız önceden yazdığım yazı ile su böreğine olan zayıflığımı alenen beyan ve ifşa etmiştim. Burası biraz yazı çok güzeldi unutamamışlardır, gibisinden bir önyargı içeriyor olsa da ,Sizin böylece iç fesatlıklarına itibar etmediğinizi bildiğim için içim rahat diyebilirim .

İşte, Su Böreği yazısını yazdığım zaman güzel anacığının elleri ile hazırladığını da özellikle belirterek su böreği (aynı tabak olabilir) resmi yapıştırmıştı. Bizde yanlış hatırlamıyorsam, yaptığı işkenceyi ve işkenceci zihniyeti hiç fark etmeden, ne mübarek ana filan deyip ellerinden öpülür böyle anaların filan demiştik. Gel gör ki daha Arka BahÇe’miz açılır açılmaz, herif su böreği başlığını tekrar açıp o güzelim su böreği fotosundan lönk diye bir daha koymaz mı?

Şimdi bir şey yazacağım inanmayacaksınız ama biz yine saf saf eski yazımızı yapıştırıp aklımızca süsledik. Güya, ve galiba Herifin niyeti; Güzel anacığına bir iki sini su böreği yaptırıp Arka BahÇe Efradına sunacak ve tabii ki bize de düşecek haliylen dedik. Lan, ne ince yürekli, düşünceli insanlar falan var. Helal olsun insanlık daha ölmemiş, dedik hatta. Bak saflığa.. Ha bekle de bekle derken, bu arada başlığa yazı yazıldığında her girişimizde ki halimizi mutlaka tasavvur ediyorsunuzdur. Ediyorsunuzdur da, başlığa girdiğimizde tabaktakini görünce, kendim neyse de yutkunmaktan işkence çeken sevgili forumdaşlarımı düşünmek aklımı başıma getirtti, desem azıcık abartı olacağı için söylememek en iyisi galiba.

İşte birazcık sorumluluk duygumla ilintili olarak, bunun önceden bilinip bilinçle tertiplenen, ince zeka ürünü bir komplo olduğunu fark ettim. Tabii ki karşılıksız kalamazdı ve kalmamalıydı. Çocukluk yeteneklerimiz aklımıza hemen gelince, hangi tür ve şekilde olursa olsun, o mübarek kadına bir ulaşabilsek, kadına yaptığı eziyetlerden tutunda, ilgi eksikliğinden ihmale kadar her türlü sır, zayıflık ve açıklarını tek tek ve bir bir öğrenebileceğimizden zerrece kuşkumuz yok. Eh öğrenince de, her ne kadar şu ince yüreğim el vermese de; tehdit, şantajdan tutunda, ifşa etme ve işkence yapmanın hazzını yaşamaya kadar yapabileceklerimizi düşünecektik. Ne var ki şimdiye değin Kadıköy gibi bir yerde o mübarek yaşlı anayı bulmanın zorluğunu aşamadık vesselam.

Sonra aklımıza hoş geldin topiğine, girilmesinde sakınca bulunan başlıklar mealinden bir yazı koyalım en azından yeni gelen Gardeşlerimizi bu işkenceden koruyalım diye düşündük. Sonra yasak kadar uyarının da cezbedeci tarafını düşünüp adamları iyice pel perişan ederiz diye, ondan da korktuk vazgeçtik.

Neyse su böreğini düşündükçe yapacaklarım ve yazacaklarımın şiddetini daha faza artırmadan bitireyim. Son olarak bu işin sulhu yok mu derseniz diye ekleyeyim. Tam sulh sağlamaya yeter mi bilmiyorum ama en azından hafifletebilecek bir tek girişim kaldığı herhalde malumunuzdur. Olmazsa yüreğimiz kan ağlayarak da olsa, Sevgili Master’e müracaat edip güzel teyzemin adresini alıp bir ziyaret edip ellerini öpeceğiz Allah kısmet ederse. Sonrasını hala merak edenler yazının baş tarafını iyice okumamış demek olacağından tekrar okumaları faydalı olacaktır sanıyorum.

Arz-ı Hörmetlerimle
Saygılar

dentist
26-03-2006, 22:40
:p ......... Geçen akşam iyice dalmışım. Su Böreği denen başlığa yazılan mesajı görmek için başlığa dalgınlıkla girmiş bulundum. Eee ne alakası var demeyin, açıklayacağım azıcık sabredin.

Herifçioğlu su böreği diye bir başlık açmış. Açmakla kalsa iyi oraya da bir tabak koymuş. Bende Sizin gibi, onunla da kalsa iyi diyecektim ama işi orada bırakır mı? Bırakmamış nitekim içine, caanıım su böreğini koyup yerleştirmiş. Eee ne var bunda demeyin. Bende zor olsa da, sonradan ayıktım. İş sandığınız gibi ‘masum bir fotoğraf ne var bunda!’ deyip geçiştirilecek bir şey değil. Hatırlarsınız önceden yazdığım yazı ile su böreğine olan zayıflığımı alenen beyan ve ifşa etmiştim. Burası biraz yazı çok güzeldi unutamamışlardır, gibisinden bir önyargı içeriyor olsa da ,Sizin böylece iç fesatlıklarına itibar etmediğinizi bildiğim için içim rahat diyebilirim .

İşte, Su Böreği yazısını yazdığım zaman güzel anacığının elleri ile hazırladığını da özellikle belirterek su böreği (aynı tabak olabilir) resmi yapıştırmıştı. Bizde yanlış hatırlamıyorsam, yaptığı işkenceyi ve işkenceci zihniyeti hiç fark etmeden, ne mübarek ana filan deyip ellerinden öpülür böyle anaların filan demiştik. Gel gör ki daha Arka BahÇe’miz açılır açılmaz, herif su böreği başlığını tekrar açıp o güzelim su böreği fotosundan lönk diye bir daha koymaz mı?

Şimdi bir şey yazacağım inanmayacaksınız ama biz yine saf saf eski yazımızı yapıştırıp aklımızca süsledik. Güya, ve galiba Herifin niyeti; Güzel anacığına bir iki sini su böreği yaptırıp Arka BahÇe Efradına sunacak ve tabii ki bize de düşecek haliylen dedik. Lan, ne ince yürekli, düşünceli insanlar falan var. Helal olsun insanlık daha ölmemiş, dedik hatta. Bak saflığa.. Ha bekle de bekle derken, bu arada başlığa yazı yazıldığında her girişimizde ki halimizi mutlaka tasavvur ediyorsunuzdur. Ediyorsunuzdur da, başlığa girdiğimizde tabaktakini görünce, kendim neyse de yutkunmaktan işkence çeken sevgili forumdaşlarımı düşünmek aklımı başıma getirtti, desem azıcık abartı olacağı için söylememek en iyisi galiba.

İşte birazcık sorumluluk duygumla ilintili olarak, bunun önceden bilinip bilinçle tertiplenen, ince zeka ürünü bir komplo olduğunu fark ettim. Tabii ki karşılıksız kalamazdı ve kalmamalıydı. Çocukluk yeteneklerimiz aklımıza hemen gelince, hangi tür ve şekilde olursa olsun, o mübarek kadına bir ulaşabilsek, kadına yaptığı eziyetlerden tutunda, ilgi eksikliğinden ihmale kadar her türlü sır, zayıflık ve açıklarını tek tek ve bir bir öğrenebileceğimizden zerrece kuşkumuz yok. Eh öğrenince de, her ne kadar şu ince yüreğim el vermese de; tehdit, şantajdan tutunda, ifşa etme ve işkence yapmanın hazzını yaşamaya kadar yapabileceklerimizi düşünecektik. Ne var ki şimdiye değin Kadıköy gibi bir yerde o mübarek yaşlı anayı bulmanın zorluğunu aşamadık vesselam.

Sonra aklımıza hoş geldin topiğine, girilmesinde sakınca bulunan başlıklar mealinden bir yazı koyalım en azından yeni gelen Gardeşlerimizi bu işkenceden koruyalım diye düşündük. Sonra yasak kadar uyarının da cezbedeci tarafını düşünüp adamları iyice pel perişan ederiz diye, ondan da korktuk vazgeçtik.

Neyse su böreğini düşündükçe yapacaklarım ve yazacaklarımın şiddetini daha faza artırmadan bitireyim. Son olarak bu işin sulhu yok mu derseniz diye ekleyeyim. Tam sulh sağlamaya yeter mi bilmiyorum ama en azından hafifletebilecek bir tek girişim kaldığı herhalde malumunuzdur. Olmazsa yüreğimiz kan ağlayarak da olsa, Sevgili Master’e müracaat edip güzel teyzemin adresini alıp bir ziyaret edip ellerini öpeceğiz Allah kısmet ederse. Sonrasını hala merak edenler yazının baş tarafını iyice okumamış demek olacağından tekrar okumaları faydalı olacaktır sanıyorum.

Arz-ı Hörmetlerimle
Saygılar

Efendim gördüğüm kadarı ile ve de ismim geçmemekle beraber ''kör parmağım gözüne'' hesabı işaret ve dahi hedef gösterilmiş bulunmaktayım:p

Lafı fazla uzatmaya gerek yok efendim direk olarak konuya gireceğim. Sevgili ve de yaşlı annemin yaptığı o güzelim suböreği ve de ayrıntısını anlatacağım ve hatta daha taze taze yediğimiz (bugün) resimlerini koyacağım diğer hepsi biribirinden güzel hepsi el marifeti ile yapılmiş diğer yemeklerde benimdir ve de benim kalacaktır, hiç kimseye bir lokmasını bile koklatmaya niyetim yok.

Üstteki onemli konuyu belirttikten sonra gelelim esas konuya dün gece Alihocam'ın yazısını okurken içimdende kıs kıs gülmekte idim çünkü abim ailesi ile bugün için İstanbul' a gelmişti ve de haliyle bize de suböreği ve diğer yemeklerin ucu ve de kokusu gelmişti......

Konuyu ayrıntısı ise anlatıp Arka BahCe nin konu bütünlüğünü dağıtmadan şunu yazayım sadece ....haliyle yemek zamanı geldi çattı kapıdan içeri girer girmez nerde dedim o..
Annem burdayım oğlum dedi
Yok anne dedim börek nerde (Hain evlat Ökkeş)
Mutfakda oğlum dedi (Mübarek Anne) soğuyor bende dilimleyecekdim zaten gel gör dedi..
Annem böreği dilimlerken bende cep telefonum ile fotoğraflarını çekmeye başladım lakin annem şaşkın şekilde hayrola dedi.

Konuyu anlatıp annemdende onayı almanın zamanı gelmişdi.
Anne dedim senin böreğin meraklısı arkadaşlarım var onlara yollayacağım fotoğrafları e böreğini yollayacak halimiz olmadığına göre resimler gidecek dedim. (Böreği senden başkası yemesin oğlum cevabı beklentisi) Annem böreği kesmeyi bırakdı bana bakdı.....

Konun devamı ve de resimler az sonra suböreği topicinde..

AnnE
27-03-2006, 09:05
Ahali ;

Anladığım kadarı ile, börek, çorba muhabbeti arasında söylenmek ietenen şudur ki ; cukkaya atılanlar lüpletilmeye başlanmış.Afiyet olsun.
Nerden nereye , suböreğini görünce aklıma nedense nohutlu pilav geliverdi.

Bilirsiniz, bilmeyenler de ucundan şimdi öğrenecek, Boğazkesen Kal'ası'nın (sizin bildiğiniz adıyla Rumeli Hisarı'nın) üç kulesi vardır ve bu üç kule İkinci Mehmet'in üç veziri tarafından yaptırılmıştır.Zira, Osmanlı'nın her döneminde en zengin kişiler padişahlar değil onlardan beslenen vezir vüzera takımı olmuştur.Haa , bu düzenin bugün bile değişmemiş olmasında da şaşıracak birşey yoktur.Bu toprağın evlatları yüzyıllardır telef olurken; ümmet, vatan kıl tüy diye diye onlara bu topraklar uğruna ölmek üzerine methiyeler düze düze , aslında onları düzerek geçimini ve geçirgenliğini sürdürme siyaseti demekki yöneten takımının genlerinde varmış, aferin.

Mesela bu bizim İkinci Mehmet'in babadan kalma sadrazamı Halil (Çandarlı), bu mal mülk edinme sistemini öyle sağlam kurmuştur ki , Edirne hükümetinin, Istanbul'a sefer etmesini önleyeceğim ayakları ile kendini torike vurmuştur.Bu abimiz, Osmanlı içinde, evinde en fazla balık yenen adamdı.Ama asıl derdi asla kolestrol değildi.Zira bu torikler, Bizans saraylarından ve Galatalı Cenevizlilerden gelir, içi silme altın ve mücevher dolu olarak teslim edilirdi.Halil abimiz de ben beyaz et severim ayakları ile bu hazineleri cukkaya indirirdi.Gerçi, yarım ağızla da olsa, sonuna kadar fetih girişimine karşı çıkmış, ama engel olamayınca da 2 Haziran günü , Boğazkesen'de kendi yaptırdığı kulenin zindanında soluğu almış ve kırk gün sonra da kellesi vücudundan ayrılmıştır.Allah rahmet eylesin.Konumuz Halil değil.

İşte bu Halil 'den sonra sadrazam olanlardan birisi Mahmut Paşa'dır.Hani şu Istanbul'un en eski ve herzaman en kalabalık alışveriş yokuşuna adı verilen MahmutPaşa.Zira kendi adıyla yaptırdığı Cami buradadır.
Bu Mahmut ; henüz Edirne 'de iken her ayın üçüncü Cuma akşamı, saraydan geçinen bütün ulema takımını evinde toplayıp sabahlara kadar süren entel-dantel muhabbeti yaptırırdı.Nedense aklıma Mehmet Barlar'la Nazlı Ilıcak geldi ki konuyla bir alakası yok sanırım.İşte bu brain-storming muhabbetlerinin ileri saatlerinde ortaya kocaman kazanlar içinde nohutlu pilav getirilirdi, tereyağda pişmiş.Yağdanlık, pardon ulema takımı bu kazanlara bir saldırırdı ki , rivayete göre, bu saldırı esnasında tıknefes olup, kimi tansiyondan , kimi boğazına dizilenleri yutamamaktan çokça telefat olur imiş.Zira, Mahmut , pilavın içine bolca altın karıştırırmış ki , ulema takımına bahşiş niyetine.Bu bahşişten azamisini cukkalamak isteyen misafirler de nekadar hızlı ve çok yerse o kadar altın sahibi olacağını bildiğinden bu durum hasıl olur imiş.Bu esnada kırılan dişlerin konumuzla bir alakası yoktur.

İşte bu Mahmut'un Gülbahar adlı, çerkez güzeli bir karısı vardı ve şimdiki Mahmutpaşa civarında bir yerde yaptırdığı saray yavrusunda yaşarlardı Fethin ertesinde.Padişah Mehmet'in en büyük oğlu , en sevdiği oğlu, en güvendiği oğlu Konya Sarayı'nda yaşayan oğlu Mustafa, payitahtı ziyaretlerinden birinde bu Gülbahar Hatunu görmüş,acaip kafayı takmış, neticesinde işi punduna getirip hatunu götürmüştür.Aralarında başlayan bu saf cinsellik kokulu aşk öyle bir hal almıştır ki , şehzade Mustafa, ayda en az iki kere '' ben süt annemi özledim'' ayakları ile İstanbul'a gelip , görev icabı genellikle şehir dışında olan Mahmut Paşa'nın yokluğundan istifade, Gülbahar ile alemi ab eylemeye devam etmiştir.E tabi bir müddet sonra, Mahmut bu işi anlamış fakat, karşısındaki padişahın oğlu, bir müddet sonra kendisi de padişah olacak olan Mustafa, meseleyi nasıl dillendirsin.Bir laf söylese hatunu kaptırdığı gibi kelleyi de kaptıracak.Naapalım , ne edelim derken kesin çözümü bulmuş.Ve Keni badigardlarından en güvendiği adamı dilsiz Ali'ye has adamlarından biriyle bir mesaj göndermiş.'git Konya'ya , Mustafa'yı hallet , seni altına boğayım.'
Dilsiz durur mu ?.Atlamış atına, bir gece hamamda halvet halindeki Mustafa'yı bi güzel boğuvermiş ve dönüş yoluna çıkmış altına boğulmak hayalleri ile.Mustafa'nın ölüm nedeni de , hamamda taşikardi geçirdi, kardiyologlar yetişemedi ve Hakkın rahmetine kavuştu olarak kayda geçmiş.Bizim dilsiz dönüş yolunda iken, Mahmut'un gönderdiği diğer bir adam tarafından boğuluvermiş.Bu adam da İstanbul'a döner dönmez boğdurulmuş ve böylece hiçbir ipucu kalmamış.Lakin bu Osmanlı'da bu işler bir acaiptir.Mesele, en sevdiği oğlunun ölüm haberini alınca yıkılmış olan İkinci Mehmet ' in kulağına gitmiş nassıl gittiyse.Ve tabii Mahmut Paşa'da anında kellesi ile ayrı düşüvermiş.

Neyse ahali , konumuz, Fatih Sultan Mehmet döneminde , kendisi dahil kimsenin eceli ile ölmediğinin ve bu dönemin tarihin en vahşi dönemi olduğunu tespit etmek değil.Şimdi burada, Eflak Voyvodası Tepeş'in oğlu Drakul Efendi'nin Edirne Sarayına babası tarafından rehin verilmiş iken başına gelenler ve sonra onun Drakula Efsanesine dönüşüne neden olan , onbinlerce kişiyi canlı canlı kazığa oturtma eğitimini Edirne'de İkinci Mehmet'ten aldığını falan detaylandırmaya gerek yok.

Kafamı karıştıran şudur ki, bu Şehzade Mustafa, şeyinin doğrultusuna gidip Gülbahar'la şeetmese ve Mahmut tarafından boğdurulmasa, Mehmet 'ten sonra tahta Sofu Beyazıd değil O geçecekti.Peki o zaman acaba Osmanlı tarihi nasıl yazılacaktı?

Bugünlere gelişimiz, rahmetli bir şehzadenin şeyinin derdi ile maceralara atılmış olmasıyla acaba ne kadar değişmişti ?

Bilmem değişmiş miydi ?

Emin
27-03-2006, 21:24
Bugünlerde öyle canım sıkılıyor, öyle canım sıkılıyor ki!

Kulakları çınlasın, annem böyle tuhaf durumlarda “Ele ğulkum darali ki, gidin başımdan” derdi. Ben, her hal, bunun dili dönmüyor (telaffuz edemiyor) “ruhum” sıkılıyor diyeceğine “hulkum” sıkılıyor, diyor zannediyordum.

Epeyce büyüdükten sonra, şuan 77 yaşında olan, şimdilerde iyice de göçmüş anamın bu sözünü merak ettim. Bir iki sözlüğe baktım bulamadım ama bir gün, bir başka sözlükte denk geldim; Hulk: Huy, ahlâk, tabiat ve insanın ruhî ve zihnî hâlleri.
Kesmedi beni bu bilgi. Bir süre sonra da “Hulkum” kelimesiyle karşılaştım onun da anlamı; insan veya hayvan boğazı, ağızdan mideye giden yol, olarak tarif edilmiş.

Sn Emin,
En tehlikelisi AnnE’mizdir.. Nesli tükenmiş Osmanlı sülalesindendir… Sağı solu belli değildir! Hem sever, hem döver. Siz anlayıncaya kadar iş işten geçer. Farsça hâkim olduğu alandır…

Dedim ki, madem burada AnnE diye bir üstat var ona sorayım. Daha doğrusu, böyle bir tuz isteme bahanesiyle fidanlıktan arka bahçeye geçeyim, misafir ettireyim kendimi.

Arka bahçenin kapısındaki yazıyı durup okudum:
Tuhaf insanların tuhaf konularda yazdığı tuhaf yazılar, ille de bir ucundan borsaya dokunur, müdavimlik yapar, tedavi gerektirmez.

Bu yazıyı okuyunca tuhaflaştım, yazıları okuyunca da müdavimleştim ama tedavisinin olmamasına da şaşırdım. Ben tedavi amaçlı gelmiştim, içim açılsın diye, kafam karıştı.

Bir de konuyu borsaya bağlama konusu var ki, o kolay. Zaten benim canımı sıkan, hulkumu daraltan bu borsa!


İlgi çekmek, şirin gözükmek için bir de şöyle diyeyim:
Sayın AnnE, “marsıvaneşeği” sözünü kullanışınıza hayran oldum.

“Nohut” konusunda da bir şeyler diyecektim ama hulkum daralıyor şu sıralar.

AnnE
28-03-2006, 11:06
Ahali !

Neymiş efendim ; benim sağım solum belli olmazmış.Yahu , bu mekanda yeni yeni zuhur etmeye başlamış nam Emin bir kardeşimiz, '' garip yeni gelmiş , fena da yazmıyor, çok ürkütmemek lazım gelir '' diye düşündüğüm bir esnada , anacığının kullandığı bir hoş deyimi bilmiyor olmasını duyarsam nassıl sağım solum belli olsun ki, nassıl hafakanlar basmasın ki , nasıl hulkum daralmasın ki !

Adam tutmuş, anasının kullandığı caanım deyimi bilmezliği yetmezmiş gibi, hulk,gulk,ğulk,hulkum gibi herbiri birbirinden müstesna kelimeleri de birbirine karıştırmış.Benim sağım solum nassıl belli olacak şimdi !!!!!!

Neyseki sabah iki xanax içtiydim, fazla sinirlenmeden anlatayım bari.

Efendim , hulk kelimesi, Arapçada huy ,tabiat seciye manasına gelir ki AHLAK kelimesi bunun çoğuludur.Şimdi ahlak ne diye soran olursa, başına geleceklerden sorumluluk almam.

Kur’an-ı Kerim’de ahlak kelimesi yer almaz; ancak, biri âdet ve gelenek (Şuara suresi )diğeri ise, ahlak anlamında (Kalem suresi) iki yerde ahlakın tekili olan “hulk” kelimesi geçer.

Manasının derinliklerini merak edenler, İbn Manzur 'un yazdığı Lisanu’l-Arab kitabında ayrıntıyı bulabilir.Ayrıca edebiyatta kullanımı ile ilgili bir örnek arzu ederseniz , Nef'i nin bir gazelinden bir beyit aktarıyım :

Fâriğ olsak n'ola dilber sevmeden Nef'î gibi
Hüsn-i hulk-ı şâh-ı meh-dîdâra düşdü gönlümüz

Bunu geçelim, demek ki neymiş ? Emin Efendi'nin muhterem Annesi bu manada kullanmıyormuş.

Peki gulk olabilir mi ? olamaz.Zira Gulk, yumurtaya yatmış anaç tavuk manasına gelir.Bu dönemde tavuklar, altındaki yumurtanın içindeki civcivler gıpraşımlı telefon gibi oynaştıkça zevkten dörtköşe olur ve iyice hıyarlaşırlar.Zira altından yumurtayı alsan bile uzun bir müddet yerinden kıpırdamadan , anüsünün sıcaklığı ile altını ısıtmaya devam eder.İşte bu duruma da bu topraklarda ''gulka yatmak'' denir, Çorum yöresinde Ğulk diye seslendirilir.Kendinizi zorlamayın seslendiremezsiniz.

Gelelim gerçek manaya.Muhterem Anne ''Ğulkum daralii '' derken ''hulkum daralıyor, sen ne biçim evlatsın ne dediğimi bile anlamıyorsun ulan!'' demek istemiştir.

Buradaki HULKUM kelimesi BOĞAZ, GIRTLAK manasına gelir.Dolayısı ile bu manayı anlayınca , Muhterem Anne'yi darallar bastığı ve oğlunun bunu umursamadığı net bir şekilde anlaşılır.Bak yine sinirlenmeye başladım.

Neyse, sanırım konu anlaşıldı.

Haa ; aklıma gelmişken şunu da anlatıyım bari ;

Lokum var ya hani, Turkiş dilayt desem daha iyi anlarsınız.İşte bu lokumun kelime kökeni de hulkumdur.Rahat-ül Hulkum" "Boğazını rahat tut" anlamındadır. Zamanla "hulkum" kelimesi ,yerken boğazı rahatlattığı için,lokum'a dönüşmüş ve "rahat lokum" denilmeye başlanılmış. Daha sonraları rahat kelimesi de tahrif edilerek isim "Lati Lokum" olmuştur.Ne alakası varsa ?

Neyse bu kadar malumat yeter.Kafanız karışmasın.

Bilmem karıştırsam mı ?

Emin
28-03-2006, 11:52
...
Gelelim gerçek manaya.Muhterem Anne ''Ğulkum daralii '' derken ''hulkum daralıyor, sen ne biçim evlatsın ne dediğimi bile anlamıyorsun ulan!'' demek istemiştir.
...


Sadece teşekkür düğmesine basıp geçmek yerine, bu densiz misafirinize ikram ettiğiniz böyle çifte kavrulmuş lokum tadındaki ve kapsamı geniş açıklamanız için, size bir "hayır dua" armağan edeyim Sayın AnnE.

Okuyanlar da boş geçmesin "Amin" desin.

"Elin toprağa atasan, avucan altun gele."

AnnE
29-03-2006, 16:33
Ahali ;

Size bu memleketi neden dibine kadar sevmeniz gerektiği konusunda birşeyler yazmak istiyordum,lakin bugün güneş tutuldu ve hiçbirşey yazmaya hacet kalmadı.

Bilmem kaldı mı ?

http://galeri.milliyet.com.tr/tamsayfa/20060329gunes/foto/11.jpg
http://galeri.milliyet.com.tr/tamsayfa/20060329gunes/foto/17.jpg
http://galeri.milliyet.com.tr/tamsayfa/20060329gunes/foto/4.jpg
http://galeri.milliyet.com.tr/tamsayfa/20060329gunes/foto/1.jpg

Süvari
30-03-2006, 18:33
http://i43.photobucket.com/albums/e397/suvari123/AA__0000000008222309.jpg

AnnE
31-03-2006, 10:56
Ahali ;

Hiçbirşeyi diğer hiçbirkimsenin senin gördüğün gibi görmesini beklemek ne kadar doğrudur?
Sen eşeğe eşek derken, öbürü ''hayır o bir hayvandır'' diye ısrar ettiğinde, öbürkü de ''saçmalamayın, o bir omurgalıdır '' dediği zaman bu soyutlama düzeylerini nerede birleştirebileceğini sanırsın ?
Kendi zaviyenden baktığın şeye bir başkasının aynı zaviyeden görmesi, senin baktığın aynadaki görüntünün bir başkasında aynı algılanması mümkün müdür ?
İstersen yüzelli tane keman,ud, cümbüş, ney,klarnet,tambur biraraya gelip hepsinin aynı anda aynı notaya basmasıyla oluşan ezginin büyüsü ile,yüzelli farklı çalgının en az beş ayrı nota dizisine basıp bir uyum oluşturmasındaki büyü kıyaslanmaya gerek duyar mı ?
Wolfgang Amedeus Mozart ile Hacı Arif Bey'i kıyaslamak kime ne sağlamıştır,eşşeğin hayvan olduğuna karşındakini ikna edebilme hazzından başka.
Ki o eşek , oksijen,hidrojen,karbon ve azot yığınından başka bir kimyasal senfoni değil de nedir diye sorarsam , eşeğin aslında salisilik asit esteri ile akraba olduğu ve başağrısına iyi geldiğini mi söylemiş olurum ?
Aynı tıp fakültesinde aynı sıralarda oturmuş bir psikiyatr ile bir oftalmologın her ikisi de neden bir prostat muayenesinden imtina eder ?
Bilmem bilmek istiyor muyum kaçıncı dalganın neresinde olduğumu ?

http://i44.photobucket.com/albums/f25/avrogida/8028Large.jpg

alihoca
31-03-2006, 15:50
Güzel Dostlarım;

Biricik AnnE'mizin 'Dost' kelime ve kavramını karşılayan, tüm anlamları ile işleyen (Arka BahÇE, 7-Nolu ve bilahare beni hafiften öpücüklere boğuduğu 12 Nolu Gönderi) yazılarını zevkten dört köşe okuduğunuz. 12 Nolusu hafiften acı verse de, bende zevki sefa ile okudum. Pür dikkatinizden kaçmamış olduğuna emin olmakla beraber, benim bunu bahane ederek bu aralar çokca gevezeleşen çenemi de susturmam lazım olduğunu takdir edersiniz.

Özellikle 7 Nolu gönderide; gece kulüpleri, mamalar, metresler, koruyucu kollayıcı yiyici dostlar adlar adresler dikkatinizii celp eylemiştir mutlaka. Pekii, '' a be güzel AnnE'm. Sen nerden bilirsin oraları, o saatte onları nasıl gördün?'' sorusunu neden sormadınız Güzel Dostlarım? Her şeyi bana sordurup sordurup, sumsukları hep bana yediriyorsunuz. İkide bir özelimden email ile bana soracağınıza, kendiniz sorun gardaşım.

//On dört yaşını biraz geçe nassıl evlendin,
Mutlu izdivacını bi anlatın,
O yaşta evlenen biri tüm bunları nerden bilir,
Hadi görmedin duymadın, bu yaşta bu yazıları eşiniz nasıl karşılıyor,
Gönderdiği resimler kendi gençlik resimleri mi? //

Bu son olsun, her bir şeyi bana sordurmayın lütfen.
Zılgıt yemekten bi hoş oldum, sıkışırsam soranları tek tek yazacağımı da bilin ve azıcık insaf eyleyin kurban olayım.

Güzel AnnE'm gördüğün gibi benim zerrece günahım yok, lütfen artık aracıya zeval olmasın.

Arz ederim

Ramo
31-03-2006, 17:02
http://www.rmaden.somee.com/anne.gif

AnnE
31-03-2006, 17:03
Ahali ;

Ali Hocam gaza gelmiş daha doğrusu, kendi beyanı ile gaza getirilmiş, kaşıyıcı bir takım sorular sıralamış.Öncelikle şunu ifade edeyim ki burası özel alan değil, özel hayatın kurcalanacağı bir yer heç değil.Lakin şu mani benzeri laf duruma pek uymaktadır, her ne kadar bilenler çoksa da ;

Ahhhh ah!!! Ananız koca mı gördü !
Ali,Veli. Selami ;
Üç de ondan evveli.
Recep, Şaban, Ramazan ;
Bir de rahmetli baban.

Hocam ; nasıl gördün diye sorduğun oralar, ömrümüzün geç kertesine yetişmiş yerler ne yazıkki.Daha evvelini kurcalamak istemiyorum.Oraları,oradakileri, oralarda olanları bilmek için oralarda, onlarla olmaya pek hacet yoktur.Oralar ve oralardakiler ve oralarda olanlar ya da herhangi bir yerler, herhangi bir yerdekiler ve herhangi bir yerde olanlar aslında hep ortada olan şeyler. Biryerleri, biryerdekileri ve biryerlerde olanları bilmek ve anlamak ve anlatmak için gerekli olan şey, göz kaslarını doğru hareket ettirebilmekten geçiyor.Biz bu kas hareketine kısaca bakmak diyoruz.Nereye, kime, ne olduğuna bakabilirsen gerisi senin tercihin.Ya görürsün baktığını, ya gösterileni görürsün.Ya yorumlarsın beyninle, ya da başka beyinlerden medet umarsın.Ya insana , insan gibi bakarsın,insanlar sana öyle bakmasalar bile ,ya da insan kelimesinin manasını hiç mi hiç düşünmeye gerek duymamış olsalar bile.İyilik-kötülük kelimelerini kendi başına gelenlerle sınırlı tutanlar gibi, duygu kelimesini, birinden para yolmanın ya da birini yatağa atmanın ön çalışmasıyla sınırlı anlayanlar gibi bakarsan göremezsin baktığında.
Sevdiğim bir kardeşimiz olan Bülent Ortaçgil'in bir şarkısında ne der bilirsiniz :

Bu iş zor, çok zor Yonca
Çünkü gülmeyi unutunca
Taş yüreklerde kilitli duygular
Kapılar açılmayınca

Bu iş zor, çok zor Yonca
Çünkü bizler istemeyince
En çok bağıran en doğru sayılır
İnsanlar işitmeyince

Bu iş zor Yonca
Çünkü insanlar günler boyunca
Hiç soru sormadan durur

Bu iş zor, çok zor Yonca
Çünkü sevmeyi bilmeyince
Bahar gelir, farkedilmez olur
İnsanlar görmeyince

Bu iş zor, çok zor Yonca
Çünkü bizler duymayınca
Birinin eli herkesin cebinde
İnsanlar umursamayınca

Bu iş zor Yonca
Çünkü insanlar yıllar boyunca
Hiç soru sormadan durur

Arkeoloji Müzesi'nin bahçesinde bir çay içmeli, Ahmet Rasim'in Fuhuş-u Atik kitabını karıştırmalı, Heybeliada'da Hüseyin Rahmi'nin, ıssızın içindeki evinin önünden geçerken bu keyifli romanları bu adam burada nasıl yarattı diye düşünmeli,Pasajdan Tarlabaşı'na doğru otoparka giderken korkutucu olmayan bir tinerci veletin mendilinden derin bir nefes çekip o velede bir 20 Lira vermeli,köprüde balık tutmasa da, kovaların içine baka baka boydan boya geçmeli,iki vakit arası kör bir mahalle camiinde boş oturmalı, herhangi birini düşünerek böğüre böğüre ağlamalı helada otururken, niye öyle bakıyorsun diye durup dururken kavga çıkarmalı iyice bir sopa yemecesine, kış sabahı köründe Uniskelesine ulaşmalı onlarca caminin ezanını duymak için inançsızsan bile, okumalı, bakmalı, görmeli,düşünmeli umutlarını yoketmek için.

Korkma Ahali !
Yarın bugünlerden çok daha berbat olacak.



Oldu mu Hocam ? uydu mu ? İyi mi halt ettin yazdırdın bunları bana.

Bilirim , iyi etti.

berrak
31-03-2006, 22:56
Sn. Anne, keyifle okuduğum yazılarınızı bir kitap olarak yayımlayacak vakit ve isteği bulmanız, yazılarınızın bir müdavimi olarak keyif verecektir şahsıma

Emin
05-04-2006, 10:44
Henüz gidemedim, buralardan!
“Boş duracağan boş çalış,” derdi, dedem.

Bu yazımın borsayla, dolayısıyla gıda sektörüne ait hisselerle alakası yoktur!

Geçen yıl TUBİTAK yayınlarından aldığım “Tüfek, Mikrop ve Çelik” adlı harman tuğlası kalınlığı ve ağırlığındaki bir kitabı okurken ilgimi çeken yerleri işaretlemiştim.
…İşte bu brain-storming muhabbetlerinin ileri saatlerinde ortaya kocaman kazanlar içinde nohutlu pilav getirilirdi, tereyağda pişmiş. Yağdanlık, pardon ulema takımı bu kazanlara bir saldırırdı ki , rivayete göre, bu saldırı esnasında tıknefes olup, kimi tansiyondan , kimi boğazına dizilenleri yutamamaktan çokça telefat olur imiş.Zira, Mahmut , pilavın içine bolca altın karıştırırmış ki , ulema takımına bahşiş niyetine.Bu bahşişten azamisini cukkalamak isteyen misafirler de nekadar hızlı ve çok yerse o kadar altın sahibi olacağını bildiğinden bu durum hasıl olur imiş. …
Sayın AnnE’nin, içinde çeyrek mi, yarım mı, tam mı olduğunu belirtmediği “Altınlı Nohut Pilavı” makalesini okurken bu “Nohut” kafama takılmış ve “Hulkum daralıyor” çaktırmadan çanak sorulu yazımda;
“Nohut” konusunda da bir şeyler diyecektim ama hulkum daralıyor şu sıralar.
Demiştim.

İnsanın borsada parası olmayınca böyle boş işlere daha fazla zaman ayırıyormuş.

Söz konusu kitaptan birebir olmamakla birlikte aşırdığım cümleleri sizlerle paylaşmak istiyorum.

Akdeniz, Etiyopya ve Hindistan’ın doğusuna kadar olan yerlerde bu nohut ekilip, biçilir. Diyelim ki, tüm dünyanın ürettiği nohut 100 dingilli kamyon olsun, bu 100 kamyonun 80 kamyonunu tek başına Hindistan üretiyormuş. O yüzden insanlar şaşırıp demek ki bu nohudun ana vatanı orasıdır deme gafletinde bulunuyorlarmış. Oysa okuduğum kitabın yazarı diyor ki;

“Ne münasebet efendim, bu nohudun ilk yaban atası yalnızca Türkiye’nin Güneydoğusunda bulunurdu.
Sadece yaban atası değil aynı zamanda burada ıslah edilmiş, evcilleştirilmiştir.
Cilalı Taş Çağı’ından kalma arkeolojik bulgularımızla günümüzden 10 bin sene önce (ki bundan 2 bini düşünce MÖ 8000 yılına gidiliyor) Türkiye ve onun hemen yakınındaki Kuzey Suriye’de olduğunu göğsümüzü gere gere söyleyebiliriz.”

Ben çok severim nohudu; leblebisinden tut, humusuna kadar.

Baklagiller sınıfından bu gıdayı haftada bir, bitkisel protein gereksinimimizi karşılamak için almalıyız, derim. Nitekim ben fasulye ile nohudu dönüşümlü olarak soframa alırım.

…O çiçeği üzerinde pütür pütür salatalı ve biber turşusunu da evde anam yaptı. İşte o,pütür pütürlü ve yerken kütür kütürlü salatalık turşusunu…

Yanında da pirinç pilavı ile Alihoca’nın annesinin yaptığı pütürlü hıyar (kornişon) turşusu ile biber turşusu çok iyi gider.

Kalorisi de yüksektir. Yenilen 100 g nohut 360 kalori verir. Ayrıca yine 100 gramında 20,5 g protein bulunur ki, bu bile fukara sofrasının eti sayılır başlı başına.

Kimi bünyelerde bağırsakları biraz bağırtma durumu olsa da, o kadar olacak!

bikmisbroker
05-04-2006, 15:04
Henüz gidemedim, buralardan!
“Boş duracağan boş çalış,” derdi, dedem.

Bu yazımın borsayla, dolayısıyla gıda sektörüne ait hisselerle alakası yoktur!

Geçen yıl TUBİTAK yayınlarından aldığım “Tüfek, Mikrop ve Çelik” adlı harman tuğlası kalınlığı ve ağırlığındaki bir kitabı okurken ilgimi çeken yerleri işaretlemiştim.

Sayın AnnE’nin, içinde çeyrek mi, yarım mı, tam mı olduğunu belirtmediği “Altınlı Nohut Pilavı” makalesini okurken bu “Nohut” kafama takılmış ve “Hulkum daralıyor” çaktırmadan çanak sorulu yazımda;

Demiştim.

İnsanın borsada parası olmayınca böyle boş işlere daha fazla zaman ayırıyormuş.

Söz konusu kitaptan birebir olmamakla birlikte aşırdığım cümleleri sizlerle paylaşmak istiyorum.

Akdeniz, Etiyopya ve Hindistan’ın doğusuna kadar olan yerlerde bu nohut ekilip, biçilir. Diyelim ki, tüm dünyanın ürettiği nohut 100 dingilli kamyon olsun, bu 100 kamyonun 80 kamyonunu tek başına Hindistan üretiyormuş. O yüzden insanlar şaşırıp demek ki bu nohudun ana vatanı orasıdır deme gafletinde bulunuyorlarmış. Oysa okuduğum kitabın yazarı diyor ki;

“Ne münasebet efendim, bu nohudun ilk yaban atası yalnızca Türkiye’nin Güneydoğusunda bulunurdu.
Sadece yaban atası değil aynı zamanda burada ıslah edilmiş, evcilleştirilmiştir.
Cilalı Taş Çağı’ından kalma arkeolojik bulgularımızla günümüzden 10 bin sene önce (ki bundan 2 bini düşünce MÖ 8000 yılına gidiliyor) Türkiye ve onun hemen yakınındaki Kuzey Suriye’de olduğunu göğsümüzü gere gere söyleyebiliriz.”
....................................



Ogrendigime gore, Vakti zamaninda Turkiye Cumhuriyeti Dunya NOHUT uretiminde en onlerdeymis, ve yine o yillarda NOHUT nasil ekilir? Nasil Bicilir? derslerini vermek uzere 1-2 hemsehrimiz Kanadaya gelmisler, ve onlarin ogrettikleri ile de su anda Kanada Dunya NOHUT piyasasinda en onlerde soz sahibi imis.. (Ve tabii ki bu durum uretici olarak gecerli)..
Benim Ulkemin durumu ne? Diye sormayin lutfen, cunki Tahmin ettiginiz gibi NOHUT uretiminde DUNYA piyasalarinda esamesi bile okunmuyor..

Vakti zamaninda LALE soganini Hollandaya gondermisiz, ve yine Vakti zamaninda NOHUT uretim teknikleri konusunda Kanadayi egitmisiz ve Dunya klasmaninda bugunki konumuna gelmesini saglamisiz.. Dur bakalim daha neler neler duyacagiz..

Uzuluyorum..

alihoca
06-04-2006, 22:03
Bazı dostların bildiği gibi, her yaz yıl boyu çekilen Ana özlemini gidermek için, memlekete giderim. Giderim giderim de, Ana’mı bir türlü yine memnun edemem desem inanın. Gittiğim gün ‘Guzuum’ der kucaklar, iki gözü iki çeşme ağlar. Geleceğim gün ‘Hay o İstanbul’un adı batsın’ der sarılır yine ağlar. İkisinin arasında ne yapar dersiniz diye hemencecik yazayım. Ne yapar eder ‘tayin istesen veya emekli olunca buraya gelip yerleşsen, ne güzel olur değil mi, Yeşil Alim’ diye konuyu göz yaşları eşliğinde, yine İstanbul’a getirir.

Anamın dilinde, adıma ‘yeşil’ eklendiği anlardan biraz ürker ve tırsarım. Çünkü damardan zerk etmeye niyetlendiğine delalettir. Ciğerim Guzum’la başlayan seslenişler ise, konunun daha bir vahim hal aldığını işaret eder. Ekmek parası geçim demeye kalksam, buraya tayin iste, burada her şey daha ucuz der. İstanbul, boğaz, deniz demeye kalksam, burada da göl var, köprü var, kanal var der. Diyeceğim okkalı ve akla yakın bir savunmanız yok ise, mağlubiyet tek ve kaçınılmaz sondur vesselam.

Her neyse, Anamın ince teknik, taktiklerle bezeli diplomasi oyunları bugünkü yazımın konusu değil.

Konumuza dönecek olur isem,

Orta Anadolu’da bir Selçuklu Beyinin Şehri olan memleketime, bu yıl ki ziyaretimde şahidi olduğum, yaşanmış ve halen dolu dolu yaşanmakta olan; bir çiftin, geç ve güçte olsa mutluluğa ulaşan beraberliklerinin öyküsüdür. Bu öyküde, nüfus kütüklerinde yazılı isimler önemli değil. Çünkü onlar isimlerini hiç kullanmıyorlar desem doğrudur. Birbirlerine sürekli ‘Karam ve Sarım’ dedikleri için, yazımızda da onları bu adlarla analım.

Sarım’dan başlayayım dilerseniz. Sarım; bizim yeğenin, tokalaşıp selamlaşır iken, kafa tokuşturduğu familyadandır. Kafa dediysem yanlış anlaşılmasın, Siz onu alınların üst iki yanının vuruşturulması olarak anlayın. Şimdi; eskiden köylerde kızışan boğaların boynuzlarını -ki biz ona süsmek sözcüğünden gelen ‘süsüşmek’ deriz- birbirlerine vurmaları, deseem olmaz. Olur, olur diye boşuna gaza getirmeyin. Olmaz. Şimdi bir münafık gider yeğene haber verir, oda okur mokur, nene gerek. Durup dururken yeğenden de olmayalım.

Sarım isminden de anlaşılacağı üzere, sarı saçlı, gök gözlü (Siz mavi diyorsunuz),yüzü çillerle kaplı, saf, temiz bir Anadolu gencidir. Adı gazetelere yansıyan bir olay sonrasında yeğen ile düştükleri bir sorguda, üç gün süren falaka sonrasında bile, suçlu arkadaşlarını -kendi tabirleri ile- satmayacak kadar yiğittir. Özel timin onca eziyetleri arasında jandarmadan aldığı cigarayı içmeden saklayıp, karagözlüm dediği arkadaşına verecek kadar da dost yüreklidir.

Bunu anlatırken gözü dolan bizim yeğene;
Marifet mi oğlum. Tutuklandığınız ilk dakkada, nasılsa yakalanacak olan arkadaşınızın ismini ötseydiniz. Onca işkenceyi çekmezdiniz.

Dediğimde ki, anlatılması zor bakışları, hele bir de; Adımız ‘Mahir’ olmayabilir belki ama bizde ötmeyiz.

Diyerek; fi tarihinde anlatmış olduğum, mahir birinin öyküsünü bana sokuşturmaya kalkmaz mı? Eh, her bir şeyi sevdikleri ile paylaşmanın cezası da bu olsa gerek. Uzatmayayım ama renk vermemeye çalışsam da, bozulmadım desem yalan olur.

Sarımın özellikleri, ser verip sır vermemesi ile sınırlı değildir. Delifişek olduğu kadar, övüldüğü anlarda yüzü kıpkırmızı kalacak kadar da utangaçtır. Orta mektepten terk edip kahvede garsonluk, ocakçılık yaparak geçimini sağlayan Sarım, gencecik yaşlarda da adet olduğu üzere evlenir.

Evlendiği ise, şairin ‘çatal karam’ tasviri gibisinden esmer tenli, okul, defter, kitap, önlük yüzü göremeyen bir kızdır. Babası, herkesin delifişek dediği Sarım’ın gözlerine bakıp, ‘bu çocuğun temiz bir yüreği’ var diyerek onu verdiğinde, yaşı daha onyedidir. Sarım, kah garsonluk, kah ocakçılık ile zar zor evini geçindirmeye çalışırken, buna doğan iki çocuk da eklenince çekilen zorluğu anlamak mümkün olur sanıyorum.

Tanıtımın sırası tam Karam’a gelmişken, izninizle burada keseyim. Karam’ın özelliklerini ben anlatmayayım. Dilerseniz onun anlattıklarından sonra, nasıl bir insan olduğuna Siz karar verin.

Yine bu yaz, yeğenlerimin çocuklarınınkinden ‘ucundan azıcık’ alınması için bir düğün yapıldı. Düğün sahibi yiyemez, içemez, eğlenemez derler ya, dediklerinden de zor olduğunu bir kez daha anladım diyeyim kısaca. Davullu zurnalı gündüz çalgısı, gece kınası, akşam erkeklere ayrı, kadınlara ayrı, orkestra eşliğinde müzik, kaşık havaları eşliğinde binbir türlü oyun, açılan çadırlarda iki bine yakın davetliye verilen yemeği, onca misafire yatak ve diğerlerini düşününce, apayrı bir yazı başlığı olduğu anlaşılabilir.

Eh be hocam, hani dostlara davet, diyebileceğinizi düşünerek açıklayayım. Her ne kadar bu düğünde kavurma başrole çıkartılıp, su böreği mönüde olmasa da, hiç bahanesiz suçlu olduğumu kabul ediyorum. Doğrusu ya,bu denli anlı şanlı olacağını bende tahmin edemedim desem inanın lütfen. Ama İnşallah yapılacak ilk büyük düğünde, dostların cem-i cümlesi davet edilecektir efendim.

İki gün süren düğünün ancak son pazar akşamı, göl manzarası üzerinde batan güneş karşıya alınarak, yorgunluk çayları içme faslına erişebilmiştik. Eş dost akraba ile düğünde tam bir imece örneği ile yaşatılan mutluluğun gururunu paylaşmaya sıra gelmişti. Düğünde, sanki kendi düğünü gibi canla başla hizmet eden Sarım ile Karama özel teşekkürlerimi sunmuştum. İşte Karam ile sohbetimizi başlatan bu giriş oldu.

Dostluk, sevgi paylaşım derken,
Sevginin tezahürünün zayıflık, ayıp sayılıp adeta yasak olduğu bir ortamda, Sarıma olan sevgisini herkesin içinde yansıtabilme cesareti ve böylesi bir mutluluğa şahit olma fırsatı verdiği için, Karam’a özel teşekkürlerimi de iletince,

Karam sözü aldı.

Yokluk ve kıtlıkla, acı ile zor ile geçen on sekiz yılın sonunda ulaşabildikleri mutluluğun öyküsünü anlattı. Yaşadıklarını adeta tekrar yaşayarak, kimi zaman gözyaşı, kimi zaman kızgınlık ile sürdürdüğü anlatım kaç saat sürdü bilmiyorum. Akşam güneşinin son ışıkları ile başlayan sohbet, ertesi günün ilk ışıklarında birazda mecburiyetten sonlandı diyebilirim.

Henüz tamamını tam öğrenemediğim yaşam öyküsünün, dinlediğim kadarını bile anlatmak çok uzun alacağı için, ancak bir iki bölümle yetineceğim.

Geçim zorluğu ile Sarım’ın yolu pavyona düşer. Burada garsonlukla başlayan çalışma ortamının aile yaşamına getireceği olumsuzluğu takdir edersiniz. Buna birde, karşı cinsle ilk tanışıklığı evlilikle olabilen Sarım’ın, her Anadolu genci gibi gençliğini doyasıya yaşayamamışlığını, başka bir deyişle yeterli doymuşluğa erişemeyişini katınca, ortaya çıkacak manzara sanırım gözünüzde canlanacaktır.

Gecenin üçünde, dördünde, beşinde eve gelmelere, sarhoşluk ve pavyonda Sarı’nın kanına giren boyalı Sarı Gaci’de eklenince, sorun iyice katmerlenir.

Dilerseniz burada sözü Karam’a bırakalım.

Sarı Gaci için;

-Hiçbir gün Sarım’a ağlayıp zırlayıp sitem etmedim, hiçbir şekilde şantaj yapmadım, surat asıp yapıp küsmedim. Adeta sevinerek kocamın beni aldattığını söyleyen konu komşuya karşı, kocamı karalamadım. Gözyaşımı içime akıttım ama erkektir, ‘el karısı elinin kiridir’ dedim savundum.

-Gece üç, dört, beş demeden, saat kaç olur ise olsun ve nereden gelir ise gelsin, pijama ile karşılamadım. Kapıyı çaldırmadan açtım. Gülen yüzüm ve en güzel kıyafetim ile buyur ettim. Aç ise sofra, tok ise kahvesini hazırlayıp sundum. Ağabeyimsin affınıza sığınarak söylüyorum. Dosdoğrusunu konuşmak lazım ise; bir gün bile kıçımı dönüp yatmadım inanın.

Çekilen yokluk ve kıtlıklar için;

Bir gün evlerine, hali vakti iyice olup, nasılsın, nicesin, aç mısın açık mısın, diye sormayan, Karam’ın Ağabeyi misafir gelir. Yörenin deyimi ile bulgur bulamaç ne var ise, birazcıkta çocuktan bile saklanıp misafire saklananlardan yer sofrası açılarak buyur edilir.

Sofraya bakıp beğenmeyen Ağabey, Damatları Sarım’a seslenerek;

- Sarım, Beyaz Park Restaurant’a telefon ediver de, şöyle ne varsa alıp getirsinler. Diye emir buyurur.

Bunu duyan Karam, birden ayağa kalkar,

-Ağabey, lütfen ayağa kalkar mısın, der.

Şaşkınlık ve soran gözlerle ayağa kalkan Ağabeyini, açtığı kapıya buyur eder. Sarım’ın, yapma etme demesine fırsat vermeden.

Çevirdiği ayakkabılarını giyen Ağabeyine;

-Benim soframı beğenmeyip, kocamı küçük düşürecek adam, benim Ağabeyim olamaz. Böyle birinin de benim evimde işi olamaz.

Defol git..nerede,ne zıkkımlanacaksan zıkkımlan.Sonra cehennemin dibine kadar yolun var.Dedikten sonra suratına kapıyı çarpar.



Kendisini tarif ederken, okuyup yazamamışlığından, cahilliğinden, sanki kendi kusuru gibi utanıp, kızarak bahseden birinin, yaşadığı daha nicelerinin yanında sadece bu iki olayın bile, onun hakkında bir fikir edinmenize yeteceğini umuyorum.

Efendim, onca yıldır, onca yer gezdim. Güzelinden çirkininden, okumuşundan, entelektüelinden, bilmişinden, görmüşünden, sefa süreninden de cefa çekeninden de çook kişi tanıdım. Diye başlayıp devam edecek değilim. Çünkü bu bir mukayese yazısı değildir.

Bu yazı sadece ve sadece,

Şairin;
‘Topraktan öğrenip, kitapsız bilendir.’
Diye tasvir ettiği, elleri öpülesi Anadolu Kadınlarından biri olan, Karam’ın öyküsüdür.


Saygılarımla


Not; Yazıyı daha önce okuyan çaktırmasın Kurban Olayım.

dentist
06-04-2006, 22:30
Sayın Alihoca;

Yazı o kadar içten ve o kadar güzelki teşekkur yazan yere basdım ama yinede yetmedi, iki kelime ile teşekkür etmek istedim, elinize ve ağzınıza sağlık .

halo
06-04-2006, 22:59
Benim Annem bizim köyde yani İstanbul da yaşamaktadır. Ben ise köyümüzden çok uzaklarda ailem ile birlikte yaşamaya çalışmaktayım. Tabiki bu durumda Annem ile iletişim kurmam gerekmekte ve bunu günümüzün teknolojilerini kullanarak yapmaktayım. Sonuç olarak Annem ile hemen hemen hergün 1 saat civarı görüntülü olarak görüşmekteyim.

Eee ne var yani diyebilirsiniz. Benim vurgulamak istediğim nedir biliyor musunuz? Annem hergün bu bilgisayarları icat ettiği için Bill Gates e duva ediyor. Koskoca Bill Gates annemin duvasını alıyor.

Fakat Annem bilmiyor DARPA yada duva etmesi gerektiğini.

bikmisbroker
07-04-2006, 02:02
Not; Yazıyı daha önce okuyan çaktırmasın Kurban Olayım.
Yahu Hocam, daha once okusam ne yazar okumasam ne yazar? Konunun guzelligine mi yanayim? Icerigine mi? 10 defa okumus olsam 11 ci defa yine okurum, ve 11 ci defa okudugimda da bunu iftahar ile "çaktiririm"..

Cunki Senin eli opulesi annen ile senin aranda yasananlar bu yasimda benim ile yine elleri opulesi anacigim arasinda da aynisi tipkisi seklinde yasanmaktadir. Elin anus donduran memleketinde yasayan Trusty bile, bu durumu "anam bana zeki bakisli oglum derdi" diye ne guzel ozetlemistir. (Bu ifade tarafimizca kayit altina alinmis ve bir deyim haline gelmistir)
Bu guzel yazida anlatilan yuce degerleri okurken KEYF aldim diyecegim, birisi cikip da "Oglum Keyf eşşekde olur" der diye cekiniyorum..
Yazinin akicilindan, ifadenin ve vurgulamalarindan dem vurup aldigim lezzet den bahsetsem, bunlari yaziya dokup duygularimi tam anlatamamakdan korkarim..

Ben en iyisi sana tesekkurlerimi, saygi ve sevgilerimi sunmus olayim hocam, ellerin dert gormesin, klavyen paslanmasin E mi??..

alihoca
11-04-2006, 20:43
Şimdilerde mazi olsa da, sanal tanışıklığımızı özel buluşmalara taşıyabildiğimiz İzmirli estetik cerrahı bir eski Dostumuz vardı. Mındıkoğlu gibin oramı buramı keser kuşa çevirir diye korktuklarından mıdır bilmem ama diğer forumdaşlar kendisine çok temkinli ve saygılı hitap ederlerdi. Yerine ve gediğine göre başta La Fonten olmak üzere bir çok yazardan, çocuk masal ve hikâyelerinden alıntı yapardı. Sayesinde çocukluğumuzda okuma şansına kavuşamadığımız birçok güzel masal ve hikâyeyi okuma ve tatma şansına kavuşmuştuk.

Biraz sıkça diyebileceğim aralıklarla arşive daldığım için önceki yazılardan birinde güzel bir hikâyeciği tekrar görünce benim gibi çocukluğunda okuyamayanlar olabilir, şu gariplere de ben bir iyilik edeyim sevabına dedim. Bak şimdi sevabına deyince aklıma geldi hemence yazıvereyim. Nerden nereye ama hınzırlık işte aklıma geldi ne yapayım.

Efendim bizim okulda mübarek cuma günleri namaz vakti yaklaştıkça, bir kısım arkadaşları bir gıcımıktır alır. Hani ne yapsam, nasıl yapsam da alihocaya görünmeden kapıdan tüyüversem diye, göz ucu ile beni sürekli takip ederler. Tesadüf ya! Benim elimde de tam o saatlerde mikrofon olmaz mı? Tüymek için bahçedeki çocukları siper ederek cumaya kaçanlara, isim belirterek ‘Cuma namazı sevabının yüzde yirmisini alihocaya havale etmeyenin, uhrada iki elim yakasındadır.’ diye bağırmaya başlarım. Okulun bini aşkın öğrencisine bekçilik etmek görevini de, gâvura müstahak diye bize yıkmalarına yıllardır seslenmiyordum ama maymun gözünü açtı artık beleş yok. Bunun birde oruç aylarında iftar için eve erken tüymek için yapılanı var ki, orada pazarlıklar dişe diş desem yeridir.

Neyse konuyu daha fazla dağıtmadan önceki yıllarda okuyup çook beğendiğim yazıyı alıntılayayım. Böylece eski dostumuzun da kulaklarını çınlatmış oluruz.


//Küçük Prens, başka bir gezegenden dünyaya ziyarete gelir.

Kendi gezegeni etrafında dolanabileceği kadar küçüktür. Arkadaş olarak sadece bir gül'ü vardır. Gül ona kâinattaki en güzel şey olduğunu ve eşinin benzerinin olmadığını söylemiştir. Fakat dünyada bir gül bahçesinde beş bin tane gülü görünce, kendisinin hiçbir şeye sahip olmadığını, gülünün çok sıradan bir çiçek olduğunu düşünür. Ağlar...

İşte tilki o zaman ortaya çıktı.

- "Günaydın," dedi küçük prense.

- "Günaydın," dedi küçük prens nazikçe ama kimseyi görememişti.

- "Buradayım," dedi tilki. "Elma ağacının altında."

- "Kimsiniz" dedi küçük prens. Sonra da, "çok güzel görünüyorsunuz" diye ekledi.

- "Tilkiyim ben," dedi tilki.

- "Benimle oynar mısın?" dedi küçük prens. "Çok mutsuzum."

- "Hayır," dedi tilki. "Oynayamam; evcil değilim ben."

- "Öyle mi? Bağışla beni," dedi küçük prens. Ama bir süre düşündükten sonra, "Evcil ne demek?" diye sordu.

- "Sen buralı değilsin," dedi tilki. "Ne arıyorsun buralarda?"

- "İnsanları arıyorum," dedi küçük prens. "Evcil ne demek?"

- "İnsanları mı arıyorsun? Silahları var ve avlıyorlar. Çok can sıkıcı. Ayrıca tavuk yetiştiriyorlar. Tek konuları bunlar. Tavuk mu arıyorsun?"

- "Hayır," dedi küçük prens. "Arkadaş arıyorum. Evcil ne demek?"

- "Genellikle ihmal edilen bir iş," dedi tilki. "Bağlar kurmak anlamına geliyor."

- "Bağlar kurmak mı?" Tilki :

- "Yani," dedi. "Örneğin sen benim için hala yüz bin öteki çocuk gibi herhangi bir çocuksun. Benim için gerekli de değilsin. Senin için de aynı şey. Ben de senin için yüz bin öteki tilkiden hiç farkı olmayan bir tilkiyim. Ama beni evcilleştirirsen birbirimiz için gerekli oluruz o zaman. Benim için sen dünyadaki herkesten farklı birisi olursun. Ben de senin için eşsiz, benzersiz olurum..."

Küçük prens,
- "Anlıyorum galiba," dedi. "Bir çiçek var... Galiba o beni evcilleştirdi..."

- "Olabilir," dedi tilki. "Dünyada böyle şeyler hep olur."

- "Ama hayır, o Dünya'da değil," dedi küçük prens. Tilki şaşırmıştı. Merakla,

- "Başka bir gezegende mi?" diye sordu.

- "Evet."

- "Orada avcılar var mı?"

- "Yok."

- "Aman ne hoş! Peki tavuklar?"

- "Hayır, tavuklar da yok."

- "Hiçbir şey mükemmel olamıyor," diyerek içini çekti tilki.

Birden aklına bir fikir geldi.
- "Benim yaşamım çok tekdüze," diye anlatmaya başladı."Ben tavukları avlıyorum; insanlar da beni. Bütün tavuklar birbirine benziyor, bütün insanlar da... Bu yüzden çok sıkılıyorum. Ama beni evcilleştirirsen yaşamıma güneş doğmuş gibi olacak. Duyduğum bir ayak sesinin ötekilerden farklı olduğunu bileceğim. Öteki ayak sesleri beni köşe bucak kaçırırken seninkiler tıpkı bir müzik sesi gibi beni çağıracak, sığınağımdan çıkaracak. Hem bak, şu buğday tarlalarını görüyor musun? Ben ekmek yemem. Buğday benim hiçbir işime yaramaz. Buğday tarlalarının da hiçbir anlamı yoktur benim için. Bu da çok üzücü. Ama senin saçların altın sarısı. Beni evcilleştirdiğini bir düşün! Buğday da altın sarısı. Buğday bana hep seni hatırlatacak. Ve ben buğday tarlalarında esen rüzgarın sesini de seveceğim..."

Tilki uzun süre küçük prense baktı. Sonra da,

- "Lütfen.. Evcilleştir beni!" dedi.

- "Çok isterim," dedi küçük prens. "Ama burada çok kalmayacağım. Bulmam gereken yeni dostlar ve anlamam gereken çok şey var."

- "İnsan ancak evcilleştirirse anlar," dedi tilki. "İnsanların artık anlamaya zamanları yok. Dükkânlardan her istediklerini satın alıyorlar. Ama dostluk satılan dükkân olmadığı için dostları yok artik. Eğer dost istiyorsan beni evcilleştir."

- "Seni evcilleştirmek için ne yapmalıyım?" diye sordu küçük prens.

- "Çok sabırlı olmalısın," dedi tilki. "önce karşıma, şöyle uzağa çimenlerin üstüne oturacaksın. Gözümün ucuyla sana bakacağım, ama bir şey söylemeyeceksin. Sözler yanlış anlamaların kaynağıdır. Her gün biraz daha yakınıma oturacaksın..."

Ertesi gün küçük prens yine geldi.

- "Aynı saatte gelmen daha iyi olur," dedi tilki."örneğin sen öğleden sonra dörtte geleceksen, ben saat üçte mutlu olmaya başlarım. Mutluluğum her dakika artar. Saat dörtte artık sevinçten ve meraktan deli gibi olurum. Ne kadar mutlu olduğumu görmüş olursun. Ama herhangi bir zamanda gelirsen yüreğim saat kaçta senin için çarpacağını bilemez. İnsanın belli alışkanlıkları olmalı..."

- "Alışkanlıkları mı?"

- "Evet. Bunlar çoğunlukla ihmal edilir," dedi tilki."Alışkanlıklar bir günü öteki günlerden, bir saati öteki saatlerden farklı kılan şeylerdir. Örneğin benim avcımın bir alışkanlığı vardır. Her perşembe koyun kızlarıyla dansa giderler. Bu nedenle perşembe günleri benim için güzel günlerdir. Üzüm bağlarına kadar sokulabilirim o günler. Ama avcılar herhangi bir günün herhangi bir saatinde gidiyor olsalardı hiç tatilim olmazdı."

Böylece küçük prens tilkiyi evcilleştirdi. Ayrılma zamanı geldiğinde tilki, "Ağlayacağım" dedi.

- "Benim bunda bir suçum yok," dedi küçük prens. "Seni üzmek istememiştim ama evcilleştirilmeyi sen istedin..."

- "Evet orası öyle," dedi tilki

- "Ama ağlayacağını söylüyorsun."

- "Evet, öyle," dedi tilki.

- "O halde evcilleştirilmek senin için pekiyi olmadı!"

- "Çok iyi oldu!" dedi tilki. "Buğdayların rengini düşün." Sonra da, "Gidip güllere bak şimdi," diye ekledi. "Kendi gülünün eşi benzeri olmadığını göreceksin. Sonra da gel vedalaşalım. Sana armağan olarak bir sır vereceğim." Küçük prens gidip güllere baktı.

- "Siz benim gülüme hiç benzemiyorsunuz," dedi. "Hatta hiçbir şeysiniz şu anda. Çünkü ne bir kimse sizi evcilleştirdi, ne de siz bir kimseyi. İlk gördüğüm zamanki tilkim gibisiniz. O zaman yüz bin başka tilkiden herhangi biriydi. Ama şimdi dostum oldu ve benim için eşi benzeri yok."

Güller çok utanmışlardı.

- "Çok güzelsiniz, ama boşsunuz benim için," diye sürdürdü sözlerini küçük prens. "İnsan sizin için ölemez. Doğru, gelip geçici biri için benim çiçeğimin sizden hiçbir farkı yok. Ama o benim için yüzlercenizden daha önemli; çünkü suladığım, cam bir fanusun altına koyduğum, önüne siperlik yerleştirdiğim çiçek o.Çünkü tırtılları ben onun için öldürdüm. (Birkaç tanesini bıraktık, sonradan kelebek oldular.) Çünkü yakındığı ya da övündüğü, ya da hiçbir şey söylemediği zamanlarda dinlediğim çiçeğim o benim. Çünkü o BENİM çiçeğim."

Tilkinin yanına döndü sonra:

-"Hoşça kal," dedi.

-"Hoşça kal," dedi tilki. "İşte sana bir sır, çok basit birşey; İnsan yalnız yüreğiyle doğruyu görebilir. Asıl görülmesi gerekeni gözler göremez".

- "Asıl görülmesi gerekeni gözler göremez," diye yineledi küçük prens; unutmamalıydı bunu.

-"Gülünü senin için önemli kılan, onun için harcamış olduğun zamandır."

-"Onun için harcamış olduğum..." diye yineledi küçük prens. Unutmamalıydı bunu.

-"İnsanlar unuttular bunu," dedi tilki.
"Ama sen unutmamalısın. Evcilleştirdiğimiz şeylerden sorumlu oluruz. Sen gülünden sorumlusun..."

-"Ben gülümden sorumluyum," diye yineledi küçük prens. Bunu da unutmamalıydı...

KÜÇÜK PRENS
ANTOINE DE SAINT-EXUPERY //


Saygılarımla

alihoca
12-04-2006, 15:31
Caanım Dostlarım;

Şu güzel forumumuzda ‘Fidanlık’ deyin, gençler genç kalacaklar diye toplaşıp üşüştükleri bir başlık var bilirsiniz. Gitmem. Niyesine gelince, efendim ilk zamanlar, adı netameli yerlerden birazda korktuğumdan olsa gerek, şöyle sessizce kenar köşeden bir iki gidip okudum. Serdar-ı Kus namlı iyi, has yazılar döşeyen bir er kişi var. Okudukça sevdik, sevindik derken yaşı geçkin ama içi kıpır kıpır teze, aklı cin dolu, gözü fıldır fıldır birileri yavaş yavaş işi şirazeden çıkarttı desem yeridir.

Benim için; gelen geçene şöyle vurur, böyle asar, öyle keser diye habire methediyorlar diyeyim, Siz gerisini anlayın. Hadi beni ne ederse etsinler, Erol Taş gibi karakter rollere çıkıp taşlanmaya biz alıştık çok şükür. Çok şükür de, geçenlerde; çok muhterem adı güzel, güvenilen emin bir Kardeşimize hemen gelir gelmez, hadi benim için yazdıklarını geçeyim, Sevgili AnnE’mize de bir methiye döşemişler ki düşman başına.

Mübarek Kadın yine büyüklük etti, adı, dili sohbeti güzel Kardeşimize bir hoş geldin diyeyim diye mekânlarına gitti. Gitti gitmesine de AnnE’dir büyüktür yer verip saygı gösterelim baş köşeye oturtalım demek bir yana, verdiler veriştirdiler lafı. Bir öcü demedikleri kaldı diyeyim de gayrı gerisini getirin. Eh okumuş mektep medrese bitirmiş kişiler olarak neden gitmediğimi anlamışsınızdır. Efendim bize laf söz kar etmez derseniz gidin ben karşımam. Sonra bana gelip uyarmadı demeyin yeter.

Adı insanda güven oluşturan Dostumuzda durur mu, onca laf kalabalığı ve yaşlılara yapılan onca eziyete şahit olunca. Yüreği yufkaymış zaar. Durmadı netekim ardında ‘Bir Hoş Seda’ bırakarak sessizce çekip gitti.

Ayrıca bunların; başlarda benim de şahit olduğum sonradan da habire sürdürdükleri bir konu var. İlk okuduğumda gelir geçer diye pek ses etmemiştim. Ama forumdan ve izleyen mü’min kardeşlerimizin artan şikayetlerine bakılırsa, korkarım ki işi azıya almışlar.

Bizim de adımızda hoca görünce, soğ olsunlar müftü sanmış olacaklar ki şikayet dilekçelerini göndermişler.Bir iki olsa banane deyip geçecem ama sayı kabardıkça, bana aktarılanı virgülüne dokunmadan yazayım kurtulayım. Ne halleri varsa görsünler dedim.

İzninize ve affınıza sığınarak aşağıya alıntılıyorum.

//…
İhlâs, İhlâs deyü depinip durursunuz. Durursunuz da lafın gelişi, meaşallah heç de durduğunuz yok.
Şark , garp , şimal ,cenup demeyüp habire cenk eyleyip laf üşüştürürsünüz mü’min kardeşimizin üstüne. Ama bilin ki, mazlumun kendisi yoksa Allahı vardır. Bu yaptıklarınızın sol omuz başınızdaki melaike tarafından hiiç sektirmeden ve dahi kaçırmadan mü’mine isnat atmak olarak hanenize yazıldığını da bilmiyorsanız da tez elden öğrenin.

Efendim paranın sarısı, karası olmaz derken, araya mü’min yeşili sermayemizi de sıkıştırıp laf sokuşturarak, paranın dini imanı olmaz demeye getirirsiniz. Bunları bilmeyüz sanırsınız amma biliriz Elhamdürillah.

Paranın sarısı kırmızı, alı yeşili olmaz der, paranın yeşili de yer hatta paranın yeşili de öper der ve dahi paranın mübarek yeşilinin diğer para ve sahiplerinden gram farkı yok demeye çalışırsınız.

Lakin heçte öyle değildir. Mübarek Yeşil Paranın bizlere göre büyük bir farkı vardır.

Bi kere yemeeek ile yemek, öpmeeek ile öpmek arasındaki farklar sadece fazladan konulan ‘e’ harfi ile sınırlı değildir.İkisi arasında ki fark, yapana ve yapış şekline göre değişen dağlar kadar fark oluşturur.

Sormadan açıklayacak olur isek, yeşil para ve sahibi diğer renk paralar ve dahi zındık sahipleri gibi cenabet değildir. Çok şükür ki namazlı abdestlidirler.

Yeşil para ve sahipleri tabiidir ki, beynamaz olmadıkları için de, yer içer ve öper iken;

‘Euzü billâhi mineş-şeytânirracîm, Bismillâhirrahmânirrahîm’ diye Euzu Besmele çekerler.

Euzu bezmele çekmekle de yetinmeyip, Yemeye ve öpmeye başlamadan önce;

‘Niyet ettim niyetlendim Allah Rızası ile Mü’min Kardeşlerimi öpmeye ve yeşil yeşil paralarını yemeye.’ Diye niyet ederler.

Öyle Euzu Besmele çekmeyen, Niyet etmeyen ZINDIKLAR ile mü’min kardeşlerimizi bir tutmak, hele hele arkalarından atıp tutup gıybet ediyorlar ki, ölü eti yemek ile eşdeğer derecede günah işlemekteler haberiniz ola… //


Efendim gönderenlerin tek tek isim ve adresleri forum yönetiminde mevcuttur. Kimdir nedir, neyin nesidir kimin fesidir onlara sorun hesabınızı onlarla görün benden bu kadar.

Saygılarımla.

buena vista
14-04-2006, 21:02
Sabriye hanim..
…..
Gecmis zaman..Hem de oldukca..Cogunu animsamam olanaksiz..Aklimda kalanlar..
23 yasinda bir delikanli..Görevi her konuda haber yazmak..Atlanan her haber icin ayri
firca..
-Süt var mi dolapta Sabriye hanim ?
-Bir bakayim ama,sanirim yok..
-Isterseniz sicak bir cay, bir de kendi ellerimle yaptigim tatli maya ekmeginden bir parça.
-Sagol Sabriye hanim..Buzdolabinda ne var ?
-Ickiyi fazla kacirdim dün gece..
……
Hangi durumlarda ? Nasil ?Kimi durumlarda iyi gelir icmek..Ama her zaman degil..!
Aslinda Sabriye hanim kaçin kurasi..Görevini iyi yapan, caliskan, ve cok iyi bir calisan.
Ayni zamanda cok iyi kalpli bir hanim..Sabah büroya geldiginde, cok seyi gören, yasayan
bir insan..Aksamdan kalmislara, icki yerine (Gordon, portakal suyu ile..Ay sonu ise votka sekerli suyla.) cay ve simit ikram etmeye cabalayip,didinen, hic olmazsa ac karina icki icmeyi
engelleyen sevecen, iyi bir calisan..Ve ayrica evine katkida bulunan..Ve cocuklarini okutan..
…….
Saat dokuzu gecmistir..Ancak, önceki aksamin hesabi yapilirken haberler yazilip, Istanbul`a
bildirilmelidir.Daktilo ve telex sesinden gecilmez bir anda..Sabriye hanim üc dört masa arasinda kosturur durur..Aksamdan kalmislara yardim etmek icin didinir , cabalardi kadincagiz..
O zamanki ruh haliyle Sabriye hanima yeteri kadar yardim edip edemedigimizi hep düsünür
dururum..Ve o kadinin bize ac karnimiza icki icirmemek icin nasil cabaladigini..Unutamam..

buena vista

buena vista
14-04-2006, 22:54
Sagi solu belli olmayan, hafakanlar basan, hulku daralan AnneM``iz nerede.?
Ne yalan yazayim.!!Özletti kendisini.. XanaX icip bir yerlerde kalmis olmasin.!
Türkiye turuna cikti yine herhalde..Yoksa caktirmadan birilerine mi kizdi.??

Arka Bahce``li ve Altay``li buena vista

AnnE
15-04-2006, 11:10
Ahali ;

Mucbir sebeplerle ara verdiğimiz yayınlar hafta içinde başlayacaktır.Bu arada meydanı boş bırakmamızdan sebeplenen ve bu bahaneyle lezzetli yazılar döktüren cümlenizi kısaca takdir ederim.
Bahçe budur.

Müco ile kahvaltı...
Irina'nın servisi...
Ihlacity....
Kimin morkıçı....

32 kısım tekmili birden

Azzzz sooonaaa

Bilmem az mı?


Not : kimin ne haltlar yazdığını takip etmiyorum sanılmasın.Hesap günü de azzz soona....

AnnE
17-04-2006, 08:51
Günaydın Ahali ;

Mucbir sebeplerle bir müddettir yazamıyorduk.Ama boş durmadık.Hayat tecrübeleri küfemize yeni yükler yükledik.Artık bunların hangileri paylaşılır hangileri bizle gider başka alemlere bilinmez.Lakin sizin ilk bilmeniz gereken, bu hayat denen ''şey'' acaip birşey.En acaip anlarda en acaip şeyler onun çizgisini en acaip halleriyle değiştiriveriyor.Yani hakkaten acaip diyeyim de siz anlayın.Anlamazsanız da bana ne .Açıklayıcı bilgi bundan epey bir vakit önce yazılmış dost yazılarının üçüncüsü olan '' dostluk alınır, dost satılır '' minvaldeki yazıda vardır, hala anlamayan varsa da sinirlerim bozulur, bir hoş olurum.

Bu dönem zarfında arkabahçede yazılanlar incesinden okunmuştur.Ve şöyle bir netice hasıl olmuştur :
Bu forumda borsa ile ilgili yazılar sadece Serd Ark Uş namlı katılımcı tarafından yazılmaktadır.O yazıları okuyanlar da borsa hakkında azami fikir ve ilim sahibi olmaktadırlar.
Amma en önemlisi şudur ki ; sadece bir yedekleme ve transfer yeri olarak açılmış olan AMBAR , Ömmes müstear adlı bir katılımcı tarafından işgal edilmiş olup, edebiyat, felsefe ve beyin dolu yazılarla parsellenmektedir ki , ben bu işgaledeki gayri kanuni vaziyete gözyummakta bir gariplik görmemekteyim.Ne demiş atalarımız : '' bir kere delmekle bişi olmaz.''

Malum, bahar kudurdu, her sabah yeşilin bir başka tonu ve her sabah büyüyen hacimlerle karşımıza çıkıçıkıveriyor.Muhallebici başkan, üç milyon dolar harcayarak üç milyon gül soğanı diktirmiş, haftaya zamanı geçince üç milyon daha harcayarak soğanları geri toplatacak ve üç milyon daha harcayarak bir sene muhafaza edecekmiş; aferin.Kimisi de Tuzlaya fenolik varil ekmiş, onları da Pepe Osman toplayıp muhafaza edecekmiş.Ama para olmadığı için kim nereye ne dikiyor kontol edemiyorlarmış.Pepe Osman'a bundan sonra Varil Lalesi demeyi pek münasip gördüğümü de beyan edeyim.Kaldı ki Pepe Osman bu bizim lavuk halkımız ihbar etmiyor diyor.Peki o zaman ben ihbar ediyorum :

Bu memlekette bazı idareci muallimler, nöbetçi talebelere, kendi yazıhanelerinde çay demlettirmektedirler.Bizler, bu sabi sübyanı o mekteplere çay demlemeyi öğrensinler diye mi yollamaktayız? Ballı Ömer uyumakta mıdır ? Ben adamı anında satarım, maksat memleket doğru istikamete gitsin.

Neyse ahali ; epeydir yazmayınca mevzuular birbirine karışıyor.Ben bir kafayı toparlayayım , ondan sonra Müco ile olan kahvaltımı bir nakledeyim sizlere. İrina mı dediniz ?

Bilmem hoşgelebildik mi ?

alihoca
17-04-2006, 12:06
//MİLLÎ EĞİTİM BAKANLIĞI İLKÖĞRETİM KURUMLARI YÖNETMELİĞİ
Resmî Gazete : 27.8.2003/25212
Tebliğler Dergisi : EYLÜL 2003/2552 Düzeltme : KASIM 2003/2554
Ek ve Değişiklikler:
1) 21.10.2004/25620 RG (KASIM 2004/2566 TD)
2) 24.6.2005/25855 RG (AĞUSTOS 2005/2575 TD)

Öğrencilerin Nöbet Hizmetleri

Madde 138 — Küçük yaşlardan itibaren görev ve sorumluluk duygularını geliştirmek, hayata hazırlamak ve okulun yönetim işlerinde görev almalarını sağlamak amacıyla 5, 6, 7 ve 8 inci sınıf öğrencileri, okul yerleşim alanı içinde nöbet görevlerini yürütürler. Öğrencisi yeterli olmayan okullarda 4 üncü sınıf öğrencilerine de nöbet görevi verilebilir.
Yatılı/pansiyonlu okullarda yemekhane ve yatakhane nöbeti tutulur. Nöbetle ilgili görev ve sorumluluklar, okul yönetimince yazılı olarak belirlenir ve nöbetçi öğrencilere duyurulur.
Nöbetçi öğrenciler yazılı ve uygulamalı sınavlara katılırlar.//

Efendim;
Eğitim kavramında bilgi kazandırmanın yanıda BECERİ kazandırmak da vardır. Benim kız öğrencilerime, yarın el oğlu;
''Öğretmenin Sana çay yapamasını bile öğretmemiş. Hay ben O öğretmenin ağzına ...'' diyemez.

Diyeceğim, kendim için bir şey istiyorsam ne olayım..

AnnE
17-04-2006, 13:10
Ahali ;

Tam Müco ile yaptığımız bir bahar kahvaltısını kaleme almaya başlamıştım ki ; bir mesul vatandaş olarak yaptığım ihbara karşı ismi lazım değil birileri, mesleki müdafaaya geçmiş.Dertlerini Ballı Ömer’le halletmelerini rica ederken , okula gidip de, çay demlemeyi öğrenmemiş çocuğu yüzünden ''Öğretmenin Sana çay yapmasını bile öğretmemiş. Hay ben O öğretmenin ağzına..’’ diyecek velinin özlemi ile yandığımı da açık seçik beyan edeyim bari.

Neyse efendim , ilgili ile hesabımızı başka bir zamana bırakarak, asli mevzuya dönmeye gayret gösterelim.Hem sinir sistemime de daha iyi gelir böylesi.Zaten başka bir ismi lazım, dayamış fidanlığa İstanbul’u.Dayamış bilip de göremeyenlerin ,yaşamış da özlediğinin farkında olmayanların, özleyip de sevmiyormuş gibi yapanların zihnine , lanet ettirmiş alayına ‘’ ben neden buralardayım ?’’ diye.

yayılmışız dünyanın dört bir yanına
kimisi ta kopenhag'da, kimisi paris
bedenimiz orda burda dolanır amma
çok hem de çok uzak yerde kalbimiz

bir allı turna olsam, karlı dağları aşsam
varsam bizim ellere, kendi göğümde uçsam
şimdi istanbul'da olmak vardı anasını satayım
püfür püfür bir vapurun yan tarafında

köprüde balık ekmek yemek
dolmuşa hadi gidelim demek
ver elini yenikapi ver elini bebek, tarabya
şu anda oralarda olmak vardı ya

şimdi istanbul'da olmak vardı anasını satayım
boğazda köhne bir iskelenin yamacında
tabakta kavun, peynir kadehte buz gibi rakı
dilinde yari acı yarı tatlı bir şarkı

şu anda istanbul'da olmak vardı!
benim derdimi dermanımı bilen yok
yayılmışız dünyanin dört köşesine
kiminin adresi sidney kiminin hamburg

yaşamaya dört elle sarılmışız da
yine de gözlerim dolu, yüreğim buruk
başımı hiç bir zaman eğmedim amma
yine de yüregim yara, içimde boşluk

minnacık tohum olsam savrulsam dönümlerce
kış biter bahar gelir, açılsam yüzbinlerce
açılsam milyonlarca
şimdi istanbul'da olmak vardı

şimdi istanbul'da, şu anda istanbul'da
ah ! istanbul...


Bak şimdi ahali yaaa !!!
Tam Müco meselesini toparlayayım derken , soktular araya bir de İstanbul, tarumar oldum.Sanırım bu meseleye girmem bililerini rahatsız ediyor.
İrina mı ?

Bilmem şimdi gidip Arkeoloji Müzesi Bahçesinde bir çay mı içsem ?

AnnE
17-04-2006, 14:36
Ahali ;

Araya girenle papaz oluruz bak baştan söyliyeyim.

Geçenlerde bir gün, henüz bahçenin yan taraftaki çilekler beyaz beyaz çiçeğe bürünmemişken, bir telefon Müco ; ‘’ Anne nasılsın, bi görüşelim ‘’falan filan... Ben bunun babasını bilirim, Kuleli’den mezundur, ikisini de sevmem ama kıvırtamadım gel dedim.Meğer kapıdan arıyormuş, oğlu damladı anında.

Tam biz ayaküstü lagaluga etmeye başlarken yan yoldan İrina görüldü, jogging’den dönüyor.Oha be kızım dedim içimden , bahar geldi az güneş gördün diye de böyle giyinilmezki, giyinmek ne kelime , giyer gibi yaptığı toplasan kırk gram gelmez bez parçaları da yapışmış terle beraber, mübareğin ten rengi sanırsın.Havva anamız, nur içinde yatsın ; O bile İncir yaprağı neviinden kalın bişeyler alırmış üzerine.Ben la havle çekerken atladı lafa ; ‘’ Anne, misafirin var , hazırlıyayım mı bir kahvaltı sofrası ? ‘’ .Hay Allah ; ben Müco’yu sepetlemeye çalışıyorum, bu afet-i dünya neler diyor ; üstelik Müco ‘da ağzının suyu akaraktan duyuyor.’’ E , peki kur sen sofrayı biz bir sabah kokularını içimize çekip geliriz’’ dedim.

Onbeş dakika sonra kahvaltı hazır.Yahu evladım ; sen ne zaman duşunu aldın , makyajını yaptın , sabahkilerden onbeş gram daha fazla çekecek kıyafetleri giydin de bu cennet sofrasını kurdun diye hayretle düşünerek kurulduk sofraya.Masanın üstü, Van’ın otlusundan kızartılmış Kıbrıs Hellim’ine , Denizli Çökelekinden, Enez Koyun beyazına, Edirne Kaşarından Antakya’nın Karakesmesine, Erzurum’un Civil’inden, Bursa’nın Mihalıç’ına , Kazdağının Sepetinden, Bergama Tulumuna, Çorum’un Kargı Tulumundan, Trabzon’un Kolotisine kırk çeşit peynir ki herbiri farklı otlarla bezenmiş tabakların içinde gelmiş sofraya. Gömeç Zeytinyağı pulbiberle kekikle halvet olmuş, güneş vurdukça gökkuşağı gibi oynaşır tam Edremit zaytinyağı içinde yüzen kalamata zeytinlerin yanında.Dilimlenmiş Afyon sucukları ile Akhisar yumurtalarının parçalanmamış sarıları kümbet gibi dururken sahanda, beyazı da hala pişmekte, yeni doğmuş çocuğun nefes alışı gibi hızlı hızlı oynaşmakta.Pekmezin üstüne Mudurnu Cevizini öyle bir döşemiş ki , sanırsın Uşak halısından bir motif.Yanda devasa bir sini içinde ekmek çeşitleri ki ; saç ekmeği, iki saç arası ekmeği, mayalı, tepsi ekmeği, tava ekmeği, yağlı ekmek, ebeleme , ki kimi buğday , kimi çavdar kimi arpadan mamul , etrafa dizmiş çörekleri , Gülleyli çöreği, mısır çöreği, yazma çöreği, çoban çöreği, ağa çöreği, kete sanki halay çekerler. Çorum Pıt pıtısı, Artvin Kakalası,Kastamonu Göbütü,Konya Gömeç ekmeği sanki yontucu eseri dibi dizili.Yeryüzündeki bildik bilmedik her meyvanın reçelleri mini mini kaselerde serpiştirilmiş ki ne anlatmaya ne saymaya mecalim yoktur.

E haliyle masa büyük , Müco ile ister istemez uzak kaldık az bağıraraktan konuşuyoruz, bir yandan da Irınaanım dayamış Vivaldi’yi öyle bir musiki sarmış ki mekanı konuşmaya utanıyor insan o kemanları incitirim diye.

Her tarafta güller yaprağa vermiş, goncalar dayanın diye bağırıyor onbinlercesiyle, bir hafta on güne size öyle bir patlayacağız ki ne rengimiz ve kokumuz gözünüzden, beyninizden yüreğinizden gider olacak.Yaseminler kalır mı ondan aşağı ; geliyoruz beyaz beyaz göz almacasına diye sarılmakta tutanaklarına, sanki yeni yapraklarını vermeleri gözle görülecek kadar hızlıyken.

Neyse dedim Müco ‘ya sizin oralarda böyle ortamlar yoktur heralde, tadını çıkar.Hö dedi andavallı , ‘’ Anne , yapma gözünün çapağını yalayayım, bizde bu memleket evladıyız’’ Yürü lan dedim, şu metni hatırlamıyor musun :
‘’Burada, önünüzde, şimdiye kadar tabiiyetinde bulunduğum her türlü devlet tabiyeti ve egemenliğini reddettiğime; Bundan böyle, ABD Anayasası'nı ve yasalarını iç ve dış düşmanlara karşı savunacağıma; ABD'ye bağlılık ve sadakat göstereceğime; kanunun gerektirdiği hallerde ABD ordusuna hizmet vereceğime; kanunun gerektirdiği durumda sivil yönetim altında ulusal önemi olan işlerde çalışacağıma ve bu yükümlülükleri özgür bir şekilde, akıl sağlığım yerinde ve samimi olarak üstleneceğime yemin ederim. Tanrı yardımcım olsun."

Gayri ihtiyari bir Amin dedi,ve anında utanaraktan başka yerlere bakmaya başladı.Lan oğlum dedim , utanma senin genlerinde yok , olsaydı Kuleli de okumuş baban bu hallere gelir miydi ?

‘’ Ama Anne, ekmek parası yaaa ; hem de biz bir sürü insana, vakıfa, mektebe yardım ediyoruz.’’
Sinirlenmemeye azami gayret göstererekten ‘’ lan onları vergi vermemek için dağıtıyorsunuz.Hem sen kimin ekmeğini, rızkını, geleceğini çalıp ‘’ ekmek parası için ‘’ diyorsun bre ciğersiz! Hastttt... ‘’’ diyerekten yolcu ettim ve döndüm sofraya.Baktım içeriden bir ismi lazım değil çıkmış alelecele uzaklaşmakta.Haa dedim demek saat dokuzu geçmiş bunlar seansa yetişmeye uğraşıyor.Öğlene kadar uğrayan olmaz diyerekten yumuldum sofraya, herbir tabağa, tepsiye, kaseye, tavaya azami saygı göstererekten.

Saat onbir otuza doğru karnım az az doymaya başlarken Irinaanım göründü sundurma tarafından , elinde bir bakır tepsi , içinde bir bakır cezve , yanında bir fincanla, bir yandan Chopin’in Polonaise No 6 sını savuran piano nameleriyle dans mı ediyor, havada mı süzülüyor anlayamadan.’’ Anne dedi kahveni getirdim, buyur ‘’. ‘’ Ah be kızım, nerden anladın tam zamanı olduğunu ‘’. Dikildi az karşımda, rahatsız etmeye çekinir bir edayla.Ne rahatsız etmesi , binlerce gün karşıda dursa onu görmekten rahatsız olacak bir kul gelmiş midir dünyaya !

Anladım , bir şey sormak istiyor ; ‘ Hayrola dedim bir şey mi var ?’’ ‘’ yok be Anne , sadece benim büyük sandığı nereye kaldırmışlar bulamadım, sen bilirsin herhalde.’’
‘’ Haaa dedim bilmem mi , onu Ambara yollatmıştım , feylesof benzeri bir bahçe müptelası da orayı mesken tutmuş, geçenlerde diyordu, sandık oradaymış ve O da sandığı tavaf eder dururmuş, onu incitirse seni incitir diye bir telaşla.’’
‘’ Sağolasın anne ‘’ dedi ; ‘’ ‘’ öğle sıcağı da başladı; ben üzerime ince birşeyler giymeye gidiyorum.’’

Zor attım kendimi dışarı.

Bilmem atmasa mıydım ?

bikmisbroker
17-04-2006, 14:51
Ahali ;
.................................................. .......................
.Zaten başka bir ismi lazım, dayamış fidanlığa İstanbul’u.Dayamış bilip de göremeyenlerin ,yaşamış da özlediğinin farkında olmayanların, özleyip de sevmiyormuş gibi yapanların zihnine , lanet ettirmiş alayına ‘’ ben neden buralardayım ?’’ diye.



Yok ben PES ettim, cidden de PES ettim, serd ark us'u alsak yanimiza, A li hocamizdan da destek alsak, (Trusty zaten basedemiyecegini anladi ortalardan TUYDU-YOK oldu) adi gibi kendide em in arkadasimizi da bu potada (fidanlik) harmanlasak, yine de AnnE mize laf yetistirmek bir yana, eline su bile dokemiyecegiz..

Ahh Beylerdereli Gun ve Han, gecen sene geldigimde bizi bir araya getiremedin ki sabah, ogle ve aksam, yemeklerden sonrasini bile beklemeden boylesine guclu yazan 1 kisimidir? Yoksa 1 kisi huvviyetinde bir ordumudur? Gozlerimle goreyim, merakimi gidereyim..

Emin
17-04-2006, 15:23
Ahali ;

Araya girenle papaz oluruz bak baştan söyliyeyim.

Yok yok! Araya girdiğim yok, okumak için sıraya girmekten başka bir şey gelmiyor elimden.

Dumura uğradım.

İki kere okudum da üst üste ancak anlayabildim ya da anlayabildiğimi sanıyorum şimdilik.

Bıkmış Broker abime hak veriyorum, ben kendi haddimi, hududumu ve menzilimi bilme adına söylüyorum; eline su dökemem Sayın Anne'nin, adım gibi eminim. Dökmekte istemiyorum zaten, öpmek dururken.

Van’ın otlusu
kızartılmış Kıbrıs Hellim’i
Denizli Çökeleği,
Enez Koyun beyazı
Edirne Kaşarı
Antakya’nın Karakesmesi
Erzurum’un Civil’i
Bursa’nın Mihalıç’ı
Kazdağının Sepeti
Bergama Tulumu
Çorum’un Kargı Tulumu
Trabzon’un Kolotisi
Bunlardan koyu ve kalın yazanları tadabilmişim şimdiye kadar. Be mübarek Anne, siz ne zaman yediniz bunları ve sayamadığınız daha kırk çeşidini!

Kızmayasınız diye; yazının içindeki yüzlerce konuya değinmeden, başımı azıcık öne eğip, geri geri ve ağır adımlarla çıkıyorum.

Huzurunuzdan çıktıktan sonra da şöyle diyeceğim: "Aman kızarsa kızsın, söylemeseydim dilim şişerdi. Kuru kuru da teşekkür düğmesine basılıp çıkılmaz ki!"

buena vista
17-04-2006, 15:57
Yok yok! Araya girdiğim yok, okumak için sıraya girmekten başka bir şey gelmiyor elimden.

Dumura uğradım.

İki kere okudum da üst üste ancak anlayabildim ya da anlayabildiğimi sanıyorum şimdilik.

Bıkmış Broker abime hak veriyorum, ben kendi haddimi, hududumu ve menzilimi bilme adına söylüyorum; eline su dökemem Sayın Anne'nin, adım gibi eminim. Dökmekte istemiyorum zaten, öpmek dururken.

Van’ın otlusu
kızartılmış Kıbrıs Hellim’i
Denizli Çökeleği,
Enez Koyun beyazı
Edirne Kaşarı
Antakya’nın Karakesmesi
Erzurum’un Civil’i
Bursa’nın Mihalıç’ı
Kazdağının Sepeti
Bergama Tulumu
Çorum’un Kargı Tulumu
Trabzon’un Kolotisi
Bunlardan koyu ve kalın yazanları tadabilmişim şimdiye kadar. Be mübarek Anne, siz ne zaman yediniz bunları ve sayamadığınız daha kırk çeşidini!

Kızmayasınız diye; yazının içindeki yüzlerce konuya değinmeden, başımı azıcık öne eğip, geri geri ve ağır adımlarla çıkıyorum.

Huzurunuzdan çıktıktan sonra da şöyle diyeceğim: "Aman kızarsa kızsın, söylemeseydim dilim şişerdi. Kuru kuru da teşekkür düğmesine basılıp çıkılmaz ki!"

Sevgili Emin,

Irina`nin gelmesi güzel haber..Sirasi geldiginde aksam yemegi de hazirlar.Ancak, kahvaltida yenenleri okudukca kolestrolüm yükseldi..!!Gidip hemen ilacimi alayim bari..

buena vista

AnnE
18-04-2006, 11:02
Ahali ;

Dünden beri bir sürü katılımcı, İrinaanım'ın jogging sonrası terli iken çektiğim resimleri buralarda görmek isteyen mesajlar atıyor, avantalar teklif ediyor.
Unutmamak lazım ki burası piyasalarla ilgili bir mekandır.Başka amaçlarla buralarda dolanan katılımcıları -ki alayının adı bende saklıdır- deişfre etmek zorunda hissetmek istememekteyim kendimi.

Adı geçen Kuzeyli hanımın buralarda bulnması, kalış süresini uzatmış olması, sadece sizlerin piyasalardan menfaat elde etmenizle alakalıdır.Başka menfaat beklentilerinizi başka kaynaklardan gidermenizi tavsiye etmek mecburi bir hal almıştır.

Bilmem 8 megapixelle çekmesemiydim, amma da ayrıntılı çıkmış ha !

alihoca
18-04-2006, 21:02
Sene doksan beş daha yolun yarısındayız. Yer Marmara Üniversitesi üroloji servisi. Olacak ya! koğuşta toplamı üç kişinin hepside alilerden oluşmuş. Onlara artık yaşlarına göre küçük büyük ortanca diye sesleniyoruz. Ben ziyarete gittiğimde büyük ali; servisi dolaşan doktor heyetine ‘rest’ diye bağırıyor, ‘nen var?’ diye soran profesöre ise ‘bizde kare ali var.’ diyor desem herif hakkında birazcık ipucu vermiş olurum sanırım. Bu arada koğuşun mahpushanelerde ki idam mahkûmlarına ayrılan özel koğuşlara benzer işlevi olduğunu da ekleyeyim.

Oradaki personelin ‘Gidiceler’ gözü ile baktığı bu koğuşta ki üç alilerden en küçüğünün öyküsünü biraz merkeze alarak anlatayım dilerseniz. Küçük ali fidan gibi körpecik bir genç. Üniversite mezunu olmakla kalmayıp kültürlü diyebileceğim kadar da kendini geliştirmeyi başarmış. Ölüm fikri ile yüzleşip onu yenmeyi de başarmış. Koğuştakileri özellikle büyük aliye takımları ile gülmekten, odayı değil tüm servisi kırıp geçiriyor desem inanın. Yazıyı çok uzatmamak adına, şahit olduğum anı öykülerden bir tanesi ile yetineyim.

Büyük alide hikaye çok. Geçirdiği hastalık ve ameliyat sayısı geçirecekleri hariç, altı olmuş. Hastanelerde yaşayanlar bilirler. Her sabah; en başta proflar, doçlar olmak üzere, arkada uzman doktorlar, asistanlar, mezun olmadan önce tüm servislerde çalışmak zorunda olan kızlı erkekli tıp öğrencileri, kıdem ve rütbe sırasına göre sabah içtimasında koğuşlardaki hastaları dolaşmaya başlanır. Kısa muayeneler sonrasında asistan ve öğrencilere de hastalar üzerinde tatbikatlar yapılır.

Koğuşta nedenini çözemediğimiz ve bir türlü söylenmeyen bir uygulama var ki, her sabah, profların gözetiminde, o güzelim kız öğrencilerinin gözü önünde olmakla kalmayıp, eli önünde tekrarlanıyor. Odaya ilk geldiklerinde proflardan birinin talimatı ile hangi kız ya da erkek öğrencide sıra ise, o hemen eldiveni takıyor. Bizim büyük ali ise rutinleşen bir alışkanlıkla, tül gibi bir perde ile ayrılan bölüme girip; iki büklüm halde başı secdeye varır gibi başını yere dayayıp donu indiriyor. Bu arada o günkü sıradaki kız-erkek asistan yada öğrenci sıkılı ellerinin orta parmakları dik açılı açık halde, artık neye bakıyor kontrol ediyorlarsa ediyorlar diyeyim.

Daha bu olay bir iki demeden küçük ali de kaş göz oynaması ve kıkırdama başladı.
Üçüncü dördüncü derken;

- Abi ne var?
- Abi ne buldular?
- Niye hep Seninkine bakıyorlar?
- Abi bide ben bakayım?
- Abi mutlaka Seninki çok özel?
- Her gelen niye parmak atıyor?
- Seninki ballımı?

Gibi onlarca imalı, sokuşturmalı sorular büyük aliyi pel perişan etti desem inanın. Büyük alinin cevaplarını dozu da arttıkça koğuş kapısının önü kıkırdayan, gülüşen, kahkahadan kırılan personelden geçilmez oldu.

Ama iş o raddeye vardı ki, bir gün sabah içtimasında; büyük alide bir surat, bir surat ki, gören ‘Amman ne nalet adaaam!’ der, o dakka yolunu yönünü değiştirir.

Neyse efendim. Döşeğin ortasında dimdik oturuyor. Proflar, hocalar yalvarıyor ki, hadi muayene edelim ( orta parmağı göstererek) diyorlar. O, Nuh diyor peygamber demiyor.

Kenarda sanki hiçbir şeyden habersiz gibi, masum masum oturan küçük aliyi göstererek;

- Bu puştunkine de bakın, yoksa büyük yemin ettim bi daha göstermeyeceğim.

Nitekim inat etti, o gün ne gösterdi, ne de parmaklattı. Amma o gün konsül denen o heyette öğrenciden hocasına kim varsa gülmekten yerlerde desem inanın.

İşte bu derece muzip küçük alinin hikayesine kaldığımız yerden devam edelim. Alideki vücudu görseniz hasta olduğuna yemin billah etmeyince inanmazsınız. Günde iki-üç saat spor yapmayınca rahat edemediğini söylüyor. Yenice nişanlanmış, yaz ayları için evlilik hazırlıkları yapıyorlar. Tuttukları eve beğendikleri eşyaları birer birer yerleştiriyorlar. Dediğim bir zamanda küçük alide hafiften idrar problemleri baş gösteriyor. Derken doktora, o da acilen İzmit’ten İstanbul’a havale ediyor.

Film, tahlil, estek köstek derken iki böbreğinde çürümenin son safhasında olduğu tespit ediliyor. Doğuşunda mel’un bir ebenin, doğum sırasında çocuğun o bölgesini sıkıştırması ile başlayan çürüme yıllarca sinsi bir şekilde ilerlemiş gitmiş. İlaçla falan bir süre daha gidebileceğini sonrasında makineye bağlı yaşayacağını hocadan gizlice öğreniyorum. Nişanlısı bari eciş bücüş biri olsa, hadi bari neyse, o tarafa bari üzülmeyeyim diyecem. Lakin bi güzel, bi güzel ki sormayın gitsin. Güzelliği kadar; anca beraber kanca beraber diyebilecek kadar vefa dolu bir yüreğe sahip. Bir araya geldiklerinde birbirlerine bakışlarını görmeyeyim diye başka koğuşlara saklanıyorum.

Buraya uyar mı, uymaz mı bilmiyorum? Ama yazmadan da duramayacağım için affınıza sığınıyorum.

Bizim oralarda tüfekçiliği ile Dünyaca ünlü bir Huğlu Kasabamız var. Tüfekçilikleri öyle ünlü ki, sattıkları kimi tüfeklerin baretta markası vurulup tekrar marka manyaklarına satılmak için Türkiye’ye sipariş üstüne gönderildiği, kooperatiflerinin vitrininde sergilenir halde ispatlıdır. Neyse, konumuz o değil. Burada bir baba iki oğuldan oluşan bir aile var ki, Hacivat ve Karagöz’ün günümüz Huğlusunda yaşayan tıpatıp örnekleridir. Tembelliğimden emekliliğime havale ettiğim, hikâyelerini kitaplaştırmayı becerirsem bunun boş bir iddia olmadığı anlaşılacaktır diye umuyorum.

Ailenin oturduğu evin arkasında, her köy evinde var olduğu kadar, ihtiyaçlarını karşılayacak oranda meyve ve sebze yetiştirdikleri yarım dönüm kadar bir bahçeleri var. Martın zemheri soğukları çıkanda ailecek bahçeyi bellemek ile başlayan bir hummalı ekim, dikim, bakım, sulama aşaması başlar. Başlar ki ter topuktan akar gider. İşte böyle bir zorlu mücadele sonunda, mayıs ayının başları gibi; gaveteler, hıyarlar, tere, marul, fasulyeler baş ve boy gösterirler. Tabiî ki, bu manzaraya bakmak bile ayrı keyif olduğunu söylememe bilmem gerek var mı?

Neyse efendim, mayıs ayının bir gece yarısı bir gök gürültüsü ile ailenin babası yataktan fırlayıp, pencereye oradan da canhıraş bir şekilde yalınayak cıs cıbıldak bahçeye koşar.

Ne görsün? Ceviz gibi dolu taneleri bahçeyi yerle yeksan etmez mi?

Baba; ağlamaklı bir sesle, başı göklerde, bir eli sol omuzdaki hata günah yazıcı melaikeyi gösterip, diğer elinin açık avucuna yazı yazar taklidi yaparak HAYKIRIR.

- Hey kurban olduğum, şunu biz yapsak, hemmen yazdırırsın.
- Peki! biz şimdi ne yapalım?

Diyeceğim odur ki, Huğlu’lu Baba’nın sevgi dolu sitemkârlığına benzer sitemi, küçük ali etmemiş ise de, ben onlar adına ettim deyip, günahsa günahımı itiraf etmiş olayım.

Ve bugünkü yazıyı daha fazla uzatmadan; Gidiciler koğuşundaki üç Alilerin üroloji servisinde yaşayıp yaşattıkları kitap olacak kadar çoktur. İçlerinden yaşayabilen tek alinin aylık yıllık kontrolü için her gittiğinde; tüm akademik personelin hüzünlü bir gülüşle de olsa, üç alileri ve öykülerini yâd ettiklerini duymuştum. Diğer öyküler kısmet olursa diğer zamanlara diyelim.



Her ne olursa olsun; en büyük servetin sağlık olduğunu hiç unutmamanızı ve her daim mutlulukla kalmanızı diliyorum.

Saygılarımla

bikmisbroker
18-04-2006, 22:46
Sene doksan beş daha yolun yarısındayız. Yer Marmara Üniversitesi üroloji servisi.


Gozunun Yagini yiyeyim Ali Hocam, Hani derler ya "Actirma KUTU yu soyletme KOTU yu".. Oyle bir yerden başlamişsinki, Talebe iken (1976-1982) Ayni yaş grubundan olup da TIP fakultesinde okuyan arkadaslarimiz ile "Operator" Paşa hastanesi ve Kadikoy tarafindaki Tepe Goz hastanesi başta olmak uzere bilum'um anilarim HOP diye canlaniverdi..

Kadavra basinda diger talebeler ile birlikte beyaz gomlekler icerisinde derse katilmakdan TUT da, yine beyaz Dr. Gomlekleri icerisindeki UZUN upuzun Acildeki Nobet gecelerinden cik..

Gozunun Yagini yiyeyim Ali Hocam, kapat bu mevzulari, bir başlarsam anlatmaya 32 kisim tekmili birden BORSA anilarimdan daha coktur bilesin..

Hani biz burada "Borsa" dan bahsedecektik? Hani biz Burada "el kadar" kumaşi ustune orterek salinarak gezen "irina" nin teknik Salinimlarindan bahsedecektik?

2 Ali, 3 Ali derken oyle 1/1 yaşanmiş hikayeler varki bende "Para nasil kaybedilir" topici NAL toplar yaninda...

Yapma etme ne olur..Tetikleme beni..:ds:* :ds:*

AnnE
19-04-2006, 13:44
Ahali ;

Sabahın seher vaktinde bahçede bir tur atmaya gittim.Otu, çiçeği,dalı,yeşili,böceği,börtüsü azmışken biraz enerji alayım onları görerekten diye.Vallahi başka birşey görmek falan istemiyordum.Neyse tam dolanırken yan duvarın ardından bir ses ve üzerimden uçan birşey.Elimde hazırdı makina, asıldım deklanşöre ; maaşallah, bizim kızmış, neyse ki bu sabah üstüne kalın birşeyler giymiş ki frikik oluşmadı.Allah sahibine bağışladın diye bir iç çektim ve dolaşmaya devam ettim.Bir yandan da düşünüyorum, bu bugün bu kadar hızlı ve yüksekte gezdiğine göre niyeti başka.

http://i14.photobucket.com/albums/a339/dentodent/07113a3a.jpg

Neyse efendim ; biraz daha dolandım, yarım saat kadar sonra çaldım kapıyı bir kahve içelim diyerekten.O hoooo O !! bizimki yine duşunu almış, kıyafeti makyajı düzmüş, başlamış temizliğe.Arkada Goran Bregovic 'den Get The Money çalıyor, bizimki bir yandan ortalığı süpürmekte ; ne süpürmesi, bir garip dans etmekte ki kalçayı,beli takip etmek namümkün.O süpürgenin yerinde olmak isteyenler geldi aklıma ve hepsi için pek bir üzüldüm.

http://i14.photobucket.com/albums/a339/dentodent/6c102cf4.jpg



Afferin evladım dedim ; bugün düzgün birşeyler giymişin, göreni tarumar etmemeye niyetlisin ama,sen sen ol bu kıyafete de güvenme, seni böyle görünce de bozulacak bir hayli vatan evladı bilirim ben.

Sen merak etme anam dedi ; bugün uçuş günü , sabahın köründe antremanını da yaptım, gelişimin hakkını verecez bugün hayırlısıyla.Sen şu süpürgeyi az tut, ben hafif birşeyler giyip geleyim dedi müzik biterken.

Bilmem süpürgenin sapını naapsam ?

Ömmes
19-04-2006, 22:03
Ambar'dan gelir

Oooo ...

Şey çay kaldı mı acaba?. Bi bardak ric.. yok cam kupa ... mersi

... şey ikibuçuk tatlı kaşığı .. evet haklısınız biraz çok, ama tatlı yemiyorum bitek çayda.

... bir kaç damla da süt alabilir miyim, varsa?. Çok mersi ... mmm harika kokuyor, lapsang souchong var bunda yanılıyor muyum? Tek poşet, harika, elinize sağlık ... Size “sayuz ne roşi mey respublik svabodniş” diyorum ve gerisini hatırlamıyorum.

Vay canınaaaa ...

Ambara gider

AnnE
19-04-2006, 23:41
Ah kızııım ;
Evet , işte Ambardan gelen adam bu.Demiştim sana korkulacak birine benzemiyor.Tamam tamam cıvıma hemen, bak sarkmadan gitmiş, derin derin içini çektiğine bakma, senin yüzünden değildir,acaip sigara içiyor ondandır iç çekmeleri.
Haa ; mırıldandığı müzik memleketimi hatırlattı ?
Al album kapağını da özlem gider.Tamam sırmaşma ve git üzerine birşeyler al.Gelen giden yamuluyor bu halinde görünce.

Vse eto r'n'r" byla napisana kak gimn , i v ramkah rokovoi estetiki.
Poetomu ona mogla pokorobit' lish teh,komu chuzhd pafos.
Kinchev voobshe po-moemu pervym vzyal na sebya rol' sochinitelya
gimnov,t.e. pesen ,soderzhashih kakoi-to lozung,kotoryi mozhet stat'
devizom dvizhenia,kotoryi mozhno pisat' uglem,nesmyvaemoi kraskoi ili
krov'u na stenah podvalov,vagonov metro ,stenah liftov,polupustyh
pomeshenii. Uzhe na Energii (86 god ?) bylo dva takih gimna : MbI BMECTE
i Moe Pokolenie. Zatem poyavilis' Krasnoe na Chernom i Vse eto r'n'r.
Do Kincheva,pohozhe ,gimnov nikto ne pisal. BG byl slishkom zaumen ,libo
slishkom steben. Odno iskluchenie -Rock-n-Roll mertv ,zhutko zaezzhennaya
vesh',no vse ravno eto skoree antigimn.
(A interesno bylo by posmotret' na sbornuyu rossiiskih
rokerov,ispolnyaushih horom "r'n'r mertv,a MbI eshe net. Godu etak v 88
ili 98)
Eshe v 86 godu byla "Soldaty Rok-n-rolla" Naumova ,tozhe pafosnaya
vesh,no ona potom nikgde bollshe ne poyavlyalas' ,ochevidno Y.N. pereshel
k bolee ser'eznym vesham. Zato vypushennaya v nachale 90-x kniga
rock-liriki tak i nazyvals' "Soldaty r'n'r".
Eshe gimny byli ,razumeetsya ,u KUHO "MbI zhdem peremen","Dalshe
deistvovat' budem MbI" i t.d. -- tak i prosyatsya na stenu.
Na zapade estestvenno v svoe vremya byli napisany svoi gimny : My
Generation (the WHO) Moe Pokolenie,mnogostradalnyi lennonovskii Give Peace a Chance, Satisfaction,White Rabbit,Too old to r'n'r too young to die,
Good Vibrations ,antigimny God Save the Queen i Anarchy in Uk , No MOre
Heroes i prochaya baida.
vot vkratze i vse o gimnah.
http://i44.photobucket.com/albums/f25/avrogida/6583_s.jpg

AnnE
20-04-2006, 00:16
Dalgaya düşmüşüz ahali ;

Ambardan gelen adamda ince bir karizma olduğunu farketmiştik kiiiiii ; hatta lapsang souchong kokusunu bile biliyor olması, malum misafirimizi bile etkilemeye başlamıştı kiiiiiiii ; bu mereti poşette istemesi bizi de, karizmasını da yerle yeksan etti.İçerde kaynıyor olmasına rağmen dayadık poşeti.

Bre ambarların feylesofu ; sen bilmezmisin , hadi bilmesen de tahmin de mi edemezsin ; bu kapısını çaldığın mekan, poşet çayların mekanı değildir.Burada herşeyin en orijinali , en orijinal haliyle kullanılır, en orijinal haliyle yaşanır.

O lapsang souchong ki, çam ağacının kökünün dumanı ile tadlandırılmıştır. Mesela , İstanbul'un ortasına bir penis heyulası gibi dikilmiş binanın içindeki Ritz Oteli'nin CAM namlı salonunda Paul Pariet diye bir hergele şef ithal etmişler , bu herif bu çayın buharında tütsülüyerek yumurta pişiriyor.İşte burada o yumurtayı bulamazsın , zira burası o yüzlerce yılların ritüelleri ile oluşmuş çayın ananevi amaçları dışında kullanılacak bir yer değildir.

Herneyse ; çekilmişin yine ambarına kurtulabileceğini sanma !
Karizmayı ne zaman toparlamak istersen , bu mekan yirmidört saat açık , lakin poşetli şeylerde ısrar etme.

Gel ve toparla ! Yok öyle kaçmak ambar diplerine.

Bilmem şu Pairet denen kıl herifin karnıbahar jölesini tadmaya gitsem mi ?

Ömmes
20-04-2006, 01:16
Az geliym bari

Kıymetli AnnE'm. Biz self determinasyon hakkımızı ambar diplerine self sürgün şeklinde kullandıksa vardır bir nedeni. Praksiteles ustanın elinden çıkma sayin knidos afroditi verandada sünem sünem sündükçe layığım orası, aha da bak sündü. Herneyse ne bugün yeteri kadar utandırdım kendimi.

Lapsang souchong'un kokusunu bilmeme şaşırmana şaşırdım desem bilmem şaşırırmısın??.. Evet .. ama nihayi bilançoda asıl şaşıran ben oldum, çünkü o meretin memleket coğrafyasına poşet dışı bir yol yordamla geldiğini de ilk senden duymuş oldum.

Olay şudur: Fi tarihinde en alakasız bir dağlık coğrafyada öğrendim ben onu. Ama adını bilmeden. Bir ecnebi ailenin yanında bir senem geçtiği vakit evin teyzesi ikindinde pişirirdi. Gel zaman git zaman büyüyüp deve olunca, ama deve deyince de aradan çeyrek yüzyıl falan geçmişti, bir iş toplantısının orta yerinde önüme sürdüler. Nebu dedim? Çay dedi. Haliyle toplantı o noktada sona erdi benim için, gittim çayı yapan herifi buldum, nebula falan bir baktım bu. Nerden aldınız, şurdan. Yallah bir taksi, Karum'da bir minik dükkan. 1 lanet kutu alabildim, ki o da poşetteydi, ertesi ay dükkan iflas (o gün de borsacıydım malum). Bu olalı bir beş sene oluyor.

Gel gör ki iş orda bitmedi. Artık görüşmeyeli 30 sene olmuş dağdaki aileyle geçen vaynahtında ilk defa telefonla konuştuk. Evin amcası gitmiş, ama teyze sağ ve şimdi bu yaz torun torba bana misafirliğe gelecekler. Hani şaşırdığına şaşıracağına pişman etmek gibi olmasın ama, şu kızına bir sorsan, o poşetsiz lapsang souchong'u hangi dükkandan almış ... Kendileriyle bir ortaklık durumu olan eş dost akraba yoksa tabi.

İçten sevgilerimle,

dentist
20-04-2006, 09:01
TURKIYE ESNAF VE SANATKAR KREDI VE
KEFALET KOOPERATIFLERI BIRLIKLERI MERKEZ BIRLIGI (TESKOMB) BASKANI
KADIR AKGUL HALKBANK'I ALMAK ISTEMEDIKLERINI, AMA ICINDE OLMAK
ISTEDIKLERINI SOYLEDI.

Ben habere bakdım bakdım ama bir yorum getiremedim .İrina ile ilgisi olabilirmi diye düşündüm ama sanmıyorum yoktur herhalde ....

halo
20-04-2006, 14:57
TURKIYE ESNAF VE SANATKAR KREDI VE
KEFALET KOOPERATIFLERI BIRLIKLERI MERKEZ BIRLIGI (TESKOMB) BASKANI
KADIR AKGUL HALKBANK'I ALMAK ISTEMEDIKLERINI, AMA ICINDE OLMAK
ISTEDIKLERINI SOYLEDI.

Ben habere bakdım bakdım ama bir yorum getiremedim .İrina ile ilgisi olabilirmi diye düşündüm ama sanmıyorum yoktur herhalde ....

Sn dentist

Ben size katılmıyorum (gülmekten değil) sadece bu İrina konusunda size katılmıyorum. Bu İrina İMKB de ki bir kağıdın kod ismi. Ama hangi kağıt bulamadım. Sayın master ın 60 tabanına göre hesaplar yaptım yine bulamadım. Yakındır kokusu çıkar (kokusu güzelmidir ki).

Not : Eklemeden yapamayacağım : Hayatımba böyle güçlü yazı yazan birisini görmedim. Teşekkürler (tabiki yazıların sahibine).

Saygılar.

AnnE
20-04-2006, 23:35
Ahali ;

Dentist, bir haber kopi/peyst ederek gazı vermeye çalışmış.Hayır, benim gaza gelmem pek mühim değil de, Ali Hocam o kopi/peyst i okuduktan sonra tırsım tırsım tırsmıştır.Aha da bunlar getirdiler Anayı gaza ,yazıda geçen'' almak istemiyo ama içinde durmak istiyorlar'' falan lafları üzerine , burayı fentazi sitelerinden beter hale getirir şimdi diyerekten.

Korkma Hocam ; gelmeyecem gaza, kaldı ki o demeci veren Kadir'i de bilirim, girdiği yerde pek uzun kalamaz, ilaç getirtiyor Fransa'dan ama bir halta yaramadı.Azami 43 saniye.

Oralarda kalamaz ama, bu herifleri bilirsin ; sendikacılar, ziraat odacılar, esnaf, soför odalarını ele geçirmiş bir takım kaşalotlardır ki en az başta kalanı 25 sene kalır.Lan bu nasıl seçimdir , kim seçer, altlarında 500 SEL Mersedes makam arabasıyla dolanır, koruma ordusu tutar, helacıya verdiği bahşişi bile kooperatife masraf yazar.Nasıl becerirler bilinmez.Aslında bilinir, niye bilinmesin ki ?Bu toprağın insanı , oy hakkını kullanacağı zaman Mazoşizmin doruklarında gezinmiştir.Hele ki bu herifleri, oy verdiği gibi bir de üstüne aidat verdiği için daha da severler.

Diğer taraftan bu Yeni kıtanın kuzeyinde yaşayanların tuhaf insanlar olduğuna dair tespitim bir daha pekişti ki, oralardan bir vatan evladı İrinaanımı kağıt falan sanıyor.Evet doğru o bir kağıt bebektir, daha doğrusu bir taş bebektir, daş gibidir falan ama, anlaşıldığı kadarı ile bu hanım kızımızın ne zamanlar bahçeyi ziyarete geldiği ve geldiğinde neler eylediği iyi takip edilmemiş bir mevzudur.Bu da gerek beni, gerekse misafirimize ev sahipliği yapan sahsı pek üzmektedir.

Bilmem buna da üzülmesem mi ?

bikmisbroker
21-04-2006, 14:27
Ahali ;
.................................................. ..........
Diğer taraftan bu Yeni kıtanın kuzeyinde yaşayanların tuhaf insanlar olduğuna dair tespitim bir daha pekişti ki, oralardan bir vatan evladı İrinaanımı kağıt falan sanıyor.

Yok, Yok bu defa kesin karar verdim, AnnE Nicki ile yazanlar, WestCity den Ahmet, Nahit, Nedim ve Erol isimli arkadaslar.. AnnE Nicki ile yazma konusunda mutakabat'a varmis ve Isbolumu yapmis 4 kafadar arkadas yani..
En az 4 kisi!!

Bilmem Cozebildim mi?

YeniKitadaki DigerTuhafInsan..

AnnE
25-04-2006, 11:13
Ahali ;

Dün bahçeye girerken kapıdaki çocuklardan biri ‘’Anne ; güvenlik kamerasında şöyle bir kayıt bulduk bir bak istersen ‘’ dedi.

Görüntüleri buraya aktaramıyorum, ama konuşmalar şöyle :

Ahmet – Lan oğlum dünyadaki bütün insanları kantara koysan 325 milyon ton geliyor. Hacmini de hesapladım , 420 milyon metreküp çıkıyor.Bayağı bir yer kaplıyormuşuz ha.
Nahit- Lan 325 milyon ton dediğin , onların 45 günde vücutlarından attığı atık zaten ba.Nedir ki yani,
Nedim – Hacimde bişey değilmiş.Onları düzgün istifleyip birde streçlesen 300 milyon metreküpe düşer.Dünyanın hacmi 1 trilyon 83 milyon metreküp olduğuna göre demek ki, insanoğlu dünyanın ancak onbinde üçü kadar bir yer işgal ediyor.
Erol – Dur hele bende hesapladım , dünyanın ağırlığı 6 trilyon ton.demek ki dünya ağırlığının yüzbinde beşi insandan oluşuyor.
Ahmet – Hakkaten haa , bir şey değilmiş.Lan oğlum bunların alayını Akdeniz’e doldursan Akdeniz ancak 0.1 milimetre yükselir.E peki , biz nasıl oluyorda bütün dünyanın anasını şaapmayı becerebiliyoruz ?
Nahit – Biz manyak mıyız ?
Nedim – Evet , niye sordun ?
Erol – Manyağız tabi, buraya niçin geldik nelerle uğraşıyoz.
Ahmet – Tamam lan , Irina’yı nerede bulacağız ?
Nahit – Bırak şimdi İrina’yı , Anne bu yazdıklarımızı görünce naapacağız ?
Nedim – Bana ne lan , şifreyi yürütürken düşünseydin.
Erol – Lan ya İrina’yı bulalım, ya da bu makinayı kırıp tüyelim.
Nahit- Naapacan lan İrina ‘yı bu saatte ?
Nedim - Höhöhö sen naapmak istiyorsan onu yapacak.
Erol – Ben kaçar.
Nahit – Duranın ......
Nedim – Bekleyin lan !
Erol – E İrina nooldu ?


Bilmem ben bunları naapsam ?

halo
26-04-2006, 13:29
Sn. AnnE,

Sizin arkadaşlara söyleyin.

Bilim adamları dünyada bir quadrillion (1,000,000,000,000,000) karıncanın yaşadığını tahmin ediyorlarmış. Ve bu karıncaların toplam hücre sayıları insanların toplam hücre sayılarından fazla imiş.

Bu dünya bizim değil Karıncalarınmış.

Saygılar

bikmisbroker
26-04-2006, 14:02
Sn. AnnE,

Sizin arkadaşlara söyleyin.

Bilim adamları dünyada bir quadrillion (1,000,000,000,000,000) karıncanın yaşadığını tahmin ediyorlarmış. Ve bu karıncaların toplam hücre sayıları insanların toplam hücre sayılarından fazla imiş.

Bu dünya bizim değil Karıncalarınmış.

Saygılar

Olmadi oturup su KARINCALARI SAYSAKMI acaba???

Onlara "deli" diyoruz, yeri geliyor asagiliyoruz, yeri geliyor toplumdan disliyoruz..

Olmadi "DELi iste" deyip geciyoruz?? Hic aklimiza gelmiyor ESAS deli kim? diye??
Durmadan ayni kagidi Hop XXX oradan satan, ve donup buradan YYY alan, aldigini sanan ve/veya almaya calisanmi akilli?? Sasarim ben onun aklina..

Yillar once Dogup Buyudugum sehir olan Malatyadan bana bir Takvim gelmisti, buyuk heyecan ile o takvimi acip baktigimda "Unutulmayan Delilerimiz" seklinde bir baslik ekinde Son 50-60 senede Malatyada yasamis, Nam-i diger Mahalli delilerimizin resimleri ile adlari ve ozellikleri siralanmis, ve hicvedilen bu ozellikler o kadar guzel kaleme alinmisti ki insani derin dusuncelere sevkediyor ve AKILLI olduguna pisman edercesine yazilanlarin Gipta ile okunmasina sebep oluyordu..

Miş Miş, şorikli yaşar, Deli Gaffar, Deli Musto ve adi su anda aklima gelmeyen pek cok "Deli" lakabi ile anilan filozof, resmedilmis ve ozellikleri ile anlatilmis ve de hikaye edilmisti.. Ve yine yanlis hatirlamiyorsam, o Takvim o sene Turkiyede ses getirmis, ve cok takdir edilmisti. Bakima muhtac bu insanlarin laflari ve davranislarindaki filozofca ifadeler CIMBIZ ile cikartilircasina ustaca ayiklanmis, ve takvim uzerinde yerlestirilmisti..

BURADAKi Link (http://www.malatyabolge.com/haber_goster.php?id=66) de Delilerimiz ile ilgili BU yaziyi okuyacaksiniz..
YAZI AYNEN SOYLE..

Geleneksel topluluk dünyasında deliler ve deliliğin özel bir anlamda ayrıcalıklı bir statüsü vardır. Deliler her yere girip çıkabilir, her yerde bulunabilirler. Ama hiçbir yere ait değildirler. Topluluk dışına atılmış zararlı bir unsur değil, topluluk içinde ve topluluğa aittir. Batı toplumlarında ise deliler "içine şeytan girmiş" yok edilmesi gereken, tümüyle olumsuz görülen, toplum dışına itilmiş bir konumdadır. Türk toplumundaki durumu en iyi yansıtan örnek, her köyün her mahallenin her şehrin bir delisi olmasıdır. "Köyün delisi" O’nun toplulukla iç içe olduğunun bir kanıtıdır.

Halk bilincinde delilerin de bir tür hiyerarşi içinde algılandığı bilinmektedir. Bu hiyerarşinin kriterleri deliliğin nedeni, türü, tarzı, yaşı ve cinsiyeti gibi değişkenlerdir.

Prestiji en yüksek deliler "çok okumaktan bu hale geldiği" düşünülen ve "sevdadan" aklını yitirenlerdir.

Toplumun deli ve deliliğe bakışı da zaman içinde değişmektedir.

Malatyalı araştırmacı Gazeteci yazar Celal Yalvaç'ın
"Mazideki Yaşam- Malatya"
şiirindeki bir dörtlük
bunu en iyi şekildeifade ediyor:

"İnsan bazen üzülür,
bazen de sabrı taşar.
Halen unutulmadı Şorikli Deli Yaşar.'
'İzo' ile 'Kız Mahmut' şehre olmuştu nişan, bugünse delilerin hepsi oldu perişan.

Bir çoğu bugün yaşamayan ünlü Malatyalı Delilerin halk arasında bilinen bazı isimleri şöyledir;
Deli Zeynel, Kerim, İzzo, Gız Mahmut, Faro, Deli Samet, Deli Dursun, Deli Ahmet, şorikli Yaşar, Soba Direği, Ramo, Deli Cemo, Müdür, Haceli, Mişmiş, Fır Fayıh, Deli Nusret, Deli Fikriye, Onyedili (Zülfü), Gümüş (Mersedes Kadir) Deli Yusuf, Azet Bacı, Mısto, Adliye Bekir, Deli Gaffar, Mamılo.
Bu listede her sosyal sınıf, eğitim ve gelir düzeyinden kadın ve erkekler bulunmaktadır. Haklarında pekçok anektod anlatılır. Deliliği ve delileri, psikolojik, psikiyatrik, sosyolojik yaklaşımların yanında, onlar üzerinden şehir aidiyeti, geleneksel ilişkiler, tanıma ve yerel kültürü içselleştirme bakımından da değerlendirmek gerekmektedir. Her şeyi eşitleyen ve standartlaştıran, bunu yaparken de kimlik-sizleştiren modern hayat süreçlerinin meydan okumasına, kültür değerlerini her düzeyde yaşatarak ve yeniden üreterek karşı koymak gerekmektedir.
Bir şehrin delileri o şehrin kimliğine ve kollektif hafızasına ilişkin pek çok ayırt edici özelliklerin de taşıyıcısıdır.

Bilal Coşkun'un Ankara 1998 basımlı Malatyaca Anı Kırıntılama adlı kitabından alıntı yapılmıştır.

HACELİ
Gelelim 'Aşağışeher' (Eski Malatya) ayakta bekleyen Haceli'ye...
Üstünde çizgili zıbını ve iri gövdesiyle hep ayakta bekler durumda görünen bu ünlümüz, şoförlerin korkulu rüyası idi. Özellikle köylere toplu taşıma yapan kamyon, otobüs, römorklu traktör şoförleri, Haceli'ye para vermeden geçmeleri mümkün değildi..Haceli konuşmaz, kimseye sataşmaz, kendi halinde , hasta, zavallının biri. Yere yatınca kendiliğinden kalkamadığı söylendiğine göre, belki de aşırı kireçlenmeden ısdırap çeken biriydi. Dedik ya, şoförlerin amacı bu ıssız yolda gece gündüz bekleyen Haceli'ye yardım etmek değil de, kendi yollarını kazasız belasız devam edip, sağ-sağlim varmak için köylerine , biraz para verip kendilerini garantiye almaktı. Oraya gelince, Kemal-i ciddiyetle duran şöfor, Haceli'nin eline biraz para tutuşturmuşsa, oh artık, rahat rahat yola koyulurdu. Bu nedenledir ki, yaşam çizgisi bitmiş olsa da Haceli'nin, hiçbir ekmek ve çaba sarfetmeksizin havadan para kazananlara, geçinip gidenlere "Sen de Haceli şansı var oğlum" demek ya da O kişi için sadece 'Haceli' demek, Malatya'ya özgü bir deyim olmuştu.
Bilmem hala yürürlükte mi...

Deliler her yere girip çıkabilir, her yerde bulunabilir ama hiçbir yere ait değildirler.
Topluluk dışına atılmış zararlı bir unsur değil, topluluk içinde ve topluluğa aittir. Batı toplumlarında ise deliler "içine şeytan girmiş" , "yok edilmesi gereken", tümüyle olumsuz görülen, toplum dışına itilmiş bir konumdadır. Türk toplumundaki durumu en iyi yansıtan örnek, her köyün her mahallenin her şehrin bir delisi olmasıdır. "Köyün delisi" O’nun toplulukla iç içe olduğunun bir kanıtıdır. Halk bilincinde delilerin de bir tür hiyerarşi içinde algılandığı bilinmektedir. Bu hiyerarşinin kriterleri deliliğin nedeni, türü, tarzı, yaşı ve cinsiyeti gibi değişkenlerdir. Prestiji en yüksek deliler "çok okumaktan bu hale geldiği" düşünülen ve "sevdadan" aklını yitirenlerdir.


İZZO
Adının İzzettin olduğunu pek bilen olmazdı. Kuru gürültülü bir deliydi.
Sürekli giydiği kutnu kumaştan üç etekli elbisesi ve arkasında tuttuğu bastonuyla, başından hiç çıkarmadığı karakalpak başlığı ve ara sakalıyla kendi kendine söylenerek gezerdi kambur kambur. Sağ omuzuna asıp, sol tarafına yönelttiği ve yanından hiç eksik etmediği uzun kayışlı, sarı renkli deri çantasını, kamburluğunun etkisiyle öne sarkmaması için sol kalçası üzerinde tutar ve içinde neler taşıdğı bilinmezdi. Kendisini kızdırdıklarında dozunu artırırdı ne dediği homurdanmasından anlaşılmazdı.
Arada bir, bastonunu sallaması, çocukların kendisine fazla yaklaşmalarını önlemeye yönelik bir savunma idi. Bu bir saldıranlık sayılmazsa, zararsız bir deliydi.

DELİ AHMET
Çorabının içine sokuşturduğu pantolonu, ince boğazında, fiyongu yana kaymış mendili ve elinde sopasıyla, kendisine sataşıldığında sesi gürleşirdi, sıska yapısına inat...
Yüzünde gülümsemesi eksik olmayan bu sevimli delimiz, sarsak ve paytak adımlarla yürürken (gerçek nedeni kendisini izleyenlerin olup olmadığı korkusundan kaynaklansa bile) dönüp dönüp arkasına baktığını görenler, hınzır gülüşünden yine bir muziplik yapmış, kusur işlemiş de kaçıyor zannederlerdi. Bir yerde durmayan haliyle, kimseye zararı görülmemiş bir kişiydi.

GIZ MAHMUT
Siperi bir kulağına dönük şapkası ve elindeki uzunca sopasıyla sırf şamata bir deliydi. Kendisine sataşıldığında şebekleri anımsatan hareketlerle hamle yapardı sağa sola... Yine de zarar vermezdi etrafına. Kendi halindeyken burnundan çıkardığı hafif seslerle "Ben gızım, gızım" diye söylenip gezerdi çoğunlukla.
Sevimli de sayılırdı hani.

Geleneksel olarak deliler toplum tarafından korunmuş, barınma, beslenme, hayatını sürdürme bakımından doğal olarak desteklenip benimsenmişlerdir. Ayrıca toplumun renkli bir üyesi olarak kabul edilmişlerdir. Bu anlamda özel bir statüye sahiptirler.

FARO
Gerçek adının Faruk olmasından mı, yoksa farfara bir deli olmasından mıdır bilinmez. Çok yönlü bir kişi sayılırdı. Toplumun kişiyi deli ettiğini düşünürsek, Faro'da önceleri odun kırma ile (evlere, fırınlara ücretle odun kırma suretiyle) geçimini sağlardı. Düğünlerde çaldığı bir metre kadar uzunluğundaki demir kavalıyla hem neşelenir hem de para kazanırdı. Ağzının bir kenarından kavalına giren sesi şekillenerek çıkardı. Parmaklarının arasından yanık yanık. Oyun havaları repertuvarına bir de 'Faro Makamı' girmişti Malatyalılar'ın...
Kendisini oyun ve içkiye kaptırınca daha bir falsolaşan taşkın hareketleri, O’na delilik sıfatının yapıştırılmasına neden olmuş olabilir.
İşaret parmağı ile serçe parmağı arasına sıkıştırdığı çay bardağındaki rakısından içe içe oyun oynaması, kendisine özgü gösterilerinden biriydi. Bir zamanlar demirbaşı balta iken, sonraları hep kavalıyla geçtiği yollarda arkasından bağırırlardı, ıslıklarla takviyeli: "Hambal başıkepenek, Farooo, Farooo, Farooo..."
Ne yapsın, aldırmaz görünmek ister bunlara, dolayısıyla da yürüyüşü bir başkalaşır, sözde kendisine güvenli yürür, sataşmaları önemsemez ve korkmaz görünmek çabasıyla. Toplum ise eğlence arar kendisine ya, bu fiyakalı yürüyüşü tekrar tekrar görmek için gördüklerinde sataşırlar Faro'ya; "Islık çalarak", "Hambal başı kepenek"
Bİr sabır, iki sabır, artık Faro kendisine yapılanlara sövmeyle karşılık vermeye hak kazanmıştır:
- Ulan hepinizin........ dümdüz gider.
Toplumun arsız kesimi bu kalaylamaya ses çıkarmaz çünkü onlar bunu bekliyorlardı zaten zevk düzeylerine koşut. Arsızlarla dolaşmayı göze alamayan kesim ise suskun... Üretim yapmadan, bir yerden aldığını tüketiciye satmakla kolay kazanan bir kısım dükkancı takımı, canı sıkılınca gün boyu tembel tembel, ya dedikodu yapacaklar ya da gelip gidine sataşacaklar. Ve Faro'lar doğacak böyle böyle. Geçtiği o yerde en fazla ıslığa ve sataşmaya maruz kalan Faro, bir gün yine oradan geçişte kanıksadığı ve kesin gözüyle baktığı sataşmayla karşılaşmayınca durur bekler biraz, herkesin kendisini fark etmesini sağladıktan sonra, bu kez kendisi başlar:
- Hani ışlıh ulan, niye ışlıh çalmıyışınıj? Hepinizin...
Bu sefer ki ıslıklar, alkış yerinedir Faro'ya.
Ve Faro içindekileri dökmüş olmanın verdiği rahatlamanın sevinciyle geçip gider dükkanların arasından, ıslıklı uğurlamayla, o şanlı ve mağrur dik yürüyüşüyle.
'Kimi deli, kimi veli'yi çağrışrıran bir örnek daha verelim Faro'dan:
Delilerin sırtından tek yanlı eğlenen toplum, onların tepkisine binde bir olsun katlanmak istemez; sataşmalardan sabrı tükenen Faro, elindeki madeni kaval ile ya da attığı bir taşla yaraladığı bir kişinin şikayetiyle karakola götürülür. Nasihatla karışık olarak sorgulamaya başlar karakol komiseri;
- Etrafa niye zarar veriyorsun? der.
Bu soruya ıslıkla karşılık verir Faro:
- Füüüyyyt
- Oğlum, sana soruyorum, cevap versene.
Her sorudan sonra ıslık çalan Faro'ya sinirlenen komiser, sert çıkar.
- Ulan, sen benimle dalga mı geçiyorsun?
Nihayet konuşmaya başlar Faro:
- Komiser beg, niye gızıyısın? Ben biy (bir) gişiyim, ışlığıma hemen siniyleniyisin; ya sana bütün Malatya heygün (hergün) ışlık çalsa ne yapansın?..
Peşin hükümle yargıya varmak niyetinde olan komiser, olaya iki yandan da bakmak gerektiğini bir delinin akıl vermesinden anlayınca, bir çay ısmarlayıp içirdikten sonra, serbest bırakır Faro'yu.
Düzeysizliğin bir göstergesi de, içki sırasında ortaya çıkar ya toplumda, bir düğünde yine verirler rakıyı, iki parmağı arasındaki çay, içer ha içer Faro. Yüklenen yüklenene, geleni geri çevirecek takatta değildir. Devirir rakıyı, çay içer gibi. "Çatlamış içkiden" söylentisi yayılır kente.
Mezarında toprak çatlaması olmuş. Meğer ölmeden koymuşlar, öldü zannederek mezara da, ayılıp bu sefer havasızlıktan ölmüşmüş. Kendisini içkiyle çatlatmışlarsa, toprağı çatlatmaya hakkı olmasın mı Faro'nun? Anlayana yeten bu protesto.

Deliler
Modern kent hayatının ve yabancı anonim ortamında bu statülerini ve "değerlerini" yitirmişlerdir. Artık topluluğun doğal ve verimli bir üyesi olmaktan çıkmış, varlığına tahammül edilmeyen, zararlı, ortamdan kovulması ve yok edilmesi gereken bir alt-insan olarak görülmeye başlanmışlardır. Bu tavra bağlı olarak kızdırma, aşağılanma, hatta eziyet etme gibi (O’nu insan olarak görmemekten kaynaklanan) davranışlara maruz bırakılmaktadırlar.

Ferhat CANBEY/MALATYA

Ne dersiniz simdi, Olmadi oturup su KARINCALARI SAYSAKMI acaba???
Bikmisbroker

AnnE
26-04-2006, 14:38
Ben saydım ;

Dünya üzerinde adam başına yüzellibin karınca düşüyor.Bu yaratıkların beyninde 500bin hücre var.(Onu saymadım,saydırdım.)İnsan beyninde de 10 milyar hücre var.Yani, yirmibin karıncanın beyni, bir insanın beynine tekabül ediyor.Adam başı 150 bin karınca düştüğüne göre, karıncaların beyin hücre sayısı, insanlarınkinden yedibuçuk kat daha fazla.

Şimdi anladınız mı karıncaların sosyal yaşam ortamları neden insanlarınkinden daha düzenli, neden hiçkimseye zarar vermeden yaşıyorlar, neden kendi hemcinsleriyle aralarında hiçbir problem yok, neden dişi işçiler sadece işçilik yapıyor, neden erkekler sadece memleketi koruyor ve sürekli kraliçeyi döllüyor, neden kraliçe sadece ve sürekli yumurtluyor ?

Lütfen bir karınca yuvasının yanından geçerken saygı ile eğiliniz.İnsanların bilip de yapamadıkları herşeyi onlar doğal olarak yapıyorlar.Seksenmilyon senedir.

Bilmem bir daha mı saysam?

zumbul
26-04-2006, 14:45
Allâhümme yâ rabbi cebrâiyle ve mikâiyle ve isrâfiyle ve azrâiyle ve ibrahime ve ismâıyle ve ishâka ve ya`kube ve münzilel berekâti vet tevrâti vez zeburi vel incili vel fürkâni ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azıym* lâ ilâhe illallâhül melikül hakkul mübin* muhammedün resulüllâhi sâdikul va'dil emın* Ya rabbi yâ rabbi yâ hayyü yâ kayyumü yâ zel celâli vel ikrâm* es'elüke yâ rabbel arşil azıymi en yerzükani rizkan halâlen tayyiben bi rahmetike yâ erhamer râhiym. Yemlihâ. Mekselinâ. Mislinâ. Mernuş. Debernuş. Şâzenuş. Kefeştatıyuş. Kıtmiyr. Amin

AnnE
26-04-2006, 15:37
Ahali ;

Fındık diyarının göbeğinde elini onun bunun ağzından çıkarmayan Zümbül namlı katılımcının yukarıya yazdığı Karınca Duası'na kafayı takmışlığım vardır.

Bu dua ne Kuran'da geçmektedir, ne hiçbir hadis kitabında bulunmaktadır, hiçbir bilimsel islam kaynağında yer almamaktadır ama, Türkiye Cumhuriyetindeki lokantaların %55 inin kapısının arkasında asılıdır.Kuran'da geçen bir takım peygamber ve melek isimleri sayılmakta, sonunda da yedi uyuyanlar ve onların köpeği Kıtmir ile nihayetlenmektedir.

Lokantacı esnafımızın kimisi bu duayı bereket için asmakta, bir kısmı da bunu asarsa dükkana karınca girmeyeceğini zannetmektedir.Herbirine şifalar dilerim.

Borsa aleminde de , İhlas sahiplerinin, ekranlarının altına yapıştırdıkları rivayet olunmaktadır ki , aldıkları bereketle ne işe yaradığı malumdur.

Bak şimdi, nereden nereye, mağaraları Tarsus'da,Maraş'da hatta Doğu Türkistan'da olduğu iddaa edilen ve her dinde yeri olan yedi uyuyanlar ve Kıtmir meselesine kafayı takmasam bari.

Yok, yok en iyisi ben şu mesnedi müphem karınca duasını asayım.

Bilmem nereme assam ?

zumbul
26-04-2006, 16:40
Uyy benim güzel anacuğum!!!

Onca meşguliyyet arasında,üzerine abandığım bir imam hatiplinin ağzından elimi çekip de size cevaben iki kelam yazamadık.
Bu arada hay bin kunduzi dötaş! da elektriğimizi de kesince kaldık öylecene ayazda.
Aklımda kelimeler,elim alacakaranlıkta elin ağzında,karınca duasından giyindirilmişliğimle ''severim gelmişini geçmişini ayıpsa ayıp'' melodileri beynimde uğuldarken dötaşa doğru,
-ulamn dedim imam hatipliye
-sen bu karınca duasının manasını bilirmisin?
-yok abi nereden bileyim.dedi
-bunu neremize asmak daha efdaldir?dedim
-vallahi bilemem abi,dedi
-ama duanın üstüne suyu döküp kagıdı ıslak hamur haline getirdikden sonra bi güzel suyunu sıkıp da içmek nice dertlere devadır,dedi
-ne gibilerine? dedim hatipliye
-özellikle de menapozal asabiyete,demesin mi!
neye niyet kime kısmet diye geçirdim içimden.....

AnnE
27-04-2006, 10:22
Ahaliciğim ;

Geçen hafta, yeni MB Başkanı’nın evini gösterirken bu görmüş-geçirmiş ama ‘’ değişmemiş’’ Anadolu Çocuğu’nun kapısının dışındaki ayakkabıları görüp değişmemişliği marifet sanarak ‘’ aferin ‘’ dedik.Ve o arada bu su katılmamış Anadolu Çocuğu’nun seyyar satıcıdan açık KAPI SÜTÜ aldığını da gördük.Demek ki o süte de su katılmamış.Bu arada öğrendik ki Başbakan da evine Kapı Sütü alıyormuş.

İyi de , benim bildiğim, bu memlekette, Bakanlık onayı ile verilmiş ÜRETİM İZNİ olmadan gıda maddesi satmak yasak.Hele ki süt ve sütlü ürünler en hassasları olduğu için onlar daha da bir yasak.Şimdi bu meseleye Uğur Dündar el koyar mı bilemem.

Ama bildiğim bir şey var ki, ortalama insan ömrü uzuyorsa, en başta sağlıklı gıda maddeleri kullanımı arttığı için uzuyor.

Tam olarak bilmediğim bir şey varsa oda şu ki ; gelenekçilik-muhafazakarlık-tutuculuk gibi ‘’ ilkeler ‘’ hayatın her alanında ‘’ muhafaza edilmeye ‘’ çaba gösterilirse, bu toplumun ‘’bilimsel anlamda ‘’ileriye gitmesi nasıl olacak da olacak ?
Sağlık Bakanı’nın 6 ( yazıyla altı) çocuğu var sa ve en sonuncusunu 50 ( yazıyla elli) yaşından sonra yaptıysa, insanlara nüfus planlamasını kim, NEDEN anlatacak ?
21 (yirmibir) yaşındaki abaza herif, çocuk niyetine sahneye çıkarsa, 12 yaşındaki veletlere Camiye gitmeyi, örtünmeyi nasıl açıklayacağız?

Yoksa kimseye bir şey açıklamaya ihtiyacımız yok mu ?
Yoksa Karınca Duaları tek bereket kaynağımız olmaya devam mı edecek ?
Yoksa geleceği kurmaktan vazgeçip salt geçmişe tutunmak ve orada kalmak mı en iyisi ?

Bilmem şunun suyunu biraz daha sıksam çıkar mı ?

zumbul
27-04-2006, 13:39
Ey şanlı ordu,ey şanlı asker
Haydi gazanfer, umman-ı safter
Bir elde kalkan, bir elde hançer
Serhadde doğru ey şanlı asker.

Deryada olsa herşey muzaffer
Dillerde tekbir, Allahü ekber

Allahü ekber, Allahü ekber
Ordumuz olsun daim muzaffer

AnnE
27-04-2006, 16:15
İrinaanım - Ya AnnE , bu Zümbül Efendi'nin yolladığı şarkıyı pek beğendim.
AnnE - Tövbe Estağfurullah
İrinaanım - Efendim ?
AnnE - Yok birşey.
İrinaanım - Biliyorsun Türkçem biraz kıt.
AnnE - Bilmem mi ?
İrinaanım - Şarkının sözlerinin çıktısını alacam ama kartuş boşalmış.
AnnE - Oha be kızım kartuşu da mı boşalttın.Yeter ama.
İrinaanım - İyi de nasıl bastıracağım şarkı sözlerini ?
AnnE - Fotokopi makinasını da boşaltmadın İnşallah.
İrinaanım - Yok yok ; o hala çalışıyor.
AnnE - Tamam ben oradan bastırırım.
İrinaanım - Sağol anam.
AnnE - Yılışma.

http://i44.photobucket.com/albums/f25/avrogida/ccec38b4.gif

zumbul
29-04-2006, 13:11
Marko paşa misali buraya pek çok borsa gurusu teşrif edip bişeyler çiziktirdiği için derdimi buraya açayım dedim,dilerim hata etmiş olmam.
Az önce Masterin yazdıklarına göz attım;doaş ile ilgili.Sonra da kendi hisselerim geldi aklıma,daha önemlisi aldığım hisselerle ilgili birşeyler yazamadığım...
Bilmemekten veya hisselerle ilgili yorum yapamamaktan değil birşeyler yazamamam.
Sanki ensemde birileri varmış da kazanırken bu büyüyü bozacaklarmış gibi veya daha yeni aldığım bir hisseyi düşüreceklermişde kaybedecekmişim gibi bir paranoya yüzünden bu.
Başka sitelere de yazamazdım hisselerimle ilgili.
Sanki spekülatör bunları okur ve tahtayı yıkar gider paranoyası yüzündendi bu da.
Bir tür küçük yatırımcı paranoyası olsa gerek bu.
Bu hastalık da yalnız olmadığımı düşünerekten,cesaretle derdimi buraya açtım.
Bu dertten muzdarip başkaları da olduğuna inanıyorum.
Siz ne dersiniz?

zumbul
29-04-2006, 13:35
[14:54] <MASTER1> Tlf : Ne oldu O nettci arkadaşa :))
[14:54] <zumbul> emir ve görüşlerinize hazırım
[14:54] <zumbul> burdayım
........
Şimdi bu da ne diyenlere anlatayım.

Bu muhabbet esnasında netholding 0.98 0.99 dan işlem görüyordu.
akşam kapanışı 0.91.

Şimdi gel de hasta olma kardeşim:)

Emir demiri keser sözüne yürekten inananlardan olmasam akşam köprü altında şarapçılarla dertleşiyor olacaktım.;)

AnnE
03-05-2006, 12:55
‘’AnnE, ambarda bunu buldum, ne bu ?’’

Offff be kızım, niye bana gösterdin bunu.Biliyorum, oradaki adam, sen bulup bana getiresin diye yoluna attı bunu.Bunlar yok artık, olsa da bunu kullanabilecekler de yok.Kutuyu sol eliyle tutup, sağ eliyle bir tane çıkarttıktan sonra, ters ucunu üç kere masaya vurup, o mağrur edayla keyfini çıkarabilecek kaç kişi kaldı acaba ? O adamlar, ille de birkaç kere terzi rütuşundan geçmiş takım elbise giyerdi, içinde beyazlıktan bir türlü vazgeçememiş gömlek ve uçları meşine dönmüş incecik kravatlarıyla.Asfaltsız yollarda o papuçlar nasıl da parlak kalırdı ? Sarayburnu’nda kayaların üstüne çıkıp, Kızkulesi’ni arkaya aldıkları ve sol taraflarından sonsuza doğru bakış attıkları resimler çektirirlerdi.Arkalarında kendisi görülmese de dumanı kalmış bir vapur olurdu. Herbirinin birden çok hikayesi vardı kimseye anlatmadıkları. Onlar, varsıl da olsa, yoksul da adam olarak gittiler buradan, arkalarında kendileri gibi adamlar bıraktılar, ama sonra bitti. Gelemedi yenileri, getirilemedi. Kurudu nesilleri. Bitmeye direnenler olduysa da, dayanamadılar gitmelerini bekleyenlere.Tıpkı bu kutu gibi. Bomboş atıldılar bir kenara.

‘’ Ne yapayım bunu AnnE ? ‘’

‘’ .................... ......... .......’’

http://i44.photobucket.com/albums/f25/avrogida/00-yeni.jpg






‘’ AnnE seans arası, canım sıkılıyor naapıyım ? ‘’

Gir şu yan taraftaki otları düzenle.Rezili çıkmış.Arada caanım güllerde heba oluyor.Dur dur, öyle çıkma, yine gelecek o dört herif, geçen defa yapamadıklarını yapacaklar başıma dert alacağım.

‘’ Ama AnnE, çok sıcak dışarısı, daral basıyor bahçede çalışırken.Zaten Vosvosçuyu 11.20 den verdiğimden beri ne alacağımı bilemedim.Malum kişi de bir şey söylemiyor.Paraları memlekete yollarken banka problem yarattı.Bu kadar parayı sen nereden buldun diye.’’

Tamam, tamam ! kazandığında gözümüz yok.Neyse sen çık bende yanında durayım da sakata gelme.Du bir de resmini çekeyim.Ya sabır... Şu halde bi gören olsa !!!

Bilmem olsa mı ?













http://i44.photobucket.com/albums/f25/avrogida/workirina.jpg

AnnE
03-05-2006, 14:08
‘’AnneeeeeeeeeE’’

Yine ne oldu ?

‘’ yedek pc yanmış AnnE ‘’

http://i44.photobucket.com/albums/f25/avrogida/meltedcomputer.jpg


Ne yanması evladım, basbayağı yakılmış bu ! Nerdeydi bu ?

‘’ Benim odamdaydı AnnE.’’

Dur hele, odandaki kamera kayıtlarına bir bakalım, yine o veletlerdir herhalde.

Ahmet – Ulan bu yeşil tayt bana acaip yakıştı.
Nahit – Yahu sol kolum acaip acıyo, pc yi yakalım derken, omuza kadar yaktık ba.
Nedim – Başlayacam koluna, bu yılbaşı süsleri zaten orama burama batıyor.Çıkaracağım ben bunları yaaa !
Erol – Bu etek bana oldu , hani bunun kalçaları dardı.Yoksa lastikotin mi bu.
Ahmet – Dön bakayım, arkasında yazar.Kaldır biraz daha.
Nahit – Lamn başlayacam taytınıza, eteğinize, yanıyorum dedik.
Erol – Hasttt.... ulan burada da kamera var.Dur bir poz verip tüyelim.
Nedim – Batıyo beee. Durun pantolonu giyip tüyelim.
Ahmet – Ne pantolonu , AnnE yakalarsa bir daha pantolon giymene gerek kalmaz.
Nahit – Koluuummmmmmmm !!!


http://i44.photobucket.com/albums/f25/avrogida/crazy_boys.jpg

....... ......... ......... ...........

Bunlar bir daha gelemez korkma.Ancak sana virus falan yollarlar. Dur hele senin esas makinaya ben bir koruyucu yükleyeyim.Saldırsalar da bir zarar veremesinler.

‘’ A ben bunu biliyorum AnnE ‘’

Bilmesen şaşardım zaten.Fabrikası sana çalışıyor.Neyse şunu takayım da seansa yetişeyim.

‘’ Sağolasın AnnE , artık bir şey yapamazlar değil mi ? ‘’

Korkma , yapsalar da bu seni korur.

Bilmem ne kadar korur ?



http://i44.photobucket.com/albums/f25/avrogida/safe.jpg

zumbul
04-05-2006, 09:18
Analar ne aslanlar ne civanlar doğuruyormuş be!

Dördü bir yerde.Boylu poslu parlak delikanlılar hepsi de
Hafiften tırlak dursalar da problem değil,yaratıcı zeka sahipleri genelde uçuk kaçık olurlarmış.
Bilmem kime çekti bu oğlanlar böyle?
Ahmet
Nahit
Nedim
Erol..

Emekli
04-05-2006, 10:10
Analar ne aslanlar ne civanlar doğuruyormuş be!

Dördü bir yerde.Boylu poslu parlak delikanlılar hepsi de
Hafiften tırlak dursalar da problem değil,yaratıcı zeka sahipleri genelde uçuk kaçık olurlarmış.
Bilmem kime çekti bu oğlanlar böyle?
Ahmet
Nahit
Nedim
Erol..
Dilim varmıyor söylemeye ama anne lerine çekmiş olmasınlar sakın?

AnnE
04-05-2006, 10:36
‘’ Günaydın AnnEciğim ‘’

Günaydın yavrum.Ne yaptın akşam ?

‘’ Dün akşam harikaydı.Malum kişi, benden memleket yemekleri hazırlama mı istedi.Çok düşüncelidir, bir nebze olsa özlem gidereceğimi düşünmüş olmalı.Ben de hemen daldım bahçeye, kimini bahçeden, kimini seralardan havuç, patates, turp, ille de kütür kütür lahana, otun envai çeşidi topladım.En taze piliçleri, en körpe kuzuların en mutena yerlerini ayırdım bir kenara, buzhaneden mersin balıklarının en genç ve en tazelerini, havyarların en mükemmellerini kaptım getirdim mutfağa.Yemek masasını donattıktan sonra, çıktım dışarıya O’nu karşılamaya.Bizde adettir, konuk özelse dışarda ve çiçeklerle karşılanır.

http://i44.photobucket.com/albums/f25/avrogida/ukrainewomen.jpg


Önce bir Zakuski hazırladım.Soğuk balık, söğüş et, füme somon ve haşlanmış sebzelerle.Yanında bir kadeh Limonnaya sundum.Bu limonnayayı, iki haftadır içinde limon kabuğu ile buzlukta bekletiyordum.Demek bugün içinmiş.Kadehi sunarken ödüm patladı, parmak izi kalacak diye üzerinde, malum bizim orada kadehte parmak izi uğursuzluk sayılır.

Ardından, balık,defne,rezene, maydonazla yaptığım Borsc sundum, içi ısınsın diye.Ardından muhtelif ovoschi ile bezediğim masnye bliuda’yla döşedim önünü.Yanında da kırmızı biber aromalı Pertsova votkası ile.Tabii, havyar olmadan olur mu AnnEciğim ? Sevruga’yı kendi ellerimle yedirdim gümüş kaşıklarla.Her bir lokmada başka kaşık kullanmayı ihmal etmedim tabii.
Tatlı mı ? olmaz mı, Saldkie Bluida nın envai çeşidini döktürdüm, köpüklü Kovskaya votkasının yanında.

Sürekli Çaykovski çaldım.Sred shumnovo bala , beni memlekette sanki bir at sırtında uçarcasına dolaştırıyordu.Hayatımın ilkleri gözümün önünde uçuşuyordu. Yaşamanın keyfini birdaha hissettim.

Sonra mı ? Sonrasını boşver, bende kalsın sabaha kadar olan muhteşem şeyler.Ama gün ışırken bir takım seslerle uyanıverdim.

İndim en alt kata, bir baktım dün yakılan hurda bilgisayar yok ortalıkta.Çıktım dışarı, O da ne ! Hani senin geçen gün bahsettiğin, Fındık memleketinde yaşayan ve elini onun bunun ağzından çıkarmayan adam, bir elinde bir tokmak, diğer elinde benim hurda makine, parçalanmış bağırıp duruyor : ‘’ Yaktın beni Havayolları , telef ettin beni Nethol nethol ‘’ diye.



http://i44.photobucket.com/albums/f25/avrogida/20f6af7.jpg


Üzüldüm, içim burkuldu. Ama O beni gece yataktan fırlamış halimle görünce, çözülüverdi birden, önce dona kaldı, gözleri bana kilitlendi, hareket edemedi bir müddet, sonra boynu büküldü, dizleri titreyerek döndü arkasını, ana kapıya doğru adeta sürünerek uzaklaştı, küçüldü sanki gitgide.Sürünerek çıktı gitti kapıdan, kimbilir nerelere...’’

Bilirim ben onu kızım, iyi biliriiimm ... Ucuz kurtulmuşun.

Bilmem kim kurtulmuş ?

zumbul
04-05-2006, 12:28
ANNELER GÜNÜ YAKLAŞIRKEN

Ah analar!;fedakar,emektar,cefakar,emekleri ödenemeyecek,sevgi ve saygıyı sonuna kadar fazlasıyla hak eden annelerimiz...

İşte örnek bir anne daha.
Dört filinta gibi,vatana millete hayırlı evlatlar yetiştirmek için saçını başını neredeyse süpürge etmiş Annemiz.

Peki her başarılı kadının,ananın arkasında ki o güçlü baba nerede diye insanın sorası geliyor.

Üşenmedim araştırdım,hikaye uzun ve trajik...

Baba evden çıkamıyormuş,ekran başına kilitlenmiş sadece önüne konanı yiyor,ve uyumadan ekmek parası peşinde ne kadar finansal araç gereç varsa ne kazanabiliriz diye canhıraş eli mouse üstünde gözler ekranda alıyor satıyormuş.

imkb
emtia borsası
parite
dow jones
nasdaq
avrupa borsaları
altın
bakır
kalay lama...
vs.vs.vs.

Bizim yukarda gördüğünüz dört uçuk kaçık tırlak zıpır da bu paraları nasıl kazanıldığına bakmadan çatır çatır yiyorlarmış.
Evde ise hergün bu sorumsuzca har vurup harman savuran delikanlılar yüzünden anne ile baba arasında hır gür kavga eksik olmuyormuş tabii ki.

Ben komşuların yalancısıyım.

Hatta irinanın eve kuma olarak geldiğini annenin de bunu başını önüne eğip gönlü razı olmasa da kabullendiğini söyleyenler bile oldu.

E şimdi insan sormaz mı;

anne bu dört civanın dallarına yapraklarına su yürüdüğünde o ev nasıl zaptolacak?
diye

Beterin beteri vardır evladım derdi ulu büyük dedem,haklıymış.

net holtrink de dötümteks de türk hava yolarların da giden para olsun
gerisi önemli değil.

Haa bu arada komşulardan biri de eve yaklaşıp yatırımcı babanın gizlice bir resmini de cep telefonuyla çekmiş onu da aşağıda sizlerle paylaşmak istedim.

Ben bütün bunları derin bir hüzünle sizlere iletirken eskilerden bir uzun havanın nakarat bölümü beynimde uğuldayıp durdu;

kan damlar yüreğimee anaam anaaaam gariibem...
101

AnnE
04-05-2006, 13:36
‘’AnnE’’

Yine ne var ?

‘’ Bu sabahki o tatsızlıktan sonra daral bastı beni, attım kendimi şehre doğru. Tam Sirkeci İstasyonu’nda indim.Girdim Gar Lokantası’na ; çok eskiden kalmış, soluk beyaz ceketli, siyah pantolon ve ince siyah papyonlu, saçlarını belli ki bindokuzyüzaltmış’lardan beri aynı berbere kestiren garsona hafif bir yemek söyledim.Solumdan geriye baktığımda, o Marmara’nın ve Haliç’in ve Boğaz’ın birleştiği muhteşem görüntüyü kapatan rezil benzin istasyonu vardı.O garın o muhteşem taş işi kapısının önüne bu heyulayı nasıl ve kim diktirmiş diye hayret içinde bir de konyak istedim O tarihten kalan garsondan.Hanımefendi , dedi, sadece eskiden kalma, Tekel’in Tekel olduğu zamandan Truva var.Verdi, ne güzel yaktı boğazımı bilsen AnnE. Sonra çıktım , geçtim karşıya, Büyük Postane merdivenlerinde bir iki inip çıktım ve soldaki çakmakçılar aralığından Aşirefendi’ye geçtim.Vurdum kendimi yokuşa. Vuramadım ; toz topraktan. Bir adam vardı orada, bir dükkanın kapısında durmuş nereye bakıyor ? yola mı, bana mı, hiçe mi, toza mı anlayamadım. Yürüdüm yukarı, karşıya geçtim İran Konsolosluğu’ndan , bindim bir dolmuşa, Karaköy iskelesine. Bindim itiş kakışla vapura. Üst güvertede birinden rica ettim, resmimi çekti, arkamda eski siluet.Aşağı indim , vapurun kıçından gelen martılara simit atmaya. O adam yine oradaydı, omuzlarında o sarı tozun izleri,yine bakıyordu bilinmez bir yerlere. Kimdir , ne düşünür; gitmeyi mi , seçmeyi mi ?
AnnE, siz ne etmişiniz bu şehre ? Siz mi etmişiniz, kim mi etmiş ? Bu şehri bu hale koyanlar gerçekten bu şehrin insanı mı ? Var mı AnnE bu şehrin insanı ? Hal var mı bu şehir AnnE ? ‘’

Sende mi anladın be kızım ! Sen bile mi anladın! Bu şehri yaşayan, bu şehre yapar mı bunları? Yaptı be kızım ; iki davarı emanet edemeyeceğin adamlara, yıkma yetkisi vermeyi pek sever olduk biz. Onlar da sadece yıktılar yıllar ve yıllardır.Şehri yıktılar, bizi yıktılar, hayatı yıktılar.Yerine koydukları hep sentetik, hep plastik. Kalanı yaşamaya mecal bile bırakmadılar. Her tutunmaya çalıştığımızı nakde tahvil ettiler , kovdular hayatı nefes aldığı yerden.

Sende mi be kızım ? Sen bile mi gördün? Sen bile mi duydun içinde ?


http://i44.photobucket.com/albums/f25/avrogida/vapuda.jpg

zumbul
04-05-2006, 13:40
‘’ Günaydın AnnEciğim ‘’

.Ben de hemen daldım bahçeye, kimini bahçeden, kimini seralardan havuç, patates, turp, ille de kütür kütür lahana, otun envai çeşidi topladım.En taze piliçleri, en körpe kuzuların en mutena yerlerini ayırdım bir kenara, buzhaneden mersin balıklarının en genç ve en tazelerini, havyarların....

bir Zakuski hazırladım.Soğuk balık, söğüş et, füme somon ve haşlanmış sebzelerle.Yanında bir kadeh Limonnaya sundum.Bu limonnayayı, iki haftadır içinde limon kabuğu ile buzlukta bekletiyordum...........

Ardından, balık,defne,rezene, maydonazla yaptığım Borsc sundum, içi ısınsın diye.Ardından muhtelif ovoschi ile bezediğim masnye bliuda’yla döşedim önünü.Yanında da kırmızı biber aromalı Pertsova votkası ile.

Tabii, havyar olmadan olur mu AnnEciğim ?
Sevruga’yı kendi ellerimle yedirdim gümüş kaşıklarla.Her bir lokmada başka kaşık kullanmayı ihmal etmedim tabii.
Tatlı mı ? olmaz mı, Saldkie Bluida nın envai çeşidini döktürdüm, köpüklü Kovskaya votkasının yanında......


Öğlen aldık bir arkadaşı yanımıza gittik pilav üzeri döner yedik.

yok abi biz öyle havyarı falan rüyalarda bile göremiyoruz.

pilavı dönerle harman edip kaşıklarken baktım kimleri göreyim masanın tepesin de zebani gibi

dört tane tırlak filinta

Ahmet
Nahit
Nedim
Erol..

Tehditler havada uçuştu

''sen dötü kollla yeter''
diye haber getirmişler.
Topalosmanağanın torunu çotanak yer mi bu ayakları?

Dellendim hemen elimde ki diğer resimleri de salayım da görün dedim
irinanın evde kuma olduğu da iyice bir netleşmiş olur böylece hem.

103

Süvari
04-05-2006, 14:03
Ah be anne' ciğim, dedim ya aşkın zamanı mı olur.

http://www.arka-bahce.org/forum/showthread.php?p=3663#post3663

Bir şarkı, bir martı bazen de bir yazınız yetiyor.
Yettide vurdum yine kendimi yine klavyeye...
Ne borsa da tat vardı nede bono da. Ben de İstanbul u düşündüm. İstanbul a baktım. Gözlerimi açmadan baktım. Yağmur için dua ettim. Kabul olmadı. Kurak bir gün sarı tozlar içinde kaldık.
Demiş ya Sezen hanım. ''Herşeyin bedeli var. Güzelliğinin de...'' suçu sadece güzel ve eşşiz olmak olan bu şehre bu bedel ağır oldu ve oluyor.

Tanıyamıyorum bu yaşda bile doğduğum büyüdüğüm şehri.
Artık insanlarının ruhunu bozan bir şehir oluyor burası.
Şair tatlı huzur aldığını söylerdi Kalamışta... Artık motorcu gençlerin motor bağırtılarından başka ses alamıyorum...
Artık tepeden bakınca güzel görünmüyor İstanbul. Sadece beton, taş, asfalt...
Deşmeyeyim sende deşme anne' m. Yapanlar utansın, Allahlarından bulsun diyelim kapatalım.

İrina hanıma söyleyin o bendim... Kapıdan geçişini görünce fırladım. Acaba derken döndü geriye aşağı inmeye başladı. Bu ara fazla göçmen oturma izni için buralara geliyor. Belki benzetmişimdir dedim. Derken bıraktım elemana vurdum aşağı yokuştan. Az da olsa ihtimal gideyim peşinden ne kaybederim.
En azından sahip olurum ortalık kötü. Yalnız bıraktığımı duyarsa anne' ye ne derim. Karaköyde ancak yetişdim. Eski ben değilim hamlamışım. Trafik açık olunca deparım yetmedi. Kadıköy vapuruna binmesi ile bende atlamışım. Suya düşmek için elimden geleni yapsamda yılların alışkanlığı ayağımı sağlam bastım yine. (Düşse idim toz toprak giderdi.) Kıç bahçede martılara simit atışını seyrettim. Ardından Bostancı dolmuşuna bindiğinde içimden güle güle deyip uğurladım.
Bendim İrina bendim. O yorgun İstanbul un yorgun esnafı bendim...

Not: Yol inşaatı sürerken halk eğitimin karşı köşesindeki 17 senedir boş ve kaba inşaat halinde duran işhanını hsbc kiralamış, İş bankası tüm şubeyi valiliğin karşısına taşıyıp komple binayı yenilemeye başladı...
Tüp geçit kazıları sürüyor...
Yol çalışmaları karşımda biterken 50mt yukarda devam ediyor...
Bilmem atalarımız köstebekmiydi...

-Melih Aşık ın köşesinde okudum sanırım.
Falcıya gittim anne, ne zaman rahatlayacağız diye sordum. İstanbul düzelecekmi? Biz görürmüyüz. Merak etme dedi 30 seneye sorun kalmayacak. Sevinecekken Çetin Altan aklıma geldi. Enseme bakmaya çalıştım kararmışmı diye... Falcı devam etti: Ne sen rahatlayacaksın ne de İstanbul 30 seneye alışacaksın ve normal karşılayacaksın dedi...
Terbiyem müsade etmez falcı ile kalan söz düelloma...

Ramo
05-05-2006, 22:12
Muhterem anamızın son günlerde yazdığı bol fentezili yazılar meyvesini verdi.
forumdaşlarımızdan biri bu yazılardan epey bir etkilenip ruhi haliyetini bozdu
Verilen gazla,hızını alamayan bu gariban forumdaşımız,dikkat tır çıkabilir uyarısını dikkate almayıp kendini şekil 3.5 A da görülen Tırın altına attı.son nefesini vermeden önce alınan ifadesinde.İrina dediği başka bir şey demediği kayıtlara geçti.Kendisine Allahtan rahmet diliyoruz.


http://www.rmaden.somee.com/ana1.jpg

buena vista
06-05-2006, 15:20
Muhterem anamızın son günlerde yazdığı bol fentezili yazılar meyvesini verdi.
forumdaşlarımızdan biri bu yazılardan epey bir etkilenip ruhi haliyetini bozdu
Verilen gazla,hızını alamayan bu gariban forumdaşımız,dikkat tır çıkabilir uyarısını dikkate almayıp kendini şekil 3.5 A da görülen Tırın altına attı.son nefesini vermeden önce alınan ifadesinde.İrina dediği başka bir şey demediği kayıtlara geçti.Kendisine Allahtan rahmet diliyoruz.


http://www.rmaden.somee.com/ana1.jpg

Bu Irina basimiza daha çok isler açacak çoookk..:ds:*

buena vista

alihoca
10-05-2006, 23:35
Cumartesi Kıprıs'taydım

Günaydın Ahali
Kızlar ne zamandır ‘anne gel ,anne gel ‘ diye arayıp duruyorlardı.Baktım haftasonu sağlam bir program yok peki dedim ayarlayın bileti bu akşam (Cuma) geliyorum.23.00 civarı Kıprıs’a indik.Teyyare zaten silme kumar sazanı doluydu .Baktım havaalanında ; ooooo meaşşallah , bizim tersane bekçisi kılıklı gümrük muhafazalar bile havalara girmeye başlamış .Nüfus Kağıdı’na bakıp yeşil giriş kartına mührü basarken ahaliye ööle bi bakıyorlar ki , insan , Köln Havaalanında vizesiz yakalanmış süryani göçmen zanneder kendini.

Dışarıda Yusuf Mercedes’ini parlatmış beni bekliyor , bindik ,biraz kestirerek biraz muhabbet Otele vardık , vardık da Yusuf bile ‘Anne yakında vize isteycez senden keşke zamanında sana da bi vatandaşlık ayarlasaydık’ havalarında.Kallavi bi küfürü bastım , attık bi yeşillik önüne girdim otele.Arkamdan bağırıyor ‘Anne , hesabı otel veriyor , senden bahşiş almam yasak’ diye , yürü lan kırık dedim açtırma bayramlık ağzımı..!!

Neyse odaya yerleşme falan , 23.30 civarı indim salona , bizim eski Pitboss oğlan atladı önüme , uzatma dedim , sağdaki Ruleti gösterdim anladı , kıza dedi ‘anne gidene kadar her round sıfır komşuları 20 den ‘ ben boştaki blackjack masasına seğirttim açtılar , Dunhill 6 ile Shivaz 26 yı az keşuv ile getirdiler.Saat 02 civarı baktım ortamın muhabbeti Kumkapı kıvamı olmuş dedim ‘Abbas yatar ‘ , blackjack deki tekerlekleri nakit ettiler , rulette de kendi kendine bi hayli yeşillik birikmiş , fazlalarını kıza oğlana dağıtarak çıktım odaya.

Sabah 10.00 gibi aşşağıdan ızgara hellimlerimle kızarmış kara ekmeklerimi istedim.Çayla götürdükten sonra indim aşşağı Yusuf’u beklerken koyu kahve ile kendime geldim , Yusuf geldi ‘buyur Anne nereye ?‘ Dedim az dolaş , öğlene doğru Kalkandereli Rıza’nın meyhaneye ulaştır.

Dolaşırken baktım , Güney plakalı arabalar ortalıkta fink , yetmez bisürü de İngiliz göze çarpmakta.Dedim ne iş ? ‘ valla ‘dedi Yusuf , ‘bizim eski komşular meraktan bi geldi bi daha hergün burda , İngilizlerse ev peşinde , tutan tuttuğu fiyata gazlıyo teninin ruhu kaçmış salaklara.’

Vardık 12.30 civarı Rıza’nın oraya.Benden başka kimse yok , atladı üstüme ‘Vay Anam , özlettin ‘falan diye Kamile’yle beraber. Kamile’yi, ‘ a’ yı uzatmadan ve inceltmeden söylemek lazım , Rıza hernekadar harekat sonrası Rize’den geldiyse de Kamile halis Kıprıslı.Rıza alişverişe , müşteriye bakar , Kamile kasaya.

Ne o lan Rıza dedim , beni seyirlik maymun gibi hem karadan hem denizden görünen bir masaya yerleştirirken , mekanın herşeyi değişmiş , parayı nerden buldun da kıydın ?

‘Anne’ dedi ‘çaktırma’ , bu masayı Asena için ayarlamıştım , haftada birgün İbo ile bana gelirler , onları gören de buraya akar..Bu masa benim vitrin.Bu ikisini Rumlar da iyi tanıyor , adım çıktı , alayının ekmeğini yiyorum.’.
Höşt lan dedim , bizde Asenalık hal mi kalmış; cıvırın yerine bizi oturtuyon?. Yok ana dedi sen başımın tacı olman hasebiyle ordasın.

Ne var balık ? dedim. Valla ‘Narlıkuyu’dan sekizbuçuk kiloluk bir lağos geldi , Rumlar dan aldırdığım otlarda sabah geldi , sana helal olsun attırıyım şu lağosu ızgaraya o pişene kadar bir lafı gezdiririz , zaten lağosun artanına meraklı enayi çok; alayına senin artıkları okuturum.’

Yuh be dedim , suyun ortasında yaşıyosunuz , balığı bile Mersin’den getirtiyonuz. Ulan bari otunuzu pokunuzu kendiniz ekin ; onuda mı Rumlar dan alıyorsunuz..!!??
‘Valla Annem ‘ dedi , burada her evde en az bir emekli var , öyle Portakalla , otla kimse uğraşmaz , sen sağol , senin gibi kekler Türkiye’de vergiyi veriyor , bizimkiler de senin üç mislin emekli maaşını alıp yan gelip yatıyorlar , enayi mi otla , gübreyle , toprakla uğraşsınlar , burada 35yaşını geçmiş , emekli maaşı almayana manda boku muamelesi yapılır.Zaten gerisi de , gerisi dediğin de benim gibi Türkiye den gelmiş ama benim gibi bir işi kıvırmışlar değil ; bir baltaya sap olamamışlar , onlar da Güneye geçip oralarda gündelik çalışırlar.;

Peki dedim nolacek bu referandum ?
‘nolacak anam ‘dedi . ‘Ben diyeyim %70 sen de 80 .Maaşlar nasılsa çantada çulluk , herkes çocuğunu , torununu düşünmekte , hepsi koydu mu Avrupa paşaportunu cebe , karada ölüm yok , hem bugün bile Rum pasaportu olmayan parmakla gösteriliyor.’

Ulan Laz dönmesi dedim ; sen beş sene önce Kıprıs Türktür , Türk kalacaktır diye elde iki bayrak dolanırdın da ne oldu bugün Rumdan çok Avrupalı olmuşun ?. ‘ geç bunları anneciğim , kimse uyanmasa Azmi bile alacak aşşaıdan pasapotu da büzüğü yemiyor.’ demez mi.

Dedim bu topraklar bize uzak olmuş artık , çek dedim Yusuf’a meydana , ilk uçakla gidelim burdan , Rauf ve şürekası da onbeş güne kadar tarihin çöplüğünde müstesna bi köşe edinecek , biz uzaktan izleyelim en iyisi.Bu arada yemişim tekniği ; bu iş acaip bi temel gösterge olacak . Kaç yılın tarihini değiştirecek bu bizim Türkçeyi yamuk konuşan zevat.

Uzattık ahali , Cumartesi İstanbul’a geri döndükten sonraki vakalarımı da sonra anlatırım.İsteyen okur , isteyen hade len bu da ne yazıyo bööle der , isteyen ders çıkarır , isteyen zaten ben ne halt olacağını biliyorum kilolarla lafın peşine mi koşacaz der.

Bilmem anlatabildim mi
...
Bir zamanlar AnnE'miz

alihoca
10-05-2006, 23:59
Deep Purple- Child In Time ve Kesit kesit BUCA /İzmir


Yıllar yine O yıllar, mevsim Bağbozumu mevsimi, Aylardan Şimdiki idi…

Yaylacıklı’ların mahallesinin üstünde bulunan Tıngır Tepe yamaçlarında Fener tabir edilen uçurtma uçuruyordum…Kendim uçmadan önce..

Evimizin Giriş kapısının El şeklindeki Tokmağı Tunçtan olup hep parlaktı… 24 Mermer basamakla çıkılan 6 Greek Sütunlu eve varış için kapıdan 150 m Aslan ağzı çiçeklerinin arasında yürürken, Buca Tren istasyonun da hala bulunan badem taşı ile kaplı yolda, şimdileri düşleyemeyecek yaşlardaydım….

O yıllarda, Buca Cezaevinin temeli daha atılmamış olup, bağlar oyun mekanları idi yol üstünde… Tıpkı Forbes’lerin köşkünün yanından tozlu patika yoldan yürüyerek 20 dakika da Giraud’ların harasına varılıyordu…. Seyislerin izni ile atlara şeker verip koştururduk durmadan…Sonra Levanten arkadaşlarla beraber ahçı nın sunduğu yemeklerden tadıp evimize yönelirdik…. O zamanlar da başka değildi insanlar..2 kulakları ve tek burunlarıyla 2 gözleri vardı..Ama sözleri de

Rahmetli Menderes ile beraber okumuştu Rahmetli Eniştem Kızılçullu (Şirinyer ) Amerikan Kolejinde…..İzmir o yıllarda Demokrattı.. Asfalt Osman (Kibar) Belediye Reisi daha seçilmemişti…. Ama Buca- Şirinyer arasındaki 5 km lik yol gerçek 1. sınıf asfalttı … Peugeot vitesli tabir edilen bisiklet yeni gelmişti…Geceleri Kızlı erkekli Abla ve ağabeyler bisikletleri ile turlara çıkarlardı Buca / Şirinyer arasında …. Şimdi mi??? ....

Yaylacık’lı İsmail Bey, Altın olduğu söylenen mahmuzlarının bulunduğu körüklü çizmesini diğer ayağının üzerini atmış olarak nargilesini içerken, Kır atını bağladığı Merkez Kahvesinin önü hep kalabalık olurdu… O Kır atın kuyruğu da örgülü olurdu..At kuyruğu örgüsü yani …..

Teyzemle beraber Bağ bozumu için İsmail Beyin bağına gitmiştik…Ne şen ve ne şenlikti….O duyguları ancak yaşadıktan sonra nelerin yitirilip nelerin bozulduğunu öğreniyor bağların bozumunda… 18/19 Eylül bağ bozumu günleri idi….. Melodi olarak kulağımda Eva Cassidy’nin söylediği Autumn Leaves hüznünü taşıdım hep… Ki o yıllarda Eva doğmamıştı bile… Ama Autumn Leaves benden çok eskiidi....

Yine nerelere gittim bir melodi ile… Daha da gideceğiz şüphesiz… 3 aylar durumu Sn zumbul 3 aylar durumu….. svg



Benim pek sevdiğim yazılardan bir tanesi daha...

alihoca
11-05-2006, 00:08
AnnE yi görmek demek, behemahal yüzünü görmek demek değildir....................




Kırk yıl düşünsem yazmayı beceremeyeceğim bir yazı..

buena vista
14-05-2006, 09:22
Benim pek sevdiğim yazılardan bir tanesi daha...

Sn hocam,

Türü tükenmekte olan eski Izmirliler`in yasamda her nasilsa kalmis son temsilcilerini tanidigimda ya da yazilarini okudugumda hüzünlenir, bir burukluk kaplar icimi..O güzel anilarin büyük bir bölümünü yasamis biri olarak, Sirinyer-
Buca arasinda.. Ilkokul ve ortaokul yillarim gecti oralarda..O meshur asfalt yol..
O üzüm baglari ve Asfalt Osman..Daha niceleri..Unutulur mu hic?
Saglik ve sevgiyle..

buena vista

chem73
14-05-2006, 17:19
Anaların bugünkü evlatlarına vereceği terbiye eski devirlerdeki gibi basit değildir. Bugünün anaları için gerekli vasıfları taşıyan evlat yetiştirmek, evlatlarını bugünkü hayat için faal bir uzuv haline koymak pek çok yüksek vasıflar taşımalarına bağlıdır. Onun için kadınlarımız, hattâ erkeklerimizden çok aydın, daha çok feyizli, daha fazla bilgili olmaya mecburdurlar; eğer hakikaten milletin anası olmak istiyorlarsa.

Mustafa Kemal ATATÜRK

AnnE
15-05-2006, 10:43
‘’Günaydın AnnE. ‘’

Günaydın kızım , ne okuyorsun ?
‘’ Sabah Gazetesinin Pazar ilavesi, bak senden bahsediyor, hatta resmin de var .’’



Güçlü kadınlar neden seksi değil?

Amerikan Details dergisi diyor ki "Politika belki de çirkinlerin show business'ıdır (gösteri/ eğlence işi)." Ve tartışma yaratacak şu soruyu soruyor; peki ya kadınlar? ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice; İngiltere eski Başbakanı Margaret Thatcher; Amerika'nın talk-show kraliçesi Oprah Winfrey; iyi 'yaşam gurusu' Martha Stewart; Bill Clinton'ın eşi, New York Senatörü Hillary Clinton, Kraliçe Elizabeth, ABD Başkanı George W. Bush'un annesi Barbara Bush, ABD eski Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, Clinton döneminin Adalet Bakanı Janet Reno Amerikalı yargıç Sandra Day O'Connor ve AnnE ... Güçse güç, paraysa para... Öyleyse bu kadınlar neden 'seksi' görülmüyor?

Ulan kızım ! Bunlara mı kalmış benim neye benzediğim. Çekemiyorlar da ondan.Neyse, bir daha bu bahçeye Sabah Mabah girmeyecek.At şu paçavrayı da şömineye gözüm görmesin.Zaten 40binin de altına kadar gelmiş, hala malda dolaşanlar var asabım bozuluyor.Gelme üstüme.


http://i44.photobucket.com/albums/f25/avrogida/A5311B3A443E514FBBC6A1EDb.jpg

zumbul
15-05-2006, 13:08
Çocukluk yıllarında istop adında bir oyun oynardık.
Kızlı erkekli oynanabilen ender oyunlardan biriydi istop.

Aslı stop olsa gerek ama memleketin her bir kelimeyi kendine göre yorumlayışından stop da nasibini almış ve olmuş istop.
Arabayı istop ettirdi... falan da derler işte onun gibi birşey.

İstop oyununda top oyunculardan birinin ismi söylenerek havaya atılır,topu yakalayan istooooop diye bağırana kadar herkes kaçabildiği kadar mesafeye kaçar,ebe de topu yakaladığında,kaçanları top ile vurmaya çalışırdı.

Gizliden bir aşk ile sevdalı olduğumuz kızların ismini söyleyerek topu havaya sallamanın ve topu bazı azgın kızların üzerine şidetle atarak ciyaklatmanın zevki sanırım hiçbir fantazi de hala keşfedilememiş olsa gerek.

Topu yakaladıkdan sonra şöyle güzelce bir irina'ya nişanlayıp hedefi tuturursam acaba irina ebe olur da benim adımı tekrar söyleyerek topu havaya doğru sallar mı diyorum?
Acep bunu yaparsa gizliden gizliye bende gönlü olduğu manasına da gelirmi bu diyorum?
Yoksa irina oyunda hiç mi yok?
Ben mi kendi kendime gelin güveyi oluyorum?
Biri beni uyandırsın alo!
istooop istooop!!
yeter kaçmayın artık!

neron
15-05-2006, 16:01
Yoksa irina oyunda hiç mi yok?
Ben mi kendi kendime gelin güveyi oluyorum?
Biri beni uyandırsın alo!
istooop istooop!!
yeter kaçmayın artık!

İrina deyince aklıma dün akşam gördüğüm rüya geldi. Hayırlara vesile olsun, eve gelmişim, bahçede sofra kurulu, hafiften bir rüzgar esmekte. Otlar bir sağa bir sola yatarken aralarından geçip ana kapıya vardım. Pencereler açık, rüzgar tüller havalandırmakta. Kapıyı tıklattım, ses seda yok. Alah allah dedim, bu saatte İrina hanım burada olmalıydı, kimse yok mu acaba? Sofradaki ellenmemiş yemeklere ve yarım içilmiş şarap bardağına gözüm takıldı. Acaba İrina az önce burada yemekte miydi, peki şimdi neredeydi? Seslendim, gene cevap yok. Birden içim ürperdi, İrina İrina diye evin çevresinde koşmaya başladım. Aynı anda, pencerelerden içeriye bakıyorum. Anne şu sandığı nereye koydurtmuştu acaba? Sandık nerede? Yoksa yoksa, İrina sandığını aldı ve....

Kan ter içinde uyandım, uyanırken "Stop, istop" felan sayıklamışım, hanımın söylediği. Bir de kim bu İrina diye geceyarısı sorgusuna başladı. Aman hanım dur bi kendime geleyim anlatırım dedim ve tekrar yattım.

Dalmışım, yine bahçedeyim, bu sefer hem koşup hem İrina diye bağırıp hem de acil durum stop düğmesi nerede diye bakınıyordum.

Acaba bir tarafım açıkta mı kaldı? Kim bana bir yorum getirir?

alihoca
16-05-2006, 23:45
Dostluk gibi, kimi değerleri ayrı tutarak,

Geçmişe dair, değerli olarak adlandırdığımız şeylerin, neden değerli olduğuna dair kafa yormaya her kalktığımda ilginç bir gerçekle yüzleşirim hep.

Tek tek, alta alta yazıp, bu geçmişte neden değerli idi? Şimdi neden değersiz? Gibi sorular yönelttikçe verilen cevapların çoğunda, azlık ya da yokluk gözüme çarpıyor.

İlk okuyunca garip gelebilir biliyorum. Böyle de saçma şey olur mu? Azlık veya çokluk bir şeyi değerli kılar mı? Diyecek Dostlarda olabilir.

İnanın ki, bin bir emekle elde ettiğimiz ''az'' çok değerli idi. Onca sıkıntısı çekilen yokluk neye yaradı? Sorusunu da cevaplayayım. Çekilen yokluk acısı, binbir güçlükle de olsa, eninde ya da sonunda elde edebildiğiniz ''varları'' çok değerli kıldığını söyleyebilirim.

Şimdilerde Anadolu’nun kimi bölgelerinde kaymakam emri ile mikrop barındırdığı için okullarda giyilmesi yasaklanan lastik ayakkabının, zarardan başka ne işe yaradığını da söylemek lazım. Kışın soğuğunda buz, yazın sıcağında cayır cayır yakan ''Gıslaved Lastik'' giymek, kundura dediğimiz ayakkabıya kavuşunca, ona gözün gibi bakmanı sağlayabilir. İdare lambasında ders çalışan için ışık, inadına istenir ve aranır.

Şimdi o her köşe başında bulunabilen pişmaniye denilen şey aranmayabilir ve özlenmeyebilir, kış aylarında -o da binde bir- baba tarafından çekilen 'Mat' denilen pişmaniyenin bir türü, bütün bir sene konuşulur ve özlemle beklenir.
Kışın muzu nerde görecen? Ama kırk yılda bir babanın getirdiği -o da herkese bir, bilemenin iki tane düşen- portakal var ya, namussuz bal olur bal ki dillerden düşmez.

Ahh ile başlayıp nostalji kokan yazılarda, kestane patlatılan o teneke sobalara da kısacık değinelim. Bir iki saat yanıp geçiveren teneke sobanın sıcaklığı, yatağında büzüştüğün anda öyle bir özlemle aranır ki, evleri doğalgaz kaloriferli çocuklara bunu anlatabilmek ayrı illet ki sormayın gitsin.

İşte bir başka açıdan baktığımızda, böylesi bir durumla da yüzleşmek zorunda kalabiliriz. Burada küçücük bir uyarıyı, özellikle yenice çocuğu olan Genç Dostlarımız için yazmak yararlı olabilir.

Lütfen, ama lütfen,

Yokluğu veya azlığı, çocuklarınıza biraz da olsa tattırın. Göreceksiniz ki; azar azar elde edilen ve yokluğu çekilen her bir şeyi, sevecek, isteyecek, özleyecek, koruyacaklardır. Diye düşünüyorum.


Saygılarımla

Emin
17-05-2006, 21:54
Hocam, gene geçmişin derinliklerine dalmışsın!

Hadi kendin daldın bizi niye daldırdın?

Neden hatırlattın şu kara lastik ayakkabılarımı, cizlavit ayakkabılarımı?

Kışın soğuğunda üşüyen parmak uçlarımı, yazın sıcağında cayır cayır yaktığı yemezmiş gibi leş gibi kokan ayakkabılarımı bana hatırlatmanın sana ne yararı var, başın göğe mi erdi?

Sana ne, yanı çürüyerek delinmiş, boruları Yatağan Termik Santralinin bacasını aratmayan saç sobamızdan?

Muzu da nereden çıkarttın, don vurmuş, acımış, yanı yönü çürümüş portakalın çürümeyen dilimleri neyimize yetmiyordu!

Leblebinin kırığını aldığımı niye aklıma düşürdün?

Hocam, kuru dutla, aşbabiyeyle, (açma-güneşte kurutulmuş zerdali/kayısı) bastığla (pestil) uzun ve soğuk kış gecelerini gaz lambasının kısık ışığında, pır deyip geçen meyve odununun mangala alınmış küllü kömür ısısının etrafında geviş getirir gibi yediğimi söylesem, kim inanır bana?

Ben bile inanmıyorum ama sen ille de aklıma getirmeye çalışıyorsun.

Bak, o "az" günlerimiz nerede, borsada çarçur ettiğimiz "var" günlerimiz nerede, şimdi?

"Dut kurusuyla yar sevilmez" demiş atalarımız ama inatlaştık atalarımızla.

alihoca
17-05-2006, 23:44
Kara Batak gibi dalınca, çıkacak diye bekleşip durduğumuz,
Hoş Sohbetlimiz;

Gâvuru yerlisi ile borsaların ampulleri hep kırmızı yanarken ne yazıp çizdiğimi bilir miyim ki? Sorar da, Senin yenice kurtulduğunu da araya sıkıştırıp, bize baki derdimizi deşersin. Deştiğine yanmam da, asıl ''benden beter olun'' diyorsun diye korkarım.

Dur, şu yeni yetme Genç Dostlarımız ne dediğimizi daha sökememişken, hani altlarında; iki aslanın ağızlarından çekiştirip dayanıklılığı ile yırtılamayacağı tasvir edilen Gıslavet Lastikler hakkında aklıma gelivereni yazıvereyim.

Kışın donduruşu, yazın pişirişine eli mahkûm dayanırdık da, hele acele acele seyirtirken çamura, su yalağına, dereye basınca o hızla ayağımızdan fırtıverip çıkışı bir felaketti desem inan. Bir defasında dere kenarında geçerken yine ayağımızdan fırtıp, üstüne de akan derenin sularına karışıp kayboluşunu hayal meyal hatırlıyorum, daa bizim rahmetlinin korkusundan başıma gelecekler yüzünden ne hale geldiğimi, ne kadar zorlasam da bir türlü hatırlayamıyorum.

Garip, her derdimizin çilekeşi abam; komşu köydeki tükürüğü ve nefesi güçlü yeşil hocaya, günlerce sırtında taşıyarak götürmüş de, ancak korkudan kilitlenen çenemi açabilmişler. Şimdi keşke açtırmasaydık dedikleri zamanları da söylemem lazım. Yeşil Hocanın namı çok ünlüydü de, nefesi ve tükürüğü için aynı şeyleri söyleyebilmem çok zor. Fukara sümüğü gibi yapışan tükürüğü keçi kılından törpü gibi çuval eskilerine silip zor çıkarabilirdik diyeyim de anlayın artık.

Bi Gıslavet Lastik korkusuna düştüğümüz halden kaç havayı(teneke diye tasvir edeyim) buğdayı, yeşil hocaya ettiği hayır karşılığı zorla(!) vererek kurtulabilmiştik. Nefesi konusuna hiç girmeyeyim de, borsanın kan kırmızı şu halinde insanların tepelerini attırmayayım.

Neyse efendim, biz yeşil hoca tarafından kurtuluşumuz ile de köyde ünlenmiş olduk. Gıslavet lastiğin nelere kadir olabileceğine değinelim de, başımıza gelenin ne menem bir dert olduğu iyice anlaşılsın.

Efendim bilindiği üzre, üfürüğü ve tükürüğü güçlü kimi hocaların sadece çocuklara görünüp konuşan kadrolu cinleri de vardır. Bu cinleri derdi olanların ne derdi olduğunu ve hatta çaresini, çocuklar aracılığı ile gösterip söyletildiğine de inanıp iman edilirdi.

Bizde köyün öbür tarafa gidip geleni olarak cinlerle tanış sayılıp, çocuk sahibi olamamışından, kocası başka kadınlarla aldatılan kadınlara varıncaya kadar, elimden tutan yeşil hocaya götürmeye başlamaz mı?

Tükürüğü, nefesi bir yana, Yeşil Hocamızın çağırdığı kadrolu cinlerin bana söylediği(!) kısırlık çareleri ve kocasına başka kadınlar tarafından yapılan büyülerin saklandığı yerlerin, cinler tarafından bana gösterilen tarifleri için( Hele, bak cin geldi, sana gösteriyor oğlum, söyle de kurtul deyişi yok mu?) bana yapılan eziyetlerden kurtulmam için neler çektiğimi anlatmaya kalksam, bizimkilerin söylediği Sülalenin alisi sözünün nerelerden geleceği anlaşılır.

Anlaşılmasına anlaşılır da, bu sefer adımız cinciye çıkar diye korkarım.

Hoşça ve sağlıkla kalman dileği ile
Saygılar

bikmisbroker
18-05-2006, 02:00
....
Bi Gıslavet Lastik ...

Hocam bi "Gıslavet Lastik" ayakkabi tutturmus gidersin, pek cogumuzun anisini deprestirirsin, Bari o "Gıslavet Lastik"in cesitlerinden de bahset de, olsun bitsin?

Yanlis hatirlamiyorsam en sonunda bu Klasik siyah "Gıslavet Lastik" modasindan renklilerine gecmistik (ALLISI morlusu) daha sonraki donemlerde..

Haa birde simdilerde MODA olan Gıslavet Lastik Tarzi terlikler var, ozellikle bayanlar icin yapilmis??

Biz zamaninda (cocuklugumuzda) MODANIN KRALINI takip edermisiz de haberimiz yokmus?

Hayata Bir de bu acidan bakip kendi kendimiz ile Dalga gecsek?
Hep baskalari bizimle DALGASINI gececek degil ya?

zumbul
18-05-2006, 08:26
Çocukluk yıllarında istop adında bir oyun oynardık.


Dün bütün bir gün endeksin hareketini izlerken aklıma çocukluktan kalma başka bir oyun geldi;yakan top:wink2:

İki kişinin arasında bir aşağı bir yukarı topa hedef olmamak için kaçar durursunuz...

İşin en acı yanı bu kaçışın sonu da yoktur mutlaka ele geçer ve vurulursunuz.

Oyunu oynamayıp dışarıdan izlemek,aşağı yukarı kaçıp dururken vurulmamanın,yanmamanın tek çaresidir.

Oyuna devam etsem mi yoksa çıksam mı açmazlarında dellenip duruyorum...

Arada aşağı yukarı topa hedef olmamak için koşup kaçmanın keyfi de hiçbir şeyde yok.Enin de sonun da vurulacağını bile bile.

Paranın gözü çıksın oyuna devam...

Zaten para bush a yakışır derdi dedem nur içinde yatsın...

HANNIBAL
18-05-2006, 10:29
oh what a pity, oh what a pity
such kind of destiny, oh what a pity
everything is dark, where is humanity
who serves the servant oh what a pity

this world should sink, this dream should end
shame on the one who makes you cry and then laugh
unsuffered sufferings, unlived worries
a heart that longs for you should it be mine

what did i doooo faith to youuuu
you sentenced me to meeee
in every breath i take lies a thousand reproach
my complaint is to the creator, my complaint is to the creator

is it you or is it me who is confused i doooon't know
you gave a kind of worry i couldn't come to myself
i'm at a blind alley i couldn't find my way
of of of of of of of of

did i create, did i create
pains and worries did i create
if sin were pleasure, if fidelity was exhausted
if the regime stinks, did i create

this world should sink, this dream should end
shame on the loveless times of my life, oh what a pity
unsuffered sufferings, unlived worries
a heart that longs for you should it be mine

what did i doooo faith to youuuu
you sentenced me to meeee
in every breath i take lies a thousand reproach
my complaint is to the creator, my complaint is to the creator

is it you or is it me who is confused i doooon't know
you gave a kind of worry i couldn't come to myself
i'm at a blind alley i couldn't find my way
of of of of of of of of

Orhan Baba dan günün anlam ve önemine ......

bikmisbroker
18-05-2006, 12:21
oh what a pity, oh what a pity
.................................................. .......
this world should sink, this dream should end
.................................................. ..........

Orhan Baba dan günün anlam ve önemine ......
"Yaziklar olsun" diye baslayan ve
"Batsin bu Dunya" diye devam eden Orhan babanin melankolik sarkisinin ingilizce versiyonu ha..??
Tarkan mi soyluyor? Madonna mi? :;sicakkahve :;sicakkahve

HANNIBAL
18-05-2006, 12:44
yazıklar olsun, yazıklar olsun
(oh what a pity, oh what a pity)
kaderin böylesine, yazıklar olsun
(such kind of destiny, oh what a pity)
herşey karanlık, nerde insanlık
(everything is dark, where is humanity)
kula kulluk edene yazıklar olsun.
(who serves the servant oh what a pity)

batsın bu dünya, bitsin bu rüya
(this world should sink, this dream should end)
ağlatıp da gülene, yazıklar olsun
(shame on the one who makes you cry and then laugh)
dolmamış çileler, yaşanmamış dertler
(unsuffered sufferings, unlived worries)
hasret çeken gönül, benim mi olsun.
(a heart that longs for you should it be mine)

ben ne yaptım, kader sana
(what did i doooo faith to youuuu)
mahkum ettin, beni bana
(you sentenced me to meeee)
her nefeste, bin sitem var
(in every breath i take lies a thousand reproach)
şikayetim yaradana, şikayetim yaradana.
(my complaint is to the creator, my complaint is to the creator)

şaşıran sen mi yoksa ben miyim bilemedim
(is it you or is it me who is confused i doooon't know)
öyle bir dert verdin ki, kendime gelemedim
(you gave a kind of worry i couldn't come to myself)
çıkmaz bir sokaktayım, yolumu bulamadım
(i'm at a blind alley i couldn't find my way)
of of of of of of of of

ben mi yarattım, ben mi yarattım
(did i create, did i create)
derdi ızdırabı, ben mi yarattım
(pains and worries did i create)
günah zevk olmuşsa, vefa yorulmuşsa
(if sin were pleasure, if fidelity was exhausted)
düzen bozulmuşsa, ben mi yarattım.
(if the regime stinks, did i create)

batsın bu dünya, bitsin bu rüya
(this world should sink, this dream should end)
aşksız geçen ömrüme, yazıklar olsun
(shame on the loveless times of my life, oh what a pity)
dolmamış çileler, yaşanmamış dertler
(unsuffered sufferings, unlived worries)
hasret çeken gönül, benim mi olsun.
(a heart that longs for you should it be mine)

ben ne yaptım, kader sana
(what did i doooo faith to youuuu)
mahkum ettin, beni bana
(you sentenced me to meeee)
her nefeste, bin sitem var
(in every breath i take lies a thousand reproach)
şikayetim yaradana, şikayetim yaradana.
(my complaint is to the creator, my complaint is to the creator)

şaşıran sen mi yoksa ben miyim bilemedim
(is it you or is it me who is confused i doooon't know)
öyle bir dert verdin ki, kendime gelemedim
(you gave a kind of worry i couldn't come to myself)
çıkmaz bir sokaktayım, yolumu bulamadım
(i'm at a blind alley i couldn't find my way)
of of of of of of of of

Genişletilmiş baskı yapayım, son 10 gündür galiba dünya KY si söylüyor bu şarkıyı, koro halinde....

TheSecret
18-05-2006, 12:47
"Yaziklar olsun" diye baslayan ve
"Batsin bu Dunya" diye devam eden Orhan babanin melankolik sarkisinin ingilizce versiyonu ha..??
Tarkan mi soyluyor? Madonna mi? :;sicakkahve :;sicakkahve
Söylese söylese Manhattan-Hackensack arası çalışan dolmuşçular söyler :p

HANNIBAL
18-05-2006, 12:52
cemilemin gezdiği dağlar meşeli imanın
aman üç gün oldu ben bu derde düşeli

gaydırı gubbak cemilem
nasıl, nasıl edelim bu işi

nikahımızı kıysın Çağırın gelsin
hoca memişi

cemile kız ne gezersin havada
basmada fistan, parlak potin ayakta

gaydırı gobbak cemilem

"olaya birde kısa vade bakalım son 3 günün teknik analizi" ;)

alihoca
20-05-2006, 11:25
Arka BahÇe’nin Güzel Dostları,

Ülkemizin Akdeniz yöresi doğal güzelliklerinin yanı sıra mevsimsel özellikleri itibarı ile deniz-güneş turizmi ile Dünya’ca ünlü olduğu hepinizin malumudur. Ayrıca yaz sebze ve meyvelerinin birçoğunu; üzeri ahşap, alüminyum, çelik boru ya da profilden oluşan iskeletlerin, plastik(PVC) branda, cam ve levha ile örtülü, içinde yüksek ısı, su, nem, ışık olanakları sağlanmış özel topraklı seralarında üretim yapan güzel insanların sayesinde kışın soğuğunda evlerimizde görebilme şansına sahip olduğumuzu bilenler bilir.

Antalya yöresinde sebze ve meyve üretimi ile önemli bir iş kolu haline gelen seracılık faaliyetleri, son yıllarda bir başka başarıya daha imza atmıştır desek doğru olur. O da kalorifer tesisatı ile döşeli, otomatik su püskürtme sistemleri ve bitki hastalıkları konusunda uzmanlar tarafından kameralar ile günün her saati izlenen ve gözlenen, son derece modern seralarında üretilen kesme ve saksı çiçekleri tüm Dünya’da aranılır olmuştur.

Soğuk hava depolarının yanında, paketleme üniteleri ve yine her türlü bozulmayı önleyen havalandırma tertibatlı kargoları ile sadece Avrupa’ya değil, Dünya’nın her yerine üzerindeki çiğ taneleri bozulmadan ulaştırılmaktadır desem işin ciddiyeti anlaşılır sanırım.

İşin anlam ve önemine binaen girizgâhı daha fazla uzatmadan, Avrupa’nın en görkemli mekânları için kesme çiçek üretimi yapan seraları ile Arka BahÇe’nin ilgi ve alakasına geleyim dilerseniz.

Antalya yöresinde hoş sohbetli, yüreği güzel, kendisi emin bir Arka BahÇe Dostumuz,
İhracat için ayrılmış olanlardan da özenle seçerek, kendi elleri ile kesim ve paketlemesini yaptığı iki yüz adet karanfili;

En başta Sn Master ve Sevgili AnnE’miz olmak üzere tüm Arka BahÇe Dostlarına göndermiştir.

Dostumuzun yüreği kadar güzel, nezih ve bir o kadar nadide KARANFİLLER, bendeniz tarafından bugün saat on itibarı ile tüm Arka BahÇe Dost ve Sevenleri adına,

Mahcubiyetten kıpkırmızı, sonsuz teşekkür ve şükran duyguları ile teslim alınmıştır.

Arka BahÇe Dergâhının,
İstanbul ikametli Gönül Dostlarının;

Güzel Dostumuzun göndermiş olduğu değerli armağanlarını teslim almak için, gerekli girişimleri özelime ulaşarak başlatmalarını arz ederim efendim.


Saygılarımla

AnnE
20-05-2006, 14:03
Muhteremler ;

Burası hakikaten tuhaf insanların tuhaf şeyler yaptığı biryer.
Bu tuhaf mekana takılmayan herhangi bir vatan evladına şu yapılan hoşluğun anlamını asla anlatamazsınız.
Buranın ahalisine de sadece kimlerle bir arada olduğunun keyfini bir daha hatırlatır.Yahu böyle insanlar birbirlerini bile tanımadan biraraya nasıl gelebildik diye hafiften kafayı çizdirir.


Antalyalı tuhaf dostumuzun bu hoşluğuna teşekkürlerimi sunmanın yetersiz ve anlamsız olduğunu bilir ve bunun altında nasıl kalmayacağımızı düşünürken, üzerine bir sorumluluk almış olan Ali Hocam dan bir rica olacak ;

Hocam , payıma düşen çiçekleri, Pazartesiye kadar muhafaza etmenizi ve Pazartesi günü, okulunuzdaki , en ezik ve en başarısız çocuklara , annelerine götürmek üzere vermenizi rica edeceğim.

Yanlız, '' Anne, bu çiçeği sana Ali Hoca gönderdi diyecek çocukların , babalarına karşı da gerekli önlemleri almayı da ihmal etmeyiniz.

Master
21-05-2006, 16:15
Çok şık ve zarif bir davranış, Arka BahÇe Dostluğunun anlatımı için...Kendisi adına Sevgili Ali Hocamıza teşekkürlerimizi ve anlamlı yazısı ile AnnE miz gerekli hareketi tamamlamıştır..

Süvari
21-05-2006, 19:15
''Tuhaf insanların tuhaf konularda yazdığı tuhaf yazılar....''
Ne denebilirki.

Ali hocam zaten tuhaf bir durumda.. (Ben olsam konu komşunun ne düşündüğünümü düşüneyim, hanıma mı açıklama yapayım, karanfillere yermi arayayım)
Annem hocamdan birşeyler istemişte biraz tuhaf istekler...(Ben olsam karanfilleri yerim daha iyi)

Tuhaf bir pazartesine hazır olun. Tuhaflaşmamaya çalışın ama...

7 Tane karanfili de artık benim için saklayın hocam. Piyasaların yükselişini kutladığımızda alırım sizden kısmetse sohbetinizle beraber, bir büyük tekirdağ karşılığı...

neron
22-05-2006, 09:03
Böylesine ilginç ama bir o kadar güzel hediyeler için Antalya daki Arka Bahçeçi kardeşimize teşekkür etmek isterim.

Payıma düşen karanfilleri, son senelerdeki bazı açıklamalarından hoşlanmasam da, eşinin yolaçtığı aftan dolayı kızgın olsam da, hayatını düşünceleri ve sevgisi uğrunda yaşayan, dürüst politikacıların sonuncusu Ecevit'e adamak isterim.

Emin
23-05-2006, 21:40
Birkaç gündür önemli bir mazeretim nedeniyle Arkabahçe’ye kendimi atamamıştım. Yazıları okuyunca gene dilim şişti, bir şeyler yazama hastalığım nüksetti ama karman çorman olan ruh halimle kelimelerle boğuştum durdum, yazdıklarım içime sinmedi, silip, düzeltmekten gına geldi… Vazgeçtim ben de.

Az önce kısa bir taziye yazısını hiç tanımadığım biri için yazdım, o da içime sinmedi. Hastalık ve o ölüm gerçeğinin soğuk yüzünü birkaç gündür gözlemleyince…

Her zaman olan ölene olur.
Sayısı ne kadardır, tam olarak bilemediğim ama bunlardan bir kaç tanesini ön plana çıkardığım konular var hayatımda. Ki içinde olmaya da, o ortamı teneffüs etmeye de ve toplumun yapılmasını istediği törensel şekilleri yerine getirmeye de ayak sürüdüğüm olaylar...

İşte bunlardan biri “ölüm” denilen anın yaşanmasının ardından geride kalanlarla öyle sıcağı sıcağına karşılaşmak ve onlarla konuşmak zorunda kalmak...

Hele bu bitiş çizgisi anı çok erken gerçekleşmişse daha da zorlanıyorum.
Ateşin düştüğü yeri yaktığı, bir gerçek. Ancak ateş büyükse, harlıysa düştüğü yerin dışındakileri ısıtıp, soldurup, kavurduğu da bir gerçek.

Zaman zaman belki bizler de; beylik lakırdılarımız arasına serpiştirdiğimiz olmuştur şu özlü sözü: “Acılar paylaşınca azalır, sevinçler paylaştıkça çoğalır.”

İnandırıcılık payı, doğruluk payı kuşkusuz vardır bu sözün, yoksa kolay kolay gelip dilimize yapışmazdı. Ancak, benim tam olarak sindiremediğim bir şey var bu sözde; özellikle manevi acı nasıl paylaşılır ki?

Ağlayanla ağlayarak mı, ağlayanın gözyaşlarını silerek mi, ağlayanı iyice ağlatıp gözyaşlarının tükenmesini sağlayarak mı?

Bilmiyorum, hangisinin doğru olduğunu, uygun olacağını bilemiyorum.

Acıyı yaşayanlara sabır, direnç, serinkanlılık ve sağduyu telkin ederek mi?

Bunun da doğru olup olmadığını bilmiyorum.

Daha doğrusu neyin doğru bir davranış olacağını, neyin yararı olacağını kestiremiyorum.

Yoksa sadece “başınız sağ olsun” sözüne sığınıp, defalarca dilimize dolayıp tekrarlamak mı?

Karşılığında da “dostlar sağ olsun, sizler sağ olun” sözünü duyup, hem acıyı ciğerinin içinden yaşayan hem de aynı acıyı daha düşük derecede yaşayanların birbirlerine verdikleri bu kalıplaşmış sözlerle mi yetinelim?

Gerçekten bilemiyorum.

Ortada değişmez bir gerçek var. Sebebi ne olursa olsun, hangi koşullarda gerçekleşirse gerçekleşsin giden artık aramızda yok! O artık “sadık yârin koynunda”.

Bildiğim ve herkesin de bildiği; her gün binlerce, doğum ve ölüm kapısından giriş ve çıkışın yaşandığı bu dünyada, biz geride kalanlar da o binlerce kişinin çıkış yapacağı kapıya doğru yürüyen ölüm kervanına katılacağız.

Çevremizden, yakınlarımızdan katılanları gördüğümüz bu kervana bakıp, biraz da inanmadan ve aldatıcı bir oyalama ile “siz gidin biz arkadan yetişiriz” edasıyla onları uğurlarken hiç katılmayacakmışız gibi düşünüp kendimizi bir süre daha oyalayabiliriz. Sanki bize verilmiş bir senet veya söz varmış gibi daha zamanımızın gelmediğini hesaba katıp, yaşama dört elle ve daha sıkı sarılabiliriz.

Aksini yapmak mümkün mü?

Belki böyle davranmak da acıdan sıyrılmanın başka bir çıkış yoludur.

Bir de; doğru gibi görünen ve herkesin dilinde olan “hayat devam ediyor” sözüne benim kanım pek kaynamıyor. Üşütücü, serin ve duygusuz buluyorum. Evet, hayat devam ediyor ama hayat onsuz devam ediyor, bir yanımız eksik, kayıp ve yitik olarak.

Bu eksikliklerimiz her geçen gün çoğalıyor. Dede, nene, anne, baba, amca gibi bizden büyüklerin eksikliğini biraz daha çabuk kabulleniyoruz fakat diğerlerini o kadar kolay sineye çekemiyoruz.

Ağlıyoruz, ta ki gözyaşlarımız kuruyana dek. Sonra derin ve etkili, buruk ve donuk bir sessizlik...
Süresi hiç önemli değil; üç gün, yedi gün, kırk gün, elli iki gün, bayram, yıl ve yıllar derken fotoğraflarda, filmlerde, belleklerde kaldığı kadar...
İşte, öyle bir hatırlama. Bu arada da başka acılarla, başka yangınlarla, bir diğerinden ötekine hüzünlü tanışmalar.
Bu döngü, böyle!

Her seferinde eksikliğimizi artırarak; öksüzleşerek, yetimleşerek, kukumav kuşları gibi yapayalnızlaşarak sıranın bize geleceği o ana kadar yaşama tutunmaya devam edeceğiz ama...

İşte, böyle geçen her gün bizi gittikçe melülleştirecek ve Akarsu’nun dediği gibi;”bazı bazı gülsem de yine gönlüm hoş değil” noktasına getirecek.

Bu düşüncelerle karmakarışık olduğum için kısa taziye yazımda “acınızı, üzüntünüzü, yasınızı paylaşıyorum, ailecek paylaşıyoruz” diyemedim.

“Acı, üzüntü ve yas sizin, dolu dolu yaşayın. Nefes alışlarınız normale dönene kadar, yüreğiniz soğuyana kadar, yaranız kabuk tutup soyulana kadar, sevginizin ölçüsü ne kadarsa işte, o kadar üzülün, ağlayın, düzensizleşin, bedeninize ve ruhunuza kaldırabildiği kadar içkence yapın” demek geliyordu içimden.
“Mekânı cennet olsun, Allah gani gani rahmet etsin, Fatma anamız yoldaşı olsun, nur içinde yatsın” gibilerinden temennilerde bulunsaydım daha kolay olurdu belki…

Nerdeyse her gün duyduğumuz gördüğümüz “başkalarının ölümüne, ölüsüne” acaba ben biraz fazla mı kafa yoruyorum onu da bilmiyorum.

Al işte, ne kadar kolay okunan bir yazı başlığı: “Lice'de yola döşenen mayının uzaktan kumanda ile patlatılması sonucu uzman çavuş Mustafa Kale şehit oldu.” Yazının yanında da bir aylık ya var, ya yok bebekle yanak yanağa çekilmiş, artık bu dünyada olmayan gencecik bir insan resmi!

İçim yanıyor ve yüreğim sıkılıyor, burkuluyor…

İnsanı insan yapan acaba bu; acımak, yazıklanmak duygusu mudur?

Bence, sanki bu duygu en erdemli duyguların ilk sırasındadır, en önündedir.

Sözü sündürdük, neyse, çoğu zaman olduğu gibi: “olan, ölene oluyor.”

bikmisbroker
23-05-2006, 22:25
Arka BahÇe’nin Güzel Dostları,


Antalya yöresinde hoş sohbetli, yüreği güzel, kendisi emin bir Arka BahÇe Dostumuz,
İhracat için ayrılmış olanlardan da özenle seçerek, kendi elleri ile kesim ve paketlemesini yaptığı iki yüz adet karanfili;

En başta Sn Master ve Sevgili AnnE’miz olmak üzere tüm Arka BahÇe Dostlarına göndermiştir.


Hakkima dusen (dusuyorsa eger) o karanfillerin Esi vefat eden Pinar hanima "Bas sagligi dileklerimle beraber" verilmesini arzu ederdim (mumkun olabilseydi eger)..

Saygilarimla,
Bikmisbroker

dentist
23-05-2006, 22:55
Sayın Emin;

O kadar güzel ifade etmişsinizki duygularınızı ve hatta bizim duygularımızıda ifade etmişsiniz diyeyimde tam olsun. Yazınızı bir kaç kez okudum.

Ölüm konusu gerçekten benimde zaman zaman aklıma gelip yine sizin dediğiniz gibi düşünmeyi sonraki günlere ertelediğim bir konu, ölen insanların yakınlarını zaman zaman gözlemliyorumda en çok seveni bile 3 ay bilemedin 1 yıl sonra normal hayatına geri dönüyor ya da dönmek zorunda ya da dönmeli. Her ne dersek diyelim her nasıl tarif edersek edelim ölen için gerçekten acı bir durum.

Velhasılı kelam sözü sizin sözünüzle bağlıyorum...

“olan, ölene oluyor.”

Bu arada bu yazı vasıtası ile yazmış olayım yolladığınız çiçekler büyük bir jest oldu Arka BahÇe ahalisine , ben şahsıma düşen kısım için teşekkür ederim.

R.W
23-05-2006, 23:25
"olan oluye oluyor"
bunun uzerine iki kelam etmek isteriz vesselam....

insanoglu'nun sanal yasami sevecegini ve sevdigini bilen yaratici,
daha her seyin basinda inanacaklara gonderdigi hemen hemen butun kutsal kitaplarinda aslinda varolan tek gercegin sefil kullarinin gozunde yokolus olarak yorumlandigini ama bu yokolusun bir son degil asil ve tek gercege geri donulen bir baslangic oldugunu vahyetmistir.
Bastan sona ilahi bir diyalektika'nin onunde durmaktansa
ilahi kudrete inanan bir fukara olarak
gercege donene baslangic icin rahmet dileriz.......

yukardaki yazi ustumuze vazife olmamakla beraber dustugu yeri yakan butun ates'lere sonsuz saygi ile karalanmistir.

AnnE
24-05-2006, 08:31
Günaydın Ahali ;

Hayır efendim !
Irina'nın hala buralarda olduğunu ve Haziran ortalarına kadar kalmayı planladığını yazmayacağım.

At kiralayarak iki hafta arayla tecavüz eden mühendis kardeşimize 250 YTL para cezası verildiği ve, adaletmi bu ! diye ağlaşan hayvanseverlerin nasıl bir adalet beklentisi (yoksa kısas mı ?) içinde olduklarını betimlemeyeceğim.

Sadece dönüp dönüp şu tuhaf yazıyı bir kere ve bir kere daha ve bir kere daha okuyacağım.

-------------------------------
Birkaç gündür önemli bir mazeretim nedeniyle Arkabahçe’ye kendimi atamamıştım. Yazıları okuyunca gene dilim şişti, bir şeyler yazama hastalığım nüksetti ama karman çorman olan ruh halimle kelimelerle boğuştum durdum, yazdıklarım içime sinmedi, silip, düzeltmekten gına geldi… Vazgeçtim ben de.

Az önce kısa bir taziye yazısını hiç tanımadığım biri için yazdım, o da içime sinmedi. Hastalık ve o ölüm gerçeğinin soğuk yüzünü birkaç gündür gözlemleyince…

Her zaman olan ölene olur.
Sayısı ne kadardır, tam olarak bilemediğim ama bunlardan bir kaç tanesini ön plana çıkardığım konular var hayatımda. Ki içinde olmaya da, o ortamı teneffüs etmeye de ve toplumun yapılmasını istediği törensel şekilleri yerine getirmeye de ayak sürüdüğüm olaylar...

İşte bunlardan biri “ölüm” denilen anın yaşanmasının ardından geride kalanlarla öyle sıcağı sıcağına karşılaşmak ve onlarla konuşmak zorunda kalmak...

Hele bu bitiş çizgisi anı çok erken gerçekleşmişse daha da zorlanıyorum.
Ateşin düştüğü yeri yaktığı, bir gerçek. Ancak ateş büyükse, harlıysa düştüğü yerin dışındakileri ısıtıp, soldurup, kavurduğu da bir gerçek.

Zaman zaman belki bizler de; beylik lakırdılarımız arasına serpiştirdiğimiz olmuştur şu özlü sözü: “Acılar paylaşınca azalır, sevinçler paylaştıkça çoğalır.”

İnandırıcılık payı, doğruluk payı kuşkusuz vardır bu sözün, yoksa kolay kolay gelip dilimize yapışmazdı. Ancak, benim tam olarak sindiremediğim bir şey var bu sözde; özellikle manevi acı nasıl paylaşılır ki?

Ağlayanla ağlayarak mı, ağlayanın gözyaşlarını silerek mi, ağlayanı iyice ağlatıp gözyaşlarının tükenmesini sağlayarak mı?

Bilmiyorum, hangisinin doğru olduğunu, uygun olacağını bilemiyorum.

Acıyı yaşayanlara sabır, direnç, serinkanlılık ve sağduyu telkin ederek mi?

Bunun da doğru olup olmadığını bilmiyorum.

Daha doğrusu neyin doğru bir davranış olacağını, neyin yararı olacağını kestiremiyorum.

Yoksa sadece “başınız sağ olsun” sözüne sığınıp, defalarca dilimize dolayıp tekrarlamak mı?

Karşılığında da “dostlar sağ olsun, sizler sağ olun” sözünü duyup, hem acıyı ciğerinin içinden yaşayan hem de aynı acıyı daha düşük derecede yaşayanların birbirlerine verdikleri bu kalıplaşmış sözlerle mi yetinelim?

Gerçekten bilemiyorum.

Ortada değişmez bir gerçek var. Sebebi ne olursa olsun, hangi koşullarda gerçekleşirse gerçekleşsin giden artık aramızda yok! O artık “sadık yârin koynunda”.

Bildiğim ve herkesin de bildiği; her gün binlerce, doğum ve ölüm kapısından giriş ve çıkışın yaşandığı bu dünyada, biz geride kalanlar da o binlerce kişinin çıkış yapacağı kapıya doğru yürüyen ölüm kervanına katılacağız.

Çevremizden, yakınlarımızdan katılanları gördüğümüz bu kervana bakıp, biraz da inanmadan ve aldatıcı bir oyalama ile “siz gidin biz arkadan yetişiriz” edasıyla onları uğurlarken hiç katılmayacakmışız gibi düşünüp kendimizi bir süre daha oyalayabiliriz. Sanki bize verilmiş bir senet veya söz varmış gibi daha zamanımızın gelmediğini hesaba katıp, yaşama dört elle ve daha sıkı sarılabiliriz.

Aksini yapmak mümkün mü?

Belki böyle davranmak da acıdan sıyrılmanın başka bir çıkış yoludur.

Bir de; doğru gibi görünen ve herkesin dilinde olan “hayat devam ediyor” sözüne benim kanım pek kaynamıyor. Üşütücü, serin ve duygusuz buluyorum. Evet, hayat devam ediyor ama hayat onsuz devam ediyor, bir yanımız eksik, kayıp ve yitik olarak.

Bu eksikliklerimiz her geçen gün çoğalıyor. Dede, nene, anne, baba, amca gibi bizden büyüklerin eksikliğini biraz daha çabuk kabulleniyoruz fakat diğerlerini o kadar kolay sineye çekemiyoruz.

Ağlıyoruz, ta ki gözyaşlarımız kuruyana dek. Sonra derin ve etkili, buruk ve donuk bir sessizlik...
Süresi hiç önemli değil; üç gün, yedi gün, kırk gün, elli iki gün, bayram, yıl ve yıllar derken fotoğraflarda, filmlerde, belleklerde kaldığı kadar...
İşte, öyle bir hatırlama. Bu arada da başka acılarla, başka yangınlarla, bir diğerinden ötekine hüzünlü tanışmalar.
Bu döngü, böyle!

Her seferinde eksikliğimizi artırarak; öksüzleşerek, yetimleşerek, kukumav kuşları gibi yapayalnızlaşarak sıranın bize geleceği o ana kadar yaşama tutunmaya devam edeceğiz ama...

İşte, böyle geçen her gün bizi gittikçe melülleştirecek ve Akarsu’nun dediği gibi;”bazı bazı gülsem de yine gönlüm hoş değil” noktasına getirecek.

Bu düşüncelerle karmakarışık olduğum için kısa taziye yazımda “acınızı, üzüntünüzü, yasınızı paylaşıyorum, ailecek paylaşıyoruz” diyemedim.

“Acı, üzüntü ve yas sizin, dolu dolu yaşayın. Nefes alışlarınız normale dönene kadar, yüreğiniz soğuyana kadar, yaranız kabuk tutup soyulana kadar, sevginizin ölçüsü ne kadarsa işte, o kadar üzülün, ağlayın, düzensizleşin, bedeninize ve ruhunuza kaldırabildiği kadar içkence yapın” demek geliyordu içimden.
“Mekânı cennet olsun, Allah gani gani rahmet etsin, Fatma anamız yoldaşı olsun, nur içinde yatsın” gibilerinden temennilerde bulunsaydım daha kolay olurdu belki…

Nerdeyse her gün duyduğumuz gördüğümüz “başkalarının ölümüne, ölüsüne” acaba ben biraz fazla mı kafa yoruyorum onu da bilmiyorum.

Al işte, ne kadar kolay okunan bir yazı başlığı: “Lice'de yola döşenen mayının uzaktan kumanda ile patlatılması sonucu uzman çavuş Mustafa Kale şehit oldu.” Yazının yanında da bir aylık ya var, ya yok bebekle yanak yanağa çekilmiş, artık bu dünyada olmayan gencecik bir insan resmi!

İçim yanıyor ve yüreğim sıkılıyor, burkuluyor…

İnsanı insan yapan acaba bu; acımak, yazıklanmak duygusu mudur?

Bence, sanki bu duygu en erdemli duyguların ilk sırasındadır, en önündedir.

Sözü sündürdük, neyse, çoğu zaman olduğu gibi: “olan, ölene oluyor.”

Master
24-05-2006, 11:15
İnsan yalnız ölür.......

Ramo
24-05-2006, 12:55
Sevda Tepesinde geçen gün
Karşıki masanın altında
İki tane tavuk gördüm
Toprakla yıkanıyorlardı
Eşeledikleri çukurda
İnsanlar için de belki ölüm
Toprakla bi tür
Yıkanmaktır diye düşündüm

Can Yücel

R.W
24-05-2006, 15:44
İnsan yalnız ölür.......

ölü'lerle konuşabilmenin imkansızlığı varoluşun dayanılmazlığını hafifletebildikçe hafifletmektedir.
ölürken insan değil miyiz'in cevabı bilinçötesinde.............var mı geçebilen???

:confused: :confused: :cry:

AnnE
24-05-2006, 22:41
Heyytt Ahali !!!

'' Hoşgeldin Anne ; ne bu hal bugün erken başlamışın?!!

He ya kızım ; erken başladım erken oldum.Bir dakka ya sen ne arıyosun hala burada.Senin için gitti dediler.Yoksa ben fazla mı götürdüm de , halllu, eee neydi ya haklu, yok yok halısimulasyon , amman ne haltsa öyle bişey mi görüyorum ?

'' Yok yok AnnEm , halusinasyon falan görmüyorsun , ben gitmedim , malum kişi talimatı verdi , yaklaşık bir ay daha buralardayım. Ben burdayım da sen pek burada değil gibi görünüyosun.Leğen falan getireyim mi , için bulanıyor gibisin ?''

Baaak!! Bana Çiller muamelesi yapma fena oluruz.Benim ay qu'm en az altmış var , ona benzemem, incitmeyeyim şimdi seni.

'' Tamam AnnEm üzülme sen.Hayrola bugün niye kandili erken söndürdün ? ters birşeyler mi var ?''

Vay vay vay ; sen kandili söndürmeyide mi öğrendin.Afferim kız sana.Neyse ; fazla kurcalama orasını burasını, zira pek düz giden birşey yok.Ben unutmak için şeffafı beyaz yapıyorum , beyazı da ortalıktan yok ediyorum , şimdi sana yok kaç taneydi, kaç şişeydi , ufak mı , büyük mü hesabını vermeye gelmedim.

'' yahu AnnEm tamam dedik.Ben seni üzermiyim hiç ! Ama bazıları var , gelip gidip soruyorlar , ''AnnE neden malum dostlarının acılarını paylaşmaya gitmedi'' diye ''

Bak kızım ; yukarıda bir yerde , tuhaf insanladan biri tuhaf birşeyler yazmış , aç bir daha oku.Üstelik o tuhaf insan bizim gibi virtual bahçelerde değil , hakiki bahçelerde hakiki çiçekler üreten ve hakiki insanların hakiki mutluluklarına tad katan çiçekler üreten biri.Hayır ; katmışlığı vardır oradan biliyorum.
Bu insan evladı denen yaratığın acıları , bilgi gibidir, paylaştıkça artar. Bu insan evlatlarının bu topraklarda yaşayanları da takvime pek meraklıdır. Yedisi , kırkı, elliikisi, yok sene-i devriyesiydi falan diye , şamanlıktan kalma gösterilerle gidenin ardından Vah çekerler. Oysa ki gidenler , o şairler şairinin dediği gibi , '' beyaz atlarına binip '' gittiler. Ve giderken , başkalarına acı bırakmayı isteyerek gidende olmamıştır. Onların gittikleri yerdeki huzuru, arkalarında bıraktıklarının onlara ihtiyaç duymamasıyla paraleldir. Gidenleri sadece hoş anılarda hatırlayabiliyorsanız onlar orada huzurludurlar.Nereden mi bliiyorum? karıştırma orasını.Bak kafam bulanık çok konuşturma beni , ne dediğimi tam bilemiyorum zaten.

'' Tamam be AnnEm . Ben zaten ha bire gelirim , giderim , yatarım, kalkarım, bu sizin memlekette neyin ne olduğunu anlayabilmiş değilm. Hakikaten de sizde sadece gidenlerin değil , herşeyin ,yedisi, kırkı , elliikisi var.Ama araları boş. Bir ara duymuştum , Susurluk diye bir yerde bir kepazelik çıkmış , sizinkiler kırk gün lamba aç-kapa yapmışlar , sonradan hatırlamaz bile olmuşlar. Okumuş bir dallama Yargının tepesindeki insanları doğradı , ki ben buradaydım , sizler bile yedi gün birbirinizi yediniz, sonra sap-saman birbirine girdi, birşey olmamış gibi davranmayı becerebiliyorsunuz. Sonra da kalkıp , şanlı tarih , bizim atalarımız gibi bir takım geyikler çeviriyorsunuz.Ben sizin alayınızı yerim AnneM. ''

Ulan kızım ! Bak ayılırsam fena olur . Biz herşeye katlanırız , bizim aslında bir halt olamadığımızın söylenilmesine katlanamayız.Kat kat ederim seni kapa bu mevzuuyu.Yap şurdan köpüklüsünden bir sade kahve de toparlanalım.

'' Emrin olur AnneM. Yanına da bir SWOP konyak vereyim mi ? ''

Ver tabi.Ama bira bardağında olsun.

Bilmem şişeyi getir mi deseydim.

bikmisbroker
25-05-2006, 02:44
İnsan yalnız ölür.......

Hocam,
Yukardaki yazinda Insanlarin Yalniz öldüklerinden bahsetmissin?
ACABA "yalniz dogmuyorlarmi??"
Hayati boyunca hayattan aradiklarini bulamamislarin "Yalniz yasadiklari" gibi??

Velhasil Kelam ben senin kelamini;
"Insanlar yalniz dogar, yalniz yasar ve yalniz ölür" seklinde degistirecegim musaadenle..

(Arada, kah esimiz, kah dostumuz, kah 1-2 sevenimiz ile yasadiklarimiz, ve muhtelif yerde ve sekillerde olusan-bu web sitesinde oldugu gibi- empatileri haric tutarsak EGER..)

Gelelim Gonderilen ciceklerin kimden geldigine;
TANIDIK bir dosttan gelmis meger de haberimiz Yokmus?
Bu ince dusunce icin Sevgili Emin kardesime buradan tekrar tesekkur etmeyi BORC bilirim. Olmezde sag kalirsam, (bu kardesimin cayini icmek bahanesi ile) kendisi ile Fiziki olarak tanismak farz oldu. Kismet diyelim..

zumbul
25-05-2006, 15:05
http://www.arka-bahce.org/forum/showthread.php?p=4597#post4597

http://www.arka-bahce.org/forum/showthread.php?p=4558#post4558

http://www.arka-bahce.org/forum/showthread.php?p=4439#post4439

Ayıp diye birşey var,edep ya hu!
Bu kadar mahrem yerler açılır saçılır mı!
Göstere göstere yazılır mı!
E bakmayan da kabahat.
Bakıp da güzele,sonra almayan da kabahat....

Master
25-05-2006, 15:54
Sevgili Babo, yinede İnsan Yalnız ÖLÜR.... Annenize,Babanıza ve ebenize tşk ediniz, ayrıca Yaşamın enüst kulvarı olan Mazlum ve buruk hikayelerdeki sevgili sevmezliğinin ahını da, yalnız kalınmış hislerin arandığı ve DOST edinilmeye çalışılmış olunan, Balık, roka, Rakı anlamlarında yudumlanmıştır Hüzün ve yalnızlıklar, sadece paylaşılarak...ama yine Yalnızzzz Ölür İnsan...

account
25-05-2006, 19:28
Yalan Tohumdur.Bire kırk verir.Verdiği kırkın her biri bir tohumdur ki o da bire kırk verir.
Bilgi de tohumdur.Bire yüz verir.Verdiği yüzün her biri Bir tohumdur ki;sana bilgelik, torunlarına da ilham verir.
Zeka Sudur.Tohumları yeşertir.Yalanı da bilgiyi de.
Yetenek Topraktır.Ne ekersen onu biçersin. Ekmezsen üzerinde ayrık otları biter.
Emek Güneştir.Tohuma da suya da toprağa da hayat verir..
Kader, çadırınızdaki kilim gibidir. İpliğini ALLAH verir, Sen dokursun. Deseni sendendir, renkleri ALLAH'tan.
Şans Doğal gübredir.Boktan bir şeydir yani.Ne zaman nereye düşeceği belli olmaz.
Kilimine düşerse kirletir. Desenini değiştirir.Her seyi bombok eder.Oysa toprağına düşerse besler

bodrumdan sevgilerimle:;kahkaha

Süvari
26-05-2006, 19:25
Haftanın özetini gereksiz olmasa da anımsatmakta fayda görüyorum. Neden mi?
İrina hanım...
İrina dan daha güzel bir neden olamaz zaten.
İrina nın sonunda beni arayarak yeter Süvari herkes hakkımda atıp tutuyor yada yanlış düşünüyor bir anlat şunlara demesi ile silkindim.

-Annem zaten yazmış Svg İrina. Daha halen mi anlamıyan var.

+O okadar enteresan şeyler yazıyorki arada kaynayıp gitmiş ''DİKKAT'' den yoksun çok kişi var.

-Ne yapsınlar İrina dedim iş güç kolay mı herkes bizim gibi boş gezmiyor. DİKKAT de dağılıyor.

+Sabahın 4 ü gecenin körü ne zaman baksam ışığın yanıyor be Süvarim gündüzde o gürültü toz toprak sen mi boşsun. Ötesi yok canım biraz da ye paranı hep koşturmak çocuğunun 18 ini göremeyeceksin bu gidişle.

-Tamam İrina sus yazacam söz yeterki uzatma seni kırarsam Annem de beni kırar...

+Aslan şovalyem yaz...
-Ben zırhsız Süvariyim. Zırh delikanlı adamı bozar. Malum biz Türklerin canları tatlı değildir...

+Bir söz geçiyoyordu Süvariciğim ''Her vade için stop los'' 39314
Bunuda epey irdelemşti bahçe sahibi... ANCAK burada biraz mola veren piyasayı izlemeyi sürdürmüş altına kayarken de satış yapmamıştı. Zararı bilmediğinden stoplossu pek kullanmazdı aslında; ama yazmıştı geçen hafta.

-Evet İrina benim gibi eksik dalga sayıcılarıda burada (38 binlerde) bile dibin olabileceğini belirtmişti hatırlanırsa.

+İşte orada beni hemen gönderdiğini sandılar oysa ben daha yerleşmemiştim bile nereye gideceğim daha burdayım.

-Biliyorum İrina zaten hafta başı bu mesaj ile güne başlamıştık. ''Günaydın RİSK ALMAK İÇİN 37703'' Geçen haftalardaki ''İzliyoruz'' lafından ne kadar gına geldiğini ve kayıpların da sadece izlemeyenlerde olması ayrı bir dert idi.

http://www.arka-bahce.org/forum/showpost.php?p=4433&postcount=206

Bu mesaj yazılırken 39 binlerin üzerindeydi piyasa. Ardından o akşam ''Gün Sonu PORTFÖY HAZIRLIĞI ORTA VADE '' diye flaşlar patladı. Aksilik ertesi günde dip oldu. Bu şartlarda senin yerini de genişleteceğini ilan etmişti zaten. Hatta sana sürpriz yapmıştık beraber CarreferSA ya gidip tüm eşyalarını ve yaklaşık EN AZ 2 ay seni idare edecek erzak ve AKsesuarı bir çırıda almıştı.
Ben de sormuştum haliyle (aramızda kalsın) neden TÜP lü bir ocak, adak KOÇ u, pİŞirme tencereleri almadık. Onları da sen ve diğerleriniz alın İrina yı bilirsin dedi fazla şey alırsam onu temelli tutacağım diye korkar buralarda. Sonuçta ne kadar sevsede zaman Türkiye de temelli kalınacak dönem değil.

+Gerçekten çok düşüncelidir. Sağolsun kal dese kalırım ama malum benim de bekleyenlerim var.

-Neyse en sonda bu sabah yine ''EK ALIM İÇİN 37581 TUTUNMALI '' dedi İrina.
Seninde HAZİRAN ortalarına kadar buralarda olacağını Annem zaten duyurmuştu halen nerde karışıklık var anlamadım Svg. İrina

+Dertleşelim dedim be Süvarim maksat görmek bakarsın temmuzda bilemedin Ağustosda giderim görüşemeyiz brkaç ay yanmayayım görüşmeden ayrıldığımıza.

-Aklıma da hiç ayrılamam derken kavuşmak hayal oldu şarkısı geldi. Yok yok İrina burda erkenden hasret acısına gerek yok...

''Yakındakine bundan daha ne kadar uzak bakılabilirki İrina'' gün gün kayıtlar orda. Boşuna telaşlanma anlaşılmayan birşey yok. Kimse seni göndermedi göndermeyecekde...

ah kadınlar...

dentist
28-05-2006, 15:46
Biraz geç anladılar değerimizi ama olsun hiç olmamasından iyidir, filmimiz yakında sinemelarda....


146



http://www.istanbul.net.tr/istanbul_film_detay.asp?id=1099

AnnE
29-05-2006, 09:33
Sabahın 4 ü gecenin körü ne zaman baksam ışığın yanıyor be Süvarim gündüzde o gürültü toz toprak sen mi boşsun. Ötesi yok canım biraz da ye paranı hep koşturmak çocuğunun 18 ini göremeyeceksin bu gidişle.

Tamam İrina sus yazacam söz yeterki uzatma seni kırarsam Annem de beni kırar...

Aslan şovalyem yaz...
-Ben zırhsız Süvariyim. Zırh delikanlı adamı bozar. Malum biz Türklerin canları tatlı değildir...

.....................
Dertleşelim dedim be Süvarim maksat görmek bakarsın temmuzda bilemedin Ağustosda giderim görüşemeyiz brkaç ay yanmayayım görüşmeden ayrıldığımıza.

Aklıma da hiç ayrılamam derken kavuşmak hayal oldu şarkısı geldi. Yok yok İrina burda erkenden hasret acısına gerek yok...

''Yakındakine bundan daha ne kadar uzak bakılabilirki İrina'' gün gün kayıtlar orda. Boşuna telaşlanma anlaşılmayan birşey yok. Kimse seni göndermedi göndermeyecekde...

ah kadınlar...


Sabahın dördünde kesişmeler.......
Aslan şövalyem.....
Hiç ayrılamam derken....

Bilmem ki bunlar, hesabının verilmesi gerektiği düşünülerek söylenmiş sözler midir ?

Emin
30-05-2006, 22:59
...
Antalya yöresinde sebze ve meyve üretimi ile önemli bir iş kolu haline gelen seracılık faaliyetleri, son yıllarda bir başka başarıya daha imza atmıştır desek doğru olur. O da kalorifer tesisatı ile döşeli, otomatik su püskürtme sistemleri ve bitki hastalıkları konusunda uzmanlar tarafından kameralar ile günün her saati izlenen ve gözlenen, son derece modern seralarında üretilen kesme ve saksı çiçekleri tüm Dünya’da aranılır olmuştur.
...

Değerli Ali Hocam geçenlerde karanfil konusunda öyle bir yazı yazmıştı ki okuyunca dumura uğramıştım. Cevap verme hakkımı saklı tutmuştum.

Sadece bu konuyu deşelemek istemiyorum. Yazılarımın içine yedire yedire değineceğim.

Evet, 3 Nisan tarihinden beri bir naylon serayı zilyedimde bulunduruyorum.

Yeri gelmişken bu kelimeyi açıklamam gerektiğine inanıyorum çünkü ben de tam olarak ne anlama geldiğini bilmiyordum.

zilyet -di : isim, Hukuk Arapça, Sahibi kendisi olsun olmasın bir malı kullanmakta olan, elinde tutan kimse, eldeci.

Emekli paramı dolayısıyla elimde olan tüm varlığımı borsada yeteri kadar hırpaladıktan sonra çekip, bir miktar da borçlanarak 60 bin Yeni Türk Lirasına içinde “yığma bina” diye tabir edilen iki küçük ve eğreti evle birlikte önünde yaklaşık iki dönümlük naylon sera bulunan yeri ki, bu yer hazineye ait, tapusu mapusu yok, sadece elektrik ve su aboneliği ile sondaja ait elektrik aboneliği olan bir yerdir, almış, hukuki deyimle de zilyetliğime almış bulunuyorum.

Aldığım bu yerde karanfil ekiliydi. Yaza girişte maliyetleri kurtarmadığı için kesim işine son verilen bu karanfillerin Mayıs ayında sökülüp, bir sonraki ekime hazırlık işlemleri başlıyor(muş.)

İşte, her ne kadar dikimi bana ait olmayan bu karanfillerin söküm esnasında artık zilyetliğime geçmiş bulunması nedeniyle elime budama makasını aldım ve uzun süre dayanabilecek olanlardan bir miktar kesmeye başladım.

Keserken “su iti” oldum terden. Sonra ayıkladım, boylarını ayarladım ve bir kocaman kovaya koyarak soğuk oda deposu aradım. Henüz beni kimse tanımadığı için araya aracılar koyarak böyle bir deposu olan bir hayır sahibi de buldum.

Bir taşla birden fazla kuş vurma sevdam yüzünden yani evlenmek üzere olan bir arkadaşımın nikah töreninde de dağıtılmak üzere, kesim tarihimden itibaren 10 gün süresince o nikah arifesi gününü beklemek zorunda kaldım. Çünkü göndereceğim karanfillerin hepsinin gideceği yer Ali Hocamın dediği gibi “şehir” değil bir “ülke” olan İstanbul’du.
***
Boylarını yeniden ayarlayıp, usturubuna göre demetledim, paketledim ve terminalin yolunu tuttum. O firma senin, bu firma benim dolandıktan ve parasıyla da olsa yalvar yakar olduktan sonra bir otobüs firmasına zorla verebildim ve bu şaşırtmaca davranışımın anlamını bilecek değerli kişilere solmadan erişmesi için kazasız belasız yolculuklar diledim.

Çile sırası kadirşinas Ali Hocamdaydı ve bu eziyeti yeteri kadarıyla çektirdiğimi düşünüyorum.

Kısa özeti böyle olan bu işin bir yazıda dile geleceğini umuyordum ama Ali Hocamın anlattığı gibi değil.

O, öyle bir Antalya ve sera tarif etmiş ki dayanamadım ve bu yazımı yazmak zorunda kaldım.
***
Aman Hocam ne kaloriferi, ne kamerası; hepi topu bir naylon sera ve o naylonların üçüncü yılı, demirleri paslı, fıskiyeleri kireçlenmiş, hortumları patlak, ip bağlanan baş demirlerinin kaynakları çatlak, etek naylonları yamalı, yanakları yırtık bir sera!

Şu sıralar fide dikimine hazırlıklarla uğraşıyorum ama buradaki yığma eve, zor bela, doğup büyüdükleri yerden sökerek getirdiğim 80’li yaşlardaki anne, baba ve halamın Antalya Devlet Hastanesindeki muayene ve tedavilerinden zaman bulabildiğim kadarıyla, tabii.

Bu konu ile ilgili teşekkür edenlere elbette ki ben de teşekkür ediyorum ama yazılarını büyük bir hazla okuduğum kişilere “burada bir dost adayınız var” demek istediğim için böyle bir tuhaflık yapmıştım.

İki küçük açıklama:
Bir; Antalyalı değilim. Geçen yıl emekli olduktan sonra 10 Haziranda buraya geldim. Memleketim; adının her geçtiğinde birçok kişiyi bilinen nedenlerle tedirgin eden Tunceli’nin Pertek ilçesidir.

İkinci küçük açıklama ise; o karanfilleri ben Ali Hocamın dediği gibi “yüreğimdeki seradan” göndermiştim.

alihoca
31-05-2006, 00:10
Sevgili Emin,
Güzel İnsan;

Bu Arka BahÇe bir garip yerdir. Çeliğine çift su verilmiş çift taraflı Bursa Bıçağı gibi keskin yazdıklarına bakma Sen. Yürekleri çook yufkadır.

Bazen bir kelime, bazen kıyıda köşede kalmış bir resim, kimi zaman da güzel bir yüreğin sunduğu bir deste karanfil ile;

Sn Master'ın mahcup, Sn AnnE'mizin gürültüyle getirip bastırdığı saklı göz yaşlarının belirivermesine yeter de artar bile.

Senin yüreciğinde ki seradan sunduğun karanfiller ile bu tuhaf insanların gözlerine, seslerine yansıyan teşekkür duygularını, tekrar görmemi, duymamı sağladığın için,

Sana ne kadar teşekkür etsem azdır.


Değerli Babana ve Halana Allahtan acil şifa dileklerimle
Saygılar sunuyorum.

AnnE
31-05-2006, 10:00
Ahali ;

Her ne kadar Alihocam , damar siyasasını elden bırakmıyaraktan , buranın piyasalarda kaşınanlar alemi olduğunu alayımıza inkar ettirip, Aliye kıvamında bir duygu seli içinde bizleri çağıl çağıl çağlatma hevesinden kurtulamasa da , meseleyi kendi mecrasına çekmek için aşağıdaki mevzuuyu anlatarak, konuyu toparlamak istemekteyim.

Şimdi sizler, yukardaki cümleyi birkaç kere daha okuyup, ne demek istemediğimi anlamaya çalışırken, ben yavaş yavaş anlatmaya başlayayım.Bu arada ilk cümleyi anlayan olursa, özel mesajla bana da izah etsin.

Efendim , Aleattin Keykubat abimiz, ( şu yaşıma geldim ,Alaattin mi ,aleattin mi, alattin mi bir türlü çözemedim ya neyse.), vüzerasını, ordusunu, yalakasını toplamış, Anadolu'da dolanırken , Pertek'le Hozat arasındaki ZEVE köyünde bir mola verir.Derdi piknik mi yapmaktır, karıkız oynatmak mıdır, garibim Dersimlilere hava basmak mıdır , bu konuda sarih bir tarihi malumata ulaşamadım.

Ha bu arada , Pertek'e neden Karakuş , Zeve'ye neden Dorutay denmeye zorlanır , bu mesele de başka bir meseledir ki, ben en iyisi bu meseleyi şimdilik mesele haline getirmeyeyim.
Neyse Ahaliciğim , Aleattin'in badigardları, konuşlanılan mevkiin etrafında dolanırken, ilerde içinde ışık fışkıran bir çadır görürler.Ve gidip '' patron , ilerde acaip bir çadır var , kıl kaptık, bir icraat yapalım mı ?'' diye sorarlar.

Alaattin 'de gidin bakın , kelek bi durumsa içindekileri getirin der, giderler.
Giderler , çadırda yaşlı bir amca, bir seccadesi, ufak bir toprak güveci, bir torba arpadan başka bir halt yok.Derler , kimsin sen ? Amca der , ben bir Adem evladıyım , adım Hıdır Sultan.Derler , Alettin seni ister.Amman der Dede, hiç olur mu ? taa nerelerden gelmiş, buyursun, başımızın üstünde misafirim olsun.Ohha be amca derler, Koca sultan , veziri, ordusu, kılı yünü senin buraya gelir mi , gelse sen nerede ağırlayacan o kadar adamı ?

Gelsin , evladım der , Tanrı misafirinin sayısı, sorgusu olmaz.

Fesüpanallah deyip giderler, Alattin'e ve anlatırlar.O da kim lan bu lavuk der, şuna yarın bi uğrayalım da kafa bulalım. Sabah toplar teşkilatı, Hıdır'ın çadıra dayanır.
Hıdır, buyur eder alayını.Alaattin dumura uğrar, nasıl uğramasın ki , içeri giren seccadeye oturuyor , her oturandan sonra seccadenin köşesinde bir kişilik boşluk.Derken, Hıdır '' acıkmışınızdır, buyrun fakir güvecimizden birşeyler yiyin'', ve güveç onca vüzera, asker arasında dolandıkça boşalmıyor, yendikçe artıyor.
Hele der, Hıdır, şu atlarınızı da bir yemliyeyim, alır, arpa torbasını, bütün atlar dilediğince arpayı yer , torba boşalmaz.

Olanlardan kafayı çizen Alaattin , Dedenin elini öper ve Resul , Munzur ve Delil isimli üç elemanını, Dede ye hizmet etmek üzere orada bırakır ve çeker gider.

Neyse ahaliciğim, hikayenin bundan sonrası malum , bu toprağın her yerindeki hikaye.

Bir yerlerde Pertek lafı geçince aklıma geliverdi.Ama esas olarak , Alihocam'a bu forumun gerçek kuruluş amacını hatırlatmak üzere yazdım.


Bilmem anlatabildim mi ?

Master
31-05-2006, 12:25
31.05.2006 13:19:57 TURKIYE'NIN MUZAKERE POZISYONU BELGESI'NDEN "EGITIM SISTEMI LAIKTIR" IFADESI CIKARILDI / CNN TURK
CNN TURK, 'TURKIYE'NIN EGITIM SISTEMI LAIKTIR' IFADESININ SON DAKIKADA
AB ILE MUZAKERELERIN CERCEVESINI BELIRLEYEN MUZAKERE POZISYON BELGESI'NDEN CIKARILDIGINI ILERI SURDU.

CNN TURK'UN HABERINE GORE; SOZ KONUSU IFADE BELGEYE, DANISTAY SALDIRISININ ARDINDAN AB GENEL SEKRETERLIGI TARAFINDAN 'GUCLENDIRICI' UNSUR OLARAK EKLENMISTI.

ANCAK BASMUZAKERECI ALI BABACAN, GECTIGIMIZ CARSAMBA GUNU ANKARA'DA YAPILAN TOPLANTIDA "YENI BIR UNSUR DEGIL, GEREK YOK" DIYEREK IFADEYI BELGEDEN CIKARDI.

CERCEVE BELGE DAHA SONRA BU HALIYLE BRUKSEL'E GONDERILDI.

HANNIBAL
31-05-2006, 12:33
31.05.2006 13:19:57 TURKIYE'NIN MUZAKERE POZISYONU BELGESI'NDEN "EGITIM SISTEMI LAIKTIR" IFADESI CIKARILDI / CNN TURK
CNN TURK, 'TURKIYE'NIN EGITIM SISTEMI LAIKTIR' IFADESININ SON DAKIKADA
AB ILE MUZAKERELERIN CERCEVESINI BELIRLEYEN MUZAKERE POZISYON BELGESI'NDEN CIKARILDIGINI ILERI SURDU.

CNN TURK'UN HABERINE GORE; SOZ KONUSU IFADE BELGEYE, DANISTAY SALDIRISININ ARDINDAN AB GENEL SEKRETERLIGI TARAFINDAN 'GUCLENDIRICI' UNSUR OLARAK EKLENMISTI.

ANCAK BASMUZAKERECI ALI BABACAN, GECTIGIMIZ CARSAMBA GUNU ANKARA'DA YAPILAN TOPLANTIDA "YENI BIR UNSUR DEGIL, GEREK YOK" DIYEREK IFADEYI BELGEDEN CIKARDI.

CERCEVE BELGE DAHA SONRA BU HALIYLE BRUKSEL'E GONDERILDI.

yeni bir unsur olmadığına göre, oldu olacak ANAYASA'dan da çıkaralım... :cry:

AnnE
31-05-2006, 12:48
Master Beyin yukarıda yazdığı mesele ile ilgili yorumlarım saklı kalmak kaydı ile, şu açıklamayı yapmama luzum hasıl olmuştur :

Grup ANEMİ nin adının, grup AnnEmi şeklinde telaffuz edilerek , malum eserlerinin bana maledilmesine hiç mi hiç gerek yoktur.

Bu açıklama, sanat eserlerini koruma yasası çerçevesinde yapılmıştır.

gemici
31-05-2006, 12:55
Master Beyin yukarıda yazdığı mesele ile ilgili yorumlarım saklı kalmak kaydı ile, şu açıklamayı yapmama luzum hasıl olmuştur :

Grup ANEMİ nin adının, grup AnnEmi şeklinde telaffuz edilerek , malum eserlerinin bana maledilmesine hiç mi hiç gerek yoktur.

Bu açıklama, sanat eserlerini koruma yasası çerçevesinde yapılmıştır.
aha da açıklama geldi..hiç bir ilgisi yokmuş
satın kağıtları
boşuna guruba bizde girermiyiz diye heveslenmişiz

Emin
31-05-2006, 20:02
Sayın Master “İnsan yalnız ölür...” demiş.
Bıkmış Broker abim de bu sözü uzatarak “İnsanlar yalnız doğar, yalnız yaşar ve yalnız ölür" demiş.
Bu cümlelerde anlaşılmayacak bir şey yok ama bana göre yine de karışık!

Bu topraklar söylence kaynıyor. Dağın, taşın, börtü böceğin, ağacın, otun, derenin, denizin, balığın, kuşun bir söylencesi var.

Belki birlikte ölmenin de söylencesi vardır!

İşte, hem Sayın AnnE’nin memleketimden anlattığı Sultan Hıdır’ın azalmayan toprak güveçteki ordu doyuran yemeğinin değişik bir türü olan bitmeyen testideki şarabına uygun hem de Sayın Master’ın insanların yalnız öldüğü görüşüne uygun olmayan bir söylence.

Üşenmedim bu kadar uzun bir yazıyı yeniden yazdım, unuttum buranın borsa bahçesi olduğunu, umarım okurken sıkılmazsınız.

Konuşan Ağaç

Yolunuz düşmüşse Bergama’ya
görmüş olmalısınız
tarihsel kalıntıları.

Roma öncesi, Roma
Selçuklu, Osmanlı
bütün uygarlıkların
izleri var,
birbirine bağlanır
bütün çağlar
orda.

Asklepion
(sağlık yurdu yani)
sağaltırmış sayrıları
ve kapısında
“Ölüm giremez buraya”
yazarmış,
ki tıp tanrısı
Asklepios
Bergama’daymış o çağlarda.

Bergama’da
daha nice söylence
çeker sizi.
örneğin
konuşan ağaç
bunlardan biri:

Bergama’nın
dağlık yerleri
gür ormandır,
çam, meşe, fıstık çamı
ıhlamur, çınar
kapalar her yanı.

İşte bu ormanda
ulu bir ağaç varmış,
yarısı çınar
yarısı ıhlamur,
tek bir gövdede
iki can yani.

Ve kar, yağmur
yaz, kış
demeden,
kozalak ve çiçek çiçek
yaşarmış.

Gören yokmuş bu ağacı
ama söylencesi
dilden dile
gelmiş günümüze:

Canı sıkılmış bir gün
Olimpos’ta oturmaktan
Zeus’un,
almış yanına Hermes’i,
eski püskü giysilere bürünüp
inmişler
Frigya’da bir kente.

Canları
insanlarla eğlenmek dilemiş
besbelli.

Kapı kapı
dolaşmışlar kenti,
çalmadık kapı bırakmamışlar
tanrı konuğu
olmak için.

Ama açılmamış
onlara kapısı
hiçbir varsıl evinin.

“Vay canına!”
diye
söylenip dururken tanrılar
alçacık damlı
bir yoksul evi
ilişmiş gözlerine.

Bir de onu
denemek istemişler
ve çalmışlar
kapısını.

Açılmış yoksul evinin
kapısı, ardına kadar.

Ve eğerek başlarını
girmiş içeri tanrılar.

Yaşlı ve yoksul
bir karı bir koca
sevgi dolu
bir yaşam
sürermiş burada.

Yaşlı karı koca
konukları oldu diye
iki garip kişi,
içten gelen bir sevinçle
başlamışlar onlara
hizmete.

İskemle sürmüş altlarına,
içi saman dolu
yastıklar koymuşlar yanlarına,
kuru yapraklar
ağaç kabukları
zeytin kökleriyle
ocağı canlandırmışlar.

Yalımlar yükselince
bir sıcaklık dolmuş eve.

Koca,
bir lahana getirmiş bahçeden,
bir dilim et bulmuş karısı;
güveç hazırlamışlar
konuklarına.

Bir yandan da
“Yorgunsunuz, dinlenir” diye
yıkamışlar onların
ayaklarını;
daha sonra
oturmuşlar yoksul sofraya
hep birlikte.

Şarapları varmış
bir testi,
konuklara saklarlarmış
nicedir,
onu da çıkarmışlar.

Ve boyuna
şarap dökerlermiş
kupalara.

Ama
hiç azalmazmış
dolu dururmuş testi.

Farkına varınca bunun
yaşlı karı koca
şaşırıp kalmışlar
ve anlamışlar ki
iş var işin içinde,
bu iki tanrı konuğu
tanrısal güçlü kişiler.

“Bağışlayın bizi,
biz yaşlı kişileriz
bilemedik” demişler,
“sizi, gerektiğince
ağırlayamadık.”

Bir kazları varmış
tıs tıs eder dururmuş bahçede
bekçilik edermiş
evlerine;
tutup onu, kesmek istemişler,
başlamışlar
kovalamaya.

Ama yaşlılıktan
koşamadıkları için
tutamamışlar kazı.

O vakit Zeus tanrı
“Gelin bizimle!”
demiş onlara.

Ve tırmanmışlar
hep birlikte
bir yamaca.

Dönmüş bakmışlar ki
arkaya,
sular altında kalmış kent;
bir tek
kendi evleri
ayakta.

Ama, derken,
bir tapınak olmuş o da.

“Ey iyi insanlar!”
demiş Zeus
yaşlı karı kocaya,
“konukseverliğiniz
ödüllendirilecek,
dileyin
ne dilerseniz!”

Yaşlı karı koca
fısıltıyla
danışmışlar birbirine.

“Biz, bu yaşımıza değin
birlikte yaşadık, birlikte ölmektir dileğimiz”
demişler sonunda.

“Olur” demiş
tanrılar
ve bekçi yapmışlar onları
kendi evlerinde kurulan
tapınağa.

Aradan
nice yıllar geçmiş.

Karı koca
yaşamışlar ömürlerini
sakin, mutlu.

Ve bir gün
güneşlenir
gençliklerini anarlarken
tapınağın bahçesinde,
bakmışlar ki
ağaç olmaktalar
yavaş yavaş;
ince ışkınlar
dallar, yeşil yapraklar
ve derken
kökler, kabuklar;
gövdeleri
bacakları
her yanları ağaç.

Karı koca
birbirlerine
“Mutlu yaşadık,
sevgi içinde…”
diye fısıldaşırken,
oradan geçen bir yolcu
duymuş bunu,
kulak vermiş ki
ağaçta iki dal konuşmakta.

Yolcu, gittiği her yerde
anlatmış bunu
herkese
ve bu söylence,
anlatıla anlatıla
gelmiş günümüze.

Siz de başkalarına anlatın
olur mu?
Ali Püsküllüoğlu

bikmisbroker
31-05-2006, 23:46
İki küçük açıklama:
Bir; Antalyalı değilim. Geçen yıl emekli olduktan sonra 10 Haziranda buraya geldim. Memleketim; adının her geçtiğinde birçok kişiyi bilinen nedenlerle tedirgin eden Tunceli’nin Pertek ilçesidir.

İkinci küçük açıklama ise; o karanfilleri ben Ali Hocamın dediği gibi “yüreğimdeki seradan” göndermiştim.

Bu yazilanlari ancak okuyabildim, bu ara Kosturmaktayim da..

Sene 1965 veya 1966 Tunceli taraflarinda araba ile dolaniyoruz, o ne guzel doga parcasidir yarabbi? Hele O munzur daginin yamacinda akan (adini da o dagdan alan) alabaligi bol dere? Sesinden arabadakiler konusurken yanindakini anlamaz, dagin yamacindan kivrila kivrila giden dapdaracik yol deseniz, TEK arabalik, 2 ci araba geldimi durup yol vereceksin.. Tunceli kokenli arkadaslarimiz ise Cabasi.. Bir baska yazi konusu tek basina kisaca..


Bir yerlerde Pertek lafı geçince aklıma geliverdi.

Yine pertek li bir arkadasimiz anlattiydi;
M.Kemal Ataturk pertek den gecmis, ve pertek'i o kadar begenmis ki "Pertek 1 TEK" lafi da onun begenisi uzerine cikmisMIS..(Analatanin yalancisiyim)
Sonuc olarak degerli Emin kardesim, yaptigin jest butun bahce alemindeki bizlerin gonullerinde taht kurmana yetti de artti bile..

Buddha
01-06-2006, 12:12
SON haftalarda finans piyasalarında yaşananlar ekonomik birimlerin sinirlerini bozdu. Kur nereye gider sorusu daha sık sorulmaya başlandı.

Piyasaları ilgilendiren her haber gereğinden fazla dikkate alınıyor. Herkes, her an, bulunduğu pozisyonu sorgular hale geldi. Hem mali hem de reel sektörde genel bir tedirginlik hakim.

Döviz kurlarının yükselmesi beklentilerin aksine ihracatçıları da pek memnun etmedi. Onlar da hazırlıksız yakalandıklarını düşünüyorlar. Daha önce haberleri olsaydı, biraz ithal malı girdiler stok edeceklerdi. İhracatçılarımız kurların haberli ve azar azar artmasını istiyorlar. Galiba, son yaşananlar onlara da fazla geldi.

BİR ATIMLIK BARUT

Yaşanan tedirginlikler içinde Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) ortalığa döküldü. Merkez Bankası'nın oynamak istemediği rolü oynamaya soyundu. Elindeki dövizleri piyasa şartları içinde, ekonominin ihtiyaçları doğrultusunda ve diğer kurumlarla işbirliği içinde satabileceklerini açıkladı. Yani, TMSF "büyüklerim talimat verirse, her an dövize müdahale edebilirim" diyor.

Bir ilke olarak, kamu kurumlarının bankası Merkez Bankası'dır. Kamu kurumlarının parası Merkez Bankası'na yatar. Kamu kurumlarının ihtiyacı olabileceği bankacılık işlemleri Merkez Bankası'nca sağlanır. Kamu kurumları şube bazında Merkez Bankası'nın veremeyeceği bankacılık hizmetlerini başka bankalardan alırlar.

Kamu kurumları büyük hacimli iş yapan kurumlardır. Büyük hacimlerle piyasaya girdiklerinde fiyatları gereksiz ve bir defalık oynatabilme olanakları olduğundan, bu çeşit kurumların Merkez Bankası ile bankacılık işi yapmasıyla finans piyasalarının gereksiz dalgalanmaları önlenmiş olur. Dünyanın bir çok ülkesinde de bu böyledir.

TMSF döviz satma ihtiyacında ise Merkez Bankası'na dövizlerini satmalıdır. Aksi taktirde, zaten Merkez Bankası'na tuttuğu dövizleri piyasaya satarak Merkez Bankası rolü oynayacaktır. Sonuçta, piyasaya satılan Merkez Bankası rezervleridir. Ama, talimat başka yerden gelmektedir. Bu yanlıştır.

TMSF'nin paraları bir ticari bankada tutuluyorsa, bu kez döviz mevduatını kaybeden banka piyasayı bir başka şekilde hareketlendirecektir. Bunu önleyebilmek için kamu kurumlarının paraları Merkez Bankası'nda tutulur.

TMSF'nin döviz satması yoluyla döviz piyasası durulacaksa, Merkez Bankası neden müdahale etmiyor? sorusu yanıtsız kalmaktadır. Merkez Bankası'nın başka nedenlerle eli kolu bağlı ise, TMSF'ye Merkez Bankası rolü oynatarak ekonomide "para politikası otoritesi" sorgulanır hale gelmiyor mu? Galiba, kafalarımız biraz karışık.

TMSF'nin dövize müdahalesi için bir atımlık barutu vardır. Elindeki üç-beş milyar dolar döviz bozdurulduktan sonra ne olacaktır? Döviz piyasasının üç-beş milyar dolar satarak durulacağı mı hesaplanmaktadır? Bu çeşit haberlerle döviz piyasasında gereksiz dalgalanmalar yaratılmaktadır. Çelişkiler yaşanmaktadır. Haberin zararı faydasından fazla olmaktadır. Merkez Bankası ve otoritesi küçültülmektedir.

TEK OTORİTE

Türkiye yıllarca birden fazla para otoritesi kullanma yoluyla ekonomi politikalarını yönetmeye çalıştı. Makro sorunlara mikro çözümler arandı. Bazen Hazine Merkez Bankası rolünü üstlendi. Bazen, Özelleştirme İdaresi bu rolü oynamaktan hoşlandı. Kimi zaman BDDK'nın bu rolü üstlenmesi arzu ediliyor. Bir kurumun yapması gerekeni başka kurumlar üzerinden yapmaya çalışma stratejisi hiçbir zaman çalışmadı. Çalışsaydı, zaten Türkiye ekonomisi çok farklı yerlerde olurdu.

Sinirlerimiz bozuldukça, çözüm arayışlarımız kafalarımızın karıştığını daha fazla ortaya çıkarıyor.

30 Mayıs 2006
Ercan KUMCU ekumcu@hurriyet.com.tr

Bu yazı 29-5 tarihinde kaleme alındığında satış yeni başlamış ve kur 1.525 YTL/$ seviyesinde idi...

Buddha
01-06-2006, 12:29
Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) Başkanı Ahmet Ertürk, dolar satışlarının sürdüğünü belirterek, ''Satışlarımıza belki hızlandırarak devam edeceğiz'' dedi.


CNN Türk'ün sorularını yanıtlayan Ertürk, konuya ilişkin olarak ''Dolar satışımız devam ediyor. Satışlarımıza belki hızlandırarak devam edeceğiz. Çünkü Türk Lirası'na ihtiyacımız var. Piyasayı düzenlemek gibi bir iddiamız yok elbette ama piyasa da etkileniyorsa bizim yapacağımız bir şey yok. Dolar satmaya devam edeceğiz'' diye konuştu.

TMSF'den geçen hafta yapılan açıklamada, piyasa koşulları ile kurum ihtiyaçları dikkate alınarak yapılacak planlama çerçevesinde döviz satışı yapılabileceği duyurulmuştu.

Açıklamada, TMSF'nin ihalelerinde ABD Doları üzerinden tahsilatlar yapıldığı belirtilerek, tahsilatların yasalar gereği alacaklı kamu kurumları arasında pay edileceği ifade edilmişti.

Kamu kurumlarına yapılacak ödemelerin şekil ve şartlarının, ilgili kurumlarla birlikte istişare edilerek nihayetlendirileceği kaydedilen açıklamada, bu aşamada TMSF'nin ilgili kurumlara ödemeye hazırlık yapmakta olduğu vurgulanmıştı.

TMSF, DOLAR SATISI ICIN BANKALARDAN TEKLIF TOPLUYOR / CNN TURK

TMSF, SON 3 GUNDE PIYASAYA 400 MILYON DOLAR SATTI, SATIS HIZLANACAK / CNN TURK

ERTURK:`DUN ITIBARIYLE MALIYE BAKANLIGI`NA 500 MILYON DOLAR KARSILIGI YTL AKTARDIK`

ERTURK:`DOLAR SATMAYA DEVAM EDECEGIZ, BELKI HACIMLERI ARTTIRABILIRIZ`
1 Haziran 2006 Perşembe

Bu haberler geldiğinde tarih 1-6-2006 ve kur 1.575 YTL/$ seviyesinde idi...

bikmisbroker
01-06-2006, 14:09
TMSF'nin dövize müdahalesi için bir atımlık barutu vardır.
Merkez Bankası ve otoritesi küçültülmektedir.



Yazik, cok yazik..
Bu seviyelerden CAR CUR ettirilen dovizlerin satisi bitince daha yukari seviyelerde ise ULKE olarak bize dikte ettirilen herseyi KABUL etmek zorunda kalacagiz.
Bu Mantigi ve bu TUTUMU protesto ediyorum.

Mazhi
07-06-2006, 10:42
Bu aşk da mı hüsranla bitecek ey Ruhsar?


Kızımız Ruhsar (IMKB) hem psikolojik,hem kültürel,hem fiziksel sorunları olan, ama buna rağmen çözülmesi zor bir cazibeye sahip bir hanımefendiydi..Nice erkekler (yabancı) ona deli gibi aşık olmuş,ama sonunda hep hüsrana uğratmışlardı...Hatta 2000 yılında bunlardan biriyle nişanlanmaya(3.8 cent) kadar giden bir aşk deliliği bile son bulmuştu...Hem nasıl son bulmak;ağzı burnu kırıla kırıla dövülerek (0.5 cent)

Derken Ağustos 2003...

Yakışıklı bir kardeşimiz,aldığı çiçeklerin,yazdığı aşk mektuplarının,ısmarladığı yemeklerin (toplama) mükafatını alıyor, ve eski aşkının öfkesini içinden atmayı başaran kızımızla bir araya geliyordu..

Gül gibi geçindiler uzunca bir süre,çoğu sıkıntı (cari açık,Kıbrıs,irtica vs.) görmezden geliniyordu,yaşam bu iki aşığı ne kadar baskı altına alırsa alsın,onların yüzü hep gülüyordu..Eeee ne demişler, aşkın gözü kördür..
Ruhsar ne giyse yakışıyor,ne yapsa damat adayı tarafından hoş karşılanıyor, yemekler-çiçekler-aşkımlar-bebeğimler full gaz devam ediyordu...

Arada sırada ufacık kavgalar vardı elbet,ama kız daha önceki nişan hüsranını düşündükçe kendini bu sefer şanslı hissediyordu..Eeee,hem kendi zamanla yaşadıklarından öğrenmişti,hem bu seferki damat adayı çok nazik bir beyefendiydi..Mutlu mesut bir yuva kurma hayalleriyle (75000) yola koyuldular..Kız ikinci kez nişanlanıyordu...Mutluluk gözlerinden fışkırıyordu ikisinin de...

Taa ki Mart 2005e kadar..

Herşey gayet iyi güzel giderken delikanlı bir anda eve sarhoş gelmelere,kızımıza hakaretler etmeye,yoldan geçen diğer hatunlara laf atmalara (kısaca dağıtmaya) başlıyordu..Kızımız bu duruma çok içerlemişti,evlilik hayallerinin yıkılmaması için sustu,içine attı,sabretti...Delikanlı değişmek bilmedi...Her ne kadar arada sırada kendine gelip özür dilese de (tepki çıkışları), ertesi gün yine zil zurna geliyor,yine gömlekteki ruj iziyle kendini ele veriyordu...Ruhsara göre "ortada hiç bir şey yokken" bozulan ilişki,belki de damat adayını bizim bilmediğimiz sorunlar yüzünden geriyordu..Ne de olsa Ruhsar bu,zor kız...

Derken Ruhsar kızımızın sabrı tükendi ve annesinin evine kaçtı (kanal desteği 37200)..Damat adayı pişman mıdır değil midir bilinmez ama şu ana kadar anne evine gelmeyi akıl etmiş değil..İlişki kopma noktasında..Bu saatten sonra basit bir özür telefonu veya çiçek buketi de fayda etmez..(Sert tepki şart:;dedektif )

Ya ikisi de aklını başına alacak ve yuvayı kuracaklar, ya da birinden biri "inceldiği yerden kopsun artık" diyecek ve kızımız yine evde kalacak...

Taaa ki Ruhsar yaralarını unutup,yeni bir nazik damat adayıyla karşılaşana dek... (Türk Milleti unutmayı çok sever)

R.W
08-06-2006, 01:21
Bu aşk da mı hüsranla bitecek ey Ruhsar?

................................

Taa ki Mart 2005e kadar..

Herşey gayet iyi güzel giderken delikanlı bir anda eve sarhoş gelmelere,kızımıza hakaretler etmeye,yoldan geçen diğer hatunlara laf atmalara (kısaca dağıtmaya) başlıyordu..Kızımız bu duruma çok içerlemişti,evlilik hayallerinin yıkılmaması için sustu,içine attı,sabretti...Delikanlı değişmek bilmedi...Her ne kadar arada sırada kendine gelip özür dilese de (tepki çıkışları), ertesi gün yine zil zurna geliyor,yine gömlekteki ruj iziyle kendini ele veriyordu...Ruhsara göre "ortada hiç bir şey yokken" bozulan ilişki,belki de damat adayını bizim bilmediğimiz sorunlar yüzünden geriyordu..Ne de olsa Ruhsar bu,zor kız...

Derken Ruhsar kızımızın sabrı tükendi ve annesinin evine kaçtı (kanal desteği 37200)..Damat adayı pişman mıdır değil midir bilinmez ama şu ana kadar anne evine gelmeyi akıl etmiş değil..İlişki kopma noktasında..Bu saatten sonra basit bir özür telefonu veya çiçek buketi de fayda etmez..(Sert tepki şart:;dedektif )

Ya ikisi de aklını başına alacak ve yuvayı kuracaklar, ya da birinden biri "inceldiği yerden kopsun artık" diyecek ve kızımız yine evde kalacak...

Taaa ki Ruhsar yaralarını unutup,yeni bir nazik damat adayıyla karşılaşana dek... (Türk Milleti unutmayı çok sever)

Madem ki Turk hikaye....
Ruhsar; durust degil; bakire olmadigini bastan anlatmali......;) :;ders

Mazhi
09-06-2006, 03:12
Öyle bir ülke olmuş ki, üniversitede elini arkadaşının omuzuna atmak yasak...

Öyle bir ülke olmuş ki, haremlik selamlık oturmamak yasak...

Öyle bir ülke olmuş ki, belediyelerin dağıttığı vaazlara uymamak yasak...

Haklısın kardeşim, ne desen haklısın; Ruhsar bakire değil, tez vakitte kellesi kesile...

Yaşasın Tayyip Efendi, yaşasın Fethullah Efendi, yaşasın tüm tarikat babaları...Yaşasın tüm yobaz efendiler...

ATATÜRKÜ ÖZLEDİM,YAŞASIN BENIM GIBI EZILENLER:cry:

AnnE
09-06-2006, 09:28
Erken gitmiştim. Saat Sekiz’e daha 2 saatten fazla vardı.Yürüdüm kalabalık içinde aşağı doğru. Nereye gider bunlar , gider gider de bir yerde durur mu , durmaz da nerelere kaybolur , sünger mi bu caddenin sağı solu , neresine emer bunca insanı ? Beni de emecek mi ?

Yolun tarihi meydana genişlediği yerde, bitmeyen ilkel yol çalışması kalıntılarının üzerinden hoplaya zıplaya, binanın kapısına ulaşabildim.Nedense arka kapıyı tercih etmişimdir her zaman , saptım sağa, sakatat kokuları arasından arka kapıdan girdim , beyaz gömlekli, esmer, hanutçu bakışlı buyruncular arasından geçerek hiçbirzaman girmediğim ön kapının iç tarafındaki taburelerden birine sığıştım. Etraf hikaye kaynıyordu, hikayesi bol çehreler , hikayesi bol hayatlar , hikayesi bol laf atmalar, hikayesi bol bakışlar.Hikayeler gidiyor, hikayeler geliyor. Hikayeler kalkıyor , hikayeler oturuyor.Hikayeler kalkamıyor , hikayeler bitmiyor. Yazdım hepsini, kimine bakarak , kimine laf atarak , kimine çaktırmadan , kimine laf sokarak, topladım dağarcığa.Toplarken baktım bir ara, benim hikayemi de yazan var mı ?

Cam çatının kenarındaki küflü alçı işlemelerin fotoğrafını çeken genç mi yazar benim hikayemi ? Yanında getirdiği dalbastı kirazı buza yatırtıp birasını yudumlarken iyi okumuş oğlunu bekler ve oğlunun okumuşluğunu birilerine anlatıp, ağarmış beyaz gömleğinin ve kırlığı kirli sarıya dönmeye başlamış, yaşına göre uzunca saçlarıyla bir yandan boşvermiş bir kaybetmenin yansısını , ama diğer taraftan da boş vermiş bir becermişliğin cilasını sunan amca mı ? Tamam da birasının yarısına geldiğinde geç kalan okumuş oğlunu merak edip benim telefonumda arayınca , oğlunun kapıda onu beklediğini ve yanındaki bayan iş arkadaşlarına ayıp olur diye içeri girmediğini duyunca , kirazını da birasını da yarım bırakıp, başarılı oğlanın, babasının elli yıldır arşınladığı mekana girmeye utanmasının , babada yarattığı ezilmeyle, ‘’bunlar böyle’’ tavrı arasında kamburunu düz göstermek için omuzlarını iyice arkaya atarak kapıya hızla seğirtmesi, onun benim hikayemi merak ettiğini gösterir mi.Hiç sanmam.
Peki çapraz taburada İstanbul’un 2010 da mi 2012 de mi Avrupa Kültür Başkenti olduğuna karar veremeyip bundan müesseselerine nasıl bir ekmek çıkaracaklarının hayalini kuran , iyi giyimli adamla karşısındaki yine iyi giyimli homoseksüel iş arkadaşı mı ? Homoseksüelliğin prim yaptığı işkollarında çalışmak , mesaiden sonra hep beraber bir yerlerde devam etmeyi zorunlu mu kılar? Dünyaya nasıl baktırır insanları ? Dertleri daha az dert ederek yaşatır ? Yaşlı ve hala yoksul homoseksüellere ne olur ? Nerede onların hikayeleri ?

Masayı paylaştığım adama sigara ikram ettiğimde, neden gözünü bakmakta olduğu karşı duvarın sonsuzluğundan ayırmadan elinin tersini sallayarak reddeder? Onun arkasında elinde torbalar ve torbalar dolusu kitapla gelen , kart zampara ile abaza entel karışımı, arkadan bağlı kır saçlı herif kitapları çıkarıp çıkarıp torbalar arası transfer yaparken, etrafta onu umursamayan insan yığınına gösteriş yaptığını mı sanıyordu ?

Ben nereden biliyorum bunların hayatlarını? Buraya nereden geldiklerini ve buradan nereye gideceklerini ? Biliyor muyum, yoksa hepsinde benden yansımalar hissettiğim için mi bildiğimi sanıyorum ? Normal hayatlar mı bunlar , sıradan hikayeler mi ? Yoksa benim mi sıradan hikayelerle işim yok?

Bardağın dibinin görüldüğü anla, dolu bir dörtyüz santilitrelik yeni bir bardağı gelişi arasındaki küçücük zamanlar, acaba yeni bardağı getirerek benimle ilgilenmiş olan adama olan ‘’ benim için bir şey yapan ‘’ birine özlemi mi anlatıyor, yoksa onun afiyet olsun diyerek çekip giderken hissettirdiği paylaşma özlemini mi ?

Hayır dedim , hemen anlatmalıyım , hemen paylaşmalıyım bu atmosferi. Burada, havadaki oksijen miktarı mı fazla, akşam üstünün rengi mi tuhaf , sormalıyım. Anlatabilecek miydim , yoksa anlatmak istediğimi mi anlatacaktım sadece, bilemeden aradım.Çaldı, çaldı, çaldı... Açmadı.
Peki dedim canı sağolsun , bir o anlayacaktı niye aradığımı.Ama olsun dedim , çağrımı görünce de anlar niye aradığımı. Yeter mi bu bana? Yeter tabi , neler yetmiyor ki ?

Aramış dokuzbuçukta , telefonu sessize almam gereken bir saatte, görmemişim.Ta onbuçukta görebildim, aradım, değişmiş bir mekanda alkolun vucudu da , beyni de , kalbi de farklı çalıştırmaya başladığında. Açtı. Merhaba dedim ,araşmışız, konuşamamışız. O’nun endişeli kibarlığı ile yine konuşamadık. Konuşalım dedik , tamam dedik , rakılı olsun dedik , tabii dedik, sözleşelim dedik , sözleşmedik , kapattık.

Onun hikayesini de biliyor muyum ?
Saklamıyor ki .
Saklamaz gibi mi yapıyor ?
Hikaye mi ?
Lazım mı ?







NOT : Buradaki zaman , mekan ve kişilerin gerçek yaşamla ilgisi olup olmadığı kimseyi ilgilendirmez.

Emin
09-06-2006, 14:12
...
Etraf hikaye kaynıyordu, hikayesi bol çehreler , hikayesi bol hayatlar , hikayesi bol laf atmalar, hikayesi bol bakışlar.Hikayeler gidiyor, hikayeler geliyor. Hikayeler kalkıyor , hikayeler oturuyor.Hikayeler kalkamıyor , hikayeler bitmiyor. Yazdım hepsini, kimine bakarak , kimine laf atarak , kimine çaktırmadan , kimine laf sokarak, topladım dağarcığa.Toplarken baktım bir ara, benim hikayemi de yazan var mı ?
...
Hikaye mi ?
Lazım mı ?

Evet.

AnnE
09-06-2006, 14:35
Ahali ;

Ben bir şey olunca hemen arkasından bir atasözü yapıştırılmasından oldum olası hazzetmemişimdir.Herkesin bildiği lafı cart diye ciddi bir iş yapmış gibi yapıştıranların, kendilerini bir yere koymaları nedense bana uymaz.

Yok efendim , abdala malum olurmuş , yok hissi kalben vukuu’ymuş , hele hele kalp kalbe karşıymış falan... Hiç mi hiç hazzetmem. Diyeceksiniz ki ‘’ bana ne !’’ . Dinleyin de anlayın size mi ne kime mi ne !

Bu sabah canım her zamanki gibi sıkkındı ve iki gün önce yaşadığım bir şeyleri yukarıda anlattım.Yazıyı buraya yolladıktan sonra , içime sinmedi , o akşam birkaç kere telefonla konuşmaya çalıştığımız ama bir türlü denk düşemediğimiz dostumu bir arayım dedim.Hay aramaz olaymışım.Anladım ki hakikaten de kalp kalbe karşıymış, hatta aptala bile malum olurmuş.Hay olmaz olaymış.

Geçen akşam aradığım ve bir türlü anlatmak istediklerimi anlatamadığım , aslında anlatmak istediklerimi anlatamayacağımı da çok iyi bildiğim ve bu sabah yeniden aradığım dostum, sanırım hepinizin malumu birisidir.

Öyle birisidir ki , tuhaf insanların tuhaflığın dozunu kaçırdıkları zaman bile hep olumlusundan bakabilen ve bildiği bir şeyi , ama ne konuda olursa olsun paylaşmaktan gereksiz zevkler alıp onun için zamanını heba eden , biri ondan bir şey istediği zaman ; ne istemesi, isteyebileceğini tahmin ettiği zaman bile elinden geleceklerin yetemeyeceği telaşını üstünden atamayan, bir tuhaf adam. Pertek’ten kalkıp Antalya’nın bir kıyıcığında yetiştirdiği karanfilleri bize getirsin diye ona emanet eden bir başka tuhaf adamdan emanet aldığı bu karanfilleri bozmadan, kurutmadan, incitmeden bizlere ulaştırmak için daracık hafta sonunu telef eden bir adam. Benim bu ortamlarda dönüp dolaşıp geçirdiğim lafları her zaman latife kabilinden alıp, varsa bir gerginlik, ortayı bulmak için kendini paralayan, hiçbiri yetmezmiş gibi , bin küsur tane çocuğa, çoğunun, evlerinde görmesi pek de mümkün olmayan baba şefkatini göstereceğim diye yırtınmaktan gocunmayan bir adam.

Evet ahaliciğim ; ben geçen gün bu adamı arayıp bir türlü denk gelemediğimiz gün , bu adamın boynunun kenarından, o boyunda oluşmaması, birikmemesi gereken , gereksiz bir kitleyi almışlar. Yetmezmiş gibi niye sigara içiyorsun diye bu adamı bir de fırçalamışlar.Ve bana birşey söylememiş.

Şimdi nerede mi ?

Okulunda.

Yatamıyor, yatmayı yediremiyor kendine ve okulunda ve bekliyor , gelecek hafta sonuna doğru çıkacak olan laboratuar sonuçlarını. Alınan gereksiz, çıkamaz olası kitlenin alındıktan sonra bir bela bırakıp bırakmayacağını.

Anlattı bana, sıradan birşeyle uğraşıyormuş gibi. Hatta anlatmak ta istemedi, kısa kesti zorlayınca. Ve dedi ki AnnEm, anlatma ahaliye, sıkma onların canını da.Bir şey söyleyemeden kapattım.Düşündüm bu saate kadar ve dedim , ‘’Sana ne be Hoca !’’
Sana ne !! Sen bu memleket için , onca çocuk için , bu tuhaf mekanlarda tanımadığın tuhaf insanlar için ha bire birşeyler vermeye çalışırken , onların içinde inananlar sana bir dua etse çok mu ?
Onların içindeki inançlıların bir duası yük mü onlara sanırsın ?
Yük kabul eden seni zaten tanımayandır , tanıyamamışlığın eksikliğini yaşayacak olandır , geç onları.

Benim bildiğim sana bir şey olmayacağıdır.

Olmasın be Hocam .
Olmasın be Ahali.
Ben de o rakıyı senle içemezsem aha da buraya yazıyorum ...

neron
09-06-2006, 15:17
Sevgili AnnEm,

İyilere birşey olmaması için dua ederken tek ricam olacak, o rakıdan bir duble de benim için yuvarlayın.

Emin
09-06-2006, 15:37
...
Benim bildiğim sana bir şey olmayacağıdır.

Olmasın be Hocam .
Olmasın be Ahali.
Ben de o rakıyı senle içemezsem aha da buraya yazıyorum ...

Yine hazzetmediğim bir yazıyı yazma zorunda kaldım.

Elim ayağım soğudu.

Dilim damağım kurudu.

Nereden başlanır, nasıl denir, hangi söz öbekleri uygundur, sözcüklerin derin anlamlısı mı, yalın olanı mı, dualara bulanmış olanı mı? Bilmiyorum. Vallaha bilmiyorum, billaha bilmiyorum, Allah belamı versin ki bilmiyorum.

Geç tanıdım bu güzel yürekli insanı, daha yüz yüze görüşmedim bile, resmini bile görmedim ama nur yüzlü olduğuna inanıyorum. Sözüm var ona, sözümü tutmak istiyorum; rakısını içeceğim, buralara geldiğinde de rakı içireceğim. İçime doğuyor bir gün gelecek.

Nerden çıktı şimdi bu gereksiz kitle, ne işi varmış o kitlenin orada, yapışacak yer bulamamış mı, neden sıkar hocamın canını, bizim canımızı?

Halla halla!

“Bin derdim var idi, bir daha oldu.”

alihoca
09-06-2006, 16:11
Caanım Dostlarım;

Bizim ki ''Kedi şeyini görmüş de, yaram var demiş.'' hikayesidir.
Amman diyeyim.

Bu fakirinde tek serveti ve mirası, sayısı az ama değeri fazla DOSTLARIDIR.
Hepinizi çook seviyorum.

bikmisbroker
10-06-2006, 02:53
Kötüye bir şey olmaz
Hocam, sen kötüysen ben iYiYiM demektir..(O nasil kötülukse)
Ama Ben iYi olmadigimi biliyorum. (Boylesine iYilik)

En kisa zamanda en guzel haberlerini bekliyorum.
En kotu haber, o fosur fosur ictigin sigarayi bu vesile ile birakman olsun e mi?

Master
11-06-2006, 22:57
Birden, belirsiz ama belirleyici bir hareketin önünde durdu...Önceye mi bakayım sonrayamı diye düşündü... Bir bölümün ön kesitinden bir parça alarak inceden inceye gözden geçirdi...

Anlam anlamak içinse anlamsız olan anlanmayanmıydı...dedi.. Kuşku önce gözlerde sonra sözlerde vardır...

Korku ise bilinmeyendedir..Bilinen hiç bir şeyden korkulmaz..

Öyleyse ? Süpriz olur mu ??Süprizlerin bedeli çok ama çok ağır olur....

Yarın akşam başlık süprizse....Yemek yenmez ve Bavullar toplanır..Gidenler ciddi gider...



Olamaz...

AnnE
12-06-2006, 09:12
Bindokuzyüzseksen yılının üçyüzaltmışbeş lanetli gününün ardından henüz daha aylar geçmişti. İnsanların ne olduğunun ve neler olacağının farkında olamamanın telaşını bile belli etmekten ürktüğü günlerdi. İşte o günlerde başladı bu kitap ortalıkta gereğinden fazla dolaşmaya. Gereğinden fazla, zira o günlerin gençleri kitap okurluğu bağlamında çok yetenekli, becerikli ve müptela değildiler. Kitap okuma sınıflandırmasına göre en fazla üçe ayrılırlardı. Birinci gruptakiler, kendilerinin ait olduklarını düşündükleri siyasi birlikteliğin dergilerini ve o dergilerde ya da okul köşelerinde tecrübeli ve sekter abilerin önerdikleri ‘’teori ‘’ kitaplarını, bunların yanında da en bilineni Jack London çok satanlarına kadar ulaşabilen , genellikle meydan sergilerinde satılan başkaldırı romanlarını okumuşlardı. İkinci gruptakiler, daha henüz üniversiteye bile başlamadan , gerek diğerlerine göre görece varlıklı ve eğitimli ailelerin çocukları olarak , gerek o üniversiteye ‘’ adam olmaya ‘’ gelmiş olmanın bilinci çok daha önceden verilmiş olduğundan , ‘’klasik edebiyat eserlerini’’ bunların yanında da en fazla İnce Memed’i falan okumuşlardı. Üçüncü gruptakilerin kitapla falan ilişkilerini belirleyecek yeterli istatistiki veri toparlanamamıştı.

İşte o günlerde, bu çocukların ellerinde bu kitabı şaşırtıcı ölçüde fazla görmeye başlamıştım.O zamanlar google henüz hayal aşamasında bile olmadığı için , bir kitapçı rafında kitabı şöyle bir kurcalayarak, neden bu bunalımı aşmak için yeni yeni bunalımlara girmekte olan ve hayat boyu kurtulamayacakları daha birçok bunalımın onları nerede ve ne zaman beklediğini bilmeyen gençlerin , bu kitabı neden okumaya –ya da yanlarında gezdirmeye- meraklı olduklarını anlamaya çalıştım.

Kitap, onların yaşadıklarını, bir nesil öncesinde yaşamış, ve bu yaşadıklarının ardından hayatını nasıl biçimlendirdiğini anlatan , aslında hayatın onu nasıl biçimlendirdiğini anlatan, aslında hayatın biçimlenmeye ihtiyacı olmadığını anlatan , aslında hayatın insanoğlunu biçimden biçime sokarken tutunacak dalları nasıl birer birer kırdığını anlatan bir kitaptı. Üstelik , yazanı da bu kitabı yazdıktan birkaç sene sonra bu hayatı terketmişti. Yoksa hayat mı onu terketmişti ? Yoksa bu olanlar hayatın hiç mi hiç umurunda değil miydi ?

O gençler , o kitabı okudu. Kimi okur gibi yaptı. Kimi hiç bir şey yapmadı. Ben okumadım. Populer olanı, populerken okumaktan o zamanlarda hazzetmemişimdir. Hala etmem.

Birkaç yıl geçti. İstanbul’a otobüsle sekiz saat uzaklıktaki bir yerde yaşamak zorunluluğum çıktı bir yıl kadar. O zaman aldım kitabı. Her hafta Cuma öğleden sonraları otogardan bindiğim Pamukkale Turizm’in 302 S otobüslerinde, bir yandan yeni çıkmış olan kasetinden İbrahim Tatlıses’in ‘’Yalnızım Dostlarım’’ şarkısını sekiz saatlik yolda en az onbeş kere dinlerken bir yandan kitabı okumaya çalışıyordum. Birkaç hafta sonra, yine bir otobüs yolculuğu sonunda eve geldiğimde, henüz yüz küsürüncü sayfalarına gelebildiğim bu kitabı koyduğum poşeti açtığımda , içinde kitap değil, bir kutu pişmaniye olduğunu gördüm.

Evet, pişmaniye. O zamanlar otoyollar falan yoktu. Otobüsler ille de İzmit otogarına girerdi ve bu girişlerde otobüslere pişmaniyeciler saldırır ve hemen hemen herkes , bu ucuz hediyeyi gittiği yere götürmenin zorunluluğunu hissederdi. İşte, bu zorunlu yolculardan birinin, alarak otobüsün üst rafında benim kitap poşetimin yanına koyduğu pişmaniye poşetini farkında olmadan takas etmiş , o, kitap sahibi olmuş , ben de ‘’gelirken pişmaniye getiren yolcu’’ kıvamına ermiştim.

Bir süre sonra o kitabı yeniden aldım ve yeniden başladım okumaya.Ama yine bitiremedim. Ben ki hala elime aldığım kitap ne kadar berbat olursa olsun, bitirmeden bırakmamayı gereksiz bir zorunluluk haline getirmiş biri olarak bitiremedim. Amin Maalouf’un o muhteşem kitaplarının gazına gelerek okumaya başladığım son kitabı , ‘’Beatrice’den sonra Birinci Yüzyıl’’ kitabını bile, ‘’bu ne lan , hiç yakışmış mı ? ‘’ diye söylenmelerime rağmen sonuna kadar okumaya dayanmış biri olarak , O kitabı bitiremedim. Bitiremedim ve yeniden ve yeniden başladım. Antalya’da , Ayvalık’ta , Nemrut’ta , Giresun’da, defalarca İstanbul’da yeniden ve yeniden ve tekrar yeniden başladım , ama bitiremedim. Kitap kapağı memleketin bütün güneşlerini gördü, bitiremedim. Bütün kumlarını, çamurlarını gördü , bitiremedim.
Kitap renkten renge girdi , bitiremedim. Adındaki berbat çağrışımdan mı geliyordu , yazarının fotoğrafındaki o anlaşılmaz bakıştan mı ? bilemedim , bitiremedim.

Ve Cumartesi günü kurtuldum o kitaptan.
Kitap mı benden kurtuldu, kitaba yeni bir sahip bulma fikri mi beni kurtardı bilemeden.
Ne yazdığını yirmibeş yıldan fazladır merak ettiğim, ama bu merakı neden gideremediğim hakkında bile en ufak bir fikir üretemediğim kitaptan kurtuldum.
Yoksa kitap mı benden kurtuldu ?
Bilemeyeceğim hiç.

Emin
12-06-2006, 12:43
...
Bir süre sonra o kitabı yeniden aldım ve yeniden başladım okumaya.Ama yine bitiremedim. Ben ki hala elime aldığım kitap ne kadar berbat olursa olsun, bitirmeden bırakmamayı gereksiz bir zorunluluk haline getirmiş biri olarak bitiremedim.
...
Bitiremedim ve yeniden ve yeniden başladım. Antalya’da , Ayvalık’ta , Nemrut’ta , Giresun’da, defalarca İstanbul’da yeniden ve yeniden ve tekrar yeniden başladım , ama bitiremedim. Kitap kapağı memleketin bütün güneşlerini gördü, bitiremedim. Bütün kumlarını, çamurlarını gördü , bitiremedim.
Kitap renkten renge girdi , bitiremedim. Adındaki berbat çağrışımdan mı geliyordu , yazarının fotoğrafındaki o anlaşılmaz bakıştan mı ? bilemedim , bitiremedim.
...

Sayın AnnE,
Bu yazınız ile ne demek istediğinizi tam olarak çözemesem de (ki birçok yazınızın bazı bölümlerini anlamak için çok çabalıyorum, su kaynatıyorum, kayış atıyorum) başladığı kitabı biran önce bitirme telaşımız sizinle çok benzer olduğu gibi yine sizin bitiremediğiniz bu kitap gibi bende de iki tane mevcut.

Bendeki kitaplar, öyle sizin kurtulduğunuz kitap gibi gavur yazarlara da ait değil. Üstelik roman.

1991 yılında aldığımdan beri ikisini de bitiremedim; Peride Celal’ın “Kurtlar” ve Orhan Pamuk’un “Kara Kitap” adlı romanları.

Dediğiniz gibi Nemrut’a bile geldiler benimle, hakikaten kumlara belendiler Antalya’da, Gümüldür’de, Anamur’da.

Basiretim bağlandı, her yarım bırakışımda büyük bir hırsla yeniden başlasam da kaç sene geçti üzerinden tamamlayamadım. Tamamlanamayınca başa dönüp, unuttuğum için yeniden başladım.

Son zamanlarda bu “Kara Kitap” için; içinde bir sürü ince malzeme olduğunu, Pamuk’un da pek pamuk olmadığını anlatan elektronik postalar bilgisunar ortamlarında dolaşıp durmakta.

İyice meraklanmıştım. Yeniden gaza gelip okumayı ama bu sefer bitirmeyi aklımdan geçirsem de gene gözüm yememişti.

Zaten borsaya bulaşınca da değil bu kitaplar neredeyse her şeyden elimi eteğimi çeker olmuştum. Nevrimle birlikte her şeyim dönmüştü borsada. O yüzden de SerdarKuş abinin memleketinde yaşayan, iki gözü kapalı bir ozandan dinlediğim; “değirmenim terse döndü bu sene; bulgura mı yanam, una mı yanam” gibi sözleri içinde barındıran türküyü iliklerime kadar dinlemiştim. (Bakın, bir ucunu yine borsaya değdirir gibi oldum yazımın.)

Konunun ucunu kaçırmadan, borsaya da bulaştırmadan, bitmeyen kitaplara dönecek olursam, acaba ben de sizin gibi bir kutu pişmaniye ile değiştirsem mi bunları? Yakında bir yolculuğa çıkacağım da.

Pişman olur muyum?

ayfer
12-06-2006, 13:07
Sn.AnnE nin yazısı aklıma Tutunamayanlar ı getirdi.Yıllar önce okumaya
çalışmış yarım bırakmıştım.Geçen yıl bir gencin elinde gördünce merakla
fikrini sormuştum.Cevabı henüz okumadım olmuştu.
S&S

AnnE
12-06-2006, 13:22
Muhterem Emin Bey Kardeşim ;

Düşünebiliyor musunuz ; - ki elbette düşünebildiğinizin farkındayım - bir kitabın düşünülmesi, tasarlanması, yazılması , bozulması ve tekrar yazılması ve sonrası süreç ne kadar uzun ve ne kadar berbat bir süreçtir. Bu süreci yaşayan insanların bu emeğininin sonucunu ele alıp okumadan bırakmanın mahcubiyetini taşımak bana , içinde ne yazılmış olursa olsun pek ağır gelmiştir.

Ama o kitap var ya o kitap ; bitmedi işte , yürümedi. Merak mı etmedim ? Hala ediyorum. Saygımımı yitirdim ? Asla. Yürümedi yahu. Bundan sonrasını Ali Hocam düşünsün. Yazarı mı ? Benden az yaşlı ama çok yaşamamış , uzaktan meslektaş olduğumuz, aynı döneme denk gelebilseydik masasında oturmak için birşeylerimi verebileceğim bir memleket evladı.Yürümedi işte.

Kara kitap'tan söz etmişsin. Orada duralım. O 'da bende iki kez tekledi. Ama sonunda bir dikişte okudum. Kanmadım , ikinci defa okudum. Bir arayışı takip eden günlük makalelerle bezeli , bence , Türk romanında bir dönüm noktasıdır Kara Kİtap. Ama dönüm noktası lafı yanlış. Zira ondan sonra Türk Romanı bir yere dönemedi.O döndüğüyle kaldı.

Kara Kitap'ta , Boğazın Sularının Çekildiği Gün 'ü okuyunuz , Bir eski apartman boşluğundaki kuş pislikleriyle bezeli haykırışı okuyunuz , Tünelden aşağı bir vitrin mankeni atolyesinden girdikten sonra karşılaşacağınız padişahları okuyunuz. Sadece bunları okuyunuz , kitabın tamamını okumasanızda. Bak ben gaza geldim sayenizde , bu akşam bir daha okuyacağım.

Hoppala !!!

Ben burada Emin Bey Kardeşime asker mektubu yazarken , arada , Ayfer Hanım Kardeşimiz O kitabı çözmüş. Aslında kitabı o da çözememiş.Yalnız olmadığımı öğrenmenin keyfi de bir başka oluyor.

Neyse ; Ali Kızıltuğ'un o deyişi hoştur da , kendisinin bazı diğer deyişlerin mülkiyeti konusunda girdiği didişmeleri de pek hazzedememeişliğim vardır.Bu eserin güzelliğini bozar mı acaba ? Yoksa , bir mülkiyet sevdasının, bir deyişle akla gelmesi, onun vereceği duyguyu körletmesi iyi birşey midir , bunu da çözemedim.Şimdi bende galiba bir ucundan piyasalara değdirmiş oldum.

alihoca
12-06-2006, 16:45
Sn.AnnE nin yazısı aklıma Tutunamayanlar ı getirdi.
Sevgili Emin,
Güzel İnsan;

Sn Ayfer'in anında yakalayıp adını verdiği, sadece adı değil yazarı da netameli kitabı Güzel Anacağızım sağ olsun bendeniz garibe kakaladı.

Şimdi,
Sen henüz AnnE'mizi pek tanımadığın için pek bilmiyorsundur. Ki çoğu kişi de bilmezdir ya neyse..Bilmezdir kelimesinin de durumu anlatmaya yetmediği bir ortamda onu anlamaya ve anlatmaya kelime bulmak, cümle düzmek kırk cendereden geçmekten beterdir desem inan.

Ama uzun zamandır üstünde düşünerek bulabildiğim tek şey;
Güzel AnnE'mizin yazı ya da sözü ile öpüyor mu(?), ısırıyor mu(?), seviyor mu(?) yoksa niyeti bozdu mu (?) bilmek de anlamak da zordur vesselam. Desem zatıâlileri hakkında birazcık ipucu olabilir gibime geliyor.

Bak anlatacağıma şimdi.

Güya sevdiklerimize kendi yükünü yüklememe düsturumuz gereğince, kendi ailem, akrabalarım, dostlarım, okulda öğrenci ve öğretmenler dâhil hiç kimseye haber vermeden bir ayı aşkın zamandır hazırlıklarını bitirdiğim operasyonu( tesadüfen haberli olup aşırı ısrarı ile bir üniversite hastanesinde olmasında ısrar eden bir güzel dost ile) yaptırıvereyim diye hastaneye yattım.

Uzatmayayım ameliyattan çıktım. Kendime geldim gelemedim arasında, bir hastaya emanet ettiğim eşyaların arasından telefonu kapıp getirdiler.

-Hocam Anneniz arıyor.

İlk okuyuşta ne kadar normal geliyor değil mi? Ana yüreği malum olur ve arar değil mi? Lakin hiçte öyle değil inan ki. Neden dersen, operasyona girmeden önce anam dâhil yedi sülaleyi ve arama ihtimali olan yakın uzak Dostları tek tek aramış şen şakrak görüşmeler ile işi yani aramamalarını garanti altına almıştım.

Ulan, ne oluyor! Kim haber verdi? Diye bir hışımla ve narkozun yarı sarhoşluğu ile gayet hooş olan kafamla baktım, baktım da ne göreyim? Arayan,

Güzel AnnE'm.

İlk iş, bir iki kişiyi savup odayı acilen boşalttım. Yok, yok, operasyon nedeni ile cevap veremediğim için telefon açdım konuştum demeyeceğim. Hatta ne halde olduğumu ne yaptığımı da söylemeyeyim. Sen bir süre yalnız kaldım olarak anla lütfen.

Bununla kalsa iyi, ertesi gün acilen çıktığım hastaneden döndüğüm okulda bir göz attığım Arka BahÇe'de yazdığı yazıda neler hissettiğimi ifade edebilmek de bir hayli maharet ister.

Diyeceğim Güzel AnnE'miz kelimenin tam anlamı ile netameli biridir. Sadece o olsa, arkasından Sn Master'in telefonu çalmaz mı? Daha, Ağabeyim nasılsın dediğim anda sesimdeki terslikten işi anlaması bir oldu ki, yalan söyleyip kıvırma fırsatı bile vermedi desem inan.

O daha bi netamelidir ki, niye haber vermedin, ''Özel İsviçre Hastanesi emrinde idi!'' hadi oraya gelmek istemedin ‘gittiğin hastanenin dekanı sevdiğimizdi haber vereydin yeterdi.’ diye fırça atmadı ama sesinde hissettiğim hafif kırgınlığı, yazarken bile ne halde olduğumu hiiç sorma Sevgili Emin.

Amman Ağam kimseler duymasın, bilmesin demeye kalmadı. AnnE’miz yazdığı ilkyazı ile vurduğu yetmezmiş gibi lönk diye koy verdiği ikinci yazı ile kan kusturmaktan beter ettiler şu garibi desem inan. Billahi bu kadar da değil! Bunları ve özelliklerini yazmakla bitmez.

Ben diyeyim Angara Gonya arası, Sen anla Antalya Adana arası gibi bir yol-zaman mesafesinden ve İstanbul’un en zıt köşelerinden toplaşıp süvarileri önde bunlar arkada sarı kıyılardaki bizim kümese çıktılar geldiler. Sesim çatal gözlerim buğulu ne diyeceğimi ne yapacağımı bilemez hale getirdiler ki sorma gitsin. Ne konuştuğumu bilebildim, ne söyleştiğimi. Bir iki zırvaladım ama hala ne dediğimi bilem hatırlayamıyorum.

Ziyaretleri yetmezmiş gibi, bu AnnE olacak elime bi kitap sıkıştırıverdi. Verişinden ve göz ucu ile adından acık huylandım. Bunu niye getirdiğimi anlatacam deyince, anlatacaklarının hiç de tekin şeyler olmayabileceği gibi bir his içime çöreklendi kaldı.

İzlemek için aldığım ‘’Babam ve Oğlum’’ filminin bir sahnesi çook üzücü olduğunu öğrendikten sonra, kaç kez eline alıp bir türlü izleme cesaretini bulamayan biri olduğum tespit edildiğinde;

Tutunamayan bir yazarın tutunamayanlar adı ile yazdığı kitabın tutunamayan birine sokuşturulmasından daha netameli bir şey olamaz ya hayırlısı desem de, gözümün ucu ile baktığımda bile korkmuyorum desem yalan olur.

Eee peki bu netameli tuhaf adamları bana niye anlatıp beni de zehirliyon diyecek olursaaan.
Eh,Sende de bi tuhaflık potansiyeli var gibi sanki.


Sürç-ü lisanım olmuşsa affetmeniz dileği ile.

Her zaman sevdiklerine ağlayacakları bir OMUZBAŞI olmaya çalışanların,
Ağlayabilecekleri bir OMUZBAŞI bulmaları kolay değildir.
alihoca

AnnE
13-06-2006, 11:07
ÖN NOT : Aşağıdaki yazı, tasarlanarak, dikkatle yazılmalı ve kontrol edildikten sonra yayınlanmalıydı.Ama öyle olmadı. Belki de böylesi daha iyi oldu.




Çok yıllar öncesiydi. Çok dediysem de , buralarda sık sık yaşımızı belli eden , ‘’hani bir zamanlar ‘’ babındaki kadar da çok değil. Dört beş yıl falan. İşte o zamanlar bu mekanlarda yazmaya ara verdiğim bir zamandı. Arada bir Mirc’ deki geyiklere katılıyordum. Galiba henüz Msn bile icad olmamıştı , ya da ben icad olunduğunu bilemiyordum. Neyse ; bir mesaj geldi , ‘’Lan AnnE , forumda Arkabahçe diye bir topik var , bir bakıver şuna ‘’ şeklinde. İş güç uygun değildi, sıdkım da sıyrılmıştı, dikkate almadım. Fakat ha bire , ‘’oku ‘’ ricaları , talimatları , fırçaları gelmeye devam etti, okudum. ‘’ Radika, Hardal otu, turp otu ...’’ diye başlayan, birkaç kere okuduktan sonra , beyin kıvrımlarına bol oksijen alabildikten sonra anlaşılabilen ve çoğu okuyanın da ‘’ ne diyo lan bu ‘’ diye bir daha okumayacağı, ama ironi, kültür, nostalji ile bezeli, özünde de yeni başlayacak olan trendle ilgili orta ve uzun vade ipucları veren bir yazı ile açılmıştı topik. İddialı bir nickname sahibi idi yazarı. Daha önceleri de diğer bazı topiklerde özellikle hırs sahibi teknikçilere ince geçirmeleri ile hatırlıyordum bu niki. Arkabahçe hoşuma gitti , o zamanlar Yaşar Kemal’in Bir Ada Hikayesi’ni okuyordum ve acaip keyif almıştım , klozetin üstünde bacaklarım uyuşuncaya kadar okuyor , kalkabilmek için ön baldırlarıma defalarca cimdik atıp kan dolaşımını yeniden sağlamaya çalışıyordum. Bu kitap serisinin etkisi ile ‘’Kabak Çiçeği Dolması’nın ‘’ Anadolu ve Ortadoğu tarihsel sürecindeki önemi konulu abuz bir yazı ile Arkabahçe’ye girdim. Giriş o giriş. Bu arada , Yaşar Kemal hala bu romanın dördüncü kitabını yayınlamadı , Poyraz Musa’nın akibeti hala merak konusudur. Bu nedenler Yaşar Kemal’e protestolarımı da bildirme fırsatını kullanmak isterim.

Neyse ahaliciğim , Arkabahçe’de tuhaf yazılar, tuhaf insanları ve tuhaflaşma potansiyeline haiz insanları biraraya getirmeye başladı. Bazıları, o zamanlar henüz piyasalardan falan pek fazla anlamayan ama anlamaya meraklı ve yetenekli olanlar, arkabahçe muhabbetlerinden para bile kazanmaya başladı. Bilginin ve haberin öneminin farkedilmesi düstur edinildi falan.

Derken , Arkabahçe’nin ahalisinin bazıları, biraraya gelmeye karar verdik. Yeni Cami minaresine 68 metre uzaktaki , bu minare ile Galata Kulesi arasında , Şehir Hatlarının artık dumanı çok daha az tüten gemileri arasından Boğaz Köprüsü’nün görüldüğü; soldan arkaya baktığında mezartaşları arasında PiyerLoti’yi , sağdan arkaya baktığında Selimiye Kışlası’nı gören bir mevziide randevulaştık. İlk ben geldim, kimmiş bunlar merakı ile. Sonra o geldi , nedense daha terasın kapısından girerken tanımıştım , o da beni tanıdı. Aslında tahmin ettiğim gibi biri değildi , onun da beni tahmin etmesi doğal olarak asla mümkün değildi ya, tanıdık birbirimizi işte. Sıradanlıkla marjinallik arası bir kıyafeti ile , teknesinden mi geliyor , golften mi, free friday marjinali bir şirketin semi-causal uygulamasını uçta taşıyan bir müessesenin yöneticisi mi anlayamadım. Sigara içiyor , elinde takoz gibi bir telefon , tanıştık. Diğerlerini beklerken , benim zaten başladığım rakıya katıldı – iyi haber- .

Sonra diğerleri de geldi. Antep masasında Coca Cola içen bizden daha genç katılımcılar biraz hayal kırıklığı yaratmış olsa da , artık aramızda olamayan ve nurlara gönderdiğimiz dostumuz , hala sessizliği ile aramızda mutena yerini koruyan diğer bir dostumuz falan , hoş bir muhabbet kapladı ortalığı.Herkes öyle tırsmış bir merak içinde ki , O’nun ağzından çıkacak her lafı kaçırmamak uğruna, caanım kebapların soğumasına bile aldırmıyor kimse.Tam ben araya ince bir laf sokacakken , o zaten bana , sen buraya ince bir laf sokarsın diye bakıyor , ben ince kalın dinlemeden sokuşturuyorum, anlayan anlıyor , anlamayan biraz sonra anlıyor, o zaten ne söyleyeceğimi baştan tahmin etmiş falan , hoştu anlayacağınız.

Derken yazlardan bir yaz geldi , ben teşkilatla beraber İstanbul’un kuzey-doğusunda hoş bir çiftlik benzeri yerde haftasonuna gidiyordum. Ona da bahsetmiştim. Aaa ! o da orada. Havuzlu , rakılı , atlı, hatta Erivan Konyaklı ama çok keyifli ikigün muhabbet ettik. Konuşacak lafı var her konuda , iş konuşturabilmekte. Konuşuyoruz ama paylaşım sınırlı. Zaten iyisi de bu değil mi ? Kimse kimsenin özelini kurcalamıyor , herkes ne kadar anlatmak isterse o kadar. Gerisi kimsenin merak alanında değil.Bu arada arkabahçe coşuyor. Kavga keyif , sanat , ilim, küfür , mesel, ironi devam. Meraklısı , yazanı, fanatiği artıyor.

İlk katılımcıların hevesli ve niyetli olanları , bilgiyi bilmeye başlıyor. Bilineni anlamaya başlıyor, çizgilerin herzaman yetmediğini kavrıyor, boynuzlar kulaklarla dalaşıyor . Bursalı bir kardeşimiz ev alacağım diyor. Alma diyor O ; ev alma 3 liradan Tebank al diyor , Bursalı çocuk , Tebnk’ı 20 Lira civarından satıyor. Arka bahçe nin ilk günlerinde meseleye uyanıp Yazıcı alanlar, hala inanamıyor başlarına gelene. Birgün çok Kuzey’den bir konuk getiriyor bahçeye. Konuk mu , hizmetli mi, yoksa birçoğumuzun anlamak istediği gibi biri mi? anlaşılmasa da, Kuzeyli konuğun sofralarında ulaşılmayacak lezzetler tadılıyor.

Derken , hiç gereksiz bir zamanda ortadan kayboluyor. Ve bir ay kadar sonra , ayak bileğinden, gırtlağına kadar giden bir dikiş iziyle, onun hayatını tıkamak isteyen birtakım vucut nankörlerinden kurtulmuş olarak, ama hayatta hiçbirşeyin değişmediğinin, değişmemesi gerektiğinin farkındalığıyla geri dönüyor. Sadece sigarası eksik artık. O kadar olsun.

Bu arada , kalabalıktan , gürültüden bıkan Arkabahçe, otunu, çiçeğini daha iyi koruyabileceği mekanlar arıyor , derken kendi arazisinde bahçeyi yeniden kuruyor. Zaten tuhaf olmayan ve tuhaflıktan anlamayanların ulaşması umurunda olmayarak. Bir sürü insan , çıkarken , inerken doğru laf sahibinin doğru lafını anlayabildikçe bu anladıklarını nakde tahvil etmeye devam ediyor.

Birgün bir Arkabahçeli’nin biryerleri ağırıyor. Ağırmak ne kelime, yetmez ki... Dayanmanın sınırlarını zorlayan, hiçbir zaman başına gelebileceğini tahmin bile etmesi mümkün olmayan, kurtulmak için herşeyi yapabileceği ama yapacak hiçbirşey bulamadığı bir ağrı.Belki acı demek daha mı uygun ?Çaresizlik acı mı yaratır , ağrı mı ? Acının geçiciliğini düşünmek içinde umut taşır.O zaman ağrı bu gerçekten, kurtulma umudu çok daha zayıf zira.

Belli etmemeye çalışıyor, ama O anlıyor nasıl anlıyorsa, görmeden , duymadan.. Uğra bana diyor , ilacı var bende. İnanamıyor , yok artık daha neler diye düşünüyor. Hangi ilaç sahipleri sırtını dönerken , hangileri ilaçları gizlerken , hangileri farkında değilmiş gibi yaparken , hangi umutlar sönerken , kim bu , nereden çıktı , neden çıktı ? Anlayamıyor , belki anlıyor ama , başkasına anlatılması mümkün olmayanı kendinin de anlamadığının sanrısı içinde kalakalıyor.Ve o ilaçla , uzun bir geçicilikle de olsa acılar uzaklaşıyor.Ama olan ve olana sebep olan kişi , o herşeyi yaşadığını zanneden , herşeyi çözdüğünü zanneden, herkesi bildiğini zanneden Arkabahçeli’nin bildiklerini unutturuyor bu tavrı ile. Hani böyleleri sadece kitaplarda vardı ? Hani dünya üzerinde paylaşmak en hoş ama en ulaşılmaz utopya idi ? Keşke bir daha hatırlamaması mümkün olsa bildiğini zannettiklerini.
Ama kahrolası dünya hala dönüyor.

Emin
15-06-2006, 16:18
Bu yazımı neden yazığımı bilemiyorum.

Sanki biliyorum ama adını koyamıyorum. Kıymetli Ali Hocama karşılık vermek için mi, yoksa Sayın AnnE’ye karşılık vermek için mi? Belki de hiçbiri değil. Belki, içimde ki “yazma gıdıklayıcısı” bu yazılanları okuyunca “yaz bir şeyler” diye arkadan ittirdiği için. Belki de hepsi!

Tamam, baba! Yazalım da, ne yazalım? Baksana Anne’nin yazısını şurup gibi okudum, sonuna geldim ama anlar gibi olmama rağmen oturtamadım yerli yerine.

Benim gibi kaç kişi de okumuş, basmış teşekkürü! Lakin yazının üzerinden iki gün geçmiş ama kimse karşı veya tasdik edici bir şey diyememiş! Nutku tutulmuş.

Şimdi bak! Ali Hoca bana anlatıyormuş gibi yaparak hem de şuan içinde bulunduğu durumu tiye alarak kendini, hem AnnE’yi, hem Master’ı anlatıyormuş gibi bir şey yazmış. Yazısının sonuna da borsadaki “omuz-baş-omuzdan” çok farklı bir “omuz başı” tarifi yapmış.

Buraya kadar tamam diyelim sonra Sayın AnnE kırmızı bir ön not ile başlamış yazmaya.

Dört beş yıl öncesinden yaşadıklarını özetlemiş. Ben o zamanları bilmediğim için sadece okuyorum.

Arkabahçe denilen konu başlığında aynı telden çalanlar buluşmuş, bunlar yazılarla birbirlerini tanıdıktan sonra camiye değil onun minaresine 68 metre uzaklıkta toplanmışlar.

İçlerinde, herkesin gözü üzerinde olan biri varmış. Bu kişinin birçok kişiye ekonomik faydası da oluyormuş. Ortalıktan kaybolmuş bir ara. Bacağı dikişli olduğuna göre oradan alınan damarlarla kalbi onarılmış, muhtemelen.

Sonra bulundukları yerden göçmüşler ve kendi arazileri üzerinde bir bahçe kurmuşlar. Bu bahçede toplaşanlardan birinin bir gün bir yeri hem acımış hem de ağrımış.

Buraya kadar tamam ondan sonrasını oturtamıyorum.
Kaç sefer okursam okuyayım olmuyor.

İşin tuhafı “bunlardan bana ne” diyemiyorum.

Tuhaf; yani anlaşılmaz.

Tuhaf; yani garip.

Tuhaf; yani acayip.

Bir tuhaf oluyorum.

Benim ne işim var buralarda, bu bahçede ne arıyorum. Cehennem ol git, işin gücün mü yok! Derdin, hastan, borcun, gailen mi yok!

Geldin, borsaya sürtündün, önceliklerine göre de iyi ya da kötü bir karar aldın çıktın. Gene mi kaşınıyorsun? Bir iki yıl sonrasına bile olsa, hazırlık mı yapıyorsun?

Buraya, Fidanlığın 7 nci sayfasındaki 68 numaralı iletiyi göndererek başladım. 13 gün sonra da vedamsı bir yazı ile ayrılmaya yeltendim ama bir gün sonra Sayın AnnE’nin nohutlu altınlı pilavına bir avuç nohut atmadan da edemedim.

Hakkımdaki en doğru yargıyı SerdarKuş abinin verdiğini düşünüyorum, bir insan bu kadar mı sarraf olur!
Bunca yıldır internet ortamındayım. Edindiğim izlenim, yazacak adamı kapıdan kovsanız bacadan girer yine yazar, yazmayacak olanı yazdıracak tek güç ise, sadece yine kendi yazma arzusudur. Yazmanın, zevkine vardıktan sonra yazmamak çok daha zor gelir.

Gün gelir duygular düşünceler birikir, ille de bir yerlere akmak ister. En yakınlarımızla bile paylaşamadıklarımız için biliriz ki burada birileri vardır. İşte o an, Emin hocam gelir yazar, zevkle okuruz. Bu konuda bir tereddütüm yoktur.

Hakikaten en yakınlarımızla bile paylaşamadığımız ya da üstünkörü paylaştığımız şeyleri gelip burada anlatıyoruz.

Bazen kullanıcı adımı yazmadan, kimseyle göz göze gelmeden misafir olarak girip okuyorum bahçedeki yazıları. Yöneticiler, izlerimi çok net görüyordur ama katılımcılar da sadece “Konuyu Toplam 5 üye okuyor. (2 Kayıtlı üye ve 3 Misafir)” yazısını görüyordur. Bazen o misafirlerden biri ben oluyorum, işte.

Bir yandan hiç kimseyi tanımak istemiyorum, benim kendi dertlerimle, işlerimle, neşelerimle (neşe yok ama belki o da olur, biz sözün gidişine göre yazalım) haşır neşir olmak, onlarla boğuşmak istiyorum. Gücüm, takatim, çevrem, bilgim kimseye yetmez. Bana yetmiyor!

Yeni insan demek, yeni dertte edinmek demektir; işin yoksa bir de alihocanın tetkik sonuçlarını merak et. Ne oldu, kötü bir şey çıkarsa ne yapabilirim, elimden ne gelir, tabiî ki hiçbir şey. Kuru laflardan maada.

Hadi diyelim ki, bahçe müdavimleri turp gibi kimseye bir şey olacağı yok, ola ki günün birinde yüzleştin, hangi lafı derleyip konuşacaksın, ne ikram edeceksin, ailecek izzet ikramda kusur edecek miyiz, bir sürü belki yersiz ama kaygı. Kaygı deyip geçmeyin kaygı, kaygıdır. Bana göre; duvarda sızan su gibidir, ne boya kor ne sıva, gün gelir duvarı da eritir.

Doğru konuşalım; şimdi, bu yazılarımın böyle borsa sitesinde ne işi var!?

İki gün öncesinden planlamış, bugün için 1’e 5 vermesini umduğum 45 bin adet karanfil fidesini dikecektim, siz deyin ki, karanfil hissesini alacaktım taa 2007 Nisan ayının sonuna kadar da elimde tutacağım bu hisseleri. Oldu mu, değdirdik mi borsaya, mezada.

Hasan ve Celal adlı kavruk iki “Urfalı Çalışanıma” da katkım olur mu, bu işin sonunda?

Naylon örtü altında sanki saunada çalışıyor, karanfil yataklarını düzenliyorlar ve onlara şimdiden verdiğim 300 liralık avansla, tahsis ettiğim; it bağlasan durmaz niteliğindeki yığma evde, 33627 seviyesinden kapanan borsadan, tahvil ve döviz piyasasından, seans arasındaki olumlu seyirlere bağlı olarak yaşanan yükseliş eğiliminden, hele hele açıklanan ya da açıklanacak olan ABD’nin işsizlik verisinden tut bilmem ne verisine kadar birçok şeyden habersiz, konu komşunun verdiği sebzelerle, gözlerine kestirdikleri bir kasaptan aldıkları kırıntı etlere bol acı biber katıp, bir günü daha savuşturmanın mutluluğuyla tabakalarından sigara sarıyorlar. Bir tane de bana vermeyi ihmal etmiyorlar.

Onlarla birlikte her şeyi hazırlamışken gecenin bir yarısı tuhaf çırpınışlar içinde kalan 76 yaşındaki babamın bacısını, babamın “Oğlum n’olur kurtar bacımı, doktora kavuştur” yalvarmaları arasında, daha bir hafta önce içinde günlerce dolaştığım Devlet Hastanesinin aciline sür arabayı deli gibi.

Direkten döndürdük diye sevin, hanımla refakatçi nöbetini değiş, gel biraz dinlen sonra Arkabahçeye kafanı uzat. AnnE’nin ilaçlı milaçlı, acılı, ağrılı, yazısını oku.

Şimdi, bu tuhaf yazımdan AnnE’ye ne, Master’a ne, Dentist’e ne, Mazhi’ye, Serdarkuş’a, Alihoca’ya, Ayfer’e, Bikmisbroker’a, Buddha’ya, Buena vista’ya, Hakan’a, Neron’a, Ömmes’e, Ramo’ya, Kasved’e, Berrak’a, Halo’ya, Şen’e, Emekli’ye, Account’a, Gemici’ye, Suvari’ye Zumbul’a kısacası buraları okuyan kaç kişi vardır bilemiyorum ama en azından 67 aktif üyeye ne? Onlara ne yararı var bu hezeyanlarımın.

“Borsa sitesine bahçe kurulursa, fidanlık yapılırsa olacağı bu” diyesi geliyor insanın.

Annem derdi ki bana: “Oğlum, yorulduğun yerde ‘han’ yapıyorsun.”

buena vista
15-06-2006, 19:01
- Fesuphanallah...
-Yanlis anlamayin efendim..
Beni bir korkudur aldi, bu Arka Bahce hastaligi !
Ne zaman bu bahcede gezinsem, hep degisik çiçeklere rastlarim.
Kimi zaman okuduklarimi anlamaz, birkac kez daha okurum..Anlayincaya dek..
Anladikça tuhaf, degisik olur, duygusalligim artar..Yaslanmaya mi basladim ne.
Yoksa Arka Bahce mi beni böyle yapti.? Cözemedim bir türlü..
Hele bu son KARANFIL çiçekleri...

buena vista

AnnE
16-06-2006, 08:51
Pek Aziz ve Muhterem Emin Bey Kardeşim ;

O yazıyı neden yazdığını bilemiyormuşsun.
Ben biliyorum.

Çünkü , konuşmak zordur. Konuşabilmek için, konuşabilecek insanlara gerek vardır. Konuşabilecek yürek, nereye bakabileceğini bilecek göze gerek vardır. Elini nereye koyacağını, boynunu ne yana çevireceğini bilmeye gerek vardır. Konuştuğun lafı istediğin yerde bitirememe ihtimalin vardır. Kimin , senin lafını nerede keseceğini hesaplayamazsın. Kesildikten sonra nereden başlayacağını bilemezsin. Karşındakinin anlayamayacağını hissetmek, hatta bilmek vardır. Konuştuğuna, konuşacağına pişman olmak vardır. Dinleyen itiraz eder, teselli eder, başka yere çeker , senden uzağa işer. Kursağında kalır.

Dene istersen , hem halanı , hem Hasan ile Celal’i , hem Ali Hocam’ı bir dikişte, araya bir şey sokmadan anlatabileceğin kimse var mı ? Oldu mu? Mümkün mü ?

Halanı anlatamadan, dinleyenin dayısı girer, Celal’i anlatamadan işsizlik girer, Hoca’yı anlatamadan Hüseyin Çelik girer lafa. Böğüre böğüre yazamazsın , kusamazsın, ağzına geleni geri yutarsın, gözün yaşarır , ağlayamazsın, sönmekte olan sigarayı tazelemeye kalksan , çok içiyorsun diye , o sigaradan beter zehiri salıverirler ciğerine. Dostunu üzdüm diye derdine dert katarsın, dostum bildim anlamadı diye kuşkuya düşersin, teselli bile aramazken teselli etmek zorunda kalırsın.

Konuşmak zordur Emin, çok zordur ; konuşamazsın.

Ama neden yazdığını bilemezsin, yazarsın.

Sana nedir kimin okuyacağından. Cümlende istediğin kadar dolaylı tümleç kullanırsın, istediğin sözcüğe istediğin sıfatı katarsın, karışan olmaz. Lafın biter , kimsenin hala duymadığı lafı bir daha okursun, anlamayacağından endişe ettiklerin için istediğin lafı istediğin gibi değiştirirsin , anlamamasını istediklerin anlayamasın diye de istediğin lafı istediğin gibi değiştirirsin. Kimse duymasın dersin , kendi yazdığını kendin dinlersin, okutmazsın kimseye.

Yazmak senin elindedir Emin; konuşmak dinleyenin elinde.

Yorulduğun yerde han yaparsın , herkesin yorulduğu yerde bir dakika durmazsın istersen.

Sana nedir, kimin okuyacağından. Sen paylaşmak için yazarsın, kimle paylaştığını, ne kadarını paylaştığını hesap etmezsin. Paylaşınca azalmayacağını da bilirsin , okuyana da bulaştırdım diye dert etmezsin, görmezsin gözlerini çünkü. Görmez ki onlar senin gözlerini.

Reklam girmez araya, korna çalmaz, gazın bile gelse dert etmezsin. Susman icab ederse susarsın , istediğin zaman kaldığın yerden devam edersin. Beğenmezsin lafını baştan anlatırsın.

Beyin senindir, kalp senin. Hanını kendin yaparsın, kime ne.

AnnE
16-06-2006, 11:12
-Kızım bu ne ?
- Şimşir AnnEm.
-Naaptın buna ?
- Komşu istedi.
-Ne dedi ki ?
-Akbank battı mı diye sordu geçen gün.
- Tövbe tövbe.














http://i44.photobucket.com/albums/f25/avrogida/ProblemliKomsu.jpg

Emin
17-06-2006, 00:10
...
Sana nedir, kimin okuyacağından. Sen paylaşmak için yazarsın, kimle paylaştığını, ne kadarını paylaştığını hesap etmezsin. Paylaşınca azalmayacağını da bilirsin , okuyana da bulaştırdım diye dert etmezsin, görmezsin gözlerini çünkü. Görmez ki onlar senin gözlerini.
...


Serdarkus abiyi adam sarrafı saymıştım, onun yanına Sayın AnnE’de geldi.

***
Kendisi de bilmiyor 4 yaşında mıymış, 5 yaşında mı?

Yetim kalmış, yani “Şığ” olan babaları ölmüş; bir erkek ve bir kız çocuğundan kız olanı bilmiyor, hatırlamıyor, o anki yaşını.

Abisi de küçükmüş demek ki, o da hatırlamıyor!

Sahipsizlik zor, yetimler için de, yetimlerin anası Tercanlı ya da Mercanlı yani benim babaannem Elif için de.

Rıza adında birine varmış.

Rıza, rıza göstermemiş bu iki yetim sabiye!
“At başından bunları” demiş.

Nasıl atabilmiş bilmiyorum.

Vermiş kızı, o an için orada görev yapan bir Jandarma Gedikli Çavuşuna evlatlık niyetine, oğlunu da bir ağanın yanına boğaz tokluğuna hizmetkâr.

Kopmuş bağlar. Kim nerede bilinmiyor. Allahtan hep anlatmış Jandarma Gedikli Çavuş kıza senin ananın adı Elif, Babanın adı Mehmet Ali, bir de abin var, adı Osman.

Nereleri dolaşmışlar o da bilmiyor, dolayısıyla ben de.

Bir gün Trakya taraflarında evermişler, hem de onun dediğine göre; ya 16 ya 17 yaşında, Münir adında 1911 doğumlu babayiğit biriyle. Balkanlardan gelen göçmen bir vatandaşımızmış Münir Bey.

İnci Hanımı dövmüş de, sevmiş de. İki kız ve üç oğlu olmuş.

Unutmamış İnci Hanım, Osman adında Pertek’te bir abisi olduğunu, bırakın “yetimi okşamışlar vay sırtım demiş” sözünü bir yana, her dayak yediğinde; “Ellerin kırılır inşallah! Seni ağabeyime söyleyeceğim! Görürsün sen!” gibisinden başlayan hepinizin sonunu tahmin edeceği cümleler kurmuş. Dayağın ağrısına mı, acısına mı hangisineyse dayanamamışsa bir gün: “Abime gideceğim” deyip, komşuya sığınmış.

Onu evlatlık gibi aldığı halde, ona evlatlık gibi davranmayan, beleş hizmetçi niyetine evinde tutup, adını bile yazmasını öğretmeyen babalıkta yokmuş ortalıkta.

Karısı kaybolduğu için panik olan Münir Bey, İstanbul Belediyelerinden hangisinde çalışıyormuşsa o zamanlar, çevresini ve imkânlarını zorlayarak Pertek postanesine bağlanıp, Osman diye birini sorup, soruşturmuş; bir şekilde ilk temas kurulmuş enişte ile kayın arasında.

Osman da, adının İnci olduğunu herhalde 30 sene kadar sonra öğrendiği bacısının yaşadığını ve de başının darda olduğunu anlamış bu vesileyle.

Sonra.
Sonrası o kadar önemli mi, değil mi ne önemi var. Bütçe imkânları dâhilinde kesik kesikte olsa görüşülmüş, gelinmiş, gidilmiş.

20-25 senedir Münir Bey yok, terk etmiş bu dünyayı, sevabıyla günahıyla o tarafta.

İnci Hanımı dövüp azarlayan gelinler, atmışlar dışarı, onun dediğine göre. Yukarıdaki ağaç heykeli gibi dönmüşler arkalarını.

İlk doğurduğu kızının yanına varmış Pütürge’ye. Bir süre sonra o da koymuş kapının önüne.

Sığınmış abisine. Abisini duman tuta! Ne yapsın? Karısıyla bacısının arasında sıkışmış kalmış, atın nalı ile toynağı arasında kalmış gibi.

Sancılarla bu dünyaya doğurulan, emzirilen, belenen, içlerinde sadece birinin adresi belli olan 5 evlat, bilmiyorlar analarının Devlet Hastanesinden bugün salahla taburcu olduğunu.

Hem bu hikâyeden onlara ne be Sayın AnnE!?


Notlar:

1- Eğer bizi kandırmıyorsa tetkikleri temiz çıkan, dolayısıyla sırtımızdaki bir yükü daha kaldıran benim için çok değerli alihoca’nın ricası üzerine, bu kimseyi alakadar etmeyen yazı, borsaya, ekonomiye, para piyasalarına teğet bile geçirilmemeye çalışılmıştır.

2- Sayın AnnE,
Başlığını niye “piyasalar” koyduğunu anlamasam da, hiç gereği yokken, bana hem aziz, hem de muhterem diye hitap ederek başladığın bu, çok ama çok kıymetli, benim için haddinden de fazla kıymetli yazını defalarca okuduktan sonra doyamadım, birkaç eski dosta e-posta olarak yolladım, gene doyamayınca, bu sefer çıktısını alıp, cüzdanıma bir muska gibi koyma fikriyle rahatladım.

bikmisbroker
17-06-2006, 15:43
Sancılarla bu dünyaya doğurulan, emzirilen, belenen, içlerinde sadece birinin adresi belli olan 5 evlat, bilmiyorlar analarının Devlet Hastanesinden bugün salahla taburcu olduğunu.


Allah Gani Gani rahmet etsin sevgili Mehmet Emin, "Halanin Vefati" mesajini bile verirken yazdiklarin ile beni dusunmeye sevkettin, bogazim dugumlendi..
Ali Hocamizin tetkiklerinin TEMiZ cikmasina da bu vesile cok sevindim..(sesinden anladigim kadari ile bizi kandirmiyor)

alihoca
17-06-2006, 22:45
Arka BahÇe'nin Güzel İnsanları;

Emin İnsan birilerini tarif etmiş. Acılı ve damardan bir kısa öykü bu. Okurken şiir gibi akıverip birden sonlanan. Yaşamdan damıtılıp her satırı dimağda ve damakta tad bırakırken kolayca okuyuverdiğimiz böylesi yazıların, çekerken ne berbat bir şey olduğunu düşünür gamlanır giderim.

Anadolu'mun kara yazgılı çilekeş kadınlarının derdi bitmez ki, öyküsü bitsin. Yüzlercesinin mutluluk tariflerini duysanız ne kadar aza razı olduğunu bilseniz şaşar kalırsınız. Sınırlı yaşamımızın bize müsaade ettiği kadarı ile gece yarısı dayak çığlıklarından tutunda, nafakalarının yanında namus nişanelerinin kumar masalarında bırakılışı gibi birçok eza cefaya tanıklık etme fırsatımız oldu.

Ama bu yazıda çekilen onca çilenin yanında bir vefa örneği de umarım dikkatinizden kaçmamıştır. Hasta babasına evini yüreğini açan ve hizmetini esirgemeyen bir hayırlı evlat örneği görüyoruz. Bir zorunluluğun yerine getirilmesi veya desinler diye yapılan görev anlayışı değil söz konusu olan. Sevgi ile sarmalanmış bir sorumluluk anlayışı olarak tarif edilse yetersiz kalır diye korkarım.

Biliyoruz ki, alçağından yükseğine okullar bitiren, üstüne yüzlerce binlerce kitap okuyup bilgi ve kültürle mücehhez, kazanmış olduğu para, mal, şan ve şöhretin yanı sıra onlarca şehir ve ülke gezen Dostlarımız var. Şimdi sorsam ki, kaçımız kelimenin tam anlamı ile böylesi hayırlı evlatlık yapabildik?

Yok, yok, paranın sunduğu nimetlerden sevdiklerimizi yararlandırmaktan bahsetmiyorum. Bambaşka bir şey bu...

Bir değil iki hastanın olduğu bir evde yaşanabilecek olan zorlukları ve tatsızlıkları bir düşünün lütfen. Memuriyetin getirdiği zorlukları aşıp tam da rahata erildiği sanılan bir zamanda, yaşamın eğip büktüğü hasta iki yaşlıya bakmak dahası sahip çıkabilmek ne zor şeydir. Çekilen dertlerin iniltilerini karsuyu kadar güzel bir küçük kıza dinletmeye mecbur kalan baba neler hisseder.

Diğer taraftan babasına hatta babası yetmezmiş gibi halasına sahip çıkabilen hayırlı evlat olabilmek ne kadar güzel bir duygu Allahım. Bakın, gördünüz mü, hayırlı evlat olabilmek, zor olduğu kadar ne kadar gurur verici olabiliyor. Tek kelime ile haset duymamak mümkün değil desem, kıskanma da gör, desem doğru olur.

Bu yazıyı tamda bu noktada sonlandırsam sanırım hiç kimse itiraz etmez. Ben garip de yaşanmış öykü de iyi bir baba ve hayırlı bir evlat olabilmeyi başarmış o güzel insana duyduğumuz minnet duygularını ifade etmeye debelendiğim için biraz mutlu bile olabilirim.

Görüldüğü üzre başrolü verdiğimiz esas oğlanımız iyi bir baba ve hayırlı bir evlat olabilmek için sevgi dolu fedakârlıklar yapmıştır. Buraya kadar doğru ve bir o kadarda güzel. Ama çektiği zorlukların yanında görevini yapmış olmanın verdiği mutluluk ve gururla, deyim yerinde ise parsayı da o götürmüştür.

Oysa bu öyküde o er kişiyi iyi bir baba ve hayırlı bir evlat yapan gerçek kahrimen bir başkasıdır. Aramayın boşuna ne bunda ne başka yaşanmış diğer öykülerde onun adının bir harfi bile geçmez. Adı geçmez amaa bu öyküde o güzel adamı iyi bir baba hayırlı bir evlat yapan, ağzımızın ucuyla elkızı deyiverdiğimiz evin asil hanımefendisidir.

Düş bakalım kötüsüne de, baban yetmez gibi halana baktır. Baktırmak ne kelime, anasından babasından o asil terbiyeyi almamış elkızına babasının yetmezmiş gibi halasının başında nöbet beklettirecek herifin alnını karışlarım. Herifini herif yapan adamını kelimenin tam anlamı ile adam yapan,

işte o elkızıdır.

Diyeceğim Dostlar,
Böylesi elkızlarını yetiştiren ana babaların o mübarek nurlu elleri öpülür.

Ne mutlu, öylesi mübarek ana babaların yetiştirdiği elkızlarına düşmüş olan şanslı erkeklere.


Saygılarımla

alihoca
18-06-2006, 20:20
Allah Gani Gani rahmet etsin sevgili Mehmet Emin, "Halanin Vefati" mesajini bile verirken yazdiklarin ile beni dusunmeye sevkettin, bogazim dugumlendi..
Ali Hocamizin tetkiklerinin TEMiZ cikmasina da bu vesile cok sevindim..(sesinden anladigim kadari ile bizi kandirmiyor)
Sevgili Babo;

Üşenmeyip Dünya'nın bir ucundan telefonla arayan vefalı Dost Yüreğine ne kadar teşekkür etsem azdır inan.

Bu arada, Güzel İnsan Sevgili Emin'in çok değerli sevdiklerinin hastaneden iyileşerek taburcu olduğu müjdesini de ben vermiş olayım. Ki taa oralarda yeterli elem verdiğimiz yüreğini biraz şenlendirelim dilersen.

Sağlıcakla kalman dileği ile
Saygılar

AnnE
19-06-2006, 09:21
Salah ile dönse ağabeyinin yanına da , salat ile dönse mevlasının yanına da , ne fark eder İnci için ? Onun yaşadıklarında kaderden başka ne var ki ? Olabilir mi başka bir şey ? Başka birinin o hayatın yolunu değiştirebilmesi mümkün müdür ? Mümkün olsa olmaz mıydı ? hayat daha bebeliğinden beri, çizilmiş yolda gider miydi ? Hiç olmazsa bazı şeyler olduğu gibi olmasaydı olmaz mıydı ?

Nereden bilsin İnci ?

Hayatı sadece yaşadıkları sanıp , hayatı sadece yaşadıkça ve yaşayarak öğrendikten sonra bunca yıldır, kaderden başka bir şansı olduğunu bilmesi mümkün müydü ? Bu yaşından sonra salah ile dönse de kaderi onun , salat ile dönse de.

Elif de , Münir de, Osman da, Emin de, ortada olmayan beş çocuğu da kaderi. O nun bundan yakınma ihtimali var mı ? En fazla diyeceği ‘’kadersiz başım.’’

Hastaneden salah ile çıkınca mı kaderinin ondan yana olduğuna mı sevinir , salat ile çıkamadığına mı erinir.

Söylemiyorum ki , yazıyorum. İsteyene acı gelsin , isteyene gerçek. Anlayan ne anlamak isterse anlasın , anlamayan zaten konu dışı.

Bu İnci’nin Teknik Analizi. Sadece geçmişten gelen verilerle kuruldu.Soğuk, duygusuz... Maviyi kesemeyen kırmızılardan oluşmuş. Uzat çizgiyi nereye kadar uzatabilirsen, hep aşağı gitmiş, hep aşağı gidecek. Gündöndünün tohumunu saysan Altı Oran var, İnci de yok.Çarpsan da 1’e denk , bölsen de 1. Salah ta beklenti değil , salat da.


İnciler üzülmezler kendilerine.Sadece yazgılarıdır başlarına gelenler ve gelecek olanlar. Panik ne bilmezler, sevinse bile bazen belli edemezler. Bakamazlar gözlere, düşünmeye cesaret edemezler.

Belki iyisi de bu .

mu ?

bikmisbroker
19-06-2006, 23:07
Sevgili Babo;

Bu arada, Güzel İnsan Sevgili Emin'in çok değerli sevdiklerinin hastaneden iyileşerek taburcu olduğu müjdesini de ben vermiş olayım. Ki taa oralarda yeterli elem verdiğimiz yüreğini biraz şenlendirelim dilersen.

Sağlıcakla kalman dileği ile
Saygılar

Salah ile Salat arasindaki farki anlayamayan Turkce Ozurlu Bikmisbrokerdan sevgiler, saygilar..

R.W
19-06-2006, 23:50
Salah ile dönse ağabeyinin yanına da , salat ile dönse mevlasının yanına da , ne fark eder İnci için ? Onun yaşadıklarında kaderden başka ne var ki ? Olabilir mi başka bir şey ? Başka birinin o hayatın yolunu değiştirebilmesi mümkün müdür ? Mümkün olsa olmaz mıydı ? hayat daha bebeliğinden beri, çizilmiş yolda gider miydi ? Hiç olmazsa bazı şeyler olduğu gibi olmasaydı olmaz mıydı ?

Nereden bilsin İnci ?

Hayatı sadece yaşadıkları sanıp , hayatı sadece yaşadıkça ve yaşayarak öğrendikten sonra bunca yıldır, kaderden başka bir şansı olduğunu bilmesi mümkün müydü ? Bu yaşından sonra salah ile dönse de kaderi onun , salat ile dönse de.

Elif de , Münir de, Osman da, Emin de, ortada olmayan beş çocuğu da kaderi. O nun bundan yakınma ihtimali var mı ? En fazla diyeceği ‘’kadersiz başım.’’

Hastaneden salah ile çıkınca mı kaderinin ondan yana olduğuna mı sevinir , salat ile çıkamadığına mı erinir.

Söylemiyorum ki , yazıyorum. İsteyene acı gelsin , isteyene gerçek. Anlayan ne anlamak isterse anlasın , anlamayan zaten konu dışı.

Bu İnci’nin Teknik Analizi. Sadece geçmişten gelen verilerle kuruldu.Soğuk, duygusuz... Maviyi kesemeyen kırmızılardan oluşmuş. Uzat çizgiyi nereye kadar uzatabilirsen, hep aşağı gitmiş, hep aşağı gidecek. Gündöndünün tohumunu saysan Altı Oran var, İnci de yok.Çarpsan da 1’e denk , bölsen de 1. Salah ta beklenti değil , salat da.


İnciler üzülmezler kendilerine.Sadece yazgılarıdır başlarına gelenler ve gelecek olanlar. Panik ne bilmezler, sevinse bile bazen belli edemezler. Bakamazlar gözlere, düşünmeye cesaret edemezler.

Belki iyisi de bu .

mu ?

iyisi mi?

olmasa da olur "salat"da,"salah"da
bu hayat'ta;
yeter ki "salavat" kadar kudret olsun
son nazar'da.....

Ramo
21-06-2006, 13:35
Bkz şekil Ana Teknik analiz öğretiyor.Neyin mi ? kendine sorun

http://www.rmaden.somee.com/anam2.jpg

AnnE
21-06-2006, 16:19
Ahaliciğim ;

Şimdilik belirsiz bir süre için yayınlarıma ara veriyorum.
Çevreye verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz.
Kendinize ve bahçeye iyi bakınız.

alihoca
21-06-2006, 19:58
Ahaliciğim ;

Şimdilik belirsiz bir süre için yayınlarıma ara veriyorum.
Çevreye verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz.
Kendinize ve bahçeye iyi bakınız.
Ne rahatsızlığı be Güzel AnnE'm;

Senin olduğun yerde ancak güzellikler, mutlulukla gülümsemeler vardır. Dişinle tırnağınla, acınla, sevincinle doldurduğun dağarcığındakileri sunduğun bilgi, görgü vardır. Senin olduğun yerde paylaşım sevinci ile dop dolu koca bir yürek vardır.

Tek satır, tek kelime derdini söylemeyen yazmayan Senin olduğun yerde; Her birimizin, her türlü dertlerinde sunduğun koca bir OMUZBAŞI vardır.

Özür dileyecek biri varsa;
O da bir tek derdinde dahi OMUZBAŞI olmayı beceremeyen bendenizdir.

Yetmez ve para etmez biliyorum ama bil ki; Nerde ve ne halde olursan ol şu garibin sevgisi her daim yanı başındadır.


Sağlıcakla kal lütfen.

Süvari
21-06-2006, 21:03
Ali Hocamın tüm yazdıklarına aynen katılıyorum.

Verdiğiniz tüm güzellikler için sağolun varolun.

Umarım süre su gibi akar geçer ve yakında tekrar buluşuruz.

Saygılarımlar.

Ramo
21-06-2006, 23:45
Bahçe susuz nasıl olacaksa,Anasız da burası o kadar olur.

buena vista
22-06-2006, 10:24
Bahçe susuz nasıl olacaksa,Anasız da burası o kadar olur.

Aynen katiliyorum..

hulya26
23-06-2006, 07:53
Çok zaman kaybettik hep bir sonrakine sakladık önceleri, oysa ne dünler vardı yarınlara ertelenmeyecek..

Sevgiyle AnnE ve Sn Master