Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::db_connect() should be compatible with vB_Database::db_connect($servername, $port, $username, $password, $usepconnect) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::select_db_wrapper() should be compatible with vB_Database::select_db_wrapper($database = '', $link = NULL) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Deprecated: Non-static method vB_Shutdown::init() should not be called statically, assuming $this from incompatible context in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 2294
Arka BahÇe [Arşiv] - Sayfa 2 - Arka BahÇe Forumu

PDA

Tam Sürüm Bilgini Göster : Arka BahÇe


Sayfalar : 1 [2] 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58

Süvari
23-06-2006, 09:46
Aklıma gelmişken:

Başbakanımız değişmedim değişemedim, değiştim demedim dedim ama değişmedim vs. tarzı açıklama yapmış tam bilemiyorum ne dediğini ancak:

Milli gelirimiz 4 senede 3000 den 5000 dolara geldi yani DEĞİŞTİ diyorduk.
Sanırım gelirimiz yine üç binlere geri geldi. DEĞİŞMEMİŞİZ. Galiba 3.800 gibi hesaplayınca çıkıyor.

Değişik konu ama anlamadığım bazı şeyler neden değişmiyor.
Mesela talihimiz. Mesela tam bağımsız MB miz var diye hava atarken tüm kadroları İstanbul Büyük Şehir Belediyesine döndürülülen kadrosu.

Yada seçim yaklaştıkça ağızların eskiye dönmesi.

Önce kanun koyup yabancıya sopa göstermek ardından pişman olmak.

Kimisi can kimisi mal derdinde olanların yanında ideoloji uğruna vakit kayıplarına neden olanlar neden değişmiyor.

Sanırım değişmek zor. Belki de değiştirilmek yada değiştirmek lazım.

Eski fotoğrafları, eski defterleri, eski giysileri, eski düşünceleri hatta eskilerimizi...

Değişik bir gün geçirmeniz dileğimle.

serdarkus
26-06-2006, 14:02
Yazik, cok yazik..
Bu seviyelerden CAR CUR ettirilen dovizlerin satisi bitince daha yukari seviyelerde ise ULKE olarak bize dikte ettirilen herseyi KABUL etmek zorunda kalacagiz.
Bu Mantigi ve bu TUTUMU protesto ediyorum.

Taktım ben bu görüşe..
Her bi şeyin gösterilir gerekçesine "bir de şuna bi gush'bakışı bakayım, bakalım ne görüyorum" moduna kendimi fazla mı gaptırıyorum, bilmiyorum.

"Müdahele, fiyattaki dalgalanmayı sübvanse etmek içindir, elzemdir, faydalıdır, gereklidir" diye memleket gapılmış gidiyor. Tamam, bunca ülema yanlış bilecek değil de.. niye -sevgili BaBo hariç- bi tek kul , "değişik açıdan bir bakış" olarak yukarıdaki görüşü de en azından bir sorgulamıyor, merak ediyorum.

Süvari
30-06-2006, 14:06
Seçtik seçmesine de vapurları kimin için seçtik. İstanbul içinse tipinden ziyade dışarıya verdiği karbondioksit in azlığına göre seçmeliydik. Yada Sirkecide düdüğüne bastığında Çemberlitaştaki sesden zıplatmayacak vapuru seçmeliydik. Olmadı ömürlerine göre seçecektik. Yada SİS varken gidebilecek bir vapur tasarlamalıydık. (Gelişmiş radarlı) Ama önceden de belirtmiştim asıl tüp geçit bitirilince seçecektik. Belki de binecek insan olmayacak tüp geçit devreye girerse. Ya vapur büyük gelecek (verimsiz olacak) yada gerek olmayacak adet olarak fazlaya.
Biz neden yaşamak için İstanbulu seçtik bilmiyorum.

85 YTL lik aylık akbil 100 YTL olmuş. Ama bu zam anlamına gelmiyor. Aksine indirimdir. Kadir Topbaş. (Şimdi kendi kulağımla duydum.)

MB 1750 den dolarlarını çarçur etmiş diye yorumlar okudum. Başka bir konjoktürde belki haklı olabilirdi bu yorum ancak bugün için değil. 1550 ye düşmüşüz bugün. 1750 den dolar alanlar bu paraları ne yapmış. Tuhaf ülkeyiz.
Yorumum aynı: MB yine korkak davrandı ve gereksiz panikletti (Zarara uğrattı) insanları.

Borsadan artık hayır gelmezmiş. (Dikkat çekiyorum Master alırken bu yorumlar tüm tv ve forumlardaydı) Hayırlısı. Yorum yeterince yapıyorum hergün. Bu topik yeri değil :)

İsrail Hamas hükümetini meclisini ve yüzlerce kişiyi tutuklamış. Bir yalnızca bir onbaşı için dikkat çekiyorum. Ne kadar asil bir millet olmamıza sevineyimmi üzüleyimmi. Başta Suriye Irak olmak üzere ne kadar komşu yada içimizde etnik ayrılıkçı varsa yaptıklarını düşününce.
İsrail e karşı gelebilecek tek bölge ülkesi olmamıza rağmen bu ne babacanlık bu ne sabır. Anlayamıyorum. Sabrın taştığında olacakları SABIRSIZLIK ile bekliyorum. Sabretmek lazım biliyorum :)
İsraile ise yorumum yok. Filistin yada Suriyeliler düşünsün hallerini İsraili suçlamaktansa. Ama insanlık dışı olaylar olduğunu da inkar etmiyorum.

Van’da öğretmenler kızlarını okula göndermeyen aileleri ikna etmek için köy köy geziyor. Güveçli Köyü’nde kızını okula göndermeyen bir veli, öğretmenlere “Kızımı okutmam, cezası neyse öderim” dedi. Yorumsuz.

alihoca
01-07-2006, 22:00
Sorunlar, dertler, zorluklar söz konusu olduğunda; insanın dayanabileceği dertlerin ve zorlukların sınırı sanıldığının aksine hiç de az değildir. Sorunlarla birebir olarak boğuşulduğunda, her ne kadar yalnızlık duygusu zaman zaman zorlasa da, derdin ceremesini sadece kendinizin çekiyor oluşun insana direnç verdiği bile söylenebilir. Çekilen acının boyutu ne kadar fazla olur ise olsun sevdiklerinizi koruyor ve onları üzmüyor oluşunuzla çektiğiniz acıya direnç bile anlam kazanabilir.

Ama sorun, dert, yokluk ve zorluğun Sizi değil de sevdiklerinizi vuruyor oluşu, sanırım insanı en kahreden durumdur. Üstüne birde elinizden bir şey gelmiyor ve sadece boynu bükük izlemek zorunda kalıyor iseniz, o an işinizin bittiği andır desem yeridir. Sevdiklerinizde şahit olduğunuz acı dolu bir ses, hareket ve mimikleri görmek kocaman bir çaresizlik duygusu ile adeta yüreğinizi çelik bir mengene gibi sıkar, sıkar sıkar.

Uzunca bir süre böyle bir durumda kalmak ise kişiye onulmaz yaralar açar. İnsanda derin izler bırakır. Öyle ya da böyle, yakın ya da uzak bir süreç de bunun faturası ile mutlaka yüzleşmek zorunda kalırsınız.

İnsanın düşmanının dahi başına gelmesini dilemediği böylesi durumlar, bazen bizim, bazen dost ve sevdiklerimizin maalesef ki başına gelebiliyor. Çekilenin veya karşılaşılan sorunun verdiği hasarın boyutu insanın kişilik özelliklerine göre de değiştiğini belirtmekte yarar var.

Bu girişin nedeni bugünlerde sık sık dilime takılıp adeta pelesenk olan bir cümledir. Parayı sevmiyorum, paradan nefret ediyorum. Basında, görsel medya da, filmlerde bolca karşılaştığımız bu cümlelerin yakıcı-yıkıcı etkisini başınıza geldiğinde hissetmemek mümkün değil inanın. Bu cümleleri bir öğrencimin yazdıklarında ilk okuduğumda ne hissettiysem, bugünler de benim için çook özel bir insanın kökeni aynı dertleri karşısında boynu bükük bir çaresizlik hisleri ile tekrarlayıp duruyor olsam da; Bugün bu cümleleri ilk okuyuşumun öyküsünü yazmakla yetineyim dilerseniz.

Dal gibi ince ve uzun boyu, koca koca bakan ürkek gözleri ile hemence dikkatinizi çekiverirdi. Çekine çekine kaldırsa da, parmağını her derste görürdünüz. Ablası Baba şerrinden cahilliğe mahkûm edilmiş, mesleğe yeni başlayan bir öğretmen için, fakir ama her zorluğa inat çalışkan kız çocukların taşıdığı anlam ve değerin tarifi zordur. Onun için kısaca adı Aykız olup garip alihocasının can kızıydı O, deyip öyküsüne geçelim.

Hazine arazisine bir gecede kondurulan iki göz odaya kira verirlerdi üstelik. Çilekeş anası zengin evlerine haftada iki üç kez temizliğe giderek kazandığı üç beş kuruşla geçinirlerdi. Eh, Baba denirse eğer o da vardı. Vardı da anadan zor yolu ile aldığı paraları içki ve kumarda kaybetmekti en baş görevi. Eksik olaydı demeyin lütfen! Günü gelince öylesi bile özlenir ve öyle değerlenir ki şaşar kalırsınız.

Mesleğin ilk yıllarında ki ceberutluğumdan rahatça dertlerini anlatamazlar diye ara sıra yaşam öykülerini yazdırırdım. Kızıp küsenlerin rahatça eleştiri yapabilmeleri, dertlerinden utanıp sıkılanlar içinde isim ya da numara koymadan yazmayı serbest bırakırdım. İşin yoğunluğu azalan akşamlarda oturur bunları bir güzel incelemeye alır, yazılı kâğıtlardan yazılarını tespit edebildiklerimle çaktırmadan ilgilenmeye başlardım.

Evde yemeği bir gün önceden yaptığım günlerin akşamı eve gelmek keyifliydi Allah için. Yine böyle bir akşam, bulgur bulamaç ne varsa atıştırıp, yamacıma yerleştirdiğim çaydan aldığım yudumlar eşliğinde yazdıklarını okurken, onu daha çok tanıma fırsatı bulabilmiştim. Hiç unutmam. Kâğıt biraz buruşuk ve nemliydi. Bu nemin, yazarken akan gözyaşlarının eseri olduğunu okudukça anlamamak mümkün değildi. Üzerine kapaklanıp saklı gizli yazıldığını ise kâğıdın buruşukluğundan çıkarabilirdiniz.

Yazdıkları ‘Parayı hiç sevmiyorum. Paradan nefret ediyorum, öğretmenim.’ satırları ile başlıyordu. Babasının sarhoş geldiği bir gece yarısı sakladığı paralar için anasına zulüm ederken ne yazılırsa sıralamıştı peş peşe. Kışın soğuğunda odun kömürsüzlükten, yetersiz kazançla yiyecek, içecek, giyecek sıkıntısına, anacığının çektiklerinden sık sık hastalanışına varıncaya kadar zibil gibi dert saymış dökmüş garibim.

Yaşadığı her şeye ama her şeye rağmen okul birincisiydi desem inanın lütfen. Dört kardeşin yediği, içtiği, televizyon seyrettiği, yattığı odada da ders çalışmak ne kadar zor değil mi? Aykız’ım ise akşam eve gelir gelmez kulağına bir şeyler tıkayıp uyumayı başararak ve herkes uyuduktan sonra kalkıp gecenin sessizliğinde sabaha kadar çalışarak bu zorluğu çoktan aşmış ve birincilikle ortaokul diplomasını almıştı.

Yetti bitti desem iyi ama yetmedi, bitmedi maalesef. Kendisi, annesi ve kardeşlerinin çektikleri karşısında yüreğinde çöreklenen çaresizlik duygusu ile herkes yaz tatili yaparken, O lösemi denen illete yakalandı. Fakirlik bir yana bulup buşurulan tedavilerin zorluğu güçlüğü bir yana, her ay kan verilip, radyasyon-şua tedavisi görürken okulunu bırakmamaya çalıştı desem inanır mısınız?

Tedavinin en yoğun olduğu lise birinci sınıfta okula devam şansı bulamasa da, aynı sınıfa ikinci yıl radyasyon tedavisi ile dökülen saçları yerine takma saç takarak okula devam ettiğini gören gözleri hiç anlatmasam daha iyidir. Hatta ölümle pençeleşirken dershanelerin deneme sınavlarında en yüksek not almayı başararak bursluluk kazandığını söylesem de inanın lütfen.

Anlatmakla dert yetmedi, bitmedi ise başarı da yetmedi, bitmedi şükür ki. Peki, liseyi ikincilikle bitirip girmeyi başardığı üniversitede, biri devlet biri özel olmak üzere kazandığı burslardan ailesine bile yardım ettiğine ne dersiniz? Üniversite ev arasındaki yol mesafesindeki para ve zaman kaybını önlemek için bir devlet yurduna girmeyi de başardığını da ekleyeyim dilerseniz.

Üniversiteden getirip tanıştırdığı arkadaşı için duyduğu mutluluğa şahit olmak bile çook güzeldi. Lakin evlilik hayalleri kurarken, tedavi aşamasında gördüğü radyasyon nedeni ile çocuğunun sakat ya da ölü doğabileceğini bildiğinizde, teselli için söylenebilecek o kadar az şey kalıyor ki sormayın gitsin.

Hangi üniversiteyi kazandığını ve şimdi hangi mesleği yaptığını merak etmiş olanlar için de küçücük bir not düşeyim. O şimdi bir doktor. Hatta kendisine çok bi faydası dokunamayan öğretmeninin ikiz çocuklarının doğumuna koşup gelecek kadar vefalı bir yüreğe sahip bir doktor olduğunu söyleyebilirim. Hadi, evlendiğini ve güzeller güzeli bir evlat sahibi olduğunu da söyleyerek Aykız’ın öyküsünü mutlu bir sonla sonuçlandıralım.

Yüreğimdeki yeri benim için çok özel olan Dostumun benzer kökenli sorununun da mutlu bir sonla bitmesini Allahtan dileyerek bitirelim.


Saygılarımla

serdarkus
02-07-2006, 16:19
...

Bir süre sonra o kitabı yeniden aldım ve yeniden başladım okumaya.Ama yine bitiremedim. Ben ki hala elime aldığım kitap ne kadar berbat olursa olsun, bitirmeden bırakmamayı gereksiz bir zorunluluk haline getirmiş biri olarak bitiremedim. Amin Maalouf’un o muhteşem kitaplarının gazına gelerek okumaya başladığım son kitabı , ‘’Beatrice’den sonra Birinci Yüzyıl’’ kitabını bile, ‘’bu ne lan , hiç yakışmış mı ? ‘’ diye söylenmelerime rağmen sonuna kadar okumaya dayanmış biri olarak , O kitabı bitiremedim. Bitiremedim ve yeniden ve yeniden başladım. Antalya’da , Ayvalık’ta , Nemrut’ta , Giresun’da, defalarca İstanbul’da yeniden ve yeniden ve tekrar yeniden başladım , ama bitiremedim. Kitap kapağı memleketin bütün güneşlerini gördü, bitiremedim. Bütün kumlarını, çamurlarını gördü , bitiremedim.
Kitap renkten renge girdi , bitiremedim. Adındaki berbat çağrışımdan mı geliyordu , yazarının fotoğrafındaki o anlaşılmaz bakıştan mı ? bilemedim , bitiremedim.

Ve Cumartesi günü kurtuldum o kitaptan....

...Bendeki kitaplar, öyle sizin kurtulduğunuz kitap gibi gavur yazarlara da ait değil. Üstelik roman.

1991 yılında aldığımdan beri ikisini de bitiremedim; Peride Celal’ın “Kurtlar” ve Orhan Pamuk’un “Kara Kitap” adlı romanları.

Dediğiniz gibi Nemrut’a bile geldiler benimle, hakikaten kumlara belendiler Antalya’da, Gümüldür’de, Anamur’da.

Basiretim bağlandı, her yarım bırakışımda büyük bir hırsla yeniden başlasam da kaç sene geçti üzerinden tamamlayamadım. Tamamlanamayınca başa dönüp, unuttuğum için yeniden başladım.

Son zamanlarda bu “Kara Kitap” için; içinde bir sürü ince malzeme olduğunu, Pamuk’un da pek pamuk olmadığını anlatan elektronik postalar bilgisunar ortamlarında dolaşıp durmakta.

İyice meraklanmıştım. Yeniden gaza gelip okumayı ama bu sefer bitirmeyi aklımdan geçirsem de gene gözüm yememişti.

...

Anlaşılan, orta yaşı geçmiş her genç erkeğin başından geçmiş en az bir adet başarısız okuma denemesi var.

Benimde ilk başarısızlığım ergenliğe henüz adım attığım yıllarda oldu. Bulduğum her kitaba iyi kötü ayırımı yapmadan atladığım dönemdi. Eline bir kitap alıp karıştırmak, kitap almak o zamanlar en az okumak kadar güzel ve heyecanlıydı.

Memlekette zaten toplasan beş tane kitapçı var, birisine dalar, raflardaki tüm kitapları saatlerce karıştırır, sonrasında birini alır çıkardım. Bir başka gün ise , bir başka kitapçıda daha değişik kitaplarla.. (Şimdi bakıyorum da, o zamanın en kaliteli kitaplarında bile şimdinin üç otuz kuruşluk hafta sonu ekleri kalitesinde kağıt ve baskı yok. Yokluk içinde, kağıtsız günlerdi.)

Gorki’nin Ana ‘sı, o zamanın siyasi ortamında bir kült yapıttı. Özellikle okumak istedim. Buldum, aldım, okumaya başladım. Ancak, daha ilk birkaç sayfa sonra, okumayı bırakmıştım. Rahatsız etti.

Birkaç sene sonra, bir daha denedim. Yine başaramadım. Bıraktım. İfadesi çok değişikti. Çok basit sıradan şeyleri, öyle bir ifadeyle anlatıyordu ki.. Murat Sertoğlu'nun Battal GAzi serisindeki ifade bile bunun yanınca çok ağır edebi eser sayılırdı. Her cümlede müthiş bir “salak yerine koyulma duygusu” kaplıyordu beni. Okuyamama sebebi, sadece bu duyguydu.

Aradan çok uzun bir süre daha geçti. Oniki yaşında İlk satın aldığı ciddi kitap Yaşar Kemal’in Demirciler Çarşısı Cinayeti olan, bu zor romanı rahatlıkla okuyup devamını sabırsızlıkla bekleyen, sonrasında iyi kötü, küçük büyük farketmeyip kitaba benzer ne olursa okuyan ben, nasıl olur da birini okuyamazdım. Çok gurur kırıcı bir şeydi ve ileride ergenlik dönemi fobisi olak mutlaka bilinçaltından yaşamımı etkilecekti. Bu sefer azimli olarak başladım okumaya, üçüncü sefer... dişimi sıktım, zorladım, abandım.. ı,ıhh!. Yine olmadı. Pes ettim, bıraktım.

Şimdi kitaplıkta arasıra ona bakarım. O müstehzi ifadeyi anlamazlıktan gelirim.

Master
18-07-2006, 13:40
“Damla kendini bütünleyince damlar!! ''

AnnE
20-07-2006, 10:26
Dün akşam ölü asker oğlunun tabutuna bakamadan ağlayan baba içimi karartınca, zaplayarak Çeşme’de çakkıdı çakkıdı oynayan kızların standart bir şekilde sallanan kalçalarını da geçtikten sonra bir doğu akdeniz caddesinin tam ortasına düşüveren iki tonluk bombanın, Reina’dan atılan Çin malı havi fişeklerle benzerliğini aradıktan sonra, Turizme hizmet uğruna işsiz İskoç kızlarının donunun içine elini sokup resim çektiren Ağrılı gencin mağruriyetini de pas geçerek , zamanında dışarıya borçlanarak yapılan Clup Med’in özelleştirildikten sonra, içine 12 katlı mesken yapılmasına izin verilmesinin hoşluğu içinde biz artık Çek Cumhuriyeti ile Slovakya denen ülkelerin yakın zamanda tek ülke olduğunu ve insanları Çekoslavaklalılaştırmadıklarımızdan ve Çekoslavakyalılaştırabildiklerimizden diye ayrıma tabi tuttuğumuz günlerin nerelerde kaldığını ve bu uzun cümleleri kurarak bin yıldır süren çelişkileri bir daha ve bir daha yazmanın manasızlığı ile bu cümleyi nasıl bağlayacağımı da unutuverdim.

Hadi gel de gavura bu lafı çevir. Şöyle mi olur doğrusu acaba :

Are you one of those people whom we tried- unsuccessfully to make resemble the citizens of Çekoslavakya?

alihoca
20-07-2006, 10:39
“Damla kendini bütünleyince damlar!! ''
Kurban olurum ben böyle DAMLAYA

Emin
21-07-2006, 12:41
“Damla kendini bütünleyince damlar!! ''

Sayın Master’ın bu özlü sözü neye dayanarak, neyi düşünerek, neleri kastederek buraya yazdığını bilmeme elbette imkân yok.

Zahiri olarak çok doğru, eğer damla damlayamayacak kıvama gelmemişse buharlaşır; damla, damlanın bile boyunu aşacak bir büyüklüğe erişince de damlamayı bırakıp, akmaya başlar.

Dediğim gibi, bu teşbihi neden yaptığını kendileri açıklamadığı sürece bilemeyecek, öznesi yüklemi belli olan, ondan duyduğum bu sözü gün gelecek bir yerde kullanacağım ama esas demek istediğim şey ise; bu özlü cümleyi okuduktan sonra “damla” kelimesinin çağrıştırmasıyla çok dinlediğim bir türküyü mırıldanır oluşumdur:

Sevenlere gönül verdim, yola çevirdiler beni.
Damla bile değil idim, göle çevirdiler beni.
Tohumu döl eylediler, dikeni gül eylediler,
Yâri bülbül eylediler, güle çevirdiler beni.

Serimi sevdaya saldım, gâh boşaldım, gâhî doldum,
Muhabbet arısı oldum, bala çevirdiler beni.

Miskini’yi eğittiler, dane dane öğüttüler,
Dil bilmezdim, öğrettiler, dile çevirdiler beni.

buena vista
21-07-2006, 17:40
Sayın Master’ın bu özlü sözü neye dayanarak, neyi düşünerek, neleri kastederek buraya yazdığını bilmeme elbette imkân yok.

Zahiri olarak çok doğru, eğer damla damlayamayacak kıvama gelmemişse buharlaşır; damla, damlanın bile boyunu aşacak bir büyüklüğe erişince de damlamayı bırakıp, akmaya başlar.

Dediğim gibi, bu teşbihi neden yaptığını kendileri açıklamadığı sürece bilemeyecek, öznesi yüklemi belli olan, ondan duyduğum bu sözü gün gelecek bir yerde kullanacağım ama esas demek istediğim şey ise; bu özlü cümleyi okuduktan sonra “damla” kelimesinin çağrıştırmasıyla çok dinlediğim bir türküyü mırıldanır oluşumdur:

Sevenlere gönül verdim, yola çevirdiler beni.
Damla bile değil idim, göle çevirdiler beni.
Tohumu döl eylediler, dikeni gül eylediler,
Yâri bülbül eylediler, güle çevirdiler beni.

Serimi sevdaya saldım, gâh boşaldım, gâhî doldum,
Muhabbet arısı oldum, bala çevirdiler beni.

Miskini’yi eğittiler, dane dane öğüttüler,
Dil bilmezdim, öğrettiler, dile çevirdiler beni.

Ali hocam DAMLA ya kurban olmus, Emin hocam ise isi güzel bir türkü ile baglamis. Ya ben…
RAKI, SARAP damlasi olsa neyse..Damla baklava olsa..Damla gümüs olsa..Damla çok sevdigim yegenim olsa yine eyvallah..
Bu damla nasil bir „damla“.. Gel de çik isin içinden ..
Bu damla bir su DAMLA si olsa...

„bir şebnem, bir kırçiçeğisin, gül yaprağına düşmüş su zerreciğisin, soğuk gecelerin ayazı, gündüzün çiğisin. bir yarım alev kadar anlatılmaz sihir, tarifsiz bir büyüsün...“

buena vista

alihoca
21-07-2006, 22:28
Sizin de başınızdan geçiyor mu, bilemem ama benim her ev taşırken başımdan geçen bir olay var ki, aklıma gelmişken anlatmazsam çatlarım. Kiracısınız ve mecburen belirli zam aralıklarında taşınacaksınız. Taşınma işini daha kimseye haber vermeden dahi beni gizli bir telaş alır. Şöyle çaktırmadan benim çıkınları saklı saklı gözden geçirmeye başlarım.

Ne o bir şey mi arıyorsun? Yardım edeyim de uğraşma! Falan derlerse de, ne o, beceriksiz herif, şimdi her tarafı karıştırıp berbat edeceksin, mi demek istiyorsunuz der çıkarım. Ben bu muameleyi hak edecek ne kusur işledim ya rabbim! Diye yüksekçe bi sesle bağırıp, şöyle hafiften de kırılmış görünürüm ki, yanıma yöreme uğramasınlar.

Oda boşalınca da bulduğumu aldığımı, elime geçeni bi faydası olur, ilerde işimize yarar, çok da yeni canım lazım olur diye bir bir sakladıklarımı, çıkın, bavul, çekmece boşaltıp gözden geçirmeye başlarım.

Neler çıkmaz ki; saat kordonları, üç beş eski saat, bir sürü vida cıvata, somun, gazetelerden kesip sakladığım bir çok yazı, güzel sözler, şiirler, maniler, şöyle saati gösterecek şekilde poz verilen eski fotoğraflar vs vs derken yanı başımda dağlar gibi bir yığın oluşur. Biraz da anılarını hatırlayıp okşar gibi yapılan bu gözden geçirme işlemi, dakikalar saatleri kovalayarak sürer gider. Sonrada bu görüntü bende bir başka çağrışım yapar ki, işte o an paniğe kapılırım desem doğrudur.

Hani, büyük şehirlerde yalnız yaşayan kimi insanların evlerine komşulardan gelen şikâyetler üzerine zabıta marifetince girilen evler vardır. O dakkada arayınca bulamayacağın kameralar hazırdır. Televizyon haberlerine kadar yansıyan ve adına çöp evler dedikleri bir görüntüden bahsediyorum. Spiker dedikleri haspalarda bi kötüler gariplerimi ki görüp duymayın daha iyi.

Eski çıkınlar açılıp koca bir yığın arasında kalınca, işte o haber görüntüleri zınk diye aklıma düşer. Düşer ki bendeki paniği, boşalan teri görmeyin gitsin. Hemence eleme ve elimine etme işlemlerine başlarım. Eski ilaç kupürleri mi dersin, eski piyango biletleri mi dersin, eski aloların omoların çekiliş kuponları mı dersin, kıyabildiklerimi bir tarafa kıyamadıklarımı öbür tarafa yığmaya başlarım.

Bu işlemi yaparken arada baskın yiyip basılmakta var ki, düşman başına desem olur. Neymiş efendim, peki bu gazoz kapağını niye saklıyon deyi başlarlar. Anlatamazsın ki, o gazoz kapağının eski tahta sandalyelerin, çekyatların ayaklarına takılan lastik çıkınca ya da eskiyince oraya çakılıp halıyı kilimi yırtmasın deyi saklıyorum desen olmaz. Öyle bir müstehzi ifade ile gülerler ki, o an nevrin dönüp sakladığın eski paslı nacağı kapıp katil olursun billahi.

Hadi yüreğiniz kıyamadı paslı nacak elinizde öyle kala kaldınız. Allah razı olsun bize kıyamadı derler sanırsınız ki, yanılgınız da budur. O zaman dahi, artık odun kırmıyoruz doğalgaz kaloriferli evde nacağın ne işi var derler. Üstüne bir de ‘ay ne tuhaf adamsın’ derlerse belanın büyüğü çıktı demektir. Artık, bir kaç hafta küser misiniz, Ulan nasılsa kaldırdım, kaldırmış iken, ‘bre idare, fener bilmez müsrif tutumsuzlar’ deyü boyun köklerine indirip kesiverir misiniz bilemem.

Onca eleme sonrasında kıyabildiklerinizden koca yığınları çuvallara doldurup, bunları okula götüreyim de ihtiyacı olanları dağıtayım sevabına falan deyip gizlice çöpe atma faslına sıra gelir. Caanım eski kitaplarınızı, üç sözlük yeter deyip, çocukluğunuzdan sakladığınız biraz lime lime olmuşsa da dördüncü beşinci sözlüklerinizi atarken hissettiklerinizi yazmamayı tercih ederim.

Sözlük deyince aklıma başka bir şey geldi iyi mi? Bilgisayar ve internetin yanı sıra bu arama motoru hikâyesi neden bilmem hep çocukluğumu aklıma getirir ve biraz yüreğimin burkulmasına neden olur. Verilen ev ödevleri için kaynak aramak, akla takılan bir soru için ağabeylere soru sorup, o da günlerinde ise yarım yamalak bir cevap almak gibi şeyler aklıma gelince şimdikileri kıskanmıyorum desem billahi yalan.

Diyeceksin ki âlim mi olacaktın hocam! Tamam, haksızsınız diyemem. Ama olsaydı ve bu olanaklara bizde sahip olsaydık kötü mü olurdu. Anasını sattığımının yokluk ateşi ile pişmek de inadına zordu.

Şimdi bizim ikiz adilerin önüne koyduğunu beğenmeyip yemediklerini, yeni aldığını beğenmedikleri görünce;

Şu adilere bi kafa atayım,
Üç gün zırnık vermeden aç tutayım da görsünler yemeği gıymatını,
Şöyle bi sene boyunca delik ayakkabı ile okula göndereyim de anlasınlar hanyayı konyayı,
Yok yok suç bunların değil, analarını keseyim,
O zehirliyor, arkamdan hile ve desise çeviriyorlar.

Gibisinden içimden kırk türlü hinlik geçiyor, şüphe dolu arayıp soran bakışlarla süzüp duruyorum. Hafif de olsa bir desise izi sezsem garp cephesinden saldıracağım, ama adilerin masum duruşlarına bakınca, renk vermemeyi sanki doğuştan öğrenmişler.

Tek maaşlık gelirimizi kelle sayısına göre böldüğümüzde müftünün fitre verilecekler diye ilan ettiği sınıfa bile gireriz çok şükür. Ve güya fakiriz. Ama nasıl fakirlik ise eksik hiç bir şeyleri yok. Bilgisayar dizleri üstünde hazır ve nazır. Hadi, gecenin bi yarısı dondurma istediler diyelim. Üç dakika sonra ellerinde yalıyor oluyorlar.

Zıkkımın kökünü yiyin deseem olmaz. Gelde kıskanma adileri. Bunun kadrini gıymatını biliyorlar mı diye bir düşünsen, başın belaya girer. Sonra cinnet geçiren hoca çocuklarına saldırmış diye gazetelere çıkmak var.

Diyeceğim, yoklukta öyle, varlıkta böyle maalesef. İkisinin ortasını bulsak kim bilir belki de ondan da şikâyet eder miyiz bilmem.

Neyse, çöp evler diye başladık, kadir kıymet bilmez zamaneden çıktık.
Sıkmamış olmayı dileyerek kalın sağlıcakla diyeyim.

Saygılarımla

Emin
22-07-2006, 00:17
Sizin de başınızdan geçiyor mu, bilemem ama benim her ev taşırken başımdan geçen bir olay var ki, aklıma gelmişken anlatmazsam çatlarım. ...

Televizyondakiler kadar olmasa da, bende de tedavülden kalkmış şeyleri biriktirme huyu var.

Dediğiniz gibi; ancak taşınma zamanlarında bir kısmı azalıyor.

Sadece eşe dosta değil, bu eşya vasfını yitirmiş nesnelere de sadakatle bakmak içimde var, demek ki.

Sadece bir örnek:
Erzurum'dan taşınırken, 1989 - 1996 yıllarını kapsayan, gün sırasına göre ve ay ay tasnifleyip, kolilere koyduğum 7 yıllık Milliyet Gazetesi arşivimi kamyoncu: "saracak yerim yok abi, alamam hiç kusura bakma, istersen diğer eşyalarını da indireyim" diyerek efelenmesi yüzünden taşıyamamıştım. Muhtemelen kamyonucuya ağuyu bizim hanım vermiştir. Halen yanarım emeklerime.

Elinize sağlık hocam, yazınız gene çok güzel de şu sizin "ikiz adiler" dediklerinizi kıskanmayın, varken yesinler, giysinler, kullansınlar "az değerli, yok öğretici" olmuyor her zaman.

bikmisbroker
22-07-2006, 01:22
Şöyle bi sene boyunca delik ayakkabı ile okula göndereyim de anlasınlar hanyayı konyayı,
Yok yok suç bunların değil, analarını keseyim,
O zehirliyor, arkamdan hile ve desise çeviriyorlar.

Yine DAMARDAN girmis bu Ali Hoca,
La Havle...
Yahu Ali Hocam, Datlim Giymatlim.. (Kaynanalar dizisinden kalmadir ha!!)
Durup dururken nereden aklina eser de boylesine yazilar dosenirsin yaw??
Sen de Sevgili AnnE miz fibi Yazilar dosensene?
1 Solukda yazilan 11 satirli bilmem kac harfli tek cumleler kurup arkasindan da sorunu sorsana ya???
"Bilmem simdi ne yazacaktim unuttum!!""
"bilmem farkettinizmi yazacaklarimi??"
Farkettiyseniz de farketmediyseniz de, "Afiyet olsun!!"
diyerek biten...
Veya yaklasik o tarzda ifadeler iceren? O durumda yazdiklarina Cevap da almazsin biliyormusun?

Benim babam (Allah Gani gani rahmet etsin) Dis hekimi idi..
Vakti zamaninin Geliri yerinde, parasal durumu ve hali vakti bulundugu toplum icerisinde pek cok kisiden cok daha iyi vaziyetteydi yani..
ANCAK ozellikle belirtmek isterim gerek gittigim okullar olsun gerekse arkadaslarim olsun 1 gun icin onlardan geri kalmadim nerede ise..
O Naylon ayakkabilardan da giydim, dizimde yamalikli pantolon ile de dolastim..
Ve bunlardan dolayi da erinmedim, babamin maddi imkanlarinin diger cocuklardan fazla olmasinin ustunlugunu de yasayamadim ben (iyiki de bu sekilde buyutulmusum)
Bunlarin degerini ve kiymetini simdi anlayabiliyorum, bu sekilde buyutulmemin SIRRINI ve GiZEMiNI simdi cozebiliyorum..
OYSA bugunki nsanlarimiz oylemi?
Accuk fazla geliri varsa 10 misli fazlasi varmiscasina yandaki komsusuna CAKA satan bizim insanimiz degilmi?
Accuk daha iyi imkanlara sahipse, yaninda muhtac olan ile paylasmak yerine daha fazlasi varmiscasina vurgulama ihtiyaci icerisinde olan kim peki??
Butun bu sartlari ve bugunleri goren birisi olarak tekrar "NUR iCiNDE yat babam" diyorum..

(Not;Bizim de ayakkabilarimiz delinmeden yenisi alinmazdi, 1 sene delik ayakkabi ile okula gitmedim amma, delik ayakkabi ile okula gittigimi pek iyi bilirim)

AnnE
24-07-2006, 14:10
Bilmem simdi ne yazacaktim unuttum!!
bilmem farkettinizmi yazacaklarimi?
Farkettiyseniz de farketmediyseniz de, Afiyet olsun!!

Master
28-07-2006, 09:52
İstek sonuca odaklıdır. Yaşam ise sürece ...Sevgili Emin... ama ikisinin de neticesi S olması Türkçeden kaynaklanıyor ;)

R.W
30-07-2006, 14:37
Keith Chen, Yale Üniversitesinde ekonomi bölümünde görev yapan bir
profesör. Keith Chen'in araştırması, maymunlara, para kullanmayı öğretmek
ve bunun sayesinde topladığı bilgileri, insanların, para ile
olan ilişkisini karşılaştırıp, çeşitli sonuçlar çıkarmak.

Araştırma, Yale Üniversitesinin maymun laboratuarında başlıyor. Bu laboratuarda 7 adet capuchin maymunu, bir ana ve birçok küçük deney kafeslerinde, para kullanmayı öğreniyorlar. Para olarak, gümüş renkli, somun kullanılıyor.

Süreç gayet basit. Ana kafesten bir maymun alınıp, deney kafesine koyuluyor. Bu maymuna para adını verdikleri somun veriliyor. Maymun
öncellikle bu somunu kokluyor, ağzına götürüyor. Bu aşamada bir tepsi
içinde çeşitli yiyecekler getiriliyor: elma, üzüm ve jell-o. Amaç, bu 7
maymunun her birinin sevdiği yiyecek türünü bulmak ve bu yiyeceği elde
etmek için parayı kullanmalarını sağlamak. Deney kafesindeki maymun
elmayı seçiyor. Araştırmacılar, maymuna elmayı vermeden önce, elinden parayı
alıp, maymuna yiyeceği veriyorlar. Bu süreç haftalarca sürüyor ve maymunlar birkaç hafta sonra, ellerindeki somunun yani paranın gücünü anlamaya başlıyorlar.

Maymunlar paranın kullanımını; araştırmacılar, en çok tercih edilen yiyeceği öğrendikten sonra, yeni bir süreç başlıyor:
fiyatlandırma.
Bu yeni süreçteki amaç, maymunların, biz insanlar gibi rasyonel kararlar verip vermediğini bulabilmek. Böylece araştırmacılar, birçok maymunun tercihi olan jell-o'nun fiyatını iki somun, elmanın fiyatını yarım somun ve üzümün fiyatını ise bir somun yapıyorlar. Buldukları sonuç ise gerçekten ilginç. Maymunlar, deney sırasında, biz insanlar gibi para harcama konusunda çoğu zaman rasyonel davranıyorlar.

Parasını, en çok yiyecek alabileceği şekilde harcamaya başlıyorlar.
Maymunlar, 1 somun verip, 2 dilim elma almayı, fiyatı 2 somun olan bir adet jell-o'ya tercih etmeye başlıyor.
Buraya kadar her şey güzel! Günlerden bir gün, yine ana kafesten, deney
kafesine alınan maymun, deney kafesindeki bir tepsi içinde bulunan 12
somunu görüp, aniden çılgına dönüyor. Paraların bulunduğu tepsiyi kapıp,
ana kafese fırlatıyor ve kendisini de ana kafese atıyor. Ana kafesteki
bütün maymunlar bir anda gökten para yağdığını görüp, yere düşen paraları
kapışmaya başlıyorlar. Levitt, bunu yazısında maymun tarihinde gerçeklesen
ilk "banka soygunu"(maymunun tepsiyi çalması) ve "hapishane kaçışı"
(maymunun deney kafesinden, ana kafese kaçışı) olarak tanımlıyor.

Bütün bu kaos içinde araştırmacılar, ana kafesteki maymunlardan parayı
geri almaya çalışıyor. Olay biraz yatıştığı bir anda Keith Chen, hiç
görmemeyi tercih ettiğini söylediği bir olaya şahit oluyor: Erkek maymunlardan biri, dişi maymunlardan birine yaklaşıp, ona elinde bulunan somunlardan birini veriyor ve bunun karşılığında dişi maymun, erkek maymunun seks teklifini kabul ediyor! Işin ilginç yanı bu iki maymunun "işi" bittikten sonra, dişi maymun "kazandığı" parayı araştırmacıya getirip, bununla üzüm almaya çalışıyor. Chen, bu olayı maymun tarihindeki ilk " fuhuş" olarak tanımlıyor.

Üniversitenin araştırma etik bölümü, maymunlar üzerinde yapılan para
araştırmasının, maymunların yaşam koşulunu, değerlerini ve gündelik
yaşamlarını tamamen değiştirdiği ve zedelediği gerekçesiyle, araştırmayı
iptal edip, maymunlara para verilmesini yasaklıyor.
NYTIMES

Gozlemci
30-07-2006, 20:15
Keith Chen, ayni maymunlarla yaptigi baska bir deneyden yola cikarak maymunlarin risk algilama (ya da algilayamama) konusunda su yorumda bulunuyor: "maymunlarin davranisi istatistiki olarak bircok hisse senedi yatirimcisindan farkli degildi." :;kahkaha

Yazinin Ingilizce tamami su adreste.
http://www.nytimes.com/2005/06/05/magazine/05FREAK.html?pagewanted=2&ei=5090&en=af2d9755a2c32ba8&ex=1275624000&adxnnl=1&partner=rssuserland&emc=rss&adxnnlx=1154282470-nWzSHu57Ee1k5CP4VkYcVw

Emin
01-08-2006, 11:26
İstek sonuca odaklıdır. Yaşam ise sürece ...Sevgili Emin... ama ikisinin de neticesi S olması Türkçeden kaynaklanıyor ;)

Hepi topu dört kelimeden oluşan, gene yalın ama bir o kadar da süzme bir söz okuyorum, hakkında; elde ettiğim birkaç yazısından anlayabildiğim kadarıyla tanıdığım ki, bunun yeterli olduğunu söylemek olmaz, ötesi de şimdilik güç olan, çevresinde bütünlenmiş bir saygınlık uyandırdığı aşikâr, güngörmüş ve yaşam sarrafı olduğunu düşündüğüm Sayın Master’dan.

Bu süzme sözü irdeleyerek bir nevi sınayarak anlamak istiyorum yani bu isteğimi “anlama” sonucuna odaklamak istiyorum. Ya da anlamadığımı anlatmaya veyahut anladığım kadarıyla anlatmaya çalışıyorum. Ancak anlamadan anlatmak gibi bir isteğe odaklanmış değilim, baştan belirteyim.
Kime mi?
Elbette kendime.

Sabrınıza sığınarak ve de çoğu zaman yaptığım gibi laflarımla birlikte kendimi biraz dolandıracağım; meyveli, meyvesiz, çiçekli, yapraklı bodur veya servi boylu sözlerin gölgesinde.

Birçoğunun “havaya pala çalmak” olarak teşhis koyabileceğini düşünerek onlara da hak verdiğimi belirtmeliyim ama daha da derinde depreşen iflah olmaz bir yazma, deme, isteğinin serimin sersemliğini ya da daha yumuşak bir ifadeyle “ser hoşluğunu” gene o serimin içindeki onlarca sıkıntı veren konuları bir nebze olsun itekleyerek bir kenara, kırışan ruhumu ütülemeye çalışacağımdan bu teşhisi koyanlara acele etmemelerini de rica ederek.

İtiraf etmem gerekir, bu yazma debelenmesinin sırtını dayadığım yerin ilgisini de verecek olursam; Sayın AnnE’nin 16 Haziran 2006 gün ve 08.5-135 nolu, “piyasalar” başlıklı yazısının değişik yerlerine yerleştirilmiş ifadeleridir.

Şimdi, toparlayacak olursam bu “isteğim sonuca odaklıdır” ama sonucun ne olacağını yazının burasına gelmeme rağmen bilmiyorum.

Kapı eşiğinde, açık torbalarda kiloyla satılan markasız çaylardan demledikleri kahverengi çaylarını yudumlayan Hasan ve Celal Beylerin yanına usul adımlarla yaklaşıp, hal hatır sorma faslının ardından ikram edilen serçe parmağı kalınlığında sigaradan öksürmemek için hafif bir nefes ve buruk tadlı çaydan da bir yudum alarak soruyorum:

- Celal bey, “istek sonuca odaklıdır” sözü sana neyi çağrıştırıyor, yani istek sonuca odaklıdır desem senin aklına ne düşer?

O da sigarasını nefesliyor, çayından ağız dolusu bir yudum alıyor ve sınav ediliyormuş hissine kapılıp, söyleyeceği şeyleri içinden tartıyor, oturduğu yerden, göz ucuyla da içeri giden arkadaşını süzerek bana dönüyor.

- Neydi o söz?

- İstek sonuca odaklıdır. Hadi, tamamını söyleyeyim bu sözün: istek sonuca odaklıdır, yaşam ise sürece.

- Ee… Doğru, güzel söz.

- …

- Esasında sonucu bilmiyorsun Emin Bey... Sözün tamamı nasıldı, bir daha söyle o sözü.

Ezberlediğim bu sözü söylüyorum başından bir kez daha ve tane tane.. Onlar gibi ben de stres içindeyim.

- Emin Bey, bu sözün çok anlamı var… Yaşamın ne olacağını bilemezsin… Kompozisyon yazdırırdı okulda hocalar, herkes kafasına göre yazar...

Üç dört dakika geçiyor, okul anılarına sığınılıyor. Ben de cevap vermeyeceğini bile bile Hasan beye dönüyorum.

- Hasan Bey, sen ne dersin bu söze, senin aklına ne düşüyor?

- Ben bilmem, bana bir şey sorma. Ben anlamam abi.

- Bilmez olur musun, istek sonuca odaklı yani bağlı sözünde her şey Türkçe. Mesela benimle çalışmak isterken nasıl bir sonuca odaklanmıştın, aklından ne geçiyordu?

- Valla abi, o değil de… Allah senden razı olsun…

Celal Bey söze giriyor Hasan’ın zaten kesik olan sözünü keserek.

- İşçiler sonucu düşünmezler… Hiçbir işçi düşünmez yani… Havalar kötü gider, dolu yağar, donar, bunlar işçinin umurunda olmaz… Nerden bilecek?

Dağılsın istemiyorum konu, aynı zamanda daha fazla uzatmadan yanlarından ayrılmak ama yumuşak bir soru ile:

- Sahi, benimle çalışma fikri, isteği aklınıza düştüğünde neyi arzuladınız, nasıl bir sonuçla karşılaşacağınızı umdunuz?

- Abi, orası çok otluydu, kırmızı örümcek sarmıştı, senin bu yer daha güzeldi, azdı oradan ama iki yüz bin dal alırsak hemen hemen aynı olur. Emin Bey, zaten en fazla iki yüz elli bin olur, daha fazlası olmaz, yani…

Bazen 'Emin Bey', bazen 'abi' diye araya serpiştirdiği hitap cümleleriyle sürdürdü konuşmasını Celal Bey, arada Hasan Bey de bir şeyler söylüyor, eski çalıştıkları yerle burayı mukayese ederek. Geçen yıl çalıştıkları kişinin tutumundan tut, kullandıkları tavuk gübresiyle taşınan istenmeyen ot tohumlarıyla yaptıkları mücadeleye kadar neler anlatmadılar ki.

Hep dinlemede kaldım, daha önce de defalarca dinlediğim şeyler olduğundan pek dikkat etmeyerek. Aklımda da isteğin sonuca odaklı sözü çengelde asılı duruyordu.

Henüz 48 günlük, ilk pinçi alınmış karanfil fidelerinin yağmurlamayla serinletilmesi için sondajın başında duran elektrik panosunun başına yürüyor Celal Bey, önce kapının yanındaki duvara asılı ısıölçere bakıyor, kırk dereceyi gösterdiğini ben de görüyorum o da, hem de gölgede.

Sirkelenerek çalışıyor Alarko marka dalgıç pompa, sıcak bir serinlik yalıyor yüzümüzü, o ana kadar nerede dolaşıyorlarsa serçeler de seraya üşüşüyor, su içerken bir yandan, kanatlarını keseliyorlar gagalarıyla.

Sizler buraya kadar okuyun hele, ben biraz daha tırmalayayım bitiremediğim bu yazının devamı için.

AnnE
01-08-2006, 14:41
odak -ğı
isim, fizik
1 . Bir ışık veya ısı kaynağından yayılan ışınların toplandığı yer, mihrak.
2 . mecaz Herhangi bir düşüncede, nitelikte olan kimselerin kaynağı veya bir şeyin toplandığı, yoğunlaştığı yer, mihrak.


odaklanmak
(-e)
1 . Odaklama işine konu olmak.
2 . mecaz Belli bir noktada, yerde veya olguda toplanmak, odaklaşmak: "Bütün sporseverler olimpiyat oyunlarına odaklandı."-


Hasan Bey de bilir, Cemil Bey de hangi sonuç için ne istediğini. Ama onların ışık kaynağından çıkan ışınlar öyle bir açıyla odağa düşer ki, hemencecik yanıbaşlarındadır.Akşam yemeğidir genellikle sonuç. Açıları biraz daha geniş ise memlekete otobüs parası, adeta birbirine paralel kadar uzun vadeli ise , yanlarında götürebilecekleri az para kadardır.Hele tam paralelse, yanmış ikiside.Bu paralel olma durumuna kıcasa umut diyoruz.

Onların istekleri odaklama işine konu olmuştur zaten.Tam da TDK nın izah ettiği gibi. Onlar sonucu isterler.Karanfiller nakte döneceği zaman almayı umdukları paradır , akşamüzeri içecekleri çaydır , gece sıcağında kanter içinde görecekleri namahrem rüya .

Dalgıcı salarken suyun içine istedikleri ilk basışta düğmeye, suyu kapmasıdır. Kum gelmemesi en iyi sonuçtur. Bu güneşin altında pompayı bir daha toplamak ve bir daha salmak en berbat sonuç, en son istek. Odak şalterin yeşil butonunda.

O Beyler için en beteri işin tersi.Allah muhafaza, ya sonuç isteğe odaklı gibi, gayet liberal ve gayet acımasız ve gayet makyevalist bir lafla karışsaydı kafalar ? Söyleyen için ne kadar kolay olacaktı : yeteri kadar istemedin , sonuç çıkmadı !

Bakınız, mesela ben yeteri kadar odaklanamadım sonuca , istediğim kadar yazamadım.
Bilmem isteklerime odaklansaydım sonuçta daha çok ve daha istekli yazabilir miydim ?
Bilmem sonucu mu istemedim de odağımı mı kaybettim ?
Bilmem isteklerim istenmemesi gereken şeylermiydi de sonucunu hesaplayamadım.

Bilmem ki , acaba beyinden içeri doğru gitse bu istekler, içbükeylikten ötürü hemencecik odağına ulaşıverecekti.Ama istekler dışarı doğru olunca kafatasımın dışbükeyliği mi odağı sonsuz bir ulaşılmazlığa taşıdı ?

Bilmem ki Darwinist teori, tavuk bokunun taşıdığı tohumun ekolojik etkisine odaklanmış mıdır ?

darius
01-08-2006, 15:09
Sefaletin felsefesi mi? Felsefenin sefaleti mi?

Bilmem!

Emin
01-08-2006, 17:33
Gayretle, kovanıma çomak mı soktuğunu yoksa bars(1) vermiş arılarımı kovanıma mı çağırdığını tam olarak algılayamasam da, yine de sağ olsun Sayın AnnE, ona en derin saygılarımı sunuyorum ve…

***

Bilmek ve bildiklerinizi paylaşmak üzere yıllarca eğitim alan Değerli Master, benimle ve de dolayısıyla arka bahçe katılımcılarıyla paylaştığınız sözü kurcalamayı sürdürüyorum.

Annem çok sık kullanırdı şu sözü: “Deliye el ver, eline bel ver.”

“Okumak ve okuduğunu anlamak ve de anlamadan yazmak nedir?” Diye tam da benim içinde bulunduğum şuanın ruhuna uygun bir sorunuz varmış, eski zamanlardan. Eşelenirken buldum.

Bu bahçedeki gezinmelerimin geçmişini izlemek kolay, geliş gerekçem de bu yazıların içinde oldukça açık ve hilafsız.

Sayın Bıkmış Broker hariç kimseyi de tanıdığım yoktu geldiğimde. (ki, onun da yüzünü görmüş değiliz, bakalım bizim oralara gideceğimiz yok ama onun şöyle bir sözü var: “Ölmezde sağ kalırsam, (bu kardeşimin çayını içmek bahanesi ile) kendisi ile Fiziki olarak tanışmak farz oldu. Kısmet diyelim.” Elbet bir gün o gün de olur. Tabiî ki kısmet!)

Şimdiler de ise burada onlarca “az tanıdığım” var. Ben dahil herkes sanal ve fani. Elle tutulabilecek tek somut şey ise yazılarımız.

Bu dükkândaki her yazıyı titizlikle okuduğum da söylenemez, zaman yok, olsa da o kadar çok yazıyı yaşam gailesi ve cepheleri içinde bir metrise sinerek satır satır anlayarak okumaya, ne yalan söyleyeyim, gücüm yok. “Algılamada sorunlarım var” dediğimde çoğu kişi alçakgönüllü davrandığımı sanıyor.

Sevgi ve Saygıdeğer alihoca ile yaptığımız bazı özel yazışma veya konuşmalarda siz dahil bu bahçedeki bazı kişileri tamamen insana özgü duygularla ve bilinmesi kadarıyla merak ettiğimi söylemiş olmama rağmen tam olarak tatmin edilebilmiş/olabilmiş değilim.

Ali Hocam bana, verdiği adresteki yazıları okursam bazı şeyleri daha yerli yerine oturtabileceğimi önermişti. Bir iki girişimde bulunmama rağmen artık kayıtlı kullanıcıları olmadığım için olsa gerek adını sıkça duyduğum konu başlığını bulamamış vazgeçmiştim. Bir iki ay sonra aynı adresi tekrar önerdi Hocam.

Ee, doğru tabii, madem merak ediyorum öyleyse gerekeni yapmam lazım, gönderilen link ile erişebildim nihayet. Bir zamanlar oralarda dolaştığımı anımsadım konu kapalı olsa da. Ama her şey silinmişti hafızamdan, belki de okumamış sadece birkaç yazıya göz gezdirmişimdir çünkü oraya benim katılımım söz konusu konu başlığının kapanmasından tam olarak bir ay sonrasına tekabül ediyor ve odaklandığım şey ise paramı kurtarmaktı.

496 gün açık kalan ve 1841 iletiyi içeren bu yerdeki konuları okumam lazımdı ama o kadar uzun süre takılı kalamazdım, siteye.

Açılan sayfanın tamamını Ctrl+A, sonra Ctrl+C yaparak, karman çorman da olsa oradaki yazıları Word’e kopyalamaya başladım, vakit buldukça, peyderpey. Bu kopyalama işi bile günlerimi aldı.

Bu işi yapmaya çalışırken “istek sonuca odaklanmış” mıydı, bilmiyorum.
-------
(1) Oğul verme.

Emin
01-08-2006, 18:45
Üşenmeyi bir kenara kaldırıp, resimlerin, linklerin olmadığı metinleri okumaya, anlamaya çalıştım. O dönemin endeks ve kâğıtlarına gönderimlerde bulunan konuları, oradaki kişilerin de sık sık dile getirdiği muamma yazıları bir tarafa koymam gerekir, çünkü ben de birçok okuyucunuz gibi anlayamadım, ne yalan söyleyeyim.

Gene de irili ufaklı 93 yazınızı okudum, bazılarını da birden fazla okudum Sayın Master.

Tanıdım ve anlayabildim mi, bari?

Doğrudan kendinizi, yaşamınızdan bazı kesitleri anlattığınız yazıların da yardımıyla sizi az da olsa ‘tanır gibi’ oldum.

“Sevmek, tanımakla başlar. İnsan, bilmediği şeye karşı önce tedirginlik ve antipati duygularıyla yaklaşır” sözünüzle karşılaşınca da duraksadım biraz.

Doğup, büyüdüğümüz ortam ve şartlar benzerlik göstermediği gibi eğitimlerimiz de öyle.

Oradaki bilgilerden edindiğim kadarıyla da benden 12-13 yaş büyüksünüz, ağabeysiniz.

Yine bir yazınızda Nazım Hikmet’in 'Yaşamaya Dair' başlıklı şiirden alıntınızı görünce 1989 yılında yazmaya başladığım defterime, okuduğumda aşık olduğum bu şiirin tamamını yazdığım güne götürdünüz beni.

Bir yerlere sıkışmış defterimi buldum ve o şiirle birlikte hemen sayfanın devamında olan “Tahir’le Zühre Meselesi” adlı şiirini de bir kez daha okumama vesile oldunuz, şiirin şu bölümünün üstünden de birkaç kez geçtim:


Seversin dünyayı doludizgin
ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?
Yani Tahir'i Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

Ömer Hayyam’ın da neredeyse aynı yıllarda hayatıma bir kitapla girdiğini ve bunların güzel çakışmalar olduğunu belirtmeden edemiyorum.

Ezberimde olan şu dörtlüğünü de sıkıcı yazılarımın arasına sıkıştırmak geçti şimdi içimden.

Yarım somunun var mı? Bir ufak da evin?
Kimselerin kulu kölesi değil misin?
Kimsenin sırtından geçindiğin de yok ya?
Keyfine bak: en hoş dünyası olan sensin.

Bunlar da ezberimde olmayanlar:

Yüce varlık bize bir beden verince
Sevmesini öğretti her şeyden önce
Sonra şu delik deşik yüreğimize
Mana incileri sakladı binlerce.

Her gün biri çıkar, başlar ben, ben demeğe,
Altınları gümüşleriyle övünmeğe.
Tam işleri dilediği düzene girer:
Ecel çıkıverir pusudan: Benim ben, diye.

Öldük, dünyayı şaşkın bırakıp gittik;
Yüzlerce incimiz vardı delinmedik.
Sersemliği yüzünden bilgisizlerin
Renk renk düşünceler kaldı söylenmedik.

Bu rubailerden sonra yazıya, sizi size anlatmaya devam etmek olmaz. Çare yok bir sonraki yazıda başa döneceğiz annem de söylenip, duruyor:

"Ula oğlum, kaç gündür oturmuşsun dattironun başına yazisin, durisin. Canan yazığ değil mi? Alla mahafaza aklın bozarsın. Oğlum can ele geçmi. Senin neyen lazım çalışmağ, ağğh ağhh can ele geçmi, geçmi.

Oğhh golan ganadan gurban olam ele arada bi es daâ. Anam bu ne sıcağ memleket. Nası yaşiler burda?

Aklın bozarsın, gadan alam, yeter yeter. Biloma canan bağ canan. Ee niye heç goniş misin? Ben diyim aklın bozarsın, boşa… Zaten bozmuş… Ye, iç ağtur puğtur, gez, sen bizi niye kaşarladın aldın geldin buralara. Ğulgum darali. Go ki orda geberek gidek elin memleketinde ne itirmüşsüz kü bulağ. Bağh baban boynu altında gala, nası koydu getti bizi burda… İki esgetek yalavuz, galdığ. Ele nedem, gidişin ola, dönüşün olmıya herif herif… "

Emin
01-08-2006, 20:54
Doğrudur Sayın Master, her insanın hayatında sevdiği ama saygı duymadığı insanlar vardır.

Bende de oluştuğu için biliyorum. Paralel düşünmemize rağmen bu konudaki düşüncemi biraz daha sürdürmek istiyorum. Bu arada, esas konumuzun dışına odaklandığımın, çıktığımın da farkındayım, dikkatli okuyuculardan özür dilerim.

Bazen de, yine dediğiniz gibi tersi de olur; saygı duyarsın ama kanın kaynamaz, sevemezsin. Pek sık olmasa da güvendiğiniz kişiler de olur, mesela benim gençliğimde daha çoktu ama şimdiki yaşlarımda güveneceğim kişiler çok azaldı.

Sevdiğiniz, saygı duyduğunuz kişi bir de güvenilen kişi ise bana göre artık dost adayıdır. Bu adaylığın süresi içinde dostluk merhalesine erişilip erişilmemesini ilişkinin yoğunluğu belirler.

Araya Sayın AnnE’nin bu tespitini de koyarsam; “…Oysa dostun ve dostluğun önü arkası yoktur. Çünkü dost yoktur. Almadan vermek yoktur; vermeden almak zaten yoktur. ‘’Vardır!’’ diyerekten ispata kalkışmasın kimse; alayını vururum yüzüne dostça. Siz yine de dostlukların peşini bırakmayın…” demek istediğimi belki biraz daha iyi anlatmış olurum diye düşünmekteyim.

Vefalı veya sadık dost olmasına da çok kritik evrelerdeki tutumu damgayı koyar ve efsaneleşir. Burada da sözü Sayın AnnE’ye bırakalım:"Lakin var mı bu dünyada hesapsız dostluk, efsanelerin dışında?"

İnandığım bir şey var ki, insanın en önemli dostunun yine kendisi oluşudur tıpkı sizin bir yazınızda vurguladığınız gibi Sayın Master: “Demek ki; ‘Bir dost nedir?’ ‘Öteki Ben.’”

Bu tespiti yapmaktan kastım sadece ve sadece sevmek ve saygı duymak kavramlarına kendi zaviyemden nasıl baktığımı vurgulamaktır.

Ve sözün burasına Sayın AnnE’nin “bir küçük rica” diyerek bizi nasıl kandırdığını, nasıl bir büyük yük yüklediğini içeren “bildirgesini” koyuyorum:

"Ama bu tuhaf Arkabahçe ahalisinin sanırım bir küçük ricaları var. O da şu ki, özellikle bu ARKABAHÇE başlığı altında beyin kıvrımlarını zorlamayan, emek verilmemiş yazılar yazılmasın.

Yazılara olumlu ya da olumsuz tepki veresi gelenler birkaç kelime ya da satırla geçiştirmesin içinden geçeni.

Okuyanın kafasını karıştırsın, çileden çıkarsın, huzur versin, dertlendirsin, keyiflendirsin. Tuhaf olsun yani."

Tıpkı "Çileden Çıkmanın" birbirlerine sırtı dönük anlam taşıdığı gibi.

Emin
01-08-2006, 22:34
Sayın Master, beynimin kıvrımlarını değil her yanımı zorlayan bu dört kelimelik özlü sözü acaba neden bana, adımı da geçiş cümlesi yaparak söylediniz?

Kime aittir bilmiyorum, belki bir yerde okumuş veya birinden duymuşumdur, şu sözü: “anlattıklarınız, karşınızdakinin anladığı kadardır” mealindeydi.

Bana yazığınız gelmedi mi?

“Bu oğlan bu sözü kendine dert eder, üstünü başını eskitir” diye aklınızdan geçmedi mi?

Ben ne yaptım size Sayın Master, ne kötülüğümü gördünüz?

Damlamı bütünleyemediğimi hissetmediniz mi?

İstek sonuca odaklanmasa istek olmaktan çıkar mı, uzatırsak soruyu; yaşam da sürece odaklanmasa yaşam olmaz mı?

“Süreç ve Sonuç”un neticesindeki sizin dediğiniz o “S” dışında başka ortak bir şey yok mu?

Türkçenin güzelliğinden mi sadece baş harflerinin ortak olması, son harflerini dikkate almamamız mı lazım?

Her örtüsü güzel söz akçeli konuları mı gizliyor, üstü nilüferlerle kaplı bulanık göl müdür yoksa altı?

Şuan efkarımdan, beyin hararetimden kurtulmak için bir duble rakı içmek istesem ve evde rakı yoksa neye odaklanmam lazım?

Yoksa içinde bulunduğumuz sonuç mu isteği itekliyor?

Acıkmazsam, yemeği; züğürt olmazsam, parayı istemeyeceğim mi?

İç içe mi girmiş, didişmiş mi bunlar?

Güldürüyorumdur belki kıt aklımla okuyanı, kendime ama ne yapayım, soru değildi o söz lakin halen kazık bir soru cümlesi gibi duruyor aklımın karşısında.

Bu kadar yazmama ve soru cümlesi kurmama rağmen vallaha da billaha da açıklama beklemiyorum, çünkü yazacağınız her söz gene derin anlamlar içerecek ve ben…


Selam, sevgi ve saygı hepinize.

AnnE
02-08-2006, 14:37
Yapma be Emin !

Bir taraftan Lİvaneli'nin Leyla'nın Evi adlı romanımsısını, bir yandan da çok popülerken okumadığım Mina Ungan'ın Dinazor Anıları'nı okurken niye bunu yaptın ?

Şimdi ben, her ikisininde çok basit Türkçe kullanılarak yazılmış olduğu bu kitaplardan nasıl keyif alacağım.

Şimdi ben, buraya birşeyler yazmaya kalksam, bu yazdıklarının altına, utanmadan sıkılmadan nasıl birşeyler yazabileceğim ?

Düşünmez mi hiç insan ?

Düşünmez mi hem sanal hemi de fani bir yığın insan ne tuhaf beklentilere girecek buralarda yazı okurken ?

Hangi yazılar onları tatmin edecek ?

Oldu mu şimdi ?

Ben artık neyi okuyacağım , kimi dinleyeceğim ?
Hangi yazıdan haz alacağım ?
Yapılır mı bu ?
Oysaki ne güzeldi... Oturup dersimi çalışmıştım ; Darius'un aşağıda bahsettiği Proudhon ile Marx'ın didişmesi üzerine fantaziler yapacaktım.

Saygıyla eğilebiliyorum ancak.

Master
02-08-2006, 18:15
Sevgili Emin hoş, anlamlı ve içerikli anlatımlarının yanına seralarının kokusunuda yansıtıyorsun yazılarında, teşekkur ederim lakin Çiçeklerle haşırneşir olduğunuzdan bilirsiniz Mutluluğun kökü derdin içine gömülüdür.

darius
03-08-2006, 08:58
Mutluluğun kökünden ziyade,iki mutsuzluk arası bir periyoddan ibaret olması önem arz eder.

Yeni nesil arkabahçe'lilerden sevgili Emin in yazılarını büyük bir zevkle okuyoruz gerçi tedavülden kalkmış şeyleri biriktirme huyu olan sevgili Emin in eski topiği ve yazıları bayağı bi kafaya taktığı aşikar fakat şifreleri çözmek için kendisini bitap bırakması ahaliden bir kısmını öyle duygulandırmış ki ne yazacağını,nasıl yazacağını(ilk harf küçük-d) bilmemesine yol açmaktadır ki işin en vahim tarafı fantezilerin gerçekleşmemesidir.

saygı bendenizdendir,sizdenizden :;ohohoh olduğu kadar

bilmem mi!



Mühterem validanım ;) hoşbulduk

sensei...:)

alihoca
05-08-2006, 19:42
Yapma be Emin !

Bir taraftan Lİvaneli'nin Leyla'nın Evi adlı romanımsısını, bir yandan da çok popülerken okumadığım Mina Ungan'ın Dinazor Anıları'nı okurken niye bunu yaptın ?

Şimdi ben, her ikisininde çok basit Türkçe kullanılarak yazılmış olduğu bu kitaplardan nasıl keyif alacağım.

Şimdi ben, buraya birşeyler yazmaya kalksam, bu yazdıklarının altına, utanmadan sıkılmadan nasıl birşeyler yazabileceğim ?

Düşünmez mi hiç insan ?

Düşünmez mi hem sanal hemi de fani bir yığın insan ne tuhaf beklentilere girecek buralarda yazı okurken ?

Hangi yazılar onları tatmin edecek ?

Oldu mu şimdi ?

Ben artık neyi okuyacağım , kimi dinleyeceğim ?
Hangi yazıdan haz alacağım ?
Yapılır mı bu ?

Saygıyla eğilebiliyorum ancak.

Bende...

Master
05-08-2006, 23:37
Mutluluğun kökünden ziyade,iki mutsuzluk arası bir periyoddan ibaret olması önem arz eder.

sensei...:)

Sn darius Farklı bir alanın içinden seslenmiş olduğunuzu anlamış oldum..konumuz dert, Mutluluğa erince,kökün ayrışmasının sonuçlarını değerlendiriz elbette...

Sonra Mutsuzluk çoğul bir yapı taşımaz herzaman değil mi??

Ama Yaşamsal öğelerin devamlılık koşuşundaki sunumdan siz iki mutsuzluk arası bir periyoddan ibaret olmasına dert diyorsanız..Ben o dertlere Güzel derim... ;)

Mazhi
06-08-2006, 23:22
Barcelonadan tum Arka Bahce dostlarina sevgilerimi gonderiyorum,hepinizi cok seviyorum..:friends:-
Mazhi

Trusty
07-08-2006, 03:28
Temel, Trabzondaki umumi helaya girer ve pisuvarin onune dikilir, tam ihtiyac giderecekken, yandaki bolume, hafif sismanca bir karadenizli genc gelir..

Temel ikinir sIkInir ve nihayet patlar.

- Ula hemserim sen Hemsinlimisun ??
- Evet.
- Seni Sunnetci Cevdet emicamI sunnet etti..?
- Hee nerden pildun.?
- Pilurum o hep yamuk keser, yarim saatir ayagima iseysun.
Onunu goremeysun,hedefi tutturamaysun.Batirdin pacami...

* * *

Tv'de Koskoca adam, sunucunun karsisina oturmus anlatiriyor.
Dolar fiyati cok dusuk, bu pahali YTL ile ihracatci,uluslarasi piyasalarda rekabet edemiyor.Onunu goremiyor, hedefler tutmuyor.

* * *

Sn.Oguz Satici, Ihracaatcilar birligi toplantisina gelir, salonda bir ugultu.
Elinde, konusmasi ile ilgili bir iki sayfa yaziya goz atarken sorar,
-Hayirdir, biz de duysaydik.
-Beyefendi, bu pahali YTL ile Ihracat olmuyor, onumuzu goremiyoruz..
Oguz Bey, gulerek :
-O kadar yerseniz tabii goremezsiniz beyefendi..!

* * *

Emekli isci Salim, tuvalette dikilmis onune bakiyor.O gorebiliyor....
Dusunuyor, son otuz yildir, verilen sozler sonunda elinde kalanin ne oldugunu anliyor.
Bu ulkede Ihracaat yapan kac aile var, bin -binbesyuz, onlar mutlu.
4 milyondan fazla isci emeklisi yine acliga mahkum.Onlarin alim gucu % 20 dustu.
Parlamenter, herzaman oldugu gibi, mikrofonu gorunce konusuyor ;Iscimizi memurumuzu, emekli dul ve yetimi enflasyona ezdirmiyecegiiiiiiiz...
Ama ihracatin artmasi iyi bir sey..
Memlekete dolar-doviz geliyor, boylece vatandasin refah duzeyi artiyor..
Salim'den belli...

* * *
Temel sordu...:

-Ula hemserum sen Hemsinlimisun...???:p

Emin
14-08-2006, 21:56
...
Geç tanıdım bu güzel yürekli insanı, daha yüz yüze görüşmedim bile, resmini bile görmedim ama nur yüzlü olduğuna inanıyorum. Sözüm var ona, sözümü tutmak istiyorum; rakısını içeceğim, buralara geldiğinde de rakı içireceğim. İçime doğuyor bir gün gelecek.
...


Şuan çok bahtiyarım.

Tam 66 gün sonra kavuştuk.

Balkonda lafın belini kırarken, su böreği ile rakı içiyoruz.

Kayıtlarda bulunsun dedim.

Ayrıca taa Kanada'dan adres soran abim de duysun istedim. "Ataş alamaya geleceğiz, gelirsek?" demek, ne demek?

dentist
15-08-2006, 10:21
Şuan çok bahtiyarım.

Tam 66 gün sonra kavuştuk.

Balkonda lafın belini kırarken, su böreği ile rakı içiyoruz.

Kayıtlarda bulunsun dedim.

Ayrıca taa Kanada'dan adres soran abim de duysun istedim. "Ataş alamaya geleceğiz, gelirsek?" demek, ne demek?

Yarasın efendim yarasın ve de afiyetler olsun. Tevekkeli bende niye kulağım kızarıyor diyip duruyordum :)

alihoca
15-08-2006, 13:05
Şuan çok bahtiyarım.

Tam 66 gün sonra kavuştuk.

Balkonda lafın belini kırarken, su böreği ile rakı içiyoruz.

Kayıtlarda bulunsun dedim.
Güzel Dostlarım;

Karsu'yu damlamış bir tomurcuk ile bir çift asil,nezih yürekte misafir olmanın şeref ve onurunu doya doya tadmış biri olarak,

Üç yüz adet karanfilden sonraa asil yengemizin adeta lezzet ve nefaset resitalini sunduğu SU BÖREĞİ ve kuş sütü eksik Rakı Sofrasında konuk edilerek şımartıldiğim için kendimi Arka BahÇe'nin Talihlisi ilan ediyorum.

En başta Asil Yengemiz olmak üzere,
Taptaze tomurcuk Karsu Kızımıza,
Güzel İnsan,
Sevgili Emin'imize sonsuz teşekkürlerimle

Saygılarımla

bikmisbroker
15-08-2006, 20:24
Şuan çok bahtiyarım.

Tam 66 gün sonra kavuştuk.

Balkonda lafın belini kırarken, su böreği ile rakı içiyoruz.

Kayıtlarda bulunsun dedim.

Ayrıca taa Kanada'dan adres soran abim de duysun istedim. "Ataş alamaya geleceğiz, gelirsek?" demek, ne demek?


Efendim, Madem burada zikredilmis, biraz aciklama yapalim..
Malum, Yillar once SOBALI evlerde oturulurken, AKSAM olupda ortalik kararmaya baslayinca hemen evdeki sobalar tekrardan doldurulur, ya sonmus, ya da sonmek uzere olan SOBA ya ev ahalisinden 1 kisi hemen KOMSU dan Egiş ile (Kucuk kurek SAPI ahsap ucu sacdan yapilmis) Ateş almaya segirtilirmiş..

Ehh Ne de olsa ortalik KIS kiyamet, Komsuya Ates almaya giden TERES, hemen atesi alip CANLI CANLI alevli alevli iken de Tutusturulmak uzere olan sobaya geri gelmesi ve Bu Komsu ziyaretinin KISA kesilmesi LAZIM ki, evde donmak uzere sobanin yakilmasini bekleyen EV ahalisinin Malum tarafi donmasin..

Velhasil sizinde pek iyi bildiginiz gibi "Ziyaretin Kisa olanini" TARiF edebilmek icin gelip de az kalana (senin de cok iYi bildigin gibi) bizim oralarda şu SORU sorulur;
Ne O? Ataş almaya mi geldin?

Yapacagimiz kisacik ziyaret icerisinde Antalya taraflarina uzanma ihtimalimiz olursa, Bayram arasi trafikde telef olmaz isek, (Yani Allah da nasip ederse) seni Dunya gozu ile gorup, bu HOS yazilari yazan Gonlu yuce kardesimiz ile Yuz yuze de tanisma niyetindeyiz..

Sen bu niyetimizi belirtirken SEN bana su soruyu sordun;
"Ben de kac Gun kalacaksiniz?"

Benim de bu soruya cevabim;
"Ataş alamaya geleceğiz, gelirsek?" oldu, DOGRU..

Bisey degil simdi Arka bahce dostlarimiza da "malamat" olduk..
(Sahi Raki da ne guzel gitmistir simdi??-Yag gibi..!!Yarasin):friends:-

(Not;Arka BahÇe'nin TALİHLİSİ Unvani Sevgili Ali Hocamiz tarafindan Gapildigindan,
Bize kalan "Arka BahÇe'nin DELiSi" Lakabina Gonullu Talibim.
Bu arada Trusty 6.86 dan EIT gaptim haberin ola..)

Emin
16-08-2006, 13:55
Sizler böyle söylerseniz ben nasıl hicap duymam.

Evet, başkasını bilemem ama “övücü davranışlarla karşılaşmaktan hoşlanmıyorum,” dersem biraz yalan söylemiş olurum. Hele bu övücü sözlerin değer verdiğim, önemsediğim kaynaklardan çıkmasının bambaşka bir tadı var. İnandırıcılığı az da olsa aksini söylemek çok kolay. Hele böyle uzaktan gazel okuma ortamında alabildiğince kolay.

Hep, annem annem deyip, onun kullandığı atalarımıza ait özlü sözleri yeri geldiğince kullanıyorum, işte bu atasözlerinden biri şöyle, uzak bir yere gelin gitmenin bazı bencil övünmeleri kolaylaştıracağını vurgular:

“Babam evi uzak olsun, övünmeye ne gerek.”

Üfür, üfürebildiğin kadar. Nasılsa tanıyan yok, bilen yok, “doğru mu” diye sorgulayan, sınayan yok.

Sözü süzerek, arındırarak söylemek elbette çok güzel. Hele her söze taşıyabildiği kadar mana yükleyip, yükü de güzelce, tertiplice istif etmek için çırpınmak beni yorarken rahatlatıyor, şöyle de diyebilirim; mutlu olmak için dertleniyorum.

Evet, övücü sözlerle karşılaşmak, -genelleme yapmaktan kaçınıyorum ama- çok insani bir duygu, insani bir öz, insani bir köz, ne dersek diyelim, arzulanan bir şey olmalı.

Lakin, ne kadar aymaz olursam olayım övgülerin doz aşımını görünce ya da kendime göre aştığını algılayınca da huzursuzlaşıyorum, hakkım olandan fazlasını verdiler diye.

Hak nedir?
Aha işte, yine bir söz; bu kez annemden değil büyükannemden duyduğum:

“Hak, değirmende olur.”

Hak, hakikaten sadece değirmende mi olur, başka yerlerde olmaz mı?

Hayatın her evresinde bulunmaz mı?

Hakkı’nın hakkını Hakkı’ya verilmeli de, Hakkı’nın hakkı olduğunu belirleyen ölçüt nedir?

Haksızlıkların bir hortum gibi ele geçirdiklerini kökünden söküp per perişan ettiği günümüz dünyasında bir yazıya edilen teşekkürün açıklamasına yönelik böyle zırvalarımı size okutarak yaptığım haksızlığa ne demeli.

Yazıya başlarken, anlatmak istediğim şeyi unutmamak için ne kadar özen göstersem de pek başaramıyorum, oradan oraya, buradan taa şuraya atlatıyorum paragrafları.

Bu durumu engellemek için şimdi şöyle bir şey yapacağım; bu yazımda neleri öne çıkarmak istiyorsam sıraya sokacağım.

Bir, teşekkür konusunu; iki, mutluluğun kökünü.

Bence; bir olay, davranış, söz, iyilik, hatta bazı durumlarda kötülük, kibarlık ve şuan aklıma gelemeyen bir sürü şey karşısında duyduğumuz “hoş olma” anının insanı birden istemediği halde borçlu durumuna düşürmesinin şaşkınlığında en hızlı bir mahsuplaşma, bir ifa ediliş durumudur; “sağ olasın, teşekkür ederim” demek.

Yine bence; bana yaşatılan şey her neyse çok hoş olmasam da, ortada bir emek ve gayret görmüşsem teşekkür etme konusunda borçlu hissederim kendimi.

Bir başka yorumum da şudur; zaten çok kolaydır teşekkür edip, sıvışmak. Niye bu kolay şeyi yapmayayım ki.

Bazen umduğumdan da öte bir övgüyle karşılaşıyorum. İşte o zaman alıyor beni bir gaile, dert, tasa; mutluluğum köke iniyor.

Ödeyemeyeceğim bir borçla baş başa kalıyorum. Ben de bu duygularla karşılık vermek, borcumun hiç değilse bir kısmını hemen ödemek istiyorum ama ne yapsam eksik yapma, ne söylesem az söylemiş olma duygusuyla kıvranıyorum. Beni kıvrandıranların kim olduğunu söylemeye hacet yok.

Hepinizin karşısında sevgi ve hürmetle eğiliyorum. Mutluluklarınızın kökünün gene mutluluk içinde olmasını diliyorum.

darius
18-08-2006, 07:32
Çiçeklerle haşir neşir olan birinin , bu denli latif ve bir o kadar da zarif olmasından daha doğal ne olabilirki !?
Sevgili Emin , yazılarınızı büyük bir zevkle takip ediyorum.


sensei,, mutluluğunuzun her daim kaim olması dileğiyle,hürmet bendendir...;)

Trusty
06-09-2006, 00:34
sobanin yakilmasini bekleyen EV ahalisinin Malum tarafi donmasin..

[/FONT]

Sevgili Valide Sultan,

Bu Babo Efendinin yaptigi satasma degilmi simdi ?

Bu Bahce'de kimin neresinin nerede donacagini bilmeyen varmi ?

Biz 16 sene ugrasip, elimizde 20.000 EIT.UN'i 7.21'den maaledelim, adam ilk alisinda 6.86 maaliyet yazsin.Iyi valla.

Her bir unit icin AYDA 7 cent ( CAD.) alacak, net kazanc yilda % 12.24...

Yuf olsun bana bir de rahmetlik Annem " zeki bakisli oglum " diye severdi.:ds:*

bikmisbroker
06-09-2006, 17:21
Biz 16 sene ugrasip, elimizde 20.000 EIT.UN'i 7.21'den maaledelim, adam ilk alisinda 6.86 maaliyet yazsin.Iyi valla.
Acemi sansi diyiverelim??
(2 senedir bu konuda yaptigimiz danismanlik da cabasi..Hisse sozumuzu dinleyip 7 nin altina geldiyse ben ne yapayim?)
Nazar etme n'olur, calis cabala seninde olur.:**: :**:

Emin
08-09-2006, 15:29
Sayın AnnE, ne kadar da uzun sürdü yokluğunuz, yoksa bana mı öyle geldi!

35 gündür yoksunuz!

Hepi topu iki kitap okuyacaktınız!

Zaten dersinize çalıştığınızı da söylemiştiniz baş harfi küçük yazılan Sayın Darius'un "Bilmem" diyerek safa yattığı şu "Sefaletin felsefesi mi, felsefenin sefaleti mi?" adlı konuda.

"Şimdi ben, buraya siz yokken bir şeyler yazmaya kalksam, ayıp olmaz mı?

Düşünmez mi hiç insan, özlenildiğini?

Düşünmez mi, hem sanal hem de fani bir yığın insan ne tuhaf beklentilerle sizden gelecek yazıların beklenildiğini?

Hangimizin yazıları onları tatmin edecek?

Oldu mu şimdi?"

Tatilde misin, sağ mısın, hasta mısın, bir eli yağda, öteki balda mısın?

Ne yer, ne içer, kimlerle gezer, ne okursun?

Yoksa darda mısın?

Bende bıraktığın intiba; iki elin kanda da olsa tez elden geleceğin ve "yediğin içtiğin senin olmak koşuluyla" yaşadıklarını bize de aktaracağındır.

Meraklandım, bahçeye yolun düşmüyorsa, ulaşabilme imkanı olan bahçe okurları, sevgiye buladığım selamlarımı sana iletseler bari.

Ya da ben en iyisi allı turnalarla selamımı, şekerimi, kaymağımı, balımı iletmelerini söyleyeyim.

Turnalar da bu mevsimde nerededirler, size ters yönlere mi giderler, bilmiyorum ki!

darius
08-09-2006, 20:42
Afrika'nın uçsuz bucaksız topraklarında ilkbahar yağışlarıyla oluşup,
yaz sıcağında yok olan geçici göller vardır,bu göllerin oluşumuna
tanık olan yerlilerin bir sözü vardır;
"Sular yükselince balıklar karıncaları yer, sular çekilince de karıncalar balıkları"
Yani üstünlük bugün karıncadaysa yarın balığa geçebiliyor; ya da tam
tersi... Karınca ya da balık olmanın sağladığı üstünlüğe sevinmek
kendimizi kandırmaktan öte bir anlam taşımıyor, çünkü kimin kimi yiyeceğini
gerçekte "suyun hareketi" belirliyor.

Buna borsaca MOMENTUM dendiğini biliyorsun değil mi? diye sordu...

Evet demek üzereydim ki aklımdakileri okurcasına ,

Hayat döngüsel bir devinim içindedir , kah mutlusun kah mutsuz ,mutsuzluk çoğul bir yapı taşımadığı gibi mutluluk da çoğul bir yapı taşımaz herzaman,
gençken bilinmedik mutluluk verirken yaşlılıkda alışıldık mutlu eder ,
söz döngüsellikten açılmışken 3 aylara giriyoruz , ilk düğmeyi doğru ilikledin mi? diye sordu...

Zaten 3 aylardayız diyecek oldum ki , kakıp bar a doğru yürüdü..

Stolichnaya Elit'e hayır demezsin herhalde? diye sordu...

ooh,3 aylar algımızın tamamen farklı olduğunu anladım,başımı hayır anlamında salladım..

müstehzi fakat bir o kadar da sevecen bir şekilde , yoksa ilk düğme doğru iliklenmedi mi? diye sordu...

Gülüştük.....elinde tek bir bardakla dönmüştü !

Ormanda neler olup bittiğini öğrenmek istiyorsan BÜYÜK AYI'nın ayak izlerini takip et... bunu zaten biliyorsun..dedi...

Schrödinger'in Kedisi aklıma geldi nedense..

Ayrılma vakti gelmişti , tam salon dan çıkmak üzereyken ,

Muhterem'ler epey bir zamandır BahÇe'ye uğramaz oldular , hayırolsun dedi...

Zamanı gelince uğrarlar dedim..

Gülümsedi...

Ramo
10-09-2006, 13:52
1994 lü yıllarda oturdum borsa denen kurtlar sofrasına.Malumdur herkesin bu sofraya bir oturuş öyküsü vardır.Hele ilk oturuşunda sofradan doyarak kalktıysa,değmeyin kendine,en büyük borsa uzmanı kendisidir.Senetleri en iyi o tanır,en iyi analizi o yapmıştır.Seans salonunda ballandıra, ballandıra nasıl kazandığını anlatır.Genelde kaybedenlerin çoğunlukta olduğu bu özel gurup içlerinden çıkan bu başarı öyküsünü,biri üç yada dört yaptım sözcüklerini ağzı açık dinler.Arada bir de kendi hayal dünyasına dalarak kendi hissesinin de çok kazandıracağını hayal eder.Ancak kazananın duraklı ve aşırı güvenli tok kulaklarında çınlar.
“arkadaş bana miras kalmadı evimi sattım.Bu senede yatırdım.Ne alacağınızı iyi bileceksiniz.bakınız arabamın arkasında babam sağ olsun değil, ..A hisse.. sağ olsun yazar.”

Velhasıl kazanma öykülerinin cazibesi,sesi,kaybetme öykülerinkinden daha çok ses getirir.Düşenin dostu olmaz örneği,kaybedenin dinleyeni de olmayacaktır.Bu yüzdendir.Bu sofraya oturanların bir çoğunun nedenleri arasında bu kazanç öyküleri daha çok vardır.Örneği benim gibi.

1998 li yıllarda medya Holding almıştım fiyat 1200 tl.Tam seans salonundan çıkarken,beraber zaman, zaman briç oynadığımız bir öğretmen dostumda sattığı arabasının parasını buraya yatırmak istediğini söyleyerek yardım istedi.
Ben anlamam diye ne kadar ısrar ettiysem boş.
“Sende ne varsa onu alacağım sen eskisin burada anlarsın.”
Velhasıl bu konuşmaları yaparken bizim kağıt olmuş 1150.Gidip 8000 lot Medya holding aldı.haftasında kağıt 1000 Tl altına kaydı.Orda burada zaman ,zaman karşılaştığım bu dostumdan,
“Bir şeylerden anlar sandık,diyen selamsız sabahsız bakışlar”
Kağıt 880 liralara düştükten sonra,çıkış trendi başladı.Ben 1600 liralardan sattım.Kağıt gidiyor.fiyat 2000-4000 .Soruyorum arkadaşa “sattın mı?”” yok”6000 olacak” dediler
Epeyce bir seans salonlarında boy gösterdi.Başarı öyküsünü ballandıra tatlandıra anlattı.Çaylar benden diyerek kendini dinleme zahmetine katlananlara ikramlar yaptı.
Velhasıl kağıt 9500 liralara kadar gitti.Malumunuz sonrada tahtası kapandı.O gün bugün bu zatı muhterem dostu.Defalarca aramama rağmen ne görebildim.Nede izini bulabildim.Çok yakın dostları bir başka şehre taşındığını,psikojik tedavi gördüğünü ve sağlık sorunları olduğunu söylediler.Tek edindiğim bilgi bu oldu.Bir başarı öyküsünün bir anda nasıl,yok oluşa döndüğünü gördüm.
2000 li yılların borsadaki sıkıntılı günleri ile birlikte internet denen dahiyane buluşla birlikte,borsa ve ekonomi muhabbetlerini chat odalarına ve sohbet forumlarına taşıdık.Her oda da yada her forum da bir borsa üstadı, yorumlar yazmaya yada tüyo vermeye başladı.Seans salonlarının gürültülü yüzü,telefonun ucundaki sihirli aleme taşınmıştı.
Bu sayfalarda bugün sohbet ettiğim bir çok dost yüzlü,değer verdiğim güzel dostlar.Bu taşlı dikenli borsa maceralarımın içinden süzülen kıymetli dostlarımdır.Benimle bir sefer bile yüzümü görmedikleri,oturup bir kahve hatırı kadar sohbet etmedikleri halde.Değerli fikirlerini,düşüncelerini hiçbir karşılık beklemeden paylaştılar hep verdiler.Sevgili Master,Güzel insan Dent,Chem73 ,Nedo,Budha,Neron ,Ali Hocam,Eşi bulunmaz Anamız,daha ismini sayamadığım nice güzel insan bu garip dostunuza,gönlünüzde yer açtığınız için çok teşekkürler.
Bu dostlarımızdan özellikle de Sensei dostumdan çok önemli bir şey öğrendim.Sabır ,bilgi disiplin ve kazanç.Yatırımlarınızda bunlar yoksa kazanç da çok zor.Bu kurtlar sofrasından bir lokma ekmek kapmak zor.Borsa düşebiliyor çıkabiliyor.Kaybetmek te kazanmak kadar bu sofranın gerçeği.Yatırım yaparken bu asla unutulmamalı.Ky tabir edilen biz küçük yatırımcılar temeli sağlam ulusal 30 yada 100 hisselerinden pek uzaklaşmamalı.tüyo yada adı ne olursa olsun,uçacak kaçacak söylentilerinden uzak durmalı.Belki de en önemlisi tüm varlığını buraya bağlamamalı.En önemlisi sağlık olup,sağlığına dikkat etmeli.Velhasıl burası kalbe dokunuyor.
Saygılarımla

krokodil
15-09-2006, 20:44
kızılderili kuantum
ustalar çook üstad ise bir tane;)

darius
16-09-2006, 06:43
kızılderili kuantum
ustalar çook üstad ise bir tane;)


Teşekkür ederim. :)

alihoca
23-09-2006, 00:30
Efendim;

Bilenler bilir, Allah eksikliğini daha fazla göstermesin diye dualar düzdüğüm ve fukara yüreğimizde yeri çok müstesna olan bir Dostum var. Bak şimdi ben ona Dostum dedim ya, dost kavramında anlaştığımızı söylesem de yalan olur, şu mübarek aylarda günaha girerim. Hadi aklıma gelmişken onu da şuracığa yazarak başlayayım.

Çok vurgun yemiş yorgun yüreğimizde kutsal bellediğimiz dost kavramını işleyen bi yazı yazmıştım. Vay efendim, Sen misin yazan! Efendim, Dost yokmuş da, dost beklentiymiş de, hesapsız dost mu olurmuş da, almadan vermek, vermeden almak olmazmış da, gibi daha neler neler sıralayıverip koydu gitti. Yani efendim! Garip buldu, yer misin, yemez misin demeden vurdu durdu. Söylemeyecektim ama sırf samimiyetinize binaen yazıyorum ki, boş boş bakışlarla kaç gün dolaştığımı, halime acıyan bi kaç vicdan sahibi haricinde kimseler bilmez.

Birde, Ona olan saygı ve sevgimi ne zaman dillendirmeye kalktıysam allem edip galem edip konuyu hemencecik değiştirir. Bununla kalsa iyi, benim şunca yıl biriktirebildiğim azıcık kelime dağarcığımda özel yeri olan sevgi seslenişlerimi bile abartılı der geçer. Yok, yok, yüzüme söylemedi. Yazdığı diyeceğim ama bu kelimenin kifayetsiz kalacağı için döktürdüğü diyebileceğim kimi yazıların arasına serpiştirdiklerinden (diyeyim ama siz, sıkıştırıp sokuşturduğu olarak nitelerseniz ben karşışmam.) biliyorum.

Bak şimdi, biliyorum deyip geçtim ama acıtmadı desem billahi yalan olur. Şimdi zamanı değil ise de unutmuş da değiliz çok şükür. Bilahare o konuyu ele alacağız inşallah. Yine de, az çok anladığınız gibi birazı aşan bi garip adam olmasına rağmen ve anamdan akraba, babamdan soyum olmamasına rağmen bu herifi sevmemekte pek mümkün değildir desem inanın.

Sayısı bana çok az gelen ikili ya da çoklu toplanabildiklerimizde, konuşup söyleştikleri arasına sakladığı hüznünü, sevincini ses tonlamasından tutunda mimiklerini bile mercek altına almaya çalışarak yakalamaya çalışırım. Velakin öyle bir kurnazdır ki, konu ne zaman kendi güzel özelliklerine gelse, o dakka bi gürültü çıkarır. Hemen konuyu bi başka kişi veya konuya getiriverir ki, o getirişte ki muhteşem kıvrak zeka karşısında teslim olmaktan başka bi seçenek bırakmaz.

Amaa işte eğer o anda sözü değiştiriverip hedef tahtasına oturttuğu kişi aynı mekân da ise o kişinin çıra gibin yandığının resmidir. Artık işletir mi, kızdırır mı, ağlatır mı, sever mi, öper mi, ısırır mı bilemem. Nerden mi biliyorum? Orasını burasını kurcalayıp, günlerdir yazamayıp mahcup olduğumuz bi ortamda iki satır yazmaya debelenirken neşemi kaçırmayın lütfen.

Ayrıca geldim, gelcem, geliyom deyip umutlandırır ama gelip gelebildiği hepi topu bir iki defayı daha geçmemiştir. O bir iki defa geldiğinde de, ateş almaya gelmiş gibi dönüşü bir olmuştur desem doğrudur. Hadi gelirken bizi saran sevinç yanında, telaş kısmını hiç karıştırmayayım. Ama ben karıştırmasam bile, gelip kaçıverdiği o kısacık zaman diliminde tüm açıklarınızı, yanlışlarınızı anında yakalayıp, beyninin en hınzır köşesine yazıvermiştir bile.

Beynine yazsa kurban olayım diyecem ama gelir birde Arka BahÇe’ye bi yazı döşenir ki irezil olduğunuzun resmidir. Artık kıvıracam diye debelenin durun.

İş yeteneklerden açılınca edebî özelliğinden bahsetmemek olmaz. Biliyorum onu bizde biliyoruz diyorsunuzdur şimdi. Ama bu herifin yazma yetisi, onun çoğu kez övdüğü yazarların pek çoğundan kat be kat fazladır diyecek kadar da iddialıyım desem inanın.

Kabul eder mi, derseniz? Etmez bilirim. Ama yine de, yaşamın ona dayattığı bin türlü gaileyi aşıp, yazmaya zaman ayırabileceği rahat ve dinginliğe en kısa zamanda kavuşmasına çok duacıyım. Yazdıklarını okurken bizlere tattırdığı sevinç ve güzelliklerin gazete, dergi ve kitaplarla güzel Ülkemin insanlarına ulaşması ise en büyük dileğimdir.

Bak, bak kitap dedim ya şimdi, bunun bana yaptığı bir güzelliği(!) de yazayım dilerseniz. Hani geçenlerde bana verdiği adı netameli bir kitaptan bahsetmiştim hatırlarsanız. Hani, memleketin dört bir yanına yanında götürüp bitiremediğini de belirtmeyi ihmal etmediği o kitaptan bahsediyorum. İşte o kitabı bitirdim. Görev bu kolay mı, bitirme de göreyim. Üstelik okurken de, ulan bu herif bana boşuna söylememiştir, ne olur ne olmaz, diye memleketi dolaştırdım desem inanın. Hatta geleneği bozulmasın diye otobüslerde neyin de okudum.

Yazarı ölmüş gitmiş arkasından kötü söylemek olmaz şimdi. Ama yattığı yerde bu kitabı okuyan insanların halini görünce ne yapıyor acaba diye bir düşünce kafama takılmadı deseem yalan olur. Allah için kitaptan bana kalan nice duygu, düşünce bir yana, bir noktalama işaretinin ne kadar önemli olduğunu bana tekrar öğrettiği için şükran duyduğumu söyleyebilirim

Efendim şöyle ki; Hani bir metni okurken arada kısa bi duraklayıp, nefes almaya fırsat veren, Kamus-ı Türkî’de belirtildiği üzere; ara, aralık, fasıla sözcüğünün yerine kullanılıp dilimize kök salan, noktalama işareti virgül var ya, işte o virgülün, bu kitabı okurken ne denli önemli (hayati diyecektim ama yine abarttı der şimdi) olduğunu;

Şöyle bir derin nefes alıp, Bismillah deyip okumaya başladığınız cümlede bir virgül bulup da nefes alabilmek için tamı tamına 5 (yazı ile;beş) sayfa okumak zorunda kaldığınızda şu fakiri daha daha iyi anlayacağınıza eminim. Bi de bu kitabı alırsanız eğer, ne olur ne gider diye hiç düşünmeden, Ankara Polisevinde okumamaya özen göstermenizi tavsiye edeyim.

Yazdıklarımı şöyle bir gözden geçirince, dert söyletir gibi geldiyse de, konunun aslı şu fakire özlemin söylettirdikleri olarak alın lütfen. İş bu nedenle özlemle söylediklerimiz içinde sürç-ü lisanımız olmuş ise affola.

Saygılarımla

Master
23-09-2006, 09:15
''Arkadaşlık her zaman için tatlı bir sorumluluktur, asla bir fırsat değil.''

filiz
26-09-2006, 09:00
arkadasım., danışanım.. teşekkur ederım. bak senın sayende uye oldum. ne kadar hiperaktifim degilmi?

AnnE
27-09-2006, 10:42
Günaydın Ahali ;

Bilen bilir...Anlatmaya hacet yok pürmelalimizi.

Çok çok uzun süren , başkaları için çalışma hayatından sonra, birkaç yıl önce kendimiz için çalışmaya karar vermiş idik.Aaaahhh...

Ne güzelmiş başkaları için çalışmak ; ne güzelmiş yorulmanın, sömürülmenin farkına varmamazlıktan gelerek, kazandırdıkça kendin için kazanıyormuş gibi aptalca huzur duymak.Ne güzelmiş '' hakettim '' diye avunmak. Ne güzelmiş hak aramak ve bulamasan da bulduğunla yetinmek......

Ve '' kendimiz için '' çalışmaya başlayınca, verilmiş sözlerin , uzun dostlukların , koca öğüntülerin kayboluvermesi, ömür boyu yenmesi hayal edilemeyecek kazıkların bir kalemde giri giri vermesi.

Ve öyle bir noktaya geliş ki ; verilmiş sözlerin tutulamaması noktasına geliverişler ; çaresiz kalıverişler ; bitap düşüverişler ; hayata küsüşler hatta vazgeçişler... Onurunu sorgulamacalar, böyle olma ihtimali var mıydılar ...

Neyse ahali ; bir süre önce , KAÇTIM. Neden kaçtığımı kendim bile bilmeden. Şu anda, Kafkasların eteğinde, Gürcistan, Azerbaycan, Dağıstan arasında, İnguş bölegesine yakın bir tuhaf köyümsü yerde, dilimi bilmeyen ve dilini anlayamadığım insanlar arasında, bilmediğim şeyleri yemeye çalışarak, kaybolanları toparlayabilme umudunu yeşertmeye çalışmaktayım. Kaybolanlar .... o kadar çok ki... Tatlı sorumlulukların altında kalmanın, fırsatçılık gibi anlaşılmasının çok doğal olduğunu bilerek kaybolanları aramak... Bulunur mu ? Bulunmak zorunda...

Ahali ;

burada ne yazık ki internete girmek falan şimdilik mümkün değil.Medeniyete yakın bir yerlere intikal edince bulduğum ilk fırsatta bunu yazabildim.

Herkes ne anladıysa doğrudur.
Herkes ne düşünüyorsa tamamen doğrudur.
AnnE , AnnE gibi dönebilir mi , bilemem.
Hangi yaralar iz bırakmaz , hiç bilemem.

Bilmem bilmek ister miyim ?

Emin
27-09-2006, 17:29
...
AnnE , AnnE gibi dönebilir mi , bilemem.

Hangi yaralar iz bırakmaz , hiç bilemem.

Bilmem bilmek ister miyim ?

Hem bilmek hem de görmek isteyeceğinizden eminim.

Bütün yaralar, yaralanmalar öyle ya da böyle iz bırakır, dışarıdan estetik cerrahi yapılsa bile içeriden görünür.

AnnE, AnnE gibi dönecektir, dönmesi gerekir yoksa dilini bilmediği kişilerin, tadını bilmediği yemeklerini sırf hatır için yemeye mi taaa gurbet ellerin bilmediğimiz nerelerine kadar gittiniz!

Kaybolanları toparlamaya çalışma umudunu hem yeşertecek, yeşertmekle de yetinmeyip, büyütecek ve meyvelerini toplayacağınıza inanıyorum, ben.

Geç olsun, hatta güç olsun ne çıkar; “Ceht senden murat Allahtan.”

Özleme dolanmış sevgilerimi gene turnalarla gönderiyorum.

Master
28-09-2006, 10:05
Geçmiş zamanın, geleceğin de duygular da vardı... Duyumları taşımaz,kendinin varlığında,varlıksız bir geçmişten az varlıklı idi...

Belki bilginin özünde, bilinen,sadece bilinmiş olanın kendi parselleridir,Ya Bilinmeyen .. İşte O değerin yanında herşey biter... bilende..bilmeyen de...

İrina öylece bakakaldı...Baktığını sandığına...

Masa örtüsünün üstü de kedisi gibi dağılmıştı...Vakur değil ama istemkar bir eda ile kendine gelmeye çalıştı,sonrada bana bakarak..

Geçmişten alınan hazların içinde, geleceğin yanılgılarına ne kadar kadeh kaldırsak ve kadehin anlamını, yutkunurken lezzetini tartışsakta, sanki için için kalan bir burukluğun, faydasız tadımı oluyor dedi....

Gülümsedim.....Ama Gülemedim....

İyiki sen varsın İrina dedim.. Kendime ve kendi içime başka bir bilinenin burukluğu ile...

Dağılmış masayı ve çatlamış kadehleri toplarken Eflatun gözleri ile baktı ve

Yılbaşına Kadar Buradayım dedi....

bikmisbroker
28-09-2006, 19:41
Günaydın Ahali ;

Bilen bilir...Anlatmaya hacet yok pürmelalimizi.

Çok çok uzun süren , başkaları için çalışma hayatından sonra, birkaç yıl önce kendimiz için çalışmaya karar vermiş idik.Aaaahhh...
......................................
Ve '' kendimiz için '' çalışmaya başlayınca, verilmiş sözlerin , uzun dostlukların , koca öğüntülerin kayboluvermesi, ömür boyu yenmesi hayal edilemeyecek kazıkların bir kalemde giri giri vermesi.
........................................
Ve öyle bir noktaya geliş ki ; verilmiş sözlerin tutulamaması noktasına geliverişler ; çaresiz kalıverişler ; bitap düşüverişler ; hayata küsüşler hatta vazgeçişler... Onurunu sorgulamacalar, böyle olma ihtimali var mıydılar ...
.........................
kaybolanları toparlayabilme umudunu yeşertmeye çalışmaktayım. Kaybolanlar .... o kadar çok ki...
Bu Yaziyi okudugumdan beri 2 SATIR yazmak istedim, ama nereden baslasam nasil girsem konuya bir turlu kestiremedim..
Yasadiklarini cok iyi anlayabiliyorum, cunki bu satirlarin yazari da senin gibi Damdan dustu..
AnnE olarak yazilarindan tanidigim AnnE isen bu iLK damdan dusmeyi atlatacak, ders alacak ve daha sonra ise "Tatli bir ani" sekline donusturebilecek seviyede meziyetlere sahipsin.

Nasil mi bu kadar RAHAT bilebiliyorum?
Musterek dostumuz sagolsun..

Umid ederim Bayramdan sonra Dogu Roma imparatorlugunun baskentinde olursun, yuz yuze gorusur, tanisir, bu konu ve digerlerini detayli olarak konusuruz.

"AnnE , AnnE gibi dönebilir mi , bilemem.
Hangi yaralar iz bırakmaz , hiç bilemem." Demissin...

AnnE AnnE gibi donecek de, en hafif yara bile mutlaka iz birakacaktir.

O izlerde olmasa,
Tecrubenin ADI ne olacakti ?

alihoca
29-09-2006, 18:38
Efendim;

Bir önceki yazımda özlem söyletir dedim ya, özlemin önceki kaynağını yazmakla beraber bende sık sık oluşan bu özleme alışkanlığının biraz yaşımla başımla uyuşmayan bir araz olduğunu söylemeyi unuttum. Dilerseniz açıklamaya çalışayım. Bu yaz dâhil olmak üzere her yaz tatili, sömestr tatili, fırsat bulup kaçabildiğim her bayram tatillerinde anacağızımın dizi dibinde yerimi alırım. Buraya kadar kısmını çok sık, hatta bıktıracak kadar yazdığını biliyoruz, dediğinizi duyar gibiyim.

Siz, eşek kadar herif utanmasa, anneee, anneee, diye ağlayacak demeden, konuyu özlem konusuna getireceğim merak etmeyin. Hoş, meraktan da çatladık öldük, diyen serzenişleriniz sanaldan duyulmayacağı için en iyisi, sonuna kadar okuyup kurtulmanız gibi geliyor. Devamla, memleketten döndüğüm bir iki ay pek sevdiklerimi rahatsız etmediğim söyleniyor. Lakin üçüncü aydan itibaren derste öğrencilerimin, öğretmenler odasında arkadaşların ve yolu kazara benim odaya düşenlerin anlattığına göre, konu ne olur ise olsun, sonu mutlaka anne ile bitiyormuş. Bunu zerre kadar bilinç ile yapıyor isem ne olayım.

Her neyse, dostların sözleriyle değil ise de, şimdi hapı yuttuk veya ulan yine mi, diyen bakışları karşısında, bunun istem dışı ve bir yaratılış arazı olduğunu kabullenmek zorunda kaldım. Durdum duramadım derken, kalktım, kalp ve damar hastalıkları doktoru bi dostun uzman ellerine kendimi teslim ettim. Böylece, aslında bendeki arazın sadece annemle ilgili olmadığını öğrenmiş bulunuyorum. Alıştıra alıştıra söyledi sağ olsun. Şu fakir yüreğin geçmişe ve anılara nikotinden fazla bağımlı olduğunu ve özlemi kaldıramayacak kadar zayıf olduğu ile gerçeği ile yüzleşmiş olduk anlayacağınız.

Yok yok! Sn Masterîn vurgun yemekten yorgun yüreği gibi, cümle doktorlar elbirliği edip sabahtan akşama kadar,
topuktan boğaza kadar yaracağız, üç dört damar, kapak neyin bay edip, bi de pas edeciğiz demedi sağ olsun. Ve Allah tuttuğunu altın etsinki, ilaç hele hele iğne vermedi amaa anılara bağımlılık sürecek, özlemlerini de sakın içinde tutma, demeyi de ihmal etmedi.

Burada Sizlerin, ‘eyvah yandık’ dediğiniz kısmın ‘içinde tutmama’ konusu olduğu malumunuzdur.

Sadede gelecek olursam, iş bu nedenle; anıların depreştiği ve sevdiklere özlediğim zamanlarda, bir önceki, bugünkü ve sonra devam edecek olan yazılarımda işleyeceğim kökeni özlem olan söyleşilerimi, hastadır, yaşlıdır, yazıktır deyip kızmadan değerlendirmenizi önemle rica ediyorum. Yüksek izin ve müsaadelerinizle bugünkü yazımda görüşme süresi bir iki ayı çoktan aşan birkaç dosttan ve kimi anılardan bahsedeceğim.

Düşününce sanal âleme ilk bağlantı kuruşumun üzerinden yıllar geçmiş. Bağlantı kurmuştum ama okuyucu olarak geçen birkaç yıldan sonra ancak yazmaya cesaret edebilmiştim. İnsani ilişkilerimde arızalı bir dönemime denk geldiği için epeyce bir süre uzaktan seyir halindeydim. Buna bir tür inziva hali de diyebilirsiniz.

Sonra her nasılsa ıkına sıkıla yazarak katılımcı olabildiğim ilk yer olarak, Değerli Ağabeyimiz Ahmet MERGEN’İN sitesi olan Teknikborsa Forum ortamı olmuştur. Mergen Ağabeyimiz teknik analiz konusunda Türkiye’nin ilklerinden olduğu için Amerika dâhil edindiği borsa bilgi ve tecrübesini açmış olduğu forum ortamında paylaşıma açmıştır. Onun koca yüreği ile yarattığı sımsıcak ortamda sadece para konuşulmamış her türlü bilgi, sevinç, dert paylaşılmıştır.

Asıl adı Nejdet olan nam-ı diğer TEDCEN (= AVICENNA = ALMES adları ile de bilinir) gibi şimdi adını hatırlayamadığım birçok nadide insanı ilk orada tanıdım. Halen üyeliğimi sürdürdüğüm, arada sırada mutlaka göz attığım ve hatırladıkça minnet duyguları ile andığım o günler için Mergen Ağabeyimize tekrar tekrar teşekkür etmekten kendimi alamıyorum.

Türk Borsa Tarihinde veri transferi gibi birçok alanda ilklere imza atarak adeta çığır açan Palatodata Şirketi ve sonradan Matriksi yaratan Güzel İnsan Sn Reha Gülerman Beyefendidir. Kurmuş olduğu şirketin yanı sıra açmış olduğu forum ortamı ile sayısı elli binleri aşan, Anadolu’nun dört bir yanından insanları bu karanlık içinde bir araya getirerek buluşturmuştur. Sümeryatırım ve Platodata Forum üyelerine tanışma ve kaynaşma adı altında, aslı yatırımcıları borsa hakkında bilgilendirmek olan toplantı ve seminerler düzenlemekten de çekinmedi.

İlki İstanbul olan ve Ankara ile sürdürülen bu toplantılar, şehrin beş yıldızlı otelleri ve en lüks mekânlarında yemenin ve içmenin sınırsız çeşitliliğini insanlara bedava sunan toplantılardı. Bununla yetinmeyip küçük yatırımcıları bilinçlendirmek anlayışını devamı olup yine kendi kesesini yoran seminerler düzenledi. Süresi on beş günü bulan ve alanının uzmanları tarafından her türlü teknik ve temel bilgilerinin verildiği seminerlerdi bunlar.

Seminerlere katılıp teknik ve temelci oldum, borsayı yaladım yuttum diyemeyeceğim. Dört işlemin sağlamasını unutan birinden kırkından sonra rakamlar ve çizgilerin dansını anlamasını beklemenin zorluğunu çekmeyen bilmez tabiî ki. Burayı biraz yumuşattığıma bakmayın, kalın kafam basmadı desem en doğrusudur. Ama birçok değerli insanla yüz yüze tanışma onuruna eriştim. Hangi birini sayayım ki?

İnadına mert, sözünün eri ve dosta vefalı bir yürek olan ve kelimenin tam anlamı ile arka-taş olan nur yüzlümüzü anlatabilmek için doğru kelimeleri bulmayacağımdan korkarım. Öyle ki, ne zaman dara düşseniz, yanı başınızda bitiveren ve şimdilerde pek rastlanmayıp nesli tükenmekte olanlardandır.

Sanal âlemde ilk kez Atmaca namı ile tanınıp, elli atmış binli Platodata ve Matriks forum ortamlarını aylarca tek başına sürükleyip götüren, sonrasında Hisse Net ortamında da keşfedilerek Süvariye dönüşen Arka BahÇe sakini ile de orada tanıştım. İlk olarak konuşur gibi akıcı yazabilme yeteneği ile dikkatimi çekmiş, uzaktan habersiz ama beğeni ile izlemeye almıştım. Sanalın günlük yaşamın getirdiği ilişkilerden bir diğer üstünlüğü, zanlının bu izlemeden hiçbir haberi olmayışıdır diyebiliriz sanırım.

Seminere, öğrenci telaş ve heyecanı ile katıldığımda; yanı başımda ailesinden aldığı terbiyeyi tertemiz yüzünde yansıtan hali ile tanıştığımda nasıl sevindiğimi anlatamam. Sessiz, sakin ve saygılı bir duruş altında inatçı bir kararlılığın gizli olduğu söylemeliyim. Gel zaman git zaman derken, Allah ona kendisi gibi asil ve zarif bir eş verdi. Sağ olsun bize de düğününde oynamak düştü. Düğünü şenlendirelim derken, iki kuruşluk itibarımız varsa bile o gece onu da kaybettik vesselam.

Efendim düğün dedim ya, nikâhtan daha doğrusu gelin ve damattan daha heyecanlı nikâh şahidinden bahsetmemek olmaz. Plato ve Matriks ortamlarında yaptığı Moderatörlük sırasında kestiği kelle sayısı ile Voyvodayı bilem kıskandıran Ceenk’ten bahsediyorum. Kariyer basamaklarında yükselen bir iktisatçı kimliğinin yanı sıra iyi bir temel analizci, deyim yerinde ise zehir gibi bir zekâ ve çok yönlü bir kişiliğe sahip olmanın, nikâh şahitliği yaparken heyecandan titremeyi önlemediği, Ceenk örneğinde görülmüştür netekim.

Biri kararlı sakinliği, dinginliği yansıtırken diğeri ise kabına sığmayan bir hareketlilik ve eylemci yönü ile biraz farklı kutupların birbirini çekmesine iyi bir örnek olarak gösterilebilecek olan bu ikiliye, sanala âlemin siyam ikizleri dense yeridir. Yüreklerinde gram kadar fesat bulunmayışı, inandıklarında inatçı ama saygılı duruşları bu ikiliyi özel ve güzel kılan özelliklerindendir.

Tanıdığım diğer güzel insanlar bir yana, sadece bu güzel insanları tanıma şansı verdiği için bile, Platodata, Matriks ortamlarının sahibi Sn Reha GÜLERMAN Beyefendiye ve sanal alemin yaratıcılarına sonsuz teşekkür borçluyum. Sanalda tanışılıp yaşanan ilişkilerin doğru ve kalıcı olamayacağı üzerine yapılan bir eski tartışmada söylediğim bu cümlenin bugünde aynen geçerli olduğunu belirtmeliyim.

Hani, yaşlı nineler anıları anlatmaya başlayınca, dur bak asıl önemli yerini anlatmadan gitmen olmaz, diye kolunuzu çekiştirir dururda Sizi bırakmaz ya! Bencileyin de, pek genç olmayan yaşım ve aklımla hatırladıkça, aklıma düştükçe, sırası geldikçe ve dahası Siz Dostlar yeter! Diyinceye kadar zaman zaman kafanızı ütüleyeceğim gibi görünüyor.

Biraz anılar, biraz özlem derken şimdilik bu kadar diyelim. Ve sürç-ü lisanımız olmuş ise affınıza sığınalım.

Saygılarımla

Ramo
04-10-2006, 21:50
http://www.madenr.somee.com/den2.jpg

Değnekten atımıza binip de hangimiz at kadar hızlı koşmak istemedi,yada gözlerimizi gökyüzüne dikip pamuk yığını bulutlar üstünde bir kuş zarafeti ile süzülebilmek istemedi.Çoğumuzun renkli çocukluk hayalleriydi bunlar.Büyüdükçe temkinli olmaya hayallerimizi sınırlamaya gerçek,olabileceklerin peşinde gitmeye zorlanmadık mı?Uç fikirler peşinde koştuğumuzda hayal adamı olmakla suçlanmadık mı?

O bir hayal adamıydı.hayallerini yaşadı,yaşattı ömrünü bu uğurda harcadı.Tüm varlığını bu uç düşüncesinin peşinde kaybetti.

1926 lı yıllarda bir Fransız uçağı sergilenmek üzere Denizli ye geldiğinde,çok gençti.Herkes göklerde bir kuş gibi süzülen devrin teknoloji harikasını hayranlıkla izlerken.Ona başka bakan iki gözdü O.Koca savaşların yılgınlığı ,yokluğu üzerine kabus gibi çöken yaratıcı Türk insanının “bizde yapabiliriz bunları” diyen sesi soluğu idi.

Mehmet sulu; 1909 yılında Denizli`de doğdu.Kentin eski mahallelerinden birinde evinin avlusunda tüm zamanını ilk Türk uçağını yapmaya harcadı.Bu uğurda anasının ata yadigarı altınlarını,sekiz tane tarlasını sattı.Kentte sadece dört tane olan otomobillerden birisini alıp motorunu,tekerlerini uçak yapımında kullandı.Bir çok aksamı ahşap,bez ve saçtan oluşan bu uçağı üç aylık bir süreçte tamamladı.Bugünkü Atatürk stadyumunun olduğu geniş arazide engellemelere rağmen uçağını uçurdu.Yerden birkaç metre yükselen uçakla uçmayı başardı.

Bu deneme sonrasında Mehmet Sulu Eskişehir tayyare fabrikasında çalışmaya davet edildi.Bir süre burada çalıştıktan sonra kendi isteğiyle tekrar memleketine döndü.Eğitimsizliğine rağmen hep hayallerinin uğrunda yürüdü.

Bugün borsada satın aldığım bir şirket hissesinin yükselişi keyif verirken.Hep aklıma takılan o şirketin uçakların neden Mehmet Sulu` ların eseri değildi.Neden teknoloji üretmekte geriydik.Mehmet`lermi azdı.Yoksa analar çokça Mehmetler doğuramıyor muydu artık.Bir yerlerde eksik bıraktığımız ,yapamadığımız bir şeyler olmalı.Ama ne...?

Yararlanılan Kaynaklar
Geçmişten Günümüze Denizli (Yerel Tarih ve Kültür Dergisi Sayı:9)
Yazıya konu olan tarihi bilgi: Hüseyin Şimşek (E)Hv.Müh Kd. Albay
Fotoğraf:Serdar Başkaya albümünden

buena vista
05-10-2006, 22:01
Bunu hiçbir bilen yok.
Ilk karsilastigimda.
Bir saskinlik.
Bir heyecan.
Ne yapacagini bilememek.
Hosuma gitmisti aslinda.
Hemen hemen bütün kitaplarini okumustum Aziz Nesin ``in.
…….
Izmir`de fuarda..kitap fuarinda…imza gününde.

-Nedir bu ziriltilar..
-Efendim.
-Evlat.
-Buyur Aziz agabey.
-Al su yirmiligi.
-Ne yapayim bu yirmi kagidi?
-Biliyorsun,bugün sira bende.Kitaplarimi satin alanlar,isterlerse imzalayacagim.
-Iyi güzel de..Bu yirmi kagit ne olacak?
-Kitaplarini imzaladigim arkadaslara çay söyleyeceksin.
-Peki olur, ama…
-Bak iste, çayciya söyle bizi çaysiz birakmasin !
Bir sure sonra çayci yanima gelip ona verdigim paranin bittigini söyledi.
Bende bir firsatini bulup,
-Aziz agabey.
-Evet evlat.
-Yirmi kagit bitmis.
-Ne çabuk !

Dünyanin kitabini imzalamisti kisa zamanda.Farkinda bile degildi yoruldugunun.
Yanlis hatirlamiyorsam bir çay 25 kurustu o zaman..Insani sasirtacak derecede alçak
gönüllü ve çok tutumluydu..Nur içinde yatsin.

buena vista

alihoca
06-10-2006, 23:55
Binmeyenler dahi televizyonlara kadar yansıyan binlerce görüntüleri ile boğazın adeta süsü olan tarihi boğaz vapurlarını az çok bilirler. Osmanlı tarafından bahşedilen kapitülasyonlardan yararlanan İngiliz ve Ruslar 1837’li yıllarda iki vapur ile ilk boğaz ulaşımını başlatmışlar.

Osmanlı Devletince, önce Hazine-i Hassa Vapurları İdaresi tarafından Hümapervaz adı verilen ilk gemi ile boğazda yolcu taşımaya başlanmış. Halkın boğazın iki yakası arasındaki mesafeyi yarı yarıya kısaltan bu vapurlara ilgisi, daha sonra Şirketi-i Hayriye’nin kurulması ile hız kazanmıştır denilebilir.

Şirketi-i Hayriye’nin İngiltere gemi tezgâhlarında yaptırılan ve Rumeli, Tarabya, Göksu, Beylerbeyi, Tophane, Beşiktaş gibi sefer yaptıkları semtlerin isimleri verilen altı gemi boğazı turlamaya başlamışlardır. Cumhuriyet Döneminde deniz ulaşımına Türkiye Denizcilik İşletmeleri olarak daha da önem verilerek sürdürüldüğünü görüyoruz.

Tamirat ve bakımları ile o günlerden bugüne yaşatılabilen vapurların seferleri sonucunda boğazda birçok yeni yerleşim yerleri açılmıştır denebilir. Geçmişin piknik ve mesire yerlerinin şimdinin ünlü semtlerine dönüşmesine sağlayan işte bu ulaşım aracıdır dense yeridir. Bu vapurların yaz ayları için üstü ve yanları açık kısımlarına oturarak boğazın seyrine dalmanın tadı başkadır. Çamlıca gibi yüksekçe bir yerden baktığınızda bu vapurların bir kuğu edası ile boğazda turlarını seyretmek ise ayrı bir zevktir.

Birçoğunuzun bildiklerini tekrarı sayılabilecek bu girizgâhtan sonra bugünkü konumuza gelelim.

Benim haftalık stres ve yorgunluğumu attığım en büyük lükslerimden biri, Cumartesileri gittiğim Eminönü’nden boğaz vapuru ile dönmektir. Öyle ki, gün batımı sırasında mavi, yeşil ve kızılın dansını izlemek başlı başına bir keyiftir. Hele de mevsim ilkbaharsa boğazın her iki yakasındaki tarihi köşklerin bahçelerinde ki erguvanlar açtığı zaman ki görüntü, ne sinir bırakır, nede yorgunluk desem inanın.

Bizde yalan yok. İnanmadım diyen buyursun gelsin göstereyim. Hatta her ayın bir iki Cuma akşamı, bu keyifli boğaz yolculuğunu yaşayan vapur sakinlerinden bazılarının, İstinye İskelesinden sonra Tarabya Oteli yakınlarında sahile yakın seyrederken, Memet Efendi Balıkçısının en itibarlı köşesinde Arka BahÇe Dostlarının masasında toplananlara el bile salladıkları ayniyle vakidir. Hadi canım, o kadar da değil diyene, denemesinden para almadığımızı hatırlatalım.

Sadede gelecek olursam ayda en az bir iki defa tekrarlanan bu boğaz turlarında başıma gelen iki olay var ki, işte bugünkü yazımın ana konusudur. İlkinden başlayayım.

Eminönü’nden on sekiz on vapuruna binerken hava günlük güneşlikti. Bir buçuk saati tutan boğaz turunda İstinye iskelesine kadar herkes sorunsuz indi. Gelin görün ki, İstinye iskelesinden sonra göz gözü görmeyen cinsten bi sis bastırdı. Bizansın havalarını bilmeyen yolcuların paniğini görmeliydiniz. Can yeleklerini çıkarmak için cebelleşenlerden tutunda, o soğukta suya atlayıp sahile kadar yüzebilmenin hesabını yapanlara, eller yukarıda dua edenlere kadar envayi çeşitten bulmak mümkündü anlayacağınız.

Dakikada bir siren öttürerek ve yürüyerek geçebileceğiniz bir hızda giderken, kaptanın ‘İstinye İskelesine sis nedeni ile yanaşamayacağız’ anonsu geldi. Eyvah, yandık nidaları arasında aynı anons birer saat ara ile Büyükdere ve Sarıyer’de iskelelerinde tekrarlandı. Uzatmayayım efendim, son durak olan Rumelikavağı İskelesine, yarım saati aşan bi uğraşı sonunda zar zor yanaşıp inebildik. Neredeyse toprağı öpecek hâldayız demek ahvalimizi ancak özetler.

Rumelikavağı dediğimde boğazın Karadeniz’e çıkış yerinde bir yerdedir. Gecenin bi yarısı, saat bilmem kaç, onca insan ortada kala kaldık. İETT Otobüslerinin son seferlerini çoktan kaçırdığımız içinde herkes taksilere hücum etti. Duraktaki üç taksiyi de, Evde bebeğim var, yaşlıyım, hastayım diyen kaptı gitti. Üç kadın bi ben sona ve dona kaldık. Yazık gariplerimin, herifiz diye yanıma sokuluşlarını, bizi bırakıp gitmeyin, deyişlerini duysanız içiniz parçalanır billahi. Bırakmadık tabii.

Bir saati geçkin sürede aldıkları yolcuları bırakıp dönen ilk taksiye bindik. İnanmazsınız bilirim ama ikisini İstinye, birini Yeniköy olmak üzere üçünü de evlerine kadar götürüp, sağ salim teslim ettim. Övünmek gibin olmasın, Köy çocuğu olaraktan sölemsi ayıp, para neyin de verdirtmedim. Gecenin birini çoktan aştığı bir vakit, sinirler tepede çatacak adam arar bir halde, eve ancak duhul olabildim.

Nerede kaldın, diyen İstanbul doğumlu laz kızına da; sisinden, havasından, suyundan başlayıp, memleketlerinin, taşı toprağı altınına kadar, cem-i cümlesine hörmetlerimi sunduğumu söylememe gerek yok sanırım. Büyük ihtimalle, sinirin geçsin, bunun hesabını verirsin, burnundan getiririm nasılsa, dediği için ses etmedi.

Kurtarıcımız diye ikide bir arayan hanımlarla dost oluşumuz bu olayın tek tesellisidir. Tesellisidir de, şuncacık iyiliğimizin semeresini de gördük, keyfini sürdük desem de yalan olur. İyilik yapmışız, kadir kıymet bilen insanlarmış ki arayıp soruyor, davet neyin ediyorlar, değil mi efendim? Bunda ne kötülük var. Ama gelde birilerine anlat. Yok, efendim bi defa teşekkür etmeleri yetmiyor muymuş? Allah muhafaza, çiçek neyin alıp, okula ziyaretlerini filan söylemediğim iyi olmuş.

Boğaz turlarında yaşadığım ikinci olay, tarihi boğaz vapurlarının koltuklarının rahatlığı ile ilgilidir. Sadece koltukları rahat değildir. Vapurun içi geniş, kışın soğuğunda sımsıcaktır. Oturduğunuz koltukların yumuşaklığı bir yana geniştir de. Geniş dediysem de, cumartesileri içeride çok yolcu olmadığı zamanlarda şöyle yan gelip uzanarak bir saati aşkın bir şekerleme keyfi yapabilirsiniz.

Salonun sıcaklığı, koltukların geniş ve yumuşaklığına bir de, denizin hafif dalgalı halinde vapur yolculuğu sırasında çekeceğiniz bir saatlik uykunun tadını, Kuş tüyü yatağınız olsa bulmanız mümkün değildir. Boğaz vapurlarının yolcularının büyük çoğunluğu da birbirlerini tanır. Bu yolculuk sırasında ürkek çekingen verilen selamlaşmalar ve günaydınlaşmalar, sohbete, sohbetler kimi zaman dostluklara dönüşür.

Bu dostlukların akşamın yorgun argın iş dönüşlerinde, yanlarına alınan nevaleler ve gazete kâğıtlarına sarılı içeceklerin çay bardakları ile şereflenip yudumlanması ile sürdürüldüğü görülür. Denilebilir ki, Bu boğaz vapurlarının seyrine doyum olmaz arka kısımlarında yaşanan adeta bir geleneğine dönüşmüştür. İçki dediysem de kendini bilmezcesine yapılan ve kadın kızlara sarkılıp, illallah ettirten türden değildir. Bunlar kimseyi rahatsız etmemek için, hafiften zulalayarak, şöyle biraz saklayıp gizleyerek, mahcup içişlerdir.

İster salon, ister dışarıda yenenler içilenler, buyur edilir paylaşılır. Herkes biri birini az çok tanıdığı için uyuyanlar ineceği iskele öncesi uyandırılır. Ben kendimi öyle bir alıştırmışım ki, bizim iskeleye gelmeden önce mutlaka uyanırım. Lakin yorgunluğuma denk geldiği kimi zamanlarda, bir hadi bilemedin iki defa da olsa, bu uyandırılanlardan biri de ben olmuşumdur. Bakın buraya kadar hiç bi mesele yok. Uyuyup kalmayı kabahat sayıp kabullensek bile kaldıracak var diyorsunuz, ama işte her zaman böyle olmayabiliyor maalesef.

Şimdi efendim, Osmanlıdan devralınan Şirketi Hayriye’den, Cumhuriyet Döneminde Denizcilik İletmeleri olarak yapıda çalışan, canım boğazın incisi vapurlarımızı mevcut iktidar ne yaptı etti, İDO adında İstanbul Belediyesine ait bir şirkete devretti. Bunlarda hemen ilk icraat olarak, emekliliği gelenleri, tazminatını verebildiklerini, başka kurumlara sürebildiklerini, derken tüm personeli toptan kapı önüne koydu desem yerdir. Siyaset bu göz kör olsun, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın dedim geçtim. Diyecem ama diyemedim, çünkü işin ucu beni bulup dokundu efendim.

Bi kere bunların bulup buluşturup, üzerine turuncu urba giydirip getirdikleri, Karadeniz’de taka kullanmakla az çok denize teşni laz çocukları olduklarından bile şüpheliyim. Bir iskeleye yanaşmaları var ki, yanaşmıyoruz adeta koca vapurla adeta iskeleye tos vuruyor sanırsınız. Bir saat yirmi dakikalık süreyi, bir saat daha uzatıp, canım boğaz sefasını cefaya çevirdiler. Sonra birde bazı seferleri birleştirerek üstüne adeta tüy diktiler.

Bir hafta geldik ki, altı on vapuru ile altı yirmi vapuru seferinin birleştirilmiş olduğunu gördük. Bunun Türkçe meali, boğazın her iki yakasından Karadeniz’e kadar olan iskelelere tek, tek, uğrayacağız demektir. Beşiktaş’a kadar Rumeli Yakasından, sonra direk karşıya Kanlıca’ya kadar Anadolu Yakasına, olmadı tekrar Rumeli Yakasından Sarıyer’e kadar, sonra tekrar Anadolu Kavağına uzatılmış. Boğaz turu olmuş bir mekik turu. En hızlısından gidişle bile süre üç saati aşmış anlayacağınız.

Neyse efendim, az biraz şaşkınlık ve çok sinirle de olsa, el mecbur bindik. Nasılsa saat ondan aşağı bizim iskeleye gelmemizin mümkünü yok dedik. Şöyle kıvrılacak kadar bir yer bulup uzandık. Uzanış o uzanış efendim. İkide bir kafayı kaldırıp iskelelere bakıp daha çok, daha çok derken bizim vücut saatimizde iflas etmiş tabii. O kalabalık arasında bizim tanıdıklar da kendi telaşlarına düşüp bizi kaldırmayı unutmuş.

Allahtan Anadolu Kavağında inen son yolculardan biri ‘hemşerim kalk’ dedi. Kaldıran olmasa, artık vapurun sabahki seferine kadar uyuduk gittiydi. Anadolu Kavağı neresi oluyor, demeyin şimdi. Gecenin bi yarısı indiğim bilmediğim bi yer işte. Sağa baksan sola baksan nafile, ev denizin taa ötesinde karşıda kalmış. Ulan kayboldum deseem olmaz. Karakola gitsem adama gülerler.

İzninizle, iyice maskara olmamak için, o akşam(gecenin körü demek daha doğru) olanları daha fazla anlatmamak, burada keseyim. Yine gecenin birini geçen bir saatinde yorgun argın, sinirden bitkin, aç biilaç bir halde eve ancak ulaşabildim. Bizim cadılar ile elin laz kızına olayı tüm açıklığı ile anlattık mı? Tabii ki hayır! Ve Allah muhafaza! Arka BahÇe’nin önemli bir toplantısına acilen çağırdılar, filan dedik.

Suratımızın en nalet şeklini gördüklerinden de olayın peşini bırakıp yattılar. Uyudukları salona gelen homurtular ile sabitlenince de şöyle ayakucuna basarak mutfağa gidip(lanet olası dolapta sessizce açılıvereyim demez) aşırabildiklerimle karnımızı doyurduk diyemesem de ancak açlığımızı yatıştırabildik.

Peki, şimdilerde uyuyor ya da uyuya kaldığın oluyor mu? Derseniz, uyuya kalmak neyse de, bugünlerde İDO’nun deniz seferine koydukları gemi müsveddelerinde, aşağıdaki motorun gürültüsünden ve uzanılamayacak kadar daracık koltuklarda uyumanın mümkünatı yok efendim.


Sürç-ü lisanımız olmuşsa affedin lütfen.
Saygılarımla

alihoca
15-10-2006, 21:47
Önümüz bayram malum memlekete gitmek lazım. Bi garip anam şimdi elinde bavulu ile caddenin başında gördüğünü yeşil alisi sanar ağlar. Hoş bavullu bavulsuz fark eder mi derseniz, etmez derim. O yine ağlamak için bi bahane bulur mutlaka.

Kurban olduğum mis gibi çemçem sularının aktığı çeşmeler kurudu, anamın gözlerinde akan yaşlar ne bitti, ne kurudu. Tabii ne kadar anlatsam da İstanbul’da yola çıkmanın ne menem bi bela olduğunu yaşamayan bilmez.

Ama sağ olsun oğlum şimdi yollarda pel perişan olacaksın gelme istersen filan demeyi de ihmal etmez Allah için. Onu da, gerekirse benim yol şikayetlerime karşı argüman olaraktan söylediğine dair kuşkularım yok değil. Neyse madem yol hazırlıklarından söz açılmışken, Bizans İlinde yola düşmenin ne demek olduğunu bilmeyenlere hayrına iki kelam etmek lazım.

Edelim ki, olur a, içinizden taşı toprağı altın bellenen İstanbul’a göç etmek isteyen biri, Allahın kulu da çıkıp anlatsaydı şu eziyeti, gelmezdim billahi, demesin. İkamet Sarıkıyılar olunca otobüs ile ulaşım için Esenler’e, tren için Haydarpaşa gitmenin memlekete gitmekten bin kere zor olduğunu hemence belirtelim.

Önce Beşiktaş veya Taksim’e otobüs ve dolmuşla -ki en kısasından kırk beş dakikadır. Trafik bi sıkışırsa en uzununu sormamış olun.- gitmek zorundasınız. Sonra oradan otobüse -ki kaç, dakka, saat bekleyeceksiniz bilemem- bineceksiniz. Artık yolun, trafiğin, şoförün hal ve durumuna göre Esenler Terminaline ulaşacaksınız. Okurken iki dakikalık iş gibi algılamamanızı şiddetle öneririm.

Tabii az buçuk eşya, koli falanınız var ise, otobüste hınca hınç dolu ise, Anadolu Türk İnsanının ne kadar sıcakkanlı olduğunu, koyun koyuna, sarmaş dolaş giderken daha iyi anlarsınız. Tıklım tıklım dolu, artık duraklarda durmaz direk gideriz, diye de boşuna beklemeyin. Türk şoförünün önce sert fren, sonrada köklediği gazla her duraktan en az on kişi daha otobüse sığdıracak yer açacağından emin olun. Sıcak, ter, koku, yakın-uzak temas konularına -şu mübarek günlerin yüzü suyu hürmetine- değinmemekte fayda görüyorum.

Hadi vardınız diyelim. Orada bineceğiniz Otobüs Firmasını bulmak için, tabelaları okumaya kalkmanızı ise hiiç önermem. Samanlıkta iğne arayın daha iyi. İki saat sürecek bi işkenceye girmeden hemen en yakın ayakçıya sorun gitsin. Amman ha! Sormakla hemen gideceğinizi de sanmayın, biletiniz varken bi bilet daha almak zorunda kalmamak için de, polis memuru filanım deyin ki, otobüs firmanızın yerini saygılı ve acele tarafından göstersinler.

Başlamışken tren ya da demiryolu tercihi halinde Haydarpaşa’ya ulaşımı da anlatalım. Benim gibi Avrupa yakasında ikamet edenler, önce otobüs veya dolmuş ile Taksime, oradan Beşiktaş veya Eminönü’ne gitmek zorundalar. Bitmedi efendim. Haydarpaşa’ya gitmek için gemiye bineceksin, tabii ki geminin saatine denk gelmediyseniz bekleyeceğinizi ikide bir söyletip durmayın.

Hadi yine kıyamadım, bi kıyak daha yapayım. Beşiktaş, Karaköy veya Eminönü’nden gemiye binerken dalgınlığa gelip Kadıköy’e binmeyin. Ne olur diyenler için, hele de çanta, eşyası olanlar için Kadıköy’de inip, Haydarpaşa’ya geri yürümenin adamın anasını ağlattığını söylüyorlar. Benim yanlış bindiğimi düşünmüyorsunuzdur umarım. Bi arkadaş anlattıydı da, hayrına yazayım dedim.

Oldu olacak, bari bir başka arkadaşın uyarısını da ekleyivereyim. Diyelim ki, Beşiktaş, Karaköy veya Eminönü’nden deniz yolu ile Haydarpaşa’ya gideceksiniz. Yola çıkmadan önce hava durumunu mutlaka öğrenin. Ne alakası var, diye çokbilmişlik etmemenizi şiddetle öneririm. İstanbul bu dile kolay, havasına suyuna güven olmaz diye boşuna söylememiş herifler. Karaköy’e bin bir eziyetle ulaşabilen arkadaş ne görsün?

Bir fırtına, bir fırtına ki, gemiler yolcu almaya iskeleye yanaşamıyorlar. Dalgalar adeta kudurmuş gibin iskeleyi döverken, burnunun ihtişamı, kaptan köşkünden dahi fark edilen kaptanın gemiyi iskeleye bindirme korkusu, pörtlemiş gözlerinden okunuyormuş. Ha gayret ha gayret, nah muzafferiyet, hesabı yanaşıp yanaşıp, icraat yapamadan geriye çekiliyorlar.

Tabii dakikalar saatleri kovalarken trenin hareket saati gelip geçiyor. Bizim ki melül mahzun kala kalıyor. Evine geri dönüp gitse, yatsa uyusa olmaz. Memlekete geliyorum diye haber vermiş bir kere. Bencileyin ana kuzusu da olduğu için, anam ağlar sızlar diye, tutuyor bir taksi, taa Harem Otobüs Terminaline kadar gidiyor. Gecenin bir yarısı güç bela bir bilet bulup memleketin yolunu tutuyor.

Bu işin bana en çok dokunan kısmı ise olayı sıcağı sıcağına anlatmamış oluşudur. Dalga geçeceğimden korktuğu için de, bu konuyu benden tam üç yıl saklamış. Ben başımdan geçen bir yol vukuatını anlattıktan sonra, cesaretlenip ‘sorma yahu’ diyerek zar zor anlatmıştı. Hatta Karaköy Harem arası taksi ücretinin kaç para tuttuğunu hala da söylemez.

Şimdi birde arabası olanların hallarını anlatmaya kalksam gene destan gibin uzayııp gidecek en iyisi mi burada keseyim.


Sürç-ü lisanımız olmuş ise affedin lütfen.
Saygılarımla

alihoca
28-10-2006, 21:12
Angara’da arkadaşlarımdan biri var ki, yüreğimin yufkalığından her fırsatta yararlanmasını pekiyi bilir. Bu yılki üç günlük iznimin de içine etti diyecem ama yaptığım işin hayrı kaçar diye söylemiyorum. Telefon görüşmelerimizden birinde eşek arısı sokası dilimle, memlekete gitmek için bilet almaya gidecem, demek gafletinde bulunmuş idim. Olmaz, bana uğramadan gidersen darılırım. Gel, hem çok hayırlı bir işe katkın olur, filan deyince pirelenmem lazımdı aslında ama nerde bizde o açık gözlük.

Allah da biliyor ya, bu tohuma kaçan herife dünürcülük yapıp, bi garip ana kuzusu kızın yüreğini yakıp beddua alacağız diye içime korku düşmedi değil. Hemen peşinen; Olum, ben sana dünürcülük bilem yapıp günaha giremem, ona göre dedim. Yok, yok, öyle bir iş değil, gelince anlatırım deyip, şak diye kapaması bir oldu. Eh, el mecbur ayak pranga hesabı tıpış tıpış Başkentin yoluna düşmek zorunda kaldık.

Çakıcı Biraderimize ait olduğu rivayet edilip, Türkiye’yi ahtapot kolları gibi sarıveren Metro Turizm Şirketinden bir bilet aldık. Alt tarafı bir otobüs firması işte deyip geçmeyin. Hani bunun üstüde otobüs firması desek doğrudur. Herifçioğlu koca devlet ile yarışırcasına İstanbul’un Alibeyköy, Dudullu Semtlerine her bi şeysi kendine ait tam tekmil terminaller dikmiş. Bak şimdi inanmazsınız amma bu terminallerden her semte yarım saatte bir çalışan servisler bile koymuş.

Aşağı yukarı her semtte var olan bilet satış şubelerinden aldığınız bilet ile adeta hemşerimizin huzurlu kollarına kendinizi teslim ediyorsunuz. Herifçioğlu yolcuların rahatlatılıp hafifletilmesi için elinden geleni ardına komamış. Her türlü ihtiyaçları düşünüp, şehirlerarası yollara konaklama tesisleri inşa etmeyi ihmal etmemiş. Varmaya ahdettiğiniz yere gidince kadar, taşıdığınız cüzdan birazcık hafifletilmiş oluyor ama o kadarı da olacak artık.

Allah için, Terminal ve konaklama tesislerinde, yok denen meret bile yok, dense yeridir. Her türlü, hediyelik eşya, gazete, çay çorba başta olmak üzere envayi çeşit yiyecekler emrinize amadedir. Tabii ki tüm bunları babasının hayrına meccanen vermesini beklediğimi söylemiyorum canım. Diğerlerini bilemem amma benim en çok yüznumara ve çay fiyatları canımı yaktığı için, birazcık değinmekte yarar var.

Yolculukta onca zaman geçmiş, tiryakilik kafaya vurmuş bir haldesiniz. Düştük artık, ne olsa içeceğiz diye kendinizi hafiften şartlandırıp hazırladınız diyelim. Bi kere kalın ve kaba belleri ile çay bardakları çok büyük oldukları için en başında illet olmamanız mümkün değil. Aldığınız ilk yudum sonrasında da ben bu çayı içmiyorum deseniz bile, tahsilat konusunda ünü yurt sathını çoktan aşan pek maharetli değerli hemşerim parayı peşinen aldırttığı için, aman da çok üzüldüydük diyeniniz olmuyor.

Hadi çayı sevmem diyeniniz vardır şimdi. Kurtulduk sanmayın sakın. Bu güzide tesislerde helâ ve su fiyatlarının canınızı yakacağından emin olabilirsiniz. Memlekette helâ ve suya para vermeyip çayı sudan ucuza için biri olarak, gurbet ellere düştüğüm ilk günden beri, bu üçlü beni en çok üzüp rahatsız edenlerin en başında gelir, İş bu durumda halimi tahmin ediyorsunuzdur inşallah. Rahatsızlığınız ne olursa olsun, sahibi çok çakıcı birinin mekânında itiraz etmenin bedelini de, ben etmediğim için bilemiyorum.

Bilet satış şubelerinden başlayarak, terminal ve konaklama tesislerine değinip otobüslerden bahsetmemek olmaz. Alman Mercedes gurubundan Setra, Travega ve Neoplan gibi firmaların üretmiş olduğu son model otobüsler, kapitalizmin lüks tüketime, insan ve toplumu nasıl bağımlı hale getirebileceğine dair çok iyi bir örnek oluşturur sanırım. On yıllar boyunca, güzel Ülkemin şehirlerarası yollarında, Mercedes’in 302 Modeli ile yazın ter, kışın soğuk demeden cefa çekenler yazdıklarımı mutlaka daha iyi anlayacaktır.

Lakin yirmi yıl önce İstanbul-Ankara arasındaki mesafeye 302’lerle yedi saatte varanlar için, yapılan onca tünel ve yüzlerce viyadükler üstüne kurulu otoban yolların yanında, teknik teknolojik güç ve ihtişamı ile bu son model otobüslerle aynı mesafeyi yine yedi saatte alabilen şoförlerin kullandığı arabalarda seyahat etmenin anlamını yaşamayan pek bilmez. Hele, döğüş kavga ve illa iki üç numaralı biletlerini alıp otobüse biner binmez horlamaya başlayanlar, hiç bilmez.

İşte bu ahval, otobüslerin motorlarındaki güç, içlerinin lüks ve ihtişamına karşın, şoförün mahareti, teknoloji karşısında insan unsurunun önemine adeta işaret eder gibidir. Fiyatı neredeyse milyon Euro’lara varan bu son model otobüslerin, seyir zevkini en iyi tadacağınız üç numaralı koltuğunda seyahat ederken, bu vasıtaları köyünün kağnıları ile karıştıran şoförlere rastlayınca maruzatımın daha iyi anlaşılacağına eminim.

Amma velâkin, işinin ehli şoförlere düştüğünüzde, seyahatiniz birazcık heyecan sosu karıştırılmış zevk ve eğlenceye dönüşüverir. Benim gibi direksiyon başında hiç oturmamış ve ehliyetle tanışmamış olsanız da, yolcularını sağa sola, öne arkaya adeta selam verir gibi kafa sallatmadan, içini dışarıya boca etmeden araba sollayan işinin ehillerine şapka çıkarırsınız. İş bu ehil insanların direksiyon, fren ve gaz pedalları ile temas ve ilişkileri bir virtüözün kemanı ile ilişkisinden çokca farklı değildir.

Bundan önceki dâhil olup, bu yazının da baş tarafını okuyunca gördünüz gibi, Ankara’ya gitmek için yola düşmüştük. Güya Sağlık Bakanlığında görevli Angara’lı Dostumuzun hayırlı iş önerisi olan, Hacettepe Onkoloji ve Ankara Onkoloji Hastanelerinde fahri müfettişlik görevlerimizden bahsedecektik. Hatta hayır hasenat seven yaradılışımdan hiiç söz etmeden, laf aramızda diyerek pasaklı evinde kalmayacağımı bilen Dostumuzun bize ayarladığı Polisevi ve Öğretmenevleri ziyaretlerinde yaşadığımız kimi olayları anlatacaktık.

Her daim görmek zorunda olduğunuz gibi sözün özünü diyemeden, uzattıkça uzatarak konuya bir türlü vasıl olamadık. İzninizle ve kısmetse bir başka yazıya deyip burada sonlandırayım.


Sürç-ü lisanımız olmuşsa affedin lütfen.
Saygılarımla

Mazhi
31-10-2006, 04:53
--------------------------------------------------------------------------
31 Ekim 2006-HURRIYET
Peruk aynı tören farklı



Cumhuriyet Bayramı kutlamaları çerçevesinde Edirne Valisi Nusret Miroğlu Deveci Han’da resepsiyon verdi.

Resepsiyona gelen konukları Asuman ve Nusret Miroğlu çifti salon girişinde tek tek ellerini sıkarak karşıladı. Gece boyunca, üzerine uzun siyah takım elbise giyen ve sade bir makyaj yapan Asuman Miroğlu’nun geçen yılki resepsiyonda olduğu gibi peruklu olduğu konuşuldu. Resepsiyona şehit annesi olan Edirne Şehit Aileleri Yardımlaşma Derneği’nin Başkanı Ali Vardar’ın eşi Mihriban Vardar türbanla katıldı.

Vali eşi

Resepsiyon boyunca sıkılgan tavırları ile dikkat çeken Edirne Valisi Nusret Miroğlu’nun eşi Asuman Miroğlu, bürokrat eşleriyle sohbet etti.


--------------------------------------------------------------------------


Şimdi size soruyorum dostlar:

1-)Edirne Valisinin eşinin peruğunun ne gibi bir "haber değeri" vardır?

2-)Edirne Valisinin eşinin sıkılgan tavırlarının ne gibi bir "haber değeri" vardır?

3-)Hürriyet Gazetesi olarak, Edirne Valisi ile kişisel bir anlaşmazlığınız olsa bile, haberinize valinin eşini alet etmeniz ne derece ERKEKLIGE SIGAN bir davranıştır?

3-)Adı son zamanlarda "satılık kalem gazetesi"ne çıkan Hürriyet'i, AYDIN DOĞAN DENEN KUŞ YEMI SATICISININ eline kim veya kimler düşürmüştür?

4-)Bu kadar kepaze medyası olan bir ülkeden bir şey beklemek, rasyonel bir insana uyar mı?

5-)Böyle mantıksız ellerde yürüyen, yalan üzerine kurulu, herkesin tuttuğunu kopardığı, cahilliğin ve seviyesizliğin prim yaptığı bir ülkede yaşamaktan utanmıyor musunuz?

Ben utanıyorum.

Toplumumdan, ve toplumumun aynası olan medyamdan UTANIYORUM...

Bu yazının yeri Arka Bahçe değil ama neyse, kırk yılın başı biz de içimizi dökelim:mad:

Emin
03-11-2006, 23:41
Kış geldi, şimdi o taraflar iyice soğumuştur.

Ne bitmez işmiş!

Bitmedi mi daha?

Anladım, müflis olmuş; dağ, taş dolaşarak fırsatçı olarak algılanmamak için kaybolanların, hem de sizin vurguladığınız gibi “Kaybolanlar .... o kadar çok ki...” peşindesiniz.

Yazılarınızdan yola çıkarak, hayata bakış yönünüze istinaden sıkı bir izleyiciniz olmuştum.

Gözlerim arıyor ve siz görünürlerde yoksunuz.

Bazen, sanki sizi anlar gibi oluyorum ama anlayamıyorum.

Tamam, daha borcunuz çok olabilir ama arkabahçeye, bizlere hiç borcunuz yok mu?

Ramo
04-11-2006, 12:26
http://www.rmaden.somee.com/anne.gif

Çok özledik çoook..

Süvari
06-11-2006, 21:34
Derler ya: Gitmek mi zor, kalmak mı zor?

http://i43.photobucket.com/albums/e397/suvari123/DSC01144.jpg

rush
08-11-2006, 15:07
Bir şarkıdan;

Herşeyi kaybettiğini düşündüğün anda, birazcık daha kaybedecek birşeylerin olduğunun farkına varırsın.

Şarkılarıda hayat gibidir

alihoca
11-11-2006, 00:28
Yeni yetişen genç nesle bakınca çok imreniyorum. Okul ve eğitim olanaklarını bir yana koysak bile seçebilecekleri iş meslek çeşitlerini düşündüğümüzde de ne kadar şanslı olduklarını görmek mümkündür. Bizim zamanımızda köy yerinde çiftçilik, şeher yerinde okuyanın memur, okumayanın oto tamirciliği, lokanta, kahveci, berber, bakkal çıraklığı ve inşaatlarda amelelikten gayrı seçecek ve girecek meslek bulmamız mümkün değildi. Bu mesleklerde yetişebilmek için; Osmanlının lonca sisteminin uzantısı olan, çırak, kalfa ve ustalık denen bir düzen vardı ki, zorluklarına can dayanmaz.

Tamam, bundan daha önceden de az biraz bahsettiğimiz için geçtik diyelim. İş bununla kalsa gurban ol. Arkadaş seçiminde de çok şanslılar. Nasıl yani! diyorsunuzdur diye açıklamaya çalışayım. Bizim zamanımızda adlandırılışı ile söyleyecek okursam, bir erkeğin kızı tavlaması bile safi eziyetti vallahi. Bak bak! Erkek kızı tavlayacakmış. Sanki kız kadın milletinin müsaade etmediği bir şey olabilir gibi. Bi kere bu cümle bile erkek milletinin cehaletine en büyük delalettir. Ve başlı başına bir kitap konusu olacak kadar derin bir malzemedir ya neyse.

Diyelim ki bir kızla arkadaş olmak istedik. Ve olmaz ya, masum kızımızın bizim isteğimizden haberi olmasın. Teklif edeceğiz, edeceğiz de, sırf teklif etmek bile gâvur işkencesi desem billahi azdır. Bi kere avuç içi kadar çarşı içinde nerede teklif edeceğiz. Görebileceğiniz yegâne yer olan çarşı ile oturdukları mahalle arasında topu topu iki cadde iki sokakta konu komşu derken tanıdık tanımadık onlarca insanın kuşkucu göz hapsi içindesinizdir. Billahi okul için silgi istedim deseniz bile, yedi sülalesinin ‘Allah, Allah’ diye dört cepheden saldırısını durduramazsınız. Artık kafa göz ne kadar sargılı gezeceğinizde meçhuldür.

Daha okuyorsunuz diyelim. Meramınızı kızı iletebilmek ve ikna edebilmek için okul çıkışından çarşı içinin kalabalığına kadar, metre ile ölçsen hepiciği iki, bilemedin üç yüz metre mesafe ile sınırlısınız. Bu aynı anda, bin bir eziyetle ezberlediğin, süslü lafları hiç karıştırmadan ve atlamadan sayıp dökecek zamanla da sınırlısınız demektir. Diğer taraftan; öğretmenlerin gözünden kaçmayı başarsanız da, Hermann Göring tarafından kurulan gestapo üyelerinden bin beter olan, haysiyet divanı denilen kurulda görev yapan öğrencilerin gözlerinden ve yıldırımdan daha hızla ilettikleri müzevirlerinden saklanmanın mümkünü yoktu.

Biri yazlık olmak üzere üç kapalı sinema salonu vardı. İçinizden ‘tamam işte, kızı sinemaya davet et’ diye hiç geçirmeyin kurban olayım. Bi kere sinema dediğiniz yerde alttaki salon sadece erkeklere üst salon ise aileye mahsustur diye kocaman harflerle yazılmıştır. Sinemacı dediğiniz herifte hem Senin, hem kızın yedi sülalesini bildiği için aile salonuna geçip oturmak o kadar kolay değildi. Loca dediğimiz özel odalarda oturmaksa aklımızdan dahi geçiremeyeceğimiz bir şeydi.

Peki, tarla, bağ, bahçe, kır yeri de mi yoktu? Allah için dümdüz ova da, bağ bahçe dediğinden bol bir şey yoktu. Hadi söyleyeyim, Termiye Çayı dediğimiz bir mevki vardı ki, pek revaçta idi. Gel velâkin işin zorluğu, gece gündüz demeden bağ, bahçeyi gezip dolaşan bir bekçi vardı ki, mübarek adamlar sanırsınız ki her yerde adeta ışınlanır gibi bitiveriyorlardı. Yani diyelim ki, sadece ne diyeceğinizi merak ettiği için, konuşma teklifinizi kabul etse bile, gördüğünüz gibi rahatsız edilmeden, baş başa ve rahatça söyleşebilecek bi yer, bi boşluk bulmak inadına zordu.

Hele bir de, avuçlarına cop vuruşu ve pis sırıtışı ile bekçiye yakalandığınızda olabileceklerin hiçte iç açıcı şeyler olmadığını anlatılanlardan biliyorum. Anlatılanlar kısmının altını çizeyim ki, bunları benim başıma geldiği için yazdım sanılmasın. Zavallı arkadaşlarımın başına gelen daha nice olaylardan örnekler vermeye kalksam sayfalarca yer tutar. Sonra olur ya, bir iki arkadaşımın okuyacağı tutarda başımıza iş açarız. Onlarda tutar ‘yok öyle olmadı efendim, şöyle şöyle olduydu’ filan derken iş uzar gider.

Sadede gelecek olursam; yeni nesilin bu gibin işkencelere maruz kaldığını kim söyleyebilir? Ellerinde; envayi çeşit teknik özellikleri olan telefonlar emir ve görüşlerine hazır ve nazır. Aday adayı kız arkadaşlarının telefon numaralarını bilmiyorsa öğrenmeleri için bilmem kaç numaraya basıp soruveriyorlar. Kelime dağarcıkları ve şair yönleri sınırlı ise, bin türlü hazır mesaj, yüzlerce müzik çeşidi, şarkı türkü, duygu ve düşüncelerinin ipuçlarını verebilecekleri smiley denilen nem ne şekil şeyler ile kendilerini ifade edebilme imkânları var.

Daha bitmedi efendim, hepinizin bildiği bilgisayarda ve internet dünyasında bunların messenger, irc, chat deyip kullandıkları bir olanak var ki, değil bizim tüm insanoğlunun altı yüz bin yıllık toplam yaşamında görülmüş yaşanmış bir şey değil. Bakın girdim yaptım diye demiyorum diye peşinen söyleyeyim. Öyle biri ile tanışmak, beğenilerini ve çok masum niyetlerini iletmek için o cadde senin bu sokak benim diye ağaç gibi bekleşmelerine, ya da kızgın boğalar gibin dönüp durmalarına artık gerek bile kalmamış. Tabii haliyle anasını, atasını, soyunu sopunu bilip öğrenmenin de zerrece önemi kalmadığını söylemeye bile gerek yok.

Efendim işin görmek kısmı da çok kolaylaşmış. Bilgisayarın yanına yöresine bi kamera taktınız mı, o saat kız erkek neyse karşınızda muhabbetiniz görselleşmiş oluveriyor. Tabii bu kısımda da biraz uzmanlık gerekiyor. Uzmanlık dediysem de sakın okul, kitap bilgi gibin şeyler kastettiğim sanılmasın. Kısaca mess, chat dedikleri muhabbet türünün benim anlamını çözebildiğim ‘byby, ok, muck’ gibisinden binlerce duygu düşünce ve niyet belirten kelime ve smiley dedikleri şekillerden oluşan özgün bir dili var.

İşte bu özgün dilde biraz uzmanlaştın mı, umman-ı derya deniz diyebileceğim bir âleme açılmak için hazırsın demektir. Sonrası söylediklerine göre inatçı bir araştırmacılık, acık hazır cevaplılık, hafif biraz pişkinlik kıvırtma döktürme derken çevre alabildiğine zenginleşiyormuş. Hatta duyduğuma göre, yaşı az geçkin olmakla beraber gönül yaşının çok genç olduğunu eden birilerinin de, bu dili ve iletişim yolunu öğrendiklerini ya da öğrenmeyi ahd ettikleri bile rivayet ediliyor.

Neyse efendim, bu şanlı iletişim yolu insanları biri birlerine öyle bir buluşturuyormuş ki, neredeyse arkadaş dediğinizin yokluk ve kıtlığından değil çokluğundan bıktıkları oluyormuş. Hatta aynı anda bir, iki, üç, dört farklı pencere açarak aynı anda birisi ile değil sürüsü ile son derece masumane flört ediyorlarmış.

Kendim istediğim ve içim gittiği için değil ama komşu kızdan ev ödevi istemeye gittiği için, anlaşıp çıktığı kız arkadaşından ‘aldatan hain erkek’ muamelesine maruz kalan arkadaşlarımı düşününce için, cız etmiyor desem yalan olur.

Daha diyecek çok şey var ya, bu kısmı sadece teklif, tanışma faslı deyip kısa keselim.


Sürç-ü lisanımız olmuşsa affedin lütfen.
Saygılarımla

R.W
12-11-2006, 22:58
obje yada subje ama değeri neresinde?

-sadece varoluşu bir değer midir?
-varoluşu değil ama yokolduğunda mı değer(li)dir?
-sahipsen değerli midir?
-sevdiğininse değerli midir?
-yoksa düşmanının olduğunda mı değerlidir?(yada senin olmadığı için mi sahibi düşmanındır)
-ulaşamadığında mı sahip değilsen mi değerlidir?
-parlaktır; mı değerlidir?
-fiyatı yüksektir; mi değerlidir?
-teknolojisi mi yüksektir de değerlidir?
-antika mıdır da değerlidir?

yukarıda ali hoca'mızın yazısını okuyunca aniden fukaranın aklına geldi bu sorular...
aslında yazmak yada yazmamak üzerine düşündü çünkü bahçevan'ın birisi şunu demek istemişti bir evvel zaman ''3 kelam'dan fazla söze haceti olmayan yazmasın da kirletmesin bu bahçeyi de okunacak değeri olanları okuyalım''
.................................................. ................

düşündü yine fukara noktaları koyarken yukarı ve tekrar okudu yazdığını....
tersten okudu düzden okudu yine 3 kelam yine 3 kelam....
fukara işte zor kazandığı için bu 3 kelamı yazamıyor değerinden dolayı fazlasını herhalde diye yine düşündü...
ne yapsın!!!????

*sorry:: *sorry:: *sorry::

Ramo
14-11-2006, 16:03
Geçen günlerde ,televizyon kanallarının birinde bir belgesel izliyordum.Afrika bozkırlarında sürü halinde gezen bizonları konu alıyordu.Çok güçlü olduklarını,çokça tükettiklerini,dolayısıyla da çokça dışkı bıraktıklarını söylüyordu belgesel sunucusu.Bir su kenarında dinlenmeye geçip,geviş getirirlerken,bolca da dışkı bırakıyorlardı bulundukları alana.Bu arada cinslerini telaffuzda zorlandığım bir kuş sürüsü,bizim serçeden az irice gagaları sivri.Altın bulmuşçasına saldırıyordu.Kendilerinden büyük dışkı dağlarına.Bazı kuşlar o kadar sabırsızdı ki,daha bizon bırakmadan,onlar kapma peşinde koşuyordu.

Kamera bir bölgeye odaklanıp,görüntüyü büyülttüğünde dışkı içinden çıkmaya çalışan kuşları gördüm.Onlar bu deryadan kurtulmaya çalışırken,olanlardan habersiz,fazlalıklardan kurtulmanın keyfini geviş getirerek çıkaran bizon,hala üstlerine fazlalıklarını yağdırıyordu.

Belgesel sunucusu bunun çok sık rastlanılan bir olay olduğunu,bu kuş sürülerinin sürekli bu hayvanların peşinde koşarak,yaşamlarını, bizonların fazlalıklarıyla sürdürdüğünü,çok kez de dışkı içinde boğulduklarını yada,bizonun iri ayakları altında ezildiklerini söylüyordu.Yanındaki kameramana dönüp espri yaparak."dikkat et ayağımın altında fazla dolanma,sonunun ne olacağını gördün" diyordu.Tabi ki kahkahalar...sonrada ekliyordu.”Ta ki bizon pisliğinde yiyecek maddeleri keşfedinceye kadar bu kuşların ataları daha iri ve de iyi bir toplayıcı idiler.Ne zaman bunu keşfettikleri bilinmemekle beraber hem genetik değişime uğrayarak sivri gagaları yok oldu.Genetik değişime uğrayarak fiziksel boyutları küçüldü.Bizon pisliğinden geçen hastalıklarla da boğuşmak zorunda kaldılar”Kuşların onları uyaran bir dahisi varmıydı bilmiyorum.
Ulu önder Atatürk :Çalışmadan, yorulmadan, üretmeden rahat yaşamak isteyen toplumlar, önce haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonra istiklal ve istikballerini kaybederler.M.Kemal Atatürk.

Bağımsız kamu görevlileri Konfederasyonu’nun,ülke borçlarımız hakkındaki bir araştırmayı bahçedeki,dibi kara tencerede kaynatmıştım.
Özetle; 544.2 milyar YTL toplam borç. kişi başına borç miktarı 7 bin 367.02 YTL’ye ulaşmış. son 4 yıllık dönemde yüzde 55.5’lik artış olmuş.Bu hükümet zamanında daha da bir borçlanmışız.Her ne kadar atalar “ Borç yiğidin kamçısı” derlerse de ,kamçı olmaktan çıkıp bir zamanlar sivri gagası olan belgeseldeki kuş örneği,bizi tembelleştirip,uyuşturduğunu anlamak zor değil.Genetiğimizle oynadığından da şüphem yok değil.Sevgili önderimizin”Türk Milleti çalışkandır sözüne tezat gelişme bu sanki.

Pahalı otomobillerin,lüks villaların peynir ekmek gibi kapışıldığını görüp,Gelen borçlardan kimlerin nemalandığını anlamakta zor değil.Canımı sıkan.Belgeseldeki kuş kadar da olsa.Bu işten bu ülkenin bir çok insanın nasiplenmemesi.Hocam burnunu sokma B.k lu mal dediğiniz kulaklarıma geliyor.Hem genlerinde bozulmayacak.hemde arasıra kazaya uğrayıp altında da kalmıyacaksınız.Bak bu yanlış.Bizim kuşlar pek fena.malı hep onlar götürüyor,gagaları sivri,mideleri büyük,en ufak bir krizde de yine altında kalan,öğretmeni,işçisi,çalışanı yurdumun insanlarına çıkıyor fatura.Bazen bizon artığı çokça gelip”batsın bu dünya şarkısı eşliğinde ya bir iple boğazımıza düğüm, yada bir köprüden uçuş bitişi oluyor,B.k lu Dünya`nın.

Çok lafın kısası sürekli artan borçlar,çocuklarımızın refahından geleceğinden çaldığımız.Genetiklerini bozacak bir ekonomik yaşam tarzı.Onları bizon pisliklerine boğacak bir anlayış hoşumuza gitmese de sürüyor.Durdurun diyecek ne gücümüz nede ortak bir sesimiz var.Umarım bir yerlerde bir kıvılcım,Anadolu ateşini yeniden yakar.

alihoca
17-11-2006, 22:21
Arka BahÇe'nin Güzel İnsanları;

Hepinizin bildiği gibi Orta ve Doğu Anadolu’nun kışları sert geçer. Bi metreyi bulan kar, kış, kıyamet bilinenlerdendir. Çok değil kırk, elli yıl önceki yakacak sorunu da az çok malum-u âlinizdir. Ama yenice doğmuş bebeler için; sobanın bir iki saat yanıp geçiverdiği, o uzun soğuk kış gecelerinde ne yapılırdı bilir misiniz?

Allah yokluklarını, acılarını göstermesin diye hep dua ettiğimiz; tutum tasarruftan habarsız, idare fener bilmez, kadir kıymet hiç tanımaz, her bir şeyden şikâyetçi, hiçbir şeyi beğenmez yeni nesil için bilmez diyebiliriz. Bilmeyenler kervanına yeni nesil taze anne babalar da dâhil edilebilir sanıyorum.

Vakti zamanında, kenara köşeye saklananlarla alınan bi top amerikan bezinden neler yapılmazdı ki! Anaya babaya don, çoluğa çocuğa göynek, bebeye kundak bezi, altına höllük için birkaç kattan oluşan kese dikilirdi. Eğer yöreye höllükcü dediğimiz satıcıları uğramaz ise höllük toprağını da arayıp bulmak anaya kalırdı.

Laboratuar ve tahlilin yokluğunda, böylesi bir toprağın bilinip bulunuşu; bu toprağın kadınına has ve onun Anadolu ismi ile özdeşleşmesini sağlayan yüzyılların bir mirası olsa gerektir.

Sürüklenerek yâda yığılma ile oluşan, çoğunluğu milli, az kil, biraz alüminyum ihtiva eden, iki üç defa elekten geçirilmesi sonrasına mercimek, nohut iriliğinde kalanların ayrılıp, tava veya kazanlarda ısıtıldıktan sonra, çocuğun tenini yakmayacak bir kıvam ve iki üç kattan oluşan kese içinde, bebeğin beşiğine yerleştirilen toprağa höllük adı verilirdi.

Çocuğun başı yamuk olmasın diye, başını koyacağı yer özenle yuvarlatılırdı. Bebek höllüklü toprağa yerleştirilirken ayaklarının sürtünerek tahriş olmaması için apış aralarına yumuşak ince tülbentler yerleştirilirdi. Sonrasında kundak ve kol bezleri ile çok sıkmayan bir kararda bağlandıktan sonra sesi güzel analar;

// Eledim eledim höllük eledim.
Aynalı beşiğe bebek beledim,
Büyüttüm beledim, asker eyledim.
Gitti de gelmedi buna ne çare... //

Veya

// Koşup elekçiden bir elek alsam
Sallana sallana höllük elesem
Kutnuya kumaşa beze belesem
Neyleyim boş duran kolu neyleyim
Nenni nenni demez dili neyleyim //

Türkülerini ninni olarak söyleyerek bebişlerini uyuturlardı. Sabaha kadar sıcaklığını koruyan höllük toprağı soğuktan koruduğu gibi, irili ufaklı geçirgenliği sayesinde çocuğun yaptığı çişin, aşağıya süzülmesini sağlayarak, bebeğin altının ıslanmasını ve pişik olmasını da önlemiş olurdu.

İşte nurlu elleri öpülen, yaşlılıklarında başköşede ağırlanan böyle mübarek analardı. Beceriksizliğin her devre musallat olan bir illet olduğunu göz önünde tutarak; nadir de olsa, rast gele toprağı höllük sanıp, üstüne üstlük kızdırılan toprakla çocuğun tenini yakan, asbest içeren toprağı bulmakla çocuğunu tetanos eden analarda, en azından boy atıp serpilen kız çocuklarına kötü örnek olarak gösterilecek kadar da olsa, vardı denilebilir.

Az da olsa nadir de olsa bu kötü örnekleri tıbbiyeliler de diline bir doladı ki sormayın gitsin! Bizim aynalı beşikler, kundak bezleri ve höllük toprağı; bütün tetanos vakalarının hatta çocuk ölümlerinin baş sorumlusu ilan ediliverdi. Sonra, Eski çaputlardan çocuk bezi mi olurmuş! Gelsin hazır bezler. Yeni nesil analar sütsüzmüş. Ne gam! Gelsin hazır mamalar… Diye diye bugünlere geldik efendim.

Yeni neslin şanslılığını kanıtlamaya ahd ettik ya, ölük, höllük diyerek bebelikten başladık bakalım. Sonunu getirmeyi becerebilir miyiz? Becerebildiğimiz kadarını beğendirebilir miyiz? Artık orasını bilemiyorum. Şimdilik kalın sağlıcakla deyip sonlandırayım.


Sürç-ü lisanımız olmuşsa affınıza sığınıyorum.
Saygılarımla

Emin
21-11-2006, 23:37
Gene yapacağını yaptın, höllüğümü eşeledin.

Bir şey demiyorum, alacağın olsun.

AnnE
22-11-2006, 07:47
Sebahiniz Xayir ;

Pazar akşamı men, Üçüncü Tala’nın Külekli kendinden Memmedali Ağayev’in Qızı , Asif Ağayev’in bacısı Metanet Ağayeva’nın toyuna eştirak ettim.

Memmedali Müellim Külekli’nin varlıklı kişilerinden biridir. Böyük uşağı Asif , biz zavotu açtığımız günlerde bize 318 BMW si ile mal getirirdi. Ay oğlan dedim , maşini telef edeceğsin , hergün getireceğine iki günde bir getir , yığıştır yemişi bir gazele rahat et. Kazandığın pulu BMW nin tamirine cıracağsın. Lakin oğlanda çok yaxşi fma topluyor , biraz destek yaptık, çok iyi iş yapıp çoğ da pul kazanmaya başladı. Çok terbiyeli , saygılı bir uşaktır.

Derken geçende geldi , ‘’Ay Anne , bacımın toyu var seni de devet etmek isterek’’ dedi.
Biz de zavotun müdürü Nazim Müellim ile gettik toya.

Buraların geleneğine göre toylar iki gün yapılıyor. Birinci gün Qız Toyu , ikinci gün Bey Toyu . Qız Toyuna qızın gohumları ve qonaqları eştirak ediir. Bey tarafına da Beyinkiler. Gerdeğe ikinci toydan sonra giriliyor.

Benim gısmetime bugüne kadar hep Qız toyu denk geldiği için Bey toyunda neler farklı öğrenememişem.

Toy , aynı bizim oralardaki kimin Şadlık Sarayı’nda yapılıyor. Her qonak , Kapıdan girende devetname paketine koyduğu pulu oradaki çantaya atıyor.Böylece , kimin ne kadar pul verdiği de toy sahibi tarafından kayda geçiliyor.Devet edildiğin toya gitmemek çok ayıp , bu sebepten cemaat toylara pul yetiştireceğim diye perişan oluyor.

Toyun başlangıcı tam bir karmaşa oluyor. Kimin geleceği , kaç kişi geleceği nedense pek belli olmadığı ve her zaman da tahminden fazla kişi geldiği için , kim nereye oturacak , stol yetecekmi diye ortalık garmakarışıh.Lakin mühüm qonaklara toyun sahıbı ela bir yer ayarlıyor.Biz de o ela yere oturduk.Salonun ortasında malum , bir raks pisti var onun bir tarafında essambıl oturuyor. Karşısında da yüksekce bir masada Bey ile Qızın ve onların sağdıçlarının oturacagı yer.

Masalarda , salatlar , yemişler hazır, qazlı sular , soqlar hazır. Herkes yerine yerleşende , essambıl mahniler okumaya başliir.Derken qız yanında en yakın arkadaşı ve yengesiyle salona giriyor , diğer arkadaşlarıda o ağır ağır yerine giderken etrafında raks ediyorlar. Birazdan Qızın atasının atası ortaya gelip qonaqlara bir hoşgeldiniz konuşması yapiir.

Sonra toyu idare eden kişi de şiirler ve deyişlerle hoşgelmişinez diyor ve essambıl başlıyor hızlı mahnileri çalıp söylemeye. Sırayla , qızın ailesi , gohumları , arkadaşları ve diğer qonaklar çağırılıp raks ediirler. Raks eden kadınların yana açık elleri, aşağı süzülmekte olan bir dağ kuşunun kanatları gibi kibar ve zarif hareketler yaparken küçücük adımlarla dolanıyor, raks eden kişiler de dirsekten bir o yana bir bu yana bükülen kolları ve dizden kabağa-dala bükülen hızlı ayak hareketleri ile avradlara eştirak ediir.Denir ki , Avar mahnisi ile raks eden kişinin ayakları yere değmezmiş.

Birazdan ofisyantlar masalara buğulama ve sovutma servisi yapmaya başlarken , kişi masalarına da arak şişeleri konuyor. Biz ellişer gıram arağımızı içerken şişeler masadan alındı ve yerine başka şişeler kondu. Ne iş dedim ? Meğer bizimki ağır masa olduğu adi araklar alınıp yerine daha yahşi araklar konulmuş. Dedim niye direk yahşisini gomuyolar ? Dediler farklı muamale yapıldığını anlayasan diye.. Dedim haaaa !!!

Neyse baktım damat yok. Sordum Bey harada ? diye. Dediler bu Bey sert oğlanmış , qız toyuna gelmemiş. Vay ayı dedim içimden.Bu arada toyu idare eden adam ha bire birilerini çağırıyor , gidenler de bir çift üreh sözü deyip raksa iştirak ediyor.
Biz de çağırıldık , ürek sözümüzü didik ,raksımızı eyledik, anlayan anladı , anlamayan anlamadı .

İkiminaltıncı ilin sonunda oralardayım.Problem çözme içun.

Hamınız özünüzü yaxşi fikirleşesiiz.

Bilmem başa düşüürmüsenez ?


Sözlük :
Qız : kız
Toy : düğün
Zavot : Fabrika
Maşin : otomobil
Gazel : kamyonet
Cırmak : para harcamak.
XXX muellim : xxx Bey
Bey : damat
Gohum : akraba
Qonag : konuk
Şadlık sarayı : düğün salonu
Devetname paketi : davetiye zarfı
Pul : para
Stol : sandalye
Kişi : erkek
Nefer : kişi, insan
Kabak : ön
Dal : arka
Essembıl : orkestra
Mahni : şarkı, türkü
Soq : meyva suyu
Ata : baba
Ofisyant : garson
Arak : votka
Ürek sözü : methiye
Harada : nerede
Hamınız : hepiniz
Özünle fikirleşmek : kendine bakmak
Buğulama : haşlama
Sovutma : kavurma
Yaxşi : iyi
Başa düşmek : Anlamak

account
22-11-2006, 14:58
Seydosman saray saldırgan ay boydanga boyga
Sen nişanda cok edin ay koşkeldin toyga :;ohohoh :;ohohoh

alihoca
24-11-2006, 17:51
Vakti zamanında altı höllük serili aynalı beşiklerde, kafaları yamuk, ayakları ayrık, kulakları kepçe olmayacak şekilde yetiştirilen bebelerin oyuncak seçmek ya da beğenmemek gibi seçenekleri yoktu. Her gelin kızın rüyası olan Zetina Dikiş makineleri ile daha tanışılamadığı içinde, öteberiden artan kumaş parçalarından ya da eskiyenlerden yapılmış bez bebeği olan kızlar ve tahta takoz parçasının her iki yanına testere ile kesilmiş dört yuvarlak teker çakılmış oyuncak araba sahip olan oğlanlar, haset ve kıskançlıkla bakılan çocuklardı.

Çocukluk yıllarından itibaren ve kız erkek ayırımı yapmadan tertip düzen, temizlik, bulaşık, yemek gibi benzer ev işlerine yavaştan başlatılırdı. Erkek çocuklarının hafiften kaytarma hakları olsa da genellikle eli yatkın ve kendine yeter hale gelebilecek derecede ev işi mutlaka öğretilirdi. Kız çocuklarının daha küçüklükten başlayarak imrendirme, tekbir, teşvik gibi dozu hafiften en ağıra kadar varan yöntemlerle genç kızlığa eriştiği dönemde bir evi çekip çevirecek hale gelmesi mutlaka sağlanmış olurdu.

Ev işi dediğimizin de bugünkü ev işleri ile ister öz, ister biçim olarak uzaktan yakından benzerliği olmadığını hatırlatayım. İki, üç, dört metreyi bulan çam, meşe ve ardıç ağaçlarının kırılıp sobaya uygun hale getirebilmesi demek, avuç içinizin su toplaması anlamına gelirdi. Eh! Birazda hamlamışsanız, elinizi kolunuzu kaldıracak derman aramayın artık. Kömür kullanımının yaygınlaşması ile odun işi biraz azaldı derken, kömür taşıma kül atma derdi yakanıza yapışıvermiştir. Evin babasının; görüp duyanların kılıbık diye alaya alacaklarını varsaydığımızda, bu işler çocukların asli görevi sayıldığını belirtmek lazım.

Temizlik dediğin nasıl farklı olabilir ki! Demeyin sakın. Süpürmekten başlayacak olursak, en başta süpürge dediğin şeyin tamamen farklı olduğunu belirtmek gerekir. Kendi adı ile anılan bitkilerin bulunup toplanmasından yapılan yumuşak ot süpürgesi ev içinde, daha sert olan çalı süpürgesi ise evin önü ve bahçelerde kullanılırdı. Samsun’un Vezirköprü ilçesinde imalatı yapılıp yaygınlaşan ot süpürgelerinin önce zengin evlerine girdiğini belirttiğimizde durum biraz anlaşılır sanırım. Fiyatı biraz uygunlaşıp evlerimize girdiğinde; araları iple sabitlemiş, ele oturan ince sapları ile süpürürken zevk verdiğini söylesem, gençlere anlamsız geleceğinden korkarım.

Bahçesinde kuyusu olmayanın sadece içme suyunu değil, yunma yıkanma suyunu da mahallenin tek çeşmesinde saatlerce sıra bekleyerek taşıması gerekiyordu. Bakır güğümler, bakraçlar mı dersin, beheri bürüt 16,5 kilogram yazan, Vita ve Tariş Yağlarının boşalan tenekeleri mi, dersin ve kaç defa gider gelirsin, bacağın mı ağrır, kolun mu kopar bilemem ama kaytarıp kaçamayacağın besbellidir. Böylece boyunu aşan tenekelerle ve onca eziyetle taşıdığın suyu idareli kullanmayı daha çocukken otomatikman öğrenivermiş oluyordunuz. Hatta mahallenin suyu kesildiğinde, komşuya verilen bir güğüm içme suyu için, ananıza bile kızgın gözlerle bakardınız.

Yıkanma dediğin de, misafire saklanan veya gece kullanılan döşek, yastık ve yorganın gündüz kaldırılıp yerleştirildiği, yüklük denilen bölümde yapılırdı. Duvara gömülü, bir buçuk metre en, iki metreye varan boylarda bir dolap olarak düşünebilirsiniz. Üstteki tahta raflar hariç tutulursa, eni boyu bir metre olan bir yerde yıkanılırdı. Çocukların burada yıkanamayacağını söylemeye gerek yok sanırım. Çocuklar haftada bir, küçük büyük demeden alüminyum ya da bakır leğenlere oturtularak yıkanırdı.

Odun, kömür sobasının üstünde ısınan su güğümleri, bakır taslar, çuvalla satılan kesme sabunlarla, deri yüzen keseler eşliğinde ve tabidir ki, anaların komutası altında yıkanılırdı. Öyle ‘lay lay lom’ deyip, sabun köpükleri ile oyunlar oynanarak yapılan bir iş değildi bu. ‘Yandım anam, su sıcak’ dediğinizde bakır tası, gözüme sabun kaçtı dediğinizde kiloluk kesme sabunun keskin köşesini kafanıza yiyiverirdiniz. Hele, o bilmem ne kılından örme keselerle yıkanan birçok çocuğun sonraki yıllarda, yıkanmamak için yıllarca losyon pomat süren soylu İngilizlere hak verdiği bilem görülmüştür.

Yıkanmayı az çok anlatabildiğimi umuyorum. Biraz da yunmaktan bahsedelim dilerseniz. Yunma işini anlatabilmek için önce tokaçtan bahsetmek gerekir. Tutulacak kısmı ele göre kesilmiş dörtgen tahtaya tokaç denirdi. Çamaşırlar deterjanın adı sanı yokken dere kenarında çok değil bir iki kez sürülen sabun sonrasında tokaçlarla dövülerek yıkanırdı. Akan su pis tutmaz dediğiniz dere kenarında çamaşırı bitirdiniz diyelim. Daha İsparta Halılarının pahası nedeni ile evlerde henüz yaygın olarak kullanımda olmadığı zamanlarda evlere serilen keçelerin yunmasının zorluğunu anlatabilmek bile inanın çok zordur.

Koçun ve keçilerden el makasları ile kırkılan yünler, kökboyaları ile boyanıp düzgün bir satıhta toplandıktan sonra dikkatli bir şekilde dürülürdü. Açılmaması için sıkıca bağlandıktan sonra, işin en zahmetli kısmı başlardı. Ki bu ayakla tepme işidir. Belirli aralıklarda açılarak kenarları düzeltilir ve sabunlu sudan geçirilip tepme işlemi devam ederdi. Daha sonra sıcak sudan geçirilen keçe, bilekten dirseğe kadar olan kısımla güzelce ovularak, pişirilme işlemi adı verilen aşama(lar)dan geçirilirdi.. Kalın yerlerin inceltilip, ince yerlerin kalınlaştırıldığı yumruklama işlemini, uzayan yerlerin kırpılıp düzeltilmesi takip ederdi. Sonrasında dizlenerek dürülür ve tığlama işlemi sonrasında süzülme, dinlenme aşaması ile keçenin yapımı tamamlanırdı.

İşte bu aşamaların hakkını tam bir zanaatkâr ciddiyet ve duyarlılığı ile verebilen ustaların elinden çıkan keçeler rengârenk kökboyaları ile evlerimize serilirdi. Ünlü ustaların elinden çıkarak çobanları soğuktan korunmak için kepenek adı verilen giysiye dönüşen keçelerin, örtündüğü çobanı sadece soğuktan değil, düşman mavzerlerin mermilerinden dahi koruyabildiğine şahadet edenler vardır. Eh! Artık, keçenin yunmasının da ne denli zor ve zahmetli olduğunu tahmin etmişsinizdir. Açılmışken de, süpürülüp temizlenmesi ve çoraplara yapışıveren kılların ayıklanmasını da, işin zorlukları kısmına ekleyiverelim.

Buraya kadar yazdıklarımı okuyup gözü korkan yeni nesil için küçücük bir uyarı yapmanın zamanı geldi. Yunma yıkanma diye anlattıklarımızı zor bulan zamane; bunların kasaba ve şeher yerlerinde yaşandığını, köylerdeki cefakâr anaların ise çamaşıra, az da olsa değdirilen sabunu imrenerek andıklarını söylesem nasıl karşılarlar acaba? İnce elekten geçirdikleri meşe odunu külünü sıcak su ile karıştırarak çamaşırları köpürttüklerini ve tokaçla döverek kirlerini aymaya çalıştıklarını söylesem, ne derler acaba? Bir de, sabunun yokluğunda saçların kille yıkandığını eklesem, acaba inanmaları daha mı kolay olur?

...

Bitirmeden önce;
Yokluğunu kesilmiş bir kol gibi omuz başımızda hissettiğimiz Güzel AnnE’mize,
Arka BahÇe’mize uzuun bir aradan sonra tekrar yazarak, bizlere toy sevinci yaşattığı için teşekkürümüzü ekleyeyim.


Sürç-ü lisanımız olmuşsa affola.
Saygılarımla

Emin
25-11-2006, 22:29
Düğünlere giden, votkanın iyisini yudumlayan ve zaman ayırıp, yiyip içtikleri elbette kendinin olmuş ancak gördüklerini anlatan Sayın AnnE’nin yazılarıyla tekrar burada buluşmak benim için sevinç kaynağıdır.

Hele hele, bu yılın sonuna doğru; onu buralardan, bilmeme nerelere götüren sorunu çözmek için gelecek olduğunu söylemesi de bambaşka güzel bir gelişme.

Umarım eli boş gelmez, yazılarıyla yüreğimize ılık bir şeyler vermesinin yanında, o böyük uşağ Asif’in zavotlarına getirdiği hangi yemişse, işte ondan da bir avuç getirir.

Emin
25-11-2006, 23:07
Yıl 1992 ya da 1993, Erzurum’daydım.

Mevsim kış ama zemheri.

Hoş, Erzurum’un çoğu kış ama o olayı yaşadığım an iyice kıştı. Her yer beyaz ve sopsoğuk.

Tam tarih aklımda değil ama:

Ya çığ düşmesi sonucu şehit olan…

Ya da benim algılayabildiğim kadarıyla Türkiye’nin Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgesinden başlayarak komşu devletlerden de birkaç yer alıp bir devlet kurmayı kafaya takmış ve bu uğurda elinden geleni ardına koymayan, her yol mubahtır anlayışı ile ölen, öldüren; örgütünün adını ise yaptıklarına baktığımda bir türlü havsalamın almadığı Partiya Karkerên Kurdistan koyan (Kürdistan İşçi Partisi) bu toprakların insanlarının bir Karakol basarak oradaki herkesin şehit edildiği haberlerinin ardından olsa gerek.

Hava alanının geniş bir yerine kurulan verzalit yemek masalarının üzerinde kan kırmızı bayrağa sarılmış tabutlar, dizi dizi; bir değil, beş değil, on değil...

Halk toplanmış; ileri gelenler (askerî ve mülki erkân) ve geride kalanlar (ben ve benim gibi adamlar) uğurlamaya gelmişler.

Tabuttakilerin ruhları, sarılı bayrağın beyazlığı içindeki yıldız ve ayın arasından sızıp gitmişti.

Eve dönerken hissizleşmiştim.

Uzunca bir süre, çöktüğüm koltukta tek yaptığım şey nefes almaktı.

Sonra, memleketim Pertek’te “Höllüklük” denilen tepede, 13-15 yaşlarındayken Keban Baraj Gölünü seyrederek söylediğim ama tam olarak anlayamadığım türkünün manasını, bu kez gözyaşlarımla yıkayarak söylemeye, böylece kendimi uyuşturmaya aynı zamanda da gözyaşlarımı o höllükte kurutmaya çalıştım.

İşte, o gün, bu gündür bu ağıt türkü, beni içimden cırmalar.

Eledim eledim.
Höllük eledim.
Aynalı beşikte, canan
Bebek beledim.
Büyüttüm besledim
Asker eyledim.
Gitti de gelemedi, canan
Buna ne çare.

O yüzden “alacağın olsun” dedim.

bikmisbroker
26-11-2006, 13:33
Sevgili AnnE mizin gelmis oldugunu, yazdigi bu keyfli yazidan (http://www.arka-bahce.org/forum/showpost.php?p=7374&postcount=318)anlamis bulunuyorum.
O yazinin diger bir ozelligi ve Guzelligi ise En son bu topicde yazdigi karamsarlik dolu yazi ile uzaktan yakindan alakasi olmadigidir.
Henuz fiziki olarak karsilasma ve tanisma serefine ermedigim bu guzide arkadasimizin son yazisindaki KEYF'li ifadeler beni cok mutlu etmis olup, bulusup tanistigimiz iLK firsatta yasadiklarini, cankulagi ile dinleme firsatini bulacagima inaniyorum.
Kendisini 1 sise AZERi SARABI ile karsiliyor ve diyorumki "Hosgeldin sevgili AnnE.. "
http://img.photobucket.com/albums/v85/bbroker/sarap.jpg

Süvari
30-11-2006, 07:26
Cevap mı. Bugün belli olur. Ziyaret bugünde sürecek. :;ders

Akşam 18:50 vapuruna bineyim diye çıktım. Zaten kapımın önünde yüzlerce araç vardı ancak motor sesleri gelmiyordu. Yine alışmışım gürültüye artık duymuyorum diye düşündüm.
Oysa stop etmişlerdi hepsi. Boşuna yakmamak için benzin mazot yada lpg papaya küfür ederken.

Ne şanslıyım vapura yürüyeceğim ve eve gideceğim diye düşünerek geçtim vilayeti. Sirkeci mahşeri andırıyordu. Genelde o saatte yukarı doğru çıkan olmazken bugün hem yukarı hem aşağı hem sağa hem sola giden insanlar vardı. İnsanlar derken küçümsemeyin mahşer dedim. Baktım tranvay durağı ağlıyor insan fazlalığından. Gar yine karmaşık. Banane deyip yürümeyi sürdürürken o ne?... Sahil yolu Ankara caddesi kavşağı kapalı. Yanlış anlamayın yaya trafiğine kapalı. Üst geçitte sadece 5-6 polis merdivenleri çevik kuvvet tutmuş. Cadde boydan boya barikat ile kapanmış. İnsanlar mı? Bıraktım onları beklerlerken barikat önünde sanki gösteri yürüyüşü kanunsuz yürüme yapıyorlarmış gibi bekletilen insanları. Girdim Sirkecinin ara sokaklarına. Bankamatik işlemleri vs. hallettim. Bir arkadaşa uğradım yine orda. Belki vakit geçiririm Papa geçene kadar. Sanırım yarım saat sonra tekrar beraber yürüdük vapura binmek için geçmek zorunda olduğumuz caddenin ortasına. İnsanlar halen bekliyorlardı.

Stad dağılıyorvari bir güruh birden hareketlendi. İlerliyordu insanlar. Arkadaşa döndüm. Biz insanoğlu neden bu kadar korkağız. Bu kalabalık silahla bile durdurulamazki. Neden beklemeye mecbur ediliyor. Sadece evine gitmek isteyen bu bölgenin sahipleri.
Kalabalık içinden robokoplar coplar kalkanlar da ters istikamete doğru dağılmaya başladı. Yani adeta biraz önceki soruma karşılık veriyordu.
Beni ise tatmin etmese de bu cevap yüzbinler için yeterliymiş.

Trafikteki vatandaşın ne yaptığını ne zaman gidebildiğini evine hiç bilmiyorum. Dedim ya ben şanslılardanım soğuk boğaz suyunu kullanıyorum.

Peki bu eziyetmiydi.
Tabiki hayır.
Bu sadece alıştırma idi.
Eziyet bugünmüş. Ayasofya hazır ol Papa geliyor.

alihoca
06-12-2006, 09:11
Hani,
Sevdiğin, yüreğinin en sıcak köşelerine aldığın her kişiye bi dert musallat olur ya.

Hani,
Tesadüf falan deyip dururken, bunun tüm sevdiklerine tebelleş olduğunu keşfedersin ya.

Hani,
Arada bir, şakayla karışık söylediğin o, acaba uğursuzluk ben de mi, düşüncesi kafana sık sık takılmaya başlar ya.

Hani,
Lanetini sevdiklerine bulaştırmaktan korkan cüzzamlı gibi köşe bucak kaçmak istersin ya.

İşte öyle bir şey...

Emin
12-12-2006, 18:13
Hocamın bu düşündüren yazısını okudum.

Düşündüm.

Tekrar okudum.

Bu kez daha çok düşündüm.

'Yakında ne demek istediğini anlarım' tavrıyla beklemeye başladım.

Araya birkaç meşgale girince, bu bekleme sürem uzadı.

Bugün gene okudum ve kendisini üç kez aradım.

Üçüncü arayışımda açtı ve telefon masrafım az olsun diye hemencecik telefonu yüzüme kapar gibi yapıp, kendisi aradı.

Ben 'kötü bir şeyler oldu herhalde' diye merakımı giderecek sorular sordumsa da anladığım kadarıyla hocamın kafasındaki hava, önce az bulutlu, daha sonra parçalı bulutlu, sonunda da gök gürültülü sağanak haline dönüşmüş ve o bulutlu ve şimşekli kafayla yukarıdaki yazıyı yazmış.

Gene anlamadım ya, neyse!

alihoca
12-12-2006, 20:05
Güzel İnsan;

Kayda değer bir nedeni bile yok desem yeridir. Bazı zamanlarda kafama takılıp yüreğime çöreklenen ruh halini, sisli bulutlu bir anımda içimden geçtiği gibi paylaşıverdim. İnce eleyip sık dokumadan, anlık bir duyguyu üzerinde buğusu tüterken yazmış bulundum anlayacağın.

Birazı yaşlanmaktan kökenli duyma arazım, azıcıkta iş dönüşü İstanbul gürültüsünden kaynaklanan telefona cevap veremeyişimi ise mazur gör lütfen.


Sağlıcakla ve mutlulukla kalman dileği ile

AnnE
13-12-2006, 11:35
246
Şekildeki hayvan dünyada 244 tane imiş.Artık 243 tane kaldı.Nedenini sormayın vicdanım sızlıyor.

Bilmem sayısını bilmediğim şeyleri yemesem mi ?


mühim not : Babo'nun şişesi bizim buralardan deel, Avurtralya'dan dır ve onunla ilgili yazılabilecek herşeyin fazlası ekşi sözlükte yer almaktadır ki , okunması tavsiye olunmaz.

account
13-12-2006, 13:06
:;cadikazani KAZAN KAZAN ET ASTIM AY SUGANIN COKMU
OZ BASINA TOY YASAP AY TUVGANIN COKMU
KARARIP KELGEN BIR BULUT AY CAVMAY DA KETMEZ
CAVSI DEGEN İMANSIZ AY ALMAY DA KETMEZ
PESLEGEN EKTİM KORAGA AY KOKLAMAGA
OZUM KADAM SAVBOLSUN AY COKLAMAGA

alihoca
15-12-2006, 21:08
Kül, kil ile yunup yıkanan, keçe üstünde oturan gençler, bir eli yağ bir eli bal sefasında flört ilişkiler yaşardı. Desem, inandırıcı olamayacağı için kaldığımız yerden devam edelim. Bin bir türlü eza, cefa ile yetişip serpilen genç kızlarımıza çarşıya pazara çıktıklarında kahvehane önlerinden geçmemeleri önemle hatırlatılırdı. Mecburiyetten veya inatla geçecek olanlar da özellikle giyim, kuşam, davranış yönünden uyarılırdı. Kılık, kıyafet ve davranışlarına gerekli özeni göstermeyen kızlarımıza pekiyi gözle bakılmazdı. Önüne bak, ağzı açık sağa sola bakma, oranı buranı sallamadan düzgün yürü, vara yoğa sırıtıp gülme herkes kendine anlar sonra, uyarılarını ailemizin adına kara çalma, ihtarı takip ederdi.

Ortam ve koşullar erkekler için de çok iyi değilse de kızlara göre birazcık avantajları vardı denilebilir. Oysa kızların hayırlı bir eş bulabilmesi, nerede ise nasip denen tesadüflere bağlıdır. Nişan ve düğünler insan içine çıktıkları, az da olsa kendini beğendirebilecekleri ortamlardı. Gelinin akrabalarından veya damadın sağdıçlarından beğendikleri birinin, hafif göz süzüp, manidar bir gülüşle gönlünü çelebilirlerse kendilerini kısmetli sayarlardı. Oyun oynarken de ‘dansöz gibi kıvırtma, hafif meşrep demesinler sonra’ tembihi daha evden çıkmadan verildiği için gönlünce eğlenirlerdi demek zordur. Söz dinlemeyenleri ise akşam eve gelen babadan yiyeceğe zılgıta razı olanlar olarak adlandırabiliriz.

Her ne kadar nasip ve tesadüf desek de, bunun istisnası diyebileceğim bir durumu, hakkını teslim etmek adına açıklayalım. Bazı kız anaları vardı ki, onları tanımlarken sadece becerikli sıfatı yeterli değildir. Yeterli olmadığı gibi kul hakkı yemiş oluruz diye korkarım. Bu analar evin babasının sert ve gaddarlığına rağmen gemisini yürütmeyi hep becerirlerdi. Gemisini yürütmek derken kızına hayırlı bir nasip bulmaktan bahsediyorum. Bu mukaddes anaların vakıf olduğu pazarlama teknikleri ve ince diplomasi örneklerine bugünkü diplomatların sahip olduğunu söylemek, inanın ki zordur.

Allahın bi gram dahi yetenek vermediği kızını, bin bir ince taktiklerle eve davet ettiği oğlan anasına öyle bir sunarlardı ki, görmeyin gitsin. Kimse yokken ‘yere batasıca hımbıl’ dediği kızını, kendi elleri ile yaptığı yemekleri; Bak teyzesi, kızım Sen geleceksin diye ne yemekler yaptı, diyerek tanıtırlardı. Hatta benim elimi hiç sürdürmeden, sevdiğin su böreğini kendi elleri ile açtı. Bak inanmazsınız, yanmasın diye hafif küllü ateşte yavaş yavaş pişirdi ki, ağzına alınca erisin, şöyle boğazınızdan yağ gibi kaysın, diyerek tasvir ederlerdi. Bu ve benzeri nice tasvir ile kızın olmayan meziyetleri takdim edilirdi. Peşinden de ‘hele tatlı, en iyisi ne yaptığını söylemeyeyim de teyzesine sürpriz olsun’ bağlaması ile anaları mest ederlerdi.

Giyinip kuşandırdığı kızını oğlanın geçtiği yerlerden geçirmeler mi, dersin. Tanışıklık sağlayabilmek için şehrin öte bucağındaki tanımadığı eve bir yolunu olup misafir gitmeler mi, dersin. Komşular kızım diye söylemiyorum ama sağ olsun evde elimi işe değdirmez. ‘Elimi sıcak sudan soğuk suya sokturmuyor’ desem inanın. Burada, hayırlı bir kısmet çıkarda evlenir giderse, ne yaparım ben diye düşünmüyorum desem yalan olur, demeyi ihmal ettikleri görülmüş şey değildir. Amaca vasıl oluncaya kadar, bu ve benzer methiyelerin ardı arkası kesilmez. Ayrıca; münasip bir hediye ile kandırdıkları demeyeyim de, hayır dua alır sevap kazanırsın diye ikna ettikleri, aracı teyzeleri yedek kuvvetler olarak sahaya sürmüşlerdir bile.

Bunlar olurken çarşıda ‘Ben falanca gibi kızımı elin oğluna elimle götürüp zorla yapıştırmam’ diye övünen babanın genellikle ruhu duymaz. Eh, kaza bela duruma vakıf olabilen babaya, durum usulünce anlatılırdı. Buradaki usulünce kısmı ise haliyle ince bir diplomasi ve yumuşak bi politika ile durum izah edilir, anlamındadır. Hala anmaz ise; Herif heriiiif, beri bak hele, Sen çarşıda sokakta övünüp şişinecen diye, eyi nasiplerin her birini uçurduk getti. Bu kız yarın sarhoşa ayyaşa düşer ya da bi zibidiye kaçar perişan olursa, işte asıl o zaman sadece çarşıdakilerin değil, tüm alemin yüzüne bakamaz olursun. Gibisinden onca vehim ile uyandırılan baba, eyvah kızım evde kalacak korkusuna tutularak, ertesi gün damat adayının babası ile tanışmanın yollarını aramaya başlatılırdı.

Bu becerikli analar allem kullem edip kızı oğlana (yamadıktan sonra, desek husumet çekeceği için) kızı everdikten sonra kenara çekilivermezlerdi. Genellikle oğlanın anası, kızın yetenekleri daha doğrusu yeteneksizliği konusunda ilk uyanan olacağı için, planın ikinci aşaması hiç gecikmeden uygulamaya konurdu. Ki bu kısımda kızına verdikleri; hafif eda, biraz naz, az oynaklık, çok tatlı dil taktikleri ile oğlanın fethini sağlama safhasına geçilirdir. Rahmetli Fatihi kıskandıracak cinsten ince tekniklerle oğlanın fethi mutlaka sağlanırdı. Bundan sonra oğlanı anasından danasından(Siz, ailesi yedi ceddi olarak anlayın) soğutmak kısmı gelirdi. Ki zorluk ve uzmanlık gerektiren bu son aşamayı başka zamanlarda incelemek üzere ertelemekte yarar var.

Konumuza dönecek olursak, bu zor koşullarda dahi gizli saklı köşelerde ve daracık zamanlarda anlaşıverip birbirine âşık olabilenlerde eksik değildi. Hepi topu bir iki defa görüşme sonrasında, kara sevdaya yakalanmayı nasıl başardıklarını, o gün bugün hala anlayıp, çözemediğimi, itiraf etmeliyim. Sevdiğine varamadığı için canına kıyanlara, yöresine göre ağıtından uzun havasına kadar türküler yakılırdı. Kendileri mutluluğa kavuşamasa da, mezarları başındaki ağaçlara bağlanılan çaputlar ile yeni sevdalıların umut ve dilek kapısı olurlardı.

Az da olsa, arada bir de olsa, aileleri rıza göstermediği halde birbirlerine kaçabilenlerin durumuna bir göz atalım. Birkaç basma ve pazen elbise, bir iki al yazma ile doldurdukları bohçaları ile gecenin ıssızlığında sevdiğine kaçarlardı. Ana, baba, akraba zulmünden, yöresinden, töresinden iz bırakmadan kaçabilenler, yeni yetme sevdalı gençler tarafından örnek alınırdı. Kaçan garipler başlarını sokacakları, yeri hasır serili, kenarı sazdan doldurulan yastık dizili, iki göz oda bulurlarsa talihlerine dua ederlerdi. Daha kaçarken yokluğa razı olduklarından, ne iş bulursa giren sevdiğine de az getirdin, yok kazancın denmezdi hiç.

Bin yılın başında anasının babasının rızasını alıp evlenebilenlerin yaşamı kaçanlara nazaran daha bi rahat koşullarda sürerdi. Ama o günün yokluğunda, bulgur bulamaç, soğan ekmek yemeye razı olarak nasıl mutlu olabildiklerini, böyle bir yaşam için nasıl şükrettiklerini, bugünün bolluğundan şikâyetçi gençlerin anlaması zor olsa gerektir. Diğer taraftan sevip evlendirilen gençlerin, artık birbirlerinden şikâyet, acınma ve ağlama diye bir hakları kalmamış oluyordu. Bunun yanına bir de, çocukluğundan itibaren ‘donunun çıktığı yerde canın çıkacak’ dayatmasının tek ön koşul olarak sürüldüğü düşündüğümüzde katlanılanları hesap edin artık.

Efendim, sevdiğine kaçanı, yavuklusuna kavuşanı, yârine kavuşamayıp canına kıyanı az biraz anlatmaya çalıştık. Son olarak sevdiğine verilmediği için canına kıyamayanlara da birazcık değinelim. Ailesinin rıza gösterdiği biri ile evlendirildiğinde, boynunu büküp çeker giderdi, kaderim kısmetim böyleymiş diye. İsyan etmeyi bilmeden, aza kanaat, çoğa tasarruf ve gıdım gıdım biriktirerek yaşarken, kocasına karılık, çocuklarına analık görevlerini de eksiksiz yerine getirirdi. Ama belini büküp eline baston veren zorluklar da, yüzünü kırıştırıp güzelliğini alıp giden yıllar da, yüreğinde ilk günün sıcaklığında sakladığı sevdayı ona unutturmayı bir türlü başaramazdı.

Saklı karaltılar ve sayılı dakikalarda, bir el ele tutuşma ile yüreği yanıverip al yazma verdiğini sorduğunda, şaşıracaktır beyaz atı ile yakışıklı bir prens hikâyesi bekleyenler.



Saygılarımla

meraklı
22-12-2006, 18:47
''Arkadaşlık her zaman için tatlı bir sorumluluktur, asla bir fırsat değil.''

Sayın Master ın yine özlü sözleriyle can buldum...
Diyeceksiniz ki sen de nerden çıktın...kimin nesi kimin fesisin...Haklısınız...

Ben isimlerini dahi zikretmekle (sn.Alihoca, sn.AnnE, sn.Bıkmışbroker, sn.Emin...ve adını bilip de yazamadığım ya da bilmeyip de yazamadıklarım için) kendimi onure olmuş-bulmuş bi garip havva kızıyım. Beni, burayı bulmakla zenginleştiren o büyük insana ve nezdinde tanımaya ve keyifle okumaya calıştığım sizlere teşekkür etmek istedim...
Affedin, süslemeyi beceremiyorum....

Her daim sevgiyle kalın.....:friends:-

NOT: Gördüğünüz üzre daha ilk yazım ve tecrübesizliğim sebebiyle yanlışlarım vardır, affola........

Master
26-12-2006, 08:40
‘’ Sonbahar damlardı damlalarımıza
Biz seninle sararırdık....
Aydınlansın diye şu kirli yüzler
Biz durmadan şavaşırdık...’’



Diye mırıldanırken, Birinci’sinden derin bir soluk aldı, soluk duman oldu....



Sonra, diyesim geldi, diyemedim..Anlamı anlayan, beni de anladı, devam etti..

265

‘’Martılar ağlardı çöplüklerde
Biz seninle gülüşürdük
Şehirlere bombalar yağardı her gece
Biz durmadan sevişirdik ‘’



Küllük gel dedi Birinci’ye... fakat Mahir, sararmış parmaklarında, kızılın ateşini hissetmek istedi.. Parkanın sol üstcebinden, annesinin ördüğü yün eldiveni bir hamlede alırken,mermilerde geldi eline eldivenle beraber....



Sıkmadık, sıkamadık ama sıkılmadık..dedi... Grinin neftisi bir duman çıktı, gür bıyıklarının arasından, yayıldı odamsı odaya....



İrina, orta kahveleri sunarken ,ince su bardağını ,eflatun gözleri ile gösterdi Mahir’e ve Munzur suyudur dedi...



Mahir gözlerini önüne çekerek, tablada ki Birinci’sinin küllerine hafiften değdi ‘’Aşk Bir EŞKİYA’nın Hayata İtirazıdır... Susarsa Çatışma ,Yazarsa Destan,Severse Devrim OLUR... Tutki... BEN BİR DEVRİMCİYİM ‘’ dedi...



Ve bir Slav yapısının gerginliğinde ki vücudunu, onda tutup, eflalutun gözlü başını bana çevirdi..Konyak mı ?? Vodka mı? Dedi.. Ses vermedim ....



Vodka yı tercih etti.. usulca şilteye bağdaş kurdu hatta bağlandı..Gözleri, sözlerin üstüne baktı...



Siz de gidiyormuşsunuz öyle mi ? dedi Mahir...



İrina gözleri ile gülümsedi,Uzun zamandır buradaydım,değişik telaşları, değişik günlerde, değişmeyen bir bütünlükle yaşadım... dedi...Yılbaşı ertesi Ayrılıyorum...Kendi Özlemlerimle...


Susuştuk..



O zaman, Bayramla beraber Yılbaşıda kendi anlamların da hoş olsun hepimize ....



Eller kadehlerle buluştu...Gözler....boşluklarla...



Mahir Sağlığa dedi ...Gülümsedim ..ihtiyaçımız olacak ... dedim...Sağlığa...

alihoca
26-12-2006, 11:53
...
Can garip,
Can Suskun,
Can paramparça
...

darius
27-12-2006, 10:09
Roger Waters , Errol Garney lerden Ahmet Kaya ya ordan da Ahmed Arif e...

Hey gözünü sevdiğiminin İstanbul'u ve onun Arka BahÇe'si...:)

AnnE
28-12-2006, 06:50
Muhterem İrina'nım ;

Bak sen buraları bilirsin muhtemelen. Kaspiyan kıyıları bu seher yaxşi bir kar altında. Buralarda kar küreme , tuz atma kimin gereksiz faaliyetler de olmadığından ortalık bembeyaz.Tam bir kristmıs ortamı.

Demem o ki , bahçeden ayrılmayı başa çatmışan , gelesen buralara , hem senin dilin, hem senin tören münasip çatar.Eski günlerini yada salarsan. Belki meni de yada salarsan.(!)

Burada , sen daha yaxşi bilirsen ki , arakın çeşidi , havyerin elası seni gözliir.

Bilmem başka kim gözliir ?

dohol
28-12-2006, 20:28
*CLEAR REKLAMI**
AĞIR çEKİMDE SAçLARI DANS EDEN KADIN:
-YAHşİ SAçLAR İçİN CLEAR...** *
*
AMERİKAN FİLMİ**
ADAM:
-NEY?... YİNE NEY OLMUşTUR?...
MORALİ BOZUK KADIN:
-HEç... HEç BİR şEY YOHTUR... SADECE OLARAK...
ADAM:
-SADECE OLARAK NEY?...
KADIN:

-SADECE OLARAK...SENİ SEVİREM...** *
*
EğLENCE PROGRAMI**
ŞARKICI KADIN:
-SİZİN İçİN SÖYLİREM. GELİN DOSTLAR YILIşAK...** *
*
AMERİKAN FİLMİ**
POLİS:
-(KONUşMAMA HAKKINA SAHİPSİN DİYECEK) SUSMAK İSTİRSEN SUS...
BU SENİN ÖZ İşİNDİR...** *
*
SELÜLİT KREMİ REKLAMI**
KADIN MANKEN:
-KEPİNİZİN MELUMİDİR. SELİLİT AVRATLARI DEHşETE DÜşİRİR...** *
*
SPOR PROGRAMI**
SPİKER:
-KAPININ DİREĞİNE çARPAN TOPU KAPICI YAKALIYIR...** *
*
DUMAN AVCILARI**
SAĞLIK BAKANLIĞI UYARISI:
-SİGARET çEKMEK SİZİN SAĞLAMLIĞINIZ ÜçÜN TEHLİKELİDİR...** *
*
HABERLER**
SPİKER:
-GARDAş ÖLKE TÜRKİYE'NİN ALİ PREZİDENTİ AHMET NECDET SEZER,
TÜTÜN İçİMLİĞİ YASASINI GERİ DEPTİ...** *
(ben buna bittim )

*
İPANA REKLAMI**
DIş SES:
-YENİ YETMELERİNİZİN, KÖRPELERİNİZİN DİşLERİNİ İPANA İLE DİDİKLEYİN...*

alihoca
06-01-2007, 13:03
İlk Tanışma

Ara ara göz ucuyla okuduğum Arka BahÇe’yi yakinen izlemeye başlayışımın öyküsünü anlatayım dilerseniz. Beş yıldır sanalda bir tür seyyahlık eder dururum. Kimi zaman serseri mayın gibi, kimi zaman havsalamın almadığı teknoloji denen muammayı bir yerlerden yakalayabilmek için arama, öğrenme turları şeklinde sürdüğünü belirteyim. Öğrenme dediğimde, şu sıralar teknoloji özürlüyüm diyebileceğim bir itiraf mertebesindedir ancak. Sanal dünya ile tanıştığım günler, aksilik ya, yine bir içime kaçış dönemime rastlamıştı. Sıkça diyebileceğim aralıklarla oluştuğu için, aksilik ve rastlantı deyişime kanmamanızı tavsiye ederim.

Bedensel, ruhsal gibi iki alanda birden yaşadığım şok ve yüzleşme diyebileceğim, kimi insani gelişmeler sonrasında, ikinci ve üçüncü şahıslar ile ilişkilerim zorunlu en alt düzeye inmişti. Selam, nasılsın diyene, hırrr diyen bir adam düşünürseniz, hal ve vaziyetimi anlayabilirsiniz sanıyorum. Anlayabilirsiniz sanıyorum derken, sanki çok matah bir şeymiş gibi bunu neden yazdığımı, yazarken hangi gizil hinlik peşinde olabileceğimi, içerlerde yapacağım bir araştırma konusu olarak bir kenara not etmiş olayım.

Sanal alemin bir güzelliği de bu işte. Bir takma ad alarak ve hiç kimse için bir anlam ifade etmeden hatta bazen misafirleri gösteren bir sayıdan ibaret olarak kalabilmek. Yani forumda şu anda ‘1 adet misafir’ olabilmenin verdiği avantajla, sessiz sakin bir köşeden, okuyup izleyici olmak. Okuyup sık kullanılanlara eklenenler artıkça, bi cesaretle üye olmaya başladıklarım da olmaya başladı. Çekincelerle üye olabildiğim Matriks Foruma dokuz aya varan bir süre sonunda ve ürkek korkak yazdığım bir iki satır ile de kibar bir güzellikle, fırça yemiştim diyeyim de izleyiciliğimi anlayın.

Sonrasında gram kadar eziyet çekmeksizin aldığım ve yararlandıklarıma, ancak bir kuru teşekkür etmekle, kendimi sınırlamaya çalıştığımı hatırlıyorum. Sadece bilgi, araştırma, öğrenme için en baştan kendimi şartlarken, gözünü seveyim aman ha! Gibi uyarmaya ve bulaşma, bak ne kadar rahatsın, üzen yok üzülen yok, bak keyfine gibi frenlemeye çalıştığımı söyleyebilirim. Tabii ki çalışmak ile başarmanın ayrı ayrı şeyler olduğu da malumunuzdur.

Şimdi düşününce, adeta dokulara genlere yerleşen, o bitip tükenmeyen, uslanmayan zayıflığım, sinsi faaliyetlerini hiç çaktırmadan yürütüyormuş da haberim yokmuş. Bir karanlık içinde yazılarla verilen ve sunulanları alırken, ister istemez beğenip sevdiklerinize karşı oluşan müptelalık hali malumunuzdur. Eh! Müptelalıkta ise dur durak olmadığı da az çok bilinendir. Adım adım aramalarla yürek, akıl, kişilik gibi asıl kaynağa ulaşıyorsunuz. Bu son aşamanın güya benim kendime yasakladığım şeyler olması, kaderin bir cilvesi olsa gerek.

Hatırlayabildiğim küçüklüğümden bugüne kadar bir kavrama, belki de gereğinden fazla bir oranda değerler yükledim sanırım. Buradaki gereğinden denen ölçütün ne olduğunu da, henüz öğrenemediğimi söylemeliyim. En kusursuzunu, en mükemmelini aramak veya oluşturmakla çocukluğumu, gençliğimi geçirdiğim kavramın adı dosttur, dostluktur. Kırkları yarıladığım bugünlerde, yaşadığım ve yaşattığım yüzlerce diyebileceğim dost ya da dostluğum var desem yalan olur. Ama kısaca söylemem gerekir ise, yüreğimi güvenle, sevinçle ve gururla dolduran, çıkarsız, dürüstçe, inadına yiğit dost ve dostluklarımda az değildir desem kâfidir.

Bu kısmın itirafı ise; yaşadığımız, yaşatmaya debelendiğimiz dostluklarda ne kadar yoğun güzellikler ve sevinçler yaşadıysak, bir o kadar, belki de daha fazla, derin izler bırakan acılar yaşadığımız gerçeğidir. Allah için; Gerek ben, gerek dostlarım el birliği ederek, insan denen doğuştan kusurlu yaratığın, ne kadar benci, çiğ süt emmiş olduğunu tekrar takrar kanıtladık desem doğru olur. Bedelini çok ağır hasarlar ile atlattığımız ya da halen atlatamadıklarımız da olduğunu ekleyeyim.

Bu kısmı bir fıkra ile sonlandıralım dilerseniz.

Solomon’u arkadaşı Mişon’dan aldığı borcun günü yaklaştıkça bir sıkıntıdır basar. Günler geçip gittikçe Solomon yerinde duramaz adeta. Yemekten içmekten kesilir. Ahların ofların bini bir paradır.
Sayılı gün tez geçer misali Solomon son günde para bulamaz. Akşamında ise ertesi günü parayı veremeyecek olmanın sıkıntısı ile değil yemek yemek, uyku dahi girmez gözüne. Yatak odasında kederler içinde habire volta atar durur.
Karısı Rebeka yetti gari deyip, yataktan kalkar, gecenin yarısı açar telefonu, Mişon’u uykusundan uyandırır.

—Mişon! Sana kötü bir haberim var. Solomon yarın sana olan borcunu ödeyemeyecek. Der ve telefonu kapatınca eşine seslenir.
—Hadi gel yatalım. Bundan sonrasını birazda o düşünsün.

Dikkat etmiş iseniz, dost, dostluk, inziva derken epey bi sokuşturduğumuzu fark etmişsinizdir. Neden kısmını da, bu fıkra ile arz ettik İnşallah.

Kırkından sonra huy mu değişirmiş? Ne kadar zorlayıp sınırlasanız da; bir bakarsınız, acının pişirdiği, bilginin erdemine ulaşmış, asil, nezih, yiğit, çıkarsız, yürekler arayışı başlayıvermiş. O güzelim insanların taşıdığı cevherleri yakalayabilmek bir heyecanlı keşiftir. Elinizde büyüteç, satırların gerisini görebilmek için defalarca yazılanları okursunuz. Güncel hayattan farkı, zanlının süresi size bağlı olan bu aramadan haberi olmamasıdır. Bileni tek olan bu olayda, ispiyon ve müzevir gibi dertler de olmaz. Çabuk gelişen ve hızla akıp süren günlük ilişkilerdeki, sonradan hep yanıltan ilk edinimler sanalda yoktur denebilir. Bu yüzden, ifade araçları her ne kadar yetersiz olsa da, insanları tanımakta sanalın kendine özgü avantajları olduğunu da teslim etmemiz gerekir.

İşte bu ahval ve şerait içinde, beş yıla varan sanal seyyahlığımda çok asil, nezih insanlar tanıdım. Şimdi hatırladıkça içimi sevinçle dolduran çok güzel anılarım var. Yaşatmayı başarabildiğimiz ve göğsümü gururla dolduran dostluklarımızın yanında, içimizdeki çirkinliğin muzaffer olduğu, kırıp kaybettiklerimiz de az değildir. Kasıklarımız ağrırcasına güldüğümüz çok ise, şahitsiz gözyaşları döktüğümüz zamanlar da yok değil.

Ulan bi Arka BahÇe dedin iki sayfa okuttun! De hadi! Konuya gel dediğinizi duyar gibiyim. Sonuna kadar haklısınız. Ne yapayım ki, şu garip üç paragrafa üç kitap sığdırıp yazabilecek kadar yeterli ve yetenekli değil. Onun üstatlarına bilahare değineceğim. Ama buraya kadar okuma gafletine düşmüş iseniz, acık daha dişinizi sıkın lütfen.

Arka BahÇe’ye tiryakilik düzeyinde bağlanışım maalesef üzücü bir olayla; Kim bilir hangi yükler, zorlar ve hassaslıklarla üç vurgun yemiş, dördüncü vurgunda yüreği, artık yeter diyen bahçe sahibinin, son gelenle yedi sekiz saatlik bir randevu haberini duymamızla başlamıştır.

Ne oldu? gibi küçük meraklarla ucundan kıyısından okumalar sürerken;
Yılları bulan sanal sessizliğini adeta yırtıp, Arka BahÇe’ye geldiim, buradayım, sımsıcak sevgimle yanı başındayım deyiveren, vefa abidesi kocaman bir ana yüreği, sağ olsun ikinci şoku yaşatmıştır bize.

Yazdığı her cümle ders, yazdığı her paragraf kitap değeri taşıyan bu güzel yürek, dostluğun tarifini tam bir resitale dönüştürerek, en başta bana olmak üzere cümle âleme göstermiştir.

Vermekten, paylaşmaktan yorgun bu iki yüreği anlatmaya sayfalar yetmez inanın. Bunlar yetmezmiş gibi, üstüne sundukları ile bahçeye kokusu sinen bir asalet ve nezaket perisi Güzel Fiora’yı ekleyin sonra, Arka Bahçe’yi ikide bir neden ağlama duvarına çevirdiğimi az çok anlayacaksınız.

Dediğim gibi, bir keşiftir bu henüz başında olduğum. Bu güzel insanların nice güzelliklerini, saklı hüzünlerini keşfettikçe yazacağım bir yazının ilki olmak üzere şimdilik sonlandırayım dilerseniz.

Saygılarımla
alihoca

nomeames
08-01-2007, 14:06
Alıntı;

"Bu yil yapilacak genel secimlerde oy kullanma esnasinda TC Kimlik Numarasi baz alinacaktir. Muhtarliklarda 1 Mart 2007 tarihine kadar asili olan secmen listelerinde de TC Kimlik Numaralarinin yazili oldugu gorulmektedir (Muhtarliklarda secmen listesinde isminizin oldugunu mutlaka kontrol edin). Ancak, cok fazla aciklanmayan, hatta biraz da sumen alti edilmeye calisilan bir konu var. Nufus Kagitlarinda TC Kimlik Numaralari yazili olmayan secmenler secimlerde oy kullanamayacaklar !!! Elle yazilmis veya internetten cikti olarak alinmis TC Kimlik Numaralari oy verme esnasinda gecerli olmayacaktir. Ehliyet, pasaport gibi kimlik yerine gecen diger belegeler de oy verme islemlerinde kullanilamayacaklar.
TC Kimlik numaralari nufus kagitlarinda basili olmayanlarin yapacaklari sey, muhtarliklarindan "Nufus Kagidi Degisim" kagidi alarak, aldiklari kagitlarla bagli olduklari ilcenin "Nufus Mudurlugu"ne gitmeleri. Nufus Kagidi degisiminde cok fazla sira beklenmiyor.
Ulkenin gelecegine sahip cikin, oyunuzu mutlaka kullanin. "Bir oy neyi degistirecek" diye dusunmeyin. Evet, bir oy bir sey degistirmez ama sizin gibi dusunen 1000 kisinin oyu cok sey degistirir.
Lutfen bu bilgiyi tanidiklarinizla, yakinlarinizla paylasin."


Diyelim T.C Kimlik Aldık, KİME OY VERİCEZ? :confused:

Emin
09-01-2007, 19:37
Maziden Bir Yazı
...
Çocukluğumu, gençliğimi geçirdiğim kavramın adı dosttur, dostluktur.
...


Ali Hocam tarihe düşkünlüğüyle midir, nedir, gene geçmişten bir yazı ile çıkagelmiş. (Okunmamış her yazı yeni gelir bana, başlığı öyle yazmamış olsa anlamam imkânsız.)

Ben sanmıştım ki, bayram dönüşü Beyşehir’in et yemeklerinden herhangi birinin tarifini yazılarıyla soteleyip, bize tattıracak.

Hocamın Kırk Delikli Bulgur Pilavı yapabilen usta bir aşçı olması nedeniyle aklıma takılmış, şartlanmış olabilirim.

Her yazısını hazzetmemekle birlikte çok uzun zamanlardan beri fırsat buldukça okuduğum yazar Çetin Altan gibi.

“Not: 20 yıl önce yazılmış bir yazı...”

“Not: 23 yıl önce yazılmış bir yazı...”

“Not: 46 yıl önce yazılmış bir yazı...”

“Not: 52 yıl önce yazılmış bir yazı...”

Mesela dünkü yazısını 20 sene önce İzmir’deyken ve de bekârken okumuştum.

Umarım ve dilerim Hocamız da yazılarının altına, “30, 40, 50 sene önce Arka Bahçe’de yazılmış bir yazı” dipnotunu düşer.

Mazhi
10-01-2007, 20:06
Sukunetin ve olgunluğun faziletlerini öğrenmeye çalıştığım uzun bir aradan sonra tekrardan geliverdim.. Borsaya değil, sadece müdavimlik yapan yuvama.. Hepinize sevgiler, saygılar:friends:-

dohol
12-01-2007, 22:16
Yaşı yeterince olgun olanlar hatırlarlar
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, çok güzel bir ülkede mahalleler varmış.
Bu mahallelerin çocukları birbirlerini çok severlermiş.

Dışarıdan gelen parolalı bir ıslığa uçarak aşağı iner, beraber olacakları anları iple çekerlermis.
Kavga etseler de kin tutmaz, her gün yeniden dünyalar kurarlarmış.

Herkeste paylaşma duygusu, sevgi ve arkadaşlarını kollama duygusu yavaş yavaş gelişirmiş.
O zamanlar çocuklar okula servis ile değil, köşe başında buluşarak giderlermiş.

Onların yolunu gözlememiş evdeki bilgisayar, şehrin en iyi dersanesi, hazırlık kursları. Bilmezlermiş; hamburgeri, MTV'yi,Interneti, cep telefonunu, tetrisi, nintendoyu...
Bilirlermiş duvarların üzerinde sohbet etmeyi, hatıra defterleri doldurup sevgileri kesfetmeyi.

Bilirlermiş horoz şekercisini, elleri kirli macuncunun tornavida ile koyduğu rengarenk macunları.
Eve gitmeyi unutmayı, hava kararınca dayak yemeyi, sonra bir ıslıkla tekrar aşağıya kukalı saklambaca kaçmayı.

Bilirlermiş o hakkında türlü şeyler söylenen evdeki garip adamdan korkmayı, küsmeyi, ayni kıza asılmayı, torbalarla misket toplamayı, gıcır köstek ayırmayı, değiş tokuş, kaybedince kapısı, Teksas'ı, Tommiks'i, Konyakcı'nın dişlerini...

İc içe konan naylon topları, taştan kale direklerini. Üc korner bir penaltıyı.
Üzerine apartman yapılan top sahalarını, sonra o apartmana taşınan yeni dostları ve onları kapma yarışını....

Otobüsteki biletçinin lastik silgi sarılı kalemini, yoğurtçuyu, kalaycıyı, hallacı...
Evlerin arkasındaki odun kömur depolarını.
Yakar topun yakışını. Mantarlı gazoz kapaklarını, yaldız kazımayı.
Yandaki mahalle ile alınan kavgayı, her kavganın çıkardığı kahramanı-odleği.
Kan kardeşliğini, ip atlama, lastiğe basma, topaç virtiözlüğünü, çelik çomağı, kırılan camları, toplanan paralari...
Açık hava sinemalarını, frigo buzu...



Sonra zamanla bu güzel ülkede durumlar değişmeye başlamış.
Yaşlar ilerledikçe bu birliktelik, koruma kollama duyguları bu mahallenin çocuklarının başlarına çok işler açmis.
Daha sonra işsizlik, hayat pahalılığı, enflasyon, köşeyi dönme, adamını bulma, malı götürme falan derken, herkes yüzünde soluk bir bakış, içinde hayatın yenilgisi, çaresizlikleri, tatminsizlikleri ile başbaşa kalmiş.

Çocukları mı? Çocukları şimdi koca koca apartmanların arasında, nefes alınmaz bir havada, evlerinde, sanal bir dünyada, emniyet içinde ve yalnız yaşıyorlar.
Anneleri babaları onları çok seviyor.

Beta kapmasınlar diye kalabalık ortamlara hiç sokmuyor.
Hafta sonları hep beraber Karum ya da Galleria'dalar.
Okul servisleri çocukları neredeyse yataklarından alıyor.
Çocuklar trafik kaygısıyla, koşedeki markete dahi gönderilmiyor.
Babalar şirketlerin bilançolarını, çocuklar da dersane reytinglerini izliyorlar.

Hepsi birer test uzmanı, sayısal-sözel yuvarlanıp gidiyorlar.
Seksek oynamayı degil ama taban puanları çok iyi biliyorlar.
Hayata açılan pencereleri Windows 95, 98......
Onlar ekrana, ekran onlara bakıyor ve koca bir hayat dışarıda akıp gidiyor...
Ve şehrin dışında ağaclar; tırmanacak, salıncak kuracak, kalp kazıyacak mahalle çocuklarını bekliyor.
Paylaşmayan, yalnız, bencil, kafesler içinde, gürbüz, güvendeki çocukları...

Hiç sopa yememiş, ağaçtan düşmemiş, topu yandaki bahçeye kaçmamış, dizlerinde yara kabukları olmamış çocukların...

Edited by dentist
Yazı Can Yücel'den alıntıdır.

AnnE
12-01-2007, 22:42
Günaydın Ahali ;

Uyku tutmamış bir gecenin yarısında bahçeye uğrayınca Dohol Efendi'nin yeni çocukların kaybetiklerini anlatan yazısına denk geldim.
O günleri , o yokları , yaşamamış, bizim duygu tünellerimizden geçmemiş olmaları onların kayıpları mı ?

Yoksa biz kendi günlerimiz ve yoklarımızı yaşanılması gereken bir marifet olarak görmeyi mi tercih ediyoruz.

Yoksa bizim yoklarımızı onların varlarına karşı bir avantaj gibi göstermenin hırslı kıskançlığımı bizimki ?

Bazen açıkça, bazen içimizden keşke on yıl , yirmi yıl , 50 yıl ( abattım ) sonra gelseydik demenin çaresizliği mi kendi yoklarımızı bir halt sanmak ?

Bizim zamanımızda , bizim büyüklerimiz ''bizim zamanımızda'' diye söze başlayınca neremizle dinleyip ne kaybettiğimizi algılayabiliyor muyduk yoksa, siz geç gelerek neleri kaybettiğinizin farkında mısınız diye mi düşünüyorduk ?

Hatırlayabiliyor muyuz ?

Yoksa hafizamızda mı köhneleşti , işimize mi öyle geliyor ?

Bilmem hangi yıl doğmak en iyisiydi ?

Elimde miydi ?

Hayır...

Eee ?

alihoca
13-01-2007, 01:34
Sn Dohol;

Şimdi diyorsun ki,

Foruma bi yazı geçtik başımıza gelene bak!

Oysa;

Benzer konuları bu başlıkta işlemiş olan ben olsaydım da hatta foruma geçtiğin yazınının asıl sahibi olan Can YÜCEL olsaydı da aynı fırçayı yerdi inan ki.

flz
16-01-2007, 08:09
Bir süredir misafir olarak dolaştığım ARKABAHÇE'ye ve dostlarına;

okumaktan keyif aldığım yazılarınız için,
bilgiyi paylaşmakta gösterdiğiniz özen için,
sunum şeklinizdeki sevgi, saygı ve şıklık için,
şu anda toparlayıp yazamadığım tüm güzellikleriniz ve emekleriniz için...

teşekkür etmek istedim.

Uzaktan yakından hiçbir şekilde ilgimin ve duygusal herhangi bir bağımın olmadığı, borsa; olmazsa olmaz...diyorsanız...ŞAYET...

Beyin kıvrımlarımı zorlayan, emek verilmiş yazılarınızı; kimi zaman kafam karışarak, kimi zaman dertlenerek, kimi zaman çileden çıkarak, çoğu zaman huzur içinde ve kesinlikle keyifle....beş duyuya sığmayan sevgi eşliğinde...misafir değilde, misafir üye konumunda okumaya devam ederim.

Yaniiiiiiiii....kapıdan kovsanız bacadan girerim....

Hepinize bol kazançlı günler...
Sevgiler, saygılar....

Not:

"Beyin kıvrımlarımı zorlayan, emek verilmiş yazılarınızı; kimi zaman kafam karışarak, kimi zaman dertlenerek, kimi zaman çileden çıkarak, çoğu zaman huzur içinde ve kesinlikle keyifle....beş duyuya sığmayan sevgi eşliğinde.."

yukarıda yazılmış cümlenin kelimeleri bana ait değildir...Sn.AnnE ve Sn.Master a ait yazılardan alıntıdır.

AnnE
16-01-2007, 19:01
İlahi Ali Hocam ;

Şeedsem fırça attı diyorsun.

Buralardaki bir gecenin fazla bir yarısı, Dohol'un yazdığı ya da alıntıladığı bir yazının , yaşımı kabullenmenin ve yenileri kıskanmaktan kaynaklanan bizim zamanımızda diye başlamaya pes etmişliğin verdiği keyifli bir duylusalığın ifadesi olsun diye önüne-ardına bakmadan yazmaya gayret ettiğim bir paragraf bozmasından çıkardığın ''fırça'' manası yetmezmiş gibi, bundan sanırım oniki-onüç sene önce bir Heybeliada akşamüstünde aynı ''kaavenin'' bahçesinde hemde aynı masada çay içip sohbetini dinlediğim yetmezmiş gibi benim de ikibuçuk lafımızı dinlemeye tenezzül etmiş olan ışıklarla yatasıca Can Baba'yı sokuşturman sanma ki beni ürküttü. ( vallahi noktayı koydum cümleye. )

Senin gibi okuduğunu sindirebilen ve anladığından fikir üreterek yazabilen bir Hoca'nın yazdığı cümle içinde, Can Babayla aynı cümlenin öznesinde anılmış olmak senin o gereksiz övücülüğünün okşayarak batıran abartılı nezaketi olarak algılanmıştır bendenizce.

Sanma ki bana lafı soktun...

alihoca
16-01-2007, 21:35
Aslında,

Sn Sevgili Dent'in editi öncesinde;

Sn Dohol'ün yazısına Sn Can YÜCEL'in alıntısı olduğunu belirtmesine dair bir küçük uyarıcık ve Sn Dohol'ün yazısı sonrası gelen mesajın yanlış anlaşılabilerek olası bir kırgınlığa karşı aklımca, yumaşatmaya çalışayım demiştim güya...

Her daim olduğu gibi becerememişim demek ki.

En iyisi özür dilemek.

dentist
17-01-2007, 17:15
Hep söylemişimdir yazı yazmak bir yetenek işi olsa gerek , ben çok uğraşırım ama düşündüklerimi yazıya kolay kolay aktaramam. Aşağıda anlattığım olayı sadece sizlerle paylaşabilmek amacıyla yazıya aktarıyorum dolayısıyla imla ,yazım ve ifade hatalarımı Arka bahçe dostları hoşgörür umarım.

Malumunuz üzere çocuğunuz varsa çocuğunuzla beraber okula başlarsınız, yıllar sonra onunla beraber ders yapar onun arkadaşları ile arkadaş olursunuz ve onu arkadaşlarının velileri ile dost olursunuz.

Bizimde öyle oldu bir çok aile ile tanıştık, haliyle onlarca hayat hikayesi karşımıza çıktı. Ben onlardan birini paylaşacağım sizlerle .

İlk başlarda devamlı kızının peşinde koşan elinde havlu ile kızının terledikçe tenefüslerde sırtını silen bir anne olarak gözüme çarpmıştı, kızı da ona çok düşkündü gördüğüm kadarı ile , daha sonraları küçük kızın babası ile de tanıştım o da gayet mülayim bir insana benziyordu. Daha sonraları annenin giderek kızının ziyaretlerini azaltması dikkatimi çekti. Diğer velilere sordum ‘‘neden böyle’’ diye , ‘‘ kızını hazırlıyor’’ dediler , ‘‘neye hazırlıyor’’ dedim ve annenin kanser olduğunu öğrendim , kızının öz bakım becerilerini tamamen kazanması için ve kendinden sonrası için onun mümkün olduğunca hazır olması için çalışıyordu. Gerçekten çok üzüldüm ,ama annenin durumuna mı üzüldüm küçük kızın ileride yaşayacaklarına mı üzüldüm bilemiyorum o an.

Aradan günler geçti anneyi hemen hemen hiç görmüyordum artık okulda . O gün okula gittiğimde diğer velilerden annenin kanserin bir etkisi sonucu bir kalp sorunu yaşadığını ve bir süredir bir kalp hastanesinde yoğun bakımda olduğunu söylediler. Sınıfa gittim öğretmeni beklemeye başladım konuşmam gereken şeyler vardı öğretmenimizle.


Koca sınıfta koşuşturup dururken çocuklar, orta sıranın ortalarında o kızı gördüm ağlamaklı bir şekilde oturuyordu. Sanki bir yerleri acımıştı , yüzü kızarmıştı , hani derler ya dokunsanız ağlayacak işte o şekilde oturuyordu. Önce yanına gidip konuşup sormak istedim 9 yaşındaki kıza kızım neyin var diye ama sonra vazgeçtim ne de olsa küçük çocuklar olsa olsa birbirleriyle kavga etmişlerdir dedim , en azından onun için ağlamaklı olmasını umdum. Annen nasıl diye sorabildim korkarak, ‘‘bugün yoğun bakımdan çıktı d blok 2.kat 205 no lu odada’’ dedi hızla.

O sırada orta yaşlardaki bayan öğretmen sınıfa girdi ayağa kalktılar hep beraber çocuklar ‘‘ oturun’’ dedi ,önce önlüğünü giydi masasına geldi oturdu.

Çocuklar masasını hazırlamışlardı , ağlamaklı kız onunda gözüne takıldı , ‘‘ne oldu kızım gel yanıma bakayım’’ dedi. Yanına geldi öğretmenin küçük kız, ‘’öğretmenim’’ dedi ‘’Ahmet bana vurdu çok canım yandı ben ona bir şey yapmadım o geldi bana vurdu’’dedi. Hala ağlamaklıydı .Bunları söylerken yüzünde garip bir ifade vardı belli ki başka bir şeyler vardı . Biraz daha durdu ve ağlamaya başladı öğretmenine sarılarak Ahmet falan bahaneydi.
Annemi özledim öğretmenim onu çok özledim dedi ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Sarıldı öğretmeni ona ‘’bizde seni çok seviyoruz yavrum annen iyileşecek korkma’’ dedi. O sırada bana baktı , öğretmen hanımın gözlerinde çocuğun annesinin iyileşmeyecek olduğunu bilmenin hüznü vardı. Bir tabir vardır dağılmak diye pek kullanmam ama işte ben o an dağıldım elim ayağıma karıştı, işimi bitirip sınıftan çıktığımda hala o küçük kızın sözleri kulaklarımdaydı.…….. Annemi özledim öğretmenim, onu çok özledim.

AnnE
19-01-2007, 22:46
Bu sabah , Ümmuhalq Hüzn günü sebebiyle , 20 Yanvar 1992 şehitlerini anmak içün Şehitler Hiyabanı ve Fahri Hıyabanı ziyaret ederek , ilgili protokalle beraber çiçeklerimizi sunduk.

Fahri Hıyaban , seksen yıldır ülkenin büyük ölülerinin gömüldüğü, bir heykel sergisi adeta.Bir mezarlıkta bu kadar huzur duyabileceğim aklıma gelmezdi.Ve tam çıkarken , sağ yanımda , la minörden bir aryanın alt seslerinin zorluğunu estetik bir figürle aşmak için iki elini zarifçe yana açarak ciğerlerine kuvvet veren orta altında boylu bir adamın yine sol bacağını, Zeki Müren'in film afişlerini hatırlatan bir edayla ön sola çıkarmış heykeli ile gözgöze geliverdim.

Gözgöze geliverdim ; zira geldiğim günlerden beri aradığım kaset veya CD lerini bulmak için gösterdiğim gülünesi çabayı şimdi anlatmayacağım.İşin garibi, doğru dürüst bir bağlantım olduğundan beri de bulduğum MP3 lerinden başka birşey çalmıyor bu makinada.

Akşamın geç vakti işler bitince gittim ve soluğu mezarlığın kapısında aldım.Kapıda tuhaf bakan bekçiyi buraların adetlerine göre '' ikna '' ettikten sonra hemen kapının yanıbaşındaki Reshid'in ayaklarının dibine oturdum.Boş boş oturdum uzun uzun. Boşboş mu ? Belki de buralara geldiğimden beri en dolu oturmamdı, en tatminkar zaman harcamamdı.

Orada duymadan duydum ; '' girdim yarin bağçasına '' , ''bahar sensiz '' , hele ki '' alağgöz'' geçti kulaklarımdan sessiz.

Topladım izmaritlerimi yerden ;çektim gittim...

Çektim gittim , Ermeni komutan tarafından yönlendirildiği söylenen Sovyet Alfa Timlerinin tankları altında ezilmiş 200 Azeri'nin yas gününde , Musiki eğitimini Ermenistan'da almış bir Azeri halq ve Dövlet Sanatçısının muhteşem kabri başından , bir Ermeni Hemşehrimin aptalca ve zalimce ve hayvanca öldürüldüğünü duymuş olmanın can sıkıntısı ile. İlkokul arkadaşım Mina'nın , bir tombalak asteğmen olarak tanıdığım neşeli Arman'ın , Kumkapılı olağanüstü ortopedist Varujan Bey'in şimdi nerelerde olduğunu hiç düşünmemeye çalışarak.

Bilmem hiç düşünemesem mi ?


Girdim yarin Bahçasına çiçekler açmış
O yar menim üreğime yaralar saçmış

Gel gel gel ceyranım gel
Sevirem seni
Eger qısmatın olarsan alaram seni.

Girdim yarın deryasına gemim dolmadı.
Genç yaşımda bir yar sevdim
Menim olmadı.

Gel gel gel ceryanım gel
Sevirem seni.
Eger qısmatim olarsan alaram seni...
Eger qısmetim olarsan alaram seni.

Alaram seni.

NOT 1 : Çektiğim resmi gönderemiyorum.Bulutut balgılımı bulamadım

Not 2 : http://www.mp3-az.com/ru/index.php?mode=artist&id=Reshid%20Behbudov

NOT 3 : Reşid Behbudov,(1915-1989) Azerbaycanlı meşhur müğenni. 1915-ci il dekabrın 14-de Tiflisde doğulub. Uşaq yaşlarından mekteb xorunda oxuyub. 1933-cü ilde Demiryolu Texnikumuna daxil olub. Tehsili dövründe talebe özfealiyyet orkestrinde çalışıb. Herbi xidmeti zamanı ordu ansamblının solisti olub. asgeri xidmetden sonra Tiflis estrada qruplarından birinde solistlik edib ve tezlikle bestekar A.Eyvazyanın rehberlik etdiyi Ermenistan Dövlet Caz orkestrinde solistliye başlayıb. 1930-cu illerde Ermenistan Dövlet Opera ve Balet Teatrında klassik operaların xor sahnelerinde solo oxuyub. İlk defa 1939-cu ilde hemin teatrın truppasında Moskvada Ermenistan İncesanati günlerinde iştirak edib. 1942-ci ilde kollektivle birge Krım cebhesine gedib. 1943-cü ilin sonunda Bakı kinostudiyasında Üzeyir Hacıbeyovun “Arşın mal alan” eserinde baş rola devet alıb. 1945-ci ilde film efire çıxıb. 1949-cu ilde Budapeştde Genclerin ve telebelerin Ümumdünya festivalında çıxış edib. SSRİ xalq artisti, Sosialist emeyi qahramanı, Dövlet mükafatı laureatı, Lenin ordeni sahibidir. 1989-cu il İyunun 9-da vefat edib.

AnnE
22-01-2007, 19:54
Buralara , daha doğrusu buraların o meşhur ve duyduğumuzda tüylerimizi ürperten ,o atalarımızın efsanelerindeki , ama o efsanelerdeki insanları göremediğim ve aslında bende hiç mi hiç hayal kırıklığı yaratmayan ve aslında yuh be bu kadarmıymış yani dedirten ve aslında tarih boyunca ender olarak oluşturmaya çalıştıkları kültürlerden sıklıkla vazgeçmek zorunda kaldıklarından ya da aslında öylesi kolaylarına geldiğinden dolayı göremediğim, genetik şifreleri kaymış insanların eteklerinde yaşadığı dağların dibine ilk geldiğim günlerde kulağıma bildik nameleri buraların diliyle söyleyen hoş bir ses ilişmişti.


Sordum soruşturdum Behbudov dediler. Haa dedim şu rahmetlinin bir kasetini ya da cd sini bulayım.Dediler dalga mı geçiyorsun buralarda bulamazsın. İnanmadım gittim dükkanlara. Haklıydılar , Mahsun , Serdan, Kenan kasetleri arasında Behbudov yoktu. Zaten yakışmazdı da o raflara. O günlerde ve oralarda bağlantı da mümkünsüz olduğu için sadece bir yerlerden bulduğum yarım yamalak ''girdim yarin Bağçasına '' ile idare ettim.

Neyse muhterem ahali ; o dağlardan şehre indikten sonra ilk işim Behbudov CD si aramak oldu , kötü bir kopya buldum.

Bir müddet sonra , memlekete kısa bir seyahat yapacağım günün akşam üstü, çıktım, eşe dosta en iyi hediye olacağını düşündüğüm orijinal Behbudov CD leri aramaya başladım.Girdiğim birçok dükkanda ecnebi dinozor muamelesi gördüğüm yetmezmiş gibi , boşver sen onu sana porno CD verelim şeklinde tekliflerle de karşılaştım.

Ve ;

ve sonunda bir dükkanda buldum ; hemde resmi eski kayıtlardan, arşiv kayıtlarından derlenmiş hem de Behbudov fonunun bastığı ,hem de iki CD lik paketler.Dedim kaç tane var , dediler dört , dedim ver hepsini , verdiler.

İkili paketlerde dört tane , toplam sekiz cd. Dedim kaça dediler şu kadar , dedim pazarlık , dediler yok. Ama dediler on CD alana bir CD bedava.Peki dedim , raftan iki tane pop CD si aldım. Dedim ver şimdi bir tane bedava. Dediler yok , on olmadı , altı oldu.Dedim iki çarpı dört artı iki eşittir on. Dediler o ikiler paket olduğu için bir sayılır on etmez altı olur. Dedim zaten en pahalı CDleri almışım , normallerinden alsam daha az para verip bir tane de bedava verecektiniz. Dediler dedik , çaldılar düdük.

Ve ;

Ve dedim HADE LAN ! , hiçbirini almadan çıkıp gittim dükkandan.Daha ilk adımı attığımda, ulan dedim kendi kendime , sen Behbudav aramıyor muydun , dedim evet ; dedim herif ona bir bedava demeseydi sekiz CD yi alıp çıkmayacakmıydın , dedim He ; dedim o ikisi parayla , biri bedava CD yi alsaydın hiç dinleyecekmiydin , dedim Yoo , dedim eee ? , dedim ... .

Memlekete gittiğimde eski psikiatrıma telefon açıp anlattım , sordum bu ne ?
Dedi Anne , bunun bizim meslekte bile adı yok.


Bilmem başka bir tıp dalında ilacım var mı ?


NOT : Behbudov CD si getiremediğim dostlara Russky Standart arak takdim edilmiştir.

TheSecret
22-01-2007, 22:33
NOT : Behbudov CD si getiremediğim dostlara Russky Standart arak takdim edilmiştir.

Sevgili ve çok kıymetli AnnE'miz,

Gittiğiniz yerden içki getirmek adet ise lütfen Avustralya'ya gitmeyiniz :p

Gidipte bulamamak var maazallah :D

Not: bir halt edip AnnE'ye yazma kabahati mi arzusu mu nedir bilmiyorum yazdım gitti. Bilmem beni kim kurtaracak?

AnnE
24-01-2007, 21:23
Muhterem İrinaanım ;

Bir iki aya kadar sizin de bizim memleketi terkedip özyurdunuza döneceğiniz şeklinde söyletiler var.

Hani noolur , noolmaz , memleketinize giderken buralara yolunuz düşebilir diyerekten bazı tedbirler almaya başladım.

İçiniz rahat etsin , siz gelene kadar hepsi uygulamaya geçmiş olacaktır.

Bilmem biraz daha mı meşgul etseydim.

311

Buddha
24-01-2007, 21:49
Muhterem İrinaanım ;

Bir iki aya kadar sizin de bizim memleketi terkedip özyurdunuza döneceğiniz şeklinde söyletiler var.

Hani noolur , noolmaz , memleketinize giderken buralara yolunuz düşebilir diyerekten bazı tedbirler almaya başladım.

İçiniz rahat etsin , siz gelene kadar hepsi uygulamaya geçmiş olacaktır.

Bilmem biraz daha mı meşgul etseydim.

KONU İLE İLGİLİ İLK AÇIKLAMA GELDİ BİLE...

Başbakan: En kutlu iş kadını annedir
Başbakan Erdoğan, evladını büyüten annenin de bir iş kadını olduğunu belirterek, ''Bana göre en kutlu iş kadını odur. Onun eli öpülür, onun ayaklarının altı öpülür'' dedi
24 Ocak 2007 22:25

TheSecret
24-01-2007, 22:04
Muhterem AnnE,

İrinaanımefendi Yılbaşı ertesi kendi ülkesine gidecekti. Bizi kandırıp Azerbaycan'a mı kaçtı yoksa :kafasız:

AnnE
05-02-2007, 21:33
Muhterem Ahali ;

Bir zamanlar katıldığım, ortayaş üstü insanlara verilen ve katılanların hiç de sallamadığı bir '' eğitimde '' sinerji üzerine inciler döktüren eğitim verici , asinerjik insanlardan bahsetmişti.Bu eğitim vericilerin , normal hayatımızdaki Hocalarımızla pek bir ( ne pek biri, HİÇ ) alakası yoktur. Eşşek yüküyle parayı alır , bırak hayatta uygulamayı ;akılda bile kalmayacak ama içinde oynattıkları matrak oyunlarla iş saatlerinde eğlenceli vakit geçirecek kaçamak ( dersin boş geçmesi gibi ) saatler yaratmaktır tek faydaları.

Şimdi nedense aklıma gelmiş olan bu asinerjik insan tanımını neden kendimle özleştirdiğim detayına girmeyeceğim. Bilmeyenler gugılda arayıp bulur ne mene insanlarmış bu asinerjik insanlar.Ama bir örneğini hiç de yaşamak istemediğim bir yerde , bahçede yaşayınca asinerjiklik sıkıntımı , şöyle adam gibi bir özür dileyip rahatlamak geldi içimden.

Özeti şudur ki ; papuçlarımızı bağlamayı beceremediğimiz zamanlarımızda , annelerimizin her zaman yaptığı , babalarımızın pek yapmadığı bir şeyi, kendisinin anne ya da baba olmasının hiç önemi olmadığı bir şekilde eğilerek, o çözülmüş papuçları okulun kapısında bağlamış olan insanlardan birini , ve de benim için nedenini pek tarif edemediğim şekilde önemli birini incitmiş olduğumu geç farketmiş olmam benim sadece ayıbımdır.


Bilmem rahatlayabilecek miyim ?

alihoca
05-02-2007, 22:45
Sevgili AnnE’m;

Baki kalmasını dilediğim bu kubbede bir hoş seda yaratabilmek adına bir şeyler karalamaya çalışırken, bir mesajımla; çook sevdiğim Seni, kırdığımı, kızdırdığımı görünce bir an için değil yazmak, konuşmak bile anlamını yitirdi desem yeridir.

Diyeceğim; özür gerektiren hiçbir şey olmadığı gibi, Seni üzüp kırmamış olmak bana yeterde artar bile.

Sağlıcakla ve mutlu kalman dileği ile

dentist
05-02-2007, 22:56
Ah be hocam günlerdir senin yazılarını okuyacağız diye beklerken ufacık bir yazıyla bizi avutabileceğinimi sandın , yok yok ben bu yazıyı saymam valla , o güzel yazılarını hepimiz dört gözle bekliyoruz .

Kal sağlıcakla.

Ramo
05-02-2007, 23:28
Biz şöyle biliyoruz.sevgili ali Hocam anacağının elini öpüp hayır dualarını almaya böreklerini yemeye gitti.Malum ara tatil.Gelirkende arka bahçe sakinlerine de hayır duaları çıkınında da ana eliyle sıcacık börekler getirecek afiyetle yiyeceğiz.

meraklı
09-02-2007, 18:57
Sizleri izlerken, aslında pek de haddim olmayarak bir yerlerden duyduğumu paylaşmak istedim.

Burası gerçekten özel, Sayın AnnE'nin de uzunca bir cümle içersinde belirttiği gibi- hernekadar ben şahsım için öğrenmeye açık olsam da - zıt fikir sahiplerinin tatlı tezatlıklarının paylaşıldığı burada benim gibi tecrübesiz bir yeni yetmenin ne derece anlatımı size keyifli gelir bilmiyorum.

Ha bi de konuyla ne ilgisi var, damdan mı düştü de diyebilirsiniz:p

Zamanın birinde Bursa da bir geyikli baba varmış. zaman olmuş ki hayatın gerceklerinden sıyrılıp kendini dağlara vurmuş. Uzun vakitler sonra insanlardan uzak yaşamanın da getirisiyle hayvanlarla anlaşmaya başlamış. Fakat bu arada köyde de bir ayakkabıcı varmış. Bizim Geyikli Baba dağlarda ormanlarda arkasında geyikler dolaşıp yaşarken, ayakkabıcı ustası da örsünün üzerinde takara tukara ayakkabı yaparmış...

Gün gelmiş ayakkabıcı Geyikli babayı ziyaret etmiş mağarasında. Tüm dünya nimetlerinden elini eteğini çekmiş baba'ya pek bir hayranmış bizim ayakkabıcı. Bu ziyaretler üç beş derken çoğalmış ve bir gün ısrar etmiş ki " Ey şeyhim bir gün de beni ziyaret et ki, maneviyatım dolsun, ruhum aydınlansın. Bana dünya nimetlerinden sıyrılmanın yolunu göster." Bunun üzerine bir gün Geyikli baba dayanamaz ve dişi geyiklerinden birinin sütünü sağıp bir beze doldurur ve düşer yola. Araya sora ayakkabıcıyı bulur. Dükkandan içeri girdiğinde ayakkabıcı yine takara tukara çalışmakta , müşterisi hanım da karsısında oturmakta. Müşteri hanıma ayakkabıyı giydirip provasını yaparken hanımın etekleri sıyrılır. Akça pakça bacakları görünür. ancak ayakkabıcının bunu farkedecek hali yoktur, ayakkabının kenarıydı dikişiydi bakmaktadır. fakat Geyikli baba nın gözü kayar bu görüntüye ve o anda bezdeki süt yere damlamaya başlar...

Hemen eteklerini toplayıp asasına dayanarak oturduğu yerden fırlar. Ayakkabıcı şaşırmıştır. Sohbet beklerken şeyhinin gidiyor olması onu kırmıştır. "Sen ki benden ziyade ermiş, dünya nimetlerini çoktan kenara itmişin, senin benden değil ama benim senden alacak çok feyzim olacak" der ve yine kendini dağlara vurur.



:rolleyes: teşekkür ederim

AnnE
09-02-2007, 20:18
Muhterem Meraklı ve diğer meraklılar ;

Bu mesellerinden bir mesel anlatığınız Geyikli Baba rahmetli , aslında sizin anlatığınızdan da enteresan bir zat-ı muhterem imiş.

Binüçyüzlü yılların başlarında , bir ayakkabı mağazasında bir hanımın ''akça-pakça'' bacaklarını görmenin ne kadar mümkün olduğunu bilecek tarih sosyolojisine vakıf olamamamla beraber , bugünün Bursasında bunun hiç de mümkün olamayacağının bilincinde olmam benim tarih bilincine vakıf bir insan evladı olmam neticesini çıkartmayacağı gibi , Geyikli Baba'nın bir alevi-bektaşi babası olaraktan Bursa'yı fetheden bir Sünni Beyi olan Orhan Bey'e kendi müridleri ile epeyce kıyak yapmış birisi olması , bence Bursa'nın shoe-store lerinde kazaylada olsa görülebilecek ''akça-pakça'' baldır-bacak paradoxunu fazla kafaya takmayı gerektirmez.

Bu Geyikli Baba denen abimiz , Orhan Bey'e koltuk çıkıp Bursa'nın fethini çabuklaştırınca , Orhan'da Geyikli Babamıza , iki yük arak ve iki yük şarap göndermiştir. ki Orhan bu arada bir yandan da Bursa'daki ilk Camii inşa ettirmekte imiş.

Geyikli Baba da Bursa'nın fethine katılmış, çatal boynuzlu, heybetli mi heybetli bir geyiğin üzerinde surlara saldırıp 60 okka çeken kılıcıyla düşmanın yüreğine korku salan bir Rum abdalı.
Hacı Bektaş Veli gibi güvercin donunda, barışın simgesi olarak gelmemiş Anadolu'ya. Horasan'ın Hoy kentinden kalkıp göç eyledikten sonra Balım Sultan'ın meclisinde bulunmuş, derken geyikleriyle Bursa surlarının önünde görünmüş. O savaşçı bir derviş, Yunus-u biçare gibi "miskin" değil.

Bir de, yine ondan söz eden en eski kaynak "Tevârih-i Al-i Osman"a bakılırsa, Orhan Gazi'nin davetine icabet etmeyip kendisini bizzat ayağına dek getirterek "Şu karşuda duran depecükten berü yercügez dervişlerin avlusu olsun" deyip de padişahtan Keşiş Dağı'nın İnegöl tarafında bir tekke yaptırmasını istemiş.
75 yaşında Hakk'a yürüyen Geyikli Baba'nın Bursa tarihiyle özdeşleşen, kentin fethedildiği 1326'dan bu yana 680 yaşına basan bir de çınarı var ki, anlatmadan olmaz.
Bir gün Orhan Gazi'nin huzuruna çıkmadan önce bir kavağı (Türkmen geleneğinde çınar ağacına kavak denirdi!) sökerek sırtlıyor, getirip sarayın bahçesine dikiyor.
Bugün Orhan Gazi'nin sarayından hiçbir iz kalmamış Bursa'da, oysa Geyikli Baba'nın diktiği çınar hâlâ ayakta. Kentin en eski doğal anıtı olarak korunmayı bekliyor.


Hasıl-ı kelam Muhterem Meraklı ve cümle diğer meraklılar ; Geyikli Baba geyiğine girdik mi ilk canımızı sıkacak mevzu , binüçyüzlü yıllarda kolkola yaşayan,savaşan,içen,cami diken alevi ve sünni toplumu , İkinci Mehmet'in kazayla padişah olan oğlu Yobaz Bayazıt'tan itibaren bu kardeşlik yerine sunniliği yüceltmeye başlamış ve Sultan Selim ile pohunu çıkarmış olsa da , bugün, ''altkimliklerin'' aşağılandığı bir toplum haline gelmemizin sebeplerini aramaya girdik mi bizi buradan Geyikli Baba'nın geyikleri bile çıkaramaz.





(Arada Nedim Gürsel'den kopi-peystler vardır.)

bikmisbroker
10-02-2007, 14:16
.....................
bugün, ''altkimliklerin'' aşağılandığı bir toplum haline gelmemizin sebeplerini aramaya girdik mi bizi buradan Geyikli Baba'nın geyikleri bile çıkaramaz.
.................................

Sevgili merakli,
Kalktin bir "Geyikli Baba" hikayesi yazdin buraya, biz de o dönemdeki ayakkabici dükkanlari ve hele hele o yillardaki "kaza ile de olsa" görülebilecek Akca-Pakca baldir, bacak kompozisyonu ihtimallerini düsünürkenE, Sevgili AnnE mizin suNturlu aciklamalari ile "günümüz gerceklerine" Cebren ve şerhen döndürülmüş bulunmaktayiz.

Bilahere, bidayetteki bu tarz hikayeleri yazman konusunda cesaretinin kirlmadigi ümidi ile,

Bilmem geyikledim mi??

Buddha
12-02-2007, 20:32
Gurme restoranında kişi başı mönü: 29 bin dolar

Tayland’ın başkenti Bangkok’ta dünyanın dört bir köşesinden gelecek gurmeler, yarın buluşacakları özel bir fiks mönü akşam yemeğine kişi başı 29 bin dolar (40 bin YTL) ödeyecek.

Türkiye’de de faaliyet gösteren "Mezzaluna" lokantalar zinciri tarafından Bangkok’un en lüks otellerinden birinde düzenlenecek ve katılımın 40 kişiyle sınırlı olacağı gala yemeğinde boş yer bulunmuyor. Zengin gurmeler, Michelin rehberinde 3 yıldız sahibi 6 ünlü Avrupalı aşçı tarafından hazırlanacak olan 11 ayrı yemeği, "1955 Chateau Latour" ve "1967 Chateau d’Yquem" gibi çok değerli şaraplarla tadacak.

Yemekler arasında kaz ciğeri, dünyanın en pahalı sığır etinden yapılan Kobe bifteği, Beluga havyarı ve siyah trüf mantarı bulunduğu belirtildi. Yemekten elde edilecek gelirin bir kısmı "Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü" ile Tayland Kralı tarafından kurulan "Chaipattana Vakfı"na aktarılacak.

Buddha
12-02-2007, 20:48
İşte 29 bin dolarlık mönü
Avrupalı ünlü şeflerin hazırladığı 10 çeşit yemeği yiyen milyonerlerin kimliği belli değil.

Yemeği hazırlayan şeflerin dördü Fransız. Yemekler en ince ayrıntılarına kadar belli. Şeflerin isimleri de öyle. Ancak Tayland’ın başkenti Bangkok’taki lüks Lebua Oteli’nde önceki gün, smokin ve tuvaletlerini giyip ayaklarına gül yapraklarının döküldüğü sofralara oturarak, 10 çeşit yemeği yiyen milyonerlerin kimliği gizli tutuluyor

Dördü Fransız, biri Alman, diğeri İtalyan olmak üzere üç Michelin yıldızına sahip altı ünlü şefin, beluga havyarından Kudüs enginarına en nadide yiyecekleri bir araya getirerek hazırlayıp her tabağı ayrı bir seçkin şarap eşliğinde sunduğu ekstra lüks mönüyle tam 40 kişiye muhteşem bir ziyafet çekildi. Ancak otelin 65. katındaki Mezzaluna lokantasında adam başı 29 bin dolar ödeyen konukların kimlikleri gizli tutuldu. Yemeği organize eden Lebua Oteli müdürü Deepak Ohri’nin verdiği bilgiye göre, konuklar arasında Fortune 500 listesindeki bazı şirketlerin CEO’ları, Macau’dan bir kumarhane patronu, Tayvanlı bir otel sahibi gibi kişiler vardı. Yemeğe katılanların 15’i davetliydi, geri kalan 25 kişi para ödedi. Güvenlik nedeniyle rezervasyonunu iptal eden 10 Japon’un yerine bazı "şanslı" kişiler yemeğe davet edilmişti. Bu şanslı kişilerden biri de "Elite Traveler" adlı lüks seyahat dergisinin yayın yönetmeni olan Amerikalı Douglas Gollan’dı.

ABD, Avrupa, Asya ve Ortadoğu’dan gelip adı gizli tutulan konukların dışında, Malezya’da yaşayan zengin bir Kamboçyalı olan Sophiane Foster de yemekteydi. Foster, sekizinci tabak olan "Perigord mantarlı güvercin"de tıkandığını ve yemeği bitiremediğini söylüyordu. "Kazciğeri ezmeli krem brule" dahil iki ayrı tabağa imza atan Paris’teki Taillevent lokantasının şefi Alain Soliveres, 29 bin dolarlık geceyi "Olay bütünüyle gerçeküstü" diye tanımlıyordu. Tayland’ın turizm tanıtımına katkıda bulunmak üzere hazırlanan yemekten elde edilen gelirin büyük bölümü Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü ile Tayland’daki yerel bir kalkındırma örgütüne verilecek.

İşte mönü

Üç Michelin yıldızlı şefler beluga havyarından, Perigord mantarı, Kobe bifteği ve Belon istridyelerine kadar geniş bir yelpazedeki malzemeyi alarak son derece sofistike bir füzyon oluşturdular. Mesela tabaklardan biri "Imperial beluga havyarı ve Belon istridyesi ile sunulan Kobe bifteği tartarı"ydı. Şefler, malzemeyi en taze ve kaliteli olduğu yerlerden getirttiler; Fransa’dan kara truf mantarı, kazciğeri ezmesi, istridye ve Bröton ıstakozu, İsviçre’den havyar, İtalya’dan beyaz mantar, Kudüs’ten enginar.

Şaraplar: 10 tabakla sunulan şarapların maliyeti 200 bin doları buluyordu. Bunlar arasında 1985 Romanee Conti, 1959 Chateau Mouton Rothschild, 1967 Chateau y Quem, 1961 Chateau Palmer, 1955 Chateau Latour bulunuyordu.

AnnE
13-02-2007, 20:17
- Bu mönü ile alakalı sosyal mesaj içeren bişi yazarsam nah şöyle olayım.
-Nasıl mı şöyle ?
- Aha da böyle...
-Hah tamam tam öyle...

AnnE
13-02-2007, 21:02
Yok Ahali yok ;

Getirdiler gaza yazamadan uyku yok...

Herifler birmilyonyüzaltmışbinamerşkandoları'nı basmışlar, yemeğe gitmişler.
Hasılattan da Sınır Tanımayan Doktorlar ve de bir kalkındırma örgütü nemalanacakmış.

Bu Sınır Tanımayan Doktorlar , ki onlar kendilerine medecins sans frontieres diyorlar ve dünyanın en acil yerlerine en hızla ulaşıp karşılıksız tıbbi hizmet verirler ve bunu yaptıkları için Nobel bile almışlıkları vardır.

Biz ulus olarak Nobel alanlara uyuz olduğumuz için bu tabiblere de uyuz olmamız gerekmez zira bunlar TC vatandaşı değildir ve başarılı olmalarında bir mahsur yoktur.Yoksa , Afganistan'da , Somali'de , Endonezya'da Sri Lanka'da falan ölümleri engellemek için ölümü göze aldıklarından, çakardık sol gözlerinin üstüne bi 301, feleğini şaşırtır , aldıkları Nobel'i nerelerine sokacaklarını bilemez hale getirirdik. Diplomalarının sahte olduğunu ispatlayıp dönme ve dahi cia ajanı ispatlayıverirdik ki deme keyfine gitsin.

Bu doktorların o masadan bağış almaları değil bizzat o masada olmaları gerekirdi.Bu kadar zıkkımı yemiş, üstelik bir çoğu CEO olan , yani yemeğin faturasını cebinden değil de , kendini o eşşek kadar şirketlere ortak sanan küçük yatırımcılara çakan , ve efendi gibi gizli kapaklı bağış yapmak varken üstünde bir tek eşşeğin şeysi olmayan masada ikiyüzbinamerikandolarlık şarapları höpürdeterek reklam yaptığını zanneden dallamalar, bu yemekten sonra tabiidir ki tıbbi yardıma ihtiyaç duyacaklardır.

Lütfen yazmamı engelleyiniz , zira , bu masadan bağış alan diğer unsur , yani , YEREL BİR KALKINDIRMA ÖRGÜTÜ meselesine bi girersem , buna ne adminin sansürü yeter, ne de okuyucuların hafsalası.



Bilmem ^+%&^'^%@..)/%+ 'mı ?

Gozlemci
14-02-2007, 15:43
Yok Ahali yok ;

Biz ulus olarak Nobel alanlara uyuz olduğumuz için bu tabiblere de uyuz olmamız gerekmez zira bunlar TC vatandaşı değildir ve başarılı olmalarında bir mahsur yoktur.Yoksa , Afganistan'da , Somali'de , Endonezya'da Sri Lanka'da falan ölümleri engellemek için ölümü göze aldıklarından, çakardık sol gözlerinin üstüne bi 301, feleğini şaşırtır , aldıkları Nobel'i nerelerine sokacaklarını bilemez hale getirirdik. Diplomalarının sahte olduğunu ispatlayıp dönme ve dahi cia ajanı ispatlayıverirdik ki deme keyfine gitsin.

Bilmem ^+%&^'^%@..)/%+ 'mı ?

Gecen yillarda, Hissenette, Pamuk'a abuk sabuk saldiran yazilar vardi. Pamuk zaten CIA ajani, iyi yazar degil vesaire. Ben de Pamuk'u severek okudugumu yazip bu iddialarin sacma oldugunu yazmistim. Taa ki, o meshur sozu soyleyene kadar. O sozden sonra, ben de Pamuk'un kitabina kurus vermeyecegime beyan ettim, hala da sozumun arkasindayim. Barns end Nobl'da kahvemi icerken beles Pamuk okumak bu sozun icine girmiyor, o ayri.

Nobel edebiyat odulu yeni verilmis, ben yurtdisindayim. CNN, NYT, Washington Post, Globe and Mail vs. ne kadar yabanci medya kurulusu varsa, Pamuk'un meshur sozunden alinti yapmislar. Tabii, kinayeli sorulara muhatap oluyoruz: "Sizin yazar odul almis? Soyledigine gore epey kisiyi telef etmissiniz?" Ben de hic ama hic sevinmedigimi soyleyip konuyu kapatiyorum. Hic bir nobel odulu, odulu alanin ulkesine bu kadar zarar vermemistir. Bilmem odulun nesine sevinsem?

Simdi AnnE nazik uslubuyla diyecek ki "Ulan bir tek sen mi yurt disina ciktin. Biz de ciktik, bize kimse oyle adam kesmissiniz falan demedi." Sevgili AnnE, gelecek defa Azerbaycan'a giderken, bilmem beni de mi yaninda gotursen.

Ramo
14-02-2007, 18:42
Nobel kupalı pamukyan efendi.Bu ülkede halkın gözünün içine baka baka."Türkler Bir milyon ermeniyi kesmiştir"
diyebiliyor.Bu muhterem Tarihçimi değil.Peki kim? Nobel aday adayı...Bunu söylerkende
"artık Türkiye nin herşeyin söylenebildiği özgür bir ülke olmalı "
diyor.Bu millete tarihi bir utancı dayatmaya,bir insanlık ayıbını üzerine yıkmaya çalışanların misyonerliğini üstleniyor.

Onu bu ülkenin en iyi yazarlarından biri yapan okurlarını merdiven yapıyor.Basamakları çıkarken selam verdiği bu halka,bu ülkeye bir nobel tadı değil, onursuzluk ve insanlık ayıbı tacı giydiriyor.

Bugün Pariste Ermeni katliamı yapılmadı demek suç,ancak benim ülkemde yapıldı şu kadar da insan öldürüldü demek serbest.Bu nasıl çelişki.

301 madde fikir ve irade özgürlüğünü kısıtlamıyor.Bugün bir çok ülkenin kanunlarında benzeri maddelerin olduğunu en yetkili hukukçulardan dinledik, okuduk.Bu madde sadece ülke değerlerine yapılacak çirkin,küfrü önleyici.Bu kanunun maddelerini Bu bahçenin penceresinden sunmuştum.Herkes okuyabilir.

Avusturalya lı ırkçı liderin kanında Türk kanı bulundu diyerek haber yapan zihniyet yada anlayışın ereği bu ülkenin birlik ve beraberliğinin temeli olan ulus bilincini, Anadolu Türk birliğini yıkmak dağıtmaktır.Dün başaramadılar bugünde başaramayıcaklardır.Bu ülkede din,ırk,yada parça edebiyatı yapanlara alet olmak bu millete ihanet içinde olmakla eş değerdir.

Ne ırkçıyım.ne Faşist nede kafatascı.Bu ülkeyi daha güzel daha yaşanılır yapma sevdası peşinde olan kim varsa bu yurdun evladı gözüyle bakarım.Bu ülkeyi soyan,sağan düşmanımsa sövende düşmanımdır.Kanı canı soyu sopu her kimse...
Saygılarımla

AnnE
14-02-2007, 22:21
Sayın tanıdığım ve tanıma fırsatı bulamadığım arkadaşlar ;

Ben öğrenebilme ya da gözleyebilme fırsatını bulabildiğim ve yeterli bilgi sahibi olduğuma inandığım konularda fikir üretebilirim ancak.

Mesela, Orhan Pamuk'un , Ramo Hocam'ın dediği gibi, '' Bu ülkede halkın gözünün içine baka baka."Türkler Bir milyon ermeniyi kesmiştir" '' demediğini biliyorum.

Ama İsviçre gazetesi Tages Anzeiger'e 6 Şubat 2005 tarihinde verdiği mülakatta Pamuk, 'Türkiye'de otuzbin Kürt ve bir milyon Ermeni öldürüldü' dediğini biliyorum.

Dolayısı ile bu cümleyi değerlendirirken dolduruşa gelmemem gerektiği, bu yaşa kadar öğrenebildiğim davranış biçimlerinden biridir.

Tarihçi olmamakla ve tam sayıyı bilmemekle beraber , '' bu topraklarda '' bir milyon civarında Ermeni'nin öldüğünü de , en başta Türk Tarih Kurumu '' verilerine dayanarak biliyorum. Ama , bu beni techir midir , genosid midir tartışmalarına itmiyor. Çünkü , bu olay sırasında en az o sayı civarında müslüman Türk'ün de öldüğünü biliyorum.

Ayrıca hiç kimsenin de beni , soykırım yapan bir ulusun bireyi olarak tanımlayamayacağı konusunda da bir fikir sahibiyim.

Mesela , bence , RAmo Hocam'ın , Orhan Pamuk'tan PamukYAN diye sözetmesi ne yazık ki beni sadece Ramo Hocam adına üzüyor. Zira , Ramo Hocam ya da Ben ya da herhangi birimiz Ermeni olabilirdik , bu ülkede nesilllerden beri yaşıyor olabilirdik , bu ülkede istenmememize rağmen bu topraklarda gömülmek isteyebilirdik. Daha önce bir yerlerde yazdığım gibi , benimle okul arkadaşlığı yapmış bir arkadaşımın, 6 yaşında ilk kolum kırıldığında alçıya almış olan ortopedistin, tonton bir yedek subay öğrenci iken ve aramızdaki bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ve sağlığı askerlik yapmaya uygun erkek katılımcılar gibi namusu ve şerefi üzerine and içerek başladığı askerlik hayatını , Yüksek Bilgisayar Mühendisi bir ER olarak yapmayı aşağılanmak olarak algılamamaya çalışan Arman dostumu soyadları YAN ile bitiyor diye aşağılabileceğini düşünemedim hiçbir zaman.

Okuduğum binlerce kitap arasında, benim hayatımı ciddi bir şekilde etkilediğinin farkına vardığım , tekrar ve tekrar okudukça tekrar ve tekrar keyif aldığım , Tahsin Yücel'in YALAN'ı , Yaşar Kemal'in BİR ADA HİKAYESİ, Orhan Pamuk'un KARA KİTAP'ı , onları yazanların ne olduğunu , kim olduğunu, ne dediğini, nasıl yaşadığını hiç mi hiç umursamadan özel bir yer aldı beynimde ve yüreğimde.

Orhan Pamuk'un adı Orhan Pamukyan da olsaydı , ya da ne olursa olsaydı o kitabı O yazmış olacaktı ve benim için önemli ve saygıdeğer olacaktı.

Ve O yazarın yazdığı kitapları okuyan YÜZMİLYONLARCA dünya insanından çok çok azının dünyada ERMENİ diye bir insan topluluğunun olduğunun farkında bile olmadığını biliyorum, ama o yüzmilyonlarca insanın , İSTANBUL kitabını okuyunca, TÜRK ve TÜRKİYE ve İSTANBUL diye anılan ve olağan yaşamların olağanüstü anlatıldığı ve o yaşamın olağanüstü bir yerde geçtiğini farkettiklerini de biliyorum. Ve bu kitabı okuyunca , bu toprakta, bu toprağın İstanbul denilen parçasını bu kadar iyi anlatmaktan daha MİLLİYETÇİ bir yaklaşım olabilir mi diye bir keyif daha alıyorum.

Ve o insanın , İngilizceyi ana dili gibi konuşabiliyor olmasına rağmen , Nobel Ödül töreninde , o muhteşem duygusal metni İSVEÇ kıralına TÜRKÇE okuduğunu , dünyada milyonlarca insanın bu konuşmayı NAKLEN ve TÜRKÇE dinlediğini biliyorum. Ve bu benim bütün MİLLİ duygularımı ayaklandırıyor ve gözüm yaşarıyor.

Çünkü ben , O kitapları yazan insanların, O kitapları dünyada milyonlarca insana okutan insanların, dünyanın en önemli ödülünü bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak ve TÜRKÇE konuşarak almasının uzun yıllardır gördüğüm en MİLLİ DUYGULARI OKŞAYAN TAVIR olarak değerlendiriyorum.Ve düşünüyorum , dünya bizi nasıl tanıyor , nelerle tanıyor , hangi üretimlerimiz,hangi markalarımız, hangi tavırlarımızla tanıyor diye.


Ve Türk Tarih Kurumu kayıtlarında geçen bir milyon Ermeninin öldürüldüğünü söylemiş olması ve KURTLAR VADİSİ-TEROR dizisinin jeneriginde de geçen otuzbin kürdün öldürüldüğünü söylemiş olması bence Orhan Pamuk açısından pek iyi olmamıştır.Ama , O bu lafı söyledi diye , birtakım SAMAST kılıklıların mahkeme koridorlarına kadar girerek ''tuhaflıklar'' yapmış olması , ölümle tehdit edilmekte olmasının sonuçları benim ÜLKEM için hiç de iyi olmamıştır. Ve onun Nobel ödülü alması ve o ödülü alırkenki onurlu TÜRKÜM tavrı, bu saçmalıklara karşı en iyi cevap ve ''PR'' olmuştur.

Diye düşünüyorum.

ve düşünüyorum ki , iyi ki benim yazdıklarımı hoşgörü ile okurken benim soyadımın hangi hece ile bittiğini ve atalarımın kimler olduğunu bilmiyor ve umursamıyorsunuz.

Ve bunlar benim fikirlerim.Kimse katılmak ya da beni tersine ikna etmek zorunda değil.

Saygılarımla.

Ramo
14-02-2007, 23:38
Hepimiz biliyoruz ki bugün bir çok ülke parlemontolarında,bugünlerde de ABD de
Ermeni soykırımı meselesi gündemdedir.Başta fransa olmak üzere,bir çok ülke Demokrasi ve özgürlük ayıbı işleyerek karşı tezde düşünceleri suç sayacak kararları parlemontolarından çıkarabilmektedir.Bu kadar hassas bir dönemde
Orhan pamuk bu sözleri sarf etmemişse,tekzip etmesi yada Pariste çıkıp bu soykırım olmadı demesi gerekir.Bakalım anlı şanlı demokrasi kaleleri nasıl olacak.

Soyadı YAN olanlara bakalım.
-Erivanda soykırım anıtı dikip,Ülke haritalarında Ülkemizin bir çok ilini gösterebilmekteler.
-Karabağ bölgesinde Azerilere karşı işledikleri suçlar.Binlerce azeriyi bu bölgeden sürerek aç açıkta bırakmaları.
Diasporaları aracılığı ile ülkemiz üzerinde baskılar.Yaşadıkları ülke topraklarındaki Türk Düşmanlığı.
En kötüsü dost bilidğimiz parlemontoların bile bu siyasi baskılar sonucu bu kararları alması.
Bu durumun doğuracağı sonuçlar son derece vahimdir.Toprak talebi,Büyük maddi tazminatlar vb.Bunun ülkemizin geleceği adına büyük bir ipotek anlamına geleceğini tahmin edememek zor değil.

Dış politikada,dış siyaset arenasında zor anlar yaşadığımız.İçeride etnik sorunlar yaşadığımız.Binlerce vatan evladının dağlarda şehit olduğu bir dönemde.Bu milletin hassasiyetlerine dikkat edilmeden konuşalacak herşey çok sonuçlar doğurur.Orhan pamuk da bunu yapmıştır.

Bu muhteremin bir çok kitabını okumama rağmen senin aldığın tadı alamadım.Ancak biliyorum ki beğeniler göreceli.Yada ben zevksizim.
Ancak bu zatı muhterem bu sözü etmemiş olsa,Nobel alırmıydı sorusuda bir bilinmeyen.

Kimseyi adından yada sanından hareketle aşağılama düşüncem yoktur.YAN sözcüğü ile Bugün Dünyada ki Ermeni birliklerinin düşman ve kin dolu yaklaşımlarının altının çizilmesi söz konusudur.Önemli olan adlar kimlikler yada sıfatlar değil verdikleridir.

Yani Güzel ANA,
Gecenin bu saatinde birazda hasta,Burnu gripten çilek alı olmuş bir vaziyette buralara birşeyler karalamaya çalışıyorsak.Ortak paydalarda buluşmuş bir mutlu ülkeyi paylaşmak adınadır.
Elbette yanlışlarımız eksiklerimiz olacaktır.Doğrularını sıraladığın zatı muhteremin eğrilerinide lütfen doğru akıl terazinde tart.Konuyu çok uzatmamak adına burda keseceğim.Zaten internette bu konu ile ilgili yüzlerce değişik taraflardan yazı bulmak mümkün.Ne olursa olsun duamız bu milletin Kürdü,Türkü Ermenisi beraber yaşama gücünü ve kuvvetini bir an önce bulmasıdır.İkimizinde ortak paydamızın bu olduğunu bilmem mi.
Sevgiyle kal.

R.W
16-02-2007, 17:12
bu irina bildiğimiz irina mı?
eğer öyleyse sanırım bir şeyler anlatmak istiyor....-search-.

348

meraklı
17-02-2007, 14:44
Rivayete göre Peygamber efendimizin namaz kılacağı seccadenin üzerinde kedisi yatıyormuş. Namaz vakti geldiği halde kedi kalkmıyormuş. Sevgili peygamberimiz de kedinin olduğu kısmı keserek seccadeyi almış ve namazını kılmış. Sonrasında kedi uyanmış, elini uzatıp sevmek istemiş hayvanı. Ama kedi onu tırmıklamış.Peygamber efendimiz pek bi üzülmüş ve insanların nankörlüğünü kediye atfetmiş.

Acaba kedinin dokuz canının olması ile bir ilgisi var mı bilmiyorum ama, her ölümle yüzleştiğinde gördüğünü sandığı şey, gerçekten gördüğü şey mi yoksa görmeyi ummuduğu mu...Genelde 4 ayak üstüne düşmesi sadece bir şans mı yoksa ona bahşedilen mi. Gördüğü ilgi ve sevgiye karşılık bazan yaltaklanan bazan da tıss layan bu kedinin anlama sorunu ne?

Sevginin gücünü görememesi doğasının getirisi mi yoksa rivayetin getirisi mi.....

Bazan bizler de çukurlara düşeriz, uzanacak bir el bekleriz. Ama hiç çaba sarfetmeyiz ki zıplayıp çıkmayı ya da tutunup kalkmayı, mecbur tutarız yanımızdakini ötemizdekini. Sürekli koşmayı isteriz, ama hiç düşünmeyiz ki sürünen daima yol alır. Varlığımız bir başkasına armağan gibi, sohbetimizi lütfederiz, sözde paylaşımları. Ama yalnız kaldığımızda anlarız ki aslolan gercekte sadece zihnimizin yanılgısı. Hepimiz yalnızız kalabalığın içinde varlığını sürdürmeye çalışan, tek başımıza geldik tek başımıza gideceğiz yine. Varolan 9 canımızın dokuzunu da telef etmekteyiz.

Offff, pek bi iç karartıcı oldu bu.......Hayat güzel,coşku güzel.:friends:- sizlerle paylaşmaksa en güzel. aruw kalasagnız.

Hörmetlerimi kabul buyrun, sürç-ü lisan ettiysek affola...:))

AnnE
17-02-2007, 22:08
Muhterem Ahali ;

Bugüne kadar dinlediğim en muhteşem JAZZ parçasının sözleridir aşağıdakiler.Hangi dilde yazıldığı, ne anlam taşıdığı falan umurunuzda olmasın.Ama fırsat bulun ve dinleyin. Nerden mi dineleyeceksiniz ?

Bana ne !!

Ben şu anda dinliyorum ve sadece ve sadece onu dinleyebildiğimi birileriyle paylaşmak istedim , ve siz denk geldiniz.

Ben dinliyorum bir daha. Ve

ve bu yaştan sonra anlıyorum ki duygu müzikte ; Sezen 'in ağlatan sözlerine kimin ne ihtiyacı var. Zaten sözler içimizde . Birileri onları dışavurabildiyse de bana ne , size ne.

Duygunun lafı mı olur , sözü-sözcüğümü olur.
Sözcük denen şey birşey ifade edebilse idi ona sözcük denebilirmiydi ?
...cük !!!
adeta küçücük...
Ama içinde ne var , müziği olmasa ?

Ne mi yazıyorum ?

Bana ne...

-----------------------------------------

Göruşdük ne çetin,
Ayrıldıq, ayrıldıq ne asan...
Hardasan, heyatım?
Varmısan, varmısan yoxmusan?!

Men seni izledim,
Günah tek gizledim, gizledim...
Her seher, her axşam,
Her gündüz, her gece gözledim...

Elvida, o günler,
Ulduzlu geceler, elvida!
Ömrumden ne galdı, ne galdı
Vefasız dünyada?

meraklı
18-02-2007, 14:03
Hey güzel AnnE'm, yine döktürmüş.:;ohohoh

Daha dün Sezen Aksu'nun kulaklarını çınlattık. Bana "sezen i dinlemez misin" diye sordu, şaşkınca. Elbette dinlerim, dedim. ama şu da bir gercekki Özdemir Erdoğan'la düet yaptığı ikinci baharı neredeyse ezbere bilsem de başkaca şarkılarını ancak nım nım hımmm, tarzında dillendirebiliyordum...Ta kiiiiiii Kibariye'nin Ahhhh İstanbul, istanbul olalı'yı icra edip de gönlümü çatlatana kadar. Onca zaman Sezen Aksu'nun söylediği bu parça hiç mi hiç dikkatimi çekmemiş ya:kafasız:

Tercihlerim Kitaro oldu, enya oldu, yanni oldu. Her ne kadar anlamasam da Andrea Bocelli oldu. Ney taksimleri oldu....
Güzel Anne'min dediği gibi şarkıyı şarkı yapan içindeki sözCÜKler değil, müziğin olağan akışında renklenen duygularda ya da duygularımızı hareketlendiren müziğin renginde.

Ehh, nacizane üç sözCÜK de ortaya ben atayım dedim. Bilmem cükleyebildim mi:;kahkaha

AnnE
18-02-2007, 21:20
Biraz önce bir yazı okudum , okuyamadım , ve bahçeli bir dostuma sen inanabiliyor musun dedim , onun cevabını beklemeden , ben bahçeye kusmaya gidiyorum dedim , ve buradayım , kusmak için.

Bu , ( bu adam , ya da bu insan diyemiyorum ) zamanında '' Beyaz Türkler '' lafını ilk kullanmaya başladığında , Türkiye'nin liberal görünümlü mollaların kucağına atılacağını ilk defa '' cesaretle '' tespit etiği zamanlarda , şarap kültürünü , '' Allah kahretsin ki bu ülkede yaşıyorum '' esprileri ile birleştirip , sadece zeka seviyesi üç sigmanın dışına taşan insanlara hitab etmekten korkmazken benim idolümdü. Hani derler ya , ben ''bunu daha önce düşünmüştüm'' , ya da ''hakkaten doğru söylüyor be '' falan türünden biriydi BU.

Hani neredeyse, Çetin Altan'ın kültürü ile falan kıyaslamaya yeltenecektim az daha. Neyse ki en yakın kankisinin Ertuğrul Özkök olması bu tespiti yapmaktan alıkoydu beni.

Ama sonra, kariyer sınıfına girmeyecek bir kartvizit ve para sınıfına girmeyecek bir para uğruna başladığı yeni '' görevinde '' sadece ve sadece sevgili ve muhterem patronunun çıkarları için yazdıkları ile birdenbire Türkiye'nin en az okunan köşe yazarı sınıfına giriverdi.

Aylarca okumadım.Ama geçen gün Can Dündar'ın bir yazısında adı geçinde dönüp okudum , okudum ve içim kalktı , midem bulandı , mide asitlerim ağzıma doluşuverdi.

Sonra bugün bir daha okudum. Benim demokrasi ve özgürlük kahramanım , Polat Alemdar kankisi , ne kankisi tetikçisi ,ne tetikçisi , vatan millet falan deyip parayı lüpleyenlerin önde geleni , ne önde geleni , üç (3) kuruş için vatanın geleceğini sallamayanları ta kendisi oluvermiş.

Üstelik bunun henüz 3 ( üç ) yaşında bir çocuğu var.
ama o çocuk ABD (USA)'da doğdu. Ve babasının burada lüplettiği paralarla , istediği zaman USA ( ABD) de istediği gibi yaşayacak.

Ve babası da o zamanlar kimbilir ne yazacak.
ve kim okuyacak.
Ve üzgünüm.
Ve nefret ediyorum.
Ve bir insanın kendini kullanılmış bir tuvalet kağıdına dönüştürmesini, aslında onun herzaman tuvalet kağıtlarının üstünde bir leke olduğunu geç anlamış ve o tuvalet kağıtlarını eline almış bir kişi olarak kusmak istiyorum.
Ve o okuduğum , okurken elimle tuttuğum kağıtların kokusu burnumu sızlatıyor.
Ve kusmak istiyorum.

buena vista
23-02-2007, 19:00
`` Sana enerji vermeyecek hiç kimseyle birlikte olma..! `` Sabah sol gözümde bir agri ve biraz kanla uyandim.
Ögleden sonra solugu doktorda aldim..
`` Sorun gözünde degil aslinda..`` dedi doktorum. ``…baktigin yerde…``
Hep karanliga bakmaktan feri sönmüs gözlerinin. Yilgin düsmüssün, yorgunluk mikrobu, seni gözünden
vurmus.``
Bu teshisin ardindan öyle bir reçete yazdi ki dostlar basina:
`` Pozitif düsüneceksin. Hayata sImsIkI sarilacaksin. Isinden kafani kaldirip sevdiklerinle vakit geçireceksin.
Kendine yeni heyecanlar yarat..Sev , ki hücrelerin yenilensin..Sana enerji vermeyecek hiç kimseyle de
birlikte olma…``

CAN DÜNDAR

meraklı
27-02-2007, 22:01
Geçenlerde eski yazılmışların üstünden geçtim.27-02-2006 da sevgili AnnE'm yazısında, gazinolardan açılmış konu nihayetinde "dost denilen ablalar ile metres denilenlerin arasındaki ayrıntı ve farklardan" bahseder.Sonra akabinde yazdığı gazinolar 3 e ayrılır der ve yine arkasında şlak diye yapıştırır. HAYAT KADINLARIMIZ VE DOSTLARI

Okuduğu yazı karşısında keyifli hayretlerini fışkırtır "anüs donduran" diye belirttiği avatara hitaben.Anlatımı düz, anlatımı hoş, anlatımı dobra...Hey güzel annE'm:;kahkaha

Arka-daşlardan bahsedildi.İyi olanlar, çok iyi olanlar ve eh işte olanlar...Ve bazan bu arkadaşlar arasında hoş ve de boş ukalalıklar yaşanır...İnsanı keyiflendiren bazan da çileden çıkaran. Sürekli üstünlüğünü üstü kapalı cümlelerle ortaya seren-sen de gülümseyerek izlersin
Yalanları yaşarken gerçeklerin içinde olduğunu savunan.....Yanında huzur bulduğu halde bunu inkar eden, BEN ci merkezini kıramayan olanı yok sayan.

Bir kadın vardı, genç bir kadın. Geçmiş yıllarını, ayakları üzerinde durmak, kırılganlığını asla göstermemek için savaşan.hayatına biri girer.Hayata bakış açısını değiştirir.Yeni hedefler bulmasına yardımeder. Sonra biter..neden diye sormaz, sorgulamaz kadın..Biraz kadercilik vardır içinde.

aradan uzun zaman geçer ama aslında kendisine dün gibi gelir.Bu ayrılıktan sonra kısa flörtleri olmuş kendisine yakıştıramadığı. Gün gelir bir adamla tanışır.Herseyiyle bağlanır kadın.
Ona,ondan fazla değer verir.Ruhunu bedeniyle sunar adama. Adam "iyibir arkadaşımsın" der kadına. Yokun içinde var eder, gözlerinde yaşar adamı, nefesinde. Adam evlidir, boşanmaya da niyeti yoktur ama ayrılacağım ,der. Kadın bunun için hayallenmenin gereksizliğini zaten kabul etmiştir.

Artık hayatın dengesizliği içinde bulmaya çalıştığı dengeyi artık olmayan bir hayata uygulamak ister.Dengenin dengesizliğinde her aldığı nefesi ürkerek verir..Heran dengeyi bozmaktan çekinerek.

Artık hayatı yaşamanın, yaşarken paylaşmanın, paylaşırken keyif almanın, alırken vermenin.

ARTIK sevmenin ve sevme içinde dengenin dayanılmazlığını kurma ve devam ettirme çabasını sürer.

ARTIK yaşamın bedelinin dengesizlikler içinde ödenme zamanı, Artık,artık hayatlardan kurtulma zamanı. Düşünceleri bazan histerik bazan isterik bazan acımasız bazansa karamsar bir kararlılık içersinde.....

Devamı olacak tabiii...yaşarken yaşamın yaşamazlığı içersinde yaşamamız gerçekliğini yaşamaya çalışırken....


saygılarımla,

dentist
28-02-2007, 22:04
369

Yukarıdaki resimi görünce araba sahibi Kastamonu'lu amcamın arabanın çalınmaması için yaptığı yaratıcı çalışması ve arabanın üzerindeki özlü sözler bir yana 80 li yıllardaki renault araba furyası aklıma geldi.

Renault 12 TL ile başlayıp TN ve TS serileri ile devam eden ki bu seriye kadar 1300 olan motor hacimleri TX serisi ile 1400 e çıkmış ve de bizde TS serisi olan arabamızı TX ile değişince pek bir havalara girmiştik , artık arabayı 2. vitesten 1. vitese pek nadir düşürürdüm babamın yanında fırça yiyerek araba kullanırken malum ya artık daha kuvvetli bir arabadaydık ve araba 2 vitesde bile olsa kaldırırdı bir çok şeyi.....

Haa birde unutmadan GTS serisinden bahsedeyim TX serisi ile hemen hemen aynı zamanda çıkan bu seride ise en onemli özellik radyoyu açtığınızda antenin otomatik olarak çıkıyor olması ve ön camların manuel değilde otomatik açılıyor olmasıydı. Teknoloji işte bakalım daha neler göreceğiz durumu oluşuyordu bu seri ile..

Çok değil bahsi geçen zamanlar 20 yıl öncesine dayanıyor yaklaşık ..

O zamanlar arabaya binmek ,araba almak kolay değildi hele hele arabayı satmak ayrı bir törendi. Araba ile öperek vedalaşılır hatta mümkünse bir veda fotoğrafı çekilirdi ki bende o zamanların moda rengi olan turuncu renk Renault 12 TS arabamız ile fotoğrafı çektirmiştim ve tozlu arşivinden çekip çıkardım.

370


Tabi araba almak araba satmak küçük yerlerde ayrıca bir sorun teşkil etmekteydi. Çünkü arabayı vedalaşıp bir de öpüp yeni sahibine teslim ettikten sonra haliyle devamlı yollarda ve de sağda solda parka halinde görünce yanına gidip etrafında bir tur atılır hali hatırı sorulur sonrada suçlu bir şekilde yanından uzaklaşılırdı.

Velhasılı kelam küçük bir fotoğraftaki küçük bir yazı bile insanı zaman zaman geçmişe götürebiliyor ve nostalji denen şey tüm çıplaklığıyla insanı hüzünlendirebiliyor.

Unutmadan yazayım turkuaz arabanın arkasındaki 3 katlı olan ve bizimde 2. katında oturduğumuz apartmanın deprem sırasında yıkılması ve sonrası bütün büyük deprem lerde olduğu gibi hüzünlü ve tamamen başka bir yazı konusudur....

Saygılarımla...

AnnE
28-02-2007, 22:13
''yaşarken, yaşamın yaşanmazlığı içersinde yaşamamız gerçekliğini yaşamaya çalışırken....''

...

Ne acaip bir cümle. Hele ki başındaki '' devamı olacak tabii '' ile beraberken...
Cümleyi kes, biç anlam değişmiyor.

'' Yaşarken,yaşamaya çalışırken''
''Yaşamın yaşanmazlığını yaşamaya çalışırken''
'' yaşamamız gerçekliğini yaşamaya çalışırken''

Bu insan denen şeyin en tad vereni, en çok yaşamış ve en çok çekmiş olanı.
Bir gece nin saat 00.01'inde ( bizim buralarda 02.01 iken ) yazılmış ve sizin oralarda 01.30 iken ( bizim buralarda 03.30 ) okunmuş ve , '' hadi buyur bakalım bir tane daha '' diye haz alınmış biriyle buluşuvermek o kör saatlerde.

Bir tane daha ...
Hani nerdeyse azınlıkta değilmişiz demekki diye düşündüren yarım yamalak anlatılan çekmişlikleri adeta kıskanarak paylaşmak.Yazıldıktan sonra, ''yazmasamıydım ? '' ya da ''az mı yazdım ?'' çelişkisi içinde huzura mı kavuşmuş, huzursuzluğumu artmış bilemeden ama ille de rahat bir uykuya dalıvermek... Bilirim...

Yaşanmışlıkları , yaşarken ''hay yaşamaz olaydım '' dedirtenleri, yaşanmışlığının olgunlaşmasından sonra paylaşmak aslında , O yaşamışlar için ne büyük keyiftir sadece yaşamışlar anlar.

Ben anladım...

Bilmem anlatabildim mi ?

meraklı
02-03-2007, 08:05
Turizmciler Çalış Tepesi'nde maden aramaya tepki gösterdi

Antalya'nın Kemer ilçesinde kızılçam ormanıyla kaplı, birinci derece doğal ve arkeolojik sit alanı olan Çalış Tepesi'nde bir girişimciye maden arama ruhsatı verilmesi turizmcilerin tepkisine yol açtı.

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Kemer'in merkezinde bulunan Çalış Tepesi'nde maden arama için bir girişimciye 10 yıllık arama ve işletme ruhsatı verdi.

Girişimci, sahada, yıllık 5 bin metreküpten az olmak kaydıyla bej mermeri aramak için tesis kurabilecek.

Jeoloji ve maden mühendislerinin imzalarının yer aldığı Bakanlık tutanağında Çalış Tepesi'nin 'orman alanı' olduğu ve herhangi bir faaliyette bulunulmadığı görüşüne yer verildi.

Sahada mermer arama izni vermek için numune almaya gerek duyulmadığı kaydedilen tutanakta, açık işletme ile üretim yapılacağı vurgulandı.

İşletmenin enerji ihtiyacının karşılanması için de TEDAŞ tarafından, 400 kilowatt gücünde trafo kurulmasına da izin verildi.

Kemer Kaymakamı Adem Yılmaz ise Kemer'de Olimpos Milli Parkı sınırları içerisinde yer alan Çalış Tepesi'nde, bir şirkete mermer çıkarma ruhsatı verilmesinin söz konusu olmadığını, Maden İşleri Genel Müdürlüğü'nün verdiği belgenin, maden arama ön izni olduğunu belirtti.

Yılmaz, ruhsat verilebilmesi için Kemer'deki resmi kurumların ''olur''unun alınması gerektiğini de bildirdi.

Kaymakam Yılmaz, ruhsatın, ön izin belgesi olduğunu belirterek, ''Verilen belge, ruhsat için yapılan ön çalışmadan ibaret. Elbette bürokratik işlemlerin devamı gelecektir. Ancak söz konusu arazi, milli park sınırları içinde. Yani hukuken ruhsat alınması şansı yok. Başvuran şirkete henüz mermer ocağı işletilmesine ilişkin ruhsat verilmemiş. Ruhsat verilmeden önce, ilçedeki resmi kurumların görüşünün alınması gerekir ki, bu durumda bu alana ruhsat verilmesinin hukuken imkanı yok. Kurumların görüşüne başvurulmadan ön çalışma yapılmış. Raporda da belediye, orman ve milli parklar ve özel idarenin görüşleri olacak. Onların hepsi 'olur' verirse maden ruhsatı çıkarılabilir" dedi.

Yılmaz, "Ama bana göre şirketin şansı hiç yok. Bizim resmi görüşümüz de bu olur. Orman İşletme Müdürlüğü'nden de soracaklar. Bu kurumların tamamının görüşünü almak zorundalar. Bana kalırsa bu işin fiiliyata geçme şansı yok'' ifadesini kullandı.

Karara tepki gösteren turizmciler, bölgenin tahrip edilmemesi için girişte bulunacaklarını söyledi.

"Henüz ruhsat verilmedi"
1 Mart, 2007 09:58:00 (TSİ) :indifferent:

Mini Yorum: Tutmayın beni a dostlar, elbet ben de bir maden bulacağım:excited:

AnnE
04-03-2007, 19:52
Baharı gördüm.
Ve bunca yıllık ömrümde baharı görmek ilk defa heyecanlandırmadı.
Hani dünya uyanır, hani dallara su yürür, hani yeşili görebildiğin yerlerden geçiyorsa yolun hergün bir başka yeşil görürsün, hani doğanın renklenmesi seni de renklendirir ya. Nasıl heyecanlanmazsın. Gel de umutlanma dersin , dünya bile birşeyler doğuruyor , senin için neler doğacak kimbilir.Gaza gelirsin , coşarsın, renkleri kafana kaydedersin yarın muhakkak ki daha sürpriz renklerle karşılaşınca mukayese etmek için.
Baharı gördüm.
Yeşil, çiçek gördüm , böcekler şimdiden başlamış ön cama yapışmaya. Kafkasların karı yağmadan erimiş , dereler Agustos kıvamında akarken bahar gelmiş , çaylar coşmayı unutmuş.Ama yeşili, çiçeği gördüm.

Ne acelen var yeşil !
Ne acelen var be çiçek !
Ey böcek neden lavranı beğenmedin!
Ey dere , o suların coşmadan neden izin verdin uyanmalarına!
Niye bu aptal bonkörlük !
Ne bu acele !

Bi laf vardır - admin alınmasın, tam yeri- ; kış kışılığını p..t p..tluğunu yapacak diye.
Kış kışlığını yapmayı unuttu , p..tların yüzünden.Olan salak yeşile, aptal çiçeğe, beyinsiz böceğe oldu.

Baharı gördüm ; içim ısınmadı.
Yeni doğanın çoşkusu sarmadı beni , gideni son defa görmüş olanın başeğikliği ile kalakaldım.

Demiş ya şair ;

'' Dağlarına bahar gelmiş memleketimin ''

O şairin , o şiirde anlattığı mekanın karanlığını duydum.

Hadi baharı kutlayalım :

371

flz
04-03-2007, 23:54
Özlersiniz bazen ….hem de çok özlersiniz….o teri , o sesi , o nefesi , o kokuyu…çok özlersiniz…burnunuzun direği sızlar….bazı şarkılar vardır..ve kokuları…o şarkıyı her hatırladığınızda o kokuyu alırsınız….caddeden sokaklara doğru sesler elendi, pencereler kapandı, kapılar sürmelendi, bir kömür dumanıyla tütsülendi akşamlar….diye devam eden , hep bir ağızdan söylenen, çok kötü sesler..sanırsınız ki senfoni orkestrası eşliğinde söyleniyor…eda o eda…bir de şef vardır…sözleri sonuna kadar bilen tek kişidir…onun dudak hareketleri izlenir….aklınıza geldiğinde burnunuzun direğini sızlatan, o günleri yüreğinizde tekrar yaşatan….ter kokusu….parfümle karışık…
Soyunma odalarından salona geçerken kokusunu alırsınız parkenin...ruhunuza işlemiştir…kimisinde bu koku ileriki senelerde ahşapla arasında duygusal bir bağ kurmasına bile yol açar…
Seyircilerin gördüğü sahada iki takım ve biri birini yenmek zorunda.
Mutlaka galibi olacaktır bu oyunun.
Ve sonuç, kimi zaman kazanan kimi zaman kaybeden taraftasınız.
Ya üzüntü ya sevinç..ikisininde tadı başkadır ….içiçe geçmiştir…ayrı olmaz. Üzülürsünüz mağlubiyetinize, galip geldiğinizdeki sevinci tattığınız için…sevinirsiniz galibiyetinize; mağlubiyetinizdeki üzülmenin ne olduğunu bildiğiniz için….
Daha iyi olmak için çalışırsınız. Rakibiniz olarak görülen taraf aslında dostunuz arkadaşınızdır. Mac bittikten sonra tribünde yan yana macın kritiğini yaparak açlığınızı yatıştırmak için atıştırırsınız. Seyirci rakip olarak görür. …değildir…o olmazsa siz olmazsınız..o iyi olmazsa siz ondan daha iyi olmak için çalışmazsınız..o hep olmalıdır…ki siz olasınız…
…rakipler aslında birbirleri için itici güçdürler..
Rakibiniz hep çalışır ki..siz daha çok çalışasınız diye….bu böyle sürer gider kendi içinde bir döngü…kısır olmayan ender döngülerden biridir….

Yazılı olmayan bir kural vardır….sporda…bu bir harekettir…sporcuya ait…bir şifre gibidir..ama herkes bilir…bir hata yaptığınızda…veya takım arkadaşınız bir hata yaptığında ve o hatada payınız olduğunu bildiğiniz durumlarda…payınız olmasada… arkadaşınızın acısını hafifletmek , paylaşmak adına…
Sağ kol hafif yukarı kalkar, sol el göğsünüzün tam ortasına gelir..ve baş yere eğilir…dudaklardan sadece iki kelime dökülür…aslında sadece bir dudak hareketidir…ama sesi çok yüksektir..pardon…ben de… dersiniz…pardon dediğiniz kişiyle gözgöze gelmek kaydıyla…bu gözgöze gelme süresi ve toplam hareket belki bir saniyedir belki daha az…ama…sporcu, antrenör, hakem ,takım arkadaşı veya karşı takımdan bir oyuncu arasında… çok fark edilir çok hissedilir..hareketi yapan ile hareketin yapıldığı kişi arasında….o bir elektriktir bir alışveriştir…yazılı olmayan bir kuraldır…olmazsa olmazıdır sporun…centilmenlik denilebilir….ya da ben sporcunun zeki çevik aynı zamanda ahlaklısını severim..sözündeki ahlaklı kelimesinin açılımlarından bir tanesidir…bir özürdür aslında…hata çok büyük olsada olmasada…bir paylaşım anıdır..paylaşma isteğidir…o anı birlikte yaşamak ve paylaşmak …

Ortada sözü edilen veya hissedilen bir takım ruhu varsa bu hareket gerekliliktir.
saygı vardır temelinde..sevgiyle beslenir…bütün takım oyunlarında olduğu gibi…ama sevgi asla ödünç değildir…şartı yoktur…sadece seversiniz…sevginin vermek olduğu bilinciyle karşılık beklemeden… duruma göre değişmez …

beraber sevinir beraber üzülürsünüz….hatta sıkça kavga edersiniz…küsmek gibi bir şeyin söz konusu olmadığı tartışmalardır bunlar…kavgada olsa hep bir amaca hizmet eder…takım ruhuna…o ruha ortak olmayanlar…bir süre sonra kendiliğinden giderler…yokluğunu hissetmezsiniz…hissetseniz bile kısa sürer…ne gariptir ki…bu uyum sağlamakta zorlanan arkadaşınız hakkında toplumda çok görülen arkasından konuşmak gibi bir ortak eylem oluşmaz… sporcu olmak senelerini spora vermek….o formayı giymek..hakkını vermek…onun sorumluluğu farklıdır…hayatınızda hep önceliği vardır….

ve orda o parke kokan sahalarda aldığınız eğitim, terbiye ve kazandığınız takım ruhu…senelerce sizi bırakmaz…bırakmasını istemezsiniz zaten…zaman zaman aksi durumlar yaşasanız bile…o sizin bir alışkanlığınız bir davranış şekliniz…bir refleksinizdir…sizi siz yapan temel özelliklerinizden biridir…size yakın gördüğünüz…kendinizi yakın hissettiğiniz insanlarla olan ikili ilişkilerinize bile yansır bu refleks….takım ruhu….sanırım ölene kadarda sizinle kalır…

birçok alanda vardır bu takım ruhu…iş hayatında , aile yaşamında, komşuluklarda….vb..kimisinde uzun sürelidir….kimisinde hemen tükenir…tükeniyorsa zaten o bir takım değildir….
Sporda kendini yeteneklerini, gücünü paylaşmaktır esas olan diğer takım arkadaşlarınızla beraber takımınız için….

Tıpkı arkabahçe de bilgiyi paylaşmak gibi…saygıyı temel alan sevgi halesi ….bu ruhu bilirsiniz…
Doğrusuyla yanlışıyla paylaşmak…doğruları çoğaltmak yanlışları azaltmak için…

Başka bir takıma transfer edildiğinizde….eski takım yeni takım vardır artık…ama takım ruhu bilincinin eskisi yenisi yoktur…
Ve yeni takıma, takım arkadaşlarınıza alışmanız gerekir…inanılmaz bir anlayış söz konusudur bu gibi durumlarda…eğer kendi içinde kendisiyle barışık olmayan bir oyuncu varsa anlayış gösterme sıkıntısı yaşar bir süre….
Yeni bir salon ,yeni bir hoca, yeni bir duş , yeni bir kantin, yeni bir soyunma odası ve o takıma ait yeni bir ortak davranış şekli….
Bu sürec kimi zaman sancılıdır, kimi zaman eğlenceli…adaptasyon bazen uzun sürer , bazen hemen biter…
Ama sonucta siz yeni takımınızda diğer arkadaşlarınıza uyum sağlamalısınız… kendi isteğinizle buradasınız…çok zor değildir bu…bir süre onların davranışlarını izlersiniz…rahatsızlık verme duygusuyla çekingen ama, içten, keyifle, sevgiyle…ufak bir takip ediş, taklit ediş ,tekrarlamak durumu vardır…yeni takım arkadaşlarınızı farkında olmadan takip edersiniz onlar gibi davranmaya başlarsınız…idmandan nasıl çıkıyorlar…nasıl konuşuyorlar, duşa girme sırası var mı, yemeklerini hep beraber mi yiyorlar, birbirlerine nasıl hitap ediyorlar…birbirlerini illaki tepki veriyorlar mı, verdiklerinde ne diyorlar…sonuçta eski takımınızda olduğu gibi bu takımda da bir ortak dil vardır…sadece bu takıma mahsus olan kelimeler…o yüzden onların kelimelerini öğrenmeye çalışırsınız…bazen ezberlerinizi silmeniz gerekir…bazen de devam etmeniz….her iki durumda da önemli olan uyumlu olmanızdır …sebepse dengeyi bozmamaktır…takım ruhu dengesini bozmamak…senkronize olabilmek…

Silinmeyen tek ezberse….pardon…diyebilmektir…

Olduysa eğer yanlışım...

Pardon…ben de..
Gönül gözümle…

AnnE
07-03-2007, 23:29
....:
detaylar hakkında ....konuşurken...bir sohbette....birisi dedi ki....
detaylara takılınca bütünü kaçırıyoruz...
daha yeni yeni farkediyorum....galiba haklıydı
...:
bence haksız
bütün mühim degilki
alt tarafı bütün o
marifet detayı algılamakta.
.....:
detaylar hep hayatımda olmuştur..hep aşırı algılarım...ama bütünü kaçırdım mı diye de düşünmüyor değilim...
....:
bütün , adı üstünde bütün.kolay degişmez.degişirse zaten sizinde birşeyleriniz ciddi olarak degişmiştir.
degiştirip yonlendirebilecekleriniz detaylardır
ve keyf falanda oralardadır
....:
herzamanki gibi....çok haklısınız...
....:
böyle anlaşılmaz seyler yumurtlayıp haklı gibi algılanmak aslında hic hoş degil
laf salatası sadece
....:

....:
ama iyi yumurtlarım haa
....:
kesinlikle....ama çok anlaşılmaz olduğunu düşünmüyorum...
anlamak için okunursa anlaşılıyor...
....:

faurecia
08-03-2007, 16:10
Hissenet 'te sessiz olarak takip ettiğim ARKABAHÇE'ye ve dostlarına,doyumsuz sohbetinize tesadüfen karşılaşarak tekrar kavuştuğum için mutluyum.

okumaktan keyif aldığım yazılarınız için,
bilgiyi paylaşmakta gösterdiğiniz özen için,
sunum şeklinizdeki sevgi, saygı ve güzellik için,
Ve emekleriniz için...

teşekkür etmek istedim.

Beyin kıvrımlarımı zorlayan, emek verilmiş yazılarınızı; kimi zaman kafam karışarak, kimi zaman dertlenerek, kimi zaman çileden çıkarak, çoğu zaman huzur içinde ve kesinlikle keyifle....beş duyuya sığmayan sevgi eşliğinde...misafir değilde, misafir üye konumunda okumaya devam ederim.


Hepinize bol kazançlı ,Sağlıklı ,Mutlu günler...
Sevgiler, saygılar....
(Yukarıdaki alıntılar için Flz.Arkadaştan özür dilerim fakat ARKABAHÇEYE olan hislerimi onun kadar iyi anlatamazdım.

AnnE
08-03-2007, 16:29
Tamam , peki ;
Hoşgeldiniz.

Hoşgeldiniz de ;

Burada öyle misafir , misafir üye, apoletli üye, muhteşem üye, acaip üye falan gibi tanımlar yoktur.Herkesin adının yanında sadece bir ( . ) vardır.Hepsi bu.

Kimse öyle ben misafirim , kafamı yormam falan diyemez.Herkes klavyesini ya da yazmasa da beynini taşın altına sokar.

Şimdi de admin bey bize bozulur.Yahu hoşgeldiniz/hoşbulduk diye özel topik açtık bunlar buralarda laklak yapıyo diye fırça da atar , yazıları da taşır.

Böyle işte ; ne yapalım...

meraklı
08-03-2007, 20:21
detaylara takılınca bütünü kaçırıyoruz...
daha yeni yeni farkediyorum....galiba haklıydı
...:
bence haksız
bütün mühim degilki
alt tarafı bütün o
marifet detayı algılamakta.
demiş AnnE'm


Bütün...
Bütünü görmek ve görmeyi istemek algılamanın bir yolu mudur, yoksa istemlerin farklı bir duruşu mudur?

Hayatımın hiçbir evresinde detaycı olmadım, hatta ufak tenkitlere uğrasam da dikkat de etmem her ayrıntıya.
Gördüğüm benim bütündür..ruhuyla, davranışıyla, duruşuyla süzülüşüyle anlatımıyla, yazılımıyla.

Beyinden gelen yürü emriyle ayaklar ve bacaklar tabiki harekete gecer ve adım atmaya başlar...hareket başlar. Ama bu emre uymayıp da bacak sağa kol sola gitmez...baş da ne işin var otur aşağı demez. Hepsi bir sözde uyum içersinde o emre uyar.

Görüntü görülmek istendiği şekilde algılandığında ise bütünü görmüş olmak yerine parçalamış oluyoruz, detaylar derken, o ince bütünlüğün ahenkteki nüansının parçalanmasını sağlarız. Yani işimize geldiği gibi yorumlarız.

Haa deyeceksiniz ki laf ola beri gel, yorulma bize gel..:;ohohoh

Bütünü görmeden detaylara inemezsin, detaylara takılırsan da bütünün keyfini yaşayamazsın....Olanı olduğu gibi olasılıklardan arınmış tarza uygulayınca, olanın bütünlüğünde olasılıkların gölgesinin karanlığını aydınlatmış olursun, yani olduğu gibi görür ve kabul edersin.

Hayat bir arimetri ya da geometri değil ki...çok bilinmeyenli bir denkleme benzese de integrale de uygulayamazsın.:confused:

Amaaannn...işte öyle bişi işte......*sorry::

Siz siz olun ayrıntılarla uğrasırken sakın olaki hayatın bütünlüğünü kaçırmayın...Kalın sağlıcakla....

AnnE
08-03-2007, 21:08
Muhterem Meraklı ;

Tanıdığım bir doktor ve tavsiye edebileceğim ilaçlar var, fakat hiçbiri çözmüyor.Salın kendinizi, böylesi normalmiş gibi düşünün, inanın iyi geliyor. (bana geldi.)

Demişiniz ki , detay ile uğraşırken bütünü kaçırmayın falan.
Tamam da , benim enteresan bir sohbetten kopi peyst yaptığım yazışmada bütünü kaçırmaktan falan bahsedilmiyor ki. Sadece , bütünü değiştirmek için verilen uğraşların maliyetinin çok fazla olacağını, kendini bu cesarete sahip sanarak yola çıkanların sonunda değişmemiş bir bütün ve oldukça değişmiş bir ben , bir öz , hani duygu aynasındaki travmatik bir görüntü ile kalakalmış olma ihtimalinden söz ediliyor.

Hani , bu bahçenin başbahcivanının kullandığı bir özlü söz vardır ; tam hatırlamıyorum ama '' falanca kişi, şeyi şeedecek kadar uzak ve şeyi şeedecek kadar yakından bakabilendir '' gibi birşeydi. İşte konu o değil.Ya da , U100'e bakarak kağıt alıp satarsan, Ecilc dan ekmek yeme ihtimali noolurdu bilemem. ( aylar sonra burada içinden borsa geçen bir cümle kuruldu! ( hani biraz zorlamadım da değil ya neyse.))

Yoksa , bütünü görmemek, bütüne göre tedbir almamak , bütüne karşı savunmamaktan bahsedilmiyor.Ve detay, teslimiyet getirmez.

asıl demek istenen , ya da benim derken algıladığım şuydu ki ;

Bütün dünyadır , detay hayat...
Bütün hayatlar aynı dünyada yaşanır, fakat aynı olan hayat yoktur.

Emin
08-03-2007, 21:21
"Bütünü bölme, yarımı yeme, ye Allahını seversen ye." (Gündüzbey, Yeşilyurt-Malatya)

Umarım konunuz bölünmemiştir.

meraklı
08-03-2007, 21:34
Muhterem AnnEm,

Kimseye ben bütünü değiştirin de kazançlı cıkınız baskısı yapmıyorum...sol kroşeden girmiş, Üstüne kafa atmış yetmemiş bir de gözünü oymuşsunuz..ama bakmaktan vazgecip gördüğünüz anda bütünü ,aslında bu yaptıklarınızı rakibinize değil de seyircilerden birine yapmışsınız:))

Elbette ki hayat detaylardan ibarettir ama o detaylar ki insanların mahfına da sebebtir..

Suyun akacağı yolu ne kadar değiştirmeye çalışırsanız çalışınız, mutlaka o rotasını belirlemiştir. Ama 3 sn sonra ama 3 gün sonra o yine yoluna akacaktır...
Hersey bir kenara detaylar teslimiyet gerektirmez gibi düşünseniz de yaşamınızı o şekle uygularsınız. Yani teslim olursunuz. Suyu içerken bardağı kaç yudumda bitirebileceğinizi düşünerek mi içersiniz. üç yudum diye hesapladığınızda daha ikinci yudumda küçük dilinizin size yaptığı numara sayesinde akciğerlerinizin nadıde köselerine minicik H2O lar kaçtığında öksürüp su içmeyi bir kenara bırakmaz mısınız.....

Yine de muhterem Annem, büyüğüme itiraz hakkım yoktur..
Saygı ve sevgilerimi size yaşam içersindeki detaylardan beyaz yelken açarak sunsam da biliyorum, ben nihayetinde daha çoooooookkkk fırın ekmek yemeliyim. Ama bu durgun gölde böyle tufanlar yaşandıkça yelken de açsan boooşşşş dümene kendini bağlasan da.....

Hepimizin mekanı dünya, ama yattığımız yataklar, içtiğimiz sular farklı.

Saygılarımla

AnnE
11-03-2007, 19:13
-Anneme geçen gün puding yapıyordum ki....
-Yuh ! adam oturur bi sütlaç kaynatır be...
-Pirinci ayıklamak zaman alıyor.
- !!!
-----------

Ne biçim bir bahanedir bu.Pirinci ayıklamak...
Kİmse farkında değil ki ya da farkında değil gibi davranıyor ki artık pirinçlerde taş yok.Zira pirinç artık pakette satınalınıyor ve bütün pirinç paketleyiciler pirinçleri laser scannerlerde ayıkladıktan sonra paketliyor.

Kimi bunu biliyor , kimi bilmese de farkında ama olsun ; hala pirinci ayıklıyorlar.
Bilmiyor ya da bilmezlikten geliyorlar ki ''ayıkla pirincin taşını'' lafı sadece bir deyim artık. Yapılan işi '' iş '' gibi göstermek için , ya da işi tembellikle uzatmak için hala uygulanıyormuş gibi yapılan bir gelenek.

Elli kişinin mıncıkladığı ekmeği alıp, ucundan koparıp bilumum mikroorganizmayı çocuğunun ağzına tıkar , ama , lazerden geçmiş pirinci ayıklar.Ya da ayıklar gibi yapıp tepsinin içinde gezdirirken sabah angutlarını seyreder yandan yandan.ya da kulağına dayadığı telefonla kanki ile geyikleri gezdirir.

Tamam da , taş yok ama kabuklu çeltik var.!!!
yok yaaaa!!!
Sanki çeltik bataklığında büyümüş.
Sanki çeltik sandığı kabuklu pirinç , pirincin içinde kalsa dişini kıracak.Bilmez ki fazladan B12 alacak. İşine gelmez ki bilsin.

Annesine puding yaparlar.
Annesinin onlara, hem de taşını tektek ayıklayarak hem de yıllarca yaptığı sütlacı çok görerek.

doktor Ötker de öldü. Arkasında bıraktığı '' büyük'' ama soğuk ve ''lezzetsiz'' kolaylıklarla.
Sonuçta sütlaç yapmaya mecali kalmamış anneler, sentetik vanilyalı pudinglere muhtaç kaldı sadece.Bir de potansiyel obez veletler.

Bilmem Allah kime rahmet eder ?

meraklı
11-03-2007, 20:27
Birisi "yapılabilecek o kadar çok hata var ki, aynısında ısrar
etmenin anlamı yok" demişti....
Bir kere yaşadın, sonra ikinciyi de yaşadın- bu bir hata ama
bunu 2-3 diye tekrarlamanın gereği nedir ki..........:sarikart:

"Bir nefer gibi arşa baktı..
silahlarını kuşandı o sabah,
kalemi, defteri ve giz dolu düşünceleri ile temmuz sabahı

ardında elleriyle şekillendirdiği hayatı
elveda demek istiyordu,
dönmeye korkuyordu..

hayır...cesaret dedi kendine...
bir adım lütfen, bir adım ile bulutlara yükseleceğim..

vurdu kendini dağlara doğru..yolu uzundu...
yürüdü usulca, güneş bulutları kucaklamaya hazır
güzel yüzünü gökkubbenin parlaklığında gösterdi.
gülümsedi güneş..yolcunun yolu uzundu..düşündü
sanki ona yardım etmeyi ister gibi
geri çekildi, bulutların arkasına...tebessümü dudaklarında...
yolcu dağlara yaklaşmalıydı, o zaman kahkahası ile arşı yakmalıydı..."



Zaman zaman içersinde zamanın bitip de zamansızlığın yaşandığı yerde,
ikilemlerimizi bırakıp kendimizi bulduğumuz yerde, işte o yerde
biz varız. İllerimiz uzak da olsa, fikirlerimiz bayat da olsa,
tenkitleri karşılayacak gücü yürekte bulup savunma sunumunu tebessümle
yaptığımız anda yaşıyoruz. Kendimizi dahi çekememezliğin zamanında bir
başkasını tebessümle karşılayabildimiz zaman, zamanı yendiğimiz andır.

Lütfedip sunulan bir hayat mı bize değerini bilemediğimiz müsrifce
harcayabildiğimiz...Cevabı ararken zamanı yitirdiğimiz.Bulamadığımız
cevabın arkasında hala koşuyoruz. Zaman denen kıymet mi yitirilen yoksa
kendi içimizde yasanan mı?

Gelen gidiyor, giden birtürlü kalamıyor...Her gelen bir yaz günü arıyor.
Yaşamda tsunamıye maruz kalmış ama hala köklerini koruyan bir deli ısırgan!
İşe yarayan ama dalayan.Olmayacaksa sonbaharı, kışı yaşamak, yazı görüp de
biçare ot olmak neye yarar.....

kalın sağlıcakla:friends:-

flz
15-03-2007, 15:05
-Günaydın
-Günaydın
-Niye arabayla gelmedin…
-Canım öyle istedi…
-Bilseydim daha yakın bir yere seni kahvaltıya davet ederdim..
-Yok yok sorun değil..
-Ne yersin…
-İçeri bakalım…sen ne yiyeceksin
-Poğaca
-Ben kaşarlı simit…
-Sen otur ben çayları alırım…
-Eee ne var ne yok…
-Hiç her zamanki gibi işte iş güc çoluk çocuk bildiğin gibi yani bir değişiklik yok…
-Sen nasılsın….sen de ne var ne yok…
-Seninle konuşmak istedim….ilerisi için planlarım var
-Uzakta olabilecekleri yakından görebiliyorsun yani…
-Anlamadım…
-Miyamoto Musashi.
-o kim...
-Japon samurai…
-Boşver sen anlat….neden poğacayı çatal ve bıcakla yiyorsun….kendimi kötü hissettim…ben elimle saldırdım simite…
….
-Önemli kararlar aldım…biliyormusun…
-Önemli kararlar kişiseldir…
-Kendimi çok iyi hissediyorum.
-sana enerji veren insanlarla berabersin demek ki?
?????


-yeni bir işe başvurdum….
-İşinden memnunsun sanıyordum…
-Memnunum aslında…ama bu daha büyük bir şirket…
-Ne yapıyorlar…
-Yeni teknolojiyle mal üretiyorlar…
-Bilgi üretiyorlarmı…
????
-bilgi üretmiyorlarsa daha da zenginleşemezler…
????
-nerden buldun işi
-gazeteden..Pazar günkü insan kaynakları gazetesinden yaklaşık 3 hafta önce --başvurdum…ilk görüşmeye cağırdılar….
-Bekir çoşkunun göz ameliyatı olduğunu biliyorsun o zaman…
-Hayır bilmiyorum
- Tabii nerden bileceksin, Emin Çölaşan okumazsan…Kabul edilirsen işe….hedefin ne?
-Üst düzey yöneticilik…
-Bunun için dikkatli disiplinli ve sabırlı olman gerekiyor…
????
-senin sabırsız olduğunu düşünüyorum da o yüzden söyledim…
….
-Vayyy ayıııııı….nasıl süratli gördün mü?
-Ayılarla boğalar arasındaki farkı biliyormusun
?????
-Peki karayılanın aslında renginin kara olmadığını…gövdesinin pembe kırmızı olduğunu..
????
-neyse sen devam et…dinliyorum seni….
-kız arkadaşımla ayrıldık…
-niye??? Ben aranızın iyi olduğunu sanıyordum…çalışkan tatlı bir kızdı…
-evet ama…hiç evişiyle ilgisi yoktu….hep hazır besleniyorduk…midem bozuldu valla…sütlaç bile yapmıyordu…hep hazır puding…
-haksızlık etme…mideni bozan hazır pudingler değil…onlar daha sıhhatlı….
????
- tabii….maco erkek…anlamadın kızı….beyin yoğun çalışıyordu kız….sen ve senin gibiler ne anlar…beyin yoğun çalışan kadınların halinden….
-tamam tamam saldırma hemen…
....
....
....
-yeni birisiyle tanıştım….
-belli….eeeee
-aşık oldum sanki…
-parasızmısın?
- ne alaka.
- iyi düşün …sonra beynimi yeme…gece yarıları içip telefon açıp …aşk mı hayatmı…aşk mı hayat mı…diye….hiç çekemem…
- ben sana mutlu olma ihtimalimden bahsediyorum…sen bana dert diyorsun
-mutluluğun kökü derdin içine gömülüdür…
-anlamadım…
-ben de anlamadım…anlamaya çalışıyorum…anladıklarım belki torunlarıma yeter diye de avunuyorum…
????
-bu akşam yemeğe çıkıcaz….önceden çiçek göndersem mi diyorum evine…
-gönder gönder…ama karanfil olsun…çiçekciye sor…Antalya seradan mı karanfiller diye…
- neden?
-sen biliyormusun antalyadaki seracılar ne kadar emek veriyorlar o karanfillere…katkın olsun biraz….
-Tamam….sinirlenme….aaaaa
……
-balık seviyormuş..
-nereye götürsem acaba
-tarabya da bi balıkçı var….mehmet usta herhalde…çok iyiymiş….ama rezervasyon yaptır…
-tamam..
-ismini verme…nick kullan rezervasyon yaptırırken…
-ne alaka…
-anladığım kadarıyla….nick le rezervasyon yaptıran müşterilerine özel bi roka salatası hazırlıyor…
?????

-kalkalım mı?
-hı hı ….yürüyelim biraz…şurdan sağdan yukarı çıkalım…caddeye gelince köşeden taksiye binicem…
-bugün bi şey var sende..?
-nasıl yani?
-Tuhaf konulardan tuhaf bi şekilde bahsediyorsun tuhafsın yani…
-nasıl? La derken fa sesi geliyor gibi mi..
-gibi
-….tııınnnn sesi gelmiyorsa , problem değil…
-Yani ….bu kadar iyi gözükmesen , bu kadar keyifli olmasan…nerdeyse sana bi doktor tavsiye edicem..hani ilaç falan diycem ama…
- yok yok gerek yok…böyle iyiyim…koyverdim…
…..
-Karşidan taksiye binicem ben…
-tamam ….ben de şu bayiden gazete alayım…borsa haberlerine bakıcam..
-eczacı ilaçla ilgileniyormusun
-sen borsadan anlamazsın….ABLAAAA….gerçekten iyimisin….beni endişelendiriyorsun bak….gülme öyle…..senin için yapabileceğim bi şey var mı…lütfen söyle…
-var…ben taksiye bindiğimde, gazetecinin önünden bana gözucuyla bak yeter…
????
-ufak bir detay…hayatın içinden… …gülümseten…

….

alihoca
15-03-2007, 20:33
Arka BahÇe'miz;

Hanımeli değince,
Missler gibi hanımeli çiçekleri açınca,
Daha bi güzel olmuş sanki.

AnnE
16-03-2007, 21:54
377Biraz önce Miiliyet'in sitesine bakınca bu fantastik resmi gördüm.Ama artık fantastik değil, belki de bazılarımızın ya da bazılarımızın çocuklarının ya da belki de onları çocuklarının göreceği bir '' manzara''. Belki bizlerin tozolmuş kemiklerinden parçalar taşıyacak olan manzara. Bu manzarayı, yıllar önce, hani bazılarımızın ''artık'' nefret ettiği Orhan Pamuk'un, maalesef ki bana, bence kurumaya başlayan edebiyatımızın bir tuhaf kıvılcımı gibi gelen ve bu bahçede belki defalarca adından söz ettiğim ''Kara Kitap'' ında gördüğüm o meşum manzaraydı bu.

Sözün bittiği ürperticilikteki bu resmi bundan yıllarca önce anlatmış olan yazarın Kara Kitabında, bu resmi tasvir eden öyküsünden bir alıntı :


"... besbelli, kısa bir zaman sonra, bir zamanlar 'boğaz' dediğimiz o cennet yer, kara bir çamurla sıvalı kalyon leşlerinin, parlak dişlerini gösteren hayaletler gibi parladığı bir zifiri bataklığa dönüşecek. sıcak bir yaz sonunda ise, bu bataklığın, kçük bir kasabayı sulayan alçakgönüllü bir derenin tabanı gibi yer yer kuruyup çamurlaşacağını, hatta binlerce geniş borudan şelaleler gibi gürül gürül akan lağımların suladığı yamaçlarda otların ve papatyaların yeşereceğini tahmin etmek zor değil. kız kulesi'nin bir tepenin üstünde korkutucu gerçek bir kule gibi yükseleceği bu derin ve vahşi vadide yeni bir hayat başlayacak..

... ama asıl hazırlıklı olmamız gereken şey, bütün istanbul'un koyu yeşil lağım şelaleleriyle suluyacağı bu lanet çukurda, tarih öncesinin yer altından fokurdayan zehirli gazlar, kuruyan bataklıklar, yunus, kalkan ve kılıç leşleri, ve yeni cennetlerini keşfeden fare orduları içerisinde çıkacak yepyeni bir salgın hastalığıdır. biliyorum ve uyarıyorum: o gün, dikenlitellerle karantinaya alınacak bu hastalıklı bölgede olup biten felaketler hepimizin içine işleyecek.

bir zamanlar, boğaz'ın ipek sularını gümüş gibi ışıldatan mehtabı seyrettiğimiz balkonlardan gömülemedikleri için alelacele yakılan ölülerden çıkan mavimsi dumanın aydınlığını seyredeceğiz artık. boğaz kıyılarındaki erguvan ve hanımellerinin bayıltıcı serinliğini koklayarak rakı içtiğimiz masalarda çürüyen ölülerin genzimizi yakan o küfle karışık kekre kokusunun tadını alacağız. balıkçıların sıra sıra dizildiği o rıhtımlarda boğaz akıntılarının ve bahar kuşlarının huzur veren şarkılarını değil, bin yıl süren genel aramaların korkusuyla denize dökülmüş çeşit çeşit kılıçları, hançerleri, paslanmış pala ve tabanca ve tüfekleri ele geçirip ölüm korkusuyla birbirlerine girenlerin haykırışları duyulacak. bir zamanlar deniz kıyısındaki köylerinde yaşayan istanbullular, akşam evlerine yorgun argın dönerlerken yosun kokusunu duymak için otobüs pencerelerini fayrap açmayacaklar; tam tersi, çürümüş ölü ve çamur kokusu sızmasın diye alevlerle aydınlanan aşağıdaki o korkunç karanlığı seyrettikleri belediye otobüslerinin pencere kenarlarına gazete ve kumaş parçaları sıkıştıracaklar...

... şehrin ışıklarına dönerken, felaket anlarında ölümü karşılamanın en mutlu yolunun bu olduğunu düşünerek uzak bir sevgiliye acıyla sesleneceğim: canım, güzelim, kederlim, felaketler zamanı gelip çattı, gel bana, nerede olursan ol, ister sigara dumanıyla dolu bir yazıhanede, ister çamaşır kokan bir evin soğanlı mutfağında, ister dağınık mavi bir yatak odasında, nerede olursan ol, vakit tamam, gel bana; yaklaşan korkunç felaketi unutmak için perdeleri çekili yarı karanlık bir odanın sessizliğinde bütün gücümüzle birbirimize sarılarak ölümü beklemenin zamanı geldi artık."

dohol
17-03-2007, 01:16
Yukarıdaki resmi görünce gerçekden etkilenmemek mümkün değil ve küresel ısınma gerçekten kısa-orta ve de uzun vadede (borsayada dokunmuş olduk) büyük bir tehdit olarak önümüzde duruyor.

Peki nedir küresel ısınma ve sera etkisi:

Küresel ısınma nedir?

İnsan tarafından atmosfere verilen gazların sera etkisi yaratması sonucunda dünya yüzeyinde sıcaklığın artmasına küresel ısınma deniyor. Sera etkisinin artması, atmosferin üst bölümünün yani stratosferin soğumasına, alttaki troposferin ise ısınmasına yol açıyor.

Sera etkisi doğal

Sera etkisi doğal bir süreç. Sera etkisi, dünyada yaşam olması için gereken sıcaklığı sağlıyor.

Su buharı, karbondioksit ve metan gazı, dünyanın üzerinde doğal bir örtü oluşturuyor. Ancak fosil yakıtların kullanılması ve ormanların yok edilmesi, bu örtüyü oluşturan gazların, atmosferde normalin çok üzerine çıkmasına neden oldu.

Dünyanın yüzeyi güneş ışınları tarafından ısıtılıyor. Dünya bu ışınları, tekrar atmosfere yansıtıyor.

Dünyaya ulaşan güneş enerjisinin yaklaşık yüzde 70'i, böylece tekrar uzaya gönderilmiş oluyor. Ancak bazı infrared ışınlar, sera gazları tarafından tutuluyor. Bu da atmosferin, ısınmasına neden oluyor.

Sera etkisi, dünyanın yeterince sıcak olmasını sağlıyor. Ancak bazı bilim adamları, insan tarafından fazla miktarda sera gazının atmosfere verilmesinin bu karmaşık dengeyi zedelediği ve küresel ısınmaya neden olduğu görüşünde.

1980'den beri sürekli ısınan dünya, 2003'te son 18 yüzyılın tepe noktasına ulaştı.



Konu gerçekden sayfalar boyu incelenip irdelenebilecek ve internette kolaylıkla ilgili yazılar bulunabilecek bir konu ama benim bu kadar yazı sonrası değinmek istediğim konu farklı; Anne' nin mesajındaki resim aslında dramatik olmakla beraber gerçekçi değil çünkü küresel ısınma sonucu özellikle tatlı su kaynaklarının azalması beklenirken buzdağlarının erimesi sonucu deniz seviyesinin ise yükselmesi beklenmektedir.

Sonuç olarak eğer birşeyler yapılacaksa gerçekçi olmasa bile dramatik resimleri kullansınlar ama artık birşeyler yapsınlar yada yapalım.

Süvari
17-03-2007, 20:56
Gerçekten kurtulmuş mu?... diye


İstanbul'u Düşünüyorum


İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı
Önce hafiften bir rüzgar esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar, ağaçlarda;
Uzaklarda, çok uzaklarda,
Sucuların hiç durmayan çıngırakları
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Kuşlar geçiyor, derken;
Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık.
Ağlar çekiliyor dalyanlarda;
Bir kadının suya değiyor ayakları;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Serin serin Kapalıçarşı
Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa
Güvercin dolu avlular
Çekiç sesleri geliyor doklardan
Güzelim bahar rüzgarında ter kokuları;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Başımda eski alemlerin sarhoşluğu
Loş kayıkhanelerıyle bir yalı;
Dinmiş lodosların uğultusu içinde
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir yosma geciyor kaldırımdan;
Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar.
Bir şey düşüyor elinden yere;
Bir gül olmalı;
İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı.

İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir kuş çırpınıyor eteklerinde;
Alnın sıcak mı, değil mi, biliyorum;
Dudakların ıslak mı, değil mi, biliyorum;
Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından
Kalbinin vuruşundan anlıyorum;

İstanbul'u dinliyorum.

Orhan Veli Kanık


Şairler boşuna kapatmayacak artık gözlerini...Kapatmadan kalemleri yazamayacak...

Belkide gözlerini kapatanlar açmalı artık. Sanki martı öyle diyor böyle bakarak...


http://i43.photobucket.com/albums/e397/suvari123/DSC01281.jpg

AnnE
25-03-2007, 13:52
Bir Pazartesi akşam üstü trafiği.Sanki diğer günlerden farkı varmış gibi.Yoğun, sıkıcı,gergin. Birisi körpüde intihar ''girişiminde'' bulunuyor. Trafik daha yoğun, daha sıkıcı, daha gergin. Radyolardan bu sinir bozucu haberi duyanların ''şovmen it'', '' atlayamaz hıyar'' , '' bir sen eksiktin'', '' itin gitsin'' gibilerinden duygu dolu tepkileri.

Onun yolu köprüye değil, ama yollar ortak.Köprüye girmeden sapacak bir yana.''İntihar girişimcisini'' de duyar duymaz, körpü yolundan kaçıp, şehrin yeni semtlerinden, daha da yeni semtlerine sapa sapa yanındakini bırakacağı yere ulaşır.

Yolun sonuna doğru, o çok az gördüğü ama çok konuştuğu, o çok az tanıdığı ama çok paylaştığı adamın oralardadır tesadüfen. İntihar girişimcisi çıkmıştır aklından. Soğuk suya teması ile göğsü parçalanıp kulaklarından fışkıran kanlar serin akıntıda çözünüp yok mu oldu. Kırılan önce bacakları mıydı, kollarımı yoksa boynu mu ? Suyla temas anında gözleri açıkmıydı, gördümü akşam ışıklarını hızla süzülürken suya doğru.Yoksa hala parmaklıklara tutunmuş , en yakındaki bezgin polis memurunun yakarak uzattığı Winston'u mu çekiyordu derin derin? Belki de Beylerbeyi karakolunda bir sandalyede oturmuş kendisine terapi uyguluyor gibi yaparken aslında dalga geçenlere boşboş mu bakıyordu.O nun bu halini gelip görmesini istedikleri yetişebilmiş miydi o O'nun için muhteşem manzaraya?

Çoktan unutmuştu intihar girişimcisini; tesadüfen O'nun oralarda olduğu adamı aradı. Selam, sabah , nerdesin, hoşgeldin,şaşkın kısa lafların ardından , senin oralardayım, gel, birer duble, ile sözleştiler On dakika sonrası için, trafik ışıklarının altında.

On dakika sonra, ışıkların altında bekliyordu, yaşının, yaşamının, yaşanmayasıların izleri omuzlarında, geldi, bindi arabaya az konuşarak gittiler dördüncü sandalyenin boş bekletileceği yere.

Oturdular, az yediler, çok içtiler. O anlattı, diğeri dinledi, O anlattı diğeri dinlemedi, O anlattı diğeri hissetti, O anlattı, diğeri anlamadı. O ağladı diğeri göstermemeye gayret etti, o sustu, diğeri konuşamadı.Memleket lafları geçti, dünya lafları ; umutlardan söz edildi, umutsuzluk ağır bastı, geçmiş dendi, gelecek...Geçmeyenler, gelemeyenler çöktü alkollü sigara bulutunun arasına.Bulut sızdı kulak deliklerinden, göz pınarlarından, sinir uçlarından beyne, yüreğe.

Bindiler arabaya az konuşarak gittiler.

Köprü trafiği hala tıkalı, yeni intihar girişimcilerini bekliyor köprü.

Lizzy
25-03-2007, 17:16
İyi komşulardı.Görünce sinirlenmeyeceğiniz cinsten.İkisini de severdim,en çok da Daisy'lerini.Kulaklarını savura savura koşmaya başlardı uzaktan beni görünce.Herşey yolundaydı o zamanlar...
Çok sevdikleri arkadaşları ölünce onun köpeği Tarçın'ı da aldılar eve,içlerine sinmedi onun ortada kalması .İki köpek zaten yabancı değildi birbirlerine,çok mutluydular birlikte.Ben de öyle...
Heyecan yapıp havladıkları da olurdu bazan. Giderek apartmandakilerden şikayetler gelmeye başladı.Bazan birini alıp oyalardım,onu mu kendimi mi,o da meçhul...
Davalar açıldı,mahkemeler,şunlar bunlar.Sonuçta bir köpeğin uzaklaştırılmasına karar verildi.Tek bir köpeğe izin vardı.Beklediğim gibi gelişti sonrası...
Ayıramadılar o ikisini.Kıyamadılar bu dostluğun bitmesine.Ve bugün başka bir yere taşındılar.Uğradılar son kez,vedalaştık.İki güzelle de son kez poz verdik beraber.Ağlamayacağım,söz verdim.Sadece küstüm gene.

alihoca
26-03-2007, 00:10
Ezen ve ezilenin olmadığı, insanın insana kulluk etmediği insanca hakça bir düzen için İnanmış, adanmış ve başkaldırmış ilk gençlik yıllarını anlatacaktı ona. Kanının deli gibi çağladığı, aklının; olmazların olur, yenilmezlerin yenilir kılınabileceğine inanacak kadar saf olduğu idealist yılları anlatacaktı.

Aynı yıllarda doğup aynı yollara baş koyan bir başka isyankâra bildiklerini tekrarlamak da değildi amacı. Dünyaya isyanın anlatısı sadece girizgâhtı konuya. Yaradanına sitemle başlayıp, yaradılışına sebep olanların cümlesine karşı ilk isyanını anlatmaktı dileği. On yedi yaşın kuşanmışlıkları içinde isyanın şekli şemali de çok önemli değildi aslında.

Ama nedeni önemliydi, anlatmalıydı mutlaka. Çünkü onun ''abartı'' olarak nitelediği üslubun nedeni tam da buydu işte.

Gülmenin delilik, ağlamanın zayıflık, sevgiyi dillendirmenin ayıp sayıldığı Anadolu’mu karış karış gezmiş birine bunları anlatmak da inadına zordu yani. Ama bunların yürekte yol açtığı yaraların ne kadar kabuk bağlasa da zaman zaman ve kimi darbelerle ılık ılık kanayışından söz etmeliydi.

Sevgiyi ifade edemeyişin nedenlerini ve zorluklarını zamanla öğrenmenin bile, sevginin dile gelip, el ve göz dokunuşlarına yansımasına olan ihtiyacı bir türlü körleyemediğini, istek ve beklentisini de engelleyemediğini itiraf etmek ne zordu.

Kurulu yer sofrasına dizilmiş ailenin tüm büyüklerine; on yedi yaşın adanmış ve inanmış isyankârlığına sığınıp, isyankârlığın kuşanmışlıklarından cesaret alıp ‘Bir kez olsun Oğluuum diyemez misiniz’ diye başlayan ve sofrayı ters çevirip çıkan ilk isyandı anlatılması gereken.

Şöyle yüreklere işlemiş derinliklerden kopup gelen, sımsıcacık seslere bürünen ‘Yavruuum, Guzuuum, Gardaşııım’ sözlerini duyamamanın, yine kökeni sevgi olan dokunuş ve okşamaları sırtında hissedememenin, kişiliğinde açtığı onulmaz yaraları, ağlayıp zırlamadan anlatabilmenin ‘bir yolunu bulurum inşallah’ diye söylendi kendi kendine.

Serilip serpildikçe arkadaş, eş, dost diye başlayarak Anadolu çocuklarının hepiciğinin aynı yaralarla közlendiğini de öğrenmişti. ‘Hep bana Rab bana’ diyecek kadar da bencil olmayı başaramadığı için, acısını yüreğine gömmesini öğrendiği gibi. Hatta kendi için sızlanmak bi yana, hiiç duymadığı, hiiç hissetmediği şeyleri sevdiklerine verebilmenin yollarını aramak, yıllarca baş uğraşısı olmuştu.

Kâh, bir Yılmaz GÜNEY filminde duyduğu ‘Gülüüüm’ sözünü aynen onun güzelliğinde söyleyebilmek için günlerce, kâh, Bugünün Saraylısı dizisinde Ahmet MEKİN’İN saraylı kadını oynayan Sema YUNAK’a ‘Hanımııım’ diye yüreğin en sıcak köşelerinden gelen seslenişini, geceler boyu deli tekrarlarla tekrarlaması hep ondandı. Gittiği yerler, seyrettiği filmlerde görüp duydukları ve okuduğu binlerce kitaplarda, arayıp, bulup, buluşturdukları ile sürüp giden çabalarda öyle.

İnat da muratmış gerçekten. Sazına değilse de sözüne, yazısına, dokunuşa yansıtabilmeyi azıcık da olsa becerebilmişti. İşte, zamanla sesleniş ve dışa vuruşlarının biraz biraz gözlere, dokunuşların birazcık mayışmalara, seslerin gülüşlere yansıyan sevincini görmenin, ona kalan tek mükâfat olduğunu anlayabilecek kaç kişi vardı ki?

İşte, yorgun bir mesai dönüşü evinin ve yüreğinin kaçıp sığındığı bir köşesinde, tek lüksü çay keyfi için bir iki şey atıştırırken telefon çaldığında; günlerdir beklenen ve şerefine kaldırılan sandalyelerin boşluğuna defalarca anlatılanlar bunlardı işte.

Sevinçten şaşırıp eşofmanının üstüne pantolonunu giyemeyince küfretti. Cadı kızlarının ‘neden eve gelmiyoor’ deyişlerine ne söylediğini sonradan hatırlayamadı bile.

Işıkların altında varıp hasret duyduğunu beklerken, bir taraftan da kendisine onu daha fazla ağulara beleme diye sıkı sıkı tembihlemeye başladı.

meraklı
26-03-2007, 08:47
Ne hoştur ki varılamaz sanılan yerlere varıldığında alınacak keyfi ve lezzeti yaşamak....Ne hoştur ki gençlik isyanlarının ileri dönemde olgunluğun deminde hayatı daha farklı lezzetlerle görmek...Ne hoştur ki hasret duyduğun ,beklediğin ve özlediğini , anlamlı -aslında anlamsız bir heyecanla yanında hissetmek sonra da gelişiyle o süprizi doyasıya yaşamak...

Biz mi zoruz, hayat mı zor...Yaşamaya çalıştıklarımız mı zor aslında yaşamış olduklarımız mı ?

Neyse....gün güzel, özlem güzel, insan güzel...Kavuşmak mı.. en güzel....

Kalın sağlıcakla........:friends:-

Emin
28-03-2007, 00:11
Birbirinden güzel, birbirinden derin, birbirinden engin, birbirini ele veren hoş yazıları peş peşe okudum.

Elbette konuşmak zordu, dinlemek daha zor ama!

Belki de en zoru anlamaktı.

Yoksa anlaşılmak mıydı?

“Konuşabilmek için, konuşabilecek insanlara gerek vardır.”
“Konuşabilecek yürek, nereye bakabileceğini bilecek göze gerek vardır.”
“Elini nereye koyacağını, boynunu ne yana çevireceğini bilmeye gerek vardır.”

Bu üç önermenin de koşulları varmış varmasına ama neticede kesmemiş ikisini de.

Oturmuşlar, bir de Arka Yazıya yazmayı denemişler; iyi de yapmışlar.

Yüreklerine sağlık.

Duygularım sulandı.

meraklı
28-03-2007, 10:37
.............

“Konuşabilmek için, konuşabilecek insanlara gerek vardır.”
“Konuşabilecek yürek, nereye bakabileceğini bilecek göze gerek vardır.”
“Elini nereye koyacağını, boynunu ne yana çevireceğini bilmeye gerek vardır.”
.........................



Kurgular, kurgulanacak olaylar içindir...Hayallenmeler içersindeki asılsız dengesizliğin sözde dengelendiğini sandığı yerdedir..Sadece olmasının istendiği şekliyle yaşanmaya çalışılandır. Amaçlar farklıdır, yaşananlar farklıdır, yaşanılan sanılansa daha farklıdır.

Kuruduğu sandığı gözyaşları akıyor, içi acıyor, ifadede yetersizliğinin o iç bunaltan sıkıntısını yaşıyor. Güçlü görünmenin sadece kendine getirdiği, umursamaz görüntüsünün sadece kendine yaşattığı acıyı biliyor....alınan eğitimlerin gerçek hayatla örtüşmediğinin bilincinde -anlatmaya çalışıyor...Hissetmek gerek, kabul etmek gerek - olduğu gibi ve yaşamak gerek......

Alınıp verilenlerin sahtesinde, acının katre katre derinliğinde "nerede hata yaptım" sorusunun cevabı olmaksızın, değiştirilmek, sorgulanmak ve zorla suçlu hissettirilmek üzere ...yaşam devam ediyor..devam da edecek....

Ama o da hep sevmeye devam edecek...Olumsuzluklar ne kadar fazla ve yoğun olursa olsun...

Hayat güzel, gün güzel...olanı olduğu gibi kabul edip değiştirmeye çalışılmadığı sürece...


Hoşçakalın............:cry:

meraklı
31-03-2007, 21:21
Bu aralar çok gevezelik yaptım diye susmak istedim ama, çenesi düşük olanın külü düşer hesabı, yine dayanamadım....Bahçenin de sessizliğinden faydalanıp biraz yaramazlık yapayım dedim...Ve yarım kalmış olduğunu hatırlatan sevgili detaycı arkadaşımı da kırmayarak biraz daha yazayım dedim...Üstümdeki ağırlıkları bahçenin sularına atıverdim..Nasılsa bahçevanlarımız var, onlar gerekenleri kök diplerine yayarlar;)

Devamı olacak tabiii...yaşarken yaşamın yaşamazlığı içersinde yaşamamız gerçekliğini yaşamaya çalışırken....

Günler bir su damlası gibi, göller oluştururken gecelere , yansıması düşer yaşıyor sandığımız günlere...Bir güz vakti yaşam pınarından kana kana içerken, soluklanmayı unuturuz ecel berimizde beklerken...Bir bahar vakti çocukluk dediğimiz taze filiz zamanında, yapraklanır çiçek açarız...heyecanın keyif çağlayanlarında yıkanırız..Yaz gelir kavurucu sıcakların içinde yavaş yavaş meyvelerimizi sunarız yaşamın kucağına.Ağaç oluruz, gölgemizden faydalansın, meyvemizden yensin isteriz, gübrelensin, kök yerlerimiz çapalansın isteriz, dallarımız budansın, daha fazla gelişelim isteriz.... Tatlı, dolgun meyvelerimizin lezzetiyle görenleri mest ederiz. Ve sonbahar gelir... kimi taze filizler artık ağaç olmuş, kimileri hala kuru bir gövdede tutunma savaşı içinde.

Ana oluruz baba oluruz, egomuzun meyvesi çocuklarımıza verirken nasihat, atladığımız küçük mutlulukları da onlarda yaşamaya, yaşatmaya çalışırız. Gençlikte yaşadığımız dolu dizgin heyecanları, olgunluk döneminde hoş bir tebessümle anımsayıp artık huzur ararız..anlaşılmak ve olduğunca bütün kabul görmek isteriz...Savaşmak yerine artık kurduğumuzu sandığımız dengenin dengesizliğinde sadece var olmak isteriz. Mutlu olmak isteriz.

Yoktan var olduk ve yine yok a döneceğiz. İşte bu iki yokluk arasındadır yaşam. Bu ince çizgi üzerinde durabilmektir en temel mutluluk, varlığımızı önce kendimize hissettirebilmektir en kıymetli keyif. Var olmanın değerini anlayabilmek için yok olmak gerek ki... işte o zamansa zaten çok geç olmuştur.

Bedenin bedene, nefesin nefese, gözün göze temasıdır yaşam...Sohbetlerin sessizliğindeki çığlıktır, gözlerin kederindeki saklı heyecandır. Bazan bir el sıkışmaktır, bazan paylaşılan bir sofradır, bazansa yitirilenlerin geride kalana yansımasıdır. Umut edilendir, beklenendir, arzulanan, hissedilendir. Yokun içinde var ettiğimiz, kendimizce değer verdiğimiz ama değerinin tartıldığı bir andır. Yaşam....işte öylesine sür-git olan, ucundan yakaladığımızı sandığımız ama dizginleri bizi boğan, hep sürüklendiğimiz ama köklerimizin var olduğu inancıyla yaşadığımız an....

Olanı olan anda, yaşamı yaşanacak zamanda yaşamak üzere ......Yaşamdan hiç kopmamacasına mutlu olmak üzere, paylaşmak üzere...devamı olanı devam ettirebilmek ve devam ettirmeye çalışırken mutlu olabilmek üzere, sevginin saflığını kirletmeden saygıyla pişirebilmek üzere....

Kalın sağlıcakla.......:friends:-

Lizzy
02-04-2007, 15:56
Mesela bende.Sıkça 'yeter artık,bugün son.bir daha asla girmeyecek eve.'derim,sonra hep aynı kısır döngü.Öyle birkaç yazar var ki,onlarsız bayat bir gün geçiyor sanki,ne bileyim işte,herşeyde mantık varmı ki?
Gazetenin kemikleşmiş hükümet şakşakçısı olan yarısı son haftalarda var güçleriyle çaılışıp,kazançları her ne ise,haketmeye çabalıyor..Ortada çekinecek,rahatsız olacak bir durum olmadığını,malum kişi köşke gelirse nasıl bir profil çizeceğini -hem nasıl ballandırarak-anlatmaktalar.Hele bir Tanrı yazar karmaşası sundu ki o en sevmediklerimden olanı,evlere şenlik bir düzmece yani.Tüm yalaka basına inat hala ayakta kalmayı başarıp,bir umut ışığı veren tek tük fedaiyle bunun derdi.Kaldı ki onların bir bölümü de kendi gazetelerinde varlar.Ne kadar süslesin püslesin,oradan buradan dalıp,yandan çarklı sunmaya çalışsın olayı.Nafile.Anlayan anlıyor bu diretmelerin altındaki maksadı.Kim ne derse desin,adı ne olursa olsun,ya da onların şaibeli deyişiyle iyi ki var o Tanrı yazar'larımız.
Herşey ne kadar ucuz,ne kadar vazgeçilir oldu.Yazacak ne kaldı ki?

Lizzy
02-04-2007, 19:09
Cahillik kabul etmezseniz,ben son yazımı nasıl edit edeceğim?Resmen bulamadım.diğer forumlarda bunun yapabiliyorum ama burada farklı bir olay mı var,anlamadım.Herneyse,hep başıma gelir,sinirlerim zıplayınca yazarken sözcük hatalarını çok yaparım. nafile yerine nefile yazmışım.Teşekkürler.

flz
03-04-2007, 14:29
Camdan bakıyordum…bahçede bir aşağı bir yukarı dolanmaya başlamıştı. Gözümle takip etmeye başladım. Bir şey arıyor gibiydi, nerdeyse bahçenin bütün köşelerine gitti geldi. Dışarı çıktım, yanına gittim, kafasını kaldırdı, gözgöze geldik.Tekrar başladı yerleri koklayarak dolaşmaya …Ne arıyor acaba ?. Karnı artık iyice büyümüştü, yere yaklaşmıştı..ha bugün ha yarın… yavrulayacaktı. Ama sıkıntısı vardı. Evet…yer arıyordu kendine…korunabileceği kendini güvende hissedebileceği bir yer arıyordu .

Anneler ne ister? Yavruları için uygun bir yer…

Kulübesini sürükledim,üstündeki çatıyı söktüm,tahtadan büyük bir kutu şekline getirdim.Ve kendimce uygun olduğunu düşündüğüm bir köşeye yerleştirdim.Ona da uygun gelmişti ki…içine yerleşti…pozisyonunu aldı.
Sakın yaklaşma demişlerdi… yanında olma….karşısına geçtim…hiç kıpırdamadan…sadece seyrettim.
İlk yavru çıkarken çenesiyle çekti ön ayaklarının arasına aldı, yavruyu saran zarı içine çekti çiğnedi ve yuttu. Hızlı bir şekilde yavruyu yaladı yaladı…temizledi…ısıttı..kafasının yardımıyla karnına doğru ittirdi. O sırada ikincisi geldi, onu da çekti…Ve aralıksız dokuz defa bu işlemi yaptı. Sekizini yalayıp temizledi.Bir tanesine yetişemedi. Her gelen yavru temizlenip yalanıp paklanıp ısıtılıp diğerinin yanına özenle yerleştirildi.

Nasıl bir içgüdü !!!?…

Son yavruya da aynı özeni gösterdi. Golden cinsine dokuz yavru fazlaydı, normal beş-altı demişlerdi…,Çok yoruldu, kafasını kaldıracak hali yoktu. Önüne suyunu koydum. Kafasını kaldırıp içemedi. Sakın yaklaşma…yavrularına zarar vereceksin diye, saldırabilir veya ısırabilir …demişlerdi. Avuçlarımın içinden ona suyu uzattım, yaladı yuttu. Dili damağı kurumuştu….o yavrularını doyurdu …ben onu doyurdum…yaklaşık iki ay kadar sürdü bu böyle…

İki ay boyunca, yavrular sürekli yalandı, dışkıları anne tarafından temizlendi, karnının altında ısıtıldı, o küçüçük kulübede yavrularıyla beraber hiçbirine en ufak bir zarar vermeden sadece onları besledi… besledi…memeleri kuruyup kanayıncaya kadar.
Sonra çok düşündüm…evde hayvan besleyen insanlar..bizler…Napıyoruz?…Doğanın dengesini bozuyormuyuz acaba?…Evde olmasaydı o dokuz yavrudan en az dördü giderdi…Kendi aralarında giderdi … güçlü yavrular izin vermiyor… hayatla olan bağını kesiyor…ittiriyo kaktırıyo bişeyler yapıyor zayıf olan yavrunun meme hakkına saldırıyor. Yavru beslenemeyince …hayattan eleniyor. Büyük balık küçük balığı yutar gibi… Hayattan elenen insanlar…?? Nasıl bir denge…?? Annenin meme sayısı yavru sayısına bir süre sonra eşitleniyor. Sekiz yavru …zamanı gelince uygun yerlere verildi. Annem derdi ki….” anneliği anne olduktan sonra anlayacaksın…köpek bile anne …iki yada üç aylık bir annelik …ama sonuçta annelik…”

Aslında bu konuya başlarken niyetim anneliğe gelmek değildi…ama geldi… Şimdi ben bunu niye yazdım??…Niye yazdığımı biliyorum…ama niye yazdığımı anlatabilecekmiyim???…İşte… onu bilmiyorum…yazmasaydın da olurmuş dediğinizi duyar gibiyim.

“…umarak. “ demiş…anne gibi…içten söylemiş….
Türkçe sezgisel bir dilmiş…

meraklı
03-04-2007, 23:04
Sevgili flz,

Bana bu yazı seneleeeerr önce, daha bacakkene iken yaşadığım bir minik serçeyi hatırlattı...

Ama biliniz ki onun ne anası vardı ne de saracak besleyecek ve de korunacağı bir yuvası...

Tek kanadını kedi-ler parçalamış bir yavru serçe idi o...Tüyleri hafiften yolunmuş, yağmurdan ıslanmış, biçare. Onu parkta bulduğumda- ki ozamanlar sokak çocuğu olmak bir keyifti- buhali bana çok dokunmuş cebime koyup eve getirmiştim..Anacığım görüp de gözleri yaşarmıştı "ölür, yaşamaz, sana da yazık bağlanırsın" demişti. Hatırlıyorum da günlerce-geçmiş zaman ne kadar ona baktım bilmiyorum. Onu yumurtanın sarıları ile beslemiştim, pirinç içlerinden çeltikler ayıklayıp havanda dövüp gagasından akıtmıştım. O zamanlar damlalıklı ilaçlar fazlaydı, damlalıklarla su veriyordum. Ve gün günleri kovaladı, gece gündüze karıştı, güneş alsın diye pencere kenarına yaptığım acaip yuvamsı bezlerin içinde bizim minik can kendine geldi.

Kanadı iyileşti, semirdi...ama eksiği uçmayı bilmiyordu. Kanatlarını beceriksizce açıp kapamaktan başka bildiği yoktu..Anacığım" bunun uçmayı öğrenmesi gerek" dediğinde beni aldı bir telaş...Öyle ya ben uçamazdım ki...

Tabiii çocukluğumun engin hayalgücü devreye girdi ve başladım minik canı hafiften elimde yukarı aşağı kaldırıp indirmeye. Bizim ufaklık pek yetenekli çıktı az bir zamanda kanatlarını kullanmayı- uçmayı öğrendi.

Onu yine parka götürüp uçması için elimle yine ağaçlara doğru fırlattım...Niye mi...eee çocukluk işte ne yapsaydım:)

Ve bu minik can uçtu gitti dala kondu...Ama tuhaftır ki onunla sanki aramızda sözleşmiştik...her sabah okula kadar benimle gelirdi ve her akşam benimle eve dönerdi...Sonra mı...sonra oradan taşındık..büyüdüm...büyüdü...

Evet ahali bu da böyle bir anı işte...yaşandı ve bitti...bitmeyen sadece o güzel keyfiydi...

Bitirmediğiniz keyifleri, her daim sevginin içinde saklayarak yaşamanız dileğiyle..Kalın sağlıcakla:friends:-

flz
06-04-2007, 12:59
Uzun boylu,
Eflatun gözlü, keman kaşlı,
Büyük ihtimal açık kumral saçlı.
Çok çalışkan.
Binbir emekle sofralar kuran, yemeklerine sevgi katan,
Ortalıkta sessiz, sakin, sanki parmak ucunda dolaşan,
Bakır cezvede kısık ateşte, hatta mangal külünde
Bol köpüklü, tam kıvamında kırk yıl hatırı kalan kahveler yapan,
Yanında tadı damakta kalan
150 yıllık konyak sunan,
Ortama uygun cd yi bulan…
Irkının verdiği özellikle gergin vücutlu,
Zeki bakışlı, suna duruşlu.
Bahçenin etrafında, minicik şortuyla, sabahları jogging yapan,
Ahaliyi başına toplayan,
D.H. Lawrence romanlarından çıkan,
Slvia Kristal koltuğunda oturan,
Koltuk bulamayınca kolilere razı olan,
Tatlı dilli, güler yüzlü halden anlayan, dert dinleyen, derman bulan,
Emirlere uyan, tülleri açıp kapayan,
Ruhundan tatlı esintiler sunan,
Güzeller güzeli bir kişi, dişi mi dişi.
Şimdiiii…
Akşama doğru
Tahtalar kapanacak, ekran kararacak,
Kafanda dalgalar, destekler, dirençler, bol rakkamlar
Yola çıkacaksın, trafikte takılacak, nihayet eve varacaksın,
Allah ne verdiyse sofraya oturacak, karnını doyuracaksın,
Belki…canı isterse, evdeki dişi,
Elektrikli plastik cezvede sana kahve yapacak,
Ahşap boyama tepsi içerisinde
Bir bardak doğal su ile sehpaya koyacak,
Tv izler, reklam cıngılı dinlerken,
Suyu içeceksin…ooohhh….Yarabbi şükürden sonra,
İç geçirerek…
Yanlışlıkla İriiiinaaa diyeceksin…
Doğal sonuç…
Merdaneyi kafana yiyeceksin…
Yüzünde tatlı bir gülümseme,
Huzur içerisinde,
Kafanın üstünde yıldızlardan bir hale…
Geçeceksin o büyük kanatlı kapıdan..
Tülleri rüzgarda savrulan
Ak sakallı ak saçlı,göbekli
Tatlı mı tatlı dedenin yanından,
İneceksin ağır ağır merdivenden
Yolda Peter' ı göreceksin, yanında köpeği.
Biraz ötede kolunda çilek sepeti ile Heidi
Mis kokular arasında yol alacaksın,
Bahçeye varacaksın…
Bak orada tam karşında…
Karanfiller arasında , kuş kafesinin yanında,
Oturuyor…
Yanında layt olmayan sigarası, duble rakı
Bahçe mahsullerinden bol tereyağlı güveçte sebze kebabı
Belki erkek belki dişi,
Duruşundan belli, … bilirkişi…
Yüzünde derin çizgiler…
Çukura kaçmış gözler….
Sol elini sana doğru kaldırmış sallıyo..
Belli ki seni çağırıyo…
Yaklaş…yaklaş…o gözlere , ele bak…
Sana neler neler anlatacak….





Sevgiler, saygılar...
Hepinize hayırlı bol kazançlar.:)

dentist
08-04-2007, 01:25
O köprünün altından ne sular aktı geçti!
O suda elini yıkayan bir daha aynı suda elini yıkayamadı....


385

AnnE
08-04-2007, 19:22
Şİmdi , bahçenin İrinaanımlı tarihini betimleyen yazıyla alakalı birşeyle yazmak farz değilse de vacibdir; lakin Kafkas eteklerinde bin kilometreden fazla yol teptikten sonra bu klavyeden ne çıkar bilinmez ; neyse , bakacez artık.

Kafkas diplerine gerçek bahar gelmeye başlamış.Erik, kiraz, birazda elma çiçeğe durmuş , fındık püskülü meyvaya dönmeye başlamış. Ceviz enteresan , hani sabah sporundan gelmiş de duşunu almış, derin nefesini çekmiş içine , yeşil giysisini giymeye hazırlanıyor.suyu gelmiş dallarına , dimdik geriniyor.Ceviz cevizliğinin fakına varmış , sıra meyvada, yaprakta yeşil yeşil.Kuzular iki aylık olmuş, analarının ardında koşturmaya başlamış sütü bırakıp ot derdinde.

Irinaanım'ın maceralarının özetini okuyunca, netteki genclik günlerim geldi nedense aklıma.O zamanlar İrinaanım daha , bırak otu , ana sütüne bile değmemişti sanırım.Artık , hangi katılımcı neye değmişti vallahi de bilemem; bize değenlerin hesabını karıştırırken...

Az daha yukarda bir yerlerde, doğanın düzeni , doğanın kanunu da aklıma takılıp kalmış.Ne kanunu ne düzeni yahu! En başta doğa, duruma göre düzen almayı kanun yapmayı en alasından bilir.Sen bas karbonmonoksidi, dioksidi adamın atmosferine , o anında düzeni değiştirip sana hastiri çekiverir, geçer efendi gibi yeni buzul çağına, keyfine bakar.Ona ne senin tarihin bitmiş falan.O kendi tarihiyle alakadar.İtin sekiz memesi olmuş , altı, oniki memesi olmuş ne gam.O düzenini kuruverir , sen aradığın kanunla neslin donmuş kalıkalıverirsiz.O iplemez. Kooca dinazorları imha etmiş ,seni mi sallayacak ay insanoğluinsan. Sen derdine yan.Ya da evangelist ol , yada hizbullahcı; dötü başka dünyalarda kurtaracam diye teselli et kendini.Artık Mehdi mi gelir İsa mı bekle dur.Sen doğanın düzenini yüzyıllardır düzerken o bundan zevk almıyormuydu sanıyorsun.Senin hafsalanın alamıyacağı tatminlerden tatminlere koştu ; en büyük hazzı da sen kendi kendini imha ederken alacak.Sen hala doğayı imha ettim san.Lavuk!!!

O kendi dengesini öyle bir sağlar ki , ki o omurgasız hayvanı bile yaratmıştır, sen onun hakaret kabul ederken; Mehmet Barlas poh yemiş ; yeni ''dünya '' düzenini bi kuruverir , sen olmuşun , olmamışın sadece senin umrunda.

Senin ömrünün başı sonu var diye , doğanın da mı var sanıyosun , ay hüsnü kuruntu salağı; onun öyle bir derdi yok.Yeşil olur , buz olur , toz olur , plazma olur , döner durur .

Sen tarihinle, omurganla , duruşunla, duramayışınla, karbondioksidinle, buşunla, putininle , geldiğin gibi gidersin.

Herkesin tarihi kendine...
Doğaya ne ?

flz
09-04-2007, 15:06
Arkabahçe ile tanıştırıldığım veya bir şekilde okumaya başladığım zamanlarda, ana sayfanın düzeni dikkatimi çekmişti. Bir tarafta Atatürk, diğer tarafta Mevlana sıcak ve samimi bir tanıtım yazısı ve silik bir şekilde bir bahçe resmi, resimde bir dede, bir çocuk, yeşil bir alan,…Belki, borsayla hiçbir ilgim olmadığından, arkabahçeyle, o silik bahçe resmi arasında, bir şekilde, kendimce, çocukca bir tavır ile çocukluğumda okuduğum heidi kitaplarıyla bağlantı kurmuştum. Dediğim gibi çocukça, çocuk tarafımla,ayqu seviyemden şüphe ettirircesine…
Yazılanları okumaya başladıktan sonra, hangi topicte hangi sebeple verildiğini hatırlayamadığım bir adrese baktığımda,yine borsayla ilgili bir sitenin ana sayfasında karşıma çıkan bir büyük baş hayvan ve ayı resmini gördükten sonra , bahçe resminin bana ne kadar sevimli göründüğünü ne kadar tarif etmeye kalksam da şu anda gereksiz olduğunun farkındayım.

Nisanın üçüncü haftasına kadar fazlasıyla boş olan vaktimin bir kısmını, topiclerde yazılanları okumakla geçirirken, kuruluş aşamasında gösterilen gayretlerin, özverinin, zaman üreterek yapılan çalışmanın yanı sıra, bahçenin kendine özgü havasının, samimiyetinin ve ciddiyetinin korunması için, sarfedilen gayretin, alınan sorumlulukların yerine getirilmesi sırasında, öğretmenin, öğrenmenin ve bilgiyi paylaşma şeklinin, zaman zaman ne kadar eğlenceli ve keyifli olduğunu, zaman zaman da, yapılacak herhangi bir yanlışta veya yanlış anlaşılmalarda Sn. AnnE nin kendine has tarzının her ne kadar sert kulak çeken bir şekilde olsa da yine de bir anne gibi içinde bir sorumluluğu, samimiyeti ve içtenliği barındırdığını, hiçte gereği yokken, sanki üstüme bir vazifeymiş gibi, içtenlik çoğu zaman yanlış anlaşılma riski içerir tanımından etkilenmiş olacağım ki, irinayla birlikte anlatmaya çalışırken, kaş yaparken göz çıkarttığımın farkına vardırıldım.

Kendimi, dizine aldığı darbeden dolayı çapraz bağları koparak saha dışına çıkan, aynı zamanda hakemden kırmızı kart gören bir sporcu gibi hissederken, bunun sebebini, her ne kadar anlatılanları anlama konusunda bir umutsuz bir vaka gibi gözüksemde, zaman içerisinde umarım anlarım.

Yanlış anlatımımdan kaynaklanan yanlış anlaşılmam için, özrü kabahatinden büyük şekline girmeden ben en iyisi burada keseyim.



Hepinize hayırlı bol kazançlar

AnnE
09-04-2007, 16:48
Muhterem Flz ;

Yukarda diz bağlarınızı zedeleyen yazı size yazılmadı ki.
Doğa ile derdi olan insanoğlu denen şeye yazıldı.
Dünyanın dizbağları çoktan kopuk bana sorarsanız.
Lakin aynı dize darbelere devam eden o insanoğlu değil mi ?
Biz değil miyiz ?

alihoca
09-04-2007, 17:31
içtenlik çoğu zaman yanlış anlaşılma riski içerir tanımından etkilenmiş olacağım ki, irinayla birlikte anlatmaya çalışırken, kaş yaparken göz çıkarttığımın farkına vardırıldım.

Sn Flz;
Tam aksine,
İranaanım Kızımız ile Bilirkişi tasviriniz sadece teşekkür ikonuna basıp geçilemeyecek kadar güzeldi diyebilirim.

Emeğinize ve yüreğinize sağlık.

dohol
09-04-2007, 18:20
Sayın flz;

Arkabahcenin yeni parlayan yıldızlarından birisiniz kanımca , burada her şey var alınmak yok devam lütfen, yazılarınızı zevkle okuyorum...

flz
10-04-2007, 23:46
Cam açıktı, rüzgar yüzüne vuruyordu. Rüzgarla birlikte gelen boğazın sesini dinledi.
Sanki nefes alan bir canlıydı …hissetti…yüreğinin atışını hissettiği gibi…
Zaman akıp gidiyordu…
Yaşam ise anların art arda gelişiydi.

Boğaz köprüsündeydi, başında İstanbul havası, çarpıyordu anlara,
çırpınıyordu anıları…
Bebek sapağına girdi, kıvrılan yolu izledi, Etilere çıkan yokuşa geldi. İşte, o en güzel manzara karşısındaydı. Bu manzara herkese aitti ama kendisine aitmiş gibi düşünmeyi seviyordu. Soldan Rumelihisarı, sağdan Etiler…
Bebek yokuşundan indi, sahilden devam etti… ve köprüye çıkış…
Yine köprünün üstünde, yine başında İstanbul havası, yine çarpıyordu anlara, çırpınmıyordu artık anıları…
Diğer köprünün üstünde bırakmıştı onları, boğazın serin sularına.

Gişelerden çıktı, evine giden yola saptı.
Gecenin kör vaktinde arabaya binip yola çıkmak, Boğazdan geçmek, başında İstanbul havasını hissetmek. Bu minik seyahati özlemişti, iyi hissetti….

Bu özlemini de, diğer özlemleri gibi, zamanı geldiğinde giderilmek üzere, kendi kendine özlem biriktirsin diye, giderilmeyi bekleyen diğer özlemlerinin yanına yerleştirdi. Giderilemeyecek olanlarına gülümsedi.

Saate baktı… 04.00… Her zamanki gibi şükretti …sevdiklerine iyilikler diledi…

janus
14-04-2007, 15:19
SUÇLUYUM!
Bugün Anıtkabir'de değildim.

UTANDIM ve GURURLANDIM!
Bunlardan birşey olmaz dünya umurlarında değil, kayıp kuşak diye gördüğüm gençlerin orada olduklarını, geleceklerine sahip çıktıklarını gördüm.

UMUTLUYUM!
Çünkü yalnız değilim ve bugün Tandoğan'da toplanan insanlarla aynı duygu ve düşünceleri paylaşıyorum.


Sevgi ve saygılarımla
14 Nisan 2007, 16:18

AnnE
14-04-2007, 22:02
Merak ediyorum ; yazacaklarım kendi fikrim mi yoksa inandığım şeyleri inanmıyormuş gibi yaparak en başta kendi kafamı daha da karıştırarak, sanki çok çok uzun yıllardır inandığımı zannettiğim ilkelere ters düşeceğim gibi mi geliyor ; ya da o ilkeler, gericiliği mi faşizmi mi otçul demokratlığı mı hoşgörüyormuşum gibi algılatacak.

Gericiliği engellemenin yolu, bunları başımıza sen bela ettin denen netekim namlı, düşük IQ lü, doğuştan bunağa yüklenirken, vaziyeti kurtarmak için onun yaptığı tuhaf anayasaya sarılmak mıdır ; vallahi çözemiyorum.

Gericiliği engellemenin yolu, kafatasçı sabıkalılarla işbirliği yapmakla mümkündür diyemem asla.

A ve B grubu kitlelerin, kötüden kurtulmak için başka bir kötüye sarılmayı alternatif görmelerini gericiliğe karşı bir zafer olarak mı algılamalıki ?

B2 den E ye kadar giden ve nüfusun yüzde seksenbeşini oluşturan insan yığınlarından üç-beşi , o da babasının fikri mirası ya da mezhep özürü nedeni ile miting alanında temsil edildi diye neredeyse ismiyle çağırılacak kadar yabancılaşmış ‘’ üst düzey ‘’ kitle tarafından ‘’üçüncü çoğul şahıs’’ muamelesi görürken, diğer taraftan bu seksenbeşten beslenen hırsız, yobaz, kafatasçı pek mi salladı acaba bu meseleyi ?

O uğruna ölünesi memleket beni buralara sürmeseydi muhtemelen ben de orada olacaktım.Buralara sürmekle bırakmayıp, buralara sürüldüğüm için , benim gibilere ve benimle birliktekilere bir de şüpheli olarak bakan o ölünesi memleketin ‘’ gerçek sahipleri’’ kurtulmak istediğimiz 40 ( kırk) katıra karşı kaç adet satır önerecek bize acaba ?

O mitingi tüylerim ürpererek seyrederken, o tüyler, eldeki bütün mevziler teker teker değil onar onbeşer düşerken bööle mal mal bakanların, iş kuyruğa dayandıktan sonra yandım anam diye sıcak demire tutnmalarının umutsuzluğundan mı ürperdi, yoksa kitle hareketi görünce heyecanlanan ruhumun, tedavisiz reaksiyonunun tekrarı mıydı anlamadım.

Anlamadım, eminimki de anlatamadım ama ; o memleket beni sürmeseydi muhtemelen ben de bugün Ankara’da idim.

meraklı
14-04-2007, 23:33
Duyumsamak gerek..................................:mad:

buena vista
15-04-2007, 11:09
SUÇLUYUM!
Bugün Anıtkabir'de değildim.

UTANDIM ve GURURLANDIM!
Bunlardan birşey olmaz dünya umurlarında değil, kayıp kuşak diye gördüğüm gençlerin orada olduklarını, geleceklerine sahip çıktıklarını gördüm.

UMUTLUYUM!
Çünkü yalnız değilim ve bugün Tandoğan'da toplanan insanlarla aynı duygu ve düşünceleri paylaşıyorum.


Sevgi ve saygılarımla
14 Nisan 2007, 16:18


Bu heyecan, bu güçlü karsi koyma sn RTE``nin kafasindaki
oyun planina olumlu yönde katkida bulunur mu? Umarim..

dohol
15-04-2007, 11:31
Herşey iyi hoşda bütün olayların AKP nin ve RTE nin istediği gibi gittiğini düşünüyorum nedense;

Neden derseniz olayların buraya varacağı zaten belliydi ve askerlerinde başlarında bir AKP liyi istemediğini zaten Genelkurmay başkanının konuşmasında seçilecek Cumhurbaşkanı aynı zamanda ordununda başkomutanıdır ve bizde konuyla haliyle ilgiliyiz mealinde bir konuşma yaparak belli etti.

Sonuç olarak benim beklentim şudur ki genel seçimler öncesi bu ortam AKP için bulunmaz bir ortamdır, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde hakkı olduğu halde seçilememiş ve hakkı yenmiş görünümündeki RTE nin başında olduğu AKP , ezilmişin hakkı yenmişin! yanında olan halkımızdan oy olarak yine tek parti olarak başımıza gelebilecektir.

Ama siz dersenizki bunların esas amacı Cumhurbaşkanlığı bu fırsatı kaçırmazlar ,ben aynı fikirde değilim derim. Çünkü gerçekten sabırlı olduklarını kanıtladılar şimdiye kadar, e bu kadar beklediler hele ortam biraz daha olgunlaşsın bir dahaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bakarlar.

Yazdıklarım bir teoridir sadece.

Saygılarımla.

dohol

buena vista
15-04-2007, 12:35
Ne postal, ne de türban..
Ama derseniz, tercihiniz?
Ikisine de hayir..
Zorlarsaniz postal derim. Ancak, bu demek degildir,
bu düsünceden yanayim..
Yukarida (417 nolu minik yazi) sözünü ettigim bir olasilik.
Yazdiklarinizin çoguna katiliyorum..Ama, son bölüm hariç.
Uzun zaman ve tahmini çok zor.

minik not: tesettürlü-türbanlilara alisamadim ,alisacagimi da sanmiyorum.
Elimden geldigi kadar çevremi aydinlatmaya devam edecegim..

buena vista

neron
16-04-2007, 09:03
Alışmayı hiç düşünmedim zat-ı alilerine, zaten sevmedim de. Bizdeki ne idüğü belirsiz entel dantel abilerden biri, dün demokrasi istemediğine tahammül etme rejimidir diye buyurmuşlardı.

http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=6335000&yazarid=3

Arşivlere bakacağım, bu abi, AB Avusturya'da istemediğini cumhurbaşkanı yaptırmadığında ne buyurmuş diye.Bize AB demokrasisi diye birşey öğretmeye çalışan bilge amcalar ve teyzeler, öğretmenlerinin alışmama ya da kabul etmeme uygulamaları için niye sus pus olurlar?

14 Nisan da mitinge gidemedim, bayrağımı astım. Sevmeyeceğim ve alışmayacağım biri başkomutan olursa, o bayrak hep asılı kalacak.

dohol
16-04-2007, 09:40
387

neron
16-04-2007, 10:36
Bugün "ağır abilerden" birine taktım ya, oradan devam ederim artık... Bu abimiz 2000 senesinden beri, hayırlara vesile olacak şekilde yavaş yavaş ermiş

http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=-138786&yazarid=3

O zamanlar optimum fayda, anlaşma, uzlaşma dermiş.. Şimdilerde uzlaşma yok tahammül edeceksinize dönmüş. "Dönmek" abime ve arkadaşlarına has, çok doğal, her saniye yapılan bir iş olduğundan referans noktalarını da kaybetmişlerdir. Döndün de, nereye göre döndün, şu koca uzayda referans noktan neresidir? Ben 2000 yılını başlangıç alayım, yoksa benim de başım dönecek...

dip not: Haider, 28.02.2000 de AB baskısı ile Avusturya başbakanlığından düşürülmüş, abi ne mi yazmış?... bulan bana da anlatsın

dentist
17-04-2007, 10:38
Aşağıdaki yazı bana maille geldi, okuyunca güldüm ama gülmememmi gerekiyordu acaba?

Tam bir kara mizah...

Hapis yerine kitap okuma cezasına çarptırılan ilk Türk neler söyledi?

Hapis yerine kitap okuma cezasına çarptırılan ilk Türk Alpaslan Yiğit : Allah düşmanıma böyle ceza vermesin...


Hakime 'Kitap delikanlıyı bozar, normal ceza ver
diye yalvardım. Çok utandım. Herkes bana kıs kıs güldü'.

Alpaslan Yigit. 28 yaşında ve Yozgat ili Yeni Fakılı ilçesinde yaşıyor.

4 Nisan 2002 tarihinde ilçe meydanında
"Halkın rahatını bozacak şekilde sarhoşluk" suçu işleyince gözaltına alındı ve Türk hukuk tarihinde ilk kez uygulanan bir cezanın kahramanı oldu.

İlçenin Sulh Ceza Hakimi Yılmaz Parıltı, sanık Yiğit'i önce 15 gün hafif hapis cezasına çarptırdı.

Sonra 'iyi halini göz önüne alarak' tedbire çevirdi ve 1 ay
süreyle her gün 1.5 saat "kitap okuma cezasina" dönüstürdü.
Jandarma nezaretinde her gün 1.5 saat kitap okuyacağını
öğrenen Yiğit, ilk firsatta sırra kadem bastı. 6 ay kaçak yaşadıktan sonra Kanundan ve kitap okumaktan kaçamayacağını
anlayınca teslim oldu. Yiğit'i, cezasını bitirdikten sonra geçici
olarak işe alindiği Yeni Fakılı Belediyesi'nde bulduk.


6 ay boyunca kaçtım

* Suçunuz neydi Alpaslan bey?

Cahillik edip sarhoş sarhoş bağırmışım biraz.

* Cezaya tepkiniz ne oldu?

Hakim beye bana da herkes gibi ceza verin dedim. Ben
delikanlı adamım dedim, bu cezayı verirseniz herkes benimle
alay eder dedim. Ha evde bulaşıkları yıkamışsın ha kütüphanede
kitap okumuşsun diyordum kendi kendime. Ama hakim
bey kararını değiştirmedi. Ben de kafam çok karıştığı için
Ankara'ya gittim.

* Yani kaçtınız?

Öyleymiş, sonradan öğrendim.

* Neden geri döndünüz sonra peki?

Tam 6 ay dolaştım durdum. Sonra anladım ki bu kitapları okumadan bana rahat yok.

* Kütüphaneye ilk girdiğinizde neler hissettiniz?

Önce çok kötü hissettim kendimi. İşkence gibiydi.
Sanki bütün kasaba beni izliyor da kıs kıs gülüyor gibi geliyordu
bana. Başıma da bir adam dikmişler beni takip ediyor.

* Hangi kitapla başladınız? Gerçekten okuyor muydunuz sayfaları?

Türk Yazarlar Sözlüğü diye bir kitapla başladım. Bir de
Atatürk'ün hayatını okudum. İkisi de çok kalın oldugu için
1 ayda ancak bitirdim zaten.

Aslında okuyor gibi yapıp sayfaları geçistiriyordum. Ama hakimin
okudugum yerlerden sınav yapabileceğini söylediler, sonra
okumaya başladım. Çok zorlandım, Allah düşmanıma bile böyle
ceza vermesin!

* Keşke hapis yatsaydım da okumasaydım dediğiniz oldu mu?

Başından beri öyle dedim zaten. Belediye
başkanımız "Sabıkana işlenir, iş bulamazsın bir daha'' deyince
bağrıma taş basarak okudum. Yoksa 15 gün nedir ki aslanlar
gibi yatar çıkardım, köy kahvesine girerken de başımı dik tutardım.

* Şimdi dik değil mi başınız?

Dik ama o kadar dik değil. Köylülerin beni görünce kıs kıs
güldüklerini biliyorum. Ama kitap okuyunca onların bilmediği
çok şeyi öğrendim. Ben de onlara gülüyorum şimdi.

* İşe yaradı yani?

Evet. Hatta TV'de canlı bilgi yarışmasına katıldım ve kitaptan
öğrendiklerim sayesinde 350 milyon kazandım. Ama hâlâ paramı
göndermediler, söyleyin de göndersinler.

* Cezanız bittikten sonra da okumaya devam ettiniz mi?

Aslında okumanın o kadar da kötü olmadığını anladım. Demek
ki bilgi para ediyormuş dedim kendi kendime. Ahmet Rasim ve Refik Halit Karay çok güzel geldi bana. Fırsatım olursa okuyorum şimdi.

* Karizma sarsılmasın!

Yok artik sarsilmaz. TV'deki soruyu da bilince şimdi ben hava atıyorum herkese. Bilgi gibisi yok valla!

AnnE
18-04-2007, 08:30
Evet ; piyasalardan başlayalım. Mitinge katılan ya da katılamayıp ‘’ tüh ulan bizden bibok olmaz ‘’ diye vicdan azabı çekenler, gidenlerin yol maceralarını dinleyip gizliden duyduğu utancı ince dalga geçmelerle saklamaya çalışanlar sizce hangi gazeteleri okuyor ?
Cumhuriyet okumadıklarını biliyoruz. Zira o kadar kişi Cumhuriyet okusaydı, o Cumhuriyet, Çapan ve Ciner’ in sadakasına mı razı olurdu.
Elbette ki , başta 2.64 ü kırarsa çok daha gidecek olan holding’in ve TMSF müdahalesi ile 5.20 ye takılan diğer holdingin gazetelerini okuyorlar. Piyasa o kadar enteresanlaşmış ki , bu gazeteler, bu mitinge kendi müşterilerinin katılacağını bile bile o kadar insana salak muamelesi yapabiliyor. Zira, finansal trendler, üretimin, müşterinin, EFK’nın çok daha önünde.Dünyadaki fiktif para bolluğu, adaletli paylaşlırsa hiçbir halta yaramayacağından, kızmızının üstünde tutulan yeşil çizgiler tarafından dağıtılıyor.

Amman bana ne ya. Bana mı kalmış piyasa. Ne yazmak için açtık makinayı , neler saçmalayıp terecilere maydanoz kakalamaya çalışıyorum.

Aklıma gelmişken ; amma saçma laftır bu ‘’ tereciye tere satmak’’. Tabii ki tereciye tere satılacak ki , o da başkalarına satsın. En büyük tere alıcıları doğal olarak terecilerdir. Tereciye tere satmayıp oto lastikçisine mi satacaksın allasen... Ki biz bu meslek sahiplerine kabzumal (kabz-ımal ?) diyoruz. Onların işi terecilere tere, armutçulara armut satmak. Ama patates ve soğanda durum farklı , onlar genellikle direkt üretim yerinden kamyonla gelip perakende yerinde paylanıp satılıyor , yani kabzumal by-pass. Kavun-karpuzda da durum pek farklı sayılmaz. Buradaki aracı karı kaybını kabzumallar derneklerine ve onların Belediye meclisindeki adamlarına bırakalım.

Konu neydi yaa...
Haa tamam.
Buraya geldiğimden beri kitap okuma ortamı yaratmakta zorlanıyordum. Sonunda zor bela bir tanesini azimle bitirdim. Baba ve Piç.

Buralara gelmek üzere olduğum günlerde Kerinçsiz namlı tuhaf adamcağız ve şürekası, bir takım yaşlı teyzeleri (!!!) gaza getirip bu kitabı mahkeme kapıları önünde ayak altında çiğnettiriyorlardı. E bu kadar reklamı yapılan kitabı da okumasak olmazdı ki.
Baştan söylüyeyim , benim roman anlayışıma göre çok zayıf. Çok zorlama bir kurgu, hatta kurgulandıkça kurgulanan ama basitlikten kurtulamayan , sonu salak olmayanlarca başından belli, bol ansiklopedik bilgi ( ki bundan hiç hazzetmem) ile bezenmiş , tarihi bilgi veriyorum demeye entel büzüğü yemediği için ‘’ anlarsın ya ‘’ larla dolu, işin en tuhaf yanı da İngilizce yazılıp Türkçe’ye çevrilmiş bir Türkiye romanı. Sanırım yazarı, İstanbul ve Osmanlı kültürünü de aslından değil , İngilizce çevirilerinden öğrenmiş ki , İstanbul’a geldikçe gördüğü yada duyduğu absürtlükleri ve daha da abartılı ‘’ enstantaneleri’’ dört insan ve ilaveten beş kedi nesli boyunca peşpeşe sıralamış ki , okuyucunun aklına o ‘’enstantanelere’ şaşırmak bile gelmiyor.

Netice olarak şunu söyliyeyim ki , klasik okumayı pek sevmemekle beraber, kaynak kıtlığından bu gece Veba’yı okumaya başlayacağım Veba’ya alternatif roman önerilerine özel mesaj üzerinden ihtiyaç duymaktayım.
Merak etmeyiniz , o romanları okuyup ‘’ ulan bunu mu tavsiye ettin ‘’ diye buralarda ifşa etmiyeceğim.Ne yazık ki bir kitaba başladım mı bitirmeden bırakamam.Hatta Efendi’nin ikinci kitabını bile, o kitap diyemeyeceğim kağıt yığınındaki bütün anlamsızlıklara karşı
dibine kadar okumak zorunda kalmıştım. Bu ne biçim bir ‘’prensipse’’ !

NOT : Dentist'in yazısını okumadan bunu word'de yazmıştım , şimdi okuyunca acaip denk geldiğini görüyorum. Alpaslan Yiğit'e hürmetlerimi uzatıyorum.

Emin
21-04-2007, 12:10
12:54:27 ***EMİNC*** EMİN CİCEKCİLİK’İN 20.04.2007 TARİHLİ YAZİSİ ASAGİYA CİKARİLMİSTİR.

EMİN CİCEKCİLİK OLARAK 20 NİSAN 2007 TARİHİNDE BİR BASİMA YAPTİGİM TOPLANTİDA, TEK BASİMA ALDİGİM KARAR ARKA BAHCE KOMUOYUNA SAYGİ ILE DUYURULUR:
SERMAYEMİZİN ICİNDE BIR KAMBUR GIBI DURAN 18.000 YTL’LİK UC AYLİK SENETLERE BAGLİ BORCLARİN HEPSİ VADESİNDE VE SON SENEDİN DE NİSAN AYİ ICİNDE ODEMESİ BIR SEKILDE GERCEKLESTİRİLMİS, SUPHELİ ALACAKLARİN BİR KİSMİ ALİNMİS, KALANLARİN ISE FAZLA SUPHE UYANDİRMADİGİ KANAATİNE VARİLMİS OLUP, DONEM ICİNDE KÂR-ZARAR HESABİNİN HENUZ YAPİLMADİGİ, YAPİLİR YAPİLMAZ ARKA BAHCE KAMUOYUNA OZEL DURUM ACİKLAMASİ OLARAK IVEDİLİKLE BİLGİ VERİLECEGİ TARAFIMCA KARAR ALTİNA ALİNMİSTİR.
SERAYA EKİLİ 45.000 FİDE BAZ ALİNANARAK (İMKB 100 ENDEKSİNİN BU RAKAMLA YAKİNDAN UZAKTAN BİR ALAKASİ YOKTUR) ARKA BAHCEYE KAYİTLİ 292 UYENİN HER BİRİNE BİR DAL KARANFİL HESABİYLE 300 DAL; UZAKTA, GURBET ELLERDE OLANLAR VE GELİP ALMAYA USENENELER GOZ ONUNE ALİNARAK 20’LİK DEMETLER HALİNE GETİRİLMİS VE 15 DEMET OLARAK ILGİLİ ADRESE GONDERİLMİSTİR.
SERİN VE GOLGE YERDE 10 GUNLUK SURE ICERİSİNDE BEKLETİLECEK OLAN KARANFİLLERİN BEDELSİZ OLARAK VERİLMESİNE, ARKA BAHCE UYELERİNİN DAGİTİMİN BASLADİGİ TARİHTEN ITİBAREN, BEDELSİZ DAL ALMAK ICİN HERHANGİ BİR SEYİ IBRAZ ETMELERİNE GEREK OLMADAN, ULASİM GİDERLERİ KENDİLERİNCE, YORGUNLUK VE TANİSMA CAY VEYA KAHVESİNİN ISE SAYİN DENTİST TARAFİNDAN KARSİLANMASİNA, KARAR VERİLMİSTİR. ***EMİNC***

(BİKMİSBROKER’İN KULAKLARİ CİNLASİN)

Ne zor oldu böyle bir ilanı yazmak; tövbe, bir daha denemeyeceğim. Sayın Serdarkuş'un yazısından etkilenerek ben de 23 Nisanda çocuklara sunulan bir makamda bulunuyormuş gibi olmak istedim. Çocukluğuma verile bu sululuğum.

meraklı
21-04-2007, 23:31
Şööle bir gezineyim dedim, AnnEm kitaplardan girmiş, Emin hocam yine karanfillerinden dem vurmuş- bu arada allah bereketini arttırsın hocam, nice daha renkli karanfillere kısmet inşallah- sayın buena vista, sayın master tencereyi kaynatmışlar, arada da sağlığımıza dikkat deyip bil umum ot muhteviyatı ve vücut dilindeki arazların açılımlarını saymışlar sayın dentist ile yine.

Eeeeeee, baktım ben de pek uzak kalmışım, nerden girsem de biraz da ben dökülsem, hayattan ordan burdan...

Muhterem AnnEmin okuduğu "baba ve piç"i zaten ben okumuştum da şimdi benim ufaklık okuyor. Dediği gibi, Türkiye'min Türkiye'sinde yaşamadan, tarihini ingilizce çevirilerden almış sözde ağırlık yapmaya çalışan ama sadece hafiften düz bir anlatı olan, fazla yormayan, düşünceye mahal bırakmayan... işte öylesine....

Bol köpüklü kahvemi ve malum damar sertleştiren, akciğerlerimizi dolduran nikotin olayını da parmak arasına sıkıştırdıktan sonra başladım kalvye tuşlarına ağırdan basmaya. Ne çıkarsa bahtınıza :)

Sene bindokuz yüz bilmem kaç. Vakit hazan vakti. Yaprakların tutmayın beni yeniden doğmak için düşmem gerek dediği zaman. Güneşin son yakıcı halleri, yaz döneminin hoyrat neşesinden artık yavaş yavaş dinlenceye çekileceği zaman. Bulutların artık daha bir yoğunlaşıp troposferde daha bir yükselmeye başladığı ve doğal olarak da ısının azaldığı zaman.

İşte böylesi bir zamanda Allah'ın bir kulu, evi saydığı yerden çıktı. Yürüdüğü yönü ve yolu bilmeden yürüdü. Ayakları onu taşımaya üşenir gibi sürüyerek adımlarını atarken iç yorgunluğu sırtında taşımakta zahmet çektiği bir kambur misali yorgundu. Bildiği, bilmediklerinin çokluğuydu. Anlam veremediği hayatındaki anlamsızlıkların kederiyle adımları birbirini takip ediyordu. Ayakları onu bir parka getirdi. Sanki yorgunmuşçasına çöküverdi bir oturağa. Baktı. Çocuklar vardı orada, ufacık anlamsız oyunlarıyla zevkten kahkalar atan çocuklar. Kuş misali kumda yıkanan çocuklar, tahterevallideki çocuklara baktı. Biri diğerini havada tutmaya çalışırken havada kalmamak için çırpınan çocuğun isyanla karışık kahkahalarını ve çığlıklarını dinledi. Mutluluk işte bu kadar basitti aslında. Yalın, karmaşası olmayan bir sürgeç. Parkın kenarlarına ekili çiçeklerden bir tanesini koparan çocuğa baktı. Çocuk ne büyük bir keyifle onu annesine koşarak vermişti.

Kendi içinde düşündü; en son ne vakit bir çiçeği dalından koparmıştı. Yada daha basiti en son ne vakit bir çiçek koklamıştı. Bulutlara baktı, cocuğun at arabasına benzettiği bulutu bulmaya çalıştı bir süre...Derken gözüne başka bir yığın ilişti. Birbirini kucaklamıış iki insan gibi..Biri kadın diğeri erkek mi, iki çocok mu...ana ve cocuk mu? Baba ve cocuk mu?...Ne idiyse işte.. Birden içini sıcak bir hüzün kapladı. Unuttuğunu sandığına yüklendi. Şimdi kocaman kocaman olup da artık evde olamayan çocuklarını düşündü, eşini düşündü; karısı-kocası ...her neyi ise işte. Kaybetmenin acısı çöktü yüreğine. Kaybetmemişti ki oysa, onu mecburiyetler ayırmıştı. İsyan mı etmeliydi...

Birden kendinden ummadığı bir kararlılıkla ayaklandı, toparlandı...İçinde şimdi garip bir heyecan vardı.
Ağaçlara baktı, sallanan dallardaki tutunmaya ama bir o kadar da yere kavuşmaya hevesli yapraklara takıldı gözü. Sarının ve kızılın her bir tonunu üzerinde taşıyan yaprakların albenisi birden ruhunu okşamıştı.

"Yeniden doğacağım"

Uzakların yakınlığını hissetti gönlünde, yalnızlığının aslında kendine küsmüşlüğünün bir getirisi olduğunu farketti. Yalnızlığının sadece bir sanısı olduğunu farketti, yalnız değildi ki. Ağaçlar vardı yaşayan, çocuklar vardı gülen. Kendini saran bir hava vardı hafiften serin ama yumuşak. Anaç bir dinginlik vardı aslında burada, hayat vardı. Nedensiz çıktığı evi sandığı yere yöneldi tekrar... Ama bu sefer evi sandığı yerin gerçekten bir yuva -onu saran koruyan anlayan dört duvarın varlığını hissetti birden. Penceresini düşündü, kapısının nasıl bir hoşgeldin dercesine açılacağını düşündü. Soğuk yalnızlığını aslında o eve kendisinin yakıştırdığını anladı. Var olduğunu varsaydığı o sonuçsuzlukların sadece bir gereksiz hayallenme olduğunu kavradı. Bu durumdan çok memnundu şimdi.

Garip bir heyecan ve arzuyla titredi. "Evim" dedi kendi kendine. Kalabalık içersindeki yalnızlığını tanıştırdı uykuya dalmaya hazırlanan toprağa. attığı her adımda, altında ezilen toprağın varlığını hissetti, karıncalar huzurlu bir telaş içinde yuvalarına birşeyler taşırken. Evet, bahar gelecek ve yeniden doğacağım, hayatımı yeniden filizlendirip çiçeklendireceğim. O çiçekler ki benim hayallerimin hayallenmelerim içersindeki gerçeğe yansıması olacaktır. Bu hayallenmeler ki benim yeniden Yaşam içersindeki gerçek beni bulacak ve yaşayacağım.

"yeniden doğacağım....." Hazırlanmam gerek diyerek yol aldı.. Gidip çiçeklerine bakmalıydı, inşallah hala yaşıyorlardır. Çocuklar gibi mutluydu, anlamlı bir anlamsızlıkla hızlandı.


İdeal denen şey nedir ki, bizlerin hayallerinin bir şekilde gerçeğe yansıması, becerebildiğimiz ve çabaladığımız sürece. Çabalarımızın hiçbir vakit boşa çıkamaması üzere, çocuksu neşemizi hiç kaybetmeden, sahiplendiklerimizin mecburiyetini yaşamadan, keyifle yaşatabilmek üzere.

Uzaktakileri yakından hissedip, içimizdekileri uzaktan görüp ne olduklarını bilebilmek üzere...

Kalın sağlıcakla.....:friends:-

AnnE
25-04-2007, 21:02
Süvari Piyasalarda bir manyel yollamış; e benim cevap vermemem görülmüş şey midir ?

Lakin silgilerin iz bıraktığı kirli kalemimle orayı da kirletmem olmaz, ben yine bahçeye pisliyeyim dedim.

Gazetelerde, dergilerde, feşmekan kurum raporlarındaki derinlik ile piyasalar başlığındaki yazılanları karşılaştırdığınızda, bu yazıların çoğumuzun çocuğu yaşındaki biri tarafından yazıldığını söylesek kimse yemez.Gerçi onun hergün ister istemez Babıali tozu yutmuş ve yutuyor olması, hergün boğazın kokusunu vapur kenarında martılarla alımş ve alıyor olması gibi doğal avantajları var tabii.

Lakin, rahmetli demiryolu makasçısının birden beşe saymasına pek fazla kafayı takmış olması değilde, bu çubukların boyu ve eğimi konusunda rahmetliyi şadetmek uğruna sürekli özeleştiri yapmak zorunda kalmış olması benim açımdan onun ebedi ve derin tahlillerini asla gölgelemese de , bu birden beşe saymaların hep gerçekleşenlerin bir karikatürü olduğu, ileriye perspektif vermediği konusundaki pratik tecrübemi inkar ettirmiyor bana.

İsimsiz yazıların, markalı yazılardan çok değerli olduğunu bilenlerin bahçesinde, piyasalarla ilgili en derin yazıları yazan bir isimsizin kıymetini, kıymet anlayamayabileceklerin sıkıntısına düşürmemek için, bazen bir lastik parçasını kullanmak icap edebilir.Çünkü biz piyasaların duygusuz çizgilerin dışındaki dünyanın renklerini birbirimizle bulduğumuz için buradayız. İşin kötüsü, muhtemelen çoğumuz, bu duygusuz çizgileri renklerdirebilenlerle en azından varlıklarımızı da koruyabiliyoruz.

Bilmem daha ne olsun.

meraklı
25-04-2007, 22:52
tetiklemek?

İnsanlar vardır, kabuklarına çekilmiş, insanlar vardır insanlara karışmayı külfet sayan....

İnsanlar vardır bir keyif alırken önemsizmiş gibi yapan...

İnsanlar vardır aldığı keyfin, yakaladığı andaki huzurundan korkan, bağlanmaktan ya da alışkanlığa yakalanmaktan çekinen belkide.

Muhterem AnnEm ne güzel demiş; İsimsiz yazıların, markalı yazılardan çok değerli olduğunu bilenlerin bahçesinde....ve arkadan eklemiş; kıymet anlayamayabileceklerin sıkıntısına düşürmemek için, bazen bir lastik parçasını kullanmak icap edebilir.

Düzeltmeler yapılırken ille de gölgesi olduğu yerde kalır, üzerine ne kadar koyu yazarsan yaz, alttan hep var olduğunu anlatmak istercesine gölge eder....

Şimdi yine aslında hep yazdığım gibi o uyduruk hikayelerimden birini yazmak geldi aklıma ama...bu sefer yazmıycam...yine yırttınız:))

Bildiklerimiz ama uygulamaya üşendiklerimiz içersinde yaşarken, yazarken, konuşurken; ağlamak içimizden geldiği halde gülmeyi yeğlerken, bir şeyleri paylaşırken çok paylaştığımıza karar verip bir anda kesip-silerken, sonra ister alışkanlıktan ister anlaşılmak istemiyorumun altındaki anlaşılmayı arzu ederken, kendimizi saklarken ama aslında ortada kalmışlığın saplığında girecek bir kol ararken duygusallığımızın o nadide şeffaflaşmış izdüşümlerinde havadan sudan da olsa yapılan konuşmalara arada büyük laflar katarken aslında yaşıyoruz yahu...

Şaka maka biz bu işi yapıyoruz.:;ohohoh

Ama sevgili AnnEm siz pislemeye devam ediniz...Kıymet anlayamayabileceklerin derdi kendilerini gersin....Güzellikler yaşanmalı, hayatın belli olan sür-geçinde keyifler tavana vurmalı. Elemler zaten hep var, tebessümler ise elemlerin silgisi olmalı...ti-pex misali..;)

Bilmem daha ne olsun.

Kalın sağlıcakla....:friends:-

bikmisbroker
26-04-2007, 07:01
12:54:27 ***EMİNC*** EMİN CİCEKCİLİK’İN 20.04.2007 TARİHLİ YAZİSİ ASAGİYA CİKARİLMİSTİR.
.................................................. .............
SERİN VE GOLGE YERDE 10 GUNLUK SURE ICERİSİNDE BEKLETİLECEK OLAN KARANFİLLERİN BEDELSİZ OLARAK VERİLMESİNE, ARKA BAHCE UYELERİNİN DAGİTİMİN BASLADİGİ TARİHTEN ITİBAREN, BEDELSİZ DAL ALMAK ICİN HERHANGİ BİR SEYİ IBRAZ ETMELERİNE GEREK OLMADAN, ULASİM GİDERLERİ KENDİLERİNCE, YORGUNLUK VE TANİSMA CAY VEYA KAHVESİNİN ISE SAYİN DENTİST TARAFİNDAN KARSİLANMASİNA, KARAR VERİLMİSTİR. ***EMİNC***

(BİKMİSBROKER’İN KULAKLARİ CİNLASİN)



Kulaklarim kilise CANI gibi cinliyor emin hocam, Cunki duyduguma gore bu Emin cicekcilik kagidina bir spek dadanmis, 3 misli prim yaptiracakmis??
Dogrumu acaba??
Emin cicekciligin bulundugu ahval ve seriat icerisinde bile, Gonul zenginliginin gercek hayata yansimasi olan "bedelsiz" Karanfil dagitiminin 3 kurus icin kardesin kardesi bogazladigi fani dunyamizda sahsen bana neler ifade ettigini kelimeler ile anlatabilmem mumkun degildir.
Boylesine Guzel bir JEST icin Sahsim adina sevgi ve saygilarimi sunarim.

dentist
26-04-2007, 12:15
Karizma nedir? Yenilirmi ,içilirmi? İstediğiniz kadar kelimeyi anlatan cümleler kurun sonra buyrun aşağıdaki videoyu izleyin ve çok kısa bir sürede kelimenin tam anlamını öğrenin. Özellikle arkada duran kişinin ezikliğine ve Atatürk ü taklit etme çabasına dikkatinizi çekerim.

İzleyin ve şaşırın. Bir ulusun önderi ne kadar ulusunu kucaklıyor, milletiyle kendi çocuğu ve annesi babası gibi nasıl kalpten sevgiyle dolu, dış dünyayla nasıl rahat ve dürüst konuşuyor. Nasıl İngilizce konuşacağım diye şekilden şekile girmiyor. Ne kadar modern kıyafetli ve ne kadar zamanda yolculuk yapıp 1900′lü yıllara gitmiş gibi.

Gerçekten de keşke Mustafa Kemal tüm çekişmelerin dışında tutulsaydı. Böyle nadide üstün nitelikli ve alicenap bir insan, ucuz politikalarda taraflarca çekiştirilmeseydi. Sesini duyduğumuzda işittiğimiz sevinci herkes hissedebilseydi.

Seni saygıyla anıyoruz Atam. Nutku’nu okumayı tüm gençlerine öğütlüyoruz. Dış politikalarda sırtımız dik ve onurlu olacağımız günleri bekliyoruz artık! Ne mutlu seni sevene.

Videoyu youtube gönderenin belirttiğine göre :
Atatürk’ün Amerika devletine yaptığı konuşma. 1925 yılında Atatürk Orman Çifliğinde. Arkadaki şahıs Ankara Amerikan Büyükelçisidir(merak edenlere:) )


http://www.youtube.com/v/j9x1xyfeoeU

Not: Link için Sayın Master'a teşekkürlerimle

AnnE
26-04-2007, 12:59
Muhteremler ;

Bugün biletimi aldım ;

29 Nisan sabah 06.45 de Yeşilköy'e iniyorum.Orada Torun torba, dost arkadaş beni almaya geliyor , ver elini Bebek Kahvesi , simit-çay , oradan vur yukarı Mecidiyeköy , bulduğun yerde park et. En uygunu Profilo'nun otoparkı gibi akla geliyor. Yürü hepberaber Çağlayan'a doğru.

İş hayatım boyunca, mesela , müdür yardımcılığı yaptığım dönemlerde, bağlı olduğum departman müdürünün beni genel müdür olarak atamasını vallahi hiç mi hiç hayal etmemişimdir. Zaten öyle bir müdürüm olsaydı, patronun zaten çoktan batmış olması gerekirdi ki , memleketin patronu olarak sırtı sızavlanmaktan başka bir numarası olmayan Sn Halk'ın da bu durumda olduğu malum.

USAullah ( pardon ABDullah ) Efendi'nin , departman müdürü tarafından Genel Müdürlüğe atanmasındaki tuhaflıkla dalga geçmek için çıkacağım yolculuk , aynı gece 23.15 uçagına intikal ile son bulacak.

Biraz pahalı ve yorucu olacaksa da , hiç olmazsa , yarın öbürgün , veletlere karşı ufak gibi görülen bir vazifemi yapmış olmanın mağruriyetini taşıyacağım.

Ha ; bunu yaparken , cuntacılarla , faşistlerle , saflarla aynı yerde olmak beni hiç mi hiç rahatsız etmeyecek. Hiç olmazsa demokrasiyi anüsünden anlayan teorik bilenlerle, avantacı sessizlerle, sıkmabeyinlerle aynı kalabalıkta olmamamın huzurunu duyacağım.

Gelenlerle görüşürüz. Malum beni görmek kolay.

Bilmem kimlerle görüşürüz ?

Lizzy
26-04-2007, 21:50
Ben de oradayım.Benimki daha kısa bir yolculuk olacak.Bineceğim Kadıköy'den vapura,ver elini Beşiktaş,oradan Allah kerim...Pankartım,bayrağım,Atatürk posterim,bir şişe su olacak çeyizimde.ama asıl yüreğimi götüreceğim oraya,isyanımı,öfkemi zaptetmeye uğraşırken,içimden umut çığlıkları yükselecek,boğulacağım gözyaşlarımla belki.Bakacağım kalabalığa,acaba bizim arka bahçeden kaç kişi burada diyeceğim,sevgili AnnE'nin varlığını hatırlayıp sevineceğim.Ne olur sonu bilemem,ama gideceğim.Bu maskaralık,bu kabus,bu karanlık bitsin artık istiyorum çünkü.Başka ülke istemiyorum.Kendi insanlarımla,kendi toprağımda yaşamak istiyorum.Bu benim hakkım,hepimizin hakkı.Görüşmek dileğiyle...

dohol
26-04-2007, 22:48
Acaba ölümü gösterip sıtmaya razı etmek buna mı denir?

Tayyip Erdoğan kendisi aday olmayıp ''hadi yine iyisiniz , ben aday olmuyorum Abdullah Gül adayımdır'' mı demek istedi. Eğer oyle demek istediyse hakkaten iyi birşeymidir bu bizim için .

Veya soruyu değiştirelim ,bu iki aday arasında bir fark varmıdır varsa farkları nedir?

Bana sorarsanız birileri bizimle ve hatta meydanlarda toplanan milyonlarca insanı umursamamakta , fütürsuzca ve korkusuzca dalga geçmektedir .

Hatta utanmasalar o yok saydıkları milyonların karşısına çıkıp bağıracaklar.

Orda kimse varmıııı?


Ben şahsen orada olmayacağım pazar günü ,kalbim onlarla olacak ama gitmeyeceğim çünkü orda toplanan milyonları önemsediklerini hiç sanmıyorum belki korktukları birşeyler olabilir ama korktukları bence o kalabalık değildir.

Saygılarımla

dohol

alihoca
27-04-2007, 16:09
Sevgili Dohol;

Orada, burada, şurada toplanan veya toplanacak olanlar:

Biri yada birileri tarafından ''Önemsenmek'' için toplanmıyorlar ve toplanmamalıdırlar da..

Sadece,
Hiiç emek verip alnı terlemeden, hiiç mücadele etmeden, hiiç savaşmadan,

Kendisine yada Ulusuna ARMAĞAN edilen Laik, Çağdaş Demokrasiyi korumayı kollamayı, sahip çıkmayı, uğruna müdalede etmeyi öğrenebilmek adına hatta öğrenmekle yetinmeyip bunu kana-cana işleyen bir refleks haline dönüştürebilmek için toplanıyorlar yada toplanmalılar.

Şimdiye değin Laik, Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti ve onun kutsal değerlerini koruyup kollamayı heep başka kişi ve kurumlardan bekleyişimiz, medet umuşumuzdur yanlış olan.

Aslı uzun ve deriin olan böylesi bir bu konuda, ana başlığı siyasete boğmamak için bu kadarcıkla yetineyim dilersen.

Saygılarımla

meraklı
27-04-2007, 19:42
Sevgili alihocam ne güzel demiş....İyi demiş, hoş demiş...

Kısmetse ben de orada olacağım, ha BahÇe den birilerini de görürsem orada ne alâ ...Buluşamadım kimseyle, canları sağolsun...ama orada olacağım...kendim için, çocuğum için, yarın için, daha ertesi günlerin varlğını daha net görmeye çalışmak için...

Belki coplanırız, belki kim vurduya gideriz allah bilir. Belki de tek parça evimize döneriz, hala oturduğumuz ve oturmaya devam edeceğimiz şimdilik....

Nihayetinde orda olmaya gayret edeceğim....Yarınlar için, bir ses olabilmek için....

Saygılarımla,

Süvari
27-04-2007, 20:59
Demokrasiye inananlar ile yürümek benim için zor olsa da orada olmamak daha zor olacağı için, milletime ihanet olacağını düşündüğü için, CUMHURİYET için orada olacağım.

Buluşmak, en azından İstanbul un sahipsiz olmadığını göstermek için dostlarımın yanında olacağım.

Çankaya bizim değil. Oranın sahipleri düşünsünler. 16 ay yedek oldum diye bana satmayın. Mal sizin ister sahip çıkın Sn paşalarım ister verin.

alihoca
27-04-2007, 22:15
Muhteremler ;

Bugün biletimi aldım ;

29 Nisan sabah 06.45 de Yeşilköy'e iniyorum.Orada Torun torba, dost arkadaş beni almaya geliyor , ver elini Bebek Kahvesi , simit-çay ,

Gelenlerle görüşürüz. Malum beni görmek kolay.

Bilmem kimlerle görüşürüz ?

Yok mu, artıran?

meraklı
27-04-2007, 22:26
Eyyyy ahaliiii,

duyduk duymadık demeyin...Açık bir davet var...

Eeeeee.....Haftasonunun magazinlerini seyretmek mi daha hareketli
orada biraz da kültür fizik yapmak mı?

Muhterem validem davet etmiş, kahvaltı benden diye..:)

İştirak etmemek ayıptır...Eee sonrasında da elbette hazmetmek gerek...Çağlayan yollarında:;ohohoh

AnnE
27-04-2007, 22:34
Demokrasiye inananlar ile yürümek benim için zor olsa da orada olmamak daha zor olacağı için, milletime ihanet olacağını düşündüğü için, CUMHURİYET için orada olacağım.

Buluşmak, en azından İstanbul un sahipsiz olmadığını göstermek için dostlarımın yanında olacağım.

Çankaya bizim değil. Oranın sahipleri düşünsünler. 16 ay yedek oldum diye bana satmayın. Mal sizin ister sahip çıkın Sn paşalarım ister verin.


Tovbe estafurullah Ahali ;

Tam Suvari'nin yazısını okudum , üstelik de demokrasiye de inanırım hani.
Tam o arada SON DAKİKA...
genel Kurmay fırçası.

adamlar Süvari'nin yazısını talimat telakki etmişler , AYNI cümlelerle fırça metni yayınlamışlar.

Ben dün demiştim dimi ; bu Suvari'nin yazdıklarında acaip bir şeyler var ...

Valla aynı cümleler.

Tööbe tööbe...

AnnE
27-04-2007, 22:50
hadi gece yarısı fentaziii yapalım.

Anayasa Mahkemesi, seçimi iptal eder.
Meclis otomatik olarak fesh olur.
Böylece, dokunulmazlıklar şakkadanak düşer.
Başta Meclis başkanı olmak üzere bü sürüsüne dava açılır.
Bu arada bir karambol hükümeti gibi bişey kurulur.hatta kurulmaz.
Acil seçime gidilir.
Hakkında dava açılanlar ve kapanacak olan partilerin yöneticileri seçime katılamaz.
Bir takım tuhaf partiler meclise girer.
Eciş büçüş bir hükümet kurulur.
Şeriat , hayal bile edemiyeceği bir vadede çok daha güçlü olarak başımıza bela olur.
Biri beni uyandırsın.
Su falan dökün.
Kabus görüyorum.
Katırlarla satırlar arasındayım.
otuzaltı, otuzyedi,otuzsekiz...
Hayallah, hangisi otuzdokuz oldu satır mı ?
yok katır daha otuzyedide.
Ya çocuklarım ?
Yarın ?
Nereye ?
Arkadan itmeyin lamnnnn.

alihoca
27-04-2007, 22:55
Yok mu, artıran?

Cumhuriyet Yürüyüşü için ''Bebek' Kahvehanesi'' buluşması sanırım olamıyor.

Sn Meraklı'ya teşekkürlerimi iletiyorum.

Başka zamana İnşaallah diyelim.

AnnE
27-04-2007, 23:15
Arkadaşlar ;

Bu muhtura meselesinden sonra mitinge katılım cift tavan yapacaktır.
Onun için bebek işi yatar.
direk gitmek lazım.

Çağlayan'da görüşürüz.


Gelenlere de gelemeyenlere de gelmeyenlere de selam olsun.
Bu yazılar , bahçeyi kullanarak bir siyasi tavır almaya zorlamak için yazılmamıştır.En azından tarafımdan.

dentist
27-04-2007, 23:21
Cumhuriyet Yürüyüşü için ''Bebek' Kahvehanesi'' buluşması sanırım olamıyor.

Sn Meraklı'ya teşekkürlerimi iletiyorum.

Başka zamana İnşaallah diyelim.

Alihoca'm hepinizi özledim gerçekten , pazar günü çocuklara verdiğim sözler nedeni ile gelemiyorum ama yakın zamanda bir toplantı artık uygun olur sanırım.
İnşallah görüşmek üzere diyeyim.

alihoca
27-04-2007, 23:26
Arkadaşlar ;

Bu muhtura meselesinden sonra mitinge katılım cift tavan yapacaktır.
Onun için bebek işi yatar.

Sağlık olsun Güzel AnnE'm.

Sen hiç üzülme,
Biz haftaya Boğazda Memmet Emmi'nin orada,

Arka BahÇe köşemizde senin boş sandayeyi ''Şeref'' le anar yad ederiz..

dentist
28-04-2007, 00:37
http://www.youtube.com/v/FlR42s-yNHM

Anne ye teşekkürlerimle...

Lizzy
28-04-2007, 13:47
Evet,herşey olabilir.tüm senaryolar,tüm varsayımlar gerçekleşebilir.Ya da daha önce hiç görmediğimiz filmler girebilir vizyona.Ama o sahne var ya o sahne...
Hani o kocaman takım elbiseli adamların yüzlerinde muazzam bir pişkinlikle koşuşup durduğu,başlarındakine dalkavukluk için yarıştığı,mutlu mesut pozlarla beşinci sınıf klip çekimleri yapılan,'burası bizim,aha bu alanda at koştururuz,kimse karışamaz'der gibi atılan bakışlar,'oldu bu iş,işte bu'fısıldaşmaları ve gözlerde bunun kendilerine sağlayacağı rant hayaliyle girilen rehavet havaları,ve daha neler neler...
Keşke birçok seçeneğim olsaydı.Ama yok.Şu sahneyi görmemek için herşeye razıyım desem korkaklık olacak.Ben nidem?Nerelere gidem????

janus
28-04-2007, 22:06
Kısıklı Meydanından Büyük Çamlıca'ya çıkarken yolun sağında ve solunda olmak üzere eski Çamlıca Kır Gazinosu civarında iki saray bahçesi vardı.(Hala oradalar ama artık meyve ağaçları yerine villalar var o bahçelerde)

İstanbul'daki çocukluğum bu saray bahçelerinden erik, armut gibi meyvalara dalmakla geçti. (Dalmak, gizlice ağaca bahçeye dadanıp şapur şupur mideye indirmek, yiyemediğini de cebine doldurmak manasında)

Ağaçta iken bahçenin köpeklerini yada bekçisini gözleyip yakalanmadan kaçmak için hep tetikte olurduk. Yakalandığımızda bahçenin bekçisinden iyi bir dayak yiyeceğimizi düşündüğümüzden son anda ağaçtan atlamak zorunda kalsak da hiç yakalanmadık. :)

Ama bekçi bizi tanımış adımızı oturduğumuz evi bile öğrenmişti. Sonunda babama şikayet etti. Bekçi'nin şikayetini öğrenen biz yavuz hırsızların savunması çok basitti: Bekçi bizi bahçeye sokmuyor, görünce de korkutuyor bizde gizli gizli bahçeye giriyoruz dedik.

Ondan sonrada bahçeden meyve ağacı kiralamaya başladık. Kiraladığımız ağacın meyvelerini toplamaya gittiğimizde bekçi korkusu olmadan diğer meyvelerin tadına da baktık.

Çocuktuk, gizliden gizliye meyve çaldık ve bekçiyi suçladık. Ama çocuk halimizle bile yaptığımızın yanlış olduğunu öğrendik. :;ders

1960'dan beri, demokrasiye müdahele etmek zorunda kalan Ordumuz mu suçlu? Yoksa bahçeye dalıp ağaçları talan eden yavuz hırsızlar mı?

Ramo
28-04-2007, 22:55
Her bir yanı kuşatılmış,paylaşılmış ,topraklarına kan ve göz yaşı süzülmüş, Anadolu insanının inancı dirilişiydi Türkiye Cumhuriyeti.
Uğruna ölümlere koşarak gidilmiş.ya istiklal ya ölüm denilerek,zafere,özgürlüğe,Emperyalist emellere tüm Dünya nın haykırışıydı.Bir bebek kadar masum onun kadar süt kokuluydu.Bu sütün beyazlığı korkutuyordu,yüreği kara insan zebanilerini.Hazmedememişlerdi, Hiç dinmediler hiç yorulmadılar.İçimizdeki sinsi yandaşlarıyla ,onlar dışarıdan biz içeriden düşmanı oluverdik bu güzel özgürlük haykırışının.
Güzel dinimiz,İçimizdeki farklı kültür dokularımız,farklı düşünmemiz bile alet oldu bu kirli emellere.
Geldiğimiz noktada zaferlerini kutluyordur sanırım bu zebaniler.
Aç tilkileriyle devletin tüm kümesleri hortumlandı soyuldu.Benim memurum işini bilir zihniyetiyle Devletinin itibarı ayaklara alındı.Yada verdiysem ben verdim anlayışı ile çamura batırıldı.
Dağları eşkiya ile dolduruldu.Bir avuç çapulcu zihniyeti ile gelişip büyümelerine göz yumuldu.Demokrasinin yolu Ankara iken.Diyarbekir gibi talihsiz beyanlar devletin en üst makamlarınca telaffuz edildi.
Din satan,bundan nemalanan bezirganlar itibar gördü.Hurafeleri ilgi gördü.İlim dendi falan filan.
Bir diriliş öyküsüydü Cumhuriyet üzerine ölü toprakları serpildi.Hiç bu kadar küçültülmedi,incinmedi.
Belkide bize hala ondan kalan bir kırıntı varsa.Oda hala gökyüzünü süsleyen şehit kanı ile bezeli al bayrağımız...
Çağlayanda olamayacağım.Sevgili Bahçe dostlarım bilesiniz yüreğim sizinle.sevgiyle kalınız.

AnnE
29-04-2007, 20:51
Yeşilköy Atatürk Havaalanı'dan hörmetler ahaliciğim ;

Sabahın seherinde Yeşilköy'e intikal ettim.Dışarda bizim konvoy bekliyor zannederken, bizim uşaklardan birinin arabasını bulabildim.Dedim hayrola ? ; dedi lan Anne; ortam kalabalık olacak , ben seni almaya geldim yürrü dedi.Yürrüdük.Meğer , bizim mahallenin kokoş teyzeleri 30 ( otuz ) tane otobüs ayarlamış, bütün mahalle bir arada gidecekmişiz.Biz erken gittiğimiz için önce efendi gibi bir kahvaltı edelim dedik , ve ettik.Sonra kokoş teyzelerin ( hepsi benden bile kokoştur laf aramızda) ayarladığı otobüslerin oraya gittik. O da ne!!!! Lan hani miting Çağlayan'da idi. Miting bizim mahallede başlamış. Yüzlerce kişi halay, slogan, bayrak , pankart zıplayıp duruyor.Doğrusu bizim kokoş teyzelerden beklemezdim , onları bile aşmış ahali...

Bindik otobüslere, şakkıdı şakkıdı , daha trafik tıkanmadan perpa'ya intikal ettik.İndik erken geldik sanarak. O da ne herkes bizim gibi. Ankaralısı, ataşehirlisi, datçalısı, pendiklisi, catalcalısı, bizim fabrikator komsu, konyalısı, bize eskiden temizlige gelen kadınla kocası, karamürsellisi, edirnelisi, alayı ellerinde bayraklar orada yürüyor caglayana doğru.

yürüdük. Orada olan biteni hepiniz gördünüz.

bu işten en cok , Okmeydanı ve dolapderenin simit, su ve bayrak satan garibimleri kazandı.

Kaybeden kim ben hala anlamadım.Ha ben bayağı bütçe dışı masrafa girdim ya
o sayılmaz.

Neyse ahali , netice şudur ki , ortalıkta acaip , caglayana ve de mecidiyekoye ve de sisliye ve de okmeydanına sıgmayan bir potansiyel var ama, bunun kadrini bilecek hiçbir siyasal organizasyon yok ortada.

Bana müsaade , teyyareye beni cagırıyorlar.

Özeti sudur ki ; laiklik olmadan demokrasi olmaz. Olursa da sonu Iran olur.
Agzımı bozmadan ben gidiyim.Laf aramızda VIP salonlarında nete girmekte hoş oluyor haaa.

Sabah görüşürüz. Neticeten ; ben huzur içinde dönüyorum.

Yine de abartmamak lazım...

alihoca
30-04-2007, 00:19
Türk Halkının % 60-70’i aptal değildir.

Bu, hepinizin bildiği gibi;
Özel yaşamımda konuşabildiğim arkadaşları, dini, siyasi düşüncelerimi paylaştığım sanal ortamda ise yedi sekiz yıldır sürekli seslendirerek Siz Dostlarımı sanırım bıktırdığım bir iddiamdı.

Dayandığım ve güvendiğim en güçlü argümanım ise; Silahları elinden alınarak feshedilmiş bir ordu, toplam nüfusu içinde sayılı diyebileceğimiz bir azınlıkta olan okumuş yazmış elitinin de, kaybetmiş olduğu milletine olan güveni ile mandacılıktan gayrı çıkar yol bilmediği bir işgal ortamında:

Güvenip inanabileceği bir lider bulduğunda neler yapabileceğini Kurtuluş Savaşı ile kanıtlamış bir millet oluşundan kaynaklanıyordu.

Burada anahtar, çokca bilenen hali ile lider faktörü olmakla beraber atlanılan bir başka gerçek bu halkın inandığı ve güvendiği zaman neler yapabildiği ve neler yapabilecekleridir.

Şimdi diyeceksiniz ki, o günlerden bu güne şimdiye kadarını hatta bugünü yaratanlar da onlar değil midir?

Bu soruya da daha önce yazdığım cevaplardan bildiğiniz gibi, ''Evet, onların verdiği oylar ile bu tablo oluşmuştur ama asıl sorumlu onlar değildir. '' olmuştur. Ceza davalarında bile önemli bir nokta olan ‘cezai ehliyet veya bilinç hali’ diye özetleyebileceğim bu siyasi durumu daha sonraki bir zamanda ve gerekir ise geniş olarak açıklamaya çalışırız. Şimdilik söyleyebileceğim şunlardır.

Sadece,
Birkaç medya organı ve kimi yazarların yönlendirmesi ile halkımız;
‘Hepimiz Hrant’ız’ diyebilecek kadar öldürülen bir Ermeni vatandaşımızla kendisini bütünleştirmekten çekinmemiştir.

Sadece,
Kitlelere ulaşabilen bir televizyon kanalının başı çekmesi ile halkımız;
Dün Tandoğan Meydanını,
Bugün Çağlayan Abide-i Hürriyet Meydanını doldurabilmiştir.

Bu iki üç örneğin de gösterebileceği gibi,

Halkımız:
Kendisine doğru şekil ve şartlarla ulaşıldığında, doğru yol gösterildiğinde, doğru seçenekler sunulduğunda, doğru kararlar almasını bildiğini ve doğru seçimler yaptığını yapabileceğini göstermiştir.

Bu aşamada; doğru alternatifler oluşturmanın, doğru seçenekler sunmanın kimlerin görevi olduğu da, halkına yaban olmayanların cevaplaması gereken bir soru(n) olduğu artık anlaşılacaktır sanırım.


Saygılarımla

meraklı
30-04-2007, 07:21
Türk Halkının % 60-70’i aptal değildir.


Dayandığım ve güvendiğim en güçlü argümanım ise; Silahları elinden alınarak feshedilmiş bir ordu, toplam nüfusu içinde sayılı diyebileceğimiz bir azınlıkta olan okumuş yazmış elitinin de, kaybetmiş olduğu milletine olan güveni ile mandacılıktan gayrı çıkar yol bilmediği bir işgal ortamında:

Güvenip inanabileceği bir lider bulduğunda neler yapabileceğini Kurtuluş Savaşı ile kanıtlamış bir millet oluşundan kaynaklanıyordu.

Burada anahtar, çokca bilenen hali ile lider faktörü olmakla beraber atlanılan bir başka gerçek bu halkın inandığı ve güvendiği zaman neler yapabildiği ve neler yapabilecekleridir.

Halkımız:
Kendisine doğru şekil ve şartlarla ulaşıldığında, doğru yol gösterildiğinde, doğru seçenekler sunulduğunda, doğru kararlar almasını bildiğini ve doğru seçimler yaptığını yapabileceğini göstermiştir.

Bu aşamada; doğru alternatifler oluşturmanın, doğru seçenekler sunmanın kimlerin görevi olduğu da, halkına yaban olmayanların cevaplaması gereken bir soru(n) olduğu artık anlaşılacaktır sanırım.


Saygılarımla



Sevgili alihocam, yine damardan girip bastığı parmağın ağırlığında, işaret ettiği noktanın hassaslığını bilerek ve incitmeden demişşşş..

Düşünelim ki başımızda bizi Atatürk'ümün ilke ve inkilapları doğrultusunda yönlendirip yaşatacak bir lider bulamıyorsak, tek beden ve ruh da buluşabilme imkanı bulabiliyoruz...İnançlar ve öngörünün pek az bir kısım halk tebaasında yaşıyor olmasına rağmen yine de bir hareket vücuda getirebiliyoruz...

Allah, yine de 2.bir kurtuluş savaşı ortamı yaratmaksızın herseyin yoluna gireceği müjdesini yaşatmak nasip etsin...


Hay allah pekbir AkP varibir temenni oldu ama ,neyse.....


Hersey gönlünüzce olsun kalın sağlıcakla...:friends:-

Süvari
30-04-2007, 08:40
Hocam,

Sağolun varolun ama affedin.

Yer Çağlayan, ailevi sorunlarım nedeni ile ne meydanın ortasında haykırabildim (ulaşamadım ulaşmaya korktum dönememekten) nede takatim tükenene kadar kalabildim. Dönerken mi? Miting hakkında konuşan FB formalı serseriye mi yanayım (cevabını fazlasıyla aldı o başka), Kadıköye ulaştığımda değil mitingin M si, değil ayyıldızlı bayrağın esamesi. Vitrin bakan ya İran modeli türbanlılar ya ABD modeli gençlik ya kız kız dolaşan ya erkek erkeğe dolaşan piyasacıları gördüm. Dışarı taşan mekdanıldsda yemek yemek için birbirini ezenleri gördüm.

Topladık milyonu. Aferin bize ama toplananlarda yaşıtlarımı bulamadım. Göremedim. Toplananlarda üst kademeyi de göremedim. Babalarımı gördüm, dedelerimi gördüm. Cumhuriyetin çocuklarını gördüm.
Hrant ız diye sokağa dökülenleri bile göremedim. Kendi yanımda çalışan ne olacak abi diye hergün bana soran ve kendi kendini üzen Atatürkçü gençliği de göremedim. Vatana canımız feda diyen liselerde örgütlenmeye başlayan o fedaileri de göremedim.
Annelerimi gördüm. Ninelerimi gördüm. Nasıl cesaret ettiklerini bilmiyorum İstanbul un bir ucundan gelmeyi soramadım. Kızarlardı. Çocuklarımızı verdik yolu mu düşüneceğim dese ne cevap veririm bilemedim...Mitingi onlara götürmemiz gerekirken onları çağırdık trafiğe kapalı yollardan Çağlayana.

Cumhuriyet i gördüm. Bir avuç da olsa Cumhuriyeti gördüm. DEMOKRASİYİ göremedim. Zaten görse idim bir yanlışlık olacaktı.
O gün maç vardı Kadıköyde.
Palavrayı gördüm. Cumhuriyetin takımını göremedim. Atatürkün takımıyız diye öğünenleri göremedim. Çünkü palavrayı gördüm. Hükümete iktidara ama kredi ama iş ama aş ile bağlı olanları göremedim. Göremezdim zaten.

Cumhuriyeti demokrasi ile koruyamayacağımızı gördüm. Biliyordum, öğrenmiştim, emindim ama gözlerim ile gördüm.

Fedaileri gördüm. Dünyaya bedel fedaileri gördüm.
Benmi, turiste benziyorsun diye eleştirildim. Meydandan farklısın diye eleştirildim. Belki de farklı olmalıydım. Bu kadar iyi bu kadar güzel bu kadar fedakar insanların arasında farklı olmalıydım. Onlardan olmadığımı belirtmeliydim. Ama onlar için orda olmalıydım diye gitmiştim.

Saygılar.

Master
30-04-2007, 11:08
Tehlikede olan demokrasi değil mi?
Gerçekten ‘demokratik bir cumhuriyet’ olsak... Darbenin dillendirildiği gecenin ertesinde.. ‘Cumhuriyet’ mitingi mi yapardık, yoksa ‘demokrasi’ mitingi mi?
Baktım bizdeki cumhuriyet mitingi..
Halbuki..
Padişahlığı kimse istemiyor... Ama ‘kendine benzemeyene’ hayat hakkı tanımak istemeyenler her yanda..

***
Türkiye’de ‘cumhuriyetçilik’ tüketim özgürlüğü anlamına gelir.
Daha ziyade ‘yaşam biçimi’ asıldır.
Saçıma, başıma, giyimime, yememe, içmeme karışma.
Aslında bunu savunmak da ‘demokrasinin’ bir gereğidir.
Ama demokrasi sadece modern yaşam biçimini korumak değil...
Çoğulculuğun, farklılığın, benzemezliğin ve ‘ötekinin’ de hakkına hukukuna sahip çıkmak..
Ama Türkiye’de fark burada beliriyor.

***
Demokratik anlayıştan yoksun Kemalist bir cumhuriyetçilik...
Batı türü bir tüketim modelini...
Batı türü bir yaşam biçimini sahipleniyor.
Ama...
Çağdaş demokrasinin gereği olan çoğulculuğu...
Çağdaş demokrasinin gereği olan ‘ötekinin’ varlığını red ediyor.
Böyle bir durumda doğrudan askeriyeye yönleniyor.

***
AK Parti’nin kent kadınlarını ürküten...
Modern yaşam biçimine müdahale etmeye yeltenen...
Modern yaşam biçimine baskı yapmayı aklından geçiren her türlü icraatı söz konusu olduğunda bunlar demokratik bir karşı duruşu gerektirir.
Çok şikayet edildiği biçimde eğitim kadrolarında da liyakat yerine başka ölçütler devreye giriyorsa...
Ve bunlar yasal değilse... Bu da aynı şekilde hem hukuksal hem de demokratik bir müdahaleyi gerektirir.
Bunlar sivil siyasetin, muhalefetin, sivil toplum örgütlerinin işidir... Yargının görevidir.
Ama askerin işi değildir.
Bunlara muhalefet ederken askeriyenin müdahalesini pas geçmek kabul edilemez.
‘Demokratik’ cumhuriyet farkı burada ortaya çıkıyor.
Hukuktan yana... Demokrasiden yana çıkmak..
Yaşamı, sadece batı tipi bir tüketim kalıbı çerçevesinde ve asker korumasında algılamamak.

***
Cumhuriyet mitingleri...
Demokratik bir hak...
Yığınsal ve olgun bir protesto...
Kemalist bir tüketim ve yaşam biçimini sahiplenme...
Ama o kadar.
Demokrasi talep eden... ‘Ötekine’ yaşam hakkı tanıyan algılama eksik.

***
Cumhuriyet neredeyse yaşlandı...
Ama hala cumhuriyet ve demokrasi farkını keşfedemedi.
Laik cumhuriyet sevildi ama demokratik cumhuriyet benimsenmedi.
İnanç yadırgandı ama militarizm irkiltmedi.
Sivil siyasetçi...
Seçilmişler...
Siyaset hedef alındı ama...
Darbeci hoş görüldü.

***
Askeriyeye destek çıkan bir cumhuriyetçilikten evrensel demokrasi ve hukuka sahip çıkan bir demokratlığa nasıl terfi edeceğiz?
Bunun en devrimci dinamiği AB süreci.
Şimdi...
Siyasal iktidar, AB’yi dışlamanın...
Şemdinli’de savcıyı işten atmanın...
TSK ile STK ilişkilerini aydınlattığı için basılan NOKTA Dergisi’ne sahip çıkmamanın faturasını ödemekte.
Demokratikleşme süreci siyasal çıkarcılıkla bağdaşmaz çünkü.

***
Türkiye’nin cumhuriyetçileri...
Demokrasiyi de içselleştirdiklerinde...
Türkiye çok daha rahatlayacak.
Hem yaşam biçimleri...
Hem düşünce biçimleri...
Birlikte hukuksal bir güvencenin altına girecek.
Buranın tek hakimi...
Tek parti zihniyetini dayatan bir darbecilik...
Ya da inancı dayatan bir bağnazlık değil..
Evrensel demokrasi olacak çünkü.


30.04.2007 Ahmet ALTAN

Doğada Olmayınca Demokrasi İstemlerde Kalıyor hep...Her yerde ve Her Ülkede ve Herzaman......

Sn Altan'a cvp olarak aşağıdaki GERÇEĞİ sunuyorum

Ey Türk gençliği ! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyeti'ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahilî ve harici bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklâl ve Cumhuriyet'i müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri, şahsî menfaatlerini, müstevlîlerin siyasi emelleriyle tevhid edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi vazifen, Türk istiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!

Gazi Mustafa Kemâl ATATÜRK
20 Ekim 1927

zumbul
30-04-2007, 12:09
[/B]

Ey Türk gençliği ! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyeti'ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahilî ve harici bedhahların olacaktır.... Gazi Mustafa Kemâl ATATÜRK
20 Ekim 1927

Şöyle bir senaryo kurdum kafam da,geçmişe yönelik.

Bir an son seçimlere AKP girmemiş gibi düşünelim ve 5 yıldır CHP nin koalisyon falan iktidar da olmuş olduğunu varsayalım.

ABD nin ırak müdahalesi,IMF,özelleştirmeler,yükselen ulusalcı kimlik vs vs yine bugüne gelelim.

Bütün bunlar yine tıkır tıkır işlemiş olmayacak mıydı?
O zaman dahili bedhah CHP mi olmuş olacaktı.

Diyeceksiniz ki cumhurbaşkanlığı seçimi falan
Tamam oraya da Baykal ı koyalım aday olarak
herşey daha mı güzel olacaktı?
yakışacakmıydı oraya o zatı muhterem?..

Hakikaten sorun laiklik mi yoksa egemen güçler savaşı mı?

Bir de geleceğe yönelik bir senaryo kurdum kafamda
Gül cumhurbaşkanı olmuş farzedelim.
Rejimi tehlikeye nasıl atabilir?
Aklım almıyor bunu yani tutup da mesela anayasa mahkemesi üyeliklerine nakşibendi tarikatı üyelerini mi atayacak veya fethullahcılarımı devletin içinde kilit noktalara getirecek?
mümkün mü bu sizce?
Eşinin başı örtülü..
Olabilir..
Diğerleri gibi süresi dolunca görevi biter yerine başkası seçilir.

Hangi güç hangi kudretle hatta hangi dötle bunu yapabilir ki?
Bu rejim,bu sistem bu kadar mı zayıf?

Aklıma meşhur Cihan Ünal ın canlandırdığı Dördüncü Murat karakterindeki bir diyalog geliyo ister istemez
Ayten Gökçerin telafuz ettiği

-ağabeyin Genç Osman ı hatırla oğlum...

Adama demezler mi 1960 darbesinde olanları hatırla Gülüm diye?

Master
30-04-2007, 13:16
'This is the end of the republican period... If 60 per cent of Ankara's population is living in schacs than the secular system is failed and we definitely want to change it.' Abdullah Gül 27 Nov 1995


"Cumhuriyet döneminin sonu gelmiştir. Eğer Ankara'nın yüzde 60'ı gecekonduda oturuyorsa bu laik sistemin başarısız olduğu anlamına gelir ki, biz de onu kesinlikle değiştirmek istiyoruz..."Abdullah Gül 27 Kasım 1995

396

nedo
30-04-2007, 22:59
2 milyon insan neden yürüdü sorusunun resmidir.

AnnE
30-04-2007, 23:42
yoksa egemen güçler savaşı mı?

Bir de geleceğe yönelik bir senaryo kurdum kafamda
Gül cumhurbaşkanı olmuş farzedelim.
Rejimi tehlikeye nasıl atabilir?
Aklım almıyor bunu yani tutup da mesela anayasa mahkemesi üyeliklerine nakşibendi tarikatı üyelerini mi atayacak veya fethullahcılarımı devletin içinde kilit noktalara getirecek?
mümkün mü bu sizce?
Eşinin başı örtülü..
Olabilir..
Diğerleri gibi süresi dolunca görevi biter yerine başkası seçilir.

Hangi güç hangi kudretle hatta hangi dötle bunu yapabilir ki?
Bu rejim,bu sistem bu kadar mı zayıf?



Muhterem Arkasıradan arkadaşım Zümbül Efendi ;
1. sualinin cevabı : Evet , bugüne kadar hangi DÖTLE yaptılarsa aynı dötle yapacak.

2. Sualin cevabı : Evet , ikinci dünya savaşının araya girmesiyle tamamlanamamış devrim sürecinin kısa devre yapması nedeni ile, sistem bu kadar zayıftır.Ve tamamlanamamış devrimin TEK savunucusu olan kurucu güç (silahsız olmayan kuvvetler) bu zayıflığın son müdafii olarak kalmıştır.

3. Her iki sulain ortak cevabı : Bu da bizim ayıbımız.

Master
01-05-2007, 12:22
Abdullah Gül laiklik için ne dedi?
Metin Güneş/CNN TÜRK/Londra

Abdullah Gül’ün, kapatılan Refah Partisi’nin genel başkan yardımcısıyken, The Guardian’da yayımlanan bir haberde, laik sistem ve cumhuriyet hakkında söylediği sözler yeniden tartışma konusu oldu. Haberi kaleme alan gazeteci, Gül’ün ‘laikliği değiştireceğiz’ dediğini söyledi.
27 Kasım 1995 tarihinde İngiltere’nin ciddi gazetelerinden The Guardian’ın “Türk İslamcıları iktidarı hedefliyor'' başlıklı haberinde, Refah Partisi’nin genel seçimlerde bir “yeşil devrim'' yapmaya hazırlandığı öne sürülmüştü.
Gazetenin o zamanki Türkiye muhabiri Jonathan Rugman tarafından kaleme alınan haberde, Gül’ün verdiği mesajla, 52 Müslüman ülke arasındaki tek laik ülke özelliğine meydan okuduğu iddia edilmişti.
Gazete haberinde Gül’ün, “Cumhuriyet döneminin sonu gelmiştir. Eğer Ankara nüfusunun yüzde 60’ı gecekondularda yaşıyorsa, laik sistem başarısız olmuştur ve biz de bunu kesinlikle değiştirmek istiyoruz'' şeklindeki sözlerine yer vermişti.
Abdullah Gül ile görüştükten sonra bu haberi kaleme alan gazeteci Jonathan Rugman, CNN TÜRK’e bu kavgaya bulaşmak istemediğini söyledi.
Rugman, “Yıllar önce yazdığım bu haberin Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı’nı engelleyecek bir neden olmasını istemiyorum. Gül, bu sözleri söylemediğini savunmuş. Bunun nedeni çeviri hatası olabilir. Haberde Gül’ün ‘laiklik sistemine son vereceğiz’ demediğini, ‘laikliği değiştireceğiz’ dediğini bir kez daha hatırlatmak isterim'' diye konuştu.

http://www.milliyet.com.tr/2007/05/01/son/sondun10.asp

AnnE
01-05-2007, 12:23
Abdullah Gül ile görüştükten sonra bu haberi kaleme alan gazeteci Jonathan Rugman, CNN TÜRK’e bu kavgaya bulaşmak istemediğini söyledi.
Rugman, “Yıllar önce yazdığım bu haberin Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı’nı engelleyecek bir neden olmasını istemiyorum. Gül, bu sözleri söylemediğini savunmuş. Bunun nedeni çeviri hatası olabilir. Haberde Gül’ün ‘laiklik sistemine son vereceğiz’ demediğini, ‘laikliği değiştireceğiz’ dediğini bir kez daha hatırlatmak isterim'' diye konuştu (MİLLİYET)

Admin Bey'in yüksek hoşgörüsü ile ;
BOK değil KAKA demiş.

Master
01-05-2007, 16:46
397

Lizzy
01-05-2007, 20:14
Miting gazisi olaraktan iki gündür ayağa kalkamadığımdan işleri koltuktan yönetmekteyim.Elde cep mesajlar çekiliyor,kanallar karıştırılıyor,onu bunu arayıp kafamı ve diğer kafaları da bir güzel karıştırıyorum bu arada.Olur mu,olmaz mı,öyle mi,böyle mi,ince hesaplar yapıldı tarafımdan.Ve bir sahne geldi aklıma geçmişten,belki de hiç çıkmadıydı aklımdan...
Küçücük bir kızken ben,Portakal yokuşundan inen arabaları sayarken pencerede-tek tük araba vardı ya o zamanlar-cama biri kartopu atılmıştı,bir baktım tombik madam teyze Malama.Elinde nefis bir paket sallıyordu bana.Koştum kapıya.Biliyordum içindekini,ama gene aynı heyecanla açtım paketi.Koca bir tavşan çikolata ve karnının içinde bir sürü minik çikolatalar.Sarıldım,öptüm madam teyzemi.Her yıl aynı gün bana böyle güzellikler getirirdi.
Aylardan Aralıktı.Ve Noel günüydü.Müslümanlar ve Hristiyanlar o günü birlikte paylaşıyorlardı Ortaköy'ümde.Mutlu bayramlarımız,paskalyalarımız,noellerimiz vardı.Kandillerde beş susamlı,beş susamsız simitlerden onlara da alırdık.Bizler ve onlar ayırımı yoktu.Mutluyduk,bu ülkenin insanıydık.

Geri istiyorum o zamanı.ince politikadan anlamam.Anladığım şu anlattığım kadar basit birşey.Bunu bu kadar ulaşılmaz yapanlar utansın.

Hani kanalda?Tamam,açtım.Sağol...

snowaqua
01-05-2007, 20:45
´Kutuplarda ayi avcilari, buzlarin icine jilet kadar
keskin bir baltayi yerlestirir, keskin tarafin
uzerine
biraz kan surerlermis. bunu bilmeyen ayi gelip kani
yalamaya baslarmis. kani yalarken kendi
dili kesilirmis. Ama kanin tadindan dilinin acisini
farketmez, kendi kanini yalamaya baslarmis.
Damarlarindaki kan tukenince yere yigilir kalirmis.
Avcida gelip derisini yuzermis. Avcilar ayiyi
kursunla
vururlarsa, ayinin postu delinir ve bu yuzden cok
para etmeyecegi icin bu yolu secerlermis´
Bu bilgiyi ogrenince anladim ki, Turk Milleti olarak
yillardir kesikmis dilimiz. Yillardir kendi kanimizi
emip durmusuz. Baslarda gucumuzun tukendiginin, kan
kaybettigimizin farkinda degildik. Ama artik fark
etmemiz gerek. Yillarca bizlere disaridan
dayatmalarla
ozumuze ters, butunlugumuzu zedeleyici tavizler
vermemiz icin baski uygulayip durdular. Benligimizi,
kulturumuzu, degerlerimizi unutturdular ve hizla
unutturmaya devam ediyorlar. benligimizi daha fazla
kaybetmeden degerlerimize sahip cikmanin zamani
geldi
de geciyor bile. Peki bunu nasil mi basaracagiz..
fert
olarak oncelikle kendi benligimize sahip cikarak.
Şan ve seref dolu tarihimize bakacagiz ve TURKU TURK
yapan
yitirmekte oldugumuz degerleri kendi benligimizde
yasatacagiz.

Alıntı.

snowaqua
01-05-2007, 21:04
Ingiltere;de bir Exeter Üniversitesi vardir. Ingiliz
Üniversiteleri arasinda
;Kürt Arastirmalari Enstitüsü; olan tek yüksek ögretim
kurumudur. Exeter
Üniversitesi;nde ayrica Arap ve Islami Arastirmalar Enstitüsü
de bulunuyor!
Basinda, Abdullah Gül;e fahri doktora unvani veren Tim Niblock
vardir.
Ingiliz istihbarat servislerinin yurt disi görevlere gönderilecek
ajanlarinin önemli bir bölümü Exeter Üniversitesi;nde egitim
görür. Ayrica
Arap ve Islam Dünyasi ile Kürtler hakkinda uzmanlasmasi gereken
Ingiliz ajanlar da bu üniversitenin hocalari tarafindan egitilir.
Exeter Üniversitesi;nden mezun olan veya doktorasini burada yapan
kisileri, daha sonra özellikle Islam ülkelerinde önemli ekonomik ve siyasi
kuruluslarin basinda veya devlet görevlerinde görmek
mümkündür. Mesela Islam
Kalkinma Bankasi;nin bütün önemli yöneticileri Exeter
Üniversitesi;nde yüksek lisans veya doktora yapmistir! Tabii buraya gönderilecek ögrencileri de kendi ülkelerindeki ;Islami kuruluslar; seçer!
Istanbul Milletvekili Nevzat Yalçintas seneler önce Ingiliz
Disisleri
Bakanligi´nin kendisini Londra;ya ve güneye Exeter satosuna
davet ettigini, burada medyanin demokrasiyi tahrip etmesi üzerine bir beyin
firtinasina katildigini bir Meclis konusmasinda açiklamistir.
Disisleri Bakani Abdullah Gül, Exeter Üniversitesi;nde iki yil egitim-ögretim
görmüstür. Merkez Bankasi Baskani Durmus Yilmaz da Abdullah Gül;ün bu
üniversiteden arkadasidir! Abdullah Gül, Prof. Dr. Nevzat Yalçintas ve Prof.
Sebahattin Zaim gibi hocalarinin tesviki ve sagladiklari Milli Kültür
Vakfi bursu ile 1976-1978 yillarinda Fehmi Koru ve Sükrü Karatepe ile birlikte
Ingiltere;ye gönderilmistir.
Gül, burada Islam ülkelerinde ileride görev alacak olan doktora
ögrencileri ile siki bir arkadaslik kurmustur. Dönüste Sebahattin Zaim;in
daveti ile Sakarya Üniversitesi;nde görev almistir. Abdullah Gül, 12
Eylül;den birkaç gün sonra evinden alinip götürülür ve Istanbul&ÿ#8217ÿ;da Metris
Askeri Cezaevine kapatilir!
Çiktiktan bir süre sonra Merkezi Cidde;de olan ve 48 islam
ülkesinin üye oldugu Islam Kalkinma Bankasi;nda diger Exeter mezunu
arkadaslari ile birlikte ekonomi uzmani olarak görev alir. Islam Konferansi
Örgütü Genel Sekreteri Ekmeleddin Ihsanoglu, Exeter Üniversitesi;nde doktora
sonrasi çalismalar yapmistir.
Exeter Üniversitesi;nden Prof. Dr. Ian Markham;in ;Said
Nursî;nin basarisiÿ;
Hakikat ve hosgörü; baslikli bir makalesi vardir! Yani bu
üniversite;dinlerarası; diyalog; un kurgulanmasinda da vardir.
Türkiye Cumhuriyeti;nin Cumhurbaskani adayi olan Abdullah Gül,
görüldügü gibi özellikle ABD ve Ingiltere;nin derin devleti ile yakin
iliskiler içinde olan bir kisidir.

snowaqua
01-05-2007, 21:10
Üniversiteyi bitirdikten sonra Ingiliz istihbaratina eleman
yetistiren Exeter Üniversitesi;nde yüksek lisans yapan Abdullah
Gül, CIA istasyon sefi Graham Fuller ile gizli bir görüsme yaptiktan sonra
Yenilikçi Hareket;in basina geçti!

Islam ülkelerine yönetici yetistiriyorlar
Ingiltere;de bir Exeter Üniversitesi vardir. Ingiliz Üniversiteleri
arasinda;Kürt Arastirmalari Enstitüsü; olan tek yüksek ögretim
kurumudur.
Exeter;de Arap ve Islami Arastirmalar Enstitüsü de bulunuyor!
Basinda, Abdullah Gül;e fahri doktora unvani veren Tim Niblock vardir.
Ingiliz istihbarat servislerinin yurt DIŞI görevlere gönderilecek ajanların
önemli bir bölümü Exeter;de egtim görür. Ayrica Exeter;den
mezun olan veya doktorasini burada yapan kisileri, daha sonra özellikle Islam
ülkelerinde önemli ekonomik ve siyasi kuruluşların basinda veya devlet
görevlerinde görmek mümkündür.

Israil ile özel iliski:
Abdullah Gül, Israil ile iliskileri çok siki tutan bir politikaci
olarak dikkat çekti. Kasap Saron olarak bilinen ve sonradan Israil
Basbakanligi´da yapan Ariel Saron ile de görüsen Abdullah Gül, ABD
derin devletine hizmetleriyle taninan Ahmet Ertegün;ün Özbekler
tekkesindeki cenaze töreninde ön saftaydi.

snowaqua
01-05-2007, 21:37
Sezer...
Yedi yil geçti.
Sormanin zamanidir...

Cumhurbaskani Ahmet Necdet Sezer´in çocuklarinin ismini bilen var mi?

Efendim? Duyamadim...

**

Mesela, ´ Sezer´in kizi Ebru´ diye baslayan bir cümle kursam, kaçiniz itiraz edebilir, Ebru degil de, Betül diye?
Veya ´ oglu Tarik´ desem...
Var mi dogrusunu bilen?

Çalışıyorlar mutlaka...
Ne is yapiyorlar?
Babalari cumhurbaskani yahu...
VIP´e girerken gören?

Genisletelim soruyu...
Hayali ihracat yapan yegeni var mi?
Devlet kredisiyle banka alan kuzeni?
Kayinço?
´Sen benim kim oldugumu biliyor musun´ diye fors yapan müteahhit kanka?
Var mi?

Peki, aile fotoğrafı?
Biraktik isadamlarini...
Gelin? Damat?
Nerede bu insanlarin magazin dergilerindeki satafatli pozlari, televizyondaki görüntüleri, gazetelerdeki röportajlari?

Elalemin yatinda gören?
Verdimse, ben verdim... Duyan?
Telefon açsa neyse... Kimseye mektup yazdi mi, ´hamili kart yakinimdir´ diye?

Uzatmayayim...
Bizden biriydi.
Yedi yil geçti... Hâlâ bizden biri.
Sadece bu mütevazi tablo bile, Sezer´in ne kadar basarili bir Cumhurbaþÿ;kani oldugunun kanitidir.

Ideolojik´ olarak karsi çikanlari, anlarim... ´Siyaseten´ elestirenlerin hakli oldugu taraflar vardir, normal.
Ama...
Kirmizi isikta durdugu için, yalaka gazetecileri limuzinine bindirmedigi için, Kösk´ün mutfağından ithal peyniri çikardigi için, israf sevmedigi için, akrabalarini zengin etmedigi için, ayip denilen kavramin farkinda oldugu için, Beyaz Saray´a gidip akil sormadigi için
´vizyonsuz´ deniyorsa...
Hâlâ bu kadar saldiriliyorsa...
Memleketteki utanmazlarin, ne kadar cesur, arsiz ve cüretkâr oldugunun da kanitidir.
Yilmaz Ozdil

dentist
01-05-2007, 21:56
Değerli forum dostlarımız aramıza yeni katılan arkadaşlarımız doğal olarak yazdıkları veya alıntı yaptıkları yazıları forumda yanlış yerlere koyabilmektedirler.

Özellikle Arkabahçemiz'de yeni arkadaşlara tavsiyem önce geçmiş yazıları okumalarıdır.
Ama yok ben o kadar yazıyı nasıl okuyayım işim gücüm var diyenlere ise ilk sayfalardan hatırlatıcı bir yazı ile hoşgeldiniz diyorum.

Muhteremler ;

Bundan birkaç yıl önce , Hissenet forumunda tuhaf bir adam ARKABAHÇE diye bir topikte yazmaya başladı.İlk yazının ilk kelimeleri radika , turp otu,..... diye başlar hayatın yaşanası yanlarını o forumun amacıyla çakıştırırdı.

Derken başka tuhaf insanlarda tuhaf yazılar yazmaya başladı.Tuhaflıktan anlamayan insanlar bu yazıları okuyunca kendilerini bir tuhaf hissetmeye başladılar.O hale geldi ki bir süre sonra , yazılan hiçbir yazı ilk okuyuşta tam olarak anlaşılamıyor ama ikinci ve sonraki okunuşlarda tadından yenmiyordu.

Orada Anayasalar fırladı , Dervişler geldi , kuleler yıkıldı , Kabak Çiçeği dolmaları yapıldı , yirmibinlerden sözedildi , İrina servisler yaptı , kırkbinler falan dendi.

Bu tuhaf insanlar , tuhaflıkları bu topikin dışında da paylaşmaya başladı.Kebaplar , deniz börülceleri , lüferler yendi , rakılar , ayranlar içildi.Boğaz , Süleymaniye , Adalar seyredildi.Benzer kitaplar okunup tıpatıp yorumlar yapıldı.Aynı kağıtlar alındı , hep beraber satıldı.Kimisi hala satılmadı.
Kimi evlendi , kimi baba oldu , kimi ameliyat oldu , kimi battı .
Hasılı ;dünya döndü , sular yolunu bulup aktı.

Derken yazmanın , herkesle yazmanın anlamsızlığına kani oldu bu tuhaf insanlar.Ve uzun bir süre yazmadılar.Ama aynı şeyleri düşünmeye ve hissetmeye , aynı şeylere gülüp aynı şeylerden panik yapmaya devam ettiler.

Malum zat dedi ki birgün hadi kendimiz pişirip kendimiz yazalım.Kimseye yük olmayalım, hatta yazacaklar , paylaşacakların da yükünü biz alalım omzumuza.Zaten herkes bu teklifi bekliyordu.Bir kendiliğinden işbölümü ile arkabahçe kendi tapulu arazisinde donanmaya başladı.

Kapıya kilit konulmadı , herkese açık.Eski dostlara , yeni dostluklara , kırılmışlara,kırılamayacaklara.

Ama bu tuhaf Arkabahçe ahalisinin sanırım bir küçük ricaları var.O da şu ki , özellikle bu ARKABAHÇE başlığı altında beyin kıvrımlarını zorlamayan , emek verilmemiş yazılar yazılmasın.Yazılara olumlu ya da olumsuz tepki veresi gelenler birkaç kelime ya da satırla geçiştirmesin içinden geçeni.Okuyanın kafasını karıştırsın ,çileden çıkarsın , huzur versin , dertlendirsin , keyiflendirsin.Tuhaf olsun yani.

Yoksa , bu forumda her konu için her şekilde yazılabilecek yerler o kadar çok ki.


Bilmem mi...

İlgili yazılar taşınacaktır.

AnnE
01-05-2007, 22:38
Muhteremler ;

Ben burada,bu coğrafyada, zaten pek normal standartlarda olmadığı malum kafamı iyice sıyıracağım.

Frederico Fellini'nin senaryolarını yaşamaktan gınaa geldi. Fellini mi ? Oha be. Tanımıyor musun ? Ve gemi gidiyor 'u seyretmedin mi ? AMARCORD' du seyretmediysen , hemen git DVD sini al seyret , bana ne...

Neyse ; bir misafirim var , mesleğinde uzman ,mesleğini boşver adam yürüyen bir Lourousee, Britannica... Sor herife 1978 de Angola'da ne oldu, ya da Nikaragua'nın 1980 lerdeki sosyoekonomik tahlilini , ya da Kentucy Fried Chicken ilk dükkanını nerede açtı adam sana anlatsın.Böyle bir herif. yanımızda RC mezunu, USA'da acaip universitelerde okumuş gençten bir başkası. Her beraber bir Gürcü lokantasına gittik. Garip garip şeyler yedik ve şarap içtik.Bu Gürcüler kendi şarabını kendi yapar, şişede , kapalı şarapları olmaz. Herkes kendi fıçısını imal eder ve acaip içer. Bizde testi testi acaip mükemmel şarabı içerek mümleketi de dünyayı da kurtardık.

Bu arada arkamızdaki masada, hayli gürültücü, 8 tane çirkin genç bağıra çağıra yiyip içiyor.

Tam dünyayı kurtarmaya ramak kalmışken , arkadaki gençlerden biri başıma dikildi; MamA dedi , siz Türksünüz , siz bizim masaya buyrun beraber yiyip içelim gibi bir şeyler söyledi anlamadık. Dedik lamn oğlum bu dili adam gibi konuşamıyorsun , ingilizce biliyorsan öyle söyle dedik, onu da yarım yamalak söyledi , anladık.

Bu kardeşler yahudi imiş ve bizim Türkiyeli olduğumuzu anlayınca, kanları çekmiş bizi masalarına davet etmek istiyorlar. O saate kadar 4 testi Gürcü şarabı içmişiz, peki dedik, aldık kadehlerimizi heriflerin masaya gittik.

Sekiz tane çirkin genç. Bizi çagıranın adı Salamon, ama kendini Süleyman diye seslenmemizi istiyor. Abuk muhabbetler, kadeh kaldırmalar, fondipler....

Bizim herşeyi bilen arkadaş , bunlara Yafo ( Telaviv) in tarihini anlatıyor, onlar mal mal bakıyor ...
Masanın öte ucundan Azer adlı bir yarma bana sesleniyor ; bilir misin en büyük Türk kim ? ben soruyom kim ? dallama diyor Alpaslan Türkeş...!!! Ben bi dakka ya diyom , lan o kafatascı idi rahmetli, sen bir yahudi olarak bunu nasıl dersin.Adam fırsat bulsa alayınızı keserdi. Derken bizi çagıran Süleymen lafa giriyor , ya MamA diyor , ben yahudiyim, anam babam yahudi, Telavivde ve Moskovada yaşıyorum ama ben müslümanım!!!


Biz kafayı çiziyoruz..Alayının anası ve babası onlarca nesildir yahudi olan bir Safarad masadında , biri en büyük Türk Türkeş diyip kadeh kaldıran öteki, ben müslümanım diyen yahudilerle aynı masada olmanın dumuru ile beynimiz tecavüze uğramış töre dizisi kızı kıvamında...

derken masada votka bitiyor , müslüman yahudi Süleyman para bitti diyor, başka votka ısmarlıyamam , ben , bizden iki şişe daha söylüyorum.Herkes içiyor.

Bakıyoruz ortamın boku çıkacak, bize müsaade diyoruz , Süleymanı'ın kardeşi Amin, genç USA kültürlü arkadaşımızın kulağına eğiliyor , taze kızlarımız var lazım mı diye.. Diz dumurlardan dumur beğenemeyerek kendimizi dışarı atıyoruz. Süleyman Salamon peşimde , MamA, al numaramı beni sabah ara, bir işin düşerse hallederiz diyor.

Oha beeee.....


Kuran okuyan Türkeşçi yahudilerle Gürcü lokantasında vokta içmiş olmanın beynimi felç etmiş haliyle eve gitmeye çalışıyor ve eve gider gitmez imla hatalarını kontrol edemediğim bu yazıyı yazıyorum.
Yerim ben Anayasa Mahkemesini...

Bilmem ne yerim ????????????

zumbul
04-05-2007, 15:47
İSTANBUL MENKUL KIYMETLER BORSASI NA
ARZEDİLMEK ÜZERE




Borsanız da yürütmekte olduğum alım satım görevi ve malum sayılı kanunlara bağlı yatırımcılığımdan 22 Temmuz 2007 tarihinde yapılacak olan Milletvekili seçimi nedeni ile istifa ediyorum.

İstifamın malum sayılı kanunların hükümleri doğrultusunda ve aynı kanununların Ek maddelerin deki haklarım saklı kalmak kaydı ile kabulünün gereğini Arz ederim.

04.05.2007



ZUMBUL
Borsa Yatırımcısı

AnnE
04-05-2007, 22:01
Demokrasi kime lazım ?

Derler ki herkese lazım.
Vallahi doğru söylerler.
Hani demokrasi için, ''benim özgürlüğüm ,senin özgürlüğünün sınırlarına kadardır'' derler ya ; İstanbul'da da bunlar oluyor.

Sen kalk , milyon küsür kişi, üstelik büyük çogunluğu İstanbul'un İstanbul olduğunu bilenlerden, Yani gecekonduda yaşamayanlardan, yani oğlunun tinerci olma ihtimali az olanlardan, yani kızı takke üstü örtü bağlamayanlardan , yani evine et götürebilenlerden, yani yarınki ekmeği hazır olanlardan oluşmuş milyon küsür kişi al eline bayrağı, bu memleketin tapusu hala bende diye toplan, bağır, çağır , gül eğlen...

Evime kömür getirene, oğlumu bedava üniversite kursuna gönderene, kondumun dibine Kuran kursu açanlara, ormanı kesip ev yaptığım dağ başına asfalt,su,otobüs getirenlere laf söyle ha !!!

İşte burada demokrasi başlar ahaliciğim.

Bu yeni İstanbullar , yeni İstanbulluların çocuklarından oluşan polis teşkilatı ve onun başındaki Müdür ve onun başındaki Vali ( unvanlarının başına yazmak istediğim sıfatları yazmamak için acaip çaba sarfetmekteyim) YETERİN LAN deyiverir.

Yeterin ; zira bizim çocuklar, bu hökümet sayesinde iş buldular ve fırsatını buldukları an malı götürecekler. Siz ne yaptınız , ulan o yumuşak İstanbullular !! ; hadi bir izin verdik Çağlayanın içine ettiniz, bir de Taksim'e gelirseniz , ben sizin yolunuzu , koprünüzü geminizi, otobüsünüzü kesip , sağda solda size benzeyen gördüğümde tokadı basıp stogumdaki bütün gazları ciğerinize salmam, o muhteşen copları sırtında paralamam, o celik burunlu postallarla dişinizi yutturmam mı lan size..

Siz ki benim patronlarıma oy verilmesin diye , bana ekmek verenlere taş koyulsun diye demokratik haklarınızı kullanırsanız , ben de benim demokratik haklarımı öyle bir kullanırım ki , AB öncüsü Recep , hukuk meleği Cemil, cumbaba namzeti Abdullah bu olan biteni hiç görmez.

Demokrasi herkese lazım. Ama herkese başka türlü lazım. Valinin İstanbulu bloke edip bütün ahaliyi zehirleme özgürlüğü, senin çağlayanda yürüme özgürlüğün kadardır. Herkes demokratik hakkını kullanacaktır.

Taksim'de 38 kişiyi öldürenlerin cocukları, hala o 38 kişiye düşmansa bu onun demokratik hakkıdır.

Taksim'de yılbaşında alkollu kadınlara tecavuz etmek , abuk günlerde Mustafa Sandal konseri verdirmek , oraları Tinerci ve kapkaççı ve tozcu cenneti yapmak valinin en demokratik hakkıdır.

Bu kadar.

Anladın mı ahaliciğim !!
Demokrasi herkese lazım ; önce ''demokrasiyi verenlere''...

Tepetepe kullan.

Buddha
04-05-2007, 22:38
İllerin milletvekili sayıları belli oldu

Yüksek Seçim Kurulu (YSK), illerin seçim çevrelerine göre çıkaracakları milletvekili sayılarını belirledi. İstanbul, 70 milletvekili ile TBMM'de temsil edilecek.. İşte il il vekil sayısı:
04 Mayıs 2007 21:51


Hayallerin Yıkıldığı An…

Son ayların kulis efsanelerinden bir tanesi daha yıkıldı.Benim vekilliğime aday olmayı göze alabilen ama maçasından paçasına kadar sıkmayanların gördüğü rüyaların kabusa döndüğü haber.

Amcasından halasına kadar bu çeşitlerin bilmediklerinin başında gelen sayı sayma kavramı bu haberle yasal olarak 1 ile 1i bir araya getirmenin sonucunu ortaya koydu ve sabahın en uzun olduğu geceler (04/06/2007 ye kadar) onlar için başladı.

Her güdük ün kendi bölgesinde, kendilerinin olacağını hayal ettiği ve yeni teklifle yatayda 1 ila 2 mtül gelecek listelerde, adının kura ile yatayda nerede olacağından çok, atama ile düşeyde olağı yer konusunda endişeye düştüğü andır bu an.

Ama bilmezler;

Güdük gördükleri vekalet verenler, kendilerini temsile adayların, sunulacakları ÇARŞAF LİSTE lerden neler çıkarabilecek hünerdedirler.

AnnE
05-05-2007, 22:58
Önce bir sayalım bakalım :

Seçime giren parti sayısı : 21
Milletvekili sayısı : 550

Toplam Aday Sayısı : 11.550

Ortalama Aday Adayı Sayısının aday sayısının 3 katı olduğunu iyimserce kabul edersek :

11550 x 3 = 34650 ( bunu bir kenara yazalım )

Bir aday adayı ( bu lafı çok severim ) aday olabilmek için, kendi teşkilatında Merkez de falan harcayacağı para : 10.000 USD ( minimum )

34650 X 10000 = 346.500.000 USD

Bir Aday adayı, aday olduktan sonra harcıyacağı para : 30.000 USD ( minimum)

11500 X 30000 = 346.500.000 USD

Partilere verlen toplam hazine yardımı : 300.000.000 USD

346 + 346 + 300 = 992 milyon USD

Bu hesapa göre, seçim için 1 milyar dolar gibi bir tüketim extradan yapılacakmış.

Hepsi kayıtlı harcanabilse , 180 milyon dolar KDV ödenecekmiş.
(Eşek degiller ya memleketi kurtarmak için para harcıyacak adamlar , kayıtsız iş yapmazlar. )


Bu arada , memlekette 3225 belediye , 65647 adet de belediye başkanı ve belediye meclis uyesi varmış.

Bu hesabı yapmaya başlarken aklımda birşey vardı ; unuttum.

Hatırlarsam yazarım.

Bilmem hatırlamasam mı ?

Emin
07-05-2007, 01:20
hadi gece yarısı fentaziii yapalım.

Anayasa Mahkemesi, seçimi iptal eder. "Etti."
Meclis otomatik olarak fesh olur. "Olmadı."
Böylece, dokunulmazlıklar şakkadanak düşer. "Düşmedi."
Başta Meclis başkanı olmak üzere bü sürüsüne dava açılır. "Açılmadı.Nerede o günler."
Bu arada bir karambol hükümeti gibi bişey kurulur.hatta kurulmaz. "Olabilir, belki, mümkündür, kurulabilir, kurulamayabilir."
Acil seçime gidilir. "Nasipse, gidilir." (Bu maddenin beni yoran yorumu aşağıdadır.)
Hakkında dava açılanlar ve kapanacak olan partilerin yöneticileri seçime katılamaz. "İnşallah."
Bir takım tuhaf partiler meclise girer. "Girebilir; girer mi, girer!"
Eciş büçüş bir hükümet kurulur. "Her halükarda ecüş..."
Şeriat , hayal bile edemiyeceği bir vadede çok daha güçlü olarak başımıza bela olur. "Olur mu, olur!"
Biri beni uyandırsın. "Niye?"
Su falan dökün. "Niçin?"
Kabus görüyorum. "Hayır, gece yarısı fantezisi..."
Katırlarla satırlar arasındayım. "Ben de atın nalıyla toynağı arasındayım."
otuzaltı, otuzyedi,otuzsekiz... "Kırk."
...
...


Yoran yorum: Bir yazınızda denk gelmiştim, uluorta atasözü kullanmaya karşıymışsınız.

Ancak ben yine gecenin bir yarısında, yorgun ve yılgın bir şekilde dilimin en ucuna geleninden bir tanesini yazayım:

“Kurbağaya tükürmüşler; ‘zaten suya atlayacaktım’ demiş.”

Lizzy
08-05-2007, 19:32
Tik yaptım,uzun zamandır vazgeçtiğim haberlere bakıyorum devamlı.Geçer yakında inşallah.Kabus bitince geçer de...Yeni kabuslara dalmazsak tabi.Şurdan çıktı,arzedeyim:
Beş yıldır süt dökmüş kediden beter koltuğunda rahatça oturan muhalefete bir haller oldu.Son derece bıçkın delikanlı havalarında epeyi bir agresif tavır içindeler.Gözlerinde de sanki 'az git öteye kardaş,sen çok yedin,şimdi sıra bende'ifadesi var.Ne bileyim hafiften huylandım.Yok ya,yanılıyorumdur değil mi,herşey yolunda değil mi?Hıııı???

AnnE
09-05-2007, 22:52
Bugün 9 Mayıs. Bizim buralarda bayram.
1945 yılının 9 Mayıs'ında Nazi Almanyası kayıtsız şartsız teslim olmuştu. O gün buralarda 'Faşizme Karşı Gelebe '' günü olarak kutlanmaya devam ediyor.

Asıl adı İoseb Vissarionoviç Cugaşvili olan Stalin lakablı imam hatipden terk bir adamın, önce Hitler'le Avrupa'nın paylaşımı için anlaşması , bu arada kendini sakata getirmesi muhtemel bütün tecrübeli generallleri asması sonucu, paylaşma politikalarının cuvallaması ve ordularında acemi subaylar elinde kalmasıyla 24000000 Sovyet vatandaşı telef olmuştu.

(İmam hatipten terk olduğuna inanmadınız mı ? Valla doğru , inanmayan arasın bulsun , inansın.)

Bu 24000000 ölünün 300000 ( kimine göre 600000) adedi bizim buralardandır.

Buralarda hangi kasabaya giderseniz gidin , kasabanın girişinde -hani bizde CENTRUM yazan hiçbir dilde karşılığı olmayan tabelanın olduğu yerde- yol genişler, bir meydana dönüşür. İşte o meydanlarda bir kadın heykeli vardır.

Babasını, erkeğini yada oğlunu ya da hepsini birden ülke savunması için onbin kilometre öteye göndermiş umutlu mu , hınçlı mı, kederli mi , hüzünlü mü olduğu hiç anlaşılmayan ve hiçbir zaman anlaşılmayacak ve hiçkimsenin anlayamayacağı bu kadının ardında ya da altında yüzlerce isim yazar.

Bu isimler gidip de gelmeyen babaların, kocaların, oğulların isimleridir. Önce kadını görür ürperirsiniz, sonra isimlerin çokluğuna bakıp bir daha ürperirsiniz. Bu kasaba da bugün bile bukadar erkek yok gibi gelir size.Gerçekten de yoktur.
O günden bugüne kalabilen erkekler, ekmek derdinde üklenin ve eski ülkenin ve diğer ülkelerin dörtbir yanına dağılmışlardır. Yetmiş yıldır erkeklerini uzaklara yollayan bu topraklar, bir çocuklu yanlız kadınlar ülkelerine dönüşmüştür.

Kader mi ?
Ne ?

Lizzy
10-05-2007, 14:03
İzlemişsinizdir reklam rezilliğini...Sevesim gelemeyen küçük çocuk görününmündeki acaip şey bir hışım geçiyor babasının karşısına.'Anneme şu kadarcık bişi almak istiyorum ama param yok.Sen al borcum olsun'diyor.Baba da koltuğunda huşuyla oğluna bakıyor.Büyük ihtimal ertesi gün alınıyor o tek taş...
Bizim Anneler günümüz vardı.Yeminle mis kokardı.Üç kuruş harçlığı biriktirir,olmadı babamızdan yardım ister,makul bir hediyeyle,o da olmadı kır çiçekleriyle kutlardık annemizi.Çocuklar henüz bozulmamıştı,anneleri de...
Üzgünüm,kırgınım.Jet hızıyla tüm güzellkleri yedik,bitirdik.Geriye ne kaldı bilmiyorum.Bu kadarı beni aşar.Yarın kaçıyorum İda dağıma.O benim hakkımdan gelir.Çocuğum da İstanbuldan bir öpücük gönderir.Oh derim.Kalanlara Tanrı yardımcı olsun.
Analara kıyamam,günleri kutlu olsun...
Sevgiler...

dohol
10-05-2007, 14:26
Sayın Lizzy ;

Ne zamandır aklımda olan bir konuyu açtığınız için teşekkür ederim.

Dedim ya sadece o reklam olsa iyi.

Benim esas takıldığım reklam yine tek taş üzerine olan ama eşinin sana anneler günü için aldım deyipte bayanın...

-Ama ben anne değilimki.. demesi ve yüzüğü görünce gözleri parlayarak

-Ama olabilirim .. demesi

Reklam aslında güzel bir espri tadında olmasına rağmen biraz düşünülünce kadınları aşağılayan bir sonuç çıkardığını düşünüyorum.

Zaten bu edepsiz düşünceler malum televizyon dizisindeki adamın bayana 150 bin dolar demesi terbiyesizliğine ve kadınında bi düşünelim bakalım anlamındaki bakışlarına kadar dayanıyor kanımca.

Anneler gününde kusuruma bakılmasın anneleri parayla veya hediye ile satın almıyoruz sadece onların gönüllerini almaya çalışıyoruz.

Annelik denen asil makam ve duyguyu reklamlara bu şekilde alet edenlere tavsiyem buyursun ne istiyorlarsa yapsınlar,ama bizi temiz duygularımızla baş başa bıraksınlar, biz bildiğimiz gibi devam edelim.

Bu vesile ile forumdaki annelerin ve tüm annelerin anneler gününü en içten dileklerimle kutluyor ve ellerinden öpüyorum.

Saygılarımla.

dohol

Lizzy
21-05-2007, 12:59
Kendi arka bahçemdeyim bu aralar.Deniz güzel,güneş tam kıvamında.Sessizlikse 'al sana,tepe tepe kullan' der gibi.Cennet bu olmalı,değilse gitmeyeyim boşuna...
Ama buruğum işte...
İstanbul'um,niye bu kadar vazgeçilmezsin?Niye heryerde seni arıyorum ben?
Hadi Lizzy,kalk toparlan.Yol göründü gene sana...
Sevgiler...

meraklı
21-05-2007, 13:43
Özlüyorum, yazılmış o eski yazıların tadını, ilk zamanların yazılarındaki o keyfi özlüyorum…Sayın serdarkuş’un espri dolu borsa üzerine gerdirmelerini, nüktedan şiirlerini, sayın Emin’in evlat karanfillerinin büyümesini, Alihoca’mın tarih yapraklarını-öykülerini, muhterem AnnE’min kendine has üslubuyla ortaya çıkarttığı, duygu dolu, düşünmeye zorlayan yazılarını…sevgili nedo’nun günceleri, sayın dentist’in yararlı linkleri ve yazıları, sensei Master’ın ender de olsa o güzel öğretici yazıları ve gizli esprileri, sevgili flz’in detay dolu anlamlı yazıları…özlüyorum işte..

Acep bahar gevşekliği mi…Nerelerdesinizzz….???????:carate:

Bir zamanlar sayın Ömmes varmışşşş, artık sayın bikmişbroker da fazla yazmıyor- mutlaka ki borsa forumu burası ama-sadece grafikleri var sağolsun, sayın trusty de yok ..sayın Ramo nun at dı eşek ti iniş çıkış muhabbetlerinden sonra artık fazla görmez olduk, sayın gözlemci nin de sadece giriş çıkışlarını görüyorum, sayın süvari de pek yoklar, sayın zümbül ün kendine has kaynatmaları, sayın neron un sorgu dolu hoş dip notları, sayın hannibal ın bostan korkuluğu benzetmesiyle yaptığı nüktedan girişler, sayın buena vista nın medya girdileri, sayın the secret ??? Ya sayın Buddha….???:excited:

Neyse…benden bu kadar ahali, yazdım; duyup da gelen var olsun, duyup da gelmeyenin canı sağolsun, haberi olmayıp da uğrayamayanın yolu bol olsun da arada buralara da düşsün, iki satır kelam edecek ağır topların biran önce BahÇe deki köklerini havalandırmaları ve yeniden çiçeklerini çoğaltıp mis kokular yaymalarını bekliyorum.. (..):

Her şey gönlünüzce olsun..Kalınız sağlıcakla…:friends:-

serdarkus
21-05-2007, 14:45
:cool:
Eeeee, adam boşuna meraklı seçmez ki nickini.. ille de ikide bir merak edip kaşıyacak.

Tamam, yazmak iyi de, fazlası alışkanlık yapıyor.. ondan sonra olmadık yerde, git şunu da yaz ulan diye adamın beynini kemiriyor. Mesela, daha dün.. şipidermene -babo gibi klavye özürlü olduğumdan değil, filme kıllık olsun diye böyle yazdım- gittim benim küçük bebeyle. Final sahnesine doğru, kötü oğlanlar esas kızı arabayla askıya alıp terör estiriken bizim esas örümcek arka fonda canım amerikan bayrağı, pırt diye zıplamaz mı.. filmedeki panikleyen halkla salondaki seyirciden canımbayrak&örümcek ikilemesiyle aynı anda bir coşku hissiyatı fışkırırken aklımdan geçen neydi dersiniz.. git lan olum, bunu yaz foruma, “esas oğlan arkasında amerikan bayrağı sahneye çıktığında, tüm salon hep beraber ayağa fırlayıp onuncu yıl marşını coşkuyla haykırasımız geldi..” Hay benim aklıma gelen fikri şeydeyim. Sana ne ulan ince siyasetten.. bayılmışın iki bilete iki günlük asgari ücret, şükür bebe de cips ve cola istemedi, ondan yırttık.. seyret efendi efendi filmini, sonra aylık kültürel faaliyeti kazasız belasız tamamlamış olmanın huzuruyla git evine, akşam da yarışmayı şeyttirden saylon ablanı seyret.

Sadece yazmak üzerine bile çoğu zaman birşeyler yazmak isterim, sonra da kime ne ulan senin bilmem neyinden der, kendimi tutarım. Yapımdır, herşey gibi bu yazma işini de çok sorgularım. Paylaşmak mı , psikolojik rahatsızlıktan kaynaklanan bir rahatlamak mı nedir, çok düşündüm ama tanımlayamadım. Sorsalar, kısaca, zevk aldığım için derim ama bu tanım da kendimi kandırmak mı, emin değilim. İnşallah doğru olan, hani sinemaya gidersin, teve izlersin, canın sıkılır şöyle bir sahile doğru inersin. Bu da öyle birşeydir. İstersin ve yazarsın..dır. Umarım..

Haa, okundun okunmadım, beğenildi beğenilmedi kaygısı yok. O açıdan, yıllar öne noktayı koymuştum. Sistem topiğindeydi, “Forumlarda bilgi paylaşımlı sürekli yazanlar.. her yüz kişiden sadece on kişi okur, bunlardan beş-altısı ne dediğini anlar, üçü-dördü faydalanmaya çalışır, sadece bir-iki kişi gerçekten faydalanır. Herhangi bir konuda yazanlar..sadece bu bir-iki kişi için yazar…” Bu en baştan kabul edilmiştir zaten. Bu nedenle, ben yazdım da beni niye kimse okumuyo.. höööö!. durumları yok yani. Bu tanımlamam, daha genele yayılmış, her sosyal yapıyı içeren forumlar için. Buranın yapısı daha farklı, bu fark tabii ki iyi ama bu sefer de her canının istediğini yazamazsın durumları oluyor gibi. Hani, lafa Bonjuar diye başlayım da arkasından da bu lafa hangi yılın şarabı uygun kaçar.. gidip ondan tadayım gibi, yanii..

Yazmanın spekülatörü S.King bile yazmış “yazmak” üzerine ki, bu kadarını bile istemiyorum ben, fazlasına teşvik eder mi der, adamın o kitabını okumaya korkarım.

meraklı
21-05-2007, 14:55
Ahhaaaa işte gönlüm şenlenmeye başladı...

Aman deyim sevgili serdarkuş -abim, canım ciğerim diyesim geldi- ellerinize gönlünüze, sohbetinize ve klavyenize sağlık...


Kalınız sağlıcakla...:friends:-

neron
21-05-2007, 15:29
Biz gavuruk,
Mitingde çalıp oynarken yorulduk,
Yaz da gelmiş,
Hemen Çeşme'ye koştuk...

S&S

bikmisbroker
21-05-2007, 22:15
Özlüyorum, yazılmış o eski yazıların tadını, ilk zamanların yazılarındaki o keyfi özlüyorum…

Efendim yine merakli arkadasimiz merakli merakli tetikliyor bizi..
Yahu sevgili kardesim, okumaktan, dusunmekten yazmaya vakit mi kaliyor??
Seanslar HIZLI, borsa dersen OYNAK, zaten bir de SECiM cikardilar basimiza..

Ne yazacagimizi sasirdik!!

Aklimdan gecenleri yazsamm, bir turlu.. Duygularimi yazsammm diger..
Peki hic dikkat ettinizmi, bu aralar Turkiye capinda duzenlenen mitinglerde nerede ne kadar kalabalik toplanmis yaziliyor ciziliyor..
Laiklik elden gitti, gidiyor diye bir KARSI cephe olusturulmaya calisiliyor..

Gelen emaillerden bunaldim artik..
Bir tanesi gecen secimlerde 9 milyon secmenin OY VERMEDiGiNi yazmis!!
Bir sebebini dusundunuzmu??
Bu 9 MiLYON secmen NEDEN OY VERMEDi??
Vermedi cunki ortada OY vermeye degecek parti ve LiDER YOKTU!!

Ne yani Bugun varmi??
Gecen secimlerden FARKLI olarak bugun Hangi parti ve HANGi LiDER VAR??
Bir Allahin Kulu bana cevap versin, Gecen sefer de bu muhalefet liderleri yokmuydu meydanlarda?
Yine Bu 9 milyon vatandas degilmiydi bunlara burun KIVIRIP sandik basina gitmeyen??
Ne degisti Allah askina??

Bugun ne degisti??
Fizikde bir kaide vardir, ETKi-TEPKi prensibi .. Bugun yapilmak istenen budur!!
Yaziklar olsunki LAiKLiK elden gidiyor safsatasinin arkasina siginmis muhalefet ve LiDERLER'e OY verecegiz yine!!

Maalesef son 20-30 yildir kasdira kasdira basimizdan eksik olmayan liderlere ve partilere kaldik yine!!
Hangi muhalefet liderimizin gorusu var aklinizda?? "LAiKLiK elden gidiyor" slogani disinda??

Dogrudur, Ataturk devrimleri ve Cumhuriyetimiz tehlike altindadir.
Dogrudur, Turkiye (kanli veya Kansiz) bir degisim surecine itilmistir.
Dogrudur, Her turlu takkiye yapilmaktadir.
Dogrudur, Devlet yonetiminde, Piramidin en ust kademesinde SAC AYAGI nin kurulmasina RAMAK kalmistir.

Bakiniz bu AMPUL simgeli parti ulkemizde sahte bir cennet yaratti.
Sicak parayi davet ederek, dunyadaki en yuksek reel faizi vererek yaratilan bu sahte cennetin arkasindan bu secimlerde YONETiME gelecek partinin Vatani icin, secmenleri icin, gelecek nesiller icin, OY potansiyeli icin, LAiKLiK ve bu ulkenin selameti icin COK ama COK calismasi gerekmektedir!!

Bu konuyu isleyen 1 tane LiDER'i miz 1 tane PARTiMiZ varmi?? YOK!!!

Hangi partimiz bunu NASIL yapacak??
Bu detaylari bilmeden NASIL OY verecegiz??
Bu detaylar belli olmadan verilecek OY lar HEBA olmayacakmidir.??

Bati deseniz zaten Nufusunun %95 i musluman olan Turkiyenin, Demokrasi ile yonetilen bir Turkiyenin Onunu TIKAMAK istemektedir...
Islam ulkeleri deseniz zaten cogunda seriat kanunlari gecerli olup, Ataturk ilkeleri ile yonetilen demokratik ve Laik bir Turkiye onlar icin de KOTU BiR ORNEKTiR!!

Dunyada Ne doguya ne de batiya yaranamayan bir ulke bu Turkiye Cumhuriyeti!!

Bugün 9 Mayıs. Bizim buralarda bayram.

Bugun 21 Mayis, bizim buralarda da bayram sevgili AnnE cigim..
Kralice Victorianin dogum gunu dolayisi ile Bayram tatilindeyiz.

Bu bayram tatilinde kafamda ucusanlari 2 satir yazayim dedim.
Insallah keyfinizi kacirmadim??

Yoksa kacirdimmi???

AnnE
22-05-2007, 12:20
Bayramın mübarek olsun Babo ;

Siz o kraliçe Viktorya rahmetlinin öldükten sonra karizmasının, sülalesi tarafından nasıl çizildiğini bilmem bilir misiniz ?

1930 larda , Cunard Lines firması dünyanın en büyük gemisini yapmaya başlar , fakat bu boyuttaki bir yatırımın altından kalkamaz , nasıl kalksın ki gemi dediğin şeyin üç düdüğü var , her biri 1 ton agırlığında ve 20 mil öteden duyuluyor.Varın gerisini siz hesaplayın.

Neyse, bu işin altından kalkamayan Cunard , White Star Lines ile birleşir ve beraber gemiyi yapabilirler.

Gemiye de rahmetli Viktorya ablamızın adını vermek için o zamanki kral George Bey'e müracaat ederler. Derler ki : ''Siz haşmetli kralımız , uygun görürseniz, transatlantiğe Britanya'nın en meşhur kraliçesinin adını verebilir miyiz?"

Geroge Abi cevap verir : "Tabii. Karım (Kraliçe Mary) bundan gurur duyar" deyince geminin adı mecburen Kraliçe Mary olur.

Bu olaydan sonra rahmetli Viktorya Hanımın , mezarında üç tur döndüğü rivayet edilir.


Ulan Corc , karına yalakalık yapacan diye koca kraliyet sülalesinin karizmasını yedin be.

Helal olsun.

flz
23-05-2007, 12:08
Acep bahar gevşekliği mi…Nerelerdesinizzz….??????? Sevgili meraklı'dan alıntı




Kaz dağlarının eteklerinde, önünde ambulans bekleyen iskelede, yemeden ve içmeden çatlamak üzere, mutlu bir şekilde, ruhumu teslim etmek üzereyim, diyebilmeyi çok isterdim...ama değilim…zaten anneler gününde tek taşlı yüzükte gelmedi… inceden bir hüzün var gibi...

Geçen gün tv nin başındaydım. Çok bilenlerden biri (başka bir şey demek geliyor içimden ama ayıp) dedi ki; bu mitinglere gerek yok, her şey yolunda …önemli olan ekonomi…borsa da düşmedi…şu grup bu kadar, bu grup bu kadar yatırım yaptı, ekonomi büyümeli…aaa dedim …demek önemli olan ekonomi..çakarım ona buna aman ekonomiye bişey olmasın durumu yani…anahtar kelime…ekonomi…onun büyümesine yardım etmeliyim…uğraşmalıyım didinmeliyim, ekonomiyi ben de büyütmeliyim…iyi de…o büyürken ben niye küçülüyorum anlamadım… ekonomi, pek önemli, o büyümeli…hızla…kanser hücresi gibi...büyürkende bi çok şeyi yoketmeli…demokrasi mi?

Büyümenin bedeli biraz ağır gibi geldi bana…

Yetişkin olmak, kuşku ve kesinsizlik içinde yaşamayı öğrenmek değil mi?

Öğrenmeye devam…

alihoca
24-05-2007, 00:52
Başlarında deli rüzgârların estiği lise yıllarıydı. Biri Kafkas kökenli olmak üzere toplamı iki Ali bir Hüso, 6 Edebiyat B Sınıfının üç kafadarıydılar. Sonradan bunlara bide Mamıt katıldı, dörtlediler. Hepsi sınıfın hemen girişinde sağ tarafta duvar dibine dizili sıralarda oturuyordu. Öğrenim hayatı boyunca kızların hemen arkasında oturmaya mahkûm olanı, adaşı ile baştan ikinci sıradaydılar. Hüso onların arkasında, Mamıt yaşça ve boyca büyüklerle birlikte en arkada loca denilen mevkide oturuyordu.

Kızların arkasında oturmak deyip geçmemek, hafife almamak dahası iki kelam etmek lazım. Gözün dalar bakarsın, suç olur. Elin değer, ayağın sürter dokunursun, suç olur. Yanındakine iki laf dersin, önündeki zıplar; laf attı olur. O dakkada fişşek gibi fırlayıp Gara Hüsüünün yanına gitmiştir bile. Sağ olsun, Hocamız da ‘ne yaptınız Ulen zibidiler?’ demeden önce ‘güzel bir hoş geldin ziyafeti’ çektiği için ancak ikinci fasıldan kurtulmanın çaresini düşünmek zorunda kalırdınız.

Bak şimdi, eliniz, gözünüz, sözünüz değmese bile suçlu ve dolayısı ile hedef olacağınız durumlar vardır, desem iftira attığımı sanır ve günahımı alırsınız. Alın, alın da ‘Laf atmamak suç olur mu?’ demeyin sakın! Yanılırsınız. Çünkü aslolan, kızın neyi isteyip, neyi istemediğidir. İşte bu gerçeği bilemediniz mi? Çıra gibin yandığınızın resmidir.

Şimdi ‘kız, Sizi gözüne kestirdiyse’ diye başlasam, niza çıkacağı için Siz onu; ‘arkadaş olmak istiyorsa’ şeklinde ifade ettim sayın. Erkek dediğinin de ancak kırkında –o da az buçuk- kemale erebildiğini hesaba katıp, kızın bu isteğini anlayamadığı (çoğunluk) hallerde olabilecekleri kafanızda bir canlandırın hele. Çok yakın bir arkadaşımın ortaokul yıllarında anasından emdiğini burnundan hem de fitil fitil getiren bir ön sıra oturanı vardı ki, yaşattıklarını beddua olarak düşmana dilemeye bile yüreğiniz elvermezdi yani.

Yıllar geçip de arkadaşımızın sıra komşusuna ‘Neydi bize o çektirdiğiniz?’ diye sormuştuk. Çocukça bir muziplikle ‘Akıllım o Sizi çok seviyordu da ondan’ diye anlattığında, çokbilmiş geçinen biz şaşkınların halini görmeliydiniz. Şaşkın diyorum ama bir yandan da tüm çekilenlere rağmen ‘Allah nefretinden korumuş’ diye içimizden geçmedi değil. Zaten o günden sonra erkeklerin ‘kadın milletinin ciğerini okurum’ filan diyenine, zavallı diyerekten çok acırım.

Eh, bu kez de yeterden fazla derecede uzatmayı başardığımıza göre işkenceyi tadında bırakıp, öykümüze dönelim.

Devlet kapısında emekçi olarak çalışan babasının, tayin olduğu yerde lise olmadığı için akrabalarının yanında kalmak üzere gönderdiği Hüso, tertemiz yüreği ile içlerinde en masum olanıydı. Bir taraftan on üç, on dört yaşlarında anadan ayrı kalmanın burukluğu, diğer taraftan akraba evinde kalmanın zorlukları, onu içine kapanık biri yapıp çıkmıştı. Kafadarların içinde, giyimi, kuşamı, terbiyesi bir yana, Hüso’nun mazlum kandırılmışlığını sadece yüzüne bakarak bile anlamak mümkündü.

Birçok konuda ağzından kerpetenle laf alınabilen Hüso, arabalar ve şoförlük konusu açıldığında susmak bilmezdi. Gurup olarak yaptıkları kutlamalarda, kaldığı evdeki öğretmen akrabasından öğrendiği votkalı muhabbetleri arkadaşlarına öğreten de olmuştu. Fondipler ilerledikçe; derdi, sevinci ve kızgınlığını yüreğine gömen kişi gider; dertlenip ağlayan, şakalaşıp gülen, oynayıp eğlenen rengârenk bir insana dönüşüverirdi.

Neyse efendim, günlerden bir gün derslerden hangisiyse birinde; alilerin en hininin arka sırada oturan Hüso’ya bir göz atışında, onun orta ön sıralara sabitlenmiş gözlerle dalgın bakışlarını görür. Doğrusu ya ilk bakışta arkadaşının dalıp gittiği derinlikleri ‘bir anlık dalgınlık’ sanır, önemsemez. Ertesi gün aynı bakışları, aynı istikamette kilitlenmiş gören alilerin hini hafiften tellenir. Teneffüste ailevi veya maddi bir sıkıntının sorunun kaynağı olmadığından başka tatmin edici bir cevap alamayınca geriye dalıp gidilen istikamet kalmıştır artık.

Hüzünlü dalgın bakışların merkezinde orta sıraların önden ikincisinde oturan sınıfın en gözdelerinden Rabiş olduğu geç de olsa anlaşılmıştır. Mengene gibi sıkılı ağızdan birkaç günlük sorgulamalarla dahi bir şey alınamayınca votkaları açmaktan gayrı bir yol kalmaz. Biraz peşrev faslı, biraz dolduğu gibi boşalan kadehlerin yardımıyla bizimki sonunda çözülür. Üç dört ay önce filizlenen yemeden içmeden kesilircesine süren bir aşk öyküsü gözyaşları eşliğinde anlatılır ki, kafadarların adeta nutku tutulur.

Gel velâkin, Alamanya’da işçi olan babasının gönderdiği marklarla yediği önünde yemediği ardında yaşayan, tiril tiril giyinen boyu posu yerli yerinde üstelik o günlerin düşman saflarından biri ile ilişkisi vardı. İlişki dediğimde, güreş sporunun sadece belden yukarısının serbest olduğu grekoromen kadar bile değil. Saklı gece karanlıklarının kısık lamba ışığında yazılan mektuplar, teneffüslerde birkaç dakikalık buluşmalar ve hadi çook ileri gittiler desek bile eklenebilecek olanın azamisi; kıyıda köşede tutulan ellerin günlerce yıkanmadığı, bakıp bakıp derin hülyalara dalındığı haller olabilir ancak.

‘Etme gitme!’ dediler, ‘bak; şöyleyken şöyle, böyleyken böyle olur!’ dediler. ‘Boş ver, şu gözlüklüyü zaten kör galiba’ dediler. Hocanın gözü önünde kopya çeken kızla baş edilmez dediler. ‘Olum sana başka kız mı yok, yeter ki sen iste!’ dediler. Gibi daha neler neler dedilerse de, Nuh deyip Peygamber dedirtemediler. Daha doğrusu ‘Nuh!’ bile demedi aslında. Dört cepheden onca vazgeçirme çabalarına karşın, boynunu büküp, dalgın boş ve bön bakışlarla önüne baktı durdu sadece. Sonunda pes edip kabullenmek zorunda kaldılar. Ne yapsın gariplerim, kafa kafaya verip üretebildikleri ince teknik ve taktiklerle ‘Git konuş bari’ dediler.

Hiiç boşuna sevinmeyin bizimki onu da beceremedi. Sonunda iş kala kala Hüso’nun boynu bükük, melül mahzun bakışlarına dayanamayan bizim hinaliye kaldı. Kaç gün teknik taktik çalıştığından, boş odalarda ne kadar söylev çektiğinden bile nice sonra haberimiz olabildi. Beden öğretmeninin gelmediği bir gün, bahçede dolanıp Hüso bi delilik yapmasın diye yanında nöbet görevi tutan kafadarlar, aralarında hinalinin olmadığını fark ettiler. Oraya buraya derken bir de bakarlar ki, Rabiş’i bir köşeye sıkıştırmış; el kol hareketleri eşliğinde avazı çıktığı kadar bağırıp duruyor.

Yetişin ulan! Bu manyak kızı dövdü dövecek, diye seğirtirler. Hinalinin bağırışlarını koca koca açılmış şaşkın bakışlarla dinleyen Rabiş, yapma etme diye bağırarak yanlarına gelen kafadarları bir şey yok gibisinden bir el işaretiyle durdurur. Onlarda ne yapsınlar; kafalarını şoo tarafa, antenlerini o tarafa çevirip, güya çaktırmadan ve harf dahi kaçırmadan, dinlemeye çalışırlar. Bağırmaya kendini kaptıran bizimkinin geleni gideni görecek hali bile yoktu dense doğrudur yani.

Yazıklar olsun! Ben senin böyle olduğunu bilmezdim. Deselerdi bile inanmazdım! İnsan paraya bu kadar mı tapar? İnsan bu kadar mı paragöz olur? İnsan delicesine seven bir yüreğe bu kadar duyarsız olabilir mi? Melek gibi kızın kalbi bu kadar taştan olabilir mi, Allahım?

Bunlar gibi; kimi meraktan çatlatan, kimi akla, yüreğe işleyen, kimi gaz yaşı döktüren daha nice soruları nerden buldun, nasıl ezberledin be mübarek? Yazık kızcağız araya girip ‘Kim? Ben mi? Kime?’ gibisinden şaşkın hamleler yapıyor ama nafile. Bizimki ne duyuyor, ne duruyor. Ben diyeyim yarım saat, Siz deyin kırk dakika; kimi zaman suçlama, kızgınlık, kimi zaman övgü ve iltifat sosuna batırılmış soru-itham karışımı, hem nalına hem mıhına tabiriyle sürdü gitti.

Yalnız zilin çalmaya yaklaştığı anlarda, sesinin daha bi duygusallaşıp, yer yer ağlamaklı bir hal alışı karşısında, kafadarlar iyice bir afallamıştı. Daha Hüso’nun adını hiç anmayan bizim ki; ‘Tek suçu sevmek olan bu çocuğu, gecenin bi yarısı hastaneye yetiştirip midesini yıkattıramasaydık, hiç üzülmeyecek miydin, hiç vicdanın sızlamayacak mıydı?’ diyerek son darbeyi de vurdu mu? Beti benzi sararan Rabiş adeta dondu kaldı.

Bu arada kafadarların diğer ikisi ‘ne midesi ne yıkaması’ diye şaşkın şaşkın bakışıp Hüseyin’e soramadan onun ağlayışına sessizce eşlik ettiler.

Son sözünü söyleyen hinali cevap bile beklemeden döndü yürüdü. Gözleri dolu dolu olan Rabiş, son bi gayretle; ‘Bari kim olduğu söyle!’ diyebildi ancak. Bizimki durur mu? ‘Alamancı parasından başka bir şey görmeyen gözünü aç, çevrene bi bak, göreceksin!’ diyerek yapıştırdı cevabı.

Sonra asker bozumu siyah parkasına sıkıca bürünüp yürümeye devam etti. Ders mers düşünecek halde değildi. Bir sıçrayışta okul duvarından atladı. Daha ayakları yere basar basmaz teneke sobada nemini alıp kızarttığı paketinden birinci sigarasını çıkarıp tellendirmişti bile. İdare odalarında görünmemek için duvarın kuytu diplerinden hızlı adımlarla yürüyerek, azıtan çay krizini bastırmak için Poyrazlar Kahvehanesine doğru bir anda gözlerden kayboluvermişti.

Rabiş ile orada öylece kalakalan kafadarlar, ancak kendilerine gelebildikten sonra Hüseyin’i yanlarına alıp kahveye koşuşturmayı akıl edebildiler. Dumanaltı olmuş kahvehaneye girdiklerinde Ocakçı Tısının müdavimlere ayırdığı küçük masaya kurulmuş, bülbül kafesi denilen bardakta ikinci çayını yudumlarken buldular onu. Kaçak çay karıştırılmamış Halis Rize Turist Çayları dolup boşalırken, gözler masanın aşağısında bir yerlere kaçırılıyordu adeta.

Sonra, sessizliği yırtan bir çığlıkla ‘Bu adam hastahanelerde can çekişirken bana niye haber vermedin Ulan!’ diyen Çeçenin adaşının gırtlağına sarılışına tüm kahvehane şahit oldu. Allah vere, Ocakçı Tısı Dayı hemen yetişip aralaştırdı, birer çayla azıcık sakinleştirdi. Çeçen Ali bu kez Hüso’ya sitemle başlayacakken, Hüso sözünü kesti. Kimse duymasın diye hafiften eğilerek, ‘İntihar mintihar yok olum, o kısmını bu adi uydurdu.’ deyince, asıl kızılca kıyamet o zaman koptu.

Ertesi gün sıralarında oturan adaşlar; Rabiş’in utancından başını kaldıramayan Hüso’nun yanına gidişini gördüler.

‘Bilmiyordum’ demiş,
‘Anlayamadığım için affet ne olur’ demiş,
‘Bir daha böyle bir delilik yapma sakın!’ demiş…


Ve işte böyle başlamış Hüso'nun, Rabiş Kızla öyküsü…

meraklı
24-05-2007, 00:54
Zaman, zamanın içinde, engebeli bir arazi şekli çizerken zamanın anları da ortaya bir maki misali şekil veriyordu...

Yaşadığım ya da yaşıyor olduğumu sandığım anlarda aldığım keyifleri, makilerde yaşamaya çalışan kelebeklere benzetirim zaman zaman. Renkli, ömürleri tek günlük olan ama her sabah yeniden doğan bu kelebeklerle başladığım bu hayatta sonlanacağı belli, zamansızlığın zamanında aldığım her nefesin bana bir lütuf olarak sunulduğu düşüncesiyle kelebekler misali yalancı bir umutla ve sanılarla tekrar başlarım yaşamaya.

Biri vardı, zamanında merakına yenilip birisini bulmuş sonra umduğunu bulamamanın -belki de hayalkırıklığı - sonucuyla o birisinden kaçmış biri...Belki silmiş belki beklemeye almış, artık her ne yapmışsa kilometrelerin gerisinde ..Hem çok uzak hem çok yakın..Benden biri,benim gibi biri.
Bende aslında bir acaiplik var, insan sevgisi vardır ya, hani birara yazmıştım pişmanlık kösesinde "Son pişmanlığı geçtim gelecekti pişmanlıklarımdan da tez vakitte pişman olmamak üzere....." diye..bu sevgi beni yıkıp geçiyor.Görmemeyi seçtiklerimi sonradan kütürt diye önüme düşürüyor. Nedensiz seviyorum, koşulsuz kabul ediyorum, gördüklerimi es geçiyorum ve....ve si yok, demeyecem.

İşin gerçeği ben de analar gününde tek taş alamadım, zaten o günün özelliğini hiç yaşamadım. Ama elimden geldiğince anacığıma hep yaşatmaya çalıştım. Bazan sadece yazdım bazan sadece yürüdüm, bazansa sadece kalabalık yalnızlığımda denizlere açıldım..Daha evlat nedir bilmezkenki zamanlarda koşulsuz sevginin bu kadar mecburiyetler yaratacağının dahi bilincinde değilken, sevdim....Ama sevginin ve sevmenin ne kadar yüce olduğunu bebemi içimde hissettiğimde anladım. Biryerlerde okuduğum bir yazıda "aslında herkes çocuktur, sadece gelişen bedenlerimiz içersinde yaşamın karmaşasında bu çocuğun varlığını unuturuz" diye bir cümleye rastlamıştım.Çocuk saflığı, çocuk dobralığı ve şeffaflığında:))

Eskiden tarihin yeni yeni yazıldığı dönemlerde insanlar haftanın bir gününü kendilerine ayırır ve enerji toplarlarmış. Kimi ailesiyle vakit geçirir kimi sadece dolaşır, kimi ise sadece yatar uyurmuş..sonuçta her bir kişi istediği ve keyif aldığını yaparmış..Peki şimdi ?? Değişen sadece telaşlarımızın artması ve kaçırdığımızı düşündüğümüz hayatın peşindeki koşuşturma mı ? Ya da sevgili flz in dediği gibi "Yetişkin olmak, kuşku ve kesinsizlik içinde yaşamayı öğrenmek mi?" nin sabitlenmesi mi ? sorgulanması gereken biz mi, ben mi, o mu...Yaptıklarımız mı ,kaçırdıklarımız mı, avcumuz içinde saydıklarımız mı...??

Tamam tamam bitiriyorum, Sonuç yok, giriş - gelişme ya da anafikir hiç yok..Boşuna bulmaya uğraşmayın. Temeli olmayan binayı her yere taşırsınız, Özen gösterirseniz asırlık ağacı da kökleriyle kaldırırsınız, ama radikal bir karar almakla uygulamak arasında öyle bir benzerlik ve öyle bir tezatlık vardır ki sadece iki arada kaldığınız anda korkmalısınız.

Yapayalnızlığın kalabalığında, kalabalıklar arasındaki yalnızlığımı kutlarım. Börtü böcüğü, otu, dalı, havayı, rüzgarı, bulutu ve insanı sevmenin sıcaklığında güneşin ayazını yaşarım. Denizlerin derin mavisinde şahlanan dalgalarda, ruhumdaki isyanları yaşarım. Çakılların hafif , gül yapraklarının ağır olduğu sularda sadece kendimi yaşarım....

Herşey gönlünüzce olsun kalınız sağlıcakla.......:friends:-

AnnE
28-05-2007, 21:09
Muhteremler ;

Birkaç gündür, hani o bundan çok ay önce aylarca yaşadığım ve birkaç ay önce gitttiğimde erken gelen bahara lanet ettiğim yerlerdeydim.

Hava her ne kadar , Mayıs bitmeden 35 C’yi bulduysa da , bahar gerçekten hakkını vere vere gelmiş. Nisan ayında Kafkas’a kar bile düşmüş , hala duruyor tepelerde, sular canlı akmaya başlamış.

Yüzlerce kilometre boyunca , Kafkas’ı sağına alıp gittikten sonra , ilerde , Kafkas’ın doksan derece dönüp önüne çıkacağını görürsün. Ve eğer oralara ilk defa ve bu mevsimde gidiyorsan, önüne dönen Kafkas’ın eteklerinde , pustan görülmeyen bir yere gittiğinin garip anlaşılmazlığına düşersin ki ben bile defalarca gitmiş olmama rağmen düştüm o anlaşılmazlığa.
Pusun içine doğru yaklaşınca , önce kilometreler boyunca iki yanı kutru bir metreden geniş cevizlerle uzanan dümdüz bir yola giriliyor , cevizler iki yandan birbirini öyle bir sarmış ki , o yol dünyanın en uzun tüp geçidi oluvermiş. Aralıklarla önüne çıkan binlerce koyun ve onların binlerce henüz üç aylık olmuş kuzuları ve o koyun ve kuzuların etrafındaki atlılar ve o sürünün arkasındaki uyuşuk köpekler ve o sürülerin geçtiği yollarda neyi ne için beklediğini muhtemelen kendilerinin de bilmediği her yaştan ve her kıyafete bürünmüş garip insanlar , o artık kaybolmuş pusun altında nereye gittiğin konusunda seni merakla karışık bir ürpertiye, keyifle karışık bir yanlızlığa , huzurla karışık bir paniğe sokar.

Daha önce oralara başka mevsimlerde gittiysen bile , bu Fellini’nin mekanlarına benzeyen mekanlarda ,Tinto Brass’ın kadınları , Zoltan Fabri’nin erkekleri, ama herbirinin kıyafet ve makyajını ille de Fellini yapmış olarak, kimbilir belki de bir Stefan King hikayesinin vahşi sürprizleriyle ya da bir soap operanın kısacık keyfiyle mi karşılayacak bilemezsin.

Neyse , oraları bir daha ve bir daha anlatmayacağım. Ama baharı bir başkaymış. Ben Rize’nin, Bolu’nun, Tunceli’nin, Spil’in baharlarını ve yeşilini yaşamış biri olarak , yeşilin bu kadar hoş bir halini, sanki özel bir peyzaja göre tasarlanmış gibisini görmedim.

Üç gün önce bahçeden toplanıp yeni kırılıp fermante edilmiş , klorofil acısı hala tadında olan çayı mı içmedim , tankından, plastik damacanaya alınıp buzdolabında soğutulmuş, olgunlaşırken içine kekik posasından, kestane balına kadar tad verecek bir sürü nesne katılmış biralarımı içmedim, onları anlatmayacağım.

Bir fabrikada teknik işlerden sorumlu bir adamın 12 yaşındaki ve her gün okul dışındaki bütün vaktini şehir kütüphanesinde geçiren ve karşısına oturan kişinin karakalem portresini 10 dakikada harika bir şekilde çizen ve sadece bulduğu kitaplarla, hiçde fena öğrenmediği ingilizceyi, bizim kolej mezunlarından iyi konuşan çocuğunun, ‘’ gönderin bana onun İngilizce ve resmini geliştireyim ‘’diyen Alman Misyoner Albert ile ,’’ gönderin bize onu en iyi okullara yetiştirelim ‘’diyen Fettullahçı kurs imamları arasında, her ikisinin de çocuğunu kendisinden ve buralardan koparacağını bilen babasının, o muhteşem çocuğu, o iki sapkın yetiştirme fedaisine de kaptırmayarak , buralarda ve buraların çocuğu olarak, olacaksa bahçe işçisi kalsın ama buraların dingin mutluluğundan başka birşeyi yaşama şansı olmadan yetiştirme kararlılığı ile mutlu oldum.

Türkiye kaçkını Canan ve onun Hollandalı kocası Umberto ile tanıştım. İngilize benzeyen bir Hollandalı’nın adının Umberto olmasını hiç mi hiç kafama takmadım. WWF ‘den ayrılmış Vahşi Kuşlar Fonu ile, buralarda ekoloji turizmi ayakları ile kafayı çizmiş orta yaş üstü İngilizleri Kafkas’ın ikibin beşyüz metresine yürüyerek çıkarıp , ellerindeki elektronik teleskoplar ve tuhaf laptoplar ve diğer elektronik cihazlarla kuş izlemelerinden kıllanmadım. Hatta , Canan’ın , kendi organizasyonunun UN fonlarından faydalandığını anlatırken ‘’ bizim şirket , pardon , cemiyet ‘’ diye söz etmesindeki yeşil felsefenin renginin, vahşi ekoloji yeşilinden mi, dolar yeşilinden mi geldiğini önemsemedim. Ama Canan’a da itiraf ettiğim , hani doğada 244 adet kalmış iken bir tanesini bilmeden yiyerek 243 tane kalmasına sebep olduğum Qırqovul kuşu konusunda çok rahatladım. Meğer, benim yediğim kuş , Phasianus Calchicus Colchicus imiş ve ondan çok varmış ve koruma altında değilmiş. 244 tane olan Phasianus Calchicus Talishensis imiş ve ben onun yememişim. Laptopunda derin bir araştırmaya dalarak bu keşfi yapan ve rahat uyumamı sağlayan Umberto’ya 4 duble vokta ile teşekkürlerimi sundum.

Bu arada , bundan otuz yıl önceden beri tanıdığım ve bu aralar Moskova’da olan bir arkadaşımın İstanbul’da bilmediğim hoş bir mekanda konuğu olan , hepsini otuz yıldır tanıdığım ve bir tanesi ile otuz yılımı paylaştığım ama diğerlerini otuz yıl öncesinden beri tanıdığım halde çok seyrek görmeme rağmen nedendir bilinmez şimdilerde çok sevdiğim dostların sohbetine telefonla katıldım.

Döndüm , bu tuhaf yaşanmışlıkları alelecele not düştüm.

Bu üç günde görülmüşlerin ve yaşanmışların yazılması, benim yazma yeteneğimi de, azalan hafızama da bu makinanın kapasitesine de sığmaz.

Kaldı ki kime ne.

flz
03-06-2007, 20:56
Boğaz’da…
Boğaz işte,…herkesin bildiği o muhteşem güzellik…
Bir balık lokantası; özel tadı, balığı, fiyatı olmayanlardan…bilinen, kavun, peynir, roka salatası, kalamar…sıradan.
Hani hep denir ya…önemli olan kiminle olduğun…işte, öyle bir zaman, öyle bir ortam.
İyilikte, sağlıkta, varlıkta, yoklukta, illet olan, olmayan hastalıklarda, ayda yılda bir kere de olsa, buluşmalar. Akıllarda hep olan, arada bir arayıp sorulan, çok sonra buluşulduğunda, sanki dün berabermişsiniz duygusunu yaşayan, yaşatan, arkadaşlar, arkadaşlıklar, yaşanmışlıklar.
Hepsi anne, hepsi iş güç sahibi.
Dört kadın…hepsi de kendisinin ve karşısındakinin farkında olan. Basit, ama asla sıradan değil. Bir çok kadın gibi; konuşan, konuşulan, konuşturan.

Sıra, O’na geldi. Aralarında en heyecanlı olanına, heyecanını saklayamayanına, konuşurken elini kolunu sallayanına.
Eeee… dedi diğerleri, hadi anlat dinliyoruz.
Derin bir nefes aldı,anlatmaya çalıştı. Karşısında oturan, doktor olanı, kağıt mendil uzattığında, böyle bir şey nasıl anlatılır ki… dedi.
Gülümsedi…kadehini kaldırdı…
-Sağlığınıza…
Bakıyordu diğerleri; hiç konuşmadan…
Doktor; anlatsana…bak bekliyoruz heyecanla…
-Anlattım ya …daha ne anlatayım ?
- Hayır anlatmadın, sadece bir an daldın ve ağladın …kısa bir an…anladık ama, bence biraz da olsa konuşmalı, rahatlamalısın.
Sanki saatlerce konuşmuş gibi hissettiğini söyledi.
Üçü aynı anda.
-Ne oldu? Ne var?
-Bilmem…Var gibiydi. Ama önemli olan şimdi… ve yok. Belki bir nefeslikti, belki de bir ömürlük nefesti. Ama, sanki… O, hiç olmadı. Ben, hep var sandım.
Endişeli gözlerle baktılar.
Nasıl hissediyorsun? diye sordular.
-Birisi için endişelenmek, birisinin endişelendiğini bilmek ne güzel. Aynen şarkıdaki gibiyim; yürek koca bir kara delik.
Sakin; o hüzünlü sesiyle…
“Akşamın olduğu yerde bekle diyorsun, gelmiyorsun…” diye başladı…
Ve yine…her zamanki cümlesini kurdu, en muzip haliyle:
-Fransızca bilseydim, nömökitipa diye devam ederdim.
Güldüler,… hiçbiri gözyaşını gizlemedi.
Burada kalsın, keselim, bir sonraki görüşmede devam edelim… der gibi göz göze geldiler. Belli ki aynı anda aynı şeyi düşündüler. Evdekiler, çocuklar, eşler, bekleyenler, beklenenler…

Emin
03-06-2007, 21:47
...
...
Kaldı ki kime ne.

Böyle aceleye getirilmiş, üç güne sığmış yaşanmışlıkları “kaldı ki kime ne” diye biten puslu bir yargının biraz gerisinde veya biraz ilerisinde ya da biraz yanındaki huzurlu ve hoşnut anlatımlarınız; beni bir şeylere daldırıyor, hızla bitirip vurgun yememek için ağır ağır, satır satır yeniden ve yeniden okutuyor, anlamadıklarımı es geçip, anlayabildiğimi sandıklarımdan bazılarını ise içimde çoğaltarak dengeleniyorum derken, sonra gene bir sürü şeyi kafama taktırıyor, en sonunda da beni dağıtıyor.

AnnE
03-06-2007, 22:55
Bugün hiç dışarı çıkmadım.
Gazete okudum , tv izledim, film seyrettim.

Tekirdağ'da Sibel ile Nazlı sazlı sözlü evlenmiş.
İmam Hatip Mezunları Derneği'nin şeysi ''İHL lerin dışındakilerin alayı birbirini şeediyor'' demiş.

Demirel'in Cumbaba adayı olma ihtimali varmış.

Hayatta sevme ihtimalim olmayan ve çok şeyler biliyormuş gibi yaparak kimsenin anlaması mümkün olmayan şeyler söyleyince duyanın bir halt sanacağını sanan Erkan namlı herif , partisinin köküne kiprit suyu sıkmış. (Ben bunların babalarından da hazzetmezdim ya neyse...)
bunun ortak olamadığı ortağı da , Fetoş'un ne bööyük adam olduğundan bahsetmiş.

Eskişehir'de Deniz Pulaş'ın göğsü düşmüş.( Eskiden yoktu artık var mı acaba merak edip bakmadım.)

Sağlık Bakanı , DENETDE Başkanına neden denetliyosun lamn diye fırça atmış

Geçen 3 Kasım'da EVE DÖNÜŞ diye bir film vizyona girmiş.Yaşı bugün 40'ın altındakilerin algılamasının mümkün olmadığı ama en az 600000 ( altıyüzbin) ailenin yaşadığı ve 60000000 ( altmış milyon)'un unuttuğu, unutturulduğu, unutmak istediği, yaşamamış gibi yaptığı dünyanın en büyük insanlık ayıplarından birini anlatmış bu film. Bugün hala askerden, hukukun askıya alınmasından medet umanlara, demokrasiden nefret ediyorum diyebilenlere, yaşamamışlara ve yaşamayacağını sananlara vız gelip tırıs giden vaka-ı adiyelerden söz etmiş.

Yılmaz Özdil gecen hafta '' 6...'' diye bir yazı yazmış. Bu yazıyı okuyup hala oraya girelim burayı alalım diyebilenlere , ve buna acaip sosyal-siyasal-ekonomik-konjonktürel bahane bulmak için döktürenlere de bön bön bakılmış.
Sanki o bahaneler bir annenin bir babanın falan anlayabileceği şeylermiş gibi.
Sanki bu bahaneleri arayanlar anne yada baba yada anne kuzusu baba evladı olmamışlar gibi.

AnnE
06-06-2007, 07:34
hadi gece yarısı fentaziii yapalım.

Anayasa Mahkemesi, seçimi iptal eder. ( Vallahi etti )
Meclis otomatik olarak fesh olur. ( eh , oldu sayılır )
Böylece, dokunulmazlıklar şakkadanak düşer.( gerek kalmadı)
Başta Meclis başkanı olmak üzere bü sürüsüne dava açılır.(şimdilik gerek kalmadı)
Bu arada bir karambol hükümeti gibi bişey kurulur.hatta kurulmaz.( hükümet falan kalmadı ortalıkta)
Acil seçime gidilir. ( gidildi)
Hakkında dava açılanlar ve kapanacak olan partilerin yöneticileri seçime katılamaz. ( boyle olmasa da , milli görüşcüler listelerden tasfiye edilmiş gibi yapıldı )
Bir takım tuhaf partiler meclise girer. ( Uzan'ın geliyorum !!! )
Eciş büçüş bir hükümet kurulur.( CHP-GP koalisyonuna , yada DTP destekli AKP hukumetine ne dersiniz )
Şeriat , hayal bile edemiyeceği bir vadede çok daha güçlü olarak başımıza bela olur.( AKP 40% lerde)
Biri beni uyandırsın.
Su falan dökün.
Kabus görüyorum.
Katırlarla satırlar arasındayım.
otuzaltı, otuzyedi,otuzsekiz...
Hayallah, hangisi otuzdokuz oldu satır mı ?
yok katır daha otuzyedide.
Ya çocuklarım ?
Yarın ?
Nereye ?
Arkadan itmeyin lamnnnn.(hala itiyorlar )



Siyahları muhtıra haberi tvlere düştükten 15 (onbeş) dakika sonra yazmıştım. Kırmızılar bugunku durumu gösteriyor.
Valla cok iyi sallamışım. Ulan toplum mühendisi miyim ba !!!

Süvari
08-06-2007, 06:59
yok dediler.
------------------
Hep iddia ederdim küçükken. (Bundan küçükde mi oldun diye sormayın)
Asker olunmaz doğulur
Mühendis olunmaz doğulur

Sanırım sorunuza cevap budur saygıdeğer anne'm.

AnnE
08-06-2007, 23:11
Muhteremler ;

Fazıl Say'ı canlı dinlemiş olanlar bilir. Onu izleyerek dinlerken, piyanonun O'nun kolunun, parmaklarının bir uzantısı olduğunu sanırsınız. Bir insan , kendi özünde olmayan bir aletle bu kadar bütünleşemez diye hissedersiniz. O'nun, sağ kolu boşta kalan bir nota dizisine geldiğinde , sağ eli ile havadaki sesi okşadığını görünce, ilk başta '' ne yapıyor bu '' diye tuhaf bakarken , az sonra o okşanan sesin okşandıkça daha da keyif veren bir hale geldiğini sizde hissedersiniz.

Ben bu gece, sesin sadece okşanmadığını hissettim. SESİ GÖRDÜM.

Sesi gördüm ; pianoyu , pianodan çıkabilecek en muhteşem ezgileri en muhteşem bir şekilde çalarken , bir insandan çıkmasının mümkün olmasına inanamayacağım sesleri , hiç duymadığım sesli harfleri , hiç olamayacak sessiz harfleri peşpeşe ve nereden ve nasıl çıktığını anlama telaşına kapılmadan , tam buralardan , taa oralardan , oraların ötesinde, öte taraftan gelme ihtimalini yadırgamadığım sesleri, nereden ve nasıl çıktığının derdine düşmeden, sesi izledim ; sesi gördüm.

Konser bitip herkes ayakta dakikalarca alkışlarken kalkamadım yerimden , götüremedim çiçeğini, '' sipasiba MamuşkA'' demesini duyamadım , '' pajaluska Ay Qız '' diyemedim.
Sesi gördüm.

Bir daha şanslı hissettim kendimi. Hayat beni buralara atarken en son , hatta hiç aklıma gelemeyecek olanı yaşadım.
Sesi gördüm.

http://www.arka-bahce.org/forum/attachment.php?attachmentid=424&d=1181337674

422

gemici
10-06-2007, 23:02
anne zamanı gelince kime vereceksen bir işaret verde bizde bilelim peşinden gelelim.....:ds:*

meraklı
24-06-2007, 15:46
Konyaaltı'ndan çıkıp da Ahlatlı yolunu takip ederken karşına çıkan "muhtar'ın yeri gözleme evi" ni de geçip, Karaağaç yayla yolunu da sıyırtıp Geyikli Bayırına ulaştığında seni önce yabani dut ağaçları karşılar.Daha içlere ilerlediğinde sarılı yeşilli kanatlarını bütünleyen ok gibi bir kuyruk ve zıpkın hızıyla uçan sukuşlarının aceleci pikeleri ve daldan dala süzülüşlerini takip edebilmenin hayaliyle takipsizliğin hayal kırıklığını yaşarsın.

Yabani at kestanesi ağaçları ve tek çeşit olmayan çam ağaçlarının altında konuçlanırken, biraz aşağıda, zamanında belli ki gümbür gümbür akan ve ilerde Manavgat'ın kolarına kavuşan derenin yağmurdan nasibini alamamış ama inatla o eski şaaşasını yaşatmaya çalışan, yatak içersindeki koca taşların kâh üzerinden kâh yanından akarken minicik çağlayancıklar oluşturmasını görüverirsin. O zamanlarda azgın akan ama şimdilerde susuz kalmış buna rağmen halâ akabiliyor olmanın gururu içinde akıntısının gücünü hissettirmekte !!

Havadaki biraz kozalak biraz taze yaprak, biraz da alabalık havuzlarından tutulmuş ve kiremitte ya da güveçlerde fırınlanan, mis gibi tereyağ, bahçe biberi, elma soğanı, domates yarımlarının kokuları çarpar. Kadehlerdeki rakılara buzlar eşlik edemese de buz gibi suyun sürahilerde beklerken, cam üzerinde oluşan damlacıklarda, günün son ışıklarının vurup gökkuşakları yaratmasını ağzın açık takip edersin.

Enteresandır ki, buralara gelene kadar portakal bahçelerinin arasından geçerken yolun kenarlarında 1 asrı devirmiş terk edilmiş taş evlerin halâ "ben varım ve ayaktayım" dercesine durmaları ve yanlarında yükselen tuğla-beton evlere nazire yaparcasına, şekilerinden, taşlarından ve ahşaplarından eksilmemeleri görülmeye değer.

Portakalların dalları eğdiği,kayısıların güneş görmüş topaz misali parlamalarına denk, henüz renk aldığı ama tadının tam oturmadığı kirazların eşliğinde toprak yolda, yılanın varmaya çalıştığı gölgenin kaçması gibi, yollarda duman bulutları yaratırken, her geçtiğimiz köprünün altında artık akmayan ama yine de minicik gölcüklerin var olduğu dere yataklarında keçilerin, eniklerin, başı kabak yalın ayak çocukların içiçe geçmişliğini de görmek gerekir...

İşte o anda yanındakileri unutursun, kalabalıktaki yalnızlığına çekilirsin. Kendinle kendini tartışmaya, kendinin kendinsiz olduğun anlardaki anlamsızlıklarına takılırsın. Yaptığın her bir şey için bir sebeb ararsın ama, sırtındaki küfenin içi sebeb dolu da olsa sen yine bi sebeb bulamazsın.

Buram buram yaşam kokan çevrende, uyum sağlamaya çalıştığın ve tabiatın bir parçası olmana rağmen bir türlü yabanıl kaldığın o anlarda teknoloji denen canavarın kollarında, yaşam mücadelen içersinde hayran hayran- ayran budalası misali- sadece bakarsın.

Arabesk çalgıların sesleri arasında sen zihninde sadece bir flüt ezgisi ya da piyanonun tıngırdamasını tutturur, kuşların şakıması ve suların çağıldamasıyla kendi senfonini yazarsın. Durağan ama heyecanlı, sessiz ama güçlü, derin ama yalın....

Hayat güzel, yaşamak güzel nefes alarak halâ ayakta durabilmek ise en güzel...kalınız sağlıcakla :friends:-

meraklı
24-06-2007, 15:48
anne zamanı gelince kime vereceksen bir işaret verde bizde bilelim peşinden gelelim.....:ds:*


Acep işaret tamam da biz mi görmedik(..): :) :) Vakit daraldı...:excited:

AnnE
28-06-2007, 21:51
Gidenin , gitmeden önce ilk, dudakları kurur, bu kuruluk damağa yayılır, dil kurur sonra , dil damağa yapışmaz zira yapıştıracak bir sıvı kalmamıştır.Dilini oynatabiliyorsa , metalin metale çarpması gibi birşey hisseder hala hissedebiliyorsa. Sonra küçük dil ve gırtlak kurur ; küçük dil o kuruluğun verdiği çaresizlikle hangi deliği kapatacağını bilememeye başlar. Mideye hava kaçar, ciğere kalıntı. İşte o son sert hareketler bu karışıklığın başlattığı refleksler sadece. Elinizden gelirse kurutmayın o ağızı ; korkmayın , ciğere su kacacak diye. Kaçarsa da vücudun vereceği tepki belki birşeyleri ters bile çevirir.

Ama bilin ki , dudakların kurumaya başlaması aslında sizin yapabileceklerinizin sonuna yaklaştığınızın habercisidir sadece. Sadece hala hazır değilseniz hazırlayın kendinizi.

Gidenlerle ilgili olarak, inananlar, onların ahirete kadar yok olacaklarını, ahiret günü ayaklanarak hesaplarını vereceklerine inanırlar, inanmayanlar, onların gittikleri anda artık sadece çürümekte olan bir hiç olduklarını. Bir de birileri vardır ki onlarda aslında bir başka inananlardır ; maddenin gittiğini , ruhun kaldığına inanmışlardır.

İnsan inansın ya da inanmasın , bir gidenin hele ki sevdiği bir gidenin ardından ,O'nun tamamen gittiğine inanmayı beceremez. İster sıralı ( nasıl bir sıraysa ?) ister zamansız bir giden, O'nu seven için önce bir ihanet gibi algılanır , bir terkediş. İlk zamanda, ihanetin affedilebileceği, her terkedişin bir pişmanlığı olduğu sanısındadır gidenin seveni. Bu ilk zamandan sonra ise, neye inanırsa inansız ya da neye inanmazsa inanmasın , O'nun buralarda bir yerde olduğunu hisseder , hissetmek ister. Bu dünyada paylaştığın birinin pat diye gidivermesi nasıl kabul edilebilir ki. Gidenin dünyada bıraktığı sorunlar artık sadece kalanın problemine dönüştüğünden gelen bir çıkarcılık mıdır gidenin buralarda olduğuna inanmaya çalışmak. Bak mı demektir ona, senden sonra ne hale geldik diye bir intikam isteği mi , bak , senden sonra hayala hala güzel diye bir paylaşma arzusu mu ?

İnananın, daha sonra onun başına gidip dualar etmesi , inanmayanın onun başına gidip dertleşmesi, ya da her ikisinin de onun başına gidip ağlamasında sadece o gidenin gittiğine inanmamak var.

Sonra mı ?

Bu kadar saçmalamak yeter.

flz
01-07-2007, 22:39
Kendime yeni bir zaman ölçer edindim. Saçlarım. Zamanı onlara bakarak tayin ediyorum bu ara.
Tuhaflaştım.

Yolcu ederken söz vermiştim. “Tamam, kestirmeyeceğim saçlarımı uzatacağım senin için, madem bu kadar çok istedin, söz sana” demiştim.

O kadar az şey isterdi ki benden.

Omuzlarıma beş kalmıştı saçlarım, o zaman… şimdi ise belime beş kalalar, onlara izin verdim, uzadılar. Ve o zamandan beri birbirimizi görmüyoruz bir süre daha görmeyeceğiz.

Hayat işte. Sorgulayamazsın ki, her şey hayatın bildiği, istediği gibi.
Ne yaparsan yap olmuyor bazen. Bu da olduramadıklarımdan biri.
Olduramadıklarım o kadar çok ki.

“Seni hep en son gördüğüm halinle hatırlıyorum, lütfen ağlama, o kadar zor ki çok uzaklarda yaşarken sevdiklerini ağlar haliyle hatırlamak” demişti, pasaport kontrolden geçerken.
Haklıydı.

Çok sevdiğiniz ve sizi hatırlamaya hazır birisi varsa eğer, istediğini yapıyorsunuz.
Çok az şey ister birbirlerini gerçekten sevenler.
O yüzden zor değildir bu istekler. Çok basit.
Basit olan her şey güzeldir zaten. Düz ve net. Bir masa gibi, dört köşeli.
Başka köşeleri olmasın fazladan. Rahatsız eder.

O kadar zor ki zaten bir çok şey.
Zor olması sorun değil onunla baş edilir.
Baş edilemeyen kısmı zorlaştırılması.

Zorlaştırmamalı, hem kendimizin hem başkasının hayatını.
O yüzden, vazgeçmek gerekir bazı şeylerden.
“Her vazgeçiş sonuçta bir tercihtir, bazen en doğru tercih vazgeçiştir” demiş birisi.
Vazgeçerseniz, kaybedilensiniz.
Vazgeçilenseniz kaybedensiniz.
Kim bilir kaç kere vazgeçtik, vazgeçildik, vazgeçirildik…Önemli mi?

Yeter ki insan kendisinden vazgeçmesin.

meraklı
02-07-2007, 10:25
...........
Çok sevdiğiniz ve sizi hatırlamaya hazır birisi varsa eğer, istediğini yapıyorsunuz.
Çok az şey ister birbirlerini gerçekten sevenler. .....
.....
Zorlaştırmamalı, hem kendimizin hem başkasının hayatını.
O yüzden, vazgeçmek gerekir bazı şeylerden.
.....
Yeter ki insan kendisinden vazgeçmesin.

Birbirini gercekten sevenler...çok az sey ister, bilirler ki paylaşılan sadece kocaman bir yürektir, yaşamdır, anılardır...Evlattır, anadır,babadır...Kardeştir, sevgilidir ,arkadaştır...

Eğer can acıtacaksa, aramamalı, anmamalı, belki hiç karşılaşmamalı.....
Olmazları oldurmaya çalışırken yitmemeli, değerlerini -varsaydığı şekilde- gözetmeli...

Ama..nihayetinde varlığından asla vaz geçmemeli.....

Tşk ederim sevgili flz......Kalınız sağlıcakla:friends:-

alihoca
02-07-2007, 15:42
Şimdi geçmiş zaman için ‘unutan ben mi?’ suçluyum yoksa ‘unutturanlar mı?’ konusuna hiç girmeyeceğim. Nasıl olsa her daim olduğu gibi suçlu çıkartılacağımız için baştan suçumu ‘ unuttum Gardaşım!’ diye kabullenerek başlayayım. Efendim işte o zamanlar, bekârız. Bak şimdi, şu cümleyi yazmak bile adamın yüzünde güller açtırıyor desem, inanın. Niyesini hiç garıştırmadan inanın o kadar..

Başınıza gelince ‘hocam söylediydi de inanmamıştık, üstüne bi de gülmüştük herife iyi mi!’ deyip anladığınız da iş işten çoktan geçmiş olacağını da bilin.. Efendim bu da yetmez derseniz; işaret barnağınızı yalayıp bir yerlere çızın dilerseniz.

Ne diyorduk? Hah tamam! Bekârız. Yemyeşil kırlar, rengârenk çiçekler, böcekler misali yöreden yöreye, daldan dala gezip tozuyoruz. Rüzgâr nereye sürüklüyorsa, Güneş nerde güzel doğuyor ve nerde güzel batıyorsa oradayız. Bak, bu tozumak kısmını da arıların ziyaret ettiği çiçeklerden aldıkları usare ve taşıdıkları toz ile üremeyi anlatabilmek adına, bulup yakıştırıncaya kadar canımız çıktığını hiç bilmezsiniz tabii. İyi de üremekle ne alakamız var demeyin! Onu da bitki bilimi hakkında da üç beş bildiğimiz olduğumuz anlaşılsın diye yazdığımızı anlayın artık.

Tabii böyle olunca da; kitap, sinema, tiyatro, sergi, konser, serseri mayın turları ile geziler derken; okuduğumuz, gittiğimiz, gördüğümüz, dinlediğimiz yerlerden biraz aklımız biraz yüreğimizle süzebildiğimiz güzellikleri sevdiklerimizle paylaşabilmek için kaydediyoruz.

Bu bazen, Dolmuş şoförünün hemen arkasına oturan sarışının yaptığı işvelerle (hatırlatın da anlatayım) adamı trafik canavarına döndürüşü oluyor. Kimi zaman ‘Küçükhanım, çantanızı kafamın tam şurasına vurur musunuz lütfen!’ dediğimiz kızın ‘Neden?’ sorusu ile başlayan tanışma fasılları oluyor. Bazen ‘Cazcı Kardeşler’ filminden bir mısra olabiliyor. Veya o an bizi can evimizden vuruveren güzel şarkı-türkünün bir kuplesi (sırf uysun diye bulabilmek için canım çıktı), şiirin bir cümlesi derken biriktirebildiklerimizi topluyoruz.

Toplamak kısmı ne kadar zor olur ise olsun, duyduğumuz, gördüğümüz veya hissettiğimiz anda anlatmak için aklımıza düşüverenleri sevdiğimize anlatabilmek, daha bi dertti desem dosdoğru olur. Mess, chat, cep gibi teknoloji harikalarından yoksun olduğumuz için sabit telefonla bi buluşma ayarlayıp beklemek zorundaydık. Olayın, o anın veya esprinin, olduğu andaki sıcaklığı ile taptaze aktarabilmek kısmını da zorlaştıran, beklemek kısmı idi. Bayatlıyor mu? Diyenler için hemen söyleyeyim. En azından o anki güzelliği saklayabilmek bazen mümkün olamıyor ve deyim yerinde ise (o anın büyüsü) bozulabiliyordu.

Özetleyecek olur isem; bekârız ve renkliyiz. Anlatabilecek olaylar, anlar, -her ne kadar bed sesli olsak da- şarkılar, türkülerimiz var. Bir şiir için birkaç gece ayırabilecek kadar zaman hovardasıyız aynı zamanda. Tabii bu arada modern resim, opera vs gibi dinleyip dinleyip, anlamayı bir türlü beceremediklerimize de bi kulp taktığımızı not edelim. Sesi görmek bi yana duyup anlamayan cahil yönümüzü de itiraf etmiş olalım. Olur a, bi gün operaya gideceğimiz tutar. İşte o zaman ‘anladın mı, gördün mü?’ türünden ecel soruları ile bizi yalan söylemeye zorlamayın.

Uzatmayayım efendim, bi gün evlendik. Dolu dolu yaşanmış geçmişin güzelliklerinden oluşan birikmişleri de; efenim işi güzelleştirmek adına her bi şeyi konuşup paylaşacaz deyi; ilk yıllarda her gün her gün konuşup bitirmemek için ayda haftada bi gün, bir saat filan anlatarak tasarruflu harcamaya da özen gösterdiğimizin bilinmesini isterim.

Kuyruğu bi gaptırdın mı? Ayların yılların nasıl geçip gittiğini ve dişinden tırnağınızdan biriktirdiğiniz anılarınızı da, idare fener bilmez müsriflerin nası yiyip tükettiğini bilemiyorsunuz tabii. Tabii de, hal böyle oluca yavaştan yavaştan; ‘Niye konuşmuyorsun! Hiç güzel şeyler annatmaz oldun! Artın çok değiştin!’ demeler başlıyor. Sonracıma efendim meramını annat da göreyim.

Hayır, bizi az çok bilenler bilir. Laf sıkıntısı çekmeyiz şükürler olsun. Hani desem ki; zabahın körü okula gidip, bin yüz çocukla, yetmedi anasıyla danasıyla, olmadı hocasıyla kocasıyla, kaymakamı valisi bakanı ile akşamın karanlığına kadar cebelleşip eve dönüyoruz. Dönüyoruz dediysem de; yolda ‘Merhaba, Ne haber?’ diyen ‘Ananı’ der gibi geliyor desem az vaziyetleri.

Yani efendim, çimen yok böcek yok, dal yok çiçek yok misali, arı zaten boku yemiş halde.
Lan, annatacak bi şey yaşadığımız mı var ki?
Deseeen, zaten Allah belanı virir. Dediğine diyeceğine bin pişman ederler.

Denk gelir mi bilmem ama 68 Kuşağından Kadıköy TÖS Başkanlığı yapmış bir Erdal Hocamız, Ağabeyimizin anlatmış olduğu bir anısı ile olayı daha anlaşılır kılmaya çalışayım.

Kırk küsüründe ancak evlenmişti. Evlendiğinden üç beş yıl sonra savcı olan yengehanım yine ‘Eee hadi anlat bakalım’ deyince,

Erdal Ağam dayanamamış;
—Her gün tabldot, her gün tabldot!
—Arada bir ‘Alakart’ yediğimiz mi var ki.
—Hem müsaade etmiyorsun, hem iki de bir annat deyip durursun!

Diyen ağabeyimizi de yad ederek ‘Türkün aklı..’ misali o günlerde ne demek istediğini anlayamamış oluşumuzu da not ediverelim.

Şimdi bilirim, Erdal Ağamın anlattıkları haricinde yazdıklarım ‘mizansen deseeem’ inanmazsınız. Ama uzun zamandır ana başlığa doğru dürüst yazı yazamayışımı açıklamak için yazdım desem inanın. Bir taraftan karne, diploma, oks sınavları başvuru, tercih, diğer yandan; sevimsiz bir konu olan Memleket meselelerine fazlası ile kaptırıp endişelere gark olmuş bir haldeyken yazacak bir şeyler bulamadığımı anlatmaya çalışayım dedim.

Hani yaz diyen olmasa da, yaz-mıyor demesinler diye düşünürken, aklıma; Anlat diyen Yengehanıma karşın, Erdal Ağamın anlattıkları imdadıma yetişti.

İşte durum böyleyken böyle efendim.

Sürç-ü lisanımız olmuşsa affola.