Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::db_connect() should be compatible with vB_Database::db_connect($servername, $port, $username, $password, $usepconnect) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::select_db_wrapper() should be compatible with vB_Database::select_db_wrapper($database = '', $link = NULL) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Deprecated: Non-static method vB_Shutdown::init() should not be called statically, assuming $this from incompatible context in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 2294
Ser'den, Sera'dan. [Arşiv] - Sayfa 2 - Arka BahÇe Forumu

PDA

Tam Sürüm Bilgini Göster : Ser'den, Sera'dan.


Sayfalar : 1 [2]

Emin
05-09-2009, 14:57
Geçenlerde yani birkaç gün önce Ali Hocam’la konuştuk; özel konuşmaların sonuna doğru çoktandır uzak kaldığım “Arka Bahçe’de ne var, ne yok?” dedim. Bir şeyler özetledi ve “Seraya Master bir yazı asmış” dedi.

Bu konuşmadan iki gün sonra zaman zaman uğradığım Bulgan Tarım’a uğradım.

Kemal Bey de oradaydı, hani “Senin ‘o’ işin de yavaştır” diyen Kemal Bey!

Niyetliymiş, bütün namazlarını camide kılıyormuş, cüz dinliyormuş… Zekâtını bilmem ama fitresini de şu sıralarda heyecanla dolaşan tarikatlara ait Kuran Kursu hocalarına vereceğini sanıyorum…

Beni sordu, “Oruç tutanlara iftarlık roka yetiştiriyorum” dedim. Tepki vermedi, gülecek zannetmiştim oysa.

Gıcık vermek için üzerine gittim: “Namazlarında bana da duanı esirgeme Kemal Bey.”

Bu kez “Bana ne kardeşim, kendin et” diye serin bir yanıt geldi.

Neyse, anladım ki sohbet başka şeye saracak, müsaade istedim Mehmet Bey’den ve bilgisayarlarının başına geçip, internete girdim.

Onlarca e-posta gelmiş, şöyle hızlıca bazılarını açıp kapattım, daha uygun bir zamanda bakarım düşüncesiyle Arka Bahçe’yi tıkladım.

Daha yazının ekranda görünen kısmını bile yarılamamıştım ki, Kemal bey neye bakıyorum diye merak edip kafayı uzattı.

O sormadan, ben yazının baş tarafındaki koyu yazılmış kısmı “Bak Kemal Bey! Dinle!” dedikten sonra tane tane okudum.

Az önceki serinliği daha ılımamıştı, yüzünün nuru soluktu, iki kez “Ne?” dedi.

Bir kez daha okuyunca “Git Allahını seversen ya! Öyle hesap mı olurmuş? Kim yapmış bu hesaplamayı? Kime sormuşlar? Ben on sekiz senedir bu işin içinde ..kişiyorum, böyle bir rakamı ne duydum, ne gördüm! ”

Yazıdan bazı bölümleri üstünkörü okuyarak onu iyice doldurdum, orucunun bozulacağı kadar küfür etmemekle birlikte yeteri kadar saydırdı.

O bir yandan sövüp diğer yandan böyle bir şeyin külliyen yalan olduğunu alaylı ve kızgın bir dille Mehmet beye anlatırken diğer yandan da ben: “Kemal bey, bu 25 bin 600 lira hem de net rakammış, brüt mürüt değilmiş anlayacağın” diyerek kızgınlığına körük çekiyordum.

“Kim yapmış bu hesaplamayı abicim? Yalan ya! Götlerinden uydurmuşlar! Vallaha yalan, billaha yalan!”

Senin oy verdiğin partinin adamları hiç yalan söyler mi, diyecek oldum, son anda caydım ve “Hiç yalan olur mu Kemal bey, Tarım Bakanlığının danışmanları, yapmışlar araştırmalarını tespit etmişler, kalem kalem sıralamışlar, tam on bir kalem iş, yeter ki kesin fındıklarınızı, her halükarda iyi bir şey yapmış olursunuz, diyorlar ” dedikten sonra ekledim: “İtirazın varsa söyle doğrusunu yazayım.”

“Yaz anasını satiim: Bu bilgiler yanlış de! Götüzden uydurmuşsunuz de! Telefonumu da yaz, beni arasınlar!”

***

Yazıyı salim kafayla okumak için temiz bir sayfaya kopyalayıp “save” yaptım ama seraya gelip taşınabilir diskime bakıp bulamayınca anladım ki yazıyı firmanın bilgisayarına kopyalamışım!

Gene de okuduğum ve o yazıdan aklımda kaldığı kadarıyla yetinerek sonu cekle cakla bitecek şöyle bir yazı yazıyı yazacaklarımın arasına sıkıştırmak için kendime direktif verdim:

Bir zamanlar buraya yazdığım “Loy loy diloy loy loy” başlıklı yazıya hafıza ve hatıra tazelemesi yapılması için gönderme yapılacak.

O yazımdaki 4.680 liralık pek de net olmayan net kârımın 1,830 metrekareye bölünerek bir dönüme karşılık gelen net kâr belirlenecek.

Çıkan rakam eğer Bakanlığın belirlediği rakama benziyorsa “helal olsun adamlara” denilecek, yok eğer benzemiyorsa gene “helal olsun adamlara” denilecek.

Fındıkçıların karanfile geçebilmesi yani paraya para dememesi için önce fındık ağaçlarından kurtulması gerektiğini yani dalını kesip kökünü kökleme masrafına ve hamaliyesine katlanması gerektiğini; hamaliye ve masrafına katlanabileceği sadece bu da değil, yamaçlara seraları kurmak içinde epeyce debelenmesi gerektiğine; bitmedi, en önemlisi de ürettiklerini paraya çevirebilmek için pazarlama sorununu da çözmesi gerektiğini söyleyenlere küfür etmeden iyi niyetli cümleler kurulacak.

Genelde “bire beş” ürün alınan, daha açık ifadeyle bir karanfil fidesinden ortalama 5 dal “pazarlanabilir” (eğri, büğrü, çatlak, patlak, hastalıklı, böcek yenikli, kısa olmayan…) karanfil alındığı, bir dekara ne kadar fide dikileceğini yazıda belirtilmemesine rağmen yaklaşık 20-25 bin olduğu söylenecek; en üst rakamı ele alsak bile 125 bin dal kesilebileceği ve Sevgililer Günü satılacak fiyatı da çok fazla ciddiye almadan (çünkü malum Şubat’ın o haftası içinde çok az sayıda ürün yetişmekte) ortalama olarak 10-15 kuruştan değerlendirilebileceği hesabıyla gene en üst rakam alınarak çarpılacak ve çıkacak paranın büyüklüğü görününce hayret mayret etmeden başta işçilik, sonra fide, daha sonra ilaç, gübre, bakım, koruma ve ambalaj masrafları üşenilmeden kalem kalem bu büyük paradan çıkartılacak.

Bu konuyu diğer konu kapıları gibi birer birer “şahsı adına kapatmayıp” beni uğraştıran Sayın Master’a teşekkür edilecek ve denilecek ki: “İsterseniz bu konu açık dursun, 18 senedir bu işin içinde sevişen Kemal Beyi yakın takibe alalım, eğer bilgi verecek olursa, bakalım 19 uncu sevişmesinde bir dekardan ne kadar dal karanfil üretecek, ne kadar masraf edecek, kaça satacak ve önümüzdeki Mayıs ayında yani dönem sonunda nasıl “tatmin” olacak?

-Elli beş-

Emin
04-11-2009, 18:55
Başlığın birini şöyle düşünmüştüm: “Roka Açılımı.”

İkincisini de biraz kafiyeli olacak şekilde: “Ekonomiye Can Vermek İçin Değil; Yiyin Alın, Alın Yiyin, Ekonomiyi İplemeyin.”

İki başlığı da gözüm tutmadı, medyatik geldiler, o yüzden yazmadım. Gerçi şimdi yazmış oldum ama siz bilesiniz diye söylüyorum, yoksa gündemleri kendi kıt aklımca sulandırmak için değil.

Neyse, uzatmadan açılama dönecek olursam: Yenilebilir yüz gramında, yani ayıklanmış, temizlenmiş ve mideye gönderilmiş yüz gramında: 33 kalori, 3 gram protein, 0.6 gram yağ, 3.2 gram karbonhidrat, 205 miligram kalsiyum, 9.5 miligram demir, 5 miligram sodyum, 14000 I.U. vitamin A ve karoten, 0.18 miligram tiamin, 0,29 miligram riboflavin, 120 miligram vitamin C ve posanın ise 0.8 gram olduğunu Türkiye Diyetisyenler Derneğinin çıkardığı bir dergiden yaklaşık 10 sene önce bilgisayarıma aktardığım ve çalışmalarımda sıkça başvurduğum tabloya bakarak yazıyorum; şu sıralar ekip, büyütüp, demetleyip satmaya çalıştığım ürünün içerdiği besin öğelerini.

Bizim hanıma kalsiyum ve demirden bahsedince zaten büyük bir iştahla tükettiği yeşillikler içinden ektiğimiz bu ürüne olan meylinde şimdilerde bir artış gözlemliyorum.

Eşime gargara ederek atlattığım gibi değil de düzgün bir cümle ile söylediklerimi Ayşe Baysal Hoca’nın kitabındaki tabloyu kaynak alarak yazacak olursam, sanırım neden roka yemeye meylettiğini daha net anlatmış olurum:

“40-49 yaş aralığında, ortalama ağırlığı 55 kilo ve orta derecede fiziksel bir çalışma içinde olan, Türkiye’deki bir kadın için salık verilen günlük besin öğeleri tüketim standartlarından bazıları şöyle: 22 miligram demir, 5000 I.U. vitamin A ve aktivitesi, 500 miligram kalsiyum ve 50 miligram vitamin C.”

İsteyen bu iki bilgi arasında bağ kurarak günde ne kadar roka yiyeceğine karar verebilir.

Kaldığım yerden yazacaklarıma devam etmeden böyle bir yazı ile günümüze, güncele değinerek bir nevi ürettiğim ürünün propagandasını yapmış oldum.

Ben, “bu şeye faydalıdır,” “şu derde çok iyi gelir” gibisinden bir öneride bulunmuyorum.

Şimdilerde bu türden önerileri birinin her iki parmağında taşlı yüzükler olan, profesörlüğü kendinden menkul, kitaplar yazıp, kanal kanal dolaşarak “Kâinat Eczanesi,” “Peygamber Efendimizin de işaret buyurduğu” veya “Kuranı Kerimde şu ayet” gibisinden cilalı cümleler eşliğinde Lokman Hekim’liğe soyunanlar yapıyor.

Hatta yakın bir zamanda her iki parmağında taşlı yüzük olan Profesör Maranki, Haber Türk sunucusunun “Ne olur, zamanımız kısıtlı, biran önce şu anne sütü konusuna gelelim” cinsinden sözlerine, gene başka dertlere dünya kadar örnek verdikten sonra süt için saydıklarının arasından rokayı da duyunca şaşırmadım desem sizi şaşırtmış olurum.

Özellikle ayva ve armudu reçelinden, hoşafından tutun da bilmem neyine kadar her şeyiyle sütü gelmeyen annelere öyle ballandıra ballandıra coşkuyla anlatışı vardı ki anlatamam.

Hem zaten nasıl ceviz insanın kafasına ve beynine çok benziyorsa ayva ile armut da memeye çok benziyormuş, oradan da anlaşılabilirmiş, zaten.

Sanılmasın ki adamcağızları küçümsüyorum, yalan yanlış söylüyorlar diyorum. Kim bilir, belki bin kişilik sütü gelmeyen anneyi bir yere topladılar, kurdukları ekiple bunlara ayvayı yedirdiler, baktılar ki bu bin sütsüz annenin hatırı sayılır çoğunun memeleri Soğukpınar Çeşmesi gibi çağıl çağıl çağıldamakta.

Benim uyuz olduğum şey, kitaplar yazıp, taşlar toplayıp veya kokuları şişeleyip bunları utanmadan sıkılmadan, dinden imandan da dem vurup pazarlamaları.

Mesela Prof. Y.Nuri Öztürk’ün de fikirlerine bilgisine saygı duyarım, ilgiyle de dinlerim ama ne zamanki konuşmasının bir yerlerinde yazdığı kitaplara sık sık göndermeler yapar, o vakit gözüme büyük yazar ve pazarlamacı Orhan Pamuk gibi görünür ve yüzümü ekşiterek dinlerim, konuşmalarının devamını.

Gerçi şuan benim yaptığımın da yukarıda andıklarımdan bir farkı kalmadı!

Ben de çaktırmadan veya azıcık çaktırarak roka pazarlaması yapıyorum.

Ancak henüz büyük pazarlamacı olamadım, küçük üreticiyim ve ürettiklerimi Antalya Halinde 131 numaralı “UÇKAÇ Sebze ve Meyve Paz.Tur.Tic.Ltd.Şti.” pazarcılara pazarlıyor, ben de onların pazarladıklarına içim burkularak bakıp, Hacı Mehmet Amcanın: “Malın övme, pazarın öv” sözünün kulağımda çınlamasına izin veriyorum.

Umarım yakın bir gelecekte, bir terslik çıkmazsa tabi, Pertekli, yakışıklı, genç ama vaktinden önce olgunlaşmış, bana karşı da oldukça saygılı davranan hemşerim Berdan ile gene hemşerim Gülcan Hanımın “birliktelikleriyle” kurdukları “Sinerji” adlı şirketlerinden bana da “sindirecekleri” “enerji”yle ürettiklerimi Antalya pazarcıları yerine Avrupa’ya bile gönderebilirim.

Antalyalılar görebildiğim kadarıyla rokaya pek düşkün değiller. Daha çok Antalya da yerleşik diğer şehirliler rokayı tüketiyorlar. Buranın yerlileri en fazla tere seviyor, bazı komşularıma ikram ettiğim zaman bu durumu daha net görebiliyorum. Kimisi kokusunu beğenmiyor, hatta birisi bana roka için “Abi bunu nasıl yiyorsunuz, kokusu osuruk gibi ya…” demişti. Bir başkası da kimden dersini almışsa artık, balık-rakı-roka üçlüsünden olsa gerek, “Bu rokayı rakıcılar yiyormuş, soframa koymam” demişti. İnancı sarsılmasın diye ama rakıcalar peynir, kavun, et, leblebi gibi diğer şeyleri de meze yapıyorlar cinsinden bir yorum yapmadım.

Rokayı İzmir’de tanıdım tattım ve İstanbulluları bilemem ama bence bu otu en çok İzmirliler tüketiyor.

Tohumcudan daha önce yarım kilo, bir kilo diye gramla tarttırarak adına ve markasına dikkat etmeden roka tohumu alırken şimdi aldığım roka tohumu yarım kiloluk teneke kutuda ve kutuya sonradan yapıştırılmış resimli etiketteki yazıda “ROKA İZMİR” yazıyor ama kutudaki bir başka dikkatimi çeken yazı da şöyle:“Product of U.S.A Westar Seeds International, Inc.”

Bu konuda yorum yapmak bana düşmez ama işin içinde başka bir numara yoksa, özellikle “bu toprağın” tohumunu bana satanlara “aferin,” bizim tohumcularımıza da anamın kullandığı deyimle “topuğunuza tükürün” derim.

Bu arada yazdıklarıma teveccüh gösterdiğini sandığım kişilerin hatır için çiğ roka yiyeceklerini, dolayısıyla iç tüketimin 10 demet civarında artacağını düşünmekle birlikte ne yazık ki bu artışın fiyatlara yansımayacağının da farkındayım.

Size ben, yine de “ekonomiyi boş verin; alın yiyin” derim.

Üstelik bu yeni ürün ile yazılarım (sanırım) borsaya da değmiş oldu. Borsaya neresinden değdiği, hangi hisse ile alakalı olduğunu da (zannım netleştiğinde) günü geldiğinde belki anlatırım.

Gene günü geldiğinde ve gene “belki” belirsizliğiyle, bu yeşillik işine neden girdiğimi ya da girmek zorunda kaldığımı, bu kararı alırken beni diğer üreticilerinden biraz farklı (cins) gören bir önceki komisyoncum Sebahattin Cansızer’in neden: “Yanlış anlama ama otçuluğun sonu götçülüktür, bu işe bulaşma” derken ne demek istediğini, ekip dikerken neler yaşadığımı ve daha yaşayacağımı, kâr veya Allah göstermesin zararımı, hepsini, gündemle, serimle, seramla ve efkârımla bulayarak bir bir yazarım.

Şimdilik yarım kalan yazılarıma kaldığım yerden yani toprak analizi, sürüm, gübreleme, toprak yıkama gibi ekim öncesi hazırlıklarımdan fırsatını buldukça yazmaya devam edeceğim.

Son olarak, bir zamanlar, içinde “roka ve emekli” sözü geçen bir yazıyı okuduğumu hatırlar gibi oluyordum ama bir türlü netleştiremiyordum; vakti zamanında bilgisayarıma kopyaladığım yazıları kurcalayınca yeniden karşılaştım. Konuyla pek alakası yok ama bu manalı yazının birazını yazımın sonuna alıntıladım.

Ne var balık? dedim.

Valla ‘Narlıkuyu’dan sekiz buçuk kiloluk bir lağos geldi, Rumlardan aldırdığım otlar da sabah geldi, sana helal olsun attırıyım şu lağosu ızgaraya o pişene kadar biz lafı gezdiririz, zaten lağosun artanına meraklı enayi çok; alayına senin artıkları okuturum.’

Yuh be dedim, suyun ortasında yaşıyosunuz, balığı bile Mersin’den getirtiyonuz. Ulan bari otunuzu pokunuzu kendiniz ekin; onu da mı Rumlardan alıyorsunuz..!!??

‘Valla Annem ‘ dedi, burada her evde en az bir emekli var, öyle portakalla, otla kimse uğraşmaz, sen sağol, senin gibi kekler Türkiye’de vergiyi veriyor, bizimkiler de senin üç mislin emekli maaşını alıp yan gelip yatıyorlar, enayi mi otla, gübreyle, toprakla uğraşsınlar, burada 35 yaşını geçmiş, emekli maaşı almayana manda boku muamelesi yapılır. Zaten gerisi de, gerisi dediğin de benim gibi Türkiye’den gelmiş ama benim gibi bir işi kıvırmışlar değil; bir baltaya sap olamamışlar, onlar da Güneye geçip oralarda gündelik çalışırlar.
-56-

AnnE
05-11-2009, 07:55
Birkac yıl evvel, Kıprıs'da '' Evet Annem '' geyigi dolanırken, hiç gidip görmediğim Kıprıs ile ilgili yaşanmamış hatıralarımı yazmış idim.

Atalarımızın dediği gibi, ''çok gezen ayaga pok bulaşır. '' Yok, yok o degil, '' çok gezen değil, çok biliyormuş gibi yapan bilir '' olmalı buraya uyacak söz.

Biz sürü adamdan da ''ulan AnnE ; Kıprıslara kumara gidiyosunda bizi çağımıyosun'' diye fırça yemişdim.

En son rokayı, birkaç hafta önce, balık sezonunu açmak için memlekete gidip, büyük bir kadersizlik neticesi Kumkapı'da, 4 yanımızda 5 çopar ekibi çile bülbülüm üstüne dümtek gürültüsü içinde henüz az yağlanabilmiş lüferin yanında yemiş idim. Kumkapı'nın kendini affetirecek tek yanı, dışarda yağmur altında oturan onca müşteri varken, ''dışarda da oturmam, sigaramı da içerim'' tavrımı büyük bir nezahat ile karşılayan esnafı idi.

Netice olarak ; Roka iyidir, lakin kuru kuru gitmez.

Emin
07-02-2010, 15:51
İnsanın kendini eşelemesi ruh sağlığını nasıl etkiler, bilmiyorum.

Mesela: Şunu yapamadım, bunu beceremedim, onun üstesinden gelemedim, ötekini halledemedim, söyleyemedim, gidemedim, göremedim, duyamadım, anlayamadım, anlaşılamadım, anlatamadım, çözemedim, sevemedim, sevilemedim, kazanamadım, veremedim, alamadım kısacası ve özetcesi “başaramadım” gibisinden…

Ya da yukarıdaki paragrafı olumlayarak okursak: Şunu yaptım, bunu becerdim, onun üstesinden geldim, ötekini hallettim, söyledim, gittim, gördüm, duydum, anladım, anlaşıldım, anlattım, çözdüm, sevdim, sevildim, kazandım, verdim, aldım kısacası ve özetcesi “başardım” gibisinden…

Yani, esasında o şey, o hedef, o erek, o her neyse istenildiği halde istenildiği gibi olması veya olmaması durumundaki eşelenmelerin ruh sağlığı üzerindeki etkisi, baskısı, ağırlığı, faydası veya zararı nedir, ne kadardır, bilmiyorum. Ve inanılır mıyım onu da bilmiyorum; acaba bu yazıya neden böyle bir giriş yaptım…?

Serimin semerindeki bu ve benzeri “bilemediğim yükleri” sözcüklere yükleyip hafiflemeye çalışıyorum ancak gördüğüm o ki; hiçbir sözcük bu yükü taşımıyor, taşıyamıyor. Kimi sözcük yükün altında kalıp ezilirken, kimi sözcük kolanı bağlanmamış bir eşeğin rahatlığıyla hemen kendini yokuşa sürüp palanını da, yüklediğim yükü de döküp gidiyor.

Seranın toprağını yıkama işinden başlayarak 24 gün boyunca uğraştığım uğraştırıcı işlerden özetlerle biraz hızlanmam gerek.

Elime demir bir çubukla metre aldım ve 28 saatlik yağmurlama sonucunda bataklığa dönmüş görünen seranın değişik yerlerine bu çubuğu batırarak ne kadar rahatlıkla derine indiğini anlamaya çalıştım. Kimi yerde 20, bazı yerde 30, daha başka yerlerde 40 santim civarında elimdeki bu demiri rahatlıkla toprağa sokabiliyordum. Bir iki yerde de 50 santim kadar derine girebiliyordu. Bu demek oluyor ki, her tarafı eşit bir şekilde sulayamamışım.

172 kilovat elektrik kullanmışım. Kaç ton su kullandığıma ise emin değilim, su sayacım yok ancak Alarko marka dalgıç pompanın teknik verisindeki (lt/sn:4) bilgiye göre bir hesaplama yapacak olursam 403.200 litre gibi bir rakam olabilir.

Yıkamasına yıkadık, şimdi sıra toprağın kurumasını beklemeye geldi.

Kuruyacak ki, seranın dışında bekleyen gübre, her ne kadar taşımaya karar verdiğini söylese de sanki böyle bir işi yapmayacak ve beni ortada bırakacakmış hissini veren komşum Mevlit tarafından içeri taşınıp serilebilsin.

Genellikle birisine bir iş yaptırmadan önce kendim denerim ve o işin ne kadar süreceğine, çalışanın hangi açmazlarla karşılaşacağına, ne kadar ter dökeceğine dolayısıyla kaç lira verirsem onun terini soğutacağıma ve yine dolayısıyla kendi vicdanıma ve cüzdanımı hangi noktada rahatlatacağımı anlamaya çalışırım.

Günlerdir Musa amcanın gözünün önünde durup, burnun direğini çatlatan gübreden bir iki el arabası taşıdım. Sonra düşündüm, bu işi kendim yapsam, biraz ağırkanlı olduğumdan iki günde bitireceğimi öngördüm. Traktörle taşıtma işini ayarlamıştım ama seranın bu çamur haliyle içinde traktörün dolaşması mümkün değildi, birkaç gün sonra girse bile gene toprağı bastıracak, sıkacaktı, gerçi daha birkaç kez sürüm, kazayağı ve patos yapılacağı için pek fark etmezdi. Hem zamandan kazanmak, hem Mevlit’e harçlık vermek ve hem de göreceli de olsa toprağı traktörle ezdirmemek için Mevlit’in taşımasını arzuluyordum. Gerçi aletin yapacağını insana yaptırmak, üstelik aynı parayı vermek haksızlıktı. Bu haksızlığı vicdanım ve cüzdanımla pazarlık edip 10 lira fazla vermeyi kararlaştırdım.

Vicdanımı baypas eden kurnazlığım da vardı.

Traktör, kıçına taktığı kepçemsi şeyle gübreyi seranın sathına öbek öbek yığıp gidecekti. Bu yığınları dağıtma işi gene bana kalıyordu, ya kendim yapacak ya da yaptıracaktım. Oysa Mevlit taşırsa el arabasından veya torbadan boşalttığı gübreyi toprağa belirli bir kalınlıkta sermiş olacaktı. Düşündüğüm gibi olursa her halükarda kârlıydım.

Bu türden düşüncelerle seranın içine tırmıkla girip, kumla birlikte taşınan yabancı otlar ile kamış damarlarını toplayıp, dışarıya taşıdığım sırada karşılaştığım Mevlit’in tahmin ettiğim gibi, gübreyi taşımaya bir türlü karar veremediğini anlayınca son kez teklifimi yineleyip hemen karar vermesini isteyip yanından ayrıldım.

Acaba önerdiğim parayı mı az buluyordu? Bunu sormadım. Birkaç dakika sonra heyecanla yanıma geldi, taşımaya birazdan başlayacağını söyledi ve baldızının oğlu ile önce torbalara doldurdukları gübreyi el arabasıyla taşıdılar ve sonra üstünkörü serpiştirerek toprağa yaydıklarını görünce bu işi düzgün yapmalarını söylemek yerine 15-20 torba gübreyi onlara yardım ediyormuş gibi bir görüntü vererek ben dağıttım.

O gün iş bitmedi, bitmesini de beklemiyordum.

Ertesi günü de bitmedi, daha ertesi günü de.

İş bitmiyordu çünkü Mevlit ortalıkta gözükmüyordu.

Ben de başka işlerin peşinden koştuğumdan bu işle birkaç gün ilgilenemedim.

Toprağın kuruması hızlanmış neredeyse sürülme tavına gelmişti ama başka yerlerde çalışan Mevlit’in başladığı iş sekizinci günde bile bitmemişti.

Gerçekten de yaptırdığımız iş boka sarmıştı. Çiftçi Ali’nin traktörüyle iki gün sonra patos yapmaya geleceğini bildiğimden telaşlandım ve bu telaşımı Mevlit’e yansıttım.

Bir gün sonra seraya geldiğimde yol kenarında biraz gübre kalmasına rağmen önemli bir miktarın seraya taşınıp, dağıtıldığını gördüm ama Mevlit gene ortalıkta yoktu.

Dışarıda kalan gübreleri de kum öbeklerini dağıtan Musa ve Mustafa’ya parasıyla taşıttım. Onlar bu taşımayı yaparken ben serayı adımlamaya başladım. Mevlit’in gübre yığınlarını dağıtırken eşit davranmadığını gördüm. Elim ayağım soğudu, ortalıkta görünmeyen Mevlit’e verip veriştirerek elime tırmığı aldım, kalınca dağıttığı yerlerdeki gübreleri toparlayıp daha az dağıttığı yerlere el arabasıyla taşıdımsa da hava karardığı için bitiremedim.

Ertesi gün seraya geldiğimde Çiftçi Ali patosa başlamıştı bile.

Sulamayı her tarafa eşit yapamadığım gibi, kum ve gübrenin dağıtımını da arzu ettiğim gibi yapamamıştım.

Bu iş çok mu önemliydi? Belki de hiçbir önemi yoktu ama ben önemsiyordum, hani milim milim, gram gram bir eşitlikten bahsetmiyorum, hiç değilse göz kararı her tarafın eşit olması yaptığım işin içime sinmesine yeterdi.

Başaramadım, neye göre?

Başardım, neye göre, neye rağmen?

Gel de çık işin içinden. Ya da çıkma, kal işin içinde…

-LIVI-

Emin
31-05-2010, 18:42
Ali Hoca aradığında (ki, en geç her ayın ilk haftası arar, ben de o aradığında anlarım ki koca bir ay gelip geçmiş) seranın içinde çömelmiş, dal dal nane kesiyordum.

Beş tünelden (bölümden) oluşan seranın bir tünelini geçen Kasım ayından buyana naneye tahsis etmiş durumdayım. Geri kalanında roka ve dereotu var.

Bu yazıyı yazdığım şu anda ise artık roka yok. Roka ekmekten yoruldum, usandım, bıktım ve yaklaşık üç haftadır hatta tam tarihini söyleyeyim; 6 Mart 2010 tarihinde demedi 20 kuruştan 50 demet sattıktan sonra bir daha Hale roka götürmedim; yoldum, kökledim uzaklaştırdım seradan. Yerine maydanoz ve dereotu ektim.

Benim rokayı tahliye etmemeden bir iki gün sonra roka fiyatları dibe vurdu, 15 kuruş, 10 kuruş derken 7-8 kuruşa inen roka ortalıktan çekildi. Ancak iki haftadır hiçbir ot roka kadar prim yapmadı.

27 Mart 2010 tarihinde bizim komisyon rokanın demetini 50 kuruştan sattı.

Roka yetiştiriciliğim boyunca yani 9 Temmuz 2009 Perşembe gününden yukarıda yazdığım tarihe kadar 240 günlük sürede bir demet rokayı en yüksek 40 kuruştan satmışım.

**

Tekdal (tek tek, dal dal) nane kesmek deli işi. Şöyle dibinden kavrayarak avuç içine doldurulup büzüştürülerek kesilen nanelere hemen oracıkta beline iki tur lastik dolayarak kasalara yerleştirilen nane demetlerini içime sindiremediğim için “deli işi” dediğim yöntemle kestim şimdiye kadar nanelerimi. Bu şekilde kesilmiş naneyi evine götüren birisinin, demetin uçkurunu çözdüğünde boy boy, dal dal, otsuz, çersiz çöpsüz, tertemiz 35-40 dal naneyi görünce bu demeti yapan hakkında aklından ne gibi şeyler geçirdiği merak etmedim desem yalan olur.

Naneleri yetiştirirken bu bitkiye olan hayranlığım had safhaya ulaştı. Nanenin toprağa, yaşama tutunma arzusuna “arsızlık” damgasını vuran halkımızı anlamakta zorlanıyorum.

Ayrıca, gördüğüm kadarıyla her türlü hastalığa karşı direnebileceği kadar direniyor; soğuğa, sıcağa, neme, suya, susuzluğa, ezilmeye, çiğnenmeye, börtü böceğe, makasa, bıçağa hemen hemen her türlü engele karşı.

Güçsüz, zayıf, dayanıksız, sık sık hastalanan, dirençsiz kişilere karşı vurulan “nanemolla” damgasını artık naneyle örtüştüremiyorum.

**
İşte Ali Hoca aradığında ben yaşama tutunuşuna hayran olduğum bu nanelerden kesim yapıyordum.

Uyuşan ayaklarım ile sertleşen baldırımı rahatlatmak için ayağa kalkıp, bir yandan Ali hocanın konuşmalarını dinlerken diğer yandan etrafıma bakınarak bir sigara yaktım.

1. Bir türlü nereye işeyip, nereye çatlaması gerektiğini dayak atmama rağmen öğretemediğim Duman’la, Duman’a uzun bir süre ağabeylik yapan hatta aşırı emme isteğine çaresiz hayalarını emzirerek katlanan Belek ise daha şimdiden sıcaktan bunalmış arabanın altındaki koyu gölgelikte uyuyorlardı…

2. Annem kapının önünde, artık banyolarda çoktan modası ve kullanımı geçtiği halde onun deyişiyle “ilif” örüyordu…

3. Nane demetlerken çıkan kokuyla başı dönen, harbi harbi midesi bulanan eşim ile gene nane keserken gözleri kaykılıp, başı ağrıyan, “demet başı” 4 kuruştan çalışan komşumuz Naime Hanım ise benden iki tünel ötede dereotu topluyorlardı…

4. Geçen yıl doğru dürüst meyve vermeyen üzüm asması ise, geçenlerde budamadan anladığını sandığımız Aslan Abi’nin kestiği dalların kesiklerinden usul usul, sessizce gözyaşı akıtıyordu…

5. Çeyrek asırdan daha fazla aynı çatı altında karısıyla küs yaşayan, çay içme davetlerine “Ben ağlayan adamın çayını mayını içmem” diyerek laf sokuşturduğum, küsülü karısıyla arasında köprü görevi ve tercümanlık yapan torununu Ümit’i askere gönderdiği için günde birkaç öğün ağlayan Musa Amca ise teybin sesini oldukça yüksek açmış, acıklı türküler dinliyordu…

6. İshak’ın serasında “dörtte bir” hesabıyla çalışan Muammer ve karısı Ayşe erken ekim domateslerin çiçeğine berber fısfıslarıyla “BGD- Bitki Gelişim Düzenleyicisi” yani tüketicilerin “hormon,” ziraatçıların “forum” dediği sulandırılmış kimyasalı püskürtüyordu…

7. Bir önceki ekimde yetiştirdiği 5 bin kök marulu 300 liraya satan, hemen arkasından gene marul eken Latif Amca, şu sıralar yetişmiş durumda olan marullarına bir yandan görücü gelmesini beklerken diğer yandan Gülsüm yengeyle birlikte marulların arasında çıkan yaban otlarıyla birlikte şu sıralar yeni yeni göveren yabani semizotlarını yoluyorlardı…

**

Ali Hocam’ın şu sıralar kötü kötü rüyalar görüp acaba kimin başına olumsuz bir iş gelmiş endişesiyle sevdiklerini araması ve o sevdiklerinin arasına beni de katıp ne olup bittiğini öğrenmeye çalışması duygulandırdı beni.

Çoktandır yazı yazacak durumda değildim. Esasında bugün de değilim ve önümüzdeki günlerde de çok rahat durumda olacağımı da zannetmiyorum. Buna rağmen biraz yazı yazmak, bir şeyler demek ve demeye çalışmak için kendimi zorladım.

Geçenlerde, daha doğrusu geçtiğimiz aylarda Sayın AnnE’nin roka konulu yazıya düştüğü nota karşılık ben de nezaketen bir şeyler diyecektim, olmadı, kaynadı gitti. Şimdi ne diyeceğimi düşünüyorum ama hatırıma gelmiyor. Galiba “Netice olarak; Roka iyidir, lakin kuru kuru gitmez.” cümlesine bir şeyler diyecektim.

Yine geçenlerde ve yine daha doğrusu geçtiğimiz aylarda bana özel ileti gönderen Sayın ar-de’ye de bir şeyler yazacaktım o an için bunu yapamadım. Sonradan biraz yazdım lakin iletmeye fırsat bulamadım. Yeri gelmişken ona yazdığım yazıyı da buradan iletsem acaba kusuruma bakan olur mu?

Sayın ar de,
Değerli ve övücü yazınız için teşekkür ederim. Aynı zamanda 4 Kasımda yazdığınız iletinize aylar sonra yanıt verdiğim için de özür dilerim.
- Birileri tarafından, hele sadece yazdıklarımla tanındığım birileri tarafından özlenilmek güzel bir duygu.
- Gönderdiğiniz birkaç iletiden anladığım kadarıyla da yazdıklarımı iştahla okuyanlardan biri de sizsiniz. Bunun için de ayrıca teşekkür ederim.
- Kendi efkârımla yazmaya çalışıyorum ve yazarken olabildiğince, elimden geldiğince her kelimesine, her cümlesine özel önem vermeye çalışıyorum. Kalıcı olsunlar istiyorum. Yazdıklarıma akıl verici bir hava sinsin istemiyorum, bundan imtina etmeye çalışıyorum.
- Konulara bir başka açıdan çanak tutarak hevesle “okunabilir” bir yazıyı oluşturmanın kolay olmadığını bildiğim için yapmaya çalıştığım şeyin esasında kendim için bir nevi temize çektiğim bu yazıları “onlar” için de yazdığımı fark etmelerini sağlamaktan öteye geçmiyor.
- Bir yazıdan, daha önce yazdığım yazılara veya daha sonra yazacaklarıma göndermelerde bulunmaya çabalayarak cümlelerin gölgesine bazen bazı anlamlar da gizliyorum.

Yukarıdaki açıklamaları neden yazdığıma gelince, yazdığınız yazıda bu ayrıntıları gördüğünüzü bana hissettirdiğiniz içindir.

Uzun zamandan beri internete erişimim kolay olmuyor. Ev telefonumla birlikte ADSL bağlantımı da iptal ettirdim. (Biraz ekonomik ve biraz da kızımın daha fazla ders çalışması için.)

Bu durum, sanal ve fani alemde neler olup bittiğinden beni uzaklaştırdı iyice. Ayriyeten işlerimin anlatılamayacak kadar gıcık ve sürekli olması, uyumaya bile çok az zaman ayırabilmem bırakın sanal alemi, günlük haberleri bile yorgun ve uykuya meyilli gözlerle yarım yamalak anca izleyebiliyorum.

İnternet erişimimim olmadığını bir tek Ali Hoca biliyor. E-postalarıma bile çok nadir zamanlarda bakıyor, gelen postaların çoğunu (özeller hariç) açmadan silip çıkıyorum. Siteye yazdığım yazıları da bir iki kez denk geldiği için internet kafe’lerden, bazılarını da alışveriş ettiğim dükkânlardan, “birkaç dakikalığına e-postalarıma bakabilir miyim” ricasıyla yanımda taşıdığım taşınabilir diskten kopyalayarak gönderiyorum.

Bu mazeretimi de neden iletinize bu kadar geç yanıt verdiğimi açıklamak için belirttim.

Tüm bunlara rağmen her zaman dediğim gibi ölmez sağ kalırsam ve de fırsatını bulursam yaşadıklarımı yazılarıma aktararak 100 sayısına ulaşıncaya dek yazacağım. 57’de kaldığımıza göre daha epeyce yazacağım yazı olacak demek ama bu yazacaklarımı ne zaman bitiririm işte onu kestiremiyorum.

Birkaç yazı sonrası yazılarımın yanında çektiğim resimleri de becerebilirsem buraya aktarmayı düşünüyorum.

Yazımın başında dediğim gibi sonunda da tekrar “Değerli ve övücü yazınız için teşekkür ederim” diyorum.


**

Yazdıklarımın buraya kadar olan kısmını bilgisayarın tuttuğu tarihe bakacak olursam 28 Mart 2010 tarihinde yazmışım.

O günden bugüne kadar taşınabilir diske aldığım bu yazıyı gene bir punduna getirip gönderememişim.

Birkaç gün önce maydanozları boğan otları temizlerken o gün içinde yaşadığım bir olayı düşünüp, ne zamandır günlüğüme bile bir şey aktarmadığım için hayıflanırken içimden şöyle bir cümle kurmuştum: “Günlük kim, ben kim… Zamanım mı var, dermanım mı var… Arka Bahçeye yazdığım yazıyı bile postalayamadım… Üstelik yakında yazacağım dediğim halde Ali Hoca’ya bile yalancı çıktık, ayıp ettik...”

Bu cümlemi belki de tam bitirmemiştim ki telefonum çaldı. Çömelmiş vaziyetten doğrulup, çamurlu ellerimle telefonumu cebimden çıkardığımda Ali Hocan’ın aradığını gördüm ve suçüstü yakalanmış gibi bir tuhaf oldum.

Gene rüya görmüş, acaba birinin başına kötü bir şey mi gelmiş diyerek telefona sarılmış.

(Bitti)


Yazımı yaklaşık 20 gün kadar önce bitirmiş ama siteye iletememiştim. Bayatlayan bu yazıma bir kez daha göz attım. Birçok satır ile bir iki paragrafı sildim. Silinince bazı yerler, okunması zor bir yazı oldu diye düşündüm.

Ayrıca aklımdan şöyle bir şey geçirdim: “Yukarıda maddeler halinde çıtlattığım başlıkların son durumlarını yazayım bari.”

1. Duman ile Belek haşlanmış tavuk kemikleri ve suyuna doğranmış ekmeklerle karınlarını tıka basa doyurmalarına rağmen yemekten bir saat sonra komşumuz Mevlit’in evinin önünde dolaşan iki piliçten birini sıkıştırıp, yerlerken suçüstü yakalandıkları için hem dayak yediler benden hem de aynı günün akşamında sürgüne gönderildiler. Herhangi bir nahoş olayla karşılaşmamak için yenen pilicin bedeli ödendi.

2. Annem, havalar ısınır ısınmaz Pertek’e gitti.

3. Dereotları, zamanında biçemediğimiz için hızla adam boyuna çıkıp sarı sarı çiçek açtılar. Bu otları tam bir hafta boyunca çizi çizi, yatak yatak kökünden keserek seranın dışına taşıdık. Üzerindeki yenilebilir dalları Naime Hanım ve eşim koparıp koparıp demetledi.

4. Asmalar coştu, üzümler önce çiçeğe durdular, sürgünlerin bazılarını fırtına kırıp dağıtsa da şimdilerde koruk olma yolundalar.

5. Musa Amca’nın torunu Ümit, Acemi Birliğindeki vatani görevini tamamlayıp izine geldi ve bir hafta sonra Usta Birliği olan Cizre’ye şoför olarak görev yapmak üzere gene Musa Amca’nın gözyaşları altında uğurlandı. Geçenlerde tepsiye koyduğu çayı, bir iki gün sonra da bir bardak soğuk ayranı seranın içine girip, taa ayağıma kadar getiren Musa Amca beni çok mahcup etti.

6. İshak’ın serasında “dörtte bir” hesabıyla çalışan Muammer ve karısı Ayşe erken ekim domateslerin çiçeğine berber fısfıslarıyla “BGD- Bitki Gelişim Düzenleyicisi” yani tüketicilerin “hormon,” ziraatçıların “forum” dediği sulandırılmış kimyasalı biraz fazla püskürtmüş olmalılar demek ki, ilk döl domateslerin biçimi çok kaba ve içi boş oldu, bu domatesleri koparıp koparıp seranın dışına attılar. Geri kalanları ise kilosu 30 kuruş ile 80 kuruş arasında satıyorlar.

7. Birincisinde 5 bin kök marulu 300 liraya, ikincisinde de 1900 liraya yerinde satan Latif Amca, gene marul ekti ancak bu kez serasındaki 5 bin kök marulun belki yarısı hastalıklı yetişti, kimisi çürüdü, kimisi sarardı, kalanlarını da 73 liraya satıp serasının üzerine naylon çekip kenara çekildi.

**
Son not: Bu kez Ali Hoca, ayın ilk haftasını beklemeden 29 Mayısta aradı. Üç haftadır cebimde taşıdığım bu gittikçe bayatlayarak tuhaflaşan yazıyı biran önce elimden çıkarmam gerektiğini düşündüm.


-Tasnif Dışı-

ar_de_
01-06-2010, 23:34
Sevgili Emin 6 ay sonra verilen cevap anasayfada yayınlanmayı hak eder :)
Açıklamalar için tüm Bahçe sakinleri adına teşekkür ederim. Yazılarınız hepimizin içinden birşeyler yansıtan ortak dil. Konuşmak kolaydır, yazmak cesaret ister ... Yapamadığımızı yaptığınız için tebrik ederim. Sıkı takipçiniz olarak yüz yazı tamamlandığında hepsini birarada görmek ve kutlamak isterim :)

Master
08-09-2010, 13:57
Antalya (a.a) - 08.09.2010 - Fıkrı Cınokur - Antalya Sus Bıtkılerı Ve
Mamullerı ıhracatcı Bırlıgı (asbmıb) Baskanı Osman Bagdatlıoglu, Ukrayna
Gumruklerınde Yasanan Sıkıntı Nedenıyle Bu Ulkeye Gonderılen Bır Mılyon Dal
Cıcegın Bozulmus Olarak Gerı Dondugunu Bıldırdı.
Bagdatlıoglu Aa Muhabırıne Yaptıgı Acıklamada, Ukrayna Gumruklerınde
Yasanan Sıkıntıların Cozulemedıgını, Bu Sıkıntıların Cıcek Sektorunden Baslayarak
Tum Sektorlerı Etkıledıgın Soyledı. Ukrayna'ya Gonderılen Ancak Gumruk
Ucretlerınde Yasanan Sıkıntılar Nedenıyle ıcınde 1 Mılyon Dal Cıcek Bulunan
Tırların Gerı Dondugunu Belırten Bagdatlıoglu, Sunları Kaydettı:
''ukrayna'da Yasanan Sıkıntı Suruyor. Tırlar Gerı Dondu. 1 Mılyon Dal
Cıcek Bozulmus Olarak Gerı Geldı. ıhracatı Artırmaya Calısırken, Kendılerıne
Hedef Koyan Ve Butun Gucuyle Calısan ıhracatcıların, ıhracat Yapılan Ulkenın
Kendı ıcınde Yasadıkları Sorunlar Ve Gumruklerde Yasanan Sıkıntılarla Moralı
Bozuluyor.''
Ukrayna Gumruklerındekı Sorunun Tum Sektorlerı Etkıleyecegını
Soyledıklerını Anımsatan Bagdatlıoglu, Sozlerını Soyle Tamamladı:
''nıtekım, Ukrayna Gumruklerınde Yasanan Sıkıntı Tum Sektorlerı
Etkılemeye Basladı. Ukrayna'da Gumruklerde Sorun ılk Patladıgında, Bu Olayın
Cıcek Sektorunden Baska Dıger Tum Sektorlere De Yayılarak Gelısecegını
Soylemıstık. Sımdı Yas Meyve Sektorunden Baslayarak Tum Sektorlerde Etkısını
Gostermeye Basladı. Onlem Alıp ıkılı Gorusmelerde Bulunulmazsa Onumuzdekı
Gunlerde Ukrayna'da Cok Buyuk Sorunlar Yasayacagız. ıhracatcımız Zor Durumda
Kalacak.''

Emin
03-01-2011, 09:29
Epeydir yazmıyorum.

Daha doğrusu yazamıyorum.

Günlük yazmaktan vazgeçtim, sattığım malların kayıtlarını bile bilgisayarı açıp kaydedemiyorum.

Halimden şikâyetçiyim.

Neden yazamadığımı buraya bir nevi mazeret yazısı olarak aktarmak istemiyorum.

Benim ve ailemin dışında neden yazamadığımı bir tek kadirşinas Ali Hocam biliyor.

Sağ olsunlar, daha önce de yazmıştım, her ay en az bir kere arar, halimizi hatırımızı sorar. Çoğu zaman gördüğü garip rüyaların sevdiklerinin başına kötü bir hal getirdiğini sanır ve hayattalar mı diye yoklama çeker.

Yılbaşı gecesi daha rakımı doldurmadan saat 22 sularında oturduğum çekyatta içim geçmiş ve uykuya gömülmüşüm.

Saat 3 sularında uyandım, televizyon ve lambalar açıktı, kapatmaya üşendim, yeniden yattım.

Saat 5 gibi yeniden uyandım, tuvalete gidip geldim, açık televizyon ile lambaları kapatıp yeniden yattım.

Uykuya doydum.

Hiç telaş etmeden saat 8’den 9.30’a kadar üzerine tereyağı ve kaşar koyduğum ekmekleri kızartarak kahvaltımı yaptım. Sonra bilgisayarı açıp, Antalya Büyükşehir Belediyesi Hal Daire Başkanlığına “Bundan sonra bir daha bize mal getirme” diyerek kibarca kovulduğum komisyondaki alacağım için şikâyet dilekçesini yazmaya başladım. Dört sayfalık dilekçemi bitirdiğimde yazı yazmayı özlediğimi anladım.

Şimdi bu kısa yazımda, yeni yılın bu ilk günlerinde aldığım kararı söylemek istiyorum.

Ne kadar karışık ve sıkıntı verici işlerin içinde olsam da günlük yaşadıklarımın başlıklarını ve kısa özetini yazacağım.

Daha önce verdiğim sözü tutabilmek için Arka Bahçe’ye de en az ayda iki kez yazı yazacak, yaşadıklarımı anlatacağım.

Yeni yılın ilk günü nane kesmeye girmedim seraya.

Dolayısıyla salyangoz da öldürmedim.

Hep merak ederdim bu salyangozları. Ederdim ama merakımı giderecek herhangi bir bilginin peşinden gitmedim.

Küçükken en çok kakasını nasıl yaptığını düşünürdüm. Acaba o kabuğunun ağzı hem baş hem kıç mıdır?

Kendini kabuğundan dışarıya çıkardığında o mızmız, o tembel, o uykucu hayvanın nasılda hızlı, adeta kayarak gittiğini görünce şaşırır, kimse ezmesin diye münasip yerlere taşırdım. Tabi o zamanlar küçüktüm, salyangozların istila edeceği yeşillik seram da yoktu.

Kendisine saygı duyduğum bu şerefsiz hayvanları seradan uzaklaştırmanın tek yolu kepekli tozdan oluşan zehri sulandırarak ceviz büyüklüğünde topaklar hazırlayıp, seranın etrafına birer metre aralıklarla koymak. Nitekim böyle bir uygulamayı geçen yıl yaptım. Özellikle geceleyin hemen hemen koyduğum her bir zehir topağının başına üşüşen 15-20 salyangozun kendi kabuklarını mezara çevirdiklerini görünce hüzünlenip kimyasal savaştan vazgeçtim.

Şimdi damlama hortumlarına yapışanları, toprak üzerinde şekerleme yapanları, nanelerin dallarına tırmanandan, yapraklarını yiyenleri nerede ve hangi konumda olurlarsa olsunlar hemen makasla kırrıtt diye bir ses eşliğinde katlediyorum. Çok efkârlanıyorum ama ekmeğimle oynadıkları için nefsi müdafaa zayiatı sayıyorum.

Yukarıda yazdım ya, “herhangi bir bilginin peşinden gitmedim” diye. Utandım kendimden.
Üşenme, dedim. Kalk, bir zamanlar gazetelerin verdiği şu kitaplığın raflarından bazılarını kıran, bazılarına da bel verdiren ansiklopedilerden herhangi birine bak.

Nitekim baktım, Latince ismi verildikten sonra binlerce türü olduğuyla başlayan bir yazıyı okudum. Ancak en şaşırdığım meziyetini okuyunca bir kez daha şaşırdım. O kısmı aynen yazıyorum. “Salyangoz, yapışkan ve parlak bir mukus (sümük) salgılayan bir karın ayağıyla sürünerek ilerler. Çok yavaş yürüdüğü sanılırsa da hızı saatte 112 m’ye (yaklaşık olarak dakikada 1,85 m) ulaşır.”

Hadi bu gereksiz konuya girmişken bari Büyük Laroussse’den birkaç satır daha yazayım.

“Kafasında, geri çekilebilen dokunaç (boynuzlar) vardır; bunlardan en büyüklerinin uçlarında gözler yer alır; en küçükleriyse dokunma duyusu organlarıdır. Bedeninin alt yüzünde T biçiminde yarılmış ağızda, boynuzsu bir çene, salyangozu bahçelerdeki yaprakların en tehlikeli düşmanı haline getiren pütürlü bir dil (dişlidil) bulunur. Salyangoz, erdişildir: ne var ki kendini dölleyemez ve üreyebilmesi için mutlaka çiftleşmesi gerekir. Yumurtlama deliği başının sağ yanındadır; yumurtalar bir ayda olgunlaşır.

Salyangoz çeşitlerinden çoğu yenebilir. İri türlerin tadını çok beğenen Romalılar kapalı parklarda düzenledikleri kül ya da tahta setlerde salyangoz beslerlerdi. Günümüzde en büyük salyangoz tüketicisi olan Fransa’da özellikle bağ salyangozu (Helix pomatia), H.vermiculata, H.aperta ve H.asperasa türleri yenmektedir.

Salyangozların düşmanı çoktur: bazı kuşlar, kirpiler, kara kurbağaları, birçok böcek.

-Mutf. Haşlanan hayvan kabuğundan çıkarılır, kurbuyonda pişirilir ve kabuğuna yeniden yerleştirilerek üzeri maydanozlu ve sarımsaklı tereyağı ile sıvanır.”

Şu sıralar nerdeyse yaptığım her iki demet naneye karşılık en az bir salyangoz öldürüyorum.

Salyangoz sürüleriyle geçen yıl karşılaşmıştım. O zamanlar serada yoğunluklu olarak roka, biraz da maydanoz vardı. Seranın etrafında da şimdi olduğu gibi bol miktarda ebegümeci vardı. Acaba diyorum, bu saydıklarımın içindeki yeşilliklerin yenilebilir 100 gramında en fazla kalsiyum ebegümeci (249) olmak üzere, roka (205) ve maydanozun (203) olması, nanenin de bunlardan geri kalmadığı ortada olduğuna göre, öldürdüğüm için sinirlerimi bozan, bu şerefsiz hayvan kabuğunu geliştirebilmek için seraya dadanmış olabilir mi?

Benim ki de laf işte. Bu mevsimde ne bulursa ona dadanacak, otların bünyesinde bolca kalsiyum olsa n’olur, olmazsa n’olur. Hayvancağızın bağkuru mu, sigortası mı, maaşı mı var ki canının çektiği yeşilliğe bastırsın parayı alsın.

Ölümü göze alarak veya ölümü aklının ucuna bile getirmeyerek her daim yeşilliği bulunan bu serayı işgal ettiğini bile hesaba katmadan yerleşmiş.

Birkaç salyangozun bir arada olduğu durumlarda, diğerlerine ibret olsun diye birini kestiğimde, kaçan saklanan da yok! Elim değmişken de hepsini ortadan biçiyorum. Sonra da canım sıkılıyor. Allahtan keserken çığlık mığlık atmıyorlar! Belki de atıyorlardır!

Ben en iyisi, kimin işine yarar veya kim bir günde 200 mg kalsiyum almak gayesiyle 100 gram nane tüketir bilmiyorum ama taze naneye ait besin öğelerini de yazıp, yazımı bitireyim.


YENİLEBİLİR 100 GRAM TAZE NANENİN BESİN ÖĞELERİ

KALORİ 65
PROTEİN 4
YAĞ 1,3
KARBONHİDRAT 7,9
KALSİYUM mg 200
DEMİR mg 8
VİT A VE KAROTEN 14000
TİAMİN mg 0,13
RİBOFLAVİN mg 0,26
NİASİN 1
VİTAMİN C 35
ARTIK % 50
POSA g 1,3

-Hadi Bu da Tasnif Dışı Olsun-

Emin
31-01-2011, 17:46
Kendimden Alıntı: “Daha önce verdiğim sözü tutabilmek için Arka Bahçe’ye de en az ayda iki kez yazı yazacak, yaşadıklarımı anlatacağım.”

Son yazımın tarihini temel alırsak bir-iki gün sonra bir ay tamamlanacak. Bu Cumartesi yazarım dedim, olmadı; şu Cumartesi yazarım dedim olmadı, derken ay içindeki bütün Cumartesiler tükendi. Hepi topu kaç tane Cumartesi var ki zaten.

Bu cümlemden şu anlaşılır ki doğrudur: “Cumartesi günleri dışında kendi nefsime ayıracağım çok fazla zamanım yok.”

Haftanın her günü Hal’e giden “bir üretici” için bayram mayram hariç gerçekten de durum böyle.

Pazar günü Hal kapalı olduğu için genelde Cumartesi mal toplanmaz. Mal toplanmayınca iş olmaz demek değil bu. İlaçlama, gübreleme, sulama, yabancı ot alma, damlama veya diğer sistemlerde oluşan arızaların giderilmesi yahut bazı bakımların yapılması gibi kuyruğa girip sıra bekleyen işlere meydan okuyup ya da iplemeyip es geçilirse, Cumartesi günü Hal’den geldikten sonra doğrudan üretime yönelik “iş” yapılmaz.

Ancak dolaylı üretime yönelik “iş”lerin ardı arkası kesilmez, o da ayrı bir mesele. Mesela seni Hal’e götüren aracın bakım zamanı gelmiştir.

(Kaput açılınca hemen her şeyin içine, arasına para sıkışmış olduğunu sana tek tek hatırlatacak iş önlüklü servis elamanları ya da özerk tamirciler gözünün önüne gelir. Kızamazsın da, ne derlerse, hazır gelmişken yaptırasın gelir. Servistir, kazıklamak hakkıdır, boşuna mı bekleme salonu yapmış, sana çay ikram eden bayan elaman tutmuş diye düşünerek daha az kazıklanayım amacıyla özerk ustalara uğramışsan; sözgelimi fren balataları sökülür, “Abi, tam zamanında gelmişsin” diye söze başlanır, “Allah korumuş,” “Bir verdiğim varmış da karşı gelmiş” duygusuna kapıldığında ya senden alınan parayla ya da ustasının direktifiyle çıraklardan biri parçacıya gönderilir. Sökülen aynalar tornacıya silime gider. Bu arada antifrizin azaldığı gösterilir, silecek lastikleri de gitmiştir, yağ eksilmiştir, şudur budur derken öğlen başladığın iş hava kararırken bitecek gibi olur, ufak ufak tükendiğini usta da sezinlediğinden artık daha fazla üzerine gelinmek istenmez, aracın şurasında burasındaki bir somunu sökmek ya da kapının bir yerini yağlamak için yine sana aldırdığı spreyin kalanını kendi ellerine sıkıp, hesapta alınan her şeyi layıkıyla kullandığı gösterilerek işçilik ücretinin de hak edildiği vurgulanır...)

Bugün ne yapıp edip bir iki satır yazı yazmayı kafama koymuştum koymasına ama nereden ve nasıl başlayacağımı beceremediğimden, bir şeyler yazayım nasılsa arkası gelir umuduna bel bağladım lakin bu kez de hesapta olmayan konulara daldığımı fark ettim.

Epeyce geçmişte kalsa da bir dönüm karanfilden ne kadar kazanılacağını yazacağımı unutmadım.

Gene Kendimden Alıntı: “Bu konuyu diğer konu kapıları gibi birer birer “şahsı adına kapatmayıp” beni uğraştıran Sayın Master’a teşekkür edilecek ve denilecek ki: “İsterseniz bu konu açık dursun, 18 senedir bu işin içinde sevişen Kemal Beyi yakın takibe alalım, eğer bilgi verecek olursa, bakalım 19 uncu sevişmesinde bir dekardan ne kadar dal karanfil üretecek, ne kadar masraf edecek, kaça satacak ve önümüzdeki Mayıs ayında yani dönem sonunda nasıl “tatmin” olacak?”

Bana bilgiyi verecek olan Kemal Beyin inisiyatifine kaldığım için şimdilik o konu açık duruyor. 2009-2010 dönemi geldi geçti. Şimdi 2010-2011 dönemi idrak ediliyor. Önümüzdeki Mayıs ayında da bu dönem kapanır. Eskiyi yazamadığımıza göre, hiç kimsenin umurunda olmayan bu faydasız “açık konuyu” inşallah günün birinde yazarak kapatırız.

Nasıl olsa konu da kapatılacak açık da çok.

-Gene Tasnif Dışı-

ar_de_
31-01-2011, 19:25
sevgili Emin
numaralı yazılarınızı da tasnif dışı olanları da keyifle okuyoruz. keşke en azından ayda bir sizi burada görsek... ayrıca karanfil konusunda açık olan yerlerle ilgili yorumlarınızı bekliyoruz. benim aklıma başbakan danışmanlarımız ve bazı bakanlarımızın "karadeniz çay ve fındık kıskacından kurtulmalıdır" sözleri geliyor ( fındıkların sökülüp karanfil ekimi önerileri...) bu düşünceyi kasap vitrinlerindeki karanfilli koyunların görüntüsü izliyor zihnimde. tabii siz üretimin içinden daha sağlıklı bilgiler verebilirsiniz. sağlıcakla kalın :)

Emin
07-03-2011, 19:32
Ne Çabuk Bitti 28 Şubat.

Bu ay (Şubat) yazacağım iki yazının da konusu belliydi ama uğraştırıcı olacakları için hep geniş bir zamanımda yazarım dedim, olmadı. Genişleyemedim. Yalancı da çıktık üstelik.

Günler neremden giriyor, nasıl çıkıyor gerçekten anlamakta zorlanıyorum. Bu kadar “koştur koştur” bir yaşamın içinde olduğuma ben bile inanamıyorum ki, başkasını nasıl inandırayım.

Hani bir yerlerde teklemek, tökezlemek gibi kötü şeyler de aklıma takılmıyor değil.

Neyse, bari kolay bir yazı olsun, dedim ve kolay olarak ne yazarım diye düşünürken aklıma bu günü, bugün gözüme kulağıma takılanları yazayım; hem de kendime günlük gibi bir şey olur, dedim. Ve bu kararıma şapkamı çıkardım, yüzüme manasız bir gevşeme yayıldı, herhalde içimden tebessüm etmişimdir kendime, kafam üşüyünce kenarları tüylü papağımı tekrar kulaklarımın üstünü örtecek şekilde yeniden taktım.

Yazımın girişi kolay olacaktı, Hal’e gelişimi yazacak, bir iki paragraf Hal’deki halimden bahsedecek sonra kendiliğinden yazı sona erecek, tek sorun yazdığım yazıyı bahçeye gönderecek bir zaman yaratıp ve bir yer bulacaktım, son gün olduğu için (28 Şubat) ne yapıp edip bulurdum da…

“Boş duracağına, boşa çalış” olmaması için durduğum yerden (komisyonun önündeki kulübeye yaslanarak sadece getirdiğim nane kasalarına değil, mal mal her tarafa bakarken) yazımı kafamın içinden yazmaya başladım.

İçimdeki “adam” da bazen bana taktik, bazen fit veriyordu. Ben de bazen ona hak veriyor bazen de itiraz ediyor, kırıldığını “ne halin varsa gör” der gibi olduğunda da gönlünü almak için kıvırıyor, ayar çekiyordum.

“Madem bu günü yazacaksın, saat kaçta ve nasıl kalktığını usturuplu bir dille yazarak başla” dediği zaman, “ O hoo, taa ordan başlarsam yandım, ben kısa olsun, günü değil “ayı kurtaralım” diye çırpınıyorum, sen ne diyorsun…”

“İyi, o zaman Hal’e gelişini yaz.”

Hale gelirken arabamın camlarına düşen tek tük yağmur damlalarından, yağmur bana, geceki hatta dün öğleden sonra başladığı sağanaklıktan ve bir ara hatırı sayılır bir hışımla indirdiği doludan vazgeçtiğini, çiselemeye bile tenezzül etmediği hissini veriyordu.

Yine de bulut bu, belli mi olur sağı solu diye düşünmeden edemedim. Allahtan hava bugün fazla serin değildi. Arabanın göstergesindeki derece 7’yi gösteriyordu. Demek ki, hava, sabah ezanı okunduğunda 1 derece daha soğuyacaktı.

“Fazla uzatma!”

“Tamam.”

Saat 03.09’da Hal giriş kapısındaki oto kapanlarını takur tukur geçtiğimde özel güvenlikçiler bir tenekenin içindeki ateşe ellerini uzatmış, büzük bir şekilde sandalyelerinde oturmuş, giren arabalara pek umursamadan bakıyorlardı, başımı öne eğerek “güya” bir selam verdim ama herhalde selamım selama benzemediği için iplemediler. Ben olsam ben de böyle bir selama karşılık vermezdim.

“Uzatma dedikçe uzatıyorsun.”

“Yahu tamam. Ben de uzatmak istemiyorum ama bir şeyler de demek lazım.”

Benden önce gelip yerleşen kamyon ve kamyonetlerden kiminin arasından, kiminin arkasından temkinli bir şekilde geçip, komisyonun önündeki, bir iki aydır her zaman yerleştiğim yere park ettim. Bizim komisyonun elemanları henüz daha gelmemişlerdi.

“Gereksiz bir cümle, laf gargarası.”

“Ne alakası var. Kolay mı Halde araba kullanmak ve arzu ettiğin yere yerleşmek? Baksana, adam takmış Hamaşı, dağ gibi de yüklemiş, arkayla ne bağlantısı var, ne de lambası… Ama helal olsun, bu haliyle gelmiş ip gibi yerleşmiş. Hem çiftçi olacaksın hem de usta bir şoför. Dur aklıma gelmişken Hamaşı yazayım.”

Hamaş denilen şeyin esas adı römork.

“Yazının gidişinden belli oluyordu, açıklaman yersiz, bilgiçlik taslama.”

“Yersiz olur mu, nasıl dile yerleştiğini de yazacaktım daha…”

Anlatılanlara göre bu yörede, bu aracı yapan firmanın adıymış Hamaş. Römorkun üzerinde HAMAŞ yazıyormuş, römork demekten daha kolay olduğundan okuna, söylene derken adı böyle kalmış, sana yağı gibi.

“Açıkladın da ne oldu? Hem Hamaşı yazan sensin hem de gereksizce açıklayan. Daha baştan römork derdin, bu kadar lafa gerek kalmazdı.”

“Olsun.”

Halde tam 146 tane numaralı bina var, yani bu kadar komisyon; hepsi aktif mi bilmiyorum, bazılarının önü tenha. Bir komisyonda olmazsa olmaz üç cins görevli var: Satıcı, kantarcı ve katip. Adı üzerinde satıcı: komisyona gelen malların satışından; gene adı üzerinde kantarcı: alıcıların ayırdıkları malları indiren, sayan, tartan, ayıran; kâtip ise kabaca parayı alıp fatura kesen kişi, yazman. Elbette bu kişiler sadece bu işleri yapmıyorlar, her satıcı aynı zamanda biraz kantarcı, biraz da kâtip dersem gerisi anlaşılır...

“Bu kadarı yeterli.”

“Doğru diyorsun bu kadarı yeter ama ben bunları yazarken aklıma ne geldi biliyor musun?”

“Bilmiyorum.”

“Kadir Şinas’ın “Avukat olacaktı muhterem” adlı kitabı. O kitabın bir yerinde “Adliyeden insan manzaraları” diye bir başlık vardı. Orada: Hâkimler, Savcılar, Başkâtipler, Kalem Memurları, Mübaşirler, İcra Memurları, Ve Halkımız ile Ve Sekreterler diye alt başlıklar altında yazdıkları geldi.”

“Umarım yazmayı düşünmüyorsun?”

“Ne yalan söyleyeyim, içinden bazı kısımlarını yazsam hiç fena olmaz diye düşünmeden edemiyorum.”

“Ben seni anlamıyorum, hem kısa ve kolay bir yazı olsun diye ortaya atılıyorsun hem de 28 Şubat’ın burada bitmesine sayılı saatler kala, nelerle uğraşmaya kalkıyorsun.”

“Esasında doğru söylüyorsun ama belki o kitabı okumayanlar vardır, alıp okuyacak zamanı olmayanlar vardır. Madem dedik, o halde yazsam fena olmaz, gündeme de uyar.”

“Gündeme bulaşma; gündem kötü, kolla …”

“Eve gidip, o kitabı bulursam ve unutmazsam yazacağım.”

Bizim komisyonun elamanları henüz daha gelmemişti. “Bizim” dediğime göre bu üçüncü komisyonu sahiplenmişim demek ki. Öyle derler, “im-ım” gibi iyelik ekleri isim soylu sözcüklere eklenmişse, o şey neyse artık bir tür sahiplenme söz konusudur.

Bu komisyona mal getirmeğe başladığım 02.12.2010 tarihinden bu güne kadar, saymadım ama 5-6 günü geçmez benden erken geldikleri. Dükkân benimmiş gibi erkenden damlıyorum.

Komisyonun sahiplerini bu saatlerde bir kez gördüm. Onlar saat 8’den sonra gelirler. Ben ise saat 8’de getirdiklerim satılmasa da seraya dönmüş olurum.

Ben geldikten sonra Erol Bey gelir; ona benden başka “bey” diyeni hiç duymadım; sırasıyla komisyonu, lambaları ve dış aydınlatmayı açar, yerdeki dünden kalan veya gece gelip üzerleri brandalı veya naylonlu kasa yığınlarının örtülerini kaldırır, nar arabasının çadırını açar, meydanda gelişigüzel duran iki kantarı uygun yerlere çeker sonra komisyonun önündeki kulübeye girip bu “kantarların taşaklarını” alır, elindeki bu iki askılıklı demir parçasının hangisinin hangisine ait olduğunu, üzerinde hareket ettirilen kantar topunun bulunduğu, kantar kolunun ucundaki tırnağa takar, sınar.

Bazen ona yardım eder ama çoğu zaman bu işleri yapışını izleyerek uykumun iyice açılmasını sağlarım.

Koca kantarlar dışarıda durur ama bu kantarın olmazsa olmaz aksamı yerinden çıkarılır. Çalanlar oluyor demek ki.

Bizim komisyonda, araç üzerindeki malları satan bir “satıcı,” yerdeki malları (araçlardan yere indirilmiş veya büyük tüccarlara satılan ama onlarında aldıkları malı işleyip “çıkma” adı verilen seçilmiş mallardan geriye kalanların komisyona geri verildiği malları satan bir “satıcı,” esasında tek işi o olmamakla beraber muz satışlarıyla ilgilenen biri, komisyon olarak girdikleri kurum ihalelerine, akşamdan eline aldığı sipariş listesinin içeriğine göre, öncelikle kendi komisyonuna gelen mallardan olmak üzere diğer komisyonlardan da mal toplayıp, tasnifleyip, dağıtım yapacağı arabaya yükleyen biri, satılan malların faturasını kesip, para alan, kasa bedeli kesen, kesilen güvence paralarını ödeyen, bazı müstahsillere harçlık veren ve benzeri akçeli işleri takip eden, adına katip denilen bir ön muhasebeci, saat 8’den sonra gelen bir genel müdür ve araçlardan kasa kasa mal indiren, boş kasaları yükleyen, tüccar ardiyelerine araçları kantardan geçirip, götüren, boş kasaları müstahsillerine göre ayırıp bir yerlere yığan ve bilumum ağır işlerin yanında boş zamanları olursa müstahsillerle, bazı müşterilere ve kendileri gibi diğer çalışanlara çay servisi yapan 6-7 kişi ile saat 8’e doğru gelip komisyonda çalışanlara yemek pişiren bir hanım olmak üzere epeyce çalışan var.

Benim gibi malının başını bekleyen, gözlemleyen çok az müstahsil (üretici) var. Çoğu ya aracında uyur ya komisyonun içinde müsait bir yerde. Kimisi de malını önceden komisyonun önüne yığar, çekip gider.

Alıcılar ise bir başka alem. Başta pazarcılar olmak üzere manavlar, lokantalar, toplu dağıtım yapan yemekhaneler, oteller, kurum ihalelerine girenler, başka şehirlere mal yapanlar, büyük marketler, içe ve dışa satım yapan sebze-meyve tüccarları da biz üreticilerin hedef kitlesi.

Bunların da alıcıları farklı farklı.
Kimi erkenci; erkenden gözüne kestirdiği malı alır, ayırır, pazarlık yapar ama fiyat konusunda pek ısrar etmez.

Kimi, hangi fiyatı söylemişsen yarısını teklif eder.

Kimi, üreticiyi, dolayısıyla o üreticinin getirdiği malı ve kalitesini bilir, fazla kurcalamadan alacağını alır, sonraki günler için de siparişini şimdiden verir.

Kimisi bütün komisyonları dolaşmadan beğendiği malı bile almakta tereddüt eder, dönüp, geldiğinde de o mal çoktan birilerine ayrılmış olur; ha bazen şansı yaver gider, beğendiği malı yerinde durur bulur.

Kimi uyanıklar ki, adı üzerinde uyanıktırlar malı ayırtır, kaparo maparo da vermez, daha uygun nitelikte bir mal bulursa onu alır, ayırttığı malı almadan ve arkasından edilen küfürleri umursamadan Hali terk eder; bir dahaki gelişinde “Ya, anam avradım olsun, aceleye geldi, kafamız karıştı, toplayıcı unutmuş, gidince aklımıza geldi, bizim mal burada kalmış” cinsinden cümleler kurarak komisyonla olan köprülerini atmamaya çalışır.

Daha çok çeşitli alıcılar var ama onları yazmaya zaman yetmez. Son olarak bir de benim “ölü sevici” dediğim, atalarımızın da “Ölmüş eşek arıyor ki nalını çeksin” denilen tipler var. Bunlar genelde güneşle birlikte ortaya çıkarlar. Bunlara “süpürücü,” “çöpçü” ve “temizlikçi” denildiğini de duydum. Parçalanmış veya kalmış malların özellikle yerde olanlarına göz dikerler. “Hepsine şu kadar vereyim” diye pazarlığı başlattıklarını gördüğüm zaman benim nutkum tutulur. Üreticinin bu malı geri götüremeyeceğini çok iyi bilirler, hele o mal yeşillikse sorma artık. En sevdikleri gün Cumartesidir. Ertesi gün Hal kapalı olacak, kalan mal taa Pazartesi görücüye çıkacaktır çünkü.

Ölüsevicilerle aşağı yukarı aynı zamanda ortaya çıkan başkaları da var. Bunlar “Filan Öğrenci Yurdundan veya Feşmekan Kuran Kursundan geliyoruz, bize verilecek bir şeyiniz var mı?”sloganıyla birlikte yanlarında iki-üç eli boş kasalı neşvünema çağında gençle, bıyıkları mübarek boyutlarda, orta yaşlarda, temiz giyimli, sakin görünümlü, bir şey verilmediğinde yüzlerini ekşitmeyen, ısrar etmeyen adamlardır. Müstahsilin kalan ve satılması zor görünen mallarına Allah rızası için taliptirler. Düzenli olarak gelirler.

Komisyoncular ya da onların brokerleri, müstahsilin malıyla cennette gerdeğe girmeyi umarak böyle durumlarda genellikle boş kasaları bomboş çevirmezler.

İşte ben yukarıda yazdığım şeyleri o an için kafamda yazarken iyi kötü piyasa devam ediyor, birkaç parça malım da satılıyordu. Ben ne kadar getirdim, kaça sattım mevzularına girmeye içimdeki adamın “Ya, onlara gerek yok” demesi üzerine ben de vazgeçiyorum.

Karşılıklı konuşmalara genelde kibar bir argo veya zarif küfürler eşlik ediyor.

Malı o fiyattan vermek istemeyen satıcı, alıcıya: “Hele sen bi gezele gel.”

Alacağı mala bok atarak, fiyat indirimine gitmeyi düşünen alıcı, satıcıya: “Bu ne lan, mına koduğum beyzbol sopası gibi, böyle patlıcan mı olur, kasaya böyle koyulmuş olmamış, şöyle koyulmuş sığmamış.”

“Bu yarık muzlara kaç yazıyorsun?”

“Sen gidi seni, yarık gördün mü, dayanamıyorsun?

“Bu ne ya! Bu fiyattan alıp kaça satacaz?”

“Senin aklın başında değil, bi gezele, aklın başına gelsin.”

“Otel bağı değil, pazar bağı bunlar, dul karı yastığı gibi.”

“Allahını seversen bi bak, otel bağı mı bu, böyle ufak demet olur mu?”

“Güzel güzel, elen alıp sallarsan büyür.”

***
-Yazı devam ediyor-

Emin
07-03-2011, 19:35
Vakit hızla geçiyor, Hal yerleşkesindeki minareden sabah ezanı okunuyordu ama bu ezan merkezdeki Muratpaşa Camiinden yayınlanıyordu; çevredeki camilerden yayılan aynı ezanın erkenci veya gecikmeli sözleri tıpkı Haldeki durum gibi yahut benim bu cümlelerim gibi birbirine karışıyordu.

Ezan okunduğunda aklıma geldi, dün Necmettin Erbakan ölmüştü, acaba bugün Halde ölenin arkasından ne gibi sözler duyacağım diye şartlandırmıştım kendimi. İlginç, o saate kadar hiçbir kimseden konuyla alakalı bir laf duymadım. Belki milletin aklına tıpkı benim gibi ezan okununca düşer, bundan sonra konuşulur diye düşündüm ama ben gelene kadar ve genelleme yapmadan söylemek gerekirse, benim bulunduğum mıntıkadaki komisyon çalışanlarından ya da gelen giden alıcıların hiçbirinden olumlu veya olumsuz bir şey işitmedim.

Denk gelen olmuştur, ben birkaç kez rastladım, herhangi bir sokaktan geçerken birden yakındaki okuldan istiklal marşı okunmaya başlar, bir iki adım atarsın, sonra işin ne olursa olsun, duran insanları gördüğün için sen de durursun yahut sen durduğun için başkaları da durur, bitene kadar beklenir ya!

İşte, birazdan öyle bir şey olacak, gün yeteri kadar ağardı çünkü.

Bizim komisyonun muz satan elamanına yanaşıyorum. “Senin telefonun belli ki çok yetenekli” der demez, “Buyur abi, ne oldu?” diye soruyor.

“Ses alma şeyi var mı?”

“Var.”

“Birazdan hoca dua edecek ya, onu kaydeder misin?”

“Hayırdır?”

“Lazım.”

“Olur.”

Bir süre sonra hoparlörden birkaç haşırtılı huşurtulu ses çıkınca, o sırada kantara muz kasaları yerleştiren elamanın yanına seğirtiyorum, kayda başlasın diye.

Sabah namazı kılınmış, tespih mespih çekilmiş sıra duaya kalmış, hoca sadece camidekilere değil tüm Hal’e hitaben “Hal Duası” okuyacak.

Hep aynı duayı okumuyor, kafasına göre takılıyor, bazen günün mana ve ehemmiyetine binaen sözler de katıyor ama genelde cümlelerin yeri değişse de dua, aynı dua.

Okumaya Arapçayla başladı, Hoca.

Bizimki cebinden telefonu çıkarıp kayda geçtiğinde Türkçe duanın ilk cümlesi kaçtı, o cümleyi de kafama kaydettim.

Tek tük arabalar hariç hareket eden bir şey yok, herkes kendine duracak bir yer seçmiş, kırpışanlar, sağa sola çaktırmadan bir iki adım atanlar, “amin” geçişlerinde sigarasından bir nefes çekip ağır ağır salanlar tabii ki var.

Kimi ellerini uzatarak tam açmış, kimi sanki gökten bir şey gelecek ve yere düşmesin diye avucunu açmış, kimi iki elini birbirinin içine yerleştirmiş, kısacası iki elini aynı şekilde açan yok gibi. Kimi de benim gibi açayım mı, açmayayım mı, açsam kendime ayıp etmiş olur muyum, açmasam aleme ayıp olur mu düşüncelerinin kaldırımında elini göbeğinin üzerinde kavuşturmuş amim mamin demeden beklemede.

Bazı kişilerin öyle iştahlı amin deyişleri oluyor ki aynı zamanda kendini de ele veriyor. Mesela “hastalara şifa” lafı geçtiğinde o kadar yürekten ve yüksekten “amin” diyor ki, anlıyorsun, bunun evinde, yakınlarında birileri hasta veya belki de kendisi hasta.

Bu duanın bitiminden sonra zaten benim seraya dönmek için en fazla bir saatim kalıyor.

Duanın sonu geliyor, Hoca daha vurgulu bir şekilde bizi Fatihaya hazırlıyor:

“Dualarımızın kabulü için, geçmişlerimizin ruhları için ve billllhassaaaa Allah rızası için Elllllll Faaaaaatiha.”

Her yiğidin bir Fatiha okuyuş biçimi var; adlarını şimdi söylemeyeyim, ola ki yakınları herhangi bir şekilde bu yazıyı okurlarsa üzülüp, şaşırmasınlar. Görüş menzilimdeki Feşmekan adam, Filan adamdan önce fatihasını bitiriyor hızla yüzünü mesh edip, elini, henüz fatihasını bitirmemiş dolayısıyla elleri açık ve havada, arkası dönük olan Filanın oturma gurubunu avuçluyor. Mıncıklanan adam ileri doğru irkilirken Fatihası bitmiş olacak ki, elini yüzüne götürüp, dönüyor: “Çarpılacaksın oğlum, çarpılacaksın” diyor.

Bugün getirdiğim malların tamamı iyi kötü satıldı, ayrılmış mallarımı alıcılara teslim eder etmez Halden ayrılacak Büyükşehir Belediyesinin Halk ekmek büfesinden biri kepekli, diğeri normal iki ekmek alıp eve gideceğim.

Her ne kadar Halde bir simit yesem de, uyandığımdan bu yana temizinden 5 saat geçmiş olacak, öğle yemeği yerine geçecek gibi sağlam bir kahvaltı etmem gerek ama şimdi elin telefonundaki bu kaydı “durdur, oynat” tuşlarına basa basa, arabanın içinde dinleyip, yazıya dökmeliyim.

İyi kayıt değil ama yazacağımı yazıyorum.

Hal Duası
Âmin!

Ey yeri ve gökleri yaratan Allahım!

Ailemizin rızkını kazanmak için bizlere sağlık ve afiyet içinde bir pazar daha verdin. Bugün yeni bir gündür, bizleri ve ailemizi bugüne eriştirdiğin için, bizlere verdiğin sağlığa, bizlere verdiğin nimetlere binlerce kez şükürler olsun Ya Rabbi!

Bizler, sevgili Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellemin: “Doğru tâcir, doğru tüccar kıyamet günü peygamberler, sıddıklar ve şehitlerle beraberdir” diye müjdelediği kimselerden olmak istiyoruz, bize yardım et, bu söze inanan ve yaşayanlardan olmamız için bize gayret ve kuvvet ihsan eyle Ya Rabbi!

Allahım! Yine sevgili peygamberimiz: “Bizi aldatan bizden değildir” diye buyuruyor. Kardeşlerimizi aldatmayı bizlere nasip eyleme Ya Rabbi!

Allahım, bizler helal ve güzel rızk peşindeyiz, haram karıştırma kazancımıza Ya Rabbi!

Bize nefsimize uyma fırsatı verme!

Ticarethanemizde, alışverişlerimizde dürüstlük hakim olsun, az kazanırsak sen onu bereketli eyle, israftan, sefaletten, ahlaksızlıktan, acizlik ve tembellikten sana sığınıyoruz, işlerimizi kolaylaştır, rızkımızı bollaştır, haramdan uzaklaştır Ya Rabbi!

Bizleri iki cihanda aziz eyle ya Rabbi!

Allahım! Cimrilikten, varlık içinde yokluktan, aldatmaktan ve aldanmaktan, başkasının hakkını yemekten Sen bizleri koru Ya Rabbi!

Bizleri fakirliğin getirdiği şerlerden koruduğun gibi, zenginliğin getirdiği fitne ve şerlerden de koru Ya Rabbi!

Bizleri kanaat sahibi, gözü tok, gönlü zengin, daima hayırlı işlere koşan kullarından eyle Ya Rabbi!

Memleketimizi ve bütün İslam memleketlerini her türlü afet ve felaketlerden koru Ya Rabbi!

Ezan sesini eksik etme ülkemizden Ya Rabbi!

Hastalarımıza şifa, borçlulara borçlarını ödemek nasip eyle Ya Rabbi!

Sana açılan elleri geri çevirme Ya Rabbi!

Çocuklarımızı haram lokma yemeyen, hayırlı birer evlat eyle ya Rabbi!

Allahım, içinde bulunduğumuz bugün yeni bir gündür, bugünü bize ibadetle başlat, mağfiretinle devam etmemizi nasip eyle Ya Rabbi!

Bugün bizlere hayırlı işler yapmayı nasip ve müesser eyle Ya Rabbi!

Bugün yapmış olduğumuz hataları affeyle Ya Rabbi!!

Mahsullerimizi bereketli eyle, rızkımızı bol eyle ve nasibimizi hayırlısından eyle Ya Rabbi!

Dualarımızın kabulü için, geçmişlerimizin ruhları için ve bilhassa Allah rızası için Elllllll Faaaaaatiha.
***

Kahvaltının ardından seraya dalıyorum, işimi erken bitirirsem kafamdaki taslak yazılar ile ajandama temize çektiğim duayı yazacak ve ne yapıp edip, 28 Şubat bitmeden bahçeye aktaracağım.

Öğlen olmak üzere ben telaşla çalışıyorum, seranın içi dün yağan yağmurun hayhuyuna göre bugün çok sakin, hava açık.

Eski plakları çıkarmış, dertli parçalardan oluşanları pikabına yerleştirip, sesini de sonuna kadar açan, kendi kendisine diskjokeylik yapan Musa Amcanın ilk parçası:

“Ah neyleyim gönül gönül senin elinden, her zaman ağlattın, gülemem gayri” oluyor ve benzer içerikte devam ediyor.

Bizim evin önündeki radyodan da karışık kuruşuk türkü sesleri geliyor ama ortama baskın ses Musa Amcanın pikabından yayılıyor.

Bizim radyo ara ara haber veriyor, Erbakan’ın cenazesi etrafında dönen haberler, çoğu.

Musa Amca başka bir dertli türkü daha yerleştiriyor pikaba, haberlerin sesi sönüyor.

Ben özellikle arkamı o tarafa dönük şekilde çalışıyorum ki lafa tutmasın beni, Musa Amca.

Bir sesle irkiliyorum. Nerdeyse seranın ortasına kadar gelmesine rağmen fark etmiyorum; bana doğru bir elinde şekerlik, diğer elinde kulplu bir bardakla çay getirdiğini görüyorum.

“Yav, hem beni eziyorsun böyle yapmakla hem de naneleri.”

“İç şu çayı, zaten kafam bozuk.”

Çayı elinden alıp, böyle yapmakla beni mahcup ettiğine dair laflardan birazını söylüyorum.

Şekerini atıp, karıştıracak bir şey göremeyince takılıyorum: “Sen çaycı olsaymışsın iflas edermişsin, hani, müşterilerin de yok, görünürde. Hem garson da olamazmışsın, hani bunun kaşığı?”

Şeker attığım, üzerinde “Ateşine dayanabileceğin kadar günah işle” yazan vernikli tahta kaşığı uzatıyor.

***

Gün bitiyor, işim yetişmiyor. Yatsı ezanı okunduğunda denizden dönmüş bir balıkçı gibi ıslak, dağ taş dolaşmış bir avcı gibi yorgunum.

28 Şubat bitmeden gene de bilgisayarı açıp, temiz bir Word sayfasına bir süre bakıyorum.

“Olmayacak” diyorum, ”yazsam bile gönderemeyeceğim, iyisi mi, kalsın.”

***

Bu yazı benim bilgisayarımda 10 sayfa olarak görünüyor. İkişer sayfalık beş yazı eder. O niyetle okuna, yalancı çıkmamak için Mart ayı için en fazla bir yazıya söz verip, sözün bundan sonrasını söz verdiğim üzere Kadir Şinas’a bırakıyorum.



Savcılar

Savcılar adliyelerin çok önemli şahsiyetlerinden biridir.

Yargılamanın sac ayağından birini oluştururlar.

Duruşmalarda kürsüde, hâkimlerin yanında otururlar. Aslında avukatlarla aynı hizada olmaları gerektiği gibi bir görüş vardır. Savcılar, hakimlerin yanında oturuyor olmasını ‘Marangozluk hatası’ olarak değerlendirenlerde vardır. Biz bu görüşlere katılmıyoruz.

Savcılarımız, pek konuşmayı sevmezler, suskundurlar çoğunlukla.

Yaz aylarının kavurucu sıcaklarında, tıpkı hakimler gibi cüppelerinin yakasını omuzlarına kadar indirdikleri görülür.

Bazıları ise, kirlenmesin diye, cüppelerinin yakalarını şeffaf naylonla kaplar.

Ama giyim kuşamlarında oldukça özenlidirler. Kunduraları sürekli boyalıdır.

Yargılama süreci içinde en büyük işlevleri, emniyet teşkilatımızın güzide polisleri tarafından hazırlanan dosyalarını imzalayarak dava açmaktır.

Vatandaşlarımız savcılardan çok korkarlar, çarşı içinde karşılaştıklarında yollarını değiştirirler.

Savcılar esasen üç temel hal içindedirler. Sessiz sedasız duruşmaları izlemek, odalarında bir vatandaşı azarlamak, kendilerini ziyarete gelmiş konuklarla sohbet etmek. Başka bir halleri yoktur.

Ve Halkımız

Halkımız hastaneler gibi adliyeleri de sevmez, ama onlarsız da yapamazlar. Adliyeler onlar için lunaparklardaki korku tüneller kadar ürperticidir.

Şahit olmaktan çok korkarlar. Bir olayla ilgili görgü ve bilgilerini hakim karşısında anlatamazlar. İçsel bir dürtü ile yalan söyleyeceklerini zannedip heyecanlanırlar. Heyecanlanınca da doğruyu söyleyemezler. Doğruyu söyleyemeyince bunun hakim tarafından anlaşılacağını zannedip ürkerler, bu seferde kendisini hapse atacağından korkar(lar.)

Onlar için adliyeler, sonu hapishane ile bitecek sürecin ilk basamağıdır. Her hangi bir nedenle yolu adliyeye düşen her kişinin, oradan suçlu çıkacağını düşünürler.

Mahkemelerden gelen sarı zarf içinden çıkan kağıtlardan hiç hoşlanmazlar.

Bu nedenle zarfı bile açmadıkları olur.

İçindeki yazıların kendilerini hapishaneye yollayacağını düşünüp, sarı zarfı bir köşeye atarlar. Hayır atmazlar, bir gün lazım olur diye, saklarlar.

Gerçi zarfı açıp okusalar da, bir şeyler anlamaları mümkün değildir.

Çünkü o evraklarda öyle bir dil ve üslup yer alır ki, okuyup anlama ihtimali sıfırdır.

Halkımız, bakir bir alanı yağmalayıp yerleşim yeri haline getirirken, elektrik ve su bağlanmadan cami yapma refleksleri adliye konusunda kendini göstermez.

Bugüne kadar herhangi bir adliye yaptırma, koruma ve yaşatma derneğinin kurulduğu görülmemiştir.

Halkımız çocuklarının okuyup hakim, savcı ve avukat olmalarını istemeleri yargıya karşı olan sevgilerinden değil, kendilerini çok zayıf hissettikleri bu cenahtan gelecek belalara karşı korunma iç güdüsünden kaynaklanmaktadır.

-Elli sekiz-

Emin
03-04-2011, 18:41
Evet, sulamayı her tarafa eşit yapamadığım gibi, kum ve gübrenin dağıtımını da arzu ettiğim gibi yapamamıştım.

Acaba yapacağım fumigasyon işini içime sindirebilecek miydim?

Aldığım zehir bidonunun üzerinde nasıl kullanılacağı tarif edilmişti ama onların tarifine göre yapmak benim için çok güç olacaktı.

Tarifede, toprağın önce sürülüp gevşetilmesi sonra tesviye edilmesi yazılıyor. Çiftlik veya yeşil gübreyi de toprağa gömün, diyor.

Sanırım “karıştırın” diyeceğine “gömün” diye yazmışlar.

Tamam, buraya kadar itirazım yok. Zaten Ali, traktörüne bağladığı patos (kültivatör) denilen aletle, daha önce yıkayıp tavına getirdiğimiz iyi-kötü kumunu, gübresini yaydığımız serayı sürmeye başlamıştı. Yaklaşık 1 metre genişliğinde yatak yapımını da yaparak tesviye işini de halletmiş olduk.

Bu işlemi ekimden 3-4 hafta önce yapın, diyor; ona da tamam.

Tarifenin geri kalan kısmını “yazıldığı gibi” buraya alıntılayayım sonra neden yapamayacağımı anlatayım.

“Toprak 10 cm yükseklikte eşit tavalara ayrılır. Tavaların içi tamamen suyla doldurulur ve her metrekareye 60-125 ml SNIPER FULID gelecek şekilde ilaçlanır. Parsel sırtlarıda 10 lt.lik sulama tenekesine 60-125 ml. ilaç katılarak ilaçlanmalıdır. (Bu ilaçlı su karışım 1 m2 alan içindir.) Seranın bütün duvarlarınada aynı oranda su püskürtülür. Tavalara ilaç verildikten sonra, mutlaka kürekle tavaların içindeki ilaç karıştırılmalı ilaçlama işi bittikten sonra toprak yüzeyi mutlaka naylonla kapatılmalı, böylece gazın uygulama alanı dışına çıkışı önlenmelidir. Sera bu şekilde örtülü halde 15-20 gün bekletilecek 15-20 gün sonra örtüler kaldırılarak salma su ile toprak sulanacak, Tava gelince toprağı havalandırmak için 3-4 günde 2 sürüm yapılacak, bu süre sonunda toprakta ilaç kalıntısı olup olmadığından emin olmak için TERE testi yapılır ve tere testinin sonucuna göre karar verilir.
ÖNEMLİ NOT: Sadece yetiştiricilik yapılacak seranın dezenfekte edilmiş olması yeterli olmaz. Fidelerin yetiştirildiği yastıklarında aynı işlemlere tabi tutulması gereklidir.”

Tüm serayı hangi aletle 10 cm yükseklikte eşit tavalara ayıracağım?

Hadi diyelim traktöre bağlı böyle bir işi yapan alet bulamadım ama üşenmeyerek kürekle, tırmıkla yaklaşık 2 dönümlük serayı elle yapmaya kalktım; peki, bu iş ne kadar zamanımı alacak?

Eğer 60 ml ilaç yeterliyse neden iki katından da fazla olan 125 ml. kullanayım?

60 ile 125’in ortalamasını alacaksam bu işi bana niye hesaplattırıyorsun?

Tavaların içi tamamen suyla dolacaksa (parsel sırtı denilen yer neresiyse artık) tava denilen yerin kenarları da o suyu emmez mi?

Suyla doldurulacak tavalar o suyu emerek çamurlaşacak, o zaman, hem de “mutlaka kürekle” vurgusu yapılarak tavaların karıştırılması nasıl olacak? Kürekle böyle bir çamurun karıştırılması her babayiğidin harcı mı?

Diyelim ki inatlaştın canınla, bu işi yaptın, o topak topak çamurlu toprağın üzerine incecik naylonu nasıl gereceksin? Masaya örtü mü geriyorsun? Çekeceğin naylon her tünel için 10 metre eninde ve 70 metre uzunluğunda bir yer! Toprağın her yanı ilaçlanmış ve çamur içindeyken bu, gazı kaçmasın diye zehirli çamur içinde kaç kişi nasıl yürüyecek, naylon serecek, serdiği naylonların kenarlarını diğer naylonlarla birleştirecek?

Benzer sorulara tarifenin içinden yanıt alamadığım için hiç kuşkusuz aklıma yatacak şekilde bu işi yapacaktım. Tarifeyi yazana haksızlık etmek istemem. Şayet böyle bir ilaca tarifeyi ben yazacak olsaydım özetle şöyle derdim: “Bu zehri dönümüne şu kadar miktarda, toprağa elinizden geldiği kadarıyla eşit bir şekilde nasıl verirseniz verin ve hemen üzerini naylonla kapatıp en az şu kadar gün kapalı tutun.

Bu işlemden amaç, aralıksız, yani dinlendirilmeden ve özellikle yer altı sularıyla sulanan, yoğun bir şekilde ilaç ve gübre alarak evsafını yitirip hastalıklı bir hal alan toprağı arındırmak (dezenfekte etmek.)

Bu işlemin (doğrudur-yanlıştır orasını bilemem) kanser tedavisindeki “kemoterapiye” benzetiyorum. Her kemoterapi alan hasta, nasıl iyileşmiyorsa, hastalanmış bu topraklarında düzeleceğini düşünmüyorum.

8 bidon zehre 480 lira para vermenin yanında sürüm paraları, ince naylon masrafı ve bu işe yönelik diğer masrafları, yetişecek ürünün kalitesiyle çıkaracağımı umarak, elimden geldiği kadarıyla ciddiye alıyorum.

(Daha önce yazmıştım,) “yapılacak işler” listeme baktığımda içimi ekşi ayran tadında bir duygu kapladı.
Öncelikle damlama sistemi ile bu zehri eşit bir şekilde seraya vermek için kafa yordum, durdum.
Hatırlanacağı üzere, hortum satıcısına düşündüğümü anlatmış, çok kısaca ve özetle şöyle bir yanıt almıştım:

— Abi, kusura bakma ama sen bu damlamaları alıp bu işe boşuna sarılıyorsun, benim için hava hoş, ben ne istersen satarım, senin iyiliğin için diyorum, bu işten vazgeç, bu işler sana göre değil.

Bu işlerle uğraşan birkaç kişiye kafamdan geçeni, çizerek anlattığımda da gene çok kısaca ve özetçe şöyle demişlerdi:

— Abicim bunca insan eşek mi? Öyle dediğin gibi olsaydı herkes yapardı. 40 metreden fazlasını kaldırmaz, bu damlama hortumları. Baş taraflara her zaman bol su gider, en sonuna da az. Çünkü gide gide su azalır, tazyiki azalır. Ne yaparsan yap her tarafa eşit damlatamazsın.


2 inçlik kalın boruya sıra sıra delinerek takılan damlama hortumlarının sonunu kıvırıp iple bağlayarak ya da kör tapa takarak kapatmak yerine, hortumun bu ucunu da seranın diğer başına etraftan dolaştırarak taşıyacağım kalın boruya takarsam işin çözüleceğine dair içimde çok az bir endişe vardı. Daha rahat anlaşılsın diye kalorifer peteği gibi bir şey düşünüyordum. Suyu hortumlar içinde dolandıracak ve 70 metre uzunluğunda damlama hortumlarının her iki ucunu bu borulara takacaktım.

Önce evin önündeki yarım evleklik yerde örnek bir düzenek oluşturdum ve bunu şehir şebekesine bağlayarak denedim. Olacak gibi görünüyordu ama işin garibi tüm serayı bu şekilde yapmadan sistemin istediğim gibi çalışıp çalışmayacağını anlamak mümkün değildi.

Sonunda gözümü karartım, eski sistemi yani seranın tam ortasında duran iki ana hortumun, iki küresel vana ile bir seranın öbür yanına, bir bu yanına sulama ve gübreleme yapmamıza rağmen gene de suyun damlama hortumlarının girdiği andan itibaren gittikçe azalan ve seranın sonuna daha az su veren sitemi değiştirmek için kolları sıvadım.

Eğer düşündüğüm gibi olursa tek tuşla iki dönümlük serayı sulamış olmanın yanında seranın başı sonu, sağı solu demeden damlamalar her noktaya eşit damlayacaktı.

İçimdeki endişenin soru öbeği: Bu iş bu kadar kolay çözülecekse neden şimdiye kadar böyle bir şeyi yapmamışlar, en akıllı adam ben miyim? Damlama sistemi ile âlem yeni tanışmadığına göre acaba benim bilmediğim bir şey mi var? Yoksa böyle bir uygulama var ama benim danıştığım kişilerin mi haberi yok?

**

Ali sürümünü tamamladı, yatakların yapımını da yaparak şimdilik işini bitirdi.
Toprağın rengi, milli dere kumu ve çiftlik gübresinin karıştırılmasıyla değişmişti. İçin için iyi bir iş yaptığımı düşündüm.

Dutun daldasına hem çay içmeye hem de hesap görmeye geldik.

Defterimi açıp, tuttuğum kayıtları Ali’ye okumaya başladım:

21 Mayısta üçlü pullukla tek yönlü sürüm.
23 Mayısta kazayağı ile çift yönlü sürüm.
27 Mayısta 4 kamyon kumun taşınması
8 Haziranda çift yönlü kum ve gübrenin toprağa karıştırılması (patos.)
12 Haziranda kazayağı ile uzunlamasına tekli sürüm (patlatma) ve yatak yapımı.
Toplam: 522,250 verilen 250, kalan 272,250 lira.

Tamam mı?

Tamam.

**
Şimdi yapılacak iş, yatak aralarının yani yürüme yolunu kürekle genişletmek.

Mahallenin gençlerinden yararlanmak için seranın üst naylonlarının bir tarafını açıp oluk içlerine yığan Musa, Mustafa ve arkadaşlarına bir yevmiyeden fazlasını önerdim ama onlar 40 lira diye tutturdular, sonunda razı oldular.

Onlar çalışırken yanlarında değildim.

Öğleden sonra 3 sularında işlerini bitirdiler ama benim doğru dürüst kontrol etmememden dolayı yaptıkları işlerin sonucunu görünce çok canım sıkıldı. Yürüme yolundan aldıkları toprağı yeni patoslanmış yatakların üzerine sereceklerine, kürek kürek attıkları bu topak topraklar yatakların üzerini bozmuştu.

Bir de tırmıkla düzeltme işi çıktı, bana.

Gerçekten pişman oldum yaptırdığım bu işten. Her birine 7 lira toplam 21 lira vererek başımdan savdım ama içim içimi yedi.

Ertesi gün, gün boyu, traktörün seranın her iki ucunda dönüş yaparken bozduğu ve mecburen yanlamasına açtığı yatakları uzunlama yatak haline getirmekle uğraştım.
**
Yeni damlama sistemini kurmak en az bir haftamı alacağını öngörünce bu işi ötelemeye karar verdim. Çünkü ilaçlama yaptıktan sonra seranın en az 3 hafta kapalı kalması, naylon kaldırıldıktan sonra seranın yeniden yıkanması, bu kez de zehirden arındırılması, sürülmesi veya tavına gelmesi hepsi başlı başına zaman düşmanı olan işler.

Fide dikiminin Temmuz ayının ortasında yapılacağı göz önüne alınınca iş çetrefilleşiyordu.

Her zorluğu veya engeli aşmaya karşı içimden iyi şeyler geçirmeme rağmen gene aynı içimden yanlış bir iş yapmaya başladığımı ve gittikçe bu yanlış yolun virajlarından savrulacağıma dair kötü şeyler de yaşayacağımı düşünüyordum.

Esasında huzursuz bir istek içindeyim desem hiç yalan olmaz.

-59-

ar_de_
03-04-2011, 22:48
sevgili Emin
yeni bir sistem yaratma düşüncenizi beğendim. içinizdeki endişenin soru öbeği geçerli gibi... ama huzursuz isteğinizin sonunda eyleme geçerseniz ya bir buluş sahibi olacaksınız ya da bir deneyim yaşamış olacaksınız. başarırsanız ne ala ... başaramazsanız aksayanları görüp yeni bir çözüm yaratma olasılığınız var. her durumda sonucu buraya yazmanızı heyecanla bekleyeceğiz :) sağlıcakla kalın :)

Emin
11-06-2011, 19:37
Bugün yazı yazacağım.

Yazacağım bu yazının akıcı olacağını düşünmüyorum.

İlgi çekeceğini de sanmıyorum.

Yazımın konusunu belirledim ama sadece o konuya bağlı kalmayacağım galiba. “Galiba” dememin sebebi içine girdiğimiz seçim havasının yüzünden.

Yazımı yazarken bir yandan da “Dadaşım benim,” “Altı sıfıra var mıyız?” diye esip kükreyen Erdoğan’ın Erzurum’daki konuşmasını veren NTV’ye bakıyorum.

Bu yüzden, yazımı yazarken dikkatim dağılıyor.

Şu kadar sene Erzurum’da görev yaptığım için az çok Erzurumluları tanırım, nasıl davrandıklarını, davranacaklarını kestirebiliyorum.

Aynı Erzurumluların Çiller Hükümetleri döneminde, havaalanından neredeyse şehrin girişine kadar yol boyunca nasıl büyükbaş hayvanları gelen parti liderlerine kurban ettikleri gözlerimin önüne geldi, birden.

Neyse, televizyonu kapatıyorum; bende bir hoşgörüsüzlük, tahammülsüzlük başladı galiba Erdoğan'ın konuşmasına dayanamıyorum, içimi afakanlar basıyor, hakkımdan hayırlısı.

**
Konuma geçmeden önce aşağıda, ilgilileri için ilgisini verdiğim yazılara göz atılmasını öneririm.

İlgi: a) “Fındık yerine karanfil yetiştir 101 kat daha fazla para kazan” diyen Tarım ve Köyişleri Bakanlığının 2009 yılında basına dağıttığı yazı ve bu yazıyla beni tahrik eden Sayın Master’ın 21.08.2009 gün ve “Mutlaka Bir Bileni daha vardır” başlıklı gönderisi.

b) Bu konuyla ilgi 5.9.2009 gün ve 251 sıra nolu ilk yazım.

c) 31.5.2010 tarihinden sonra uzunca bir süre bir şey yazmadan Arka Bahçe’den uzak kalınca Sayın Master’ın 8.9.2010 tarihinde gönderdiği ikinci tahrik yazısı.

d) Açıkta kalan bu konuyla ilgili olarak “karanfilimi sıkacağıma” dair 31.01.2011 gün ve 259 sıra nolu yazımın son dört fıkrası.

e) Sayın ar_de’nin bu konu başlığındaki 31-01-2011 gün ve 260 sıra nolu gönderisi.



Yarıda kalan bir konumuz vardı: “Karanfil mi, Fındık mı?”

Geçmiş günlerin birinde, hem de işlerin civcivli olduğu bir zaman aralığına Kemal beyi sıkıştırıp bilgi almaya çalıştım.

Daha önceleri bu konuda birkaç kez girişimlerim olmuştu ancak Kemal beyden bilgi almak öyle kolay bir iş değil. Bu kez öyle olmadı, baktım anlatacak gibi iyice sırnaştım, kâğıt kalem aldım. O hızlı hızlı anlattı, ben ağır ağır not aldım, olmadı.

Kemal beyin hafızası çok sağlam, onun bu yeteneğine hayranım. Lakin o kadar hızlı ki, onun bu hızından da gıcık kapıyorum

Yumuşakça ve alttan alıcı bir tonla :“Bak Kemal bey, benim de işim çok ve senin hızına yetişecek gücüm de yok. En iyisi madde madde yazayım, sen böyle anlatırken benim tuttuğum notların çözümü çok zor olacak, ne dersin, ha?” dedim.

Beklemiyordum ama “Olur” dedi.

Kâğıdın arkasını çevirip şöyle bir başlık yazdım:

“2009-2010 Ekim Dönemi Kemal Bey’in 4 dönümlük (dekar) karanfil serası için”

1. Karanfil Fidesi: 100.000 adet. (Dönüme 25.000 adet.) Tanesi 10 kuruştan 10.000.-TL

2. Sürüm: pullukla, kazayağıyla ve patosla toplam 8 sürüm. Her işin dönüm başına yapımı 30 liradan olunca 8x30x4(dönüm)= 960.-TL

3. Fumigasyon: (İlaç ve sıcaklık ile toprağı dezenfekte etmek) için ince naylon: 700 TL

4. Fumigasyon için kullanılan ilaç: 20 bidon, 90 liradan 1.800.-TL

5. Samra (Çiftlik gübresi): (“Dönüme 1 kamyon hesabıyla iki yılda bir atıyoruz” diyor.) Kamyonu 700 liradan 2.800.-TL (Bu yıl için 1.400.-TL)

6. Ağ ipleri: Beyaz ağ ipi 25 kg x 6 liradan=150.-TL, siyah ip 200 kg x 3,6 liradan 720-TL Her iki ipin toplamı:870.-TL

7. Damlama borular, yağmurlama sistemi: (“Beş yılda bir yenileriz abi” diyor.) “4.000 lira damlamaya, 2.000 lira yağmurlamaya para verdim bu sene” diye devam ediyor sözlerine. Ben de “O zaman bu parayı 5’e bölüp yazacağız” diyorum. Toplam 1.200 TL

8. Sera üst örtüsü: (“Tek yıllık olan naylondan alıyoruz ama iki yıl kullanıyoruz” diyor.) 1000 kg x 4,5 liradan eder 4.500.-TL Bunun da bir yıla düşen miktarı 2.250.-TL.

9. Sera Kirası: Yıllık dönümü 2.500 liradan 10.000.-TL

10. Elektrik gideri: “Aylık 150 liradan aşağı hiç fatura gelmedi” diyor ve ekliyor “sen bunu 12 ayla çarp.” 1.800.-TL

11. İşçilik: “Dalbaşıcılarla bu sene 3,5 kuruştan hesap gördük. 480.000 dal üzerinden 16.800.-TL

12. Sleeve: (20 daldan oluşan karanfil demetlerinin koyulduğu plastik poşet) 25.000 adet. Tanesi 6 kuruştan 1.500.-TL

13. Lastik: 30 kg x 9 liradan eder 270.-TL

14. Ulaşım: Kesilen karanfillerin işletmeye getirilmesi ve malzeme nakilleri ile diğer işler için 1.200.-TL

15. Gübre ve ilaç: 14.000.-TL

16. Sera Demirlerin yıllık bakımı, kaynak işleri, kısaca seranın bakım onarımı: 250.-TL

17. Gölge tozu: 200.-TL

18. İlaçlama motorunun bakım onarımı: (“Bu sene en az 300 lira vermişimdir” diyor.)


Kur ortalaması 1,440.-TL, satılan karanfilin ortalaması da 7,7 sent.

Şimdi yukarıdaki rakamları kimse toplayıp bölmez, iyisi mi ben söyleyeyim. Bu masrafların toplamı 69.900 lira ediyor. Tabi bu rakam 4 dönümlük bir yer için.

Dönüme düşen gider toplamı 16.375.-TL.

480 bin dal karanfilin ortalama ihraç fiyatı üzerinden yani 7,7 sentten 36.960 $ x 1,440 (Ortalama döviz kuruyla) =53.222.-TL. Bu tutar 4 dönümlük yer için, bir dönümün yıllık getirisi 13.305 lira ediyor.

Bu rakamı görünce şaşırıyor ve “Abi bu durumda zarar etmişsiniz!” diyorum.

“Bu sene öyle oldu” diyor.

Gelir toplamı: 13.305.TL

Dönüme düşen masraf:16.375 lira

Zarar: 3.070.-TL

Bir süre düşünüyorum, bu rakam nasıl artıya geçer, diye. Benim yerime Kemal Bey yanıtlıyor.

“Eğer yer kendinin olursa, işçiliğini kendin yaparsan kâra geçersin.”

Yer kirası 2.500 lira ve bir dönümlük 120 bin dal karanfil işçilik ücreti 4.200 lira. Toplam 6,700 lira.

Düşersek zararı bu miktardan 3.630 lira yıllık karımız olur. En az aileden iki kişi işçilik yaparsa, bu iki kişinin aylık gelirleri 303 lira olur. Adam başına düşen miktar da aylık 151,5 lira eder.

Berbat bir durum! Hadi diyelim ki adamın iki dönümlük yeri olsun. İki kişi en fazla iki dönümlük yerde işçilik yapabilirler. Fazlası için gene adam ayarlamak zorundalar. O zaman da bu rakamları ikiyle çarpmak gerek.

Yani, bu durum eğer benim yaklaşık iki dönümlük seramda gerçekleşmiş olsaydı ve işçiliğini kendim yapsaydım bu üretimin sonunda yıllık gelirim 7,260 lira olacaktı.

İşçiliğini yapacağımı da hiç zannetmiyorum.

Karanfil ekmemekle iyi bir karar vermiş olduğumu düşündüm.


**


Bu bilgiyi aldım ama uzun süre temize çekip netleştiremedim. Bu arada içinde bulunduğumuz sezonun da sonuna yaklaştığımızı görünce iyice saldım, bu yeni dönemi de yukarıdaki gibi tane tane yazayım, böylece iki yıllık bilgiyi birden vermiş olurum, daha anlamlı olur diye düşündüm.

Derken iki hafta kadar önce gene punduna getirip Kemal Beyi, tekrar kâğıda kaleme sarıldım.

“2010-2011 Ekim Dönemi Kemal Bey’in 4 dönümlük (dekar) karanfil serası için”

1. Karanfil Fidesi: 100.000 adet. (Dönüme 25.000 adet.) Tanesi 8 sentten 8.000.-$ (Ortalama Dolar Kuru 1,500 liradan 12.000.TL)

2. Sürüm: pullukla, kazayağıyla ve patosla toplam 8 sürüm. Her işin dönüm başına yapımı 35 liradan olunca 7x35x4(dönüm)= 980.-TL (Geçen yıl 8 sürüm işlemi bu yıl 7’ye inmiş. Patlatma yaptırmamış bu sefer)

3. Fumigasyon: (İlaç ve sıcaklık ile toprağı dezenfekte etmek) için ince naylon: 700 TL

4. Fumigasyon için kullanılan ilaç: 24 bidon, 80 liradan 1.920.-TL (İlacı değiştirmiş dolaysıyla miktar da değişmiş.)

5. Samra (Çiftlik gübresi): (“Dönüme 1 kamyon hesabıyla iki yılda bir atıyoruz” diyor.) Kamyonu 700 liradan 2.800.-TL Bu yıl için 1.400.TL

6. Ağ ipleri: Beyaz ağ ipi 25 kg x 6 liradan=150.-TL, siyah ip 200 kg x 3,75 liradan 750-TL Her iki ipin toplamı:900.-TL

7. Damlama borular, yağmurlama sistemi: (“Beş yılda bir yenileriz abi” diyor.) “4.000 lira damlamaya, 2.000 lira yağmurlamaya para verdim bu sene” diye devam ediyor sözlerine. Ben de “O zaman bu parayı 5’e bölüp yazacağız” diyorum. Toplam 1.200 TL

8. Sera üst örtüsü: (“Tek yıllık olan naylondan alıyoruz ama iki yıl kullanıyoruz” diyor.) 1000 kg x 4,5 liradan eder 4.500.-TL Bunun da bir yıla düşen miktarı 2.250.-TL.

9. Sera Kirası: Yıllık dönümü 2.500 liradan 10.000.-TL

10. Elektrik gideri: Aylık 170 lira çarpı 12 = 2.040.-TL

11. İşçilik: “Dalbaşı ücreti bu sene 3,35 kuruştan. 388.000 dalın ederi 13.000.-TL

12. Sleeve: (20 daldan oluşan karanfil demetlerinin koyulduğu plastik poşet) 20.000 adet. Tanesi 6 kuruştan 1.200.-TL

13. Lastik: 16 kg x 10 liradan eder 160.-TL

14. Ulaşım: Kesilen karanfillerin işletmeye getirilmesi ve malzeme nakilleri ile diğer işler için 1.400.-TL

15. Gübre ve ilaç: 14.000.-TL

16. Sera Demirlerin yıllık bakımı, kaynak işleri, kısaca seranın bakım onarımı: 250.-TL

17. Gölge tozu: 200.-TL

18. İlaçlama motorunun bakım onarımı: 300 lira.

Gene yukarıdaki rakamları toplayıp, bölelim. Masraf toplamı 63.900 lira. Tabi bu rakam 4 dönümlük bir yer için. Dönüme düşen gider toplamı 15.975.-TL.

388 bin dal karanfilin ortalama ihraç fiyatı üzerinden yani 7,94 sentten 30.807 $ x 1,500 (Ortalama döviz kuru) 46.210.-TL. Bu tutar 4 dönümlük yer için, bir dönümün yıllık getirisi 11.552 lira ediyor.

Dönüme düşen masraf:15.975 lira

Zarar: 4.475.-TL

“Abi bu ne ya? İki yıl üst üste zarar etmişsiniz!” diyorum.

İnanasım gelmiyor.


**


Doğrusu bu detayda bir yazıyı taa iki sene kadar önce karar verdiğim zaman böyle bir sonuçla karşılaşacağımı düşünmüyordum. Sadece o malum yazıda bahsedilen rakamların gerçekçi olmadığını ortaya sermekti niyetim.

Peki, bu iki ekim döneminde de zarar yazan örneğin dışında acaba tüm karanfil ekenler gerçekten zarar etmişler mi? Yoksa sadece tam 20 yıldır bu işi yapan Kemal Bey mi zarar etmiş?

Hiç kafa karıştırmadan şöyle bir önermede bulunursak:

1.Ekim yapacağı alan kendisinin olmalı.

2.Serası bakımlı olmalı, dolaysıyla onarım giderleri azalacaktır. (Zor iş)

3.Eğer bir karanfil yetiştiricisi kendi fidesini kendi üretirse fideciye vereceği para yarı yarıya azalır ama çok da kaliteli bir fide yetiştirmiş olamaz. Bu işin de kendine göre eziyeti ve giderleri var.

4.Hiç işçi çalıştırmazsa ki mümkün değil, gene zaman zaman gündelikçilerle iş yapmak zorunda. Örneğin fide dikimini, ağ örümü ve diğer birçok işte adama ihtiyaç duyacaktır.

5.Fumigasyon yapmazsa bu kalemden de belki bir iki ekimliğine kâra geçer ama yorgun ve hastalıklı seralarda sağlıklı ürün alabilmek için bunu yapmak zorunda.

6.Çiftlik gübresi kullanmazsa, bozulan alet ve araçları kendi onarırsa, çift sürümünü pullukla sürüm ve patos olarak iki seçeneğe indirirse…

7.İlaç ve gübreden bir miktar çalarsa giderleri azalır ama bu kez de üretimi azalır.

8.En önemlisi bir dönümden en az 125 bin sağlıklı dal kesebilmeli.

9.Ve son olarak satış ortalamasını 10 kuruşun altına düşürmezse.

İşte bunlar olursa o zaman en az 12,500 liralık bir gelire karşılık bu paranın yarısı kadar da gideri olur.

Ve tabiî ki en önemli kriter de, bana göre bu işi yapanın 3 dönümden daha küçük bir serası olmaması lazım.

Yani neresinden bakılırsa bakılsın bu işler küçüklerin işi değil.

(Büyük işletmelerin elbette kazançları olacaktır. Çünkü onlar aynı zamanda
ürettiklerini pazarlayacak nitelikteler.)

Küçük bir üretici için diyelim ki 3 dönümlük sera kendiliğinden kurulu olsun; ilacı gübreyi Tarım Bakanlığı bağışlasın, işçiliği kapı komşu Allah rızası için yapsın, Allah da o yıl hiçbir engel çıkarmasın, lastik çalıntı, sleeve buluntu olsun, elektrik kaçak ürünlerde saçak saçak olsun, kısacası at ağanın, göt ağanın olsun ve cebimizden bir kuruş bile masraf çıkmasın…

Kazanılan para kemiksiz, sinirsiz lokum gibi et olsun ve satar satmaz ürünleri, para hemen cebimize dolsun.

İşte o vakit bir yılda alacağımız para gene de Tarım Bakanlığının dediği gibi: “Hesaplamalarımıza göre, düz arazide fındığını söküp serada karanfil gibi kesme çiçek yetiştiren üreticinin, dekar başına net kârı 25,6 bin liraya çıkıyor” demenin iler tutar bir yanı yoktur.

Ama şuna eminim, bu bilgileri bana veren Kemal Bey ve ortağı da dahil, hatta fındık yetiştirenlerin çoğu diğer seçimlerde olduğu gibi bu seçimde de AKP’ye oylarını verecektir.

-LX-

ar_de_
12-06-2011, 14:14
sevgili Emin
eğer üretici kasabın vitrinindeki koyunsa, karanfil de kasabın; elinden alınan yaşamına ses çıkarmadığı-karşı duruş ve çaba sergilemediği için çiftçinin yakasına taktığı teşekkür çiçeğidir ...
az önce sandık başından geldim . trakyanın kırmızı oylarını şimdiden kırmızı içerek kutluyorum. ülkem için hayırlısı olsun .

Emin
04-08-2011, 22:12
Düşüncelerimde “huzursuzluk” bulutları fink atıyor, çoktandır.

Kendi kendimi, kendi vesayetim altında tutuyor olmaktan bitap düşmüş durumdayım.

Şöyle arada bir efelenerek bir şeyler yapmak, hızlanmak istiyorum ama olmuyor, yapamıyorum.

Hayatımın çoğu zamanında değişik ve bir o kadar da karmaşık şeylerin peşinden gitmişim.

Etrafımda gördüğüm veya tanıdığım birçok kimsenin kolay kolay göze alamayacağı şeyleri yapmanın hayhuyu içerisinde geçirmişim zamanımı.

Bu böyle olsa daha iyi olur, daha lezzetli olur, daha zevk verici olur, daha sağlam…

Daha kırıcı olur, daha çarpıcı olur, daha işlevsel, daha bilmem ne olur dediğim içindir ki; bazen gözleri dolu dolu, bazen burnunun kanatları titrerken burun direği sızlayan biri oluyorum, bazen de sinirden ya da heyecandan eli ayağıyla birlikte sesi de titreyen biri.

***

Yukarıdaki cümleleri neden yazdığımı soracak olursanız, verecek yanıtım yok.

***

Yeni bir döneme giriyorum.

1 Ağustos 2011 tarihinde yaklaşık iki dönümlük nane serasına “Roundup Turbo” adlı Belçika malı bir ot ilacını (zehrini) atarak işe başladım.

Zehri atarken tarif edemeyeceğim kadar duygusallaştım, kötü oldum. Sanırsın kendimi ilaçlıyorum. Yemyeşil fışkıran nane yapraklarının üzerine püsküren zehirli su zerreciklerini bedenlerinde hangi akla hizmet dolaştıracaklarını, bu dolaşım sürecinde ne gibi acı çekeceklerini merak ettim.

İlk iki gün görünürde olumsuz bir şeyleri yoktu ama bugün öyle mi ya…

Bir hafta daha bekleyeceğim, kuruyup kararmasını.

Sonra?

Sonrası tam olarak belli değil. Önce kuruyanları nasıl tahliye edeceğimi düşünüyorum. Damlama hortumlarının kaldırılması, sürüm ve toprağın duruma göre işlenmesi ve yeniden damlamaların döşenmesi işlerinin adından bir şeyler ekilecek, dikilecek.

Geçirdiğim üretim yıllarının hepsinde de çok yoruldum, bu sezon daha az yorulacak bir üretimin içinde olmalıyım diye kafa patlatıyorum.

**

Bir ay önce Antalya’nın yapış yapış sıcağından Erzurum’un efil efil esen dağlarına gittik, ailecek.

Görülmesi gereken dostları, yerleri gezdim, yaşanmışlıklarımı aklıma geri çağırdım.

Sadece düşüncelerimde değilmiş anılarımda da “huzursuzluk” bulutları fink atmaya başlayınca tat almakta zorlandım.

**
Ayhan abime sitem ettim şaka yollu:

“CHP’den bir milletvekili çıkaramayacak mı bu şehir?”

“Ben elimden gelen desteği yaptım, çıkarırdı çıkarmasına ama Bağımsız aday işi bozdu.”

“Neyse, en azından tulum çıkarmasına engel olmuşsunuz. Televizyondan izledim, gaza getiriyordu sizleri, ‘Dadaşım benim’ diyerek.”

**

Her ne kadar Cahit Can’ın “Ben Dadaşım” adlı şiirinde Dadaşlığa başka damardan girse de bu şiirinin nakarat kısımlarında şöyle der:

Ben Erzurumluyum, dadaşım dadaş!
Benim ile oyun olmaz arkadaş!

**

Sünnet konvoylarının biri çıkarken Abdurrahman Gazi türbesine, düğün konvoylarından biri yokuş aşağı iniyordu.

Korna çalarak hızla inen araçların önüne odun, taş, el arabası gibi şeylerle barikat kurup, bahşiş koparmaya çalışan gençleri, çocukları görünce içim cız etti.

Adeta ölümü göze almışlardı. Gene de bahşişi alamamanın kızgınlığıyla yolun kenarına çekildiklerinde bir sonraki konvoyu nasıl hesaba getiririz diye kendilerini bileyledikleri kesin.

Kimdir bu Gazi?

Kısaca:

Peygamber’in Orduları Erzurum’u fethediyormuş. Alemdarı, sancaktarı, bayraktarı olan Abdurrahman’ın kafası bir düşman kılıcı ile kesilmiş, yere düşmüş.

Kellesini koltuğuna alan bu mübarek zat, elinde bulunan İslam'ın Sancağı’nı Palandöken’in en tepesine dikmek için dağa doğru koşmaya başlamış.

Dağın bu mevkiine geldiğinde dağda bulunan çocuk, kadın, çoban her kimse onun bu haline şaşırıp kalmışlar.

“Ula hele bakın adamın kafası yerinde yok” diye birbirlerine bağırırken adama nazar değmiş, olduğu yere düşmüş.

Düştüğü yere türbesi yapılmış. Türbenin yanına bir süre sonra cami yaptırılmış.

Hatta Marifatname sahibi Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleriyle oğlu Mehmet Sakir ve yeğeni Yusuf Efendi Abdurrahman Gazi tekkesinde zaviyedarlık vazifesi yapmışlardır.

Neden Abdurrahman Gazi’nin türbesine gitmeden edilemez, düğünler?

Bu sorunun cevabını vermek hem kolay hem de zor, hem de gereksiz.

Ancak bu türbenin kapısında yazılanların ne derece gerçeği yansıttığını bir başka açıdan kurcalayacak olursak o zaman sözü bir başkasına verelim.

Bu konuda İbrahim Hakkı Konyalı şöyle yazıyor:

"Eskiden beri maneviyat sömürgecileri büyüklüğü mânada ve ruh yüceliğinde değil azametli maddede araya gelmişlerdir. Bir Mum-i Abin kaynağının başına seksen adım uzunluğunda bir mezar yapmak ve baş ve ayakuçlarına muazzam taş sütunlar dikmek suretiyle avam avcılığı yapmışlardır, insanların boyları, bosları, cüsseleri onbinlerce asırdan beri malumdur. Avam istismarcılarının gönül ve kalp değil de göz doyurmak ve doldurmak suretiyle menfaat sağlamaları da pek yeni değildir. İstanbul Yuşa tepesindeki Hergül’e nispet edilen mezar hiç de Belam’ın mezarından küçük değildir. Yagan köyündeki Yağan Paşa’ya atfedilen mezar da böyledir.

Tarihin birçok devrinde “Boz Eşekçi”ler var olmuştur.

Hikaye malûm:

İran’da şöhretli bir şeyh varmış. İran’ın uzak bir köyünden bir delikanlı onun, dergahına gitmiş, senelerce şeyhe hizmet etmiş, nihayet irşat iznini almış, bir boz eşeğin sırtına kitaplarını ve nevalesini yüklemiş, köyüne dönüyormuş, burada irşat vazifesini yapacakmış. Aşılması zor bir belde eşeği ölmüş. Şeyh namzedi yolda kalmış. Hemen eşeği olduğu yere gömmüş, üstüne hörgüçlü bir mezar yapmış, yolcuları, kervanları beklermiş, bunlar yaklaşınca eline bir kitap alır, diz çöker okumaya başlarmış. Kendisine soranlara da burada yatanın (Boz Baba) hazretleri olduğunu söylermiş. Gelip geçenler kendisine o kadar çok ihsanlarda bulunmuşlar ki boz eşeğin üstüne bir türbe, yanına bir zaviye yapmış… Burası az zamanda bir kasaba haline gelmiş, mürşidin şöhreti de baştanbaşa İran’ı tutmuş.. Bir gün İran’daki şeyh, gideyim bizim dervişi göreyim demiş, ziyaretine gelmiş… Yiyip içtikten, hoş beşten sonra müridinin kulağına eğilmiş:

-Bu Türbede kim yatar? demiş. Aldığı cevap kısaca şu:

-Boz eşek!...

Şeyh:

Mehmet, demiş, bizdeki de onun babası!...”

Yazar, 35 sayfa boyunca Abdurrahman Gazi’nin halk arasında bilindiği veya inanıldığı gibi gerçektende Hazreti Peygamber’in sancaktarı olup olmadığını araştırmalarıyla anlatır.

Sonunda:

“Abdurrahman Gazi kimdir? Kitabımızın birkaç yerinde delilleriyle tekrar ettik ki Abdurrahman Gazi, Hazret-i Peygamber’in eshabından ve alemdarlarından değildir. Kim olduğu, ne vakit yaşadığı, ne vakit öldüğü hakkında 20.nci asır ilminin istediği vesikalardan mahrumuz….”

Sonra Eshapdan meşhur olan bütün Abdurrahmanların ne yaptıklarını anlatır ve son cümle olarak konuyu şöyle bağlar:

"Eğer bu istismar kasdiyle (Abdulvahaf Gazi) gibi uydurulmuş bir zat değilse muahhar asırların (Abdurrahman) adlı bir bahtiyar mevtadır.
Allah rahmet eylesin.”

İbrahim Hakkı Konyalı, Abideleri ve Kitabeleri ile Erzurum Tarihi, Aralık 2010 (ERZURUM 2011 UNIVERSIADE, Başbakanlık Tanıtma Fonunun Desteği ile Yayınlanmıştır.)

-Zaman bulursam devamı olacak-

Emin
24-08-2011, 02:07
Erzurum’da görülmesi gereken dostlarımı görmüş ve yaşanmışlıklarımı hatırlamaya çalışmıştım ama doğrusu anılarımdan da bir tat alamamıştım.

**

İki gün boyunca, gece gündüz, tam gün Ayhan abiyle birlikteydik. O işyerinde günlük işlerle uğraşırken ben de onunla konuşmadığımız zamanlarda bürosundaki kitaplara dalıyordum.

Bir ara bana laf sokmaya başladı:

“Hani sen yalan söylemezdin!”

“!?...”

“Peygamber Efendimizin bilmem kaç tane hanımı var demiştin! Yirmiden fazlaydı galiba?”

“Doğrudur, demişimdir; aklımda kaldığı kadarıyla 23 demiş olabilirim.”

“Ulan Teyyo, öyle bir şey yok, iftira etmeye utanmıyor musun?”

Böyle başlayan sohbetimsi sözler uzadıkça gıcık verici bir hal aldı.

Beni sıkıştırmasına gerek olmadığını, internette bir sürü mübarek sitelerinin varlığından dem vurarak oralarda araştırma yaparsa benim dediğim rakamlar civarında bir sayıya erişeceğini önerdimse de o tutturmuştu bir kere.

Neredeyse 20 yıl önce söylediğim bir konuyu şimdi niye deşelemeye çalıştığını doğrusu anlayamamıştım.

“Hayırdır, şimdi bu konu nereden geldi aklına? Peygamber Efendimizin yolundan gitmeye mi karar verdin?” diyerek bu kez de ben laf soktum.

***

Esasında böyle mübarek günlerde bu tür konuların yazılıp konuşulması çok tuhaf gözükmese de içerik olarak hayırlara vesile olacak sonuçları doğuracağına pek inanmam.

Ayhan abimle hukukumuz farklı olduğu için ona söz verdim: “Muhtemelen o listeyi İlhan Arsel’in Şeriat ve Kadın adlı kitabından almışımdır, döndüğümde bulup buluşturup sana gönderirim, hiç merak etme” dedim ve konudan uzaklaşmaya çalıştım.

***

Verdiğim bu sözü yerine getirmek için “Şeriat ve Kadın” adlı kitabı buldum ve başladım sağından solundan, yanından yöresinden okumaya. Bu sıcak havalarda kitap okumak hiç zevk vermedi. Gözüme ilişen ve ilgimi çeken bir yerinden başlayınca bu kitapta neyi aradığımı unutup, daldırıp gidiyordum.

Uzatmayayım, ilgili yeri buldum ve buradaki bilgileri yazmak için kitabın arasına bir kağıt yerleştirdim ama aşağı yukarı iki hafta sonra o kağıdı yerinden çıkarabildim.

***

Hazır bu konuya dalmışken, bari Diyanet’in internet sitesine girip biraz bilgi devşireyim dedim.

Böyle nizalı konularda konuşurken, insanın sırtını dayayacağı nispeten sağlam yerlerin olması lazım.

Tabii ki Diyanet, İlhan Arsel ağzıyla ve mantığıyla konuşacak değil.

Diyanet, bu konuyu işlerken nelere dikkat etmemiz gerektiğini “arif olana” anlatıyor:

“Dolayısıyla onun evlilikleri değerlendirilirken dönemin siyasal, sosyal ve kültürel şartları gözönünde bulundurulmalıdır. Çünkü kendi döneminde dostlarından ve düşmanlarından hiç kimse onu bu uygulamasından dolayı eleştirmemiştir.”

İlgili yazıda, hanımlarının isimlerini sıralamadan önce “Hz. Peygamber on bir hanımını bir arada nikahı altında bulundurmuştur; vefatı esnasında ise nikahı altında dokuz kadın vardı” dedikten sonra:

“Hz. Peygamber'in hanımlarının isimleri şöyledir” deyip yan yana ama numaralandırmadan yazmışlar.

(Ben de bu listeyi alt alta ve numaralandırarak yazdım ki, İlhan Arsel’in kitabında ki isimlerle karşılaştırma yapmak kolay olsun.)

1. Hatice bint Huveylid
2. Sevde bint Zem'a;
3. Aişe bint Ebû Bekir;
4. Hafsa bint Ömer;
5. Zeyneb bint Huzeyme
6. Ümmü Seleme
7. Zeyneb bint Cahş
8. Cüveyriye bint Hâris
9. Reyhâne bint Zeyd
10. Safiyye bint Huyey
11. Ümmü Habîbe bint Ebû Süfyan
12. Mâriye
13. Meymûne bint Hâris

***

Gelelim İlhan Arsel’in (6. Baskı İstanbul 1990) “Şeriat ve Kadın” adlı kitabın 300 ve 301 nci sayfasındaki bilgilere:

“Her ne kadar İbn Sa’d ve ona Hişam bin Muhammed’ten gelen haberlere göre Haris, Muhammed’in 15 kadınla evlendiğini ve 13’ü ile zifaf olduğunu bildirmekle beraber Taberi’nin belirtmesine göre Muhammed’in evlendiği kadınların sayısı 23’ü bulmaktadır. Bunlar şunlardır;
1. Hüveylid bin Esed bin Abdul’Uzza’nın kızı Hatice
2. Ebu Bekir’in kızı Ayşe
3. Zam’a bin Kays bin Abdişems bin Abdi Vedd el Vudd bin Nasır’ın kızı Sevde
4. Ömer bin Hattab’ın kızı Hafza
5. Ebû Umeyye bin Mugire'nin kızı Ümmi Seleme
6. Harîs bin Ebû Zirâr'ın kızı Cuveyre
7. Ümmi Habibe
8. Cahs bin Ribab'ın kızı Zeyneb
9. Ubeyd bin Ka'b'ın kızı Safiye
10. Hârîs bin Hûz'un kızı Meymune
11. Rifaa'nın kızı Neşat
12. Amr'in kızı Şenba
13. Cabir'in kızı Gaziye
14. Numan bin Esved'in kızı Esmâ
15. Beni Kurayza'dan Zeyd'in kızı Reyhane
16. Kıbt kavminden Marya (cariye olarak kullanmıştır, İbrahim adındaki oğlu bu kadından olmuştur.)
17. Huzeyme kızı Zeyneb
18. Dihye bin Halife Kelbî'nin kız kardeşi Şerafi
19. Zayba'nın kızı Aliye
20. Kays bin Ma'di Ker'b'in kızı Kutayle
21. Şurayh'ın kızı Fatma
22. Huzeyl bin Hubeyre'nin kızı Havle
23. Hazrec'in kızı Leylâ
24. Yezid'in kızı Umre."

"Bütün bu kadınlar arasında Marya ve Reyhâne Muhammed'in odalıklarından sayılır. Gâziyye'yi, zifaf gecesi yaşlı bir kadın olduğunu anladığı için, derhal boşamıştır. Şenba adındaki kadını ise, zifaf olacağı zaman hastalığı tuttuğu için koynuna almamış ve fakat bu sırada oğlu İbrahim'in ölümü üzerine Şenba "Muhammed Tanrı elçisi olsaydı oğlu ölmezdi" diye konuştuğu için derhal boşamıştır. Esmâ'yı da, sırtında lekeler gördüğü için boşamıştır.
Bütün bu yukardaki evliliklerini Muhammed, 25 yaşında iken evlendiği ve kendisinden 15 yaş büyük olan Hatice'nin ölümünden sonra yapmıştır."(*)

(*) Bu hususlar için bk. Taberî age, (1966), II, sh. 834-848.
Evli bulunduğu karılarının sayısı hakkında ayrıca bk. Sahih-i Buharı Muhtasarı..., XI, sh. 284-289.

***

“Şimdi böyle günlerde bu türden yazılar yazmanın yeri ve zamanı mı?” diye bir soran çıksa ne diyeceğim!?

Bulanık suda balık avlanmaz mı?

-devamı olacak-

Emin
26-09-2011, 01:22
Erzurum’da Ayhan abimin bürosunda oturuyorum.

“Sünnet düğünü” için gelmiştik.

Süreyi biraz uzatarak Antalya’nın sıcağına ne kadar geç dönersek kârdır diye düşündük.

Ben özellikle fırsat yaratarak düğün evi kalabalığından kaçıp, Ayhan abiyle buluştum.

Adam, işadamı olunca birlikteliğimizin önemli bir kısmı işyerinde geçti. Mekân işyeri olunca gelen giden çok oldu. Yer yer konuşmalara kulak kabartsam da arada sırada da kendimle baş başa kalmayı tercih ediyor, büroda bulunan sehpanın ve rafların üzerindeki dergilere, kitaplara, kataloglara ve yerel gazeteye dalıp gidiyordum.

Palandöken Gazetesine göz atarken şöyle bir başlıkla karşılaştım:“İsmail Ağa Cemaati davası sonuçlandı”

Haberi okumaya başladım.

“Erzincan Cumhuriyet eski Başsavcısı İlhan Cihaner'in başlattığı ve Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı Osman Şanal'ın yürüttüğü 'İsmail Ağa Cemaati' davasında 16 cemaat üyesi 'Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs etmek' suçundan yargılandığı davada beraat ederken, 14 sanığa 'Yasalara aykırı eğitim kurumu açmak' suçundan 5'er ay hapis cezası verildi.”

Okumaya devam etmedim.

Daha doğrusu haberin devamını değil de okuduğum yeri bir kez daha okuduktan sonra durup düşünmeye başladım.

“Bu yazıyı okuyan ne anlar?” diye sordum kendime.

Savcının biri bir dava başlatmış, bir başka savcı da devam ettirmiş ve işte o dava sonuçlanmış; diye anlar.

Hafızamı yokladım.

Hiza ve istikamete sokamayacağım kadar karışık kuruşuk olaylar, konular kafamdan geçti.

Televizyona servis edilen İlhan Cihaner’in makamında tartaklandığı görüntüler ilk başta gözümün önüne geldi. O görüntüler bile net değildi. Sanırım bir iki polis gözaltına almak için çırpınıyordu…

O görüntülerden kurtarıp kendimi başka ne hatırlıyorum diye yoğunlaştım hafızama.

Bu adama açılan bir dava vardı, çardak mı ne yaptırmıştı lojmana?

Yüksek mahkemelerde ifadesinin alındığını hatırladım.

Yine karışık kuruşuk bu savunma süreci sonunda adamcağızı görevine iade edilişini ama bakmakta olduğu dava dosyasının da elinden alındığını…

Konunun detaylarını ise hiç hatırlamadığımı anladım.

Sonra, bu başsavcının bir nevi rütbesi sökülerek savcı yapıldığını ve bir yerlere tayin edildiğini…

Ama nereye tayin edildiği aklıma gelmedi.

Sonra, seçim zamanı gelince emekliliğini istediğini ve CHP’den aday olduğunu ve seçildiğini…

Ama nereden seçildiğini hatırlamadım.

“Ulan” dedim kendi kendime “ben eğer bu kadar sığ bir şekilde hatırlıyorsam, çevremdeki insanların, eşimin, dostumun bu konuyla ilgili doğru dürüst hiçbir şey gelmez akıllarına.”

Çünkü dünyaları farklı!

Peki, hatırlamak zorundalar mı?

Değiller!

Herkesin bir dünyası var.

Hastası olan var, borcunu düşünen var, işini düşünen var, dersini düşünen var, dizileri düşünen var…

Var oğlu var!

Bu arada bir parantez açıp yukarıdaki tespitimi doğrulayan bir şey anlatayım.

Düğün evi kalabalıktı. Sünnet çocuğunun yatağına takısını takan salona geliyor, yemek, tatlı, içecek gibi ikramlardan sonra biraz havadan sudan sohbetlere takılıyordu. Diğer şehirlerden gelen akrabalar ise ara sıra balkona çıkıp sigara içtikten sonra salona dönüyordu. Bir ara hareketlilik azaldı ama salon yine tıka basa dolu. Konuşmalar zaman zaman siyasete girip çıkıyordu. Bu girip çıkmalar genellikle ve çoğunlukla hükümetin ne kadar iyi şeyler yaptığına ve başbakanın ne kadar mükemmel bir adam olduğuna yönelikti.

Benden küçükleri kendimden soğutmamak, büyükleri de küstürmemek için ha bir de her ne kadar aileden sayılsak da neticede düğün evinin misafiri olduğumuzu hatırda tutarak beni ifrit eden konuşmaları duyup, duymazlıktan geliyordum.

“Duble yollar” methiyesi yapılırken, tutamadım kendimi “Yapacak tabii” dedim sert bir tonla, “kesintisiz 9 senedir iktidarda, yapacak tabii, hem babasının parasıyla mı yapmış yoksa yol yapımında kazma mı sallamış, abartmayın, şişirmeyin bu kadar, yol yapmayacak da ne yapacak, görevi zaten” diyerek elimde olmadan konuyu alevlendirmiş oldum.

Ev sahibine ayıp oldu ama artık yapacak bir şey yoktu, tartışma dövüşme tonunda devam ediyordu.

Benim gibi düşünen ve susan sadece bir kişi vardı, o da ara sıra birkaç kelam etti ama nafile…

Birilerini ikna etme gibi bir düşünce ve gayretin içinde çok uzun süreden beri uzak durduğumdan olacak, esasında rahattım.

Pek hoş ve doğru değil ama “Kim hangi taş büyükse kafasını ona vursun” deyip geçiyorum.

Ancak tartışmalar, Ergenekon’dan Balyoz’a, vanminüt'ten, dış politikaya, referandumdan, seçim konuşmalarına kadar her konuda dallandı, budaklandı, yapraklandı…

Bir ara “cemaatler” konusuna girildi.

İşte o sırada bir punduna getirip okuduğum haberin de etkisiyle: “Cihaner’i bilirsiniz!?” dedim.

O koca kalabalıktan “bu konuyu az bucuk biliyoruz” anlamına gelen bir işaret göremeyince, sezemeyince “hani Erzincan Başsavcısıydı, cemaatlerle ilgili bir dosya hazırlamıştı da, bu hükümet elinden dosyayı almıştı ya?” diye sorumu açtım.

I ııh, konunun farkında olan yok!

İşte o cevabı bekleme kısa süresi içinde, bir gün önce kendimi eleştirdiğim an geldi aklıma.

Yukarıda yazmıştım aynı cümleyi yineleyeyim.

“Ulan” dedim kendi kendime “ben eğer bu kadar sığ bir şekilde hatırlıyorsam, çevremdeki insanların, eşimin, dostumun bu konuyla ilgili doğru dürüst hiçbir şey gelmez akıllarına.”

Hem bir gün önce kendi kendime yaptığım değerlendirmemde haklı çıkmıştım hem de bu konuyu niye çok az hatırlıyorum diye kendime haksızlık etmiştim.


(Devam edecek)

ar_de_
26-09-2011, 16:41
arkası yarın ... teşekkürler :)

( bu arada : "üyemizin posta girişi doludur. eski mesajlarını silmeden yeni özel mesaj alamaz." uyarısı yüzünden mesajınızı cevaplayamadım. bir süre sonra tekrar deneyeceğim )

Emin
01-10-2011, 03:51
Evet, var oğlu var!

Herkesin kendine göre işi var, gücü var.

Bu yaşam meşgalesinin üstüne üstlük “unutma” gibi çoğu zaman meziyet olarak gördüğüm özelliklerimiz var.

“Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür.”

Yani “İnsanın hafızası unutma ile özürlüdür.”

Bunama seviyesinde değil belki ama normal unutmanın bir iyi bir şey olduğunu düşünürüm. O yüzden yukarıdaki özlü sözü gölgelemek için demiyorum ama unutmanın bir eksiklik, hata, günah, özür, kabahat gibi bir şey olduğuna inanmıyorum.

Belki de çok unutkan biri olduğum için böyle düşünüyorumdur. Hele eşimle ilgili birçok özel günleri veya verilmiş sözlerimi unuttuğumu ve bu unutmalarımın bedelini nasıl ödediğimi…

Elbette unutulmayacak, unutturulmayacak konularımız, değerlerimiz, şeylerimiz de olmalı.

Kaldı ki bazı şeyleri unutmak istesek bile unutamıyoruz!

İşte o yüzden, ben de elimden geldiğince unutkanlığımı bastırmak için fırsat ve zaman buldukça yazmaya ve okumaya çalışıyorum.

Her neyse, şimdi gene okuduğum “habere” geri dönüp kaldığım yerden konuyu kurcalamaya başlayayım. Bu yazıları yazmamın nedeni de “o yarım sayfalık haberi” okuduğum zaman kendi içimde yaşadığım sıkıntılı dakikalar değildi. Ne dakikası, saatlerce sürdü belki.
Beni sıkan, ruhumu sıkıştıran sadece unutkanlığım da değildi, haberin yalınlığı da değildi…

Sanırım 25 Eylül 2011 tarihinde, tam gününü unuttum şimdi, (bak unutmak gene karşıma çıktı. Hani derler ya: “akşam ne yediğimi unuttum” diye, benim durumum da o hesap,) Flaş TV’de izlediğim bir programdan ötürü bu yazıları yazıyorum.

Neyse, o güne dönecek olursam; “haberi” satır satır okudum. İçimden konuştum, bazı kelimeleri kendimce değiştirip cümleleri yeniden kurdum, dalgamı geçtim, sorular sordum, kısacası konuyu ve haberi iyice anlamaya çalıştım.

“Erzincan Cumhuriyet eski Başsavcısı İlhan Cihaner'in başlattığı ve Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı Osman Şanal'ın yürüttüğü 'İsmail Ağa Cemaati' davasında 16 cemaat üyesi 'Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs etmek' suçundan yargılandığı davada beraat ederken, 14 sanığa 'Yasalara aykırı eğitim kurumu açmak' suçundan 5'er ay hapis cezası verildi.”

Erzincan’da başlatılan dava Erzurum’da hem de özel yetkileri olan bir Ağır Ceza Mahkemesinde devam etmiş.

Halla halla, başlatılan bu dava neredeyse bütün cemaatleri kapsıyordu! Unutmuşum demek ki, ya da yanlış hatırlıyorum.

Sanık sayısı da azmış! Benim aklımda yüzlerce sanığın olduğu kalmış.

Bu sanıkların bazıları Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya bazıları da yasalara aykırı eğitim kurumu açma suçundan yargılanmış. Olabilir! Koca cemaat bu, herkesin suçu aynı olacak değil ya? Ancak en ağır suçtan yargılananlar beraat, daha hafif suçtan yargılananlarsa koskoca 5 ay ceza almışlar!

“Erzurum Özel Yetkili 2. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yapılan sekizinci duruşmada karar açıklandı. Tutuksuz sanıkların hazır bulunmadığı duruşmada, avukatları Lokman Okumuş ile Alparslan Sarcan yer aldı. Mahkeme Başkanı Mustafa Karatay, sanık avukatlarından son sözlerini istedi. Cumhuriyet Savcısı Ender Karadeniz, savcının esas hakkındaki görüşü doğrultusunda karar verilmesi gerektiğini bildirdi.”

8 duruşmada bu iş bitmiş, güzel.

Ne güzel! Sanıklar hem tutuksuz hem de mahkemeye bile gelmemişler!

Vay be, kırk kişiye iki avukat yetmiş! Bir avukatın dava ücreti ne kadar acaba? Sözgelimi ben avukat olsam ve bu davaya da 20 bin liraya baksam, her müvekkilim bin lira verse olur biter. Sanıklarında bu vesileyle ekonomik durumları sarsılmamış olur.

Hayret, hâkim avukatlardan son sözlerini sormuş. Yazının gidişinden onlar ne demiş son söz olarak anlamadım.

Cumhuriyet Savcısı Ender Karadeniz, savcının esas hakkındaki görüşü doğrultusunda karar verilmesi gerektiğini bildirmiş. Osman Şanal değil miydi bu davanın savcısı? Belki izindedir, belki başka bir yerlere atanmıştır.

“Mahkeme, 3'ü kadın 16 sanığın Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs etme suçunu işlediklerinin sabit olmadığını bildirerek, ayrı ayrı beraatlerini uygun gördü. Sanık Adem S., Cemal G., Bahattin U., İsa K., Cenk D., Şevket G., Ahmet Bahadır A., Kadir Naci G., Zükarneyn C., Fatih K., Yunus M., Mümtaz T. ve Murat S.'nin ise yasalara aykırı olarak eğitim kurumu açmak suçunu işlediklerini sabit bulan mahkeme, TCK'nın 263. maddesi uyarınca 11 kişiyi önce 6, daha sonra indirim uygulayarak 5'er ay hapis cezası ile cezalandırılmalarına karar verdi.”

Bu da güzel! Beraat edenlerin isimleri bile basına verilmemiş. Gerçi bu sanıkların kimler olduğunu, ne iş yaptıklarını filan ben zaten bilmiyorum, basında masında da rastladığımı hatırlamıyorum. Genellikle, insan beraat etse de mahkemelik olması, hele hele gözaltına alınması, tutuklanması bir kara leke gibi görülür yaşadığı çevrelerde.

Ceza alanların isimleri belirtilmiş ama soyadları basından esirgenmiş, bu da güzel. Bunların suçları mahkemece sabit görülmüş olsa da eşleri var, çocukları, akrabaları, kapı komşuları, seveni, sevmeyenleri var.

Yazının akışında bir hata var sanki. 14 kişinin isimleri sayılmış ancak 11 kişin önce 6 sonra 5 ay ceza aldığı belirtilmiş. Gazeteye ya yanlış yazılmış ya da 3 kişi için farklı bir ceza verilmiş.

“Sanıkların daha önce kasıtlı bir suçtan mahkûm olmamaları, kişilik özellikleri, duruşmadaki tutum, davranışlarını dikkate alan mahkeme, hükmün açıklanmasını 5 yıl süreyle erteledi. Denetimli süresi içinde kasten yeni bir suç işlemedikleri takdirde açıklanması geri bırakılan hükmün ortadan kaldırılarak, davanın düşmesi kararlaştırıldı.”

Valla ne diyeyim “güzel” demekten başka.

Yazıdan 8 nci duruşmaya katılmadıkları belli ama demek ki önceki duruşmalara sanıklar gelmişler, tutumları ve davranışları da mahkemenin çok hoşuna gitmiş.

Bu kadar yaygara hepi topu 6 aylık bir ceza için miymiş? Acaba kanunun öngördüğü en düşük ceza mı verilmiş? Olabilir, bizim kanunlarımızda bazen, örneğin “3 yıldan 5 yıla kadar,” ya da “7 yıldan az olmamak üzere” gibi hükümler olur…

6 aydan 1 ay ıskonto yapılmış ve 5 aya inmiş, güzel!

Hükmün açıklanması 5 yıl ertelenmiş, anlamadım. Hüküm verilmiş zaten. Acaba hüküm giymişlerin 5 aylık cezaları mı 5 yıl sonrasına ertelenmiş? Muhtemelen öyledir.

Haa! Anladım galiba. Yazının son cümlesinde belirtiliyor. 5 sene boyunca bir denetim altında olacaklar, eğer bir kasıtlı bir suç işlerlerse bu 5 aylık cezayı yatacaklar. İşlemezlerse verilen bu hüküm de ortadan kalkacak, üstelik dava da düşmüş olacak.

Sen sağ, ben selamet!

Sıradan bir vatandaş olarak ben bu haberi böyle okudum, bu kadarıyla yorumlayabildim ama fazlasıyla gerildim.

Acaba bu haberi Palandöken Gazetesi gibi diğer gazeteler ve televizyonlar da verdiler mi? Vermiş olabilirler diye düşündüm ancak verseler de sanırım bu yerel gazetede sunulduğu kadardır.

Televizyon izleyecek durumda değildim, çok uzun süredir gazete mazete de okumuyorum. Bir iki aydır İnternette bazı gazetelere bakıyor, birkaç değer verdiğim köşe yazarını okuyorum ama bu okumalarımı 5 sene önceki okumalarımla karşılaştıracak olursam “onda biri” diyebilirim.

Fırsat bulursam bu davayla ilgili çıkan haberleri internetten araştıracağım, dedim kendi kendime.

**

Konuyla ilgili merakımı gidermek için internetten bulduğum Hürriyet Gazetesinin şu haberini araya sıkıştırıp konuya devam edeyim.

Yalnız bu haber davanın sonuçlanmasıyla ilgili değil 21 Şubat 2010 tarihinde yazılmış.

Tüm ülkeyi sarsan yargı krizinde gözler, İsmailağa Cemaati’ne yönelik soruşturmayı başlatıp tutuklanan Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner ile onu tutuklatan Erzurum Savcısı Osman Şanal’ın bu soruşturmaya ilişkin yaklaşımlarına çevrildi.

İsmailağa Cemaati soruşturmasında iki savcı arasındaki yöntem ve yaklaşım farkları şöyle:

GİZLİLİK FARKI

İlhan Cihaner İsmailağa Cemaati’ne yönelik soruşturmayı 2 Kasım 2007’de başlattı. 20 ile yayılan, İstanbul’a kadar uzanan soruşturma, cemaatin kreş görünümünde, “Sübyan Mektebi” adıyla 4-6 yaş grubu için kaçak din eğitimi kurumu açmak, yasadışı örgüt kurma, bu örgüte üye olma, yasadışı yardım toplama, cinsel saldırı ve Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs suçlamalarıyla yürütüldü. Gizli soruşturmada örgütün içe kapalı yapısı, keskin hiyerarşisi nedeniyle iletişim tespitleri esas alındı.

Osman Şanal İsmailağa Cemaati’ne yönelik başlatılan soruşturmanın valilik ve bakanlıktan gizlenerek yürütüldüğünü, yetki aşımı olduğunu öne sürdü.

KOLLUK FARKI

İlhan Cihaner Cemaate yönelik soruşturmayı, jandarmanın çevre köylerde okul öncesi çocukların ailelerinden alınıp izinsiz eğitim verildiği istihbaratı üzerine jandarmaya verdiği talimatla başlattı, ilde de cemaatle bağlantılı isimleri takibe aldığını savundu. Cemaatin emniyetle bağlantısını dinleme sırasında tespit ettiklerini belirtti.
Osman Şanal Başsavcı Cihaner’in il merkezinde soruşturmayı polis yerine jandarmayla yürütmesinin görevi kötüye kullanma suçu olduğunu öne sürdü.

ŞÜPHELİ FARKI

İlhan Cihaner 1.5 yıl süren soruşturma sonunda 23 Şubat 2009’da 26 kişi gözaltına alındı, 9 şüpheli tutuklandı, toplam şüpheli sayısı 235’e ulaştı.

Osman Şanal Sert yetki tartışmaları sonrası dosya görevsizlikle kendisine gönderildi. 235 kişiden 16’sına dava açtı, 9 şüpheli serbest bırakıldı. Tutuklu kalmadı.

KANUN FARKI

İlhan Cihaner Soruşturmayı “Kanunun suç saydığı fiilleri işlemek amacıyla örgüt kuranlar veya yönetenler.. iki yıldan altı yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır” diyen TCK 220 uyarınca yürüttü.

Osman Şanal Kendisine bu örgütün silahlı olduğuna dair bir ihbar mektubu geldiğini gerekçe gösterip “Yetki bende” diyerek dosyayı Cihaner’den aldı. 16 sanık hakkında TCK 309’dan, “Anayasa’yı ihlal” suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis istemiyle dava açtı. Ağır suçlamaya rağmen 9 kişi bırakıldı.

GENİŞLEME FARKI

İlhan Cihaner Yürüttüğü soruşturma 20 ile yayıldı. 26 kişinin alınıp 9’unun tutuklandığı günlerde gözaltı talimatı verdiği kişi sayısı 69’du. Bu 69 kişi içinde cemaatin İstanbul’daki liderleri Mahmut Ustaosmanoğlu, Cübbeli Ahmet, Yeni Şafak Gazetesi’nin sahibi Ahmet Albayrak ve işadamı Mehmet Çelik de vardı.

Osman Şanal Erzincan’dan dosyayı aldığında soruşturma Erzincan-Erzurum boyutuyla sınırlı tutuldu, diğer illere yönelik işlemleri durdurdu.

YÖNTEM FARKI

İlhan Cihaner İhbar mektupları yerine istihbari bilgileri soruşturma için esas aldı. İsmailağa cemaatinden sonra Fethullah Gülen cemaatine yönelik soruşturmayı da aynı yöntemle başlattı.

Osman Şanal Hem İsmailağa cemaati hem de daha sonra başlatılan Gülen cemaati dosyalarını isterken her iki istemine kendisine gelen örgütlerin “silahlı olduğu” iddialı ihbar mektuplarını gerekçe gösterdi.

YETKİ FARKI

İlhan Cihaner Benzer istihbari bilgileri baz alarak bu kez Fethullah Gülen Cemaati, Süleymancılar ve Menzil tarikatına yönelik soruşturma başlattı. Bu kez iletişim tespitinden önce Türkiye çapında bu gruplarla ilgili yürütülmüş takip ve soruşturma dosyalarını yazışmalarla istedi.

Osman Şanal Gülen cemaati hakkında kendisinin de soruşturma yürüttüğünü öne sürdü, dosyayı istedi. Hatta Erzincan’da Gülen cemaatine mensup kişileri gözaltına aldırıp bıraktı. Cihaner, “Bu gözaltılar benim soruşturmamı deşifre etti” itirazı yaptı. (Hürriyet)

Bu haber ne derece doğrudur, yanlıştır bilemem ama unuttuğum birçok konuyu bu haberle biraz daha netleştirmiş oldum.

İnternetten konuyla ilgili sayfaları araştırırken ne görsem beğenirsiniz; HSYK’nın son atamalarıyla Osman Şanal Antlaya Cumhuriyet Savcısı olmuş!

Bu yazdıklarımdan “kıllanıp” seramı serime geçirmesin? Olur mu, olur!

(Devamı Fırsat Bulursam Olacak)

Emin
28-10-2011, 00:46
Birkaç haftadır içimde oluşan yazma isteğimi boğup duruyordum. Daha doğrusu bölük pörçük yazdığım konuyu biran evvel tamamlama arzusuyla doluydum. Ancak şu sıralar yaptığım işin yoruculuğundan ötürü de öyle ha deyince yazı yazacak durumda olamıyordum.

Derken, işimin yoruculuğunu biraz azalttım ve tam yazmaya zaman ayıracağım zamanı bulmuştum ki, arka arkaya can sıkıcı haberler gündeme oturdu.

Sel felaketiyle başlayan haberleri şehit haberleri izledi.

6 polisin şehit edilmesi, ardından 24 askerin, onun ardından 1 askerin, 3 askerin derken ve sonunda Van Depremi…

Şimdi, gündemin çok hızlı değiştiği böyle günlerde yarım bıraktığım konuya dönersem, “birkaç” ama “çok kıymetli” okuyanın olduğunu bildiğim bu yerde, bana ne derlerdi?

İlle de bir şey yazacaksam konusu deprem olsun dedim ama bu kez de ne diyeceğimi, konuya nereden gireceğimi bilemedim.

Deprem, kime tam olarak ne hissettirir, neyi yaşatır az çok kestirebilsem de, genelleme yapabilecek kadar ileri düzeyde bir değerlendirme yapamayacağımı biliyorum.
Ancak şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim: Nasıl her kafadan başka bir ses çıkıyorsa, her vicdandan da başka sızı ve sızıntılar çıkar, çıkacaktır da benim tanıdığım ülkemde. Aksine inanamam!

Deprem öncesiyle, deprem anı ve sonrasıyla geçmişte duyduğum, gelecekte duyacağım sözler, görüntüler, hayatta kalma ve ölüm öyküleri, yorumlar, isyanlar, küfürler, dualar, tevekküller, inlemeler, kısacası hiçbir şey artık beni şaşırtmıyor.

Demek istediğim şu: Depremle ilgili olan ve olacak olan ne varsa ne “hoş görebiliyorum,” ne “hor görebiliyorum.”

“Olabilir, mümkündür” diyerek her şeye (tevekkül etmek değil ama) “kabullenir” bir adam olmuşum.

Yazdıklarım “salakça” gelebilir, okuyana; bana da “salakça” geliyor.

Diyelim ki, enkazdan mucize bir kurtuluş olmuş, elbette çok seviniyorum, hem de kendim kurtulmuşum gibi oluyorum ama sevincim çok kısa sürüyor, o kişiyi bundan sonra bekleyen belalı yaşamı düşünüyorum hemen. Dolayısıyla sevincimle üzüntüm kafa kafaya çarpışıyor.

Gene diyelim ki, yardım malzemeleri yağmalanmış, yukarıda dediğim gibi “şaşırmıyorum,” hemen, bir iki saniye içinde ana avrat düz gidiyorum ama belki daha ettiğim küfrü bile tamamlamadan “yağmalamayıp da ne yapacak” cinsinden bir duyguyla karşı çıkıyorum, dengeye gelip “kabulleniyorum.”

Hükümet adamlarının demeçleri, ziyaretleri öyle…

Bilim adamlarının söylemleri öyle…

Televizyoncuların yorumları, haberleri; gazetelerin manşetleri, köşe yazarları öyle…

Deprem konusunda her şey bana tanıdık geliyor, bildik geliyor sanki.

Çok sık, ağlamaya ihtiyacım varmış gibi oluyorum. Yerli yersiz ağlıyorum. Ağlamalarım da kısa sürüyor.

Belli ki ben, depremlerdeki halet-i ruhiyemi ne yapsam anlatamayacağım. Kendim anlamıyorum ki, başkasına nasıl anlatayım!?

***
Buraya kadar yazmıştım yazımı, iki gün önce.

Bekledim, göndermedim, Arka Bahçeye.

Karar veremiyordum.

Kızım aradı, Ankara’dan. Konuşurken, okulda toplanan yardımları anlatmaya başladı ve ekledi: “Baba ne oldu biliyor musun? Gelirken verdiğin kitabı ara ara okuyordum, geçen gün okuduğum makale deprem üzerineydi, Van’daki depremi anlatıyordu” der demez, hemen “O kısmın fotoğrafını çek bana e-posta ile gönder” dedim.

İsteğime anlam veremediğini düşünüyorum.

Gönderdiği resimler okunmuyordu.

Bir gün daha geçti üzerinden.

Bu kez “Üşenme, otur yaz öyle gönder” dedim.

Bir gün daha geçti üzerinden.

Nihayet, gönderdi ama yazmamış. Üşenmiş.

Anlamaz bilgisayar işlerinden, muhtemelen okuluna götürmüştür ve teknik destek almıştır birisinden.

Mecburen gelen dosyayı açıp yeniden yazdım, yazıyı.

Aşağıdaki yazı Seha L. Meray’ın “Su Başını Devler Tutmuş” adlı kitabından alınmıştır.

Okuyanlar ne düşünecek acaba? Şaşıracaklar mı, yoksa benim gibi ne diyeceğini bilemeyecekler mi?

SÜREKLİ DEPREM
Bir büyük deprem geçirdi yurdumuzun bir bölgesi: Van dolaylarında, Muradiye, Çaldıran, pek çok köy yerle bir oldu. Binlerce ölü, yaralı karda kışta açıkta kalan binlerce yurttaş!
Halkımız, bütün yurtta, kanayan gönlünü Van bölgesine açtı: Bağışlar yağdı, yağmakta. Dünya ulusları bir insanlık örneği daha verdiler; her ülke elinden gelen yardımı yapma yarışına girişti.

Ne ölçüde, nasıl bir tutumla sarılmakta yarsı deprem bölgesi halkının? Basında, depolar dolduran yardım haberleri var. Başka haberler de: Halkın süregiden sıkıntısından, örgütlenme, eşgüdüm bozukluklarından, izi yok alan yardım kamyonlarından, çalınan yardım eşyasından, donan çocuktan, kopeklerin parçaladığı cesetlerden, yardım nesnelerini “ucuza kapatmak” için akbabalar gibi üşüşen kapkaççılardan, biletsiz diye THY uçağına alınmayan yaralılardan da söz etti gazeteler.

Anlaşılmaz başka haberler de yok değil: “Kural dışılık tanımaz” havalara bürünen Türk Hava Yolları biletsiz diye deprem yaralısı almazken, Meksika'dan dönen Cephe Hükümetinin bir Devlet Bakanının buyruğu ile, İstanbul -İzmir uçağını, yolcularıyla birlikte, Ankara'ya yollamakta kurallara bir aykırılık görmez! Şaşılacak bir başka haber de şu: O her kara günde, her yere olduğu gibi, Van deprem bölgesine de ilk koşan, ilk yardım elini, ilk sıcak lokmayı, ilk çadırı, ilk battaniyeyi, ilk kanı ulaştıran -yardımlarını aralıksız bol bol sürdüren- üstelik, yardım işlerinde yüz yılı aşan yaşamıyla uzmanlaşmış tek kurul olan Kızılay’ımız, nedendir bilinmez, “devre dışına çıkartılmış”!

Dış basında neler yazılmıyor, yabancı radyolar neler söylemiyor deprem yardımlarıyla ilgili yolsuzluklar, aksaklıklar, halka ulaşmayan yardımlar konusunda! Deprem acıları yarı sıra yara içinde bıçak çevirircesine, bir de dışa yansıyan bu olumsuz görüntü var.

Bu eleştirilere Cephe yetkililerinin tepkisi bekleneceği gibi oldu: Yardım “pekâlâ” yapılmış bölge halkına; daha iyisi de yapılamazmış! Bakın ne diyor İmar ve İskân Bakanı: “Meselenin birinci safhasında on gün için yapılacak her şey yapılmıştır. Meselenin ikinci safhasında da yapılmakta olan her şey devam edecektir”. Neyi gösterir bu sözler? Her şeyden önce, bir “anlayış” biçimini: Yetkili Bakanın, “yapılması gerekli her şey”den ne anladığını! Depreme uğramış halkımıza Cephe ortaklarının verebilecekleri bu işte! Daha iyisini beklemek, istemek boşuna!

Sayın Başbakan da böyle bir anlayış içinde değil mi? “Depremin 15. gününde ilk yapılması gereken şeylerin tümü yapılmıştır” diyor: diyor da, nasıl yapılması gerektiğine, nasıl yapılmış olduğuna değinmiyor bile! Yardımların ulaştırılmasında, dağıtılmasında ortaya çıkan aksaklıklara ilişkin eleştirilere tepkisi şöyle: “Böylesine büyük bir felaketin açtığı yarayı sararken yardımların ihtiyaç sahiplerine ulaşıp ulaşmadığı tartışmasının gerçek dışı boyutlara ulaştırmak ve birtakım hassasiyetler yaratmaya çalışmak haksızlıktır ve insafsızlıktır. Memleketimizin aleyhine yapılan ve iftiraya dayanarak bir propaganda yapılmasına vesile olmak sadece haksızlık ve insafsızlık değil, aynı zamanda ayıptır”. Sonra şunları ekliyor: “Kesinlikle beyan ediyorum: İnsan gücü içerisinde yapılabilecek her şey yapılmıştır.”

Sözcüklerin anlamını yitirir gibi oluyor kişi, böylesine “beyanlar” dinlerken. Bugüne dek, bir yetkili çıkıp da, “hassasiyet yaratmadan”, yardımların gereksinme duyanlara gereği gibi ulaşıp ulaşmadığı tartışmasını “gerçek içi boyutlarını” açıkladı mı? “Gerçek içi” hangi yolsuzlukları, hangi savsaklamaları, kimlerin yaptığı, böylelerine nasıl davranıldığı ortaya konuldu mu?

Demek, aksaklıklardan yakınmak, daha iyi, dürüst, etkin bir örgütlenme, bir yardımlaşma düşünmek istemek, “insan gücü dışında” işlerle uğraşmak Cephe yetkililerinin gözünde. Hep Cepheciler kaç kez söylediler: “Deprem, takdir-i ilâhi”; “Allaha teslimiyetten başka yapacak şey yok!” Sayın Başbakanın sözleri şunlar: “Allah’ın felâketini rejime, devlete “fatura eden” var mı? Yakınılan, yardımın aksaklıkları, yolsuzluklar, eksiklikler, kayırmalar, böylece halkının bir kez daha su yüzüne çıkan yoksulluğu. Bunlar –rejim, devlet bir yana- ancak ve yalnız Hükümete “fatura edilir bir demokraside; Anayasamıza göre “sosyal” niteliği olan devletimizin yürütme organı sorumlu tutulur bu işlerden. Ama herkesin anlaması gerek: Bu Cephe ortaklığı işbaşındayken, daha iyisi, daha çoğu beklenilemez onlardan. Yapabildikleri bunlar!

Halkımızın bir kesimi depremden kıvranırken, bir Başbakan Yardımcısı birkaç Bakanla birlikte, yurdumuzun en önemli sorunu olarak, Hac yolculuğuna çıkmayı görür; aynı işi yapmaya niyetlenen bir başka Başbakan Yardımcısının –gitmekten vazgeçmesiydi- 18. yolculuğu olacakmış. Kimbilir, belki de haklılar: Hac, günahlarını temizlermiş kişinin; yeni doğmuş bebek gibi, günahsız olurmuş insan Hac’tan sonra. Bakanların görevli gidip gitmedikleri bile tartışılmakta Meclis’te; yolluk, gündelik alıp almadıkları sorulmakta. Ya Diyanet İşleri Başkanının o televizyon konuşmasına ne demeli? Nasıl da isterdik yanlış, ya da eksik duymuş olmayı: Yalnız “ölmüş babaları, kocaları, oğulları” Tanrı’nın rahmetine lâyık görmedi mi? Ölmüş anaların, karıların, bacıların, kız yavruların sözünü etti mi?

Bakın ne yazdı Orhan Duru, deprem bölgesindeki gözlemlerini anlatırken: “Bir defa bölge halkı, deprem olmasa da depremden çıkmış gibi yoksul bir yaşam sürüyor… Yardım malzemesi sadece depremden zarar görenlere verilecek. Oysa, depreme uğramış olsun olmasın, halk o düzeyde yoksul ki gelen yardım malzemesinden bir pantolon olsun, bir palto olsun, ne olursa olsun, bir şeyler almaya çalışıyor. Sadece bu da değil. Van çevresindeki illerden gelenler bile var buraya… Belki yardım kendilerine akmasa bile, damlar diye…”

“Gerçek içi boyutlu” bir başka olguya da tanık olmuş Sayın Duru: “Depreme uğrayıp da yardım görenleri, depreme uğramadığı halde çok yoksul bir yaşamı olan vatandaşlar kıskanıyor”! (Milliyet, 7 aralık 1976). Bu gözlemin korkunçluğunu duyacaklar mı, son on yıldır “fukaralıkla mücadele” sözlerini ağızlarından düşürmeyenler, eleştirilere kulak tıkayıp, “her şey yapıldı” diyebilenler? Yoksa Duru da ,”ayıp” mı, “haksızlık” mı, “insafsızlık” mı ediyor?

Van bölgesi depreminden sonra da, Cephe yetkililerinden, her depremden sonra dinlemeye alıştığımız akıl verişleri dinledik. Sanki depremle, hem dünya, hem yurdumuz ilk kez karşılaşıyor! Bir Başbakan Yardımcısı, Bayram mesajında, “Bilindiği gibi, zelzele âni bir hadisedir” gibilerden “bilimsel” açıklamalar bile yaptı! “Misal olarak”, “bilindiği gibi”, “alınması mümkün tedbirleri” sıraladı! Peki, bunlar bilinir de, şimdiye dek bu önlemleri almak aklına gelmez mi Hükümetin? Erzincan’dan buyana, Varto’da, Gediz’de, Burdur’da, Bingöl’de, Kars’ta, Denizli’de aynı açıklamaları dinlemedik mi? “Demirbaşa kayıtlı” sanki bu açıklamalar!

Lice depremi üzerine televizyonda, bilim adamlarının söylediklerini, tüyleriniz ürpermeden dinleyebildiniz mi? Doğru izleyebildimse konuşmaları, ülkemizin yüzde 92’si deprem bölgesiymiş; nüfusumuzun yüzde 95’i bu bölgede yaşarmış, “Aktif” deprem alanı, ülke yüzölçümünün yüzde 41’i nüfusun yarısından çoğu (yüzde 51’i) bu bölgede; büyük endüstrinin yüzde 91’i, barajların, yüzde 31’i de. Son on yılda, 11 binden çok yurttaş ölmüş deprem yüzünden; 67 bin konut yerle bir olmuş! Depremlerde, can yitiği Doğu’da Batı’dakinden 7,5 kat, yapısal yıkıntı 2,5 kat daha büyükmüş!

Bunlar da son depremden önce bilinmekteydi yetkililerce, bilinmeyen, bütün bu veriler eldeyken, Hükümetlerin ne yaptıkları bu on yıl boyunca; “sabır, sabır, sabır”, “kader, kader, kader”, “tevekkül, tevekkül, tevekkül” öğütlemesinden başka.

“Ayıp” konulara mı değiniyorum; ben de, farkına varmaksızın? “Haksızlık” mı, “insafsızlık” mı etmekteyim bilmeksizin? Dedim ya, sözcükler anlamını yitirirse – Lockheed, sunta, haksız vergi iadesi, halkımızın sürekli yoksulluğu gibi konulardan utanma duymayız da- böyle konular “ayıp” gelebilir kimimize!

Böyle gelmiş ama böyle gider mi? O her şeyi yıkan, yerle bir eden, canlar alan deprem, yalnız kimi politikacıların – onların anlayacakları dille söyleyeyim- “iz’anını, vicdanını” sarsmıyor, titretmiyor bile! Ne var ki, her gün gerçekleri biraz daha iyi olan halkımızın oyları bir ilk seçimde, yaratacağı siyasi depremle, yerlerinden eder böylelerini. Bir eli yağda, bir eli balda olanların, halkımıza insanca davranılmasını istemeyi yadırgamaları, “bir lokma, bir hırka” anlayışından ötesiyle bilinçlenmeyi “gerçek dışı”, “insan gücü ötesi” saymaları, sürüp gitmez çağımızda. Olsa olsa, tarihimizin bir “ayıp” lekesi olarak kalır belleklerde. (Cumhuriyet, 21 Aralık 1976)***

***

Yıl 1971’di.

Daha doğrusu tarihin 1971 olduğunu bilmiyordum.

Sınıfımı geçersem, bana bisiklet alacağını söylemişti, Şubat tatilinde, ablam.

19 Mayıs törenlerinden sonra okullar kapandı kapanacaktı, tatil geliyordu. Dört gözle okulların kapanmasını bekliyordum, aklım fikrim bisikletteydi. Çevremde hiç kimsede yoktu bisiklet. Belki, çarşı merkezinde bir iki yerde görmüş olmalıydım, hatırlamıyorum. Elimi bile sürmüş değildim böyle bir alete. Korkuyordum aynı zamanda bisikletten; süremem, üzerinde duramam, deviririm diye.

Büyükanneme kovayla su getiriyordum. Sanki sendelemiştim. Dışarıdaydık, evin önünden geçen eğreti bir asfalt yolun kenarındaydık, bana “Yere yat, yere” diye bağırıp, kendisini yere attı büyükannem, salâvat getirerek.

Bir şey anlamadan bende çömeldim. Çömeldiğimiz yerde hafifçe sallandığımı hissettim. “Zelzele oluyor” dedi, okuduğu duaların arasında. Ne çok dua okumuştu.

“İnşallah bişey olmamıştır kimseye, acaba nerede oldu?” diye bana değil kendi kendine sorup duruyordu.

Sonra neler oldu, neler duydum hatırlamıyorum. Televizyon yoktu, gazete okumuyorduk, radyomuz da yoktu.

Kim haber verdi, ne oldu, nasıl oldu, ne zaman gitti bilmiyorum ama dayım Bingöl’e gitmiş.

Hiçbir şeyden haberdar değildim. Ancak evimizde tuhaf bir durum olduğunu hissediyordum. Kaygılı bir bekleyişmiş meğer bilmiyordum.

Annem hamileydi.

Derken, iki üç gün içinde dedemlerin evlerinin önü kalabalıklaşmaya başladı.

Hani şu Yemen Türküsü var ya: “Havada bulut yok bu ne dumandır, Mahlede ölü yok bu ne şivandır…”

Bahçede toplanan kapı komşu uğuldayarak ağlıyorlardı. Aynı ağlama ve kalabalık biraz ilerimizde yolun karşısındaki komşu evin bahçesinde de vardı.

Hiçbir şey anlamıyordum. Hiçbir şeye kafam basmıyordu.

Bana kimse bir şey söylemiyordu. Benim sorularıma da anlamlı bir şey söyleyen yoktu.

Gözler yoldaydı.

Sonra annem delirdi.

Zaten deliydi, zırdeli oldu.

Damdaydık. Nereye gidecekse, koşuyordu, kaçıyordu, yerlere atıyordu kendini. Yerlere çarpıyordu bedenini. Damın topraklarını tırmalıyor, eşeliyor; üç beş kişi elini tutunca ayaklarıyla vuruyordu, ayaklarını tutuyorlar, bu kez başını vuruyordu.

Ne dediği anlaşılıyordu, ne yaptıkları. Onu böyle debelenir gördükçe sonunda ben de ağlamaya başlamıştım ve niye ağladığımı da bilemediğim için daha içli ağlıyordum.

Evin kapısının önündeki ağaç direğe iple bağladılar annemi.

Artık ayakları bağlı, elleri bağlıydı. Arada sırada bayılıyordu, kolonyalarla, sularla ayıltılınca tekrar başlıyordu bağırmaya, çığlıklar atmaya ve kafasını direklere vurmaya.

Etrafıma bakınıyordum, ağlamayan yoktu.

Arabalar yanaştı, çığlıklar çıldırdı.

Tabutlar indirildi.

Tabutun biri dedemlerin bahçesine, diğeri komşuların evine doğru omuzlandı.

Bahçedeki birbirine çok yakın olan fındık, dut ve zerdali ağaçlarının arasına çarşaflar gerildi; kazanda sular ısıtıldı. Bahçedeki herkes uzaklaştırıldı.

Çok görmek istiyordum ablamı, herkese yalvarıyordum. “Korkarsın” diyorlardı, göstermiyorlardı.

Sonunda, yıkanmadan önce, ağlamalarıma dayanamayan biri, bana sadece “ayak parmaklarını” gösterdi, ablamın.

Depremde yıkılan Bingöl Yatılı Ebe Okulundan kaç kişi enkazdaymış? Şimdi de bilmiyorum ama aynı okulun öğrencisi, Pertekli ve aynı mahalleden iki kız, Kıymet ve Şahver ölmüştü.

Evde hiçbir fotoğrafı yoktu ablamın. Belki de vardı birileri annem görmesin diye ortalıktan kaldırmıştı.

Ben ablamı hep o ayak parmaklarıyla hatırladım. 20-25 yıl sonra bana siyah beyaz bir resmini akrabalarımız gösterdiğinde çok tuhaflaşmıştım.

Yeni bir kız kardeşim oldu. Adını Kıymet koydular ama ben ona hep “Gül o” diye seslendim.

Eğer ölmeseydi ablam, belki de “annesinin doğumunda” ebelik yapacaktı.


Bunları yazmama da geçen gün NTV’de fonda dönen deprem resimlerinden birinde gördüğüm, yarısı beton kolonlarının arasında kalan kırmızı bir bisiklet hurdası sebep oldu.

AnnE
28-10-2011, 08:14
'' Atlar hazır efendim !!

Seha L. Meray'a saygıyla

Emin
16-12-2011, 00:13
Son birkaç yazımın sonunu “fırsatını bulursam devam edecek” diye bağladığım konuyu bu yazımda tamamlamak istiyorum.

Genellikle seramda yaşadıklarımı yazdığım bu yerde zaman zaman serimden geçen veya serime takılanları da yazıyorum.

Gerçi, her aklıma geleni, her kafamı kurcalayan konuları yazacak olsam elimden kalemi düşürmemem gerekir. Allahtan böyle bir saplantı içine girmiyorum.

Lakin her geçen günle birlikte kargaşa içinde debelendiğimi düşünmeden de edemiyorum.
Kargaşa deyince aklıma Sayın ar_de_'nin sözü geldi, şöyle diyor:

“Okudukça sorularım, sordukça cevaplarım, cevapladıkça kıyaslarım, kıyasladıkça kargaşam artıyor...”

Kargaşa, karmaşa diyerek bu sözün üzerine, oldum olası bana nedense hep karışık kuruşuk gözüken “Kanun Hükmünde Kararname-KHK” konusuna işte şimdi girebilirim.

Bu cümleden de anlaşılacağı üzere sıkıcı bir yazı olacak.

Uzun bir yazı olacağı da belli.

Hem sıkıcı, hem de uzun olunca tatsızlığından yenmeyecek bir şey olacak.

Üstelik hukukçu olmayan birinin hukuki konularda yazı yazmaya soyunması da ayrıca bir eziyet; yazana da, okuyana da.

“Kanun Hükmünde Kararname” derken daha isminde bir meymenetsizlik olduğu ortada değil mi?

Yasal dayanakları büyükten küçüğe sıralarsak genel olarak Kanun, Tüzük, Yönetmelik diye gider. Şimdi bu sıralamada Kanun ve Tüzük’ün arasına KHK diye bir şey yazarsam olur mu?

Bana göre olmaz ama mevzuatlar sıralanırken öyle yapılıyor. KHK, Kanunsa ki, benim dememe gerek yok kanundur; öyleyse kanunların içinde sıralanmalıdır, ayrıca bir başlık, ayrı ciltler altında toplanmasının ne manası var?

Acaba herkesin iyi kötü bildiği kitabi lafları etmeden bu konuda neler diyebilirim?

Bir devleti devlet yapan sacayağından bahisle yasama, yürütme ve yargı diye kuvvetler anlatılır.

Bazen, bu üç kuvvet birleşerek bazen de ayrılarak devlet devletliğini yapar.

Makbulünün bu kuvvetlerin birbirlerine fazla bulaşmadan, fazla eyvallah etmeden ama birbirlerini fazla da göz ardı etmeden “kuvvetler ayrılığı” ilkesinde buluşmasıdır.

Ancak çevremdeki insanlarla ara sıra böyle konulara değinen sohbetlerde, bu durumun öyle çok fazla önemsendiğini söyleyemem.

“Kuvvetler birliği”nin daha iyi bir şey olduğunu söylemeseler de hali hazırdaki uygulamaları rahatsız edici bulmadıklarına göre mesele az çok anlaşılır olmaktadır.

Bu kuvvetler meselesinin mevcut Anayasadaki durumuna bakıyorum:

“MADDE 7- Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.”

Valla ne yalan söyleyeyim, bu kadar net, bu kadar kısa ve bir o kadar da anlaşılır bir madde olamaz diyesim geliyor. Eğer bir hüküm maddesinin ardından “ancak”la başlayan “kıvırma” cümleleri devam etmiyorsa bana göre (o hükmün doğruluğu, yanlışlığı veya hukuka aykırılığı bir yana) çok açıktır, çok anlaşılırdır.

İki cümlelik bir madde! Gerçi bu maddeye odaklandığımda, ikinci cümleyi, yani: “Bu yetki devredilemez” demeyi neden yazmışlar acaba diye düşünmeden edemiyorum. Vardır bir hikmeti!

İkinci kuvvete göz atalım:
“MADDE 8- Yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.”

Madde tabak gibi ortada, ayrıca yorum yapmaya gerek yok gibi gözükse de Cumhurbaşkanının bu maddeye yazılmasını ben tam olarak anlayamıyorum.
Cumhurbaşkanı devletin başıdır. Sadece yürütmede değil, yasama ve yargı ile ilgili de görevleri var. Görevi var diye böyle ilkesel maddelere yazılması o yüzden bana pek anlaşılır gelmiyor. Yazılacaksa yasamaya da, yargıya da yazılması gerekir gibi bir kıyaslama yapıyorum.

Neyse, gelelim üçüncü kuvvete:
“MADDE 9- Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.”

Görüldüğü üzere, anayasaya arka arkaya yazılan maddelerle, bu bir devleti devlet yapan ilkeler gayet net ve “gargara” yapılmadan açıklanmış. Sanki benim gibi kafası az basan biri tarafından okunduğunda, kolay anlaşılabilsin diye kaleme alınmış.

Şimdi odaklanmak istediğim bu KHK konusuna yeniden dönüyorum.

İster istemez gene Anayasaya göz atmadan olmayacak.

Anayasanın 87 nci maddesinde Türkiye Büyük Millet Meclisinin görev ve yetkileri sıralanırken araya “Bakanlar Kuruluna belli konularda kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermek” cümlesiyle kapı aralanmış.

Ola ki, benim gibi biri hemen:

“Hayda! N’oluyor lan? Hani “Bu yetki devredilemez” diye daha 7 nci maddede üstüne üstlük bir vurgu yapmıştınız!” diye şaşırıp sersemlemişken; hazır, tavuk sersemken tutulur misali bu “devredilemez yetkinin” nasıl devredileceği tane tane, bir güzel ve serinkanlı bir biçimde açıklamışlar.

MADDE 91- Türkiye Büyük Millet Meclisi, Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi verebilir. Ancak sıkıyönetim ve olağanüstü haller saklı kalmak üzere, Anayasanın ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve ödevleri ile dördüncü bölümünde yer alan siyasî haklar ve ödevler kanun hükmünde kararnamelerle düzenlenemez.
Yetki kanunu, çıkarılacak kanun hükmünde kararnamenin, amacını, kapsamını, ilkelerini, kullanma süresini ve süresi içinde birden fazla kararname çıkarılıp çıkarılamayacağını gösterir.
Bakanlar Kurulunun istifası, düşürülmesi veya yasama döneminin bitmesi, belli süre için verilmiş olan yetkinin sona ermesine sebep olmaz.
Kanun hükmünde kararnamenin, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından süre bitiminden önce onaylanması sırasında, yetkinin son bulduğu veya süre bitimine kadar devam ettiği de belirtilir.
Sıkıyönetim ve olağanüstü hallerde, Cumhurbaşkanının Başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulunun kanun hükmünde kararname çıkarmasına ilişkin hükümler saklıdır.
Kanun hükmünde kararnameler, Resmî Gazetede yayımlandıkları gün yürürlüğe girerler. Ancak, kararnamede yürürlük tarihi olarak daha sonraki bir tarih de gösterilebilir.
Kararnameler, Resmî Gazetede yayımlandıkları gün Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulur.
Yetki kanunları ve bunlara dayanan kanun hükmünde kararnameler, Türkiye Büyük Millet Meclisi komisyonları ve Genel Kurulunda öncelikle ve ivedilikle görüşülür.
Yayımlandıkları gün Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulmayan kararnameler bu tarihte, Türkiye Büyük Millet Meclisince reddedilen kararnameler bu kararın Resmî Gazetede yayımlandığı tarihte, yürürlükten kalkar. Değiştirilerek kabul edilen kararnamelerin değiştirilmiş hükümleri, bu değişikliklerin Resmî Gazetede yayımlandığı gün yürürlüğe girer.

Hal böyle olunca, insan ne diyeceğini şaşırıyor. Hadi, “insan”ı katmayayım bu cümlenin içine; sadece ben şaşırıyorum diyeyim, çünkü bu anayasayı yazanlar da, yürürlüğe koyanlar da insandı, onlar şaşırmadıklarına göre…

Seçim sonrası sürekli, en önemli önceliğimiz olduğu söylenen yeni sipsivil anayasa yapıldığında herhalde bu konu düzenlenir! Düzelir demiyorum, yeniden düzenlenir diyorum!

Esasında demek istediğim KHK anayasaya aykırıdır, şöyle yanlıştır, böyle anlamsızdır filan değil; bizatihi anayasanın kendi maddeleri birbirlerine aykırıdır.

Her şey bir yana, neticede KHK, sırtını anayasaya dayamış, gücünü de buradan almakta.

Sıkıntı, bu işin içimize sinip sinmemesinde!

KHK’lerin varlığı benim içime sinmiyor!

Hele hele “Kanun Hükmünde Kararname” olan ismini hiç hazmedemiyorum.

Bana göre bu ad yerine “Kestirmeden Hazırlanmış Kanun” dersek buna, psikolojik olarak bir engeli aşmış oluruz.

Benimkisi şu hesap: “Her şeyimiz olmuş, bir fıstığı yeşil kalmış!”

Burhan Kuzu’nun bu son KHK furyasına neden olacak Yetki Kanunun Meclis Genel Kurulunda görüşülmesi sırasında yaptığı konuşmanın giriş bölümünden kısa bir alıntı:

“Değerli arkadaşlar, kanun hükmünde kararnameler konusu kamu hukukunun ve anayasa hukukunun en çetrefilli konusudur. Bu mesele benim doktora tezimdir aynı zamanda söylemesi ayıp. Dolayısıyla, beş yüz sayfalık emeği olan bir çalışma yayınladım.
Fransa'nın başına yıllarca sıkıntı çıkarmış, hep tartışılmış, iki yüz yıldan beri Fransa bunu kaldırmak için çabalamış ama bir türlü kaldıramamış. Demek ki bu bir ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Evvela bunun altını çizmemiz lazım. Benzer görüşmeler Almanya'da gerçekleşmiştir, benzer tartışmalar İtalya'da vardır. Gerek olağanüstü hâllerde gerek normal dönemlerde kanun gücünde kararnameler kurumu hep olmuş.
Tabii, tartışmanın temeli nereden kaynaklanıyor? Kuvvetler ayrımına yer veren modellerde bu tartışma çok doğaldır. Yasama kanun yapar, yürütme bunları uygular, yargı da aradaki ihtilafları çözer.
Şimdi, getirdiğimiz kurum ya da dünyada tartışılan bu kurum, bu iki yetki arasında orta bir yerde bulunuyor. "Decret-loi" dedikleri "kararname-kanun" şeklinde iki taraflı olan bir işlem türü bu aslında. "Decret" (kararname) kelimesi yürütmenin işlemi olmasından kaynaklanıyor, "loi" (kanun) kelimesi de kanun muhtevasına sahip olmasından kaynaklanıyor. Dolayısıyla da yasama diyor ki: "Ben bu yetkiyi sana vermem." Yürütme diyor ki: "Benim ihtiyacım var." Hasılı bu tartışmalar hep yaşanmış.”

Bilindiği ve yaşanıldığı gibi, 5 Nisan 2011 tarihinde Meclis tatile girmeden, 6 ay içinde onlarca KHK çıkarmak için bir Yetki Kanunu çıkarıldı.

Çıkarılan Kanunun adında da anlaşılacağı üzere, (kapsamı) mezhebi geniş!

“Kamu Hizmetlerinin Düzenli, Etkin ve Verimli Bir Şekilde Yürütülmesini Sağlamak Üzere Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Teşkilat, Görev ve Yetkileri ile Kamu Görevlilerine İlişkin Konularda Yetki Kanunu”

Adı böyle olan kanunun maddeleri kim bilir nasıldır?

Okunsun ve anlaşılsın diye değil, şöyle bir göz atılıp, kalınlığı görülsün diye bu kanunun sadece 1 nci maddesini aşağıya alıyorum. Madde içindeki numaralar kafa karıştırıyor ama sonuç olarak hepsi 1 nci madde!

Bu madde üzerinde söz alan milletvekiline Allah sabır versin demekten başka ne diyebiliriz!

MADDE 1- (1) Bu Kanunun amacı, kamu hizmetlerinin düzenli, süratli, etkin, verimli ve ekonomik bir şekilde yürütülmesini sağlamak üzere;
a) Kamu hizmetlerinin bakanlıklar arasındaki dağılımının yeniden belirlenerek;
1) Mevcut bakanlıkların birleştirilmesine veya kaldırılmasına, yeni bakanlıklar kurulmasına, anılan bakanlıkların bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşlarıyla hiyerarşik ilişkilerine,
2) Mevcut bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşların bağlılık ve ilgilerinin yeniden belirlenmesine veya bunların mevcut, birleştirilen veya yeni kurulan bakanlıklar bünyesinde hizmet birimi olarak yeniden düzenlenmesine,
3) Mevcut bakanlıklar ile birleştirilen veya yeni kurulan bakanlıkların görev, yetki, teşkilat ve kadrolarının düzenlenmesine, taşrada ve yurt dışında teşkilatlanma esaslarına,
b) Kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilen memurlar, işçiler, sözleşmeli personel ile diğer kamu görevlilerinin çalışmalarında etkinliği artırmak üzere, bunların atanma, nakil, görevlendirilme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usûl ve esaslarına,
ilişkin konularda düzenlemelerde bulunmak üzere Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermektir.
(2) Bu Kanuna göre çıkarılacak kanun hükmünde kararnameler;
a) Kamu hizmetlerinin bakanlıklar arasındaki dağılımının yeniden belirlenmesine ilişkin olarak,
1) 14/7/1965 tarihli ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanununda,
2) 24/5/1983 tarihli ve 2828 sayılı Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Kanununda,
3) 27/9/1984 tarihli ve 3046 sayılı Bakanlıkların Kuruluş ve Görev Esasları Hakkında 174 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile 13/12/1983 Gün ve 174 Sayılı Bakanlıkların Kuruluş ve Görev Esasları Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Bazı Maddelerinin Kaldırılması ve Bazı Maddelerinin Değiştirilmesi Hakkında 202 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanunda,
4) 10/10/1984 tarihli ve 3056 sayılı Başbakanlık Teşkilatı Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanunda,
5) 8/1/1985 tarihli ve 3143 sayılı Sanayi ve Ticaret Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanunda,
6) 21/5/1986 tarihli ve 3289 sayılı Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğünün Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanunda,
7) 9/12/1994 tarihli ve 4059 sayılı Hazine Müsteşarlığı ile Dış Ticaret Müsteşarlığı Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanunda,
8) 1/5/2003 tarihli ve 4856 sayılı Çevre ve Orman Bakanlığı Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanunda,
9) 27/10/2004 tarihli ve 5251 sayılı Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanunda,
10) 10/11/2004 tarihli ve 5256 sayılı Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü Teşkilât ve Görevleri Hakkında Kanunda,
11) 1/12/2004 tarihli ve 5263 sayılı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü Teşkilât ve Görevleri Hakkında Kanunda,
12) 13/12/1983 tarihli ve 180 sayılı Bayındırlık ve İskan Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede,
13) 13/12/1983 tarihli ve 190 sayılı Genel Kadro ve Usulü Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede,
14) 8/6/1984 tarihli ve 217 sayılı Devlet Personel Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede,
15) 27/6/1989 tarihli ve 375 sayılı 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu, 926 Sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanunu, 2802 Sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu, 2914 Sayılı Yükseköğretim Personel Kanunu, 5434 Sayılı T.C. Emekli Sandığı Kanunu ile Diğer Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması, Devlet Memurları ve Diğer Kamu Görevlilerine Memuriyet Taban Aylığı ve Kıdem Aylığı ile Ek Tazminat Ödenmesi Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede,
16) 7/8/1991 tarihli ve 441 sayılı Tarım ve Köyişleri Bakanlığının Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede,
17) 2/7/1993 tarihli ve 485 sayılı Gümrük Müsteşarlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede,
18) 19/6/1994 tarihli ve 540 sayılı Devlet Planlama Teşkilatı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede,
19) 25/3/1997 tarihli ve 571 sayılı Özürlüler İdaresi Başkanlığı Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede,
20) Diğer kanun ve kanun hükmünde kararnamelerin görev, yetki, merkez, taşra ve yurt dışında teşkilatlanma esasları, kadrolar, bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşların bağlılık ve ilgilerine ilişkin hükümlerinde,
b) Kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilen memurlar, işçiler, sözleşmeli personel ile diğer kamu görevlilerinin, atanma, nakil, görevlendirilme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usûl ve esaslarına ilişkin olarak;
1) 657 sayılı Devlet Memurları Kanununda,
2) 27/7/1967 tarihli ve 926 sayılı Türk Silâhlı Kuvvetleri Personel Kanununda,
3) 23/4/1981 tarihli ve 2451 sayılı Bakanlıklar ve Bağlı Kuruluşlarda Atama Usulüne İlişkin Kanunda,
4) 23/6/1981 tarihli ve 2477 sayılı 23/4/1981 Tarih ve 2451 Sayılı Kanunun Kapsamı Dışında Kalan Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Atama Usulüne İlişkin Kanunda,
5) 11/10/1983 tarihli ve 2914 sayılı Yükseköğretim Personel Kanununda,
6) 22/1/1990 tarihli ve 399 sayılı Kamu İktisadi Teşebbüsleri Personel Rejiminin Düzenlenmesi ve 233 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin Bazı Maddelerinin Yürürlükten Kaldırılmasına Dair Kanun Hükmünde Kararnamede,
7) Diğer kanun ve kanun hükmünde kararnamelerin memurlar, işçiler, sözleşmeli personel ile diğer kamu görevlilerinin atanma, nakil, görevlendirilme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usûl ve esaslarına ilişkin hükümlerinde,
yapılacak değişiklik ve yeni düzenlemeleri kapsar.

Hakikaten insan, daha doğrusu ben ne diyeceğimi şaşırıyorum. Son dönemlerde böyle “baba” maddeler hazırlanmasının tadına vardılar. Bu şekilde davranarak sadece kanunların Genel Kuruldan hızlı geçmesine neden olunmuyor aynı zamanda muhalefetin maddelere yönelik itirazlarını yaparken çok iyi hazırlanmamalarını da sağlıyorlar. Bir taşla iki kuş değil, bir küme kuş vurulmuş olunuyor.

Gene son yıllarda birbirinden bağımsız ve alakasız Kanun değişiklikleri “Torba Yasa”larla ve yukarıdaki gibi kalın maddelerle döşeyerek Genel Kurula getirilmesi alışkanlık haline getirildi.

Okuyanın dikkatini çekti mi bilmem, şu değiştirilmesi düşünülen ya da planlanan kanunlar maddeler halinde sıralanmış ve sanki “Ulan, ne olur ne olmaz, unuttuğumuz, gözden kaçırdığımız bir şey olabilir” edasıyla yahut “ şu kanunların da adını açık seçik yazıp eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmeyelim şimdilik” dercesine; 20 nci sıraya da “Diğer kanun ve kanun hükmünde kararnamelerin…” diye başlayan cümle yazılmış.

Böylece dibi bucağı olmayan bir yetki alınmış.

Bu Maddede adı “diğer”le başlayan kanunları ve KHK’ları bir yana bırakıp sadece adı, sanı, numarası belli olanlarda yapılacak değişikliklerin, acaba kaç madde olacağını şöyle biran için aklımdan geçirdim ve hemen geçirdiğime pişman oldum.

Ancak sadece ben değil, muhalefette aklından geçirmiş ama onlarda işin içinden çıkamamışlar.

MEHMET ŞANDIR (Mersin) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; öncelikle saygılar sunuyorum.
Tabii, işte, ne kadar konuşursak konuşalım sonuçta imam bildiğini okuyor. Dün söylediklerinizi bugün söylüyoruz, kendiniz telaffuz etmiyorsunuz ama tavrınızla diyorsunuz ki: "Dün dündür, bugün bugündür. Biz bu yetki yasasını çıkartacağız, isteseniz de istemeseniz de." Bu bir dayatma. Ama şu sorunun cevabı yok, yani getirdiğiniz kanunun gerekçesinde, ortaya koyduğunuz gerekçede söylediğiniz bir şey var, diyorsunuz ki: "Kamu yönetimini hantal yapısından kurtaramadık. Kurtarabilmek için gerekli hukuki düzenlemeleri yapamadık." Bu bir güçsüzlük ifadesidir, bu bir acziyettir, bu bir başarısızlığın ifadesidir, itirafıdır. Bence bu yetki yasası anayasal olabilir, geçmişte kullanılmış olabilir ama tek başına iktidar olan AKP için, Türk milleti karşısında bir başarısızlık belgesidir, bir başaramamanın itirafıdır. Öncelikle bunu kabul edeceksin.
İkinci husus, hukukçu kimliklerinize söylüyorum, gerçekten Anayasa'ya aykırı arkadaşlar. Bu kadar geniş kapsamlı bir yetki yasası olmaz.
Şimdi, Milliyetçi Hareket Partisi Grup ARGE'si bir çalışma yapmış, bu kanunla, bu yetki yasasıyla ne kadar sayıda kanunda değişiklik yetkisi alıyorsunuz? İnanınız ki toplamaya imkânım olmadı ama muhtemel, iki bin maddelik, yani Türk hukuk mevzuatının çok önemli bir kısmını kapsayan, kişisel hakları da kapsayan, yani Anayasa'nın 91'ine göre değiştirilememesi, yetki alınmamasını amir olan, kişisel hakları da kapsayan... İşte, buraya tek tek çıkarttık, yani 657'den tutun, işte 14 tane kanun, 9 tane kanun hükmünde kararname, bunlardaki değişiklikler, maddeleri alt alta sıralarsanız iki binin üstünde kanun maddesinde değişiklik yapma yetkisi alıyorsunuz.

Yazdıklarımın sıkıcı olduğunu taa başından söylemiştim; yalnız okuyana değil, yazana da ıstırap veriyor.

Gene diyeceklerimi diyemeden uzun bir yazı içine gömülmüş oldum. Yoruldum.

Halbuki yazımı, KHK konusuna değinerek Cübbeli Ahmet Hoca’ya getirecek onun Flaş TV’de yaptığı sohbetlerin birinde neden çok sevindiğini anlatacaktım ve böylece bir türlü sonuna numara koyamadığım yazılara son vermiş olacaktım.

Nasip değilmiş.

ar_de_
16-12-2011, 02:03
sevgili Emin, cübbeli ahmet hoca nın sizi sevindiren sohbetini nasıl merak ettim anlatamam ... yazının sonunu çok enteresan bağlamışsınız. bir sonraki yazınızı koca bir bahçe heyecanla bekliyor :) ( ayrıca yazınız değil maalesef içeriği ıstırap verici )

Emin
06-02-2012, 13:48
Uzattıkça uzattım ve yazarken zorlanmaya başladım.

“Bir şeyler yazmam gerek” düşüncesi kafama çöreklendiğinde, gerilmeye başlıyorum.

Önce yazıya nasıl başlayacağıma, içimi ne kadar açacağıma, eteğimdeki taşların ne kadarını dökeceğime karar vermeye çalışıyorum.

Bu durum çok zamanımı alıyor ve sazına akort yaparken telini koparan acemi adamın şaşkınlığına benzer bir hale düşüyorum.

Sadece bu açmaz değil, bir de yazımı nasıl bitireceğimi düşünüp, geriliyorum.

2012 yılındaki bu ilk yazı için de aynı gerilimi yaşıyorum.

Çünkü: Erzurum’a gittiğimde görüp, yaşadıklarımla; Antalya’ya döndükten sonra kafamı kurcalayan konuları harmanlayıp bir şeyler yazmak istedim ve bir türlü tamamlayamadım.

“Boz Bulanık” başlığıyla 04 Ağustos 2011 tarihinde başladığım yazının dibine “Zaman bulursam devamı olacak” diye not düştüm. Sonra “Bulanık Su” başlıklı yazıyı, ardından “Hafıza-i Beşer”i, onun da peşinden “Nisyan ile Maluldür” ü, daha sonra “Yara İçinde Bıçak Çevirircesine”yi ve son olarak “Kanun Hükmünde” adlı tam 6 uzun yazı yazmama rağmen mevzuyu kapatamadım.

187 günde, diğer bir deyişle 6 ayda konuyu bağlayamamışım. Ben gerilmeyeyim de kim gerilsin!

Bu yazıya başlamadan burada yazdıklarıma şöyle üstünkörü bir göz gezdirdim.

Sevgili ar_de_’nin son notuna baktım, bir sonraki yazımı tüm Bahçe’nin heyecanla beklediğini yazmış. Bu yargıya nasıl varmış bilemiyorum. Bildiğim bir şey var kii Sayın ar_de_’nin yazdıklarımı didik didik okuduğudur. Onun yazacaklarımı heyecanla beklediğine gerçekten inanıyorum.

Benim herhangi bir şeyi yazarak anlatma gereksinimim elbette kedi ruh sağlığım için önemli ama belki daha önemlisi yazdıklarımın okunmasıdır.

Bir yazıyı okumak, ille de yazanı ve okuduklarını anlamak anlamına gelmez. Belki de gelebilir, çok iddialı laflar etmek istemem. Kendi adıma, doğrusu çok fazla anlaşılmak da istemem!

Anlaşıldığım an, o konuda diyeceklerim bitmiş olur! İşin yoksa yeni konu ara!

Yine yazdıklarıma bakarken Sevgili AnnE’nin kısa ve öz hatırlatmasıyla karşılaştım. ''Atlar hazır efendim !!” “Seha L. Meray'a saygıyla” demiş.

Tabii ki ilk kez okumuyorum AnnE’nin bu yazısını ancak ilk okuduğumda farklı düşünmüştüm, şimdi okuduğumda çok daha farklı düşünmeme neden oldu.

Seha L. Meray’ın bu yazısında kendini bir halt sananlara göndermeler var.

Hele yazının içinde bir “Deli Yazar” var ki, kendimi o sandım. Belki de Sevgili AnnE bana bu deliyi hatırlatmak istemiştir diye düşündüm ve dosdoğru söylemek gerekirse çok hoşnut oldum.

Şimdi, LX’ten sonra kuyruğuna bir türlü rakam koyamadığım bu yazı da dahil 7 tane yazının ardından bundan sonra inşallah kısa bir süre içinde yazacağım 8 inci yazının sonuna “Altmış bir”i koyacağımı umarak sözü Seha L.Meray’ın “Su Başını Devler Tutmuş” adlı kitabındaki “Atlar hazır efendim” başlıklı yazıya bırakıyorum.

“ATLAR HAZIR EFENDİM”
Almanların güzel bir deyimi var: Tiyatro oyunlarında önemsiz roller için “Atlar hazır, efendim-rolü” (Die Pferde sind gesattelt-Role) diyorlar. Hani, Kont ya da Baron, konuklarıyla önemli konular konuşurken, kapı açılır, uşak girer içeriye: Atlar hazır, efendim” der, çıkar. Ya da, baş oyuncu zile basar, uşak gelir, “Buyrun efendim der; baş oyuncu “Bize çay getir” buyurur; uşak bir şey demeden ya da çok çok “Başüstüne, efendim” diyerek, ayrılır sahneden. Çayı getirir az sonra, yine bir şey demeden çıkar. Öteki oyuncular görmezler bile onu; seyirciler farkına bile varmazlar. Böyle rolde olanlar, bir daha ya son perdede, konuklara şapkasını, paltosunu almak için görünürler, ya hiç görünmezler oyun boyunca.

Bu küçük roller, genç oyuncular için “sahneye alıştırma”, “ısındırma” rolleridir. Seyirci kalabalığından ürkmemek, sahne ışıklarından gözleri korumak alışkanlığı verir. Kendini bilen oyuncu, ne yaptığını bilir bu rollere çıkarken; ölçülü davranır, bir şeyler öğrenmeye çalışır, kasılmaz, aşırılığa kaçmaz, “rol kesmez”. O birkaç sözcüğü söyleyip, sahiplerine bırakır oyunu. Bir çıkar, beş çıkar böyle rollere, yeteneği varsa usta oyuncu olur ileride.
Ama kimileri, yaşam boyu böylesine rollere çıkarlar da, kendilerini en büyük oyuncu sayarlar. “Atlar hazır, efendim” der, başka bir şey demez ama, hem oyunda, hem oyun dışında, o oyunun her şeyi kendisiymiş, yazar da onun için bu oyunu yazmış havalarına bürünür. “Ben olmasam…” kasıntılarına kaptırır kendini; seyircilerin bakışlarını, alkışlarını baş oyunculardan çalmak için neler yapmaz, nasıl çırpınır! Bütün bunları yapar ve… seyirciler, “Amma da berbat etti rolünü!” derler sonunda.

Yalnız tiyatroda değil, başka pek çok alanda böyleleri var. Yetenekleri “Atlar hazır, efendim” demekten öteye gitmese de, o alandaki baş oyuncuların rolünü kıskanır böyleleri. Kıskanıp da, bunu bir gizli yara gibi içinde taşıyacağına, baş oyuncular gibi davranma, onlar gibi konuşma sevdalarına düşer. Şu da olur kimi zaman: baş oyuncu ya da önemli oyunculardan biri, özürü yüzünden gelmemişse bir akşam oyuna, onların yerine çıkar sahneye “Atlar hazır, efendim” oyuncusu. Sonra dinleyin, seyredin artık onu, katlanabilirseniz. Bilsin bilmesin her konuda “Bana kalırsa…” diye başlar, neler saçmalamaz, geçici rollerin havasından çıkamayıp! Sen kim oluyorsun ki, sana kalsın?” diyen de pek olmaz çoğu zaman.

Sanırım, politikada da belli oluyor oyuncuların çapı; biraz zaman alsa da belli oluyor, kimler büyük oyuncu, kimler “Atlar hazır, efendim” rolünde. Gerçek büyük oyuncular, ucuz “rol kesmek” heveslerine kapılmazlar; her oyunu oynama gönüllüsü de değil böyleleri. Kendilerine de, politika sanatına da, seyirciye de saygılı olurlar. Oyun iyi olmalı sanat değeri bakımından; yutturmaca olmamalı; seyirci de umduğunu, beklediğini bulmalı, aldatılmamalı.

Ünlü kemancı Heiftz şöyle demiş: “Bir gün çalışmazsam, ben farkına varırım; iki gün çalışmazsam, karım fark eder; bir hafta çalışmazsam, dinleyicilerim; bir yıl çalışmazsam, o zaman belki eleştiriciler bile anlarlar.” Politikacı büyük virtüozlar da böyle oluyor galiba: Bir değer düzeyi, dürüstlük çizgisi koyuyor kendisi için; aşağısına katlanamıyor; kimseyi de katlandırmak istemiyor. “Atlar hazır, efendim” rolü sunulmuşsa kendisine, ya daha başından, “Ben böyle role çıkmam” deyip, çıkmıyor; ya da rolü neyse, küçük büyük, rolünün hakkını verip, çekiliyor sahneden.

Kimileri oyun gereğini aşan zoraki bir birleşmenin karşılığı içinde; her biri kendini baş oyuncu sanır: gerçekten baş rol kimin, ikinci roller kimlerde, efendi kim, uşak kim, hırsız hangisi, polis rolünde kimler oynuyor, bilmek, görmek istemezler. Sanki sahne yalnız kendisi için kurulmuş, seyirciler yalnız onu görmeye gelmişler; ne söylese, parmağını oynatsa, alkış, alkış, alkış gelecek! Dünyanın en önemli lafını edercesine, bir “Atlar hazır, efendim” derler ki, kırılır seyirci gülmekten, oyunun en dramatik yerinde. Atlar değil, “kurtlar hazır” dese de böylesi, sonuç aynı; başka sözü olmadığını herkes bilmekte!

Bir başkası, o deli fıkrasını anımsatır davranışıyla: Bir deli, kağıt kalem istemiş, roman yazmak için. Vermişler; yazıp durmuş günlerce; kağıt yetiştirmekte güçlük çekmişler. Sonra “Bitti, alın okuyun” demiş deli-yazar. Okumuşlar: Bir güzel başlıyor roman. Komşu köyde iki aile yaşarmış; kan davası varmış aralarında. Birinin kızıyla, ötekinin oğlu birbirlerine delice vurgun. Ama aileler var arada. Gençler karar vermişler: oğlan kızı kaçıracak bir gece. Bir at bulmuş delikanlı; gece kızın evine gelmiş gizlice; atmış kızı atın sırtına…

Buraya kadar nefis bir roman, iki yüz sayfa boyunca. Sonu şöyle fıkranın: delikanlıyla genç kız başlamışlar kaçmaya, dağ taş aşarak. Bir dereye gelmişler. Delikanlı ata “Dah!” demiş; gitmemiş. Sonra birkaç yüz sayfa geliyor, o bitmeyen romanda: “Dah!” dedi, gitmedi at; “Dah!” dedi, gitmedi at; “Dah!” dedi, gitmedi; “Dah!” dedi, gitmedi; “Dah!” dedi, gitmedi; “Dah!” dedi, gitmedi; “Dah!” dedi, gitmedi; “Dah!” dedi, gitmedi; “Dah!” dedi, gitmedi; “Dah!” dedi, gitmedi; “Dah!” dedi, gitmedi…

Böyle politikacılar da var. Ya konuşmalarının başında bir “Dah! dedi, gitmedi at” tutturup, hep onu söylerler; ya da bir-iki doğru dürüst laf eder gibi yapıp, sonra ardı gelmez “Dah! dedi, gitmedi” yinelemelerine kaptırırlar kendilerini. Aslında bunların çapı, “Atlar hazır, efendim” rolü ölçüsünde de ondan. Nesi var, nesi yok dağarcığında, bu kadarcık işte böylelerinin.

Asıl acınacak olanlar, kendilerini büyük rollere hazırlamış olsalar da, gücü bu çapta oyun kaldıramayanlar; böyleleri, başarılı başka büyük oyuncuları bir türlü çekemezler çoğu zaman. Onların yanında ikinci role çıkmaktansa, kumpanya değiştirmeye kalkışırlar. Dolaşmadığı kumpanya da kalmaz böylelerinin ne oyun oynandığına bakmadan. Her kumpanyanın da baş oyuncuları olduğunu neden sonra görürler. Her yeni kumpanya, oyunlarında böylelerine verdikleri sözü bir yana atıp ya sıradan bir rol, ya da “Atlar hazır, efendim” rolünü verir. O zaman böyle rollerde bir kıskançlık kemirir içini, kumpanya değiştirenin. Başroldekinin ayağını kaydırma derdine düşerler, yeni katıldıkları kumpanya içinde. Kendileri parlayamayacaksa, başkaları da parlamasın, oyun “yatsın” isterse, umurlarında mı? Ya da tutamazlar kendilerini: Yeni kumpanyada, küçük rolleri içinde, baş roldeki oyuncu havalarına girer de, büyük laflar etmeye kalkışınca, bir güldürürler ki seyircileri! Güler seyirciler, ağlanacak hallerine.

Kimileri, “baş ol da, istersen soğan başı ol” sözü uyarınca, kendi başlarına kumpanya kurmaya özenirler. Kurarlar da. Batırırlar kumpanyalarını çok geçmeden, seyircisizlikten.

Dost sanatçının dedikleri –çok başka düzeyde söylenmiş olsa da- böylesine uygun düşüyor:

Yanar döner,
döner
Dönersin de dönersin
İstemezsin dursun
Bir kez durdu mu
Yoksun ki
Kül mü, toz mu, ne?

O güçsüz omuzlarına, “Atlar hazır, efendim” rollerinden daha ağırını alma heveslilerine de biçilmiş kaftan şu sözler – dost sanatçı bambaşka düşünceler içinde olsa da:

Koydun da koydun
Yükledin de yükledin
Taşır mı
Çeker mi, çöker mi
Durup düşünmeden…

Nasipleri –yetenekleri oranında- hep küçük oyunlar oynayıp, kendilerini baş oyuncu sayma düşlerinde olanların başlarına gelen, dost başından ırak ola: “Atlar hazır, efendim” deseler de her oyunda, bir de bakarlar ki bir gün, efendileri otomobile, uçağa atlamış, uzaklaşmış. Baş başa kalmış atlarıyla, başkalarına at sunmakla kendini binici sanan. Artık yapacağı, seyirci uğramaz, boş tiyatrolarda, boş sahnelerde ya da aynalar karşısında oynamak oyununu, avunmak için. Avutabilirse kendini…
(Cumhuriyet, 16 Ekim 1975)

AnnE
10-02-2012, 11:15
Yanlış anlaşılmak iyidir. Gec anlaşılmak daha iyidir.

yazmak da iyidir ama yazabilmek icin bissürü sey lazım.
Sanırım, yaştan mıdır nedir ; yazma kaabiliyeti mi desem istegi mi desem kayboluyor.
Gecen gün baska bir mecrada bir Pakistanlı'nın '' ülen bu yahudilerden bi sürü adam cıkıyor da müslümanlardan neden cıkmıyor '' diye nette gezen bir yazısıyla ilgili bir yazı yazdıydım, dilim damagım kurudu yazana kadar.

Yazmak aslında için dökmek, kusmak bir nevi.Ama ortalıkda o kadar kusturucu şey var ki.

ar_de_
11-02-2012, 20:29
sevgili Emin, “Yara İçinde Bıçak Çevirircesine” yazınızın 1. bölümünü "benimle benzer duyguları olanlar varmış" hissiyatıyla okudum. 2. bölümünü okurken Seha Meray ı merak edip küçük bir internet araştırması yaptım "aydın bir akademisyen" olduğunu öğrendim. (yaş itibarıyla Seha beyin yazdığı tarihlerde henüz okuma-yazmam yoktu ) 3. bölümde "kırmızı bisiklet duygusallığı"yla tam bir salya-sümük durumum vardı:cry:
siz her zamanki emeklerinizle yazınıza Seha Meray ın yazısını eklemişsiniz, AnnE de ( benim gibi bıdı bıdı yapacağına ) tek bir cümle yazarak sizi yorumlamış. yazıyı didiklemek başkaaaa, okuyup-anlayıp-aynı çizgide yorumlamak başka.ikinize de helal olsun :) ( AnnE nin tabirini temel alırsak; ikinizin de onca kusturucu karşısındaki kusmalarınız çok hoş :D )
arkası yarınları ve haftalık çizgi romanları beklemeyi bilen ve seven biri olarak ve de nitelikli yazılarınızın takipçisi olarak ; bahçede aşağı yukarı benim genel düşünce yapıma sahip pek çok insan olduğunu düşünerek çoğul yazıyorum.
Ahmet beyin o tv kanalındaki sohbetlerini merak edip internetten bir iki kısa bölümünü gülümseyerek izlediğim için sizi "sevindiren" kısmı merak etmemden daha doğal bir şey olamaz :confused: ben işi biraz şakaya vursam da eminim siz konuyu mutlaka ciddi ve önemli bir noktaya bağlayacaksınız ki; bu sebepten "o yazınızı merakla beklemek" durumu hala geçerliliğini koruyor.
o yazıyı beklerken AnnE nin yorumuna cevaben önümüze koyduğunuz "“ATLAR HAZIR EFENDİM” yazısı 1975 te yazılmış. 2012 itibarıyla hala her paragraftaki tanımlamaları eşleştirebileceğimiz sanatçılarımız-gazetecilerimiz-politikacılarımız var maalesef :cry:
"Bu ülkede çok dert var, konu bitmez” derler. 50 sene önce ne derdimiz varsa hala aynı... " demiş karikatürist Erdil Yaşaroğlu. lütfen anlaşılmaktan ve yeni konu aramaktan korkmayın. kaynak neredeyse sonsuz gibi ...
sağlıcakla kalın :)

Emin
02-04-2012, 00:10
Bugüne kendimi şartlandırdım, dört dörtlük bir yazı yazmak istiyorum.

Ne kadar iddialı bir başlık ve ardından kurulan bu ilk cümle!

Ne haddime!

Sanki yazmayı becerdim de, bir de üstüne üstlük dört dörtlük yazı olacak!

Aşağı yukarı 15-20 gündür bir şeyler yazma krizine girdim. Kriz kelimesini özellikle seçtim çünkü; "yazmam lazım, yazmam lazım" diye günün belirsiz saatlerinde aklıma takılıyor bu istek.

Tamam da, ne yazacağımı bilemeden böyle sayıklamak çok anlamlı değil. Sadece sayıklamış ya da arzulamış olmanın ötesine geçmiyor.

Bilmiyorum belki birçoklarında oluyordur; acıkırsın, için kıyılır ama ne yiyeceğine bir türlü karar veremezsin, zaten içinden bir şeyler hazırlayıp yemek şöyle dursun, var olanları da canın çekmez, çiğnemeyi bile dişlerine eziyet sayarsın, sonra miden kasılmalarını o öğün için erteler. Günün veya yaptığın işlerin hayhuyu içinde bir sonraki öğün zamanına kadar o gereksinim fısalır.

Son iki gündür bu yazma açlığının doruğuna çıktım. Aman, yazayım da ne yazarsam yazayım, yeter ki yazayım seviyesine geldim.

Dün yazacaktım, olmadı. Ayak bağı olacak işleri aradan çıkarmam gerektiğini düşündüm. O türden işlere zaman ayırdım, şükür onları da hallettim ve bugün için artık ne bir engelim ne de yazmaktan kaçacak bahanem var.

Uykumu da tam almışım. Kahvaltımı bitirdiğim de saat 9 olmuştu. Hiç kaçarım yok, yazacağım. Kafamı toplamak için kendimce şeyler yapıyorum.

Hem üşendim hem de gerek görmedim yeniden demlemeye, kahvaltıda içtiğim çayı bir saat kadar sonra yeniden ısıttım. Elime aldığım kulplu cam bardaktaki çayla seraya girdim. Bir yandan çayımı yudumluyorum, diğer yandan dün gübreli su verdiğim ve ilaçlama yaptığım ürünlere bakıyorum.

Bir gören olsa "adamdaki keyfe bak" veya "ilgiye bak" diye söylenir. Oysa ben ne yazacağımı düşünüyorum.

İçim açılacak yerde bezgin bezgin eve girdim. Bir bardak daha çay doldurdum, televizyonu açtım, Cumartesi olduğundan mı, yoksa başka nedenlerden mi, dolaştığım kanallarda izlemeye değer bir şey bulamadım ama çayım bitene kadar da TV8'de, gazetelerden dangıl dungul haberlere yorum yapan Seda Akgül’ün sunduğu Erken Baskı adlı programı izledim. Sonunda bilgisayarı açıp gazete manşetleri ile birkaç yazarın köşe yazılarını okudum.

Nerdeyse öğlen olacak ama ben daha temiz bir Word sayfası açmadım.

Bu arada aklıma bizim hanım geliyor, niye beni bu saate kadar aramadı. Onlar Ankara'da ben buradayım. Avea'nın bilmem ne paketine, bilmem şu kadar lirayla katılmış; sabah 5, akşam 5 arası tüm Avealılarla bir ay boyunca bilmem kaç dakika görüşme yaptığı için onu ben aramıyorum, o beni arıyor, önce hayatta olup olmadığımı anlıyor sonra başlıyor benden rapor almaya, o işi ne yaptın, bu iş nasıl oldu, ne yedin, ne sattın, kim geldi, kime gittin, ne aldın falan filan...

Neyse bugün gecikmeli de olsa aradı, içinde bulunduğum durumu, dün yaptığım işleri ve görüştüğüm kişi ve konuları anlattım ama yazı yazma krizi içindeyim diye bir konudan bahsetmedim. O da çıktı aradan.

Nihayet bir boş sayfa açtım, sayfanın adı da ekranın hem altında hem üstünde "Belge1" diye görünüyor. Bu kez bu isme takıldım, biran önce adını belirleyip yazacaklarımı kaydetmek için bir başlık düşünmeye başladım.

Gündemdeki dört artı dört artı dört yasasından etkilendiğimden olsa gerek boş sayfanın başına "dörtdörtlük" diye bitişik bir söz yazdım, nasılsa bu kelimenin altında kırmızı dalgalı bir çizgi çıkacak ve ben hatalı yazdığımı bildiğim için bu dosyayı kaydettikten sonra ayrı ayrı yazarak düzeltecektim ama böyle kırmızı bir çizgi çıkmadı, şaşırdım. Dosyayı kaydettikten sonra TDK'nın Yazım Kılavuzuna baktım; doğru biçiminin "dört dörtlük" olduğunu gördüm. İyi de Microsoft neden bu işe müdahale etmedi? Bir süre programın ayarlarında bir terslik mi var diye oyalandım, sonra kendime kızarak vazgeçtim, oyalayıcı işlerden.

Bayat çayı ısıtmak için mutfağa geçtim. Ekran öyle açık dururken kapının önüne çıktım. Çay ısınana kadar her tarafa bakındım durdum. Yazı yazacağım aklımdan çıkar gibi olmuştu.

Üzerinde sapsarı limonlar olan ağaca baktım, uzunca bir süre. Yeni çiçeklerini patlattı patlatacaktı, eski yaprakların çoğu dökülse de ağaç yemyeşildi, yeni yapraklar da kahverengi ile haki karışımı bir renkte fışkırmış, boyları bir parmak boğumu kadar olmuştu. Ben bunlara bakarken birden ağzımdan 79 diye bir ses çıktı. Meğer aynı zamanda ağaçtaki limonları sayıyormuşum. Sabah kahvaltıya çıkardığım zeytinlere sıkmak için bir tane limonu kopardığım geldi aklıma. "Demek ki" dedim, "sabah onu koparmasaydım 80 tane limonum olacaktı."

İşte o arada nasıl olduysa kendime gelir gibi oldum ve dedim ki: "Hay sıçacam ağzıma. Şu halime bak. Bir yazı yazacaksın, kıçın kır, otur yaz, ne yazacaksan yaz, bu ne seremoni böyle."

"Ağzıma sıçam" diye küfür edince de aklıma birden kadirşinas "alihoca" geldi!

Birkaç ay önce alihoca'yı aramıştım. Sanırım başka yazılarımda bahsetmişimdir; her ay olmasa bile yinede o sürelere yakın bir zaman dilimi içinde alihoca'yı ararım, telefonla. Hal hatır faslından sonra ne yapıp ne ettiğimizi dilimiz döndüğünce birbirimize anlatırız. İşte bu görüşmelerin birinde, ben içinde bulunduğum durumu, ektiğim ürünü ve o ürünün iş yükünü, getirisini götürüsünü onun isteği üzerine istemeden istemeden anlatırken şaşırmış ve o yumuşak konuşmalarını elden bırakmadan birden öfkelenmiş ya da acımayla öfkesini karıştırarak bana mealen şöyle demişti:

"Eminim, senden çok çok özür diliyorum ve rica ediyorum. Lütfen, bırak bu sera mera işlerini. Yol at, çek at içindekileri de. Git seranın taa ortasına da sıç! Bırak gitsin, ne olacaksa olsun lütfen..."

Onun bu özlü ve yerinde olan sözlerini tutmadım ama o an için çok rahatlamıştım.

İşte şimdi, hazır aklıma alihoca gelmişken bir arayıp, halini hatırını ve uzunca bir süredir hasta olan annesinin durumunu sorayım dedim.

Aradım, cevap vermedi.

Yarım saat kadar sonra o aradı, uyuyormuş. Saat olmuş öğlen, ama o uyuyormuş.

Konuşmamızın ardından ben yine yazmak için bilgisayarın başına geçtim. Düşün babam düşün. Bir türlü giriş cümlelerini bulamıyorum. Daha önceki yazılarıma dönüp baksam, bir çıkış yolu bulacağım belki ama özellikle o yazılara da bakmıyorum. Bu ne kabızlık anlamadım. Öyle sağ dirseğim masada, elimin içiyle de ağzımı avuçlamışım burnumdan soluyorum. Sol elimin parmaklarının ucuyla da masaya vurarak tıptıptıpırıp gibisinden ritmik sesler çıkarıyorum. Gözümde karşımdaki yarı sıyrık tül perdesinin aralığından komşunun serasının içinde, bir iki hafta önce diktiği tagetes fidelerinde. (Çiçekçilerin çelenkte veya ayaklı sepet dedikleri şeylerde sadece kafaları kopartılarak kullandıkları, parlak sarıyla turuncu renkte top top çiçekleri olan bir çiçek; bizim oralarda kadife derler adına.)

Ellerimle yaptığım tıpırtıyı kesince birden mutfaktaki garip sese kulak kesildim. Hızla mutfağa gittim. Bir saat kadar önce ısıtmak için altını yaktığım demlik isyan ediyor, çok kızmış su, kızgın su olmuş demliğin lülüğünden ocağın üzerine püskürüyor, brülör gözlerine sıçrayan damlalarda düzensiz aleve neden oluyor. Bir nevi, suyla ateş kavga ediyorlardı.

Bu kızgın su içeren demlik ne çok bana benziyor, tıpkı ben. Kızgın olmasına kızgınım ama kabımdan taşıyor muyum, kaçıyor muyum, beni kızdıranları söndürmeye mi çalışıyorum belli değil.

Çok kızgınım çok. Yukarıdan aşağıya, soldan sağa, yandan öbür yana, verevinden çaprazına...

Önceleri küskündüm, sonraları üzülmeyi iş edindim kendime, üzülürken ısındım, ısındım da ısındım, kaynamaya başladım. Şimdilerde kaynama noktasını çoktan geçmişim, kim bilir kaç derece olmuşum, kızmışım kızacağım kadar, buhar olmaktan tırsıyorum, küskünlüğüm biboka yaramadı bari kızgınlığım bir işe yarasın istiyorum ama biliyorum o da boşa gidecek, hayıf olacak.

Daha açayım; kime ve neye, nelere kızgın olduğumu. Benim dışımdakilere geçmeden önce kendime kızgın olduğumu baştan söyleyeyim.

Cumhurbaşkanına kızgınım, Cumhurbaşkanını halkın seçecek olmasına da kızgınım, gel seni seçelim deseler bile, bu halka da kızgınım.

Başbakana kızgınım, bakanlarına kızgınım, başbakanlarının ağzının içine bakan milletvekillerine hayda hayda kızgınım.

Meclis Başkanına da kızgınım, Komisyon Başkanlarına da, çıkardıkları kanunlara da, (KHK) Kestirmeden Hazırlanan Kanunlara da.

Akepe'nin zaten vıcık vıcık tereyağlı olan ekmeğine yağ süren Mehepe'ye de kızgınım.

İktidarın anladığı dilden konuşmayan ya da halkın anlayacağı dilden konuşmayıp, en fazla kibarca laf sokuşturmaya kalkan Cehepe'ye de kızgınım.

Daha hangi birini sayayım; Bağımsız mahkemeler mi diyeyim, Sendikalar mı diyeyim, Basın mı diyeyim, Televizyonlar mı diyeyim, Üniversiteler mi diyeyim, dibi bucağı yok ki kızgınlığımın.

Bu kızgın ruh halimle gene kendime bayat ama dilimi damağımı yakacak kızgınlıkta bir çay doldurup dışarı çıkarken karşıma dikilene de: "Çekil git ulan başımdan, bir de senle uğraşamam" dedim ve kovdum. "Ayrıca bugün iki satırlık bir yazıyı yazamadığım için kendime katmerli kızgınım" diye söylenerek eyvanın ucuna kadar gittim.

Hem çayın hem de kendimin biraz soğumasını bekledim.

Kışın kestirdiğim dut ağacının yerden yüksekliği yaklaşık 70-80 santim olan ve eski kasapların et kütüğünü andıran "kos"un üzerine sıçrayıp çömeldim, kös kös düşünmeye başladım.

Beni böyle kesik dut kosunun üzerinde biri görse, bu adam kafayı yemiş edasıyla ya gülerek ya da acıyarak bakacağı bir biçimde otururken az önce kovduğum it de gelip tam karşıma, eyvanın ucuna uzandı, bakışmaya başladık.

***
Bölüm 1

Emin
02-04-2012, 00:30
8 Mart Dünya Kadınlar Gününde bir akşamüzeri Düden Şelalesi ile Isparta Yolu arasındaki bir bölgede Emin'le karşılaştık. Ürettiği mallardan 6 kasasını Halde satmak yerine, tabii aynı zamanda komisyon kesintisi, hal rüsumu, stopaj ve KDV gibi şeylerden kurtulmak için Ispartalı bir manava bu yol üzerinde vermiş evine dönüyormuş, beni gördüğünde.

Ben de iki bisikletli çocuğun ardından yolun kenarından koşuyordum.

Bu birden durdu ve: "Bu it sizin mi çocuklar" dedi.

"Yok amca, deminden beri peşimizden geliyor, bizim değil" dediler.

"Erkek mi?"

"Yok, amca. Kancık, kancık"

"Başka kardeşleri var mı?"

"Bir tane daha var, o aşağıdaki ağacın yanında."

Arabasından indi, yanıma geldi, zaten ben iki büklüm çömelmiştim, ensemden tutup kaldırdı, arabasının arkasındaki kasaların içine koydu.

Arabasını döndürdü ve çocukların tarif ettiği ağacın altına gitti, oralarda biraz arandı ama eli boş döndü. İlk kez arabaya biniyordum, içim bir tuhaf oldu, pustuğum kasanın dibinden doğruldum, kasayı devirerek ağlamaya başladım, nere gideceğimi şaşırmıştım, temiz havaya ihtiyacım vardı. Bir yandan ağlıyor diğer yandan da arabandan çıkacak bir delik arıyordum.

"Kasayı mı devirdin, şerefsiz?"

Ağlaya ağlaya koltukların altından arabanın ön koltuğuna kadar geldim. Emin önce sevindi bu kaçma mücadeleme ama onun bulunduğu taraftaki açık pencereye doğru seğirtip kaçmaya çalışınca belimden yakaladı ama az daha araba yoldan çıkıyordu. Bir süre bir eli direksiyonda bir eli ensemde devam ettik yola, ben bağırmaya devam ediyordum. Sonra beni ön koltuğa fırlattı. Zaten içim allak bullak olmuştu daha fazla dayanamadım ve içimde ne var ne yok hepsini kustum. Koltuğun her tarafı battı, paspaslara kadar kusmuğum aktı, çıkardıklarımın bir kısmında gözüm kaldığı için yeniden yalamaya başlamıştım ki, "Hay ağzına sıçtığımın iti, sıçtın arabanın içine" dedi ve arabayı durdurarak beni gene kasaya koydu ama bu kez kasaya sağlı sollu iki kasa geçirerek kaçmamı tamamen engelledi.

Tanışmamız böyle oldu.

Çok zayıftım ve 3 gün boyunca bana verilen sütlü ekmekleri yerken bile tüm bedenim zangır zangır titriyordu. Üç gün boyunca akşamları aldığı evin değişik yerlerine de kafama göre çatlayınca artık bir daha akşamları beni eve almadı.

Bol süte doğranmış ekmekler, yoğurda doğranmış ekmekler, çorbalara, yemek artıklarına doğranmış ekmekleri bir hafta boyunca gözüm doyana kadar yedim, yediklerimi geğirerek çıkaracak gibi olmadan yayvan yalağımdan başımı kaldırmıyordum. Bir hafta içinde üç kez Emin'in deposu ile evi arasında yerlere değişik kıvamlarda çatladım. Bu son çatladığım çok pis kokuyordu, benim bile içim havalanmıştı yaparken.

Sadece yemeğe değil sevgiye, ilgiye ve oyuna da ihtiyacım vardı, zaman zaman bunları da veriyordu ama kerhen. Bir ara beni yanına çağırdı, çağırmadan gittiğim zaman çok fazla alaka göstermiyordu, başından savacak türdendi bana dokunuşları ama bu kez çağırmıştı, çağrıldığım zaman ilgisi daha çok oluyordu ve kuyruk sallayarak, kıvırtarak gidip önüne boynumu koydum, sağ ayağımı tokalaşmak üzere havaya kaldırdım. Tuttuğu ayağımla beni öyle bir kendine doğru kaldırdı ki, sevinçten uçuyordum ta ki birkaç saat önce çatladığım boka burnumu sokup, sürttürerek ve arkasından suratıma iki tokat yedikten sonra bu sevincimin ne kadar boş olduğunu anladım. Çığlık çığlığa ağlayıp kaçacak yer ararken nereye ve nasıl gittiğimi anlamadım bile.

Bir iki saat küs kaldım, akşam acıkınca küslüğümün faydasız olduğunu anladım ve çekinerek de olsa yılışmaya başladım. Bana pas vermedi ama yemeğimi suyumu gene esirgemedi. Sabah baktım bana karşı serinliği devam ediyor, öğlene doğru aynı mıntıkaya inadına gidip gene çatladım, bu da pis kokuluydu. Bu davranışımın bedelini daha fazla boka burnumu sürttürmek ve dört tokat olarak gördüm. Aramız bozulmaya başlamıştı.

Birkaç kez de o görmeden gidip serasına çatladım. Sonradan gördü ama onlar için dayak yemedim ancak seraya her girmeye çalıştığımda beni kovaladı, azarladı.

Evin merdiven kenarına bir gece yağmur yağdığı için gidip çatladım. Bu kez dayağımı plastik bir boruyla yedim ve gerçekten canım çok yanmıştı, belki bir saat ağladım. Aynı yerlere işediğim zaman o kadar kızmıyordu ama görünce bağırmaya başlıyor, çişimi yarıda kesip uzaklaşıyordum.

Dayaklarım bununla sınırlı kalmadı, kapısının önündeki koltuğa çıkıp yattığım zaman da ya terlik, ayakkabı gibi şeyler fırlatıyor ya da sarı süpürgeyle vuruyordu. Bir keresinde fırlattığı ayakkabı tekinin topuğu kafama geldi, feleğim şaştı, koltuktan yere düşercesine atladıktan sonra etrafımda bir iki tur daha döndüm, birkaç saat kendime gelemedim. Her dayaktan sonra ağladığımı ve küstüğümü söylememe gerek yok.

Benim bu koltuklar üzerinde yattığımı görmese bile dayak atıyordu ama o zaman süpürgeyle yapıyordu. Tüylerim ve kıllarım koltuğun süngerine yapışıyor, yakayı oradan ele verdiğimi düşünüyorum çünkü ne zaman eline süpürge alıp koltuğu süpürdüğünü görsem dayak yiyeceğimi anlıyorum ve bir süre gözden ırak oluyorum.

Laf aramızda ben ara sıra gene koltukların üzerine çıkıp yatıyorum. Gerçi bana yaptığı yatak çok hoş, büyük ve derin bir plastik leğenin içine süngerli bir minder koymuş, gömülüp yatıyorum, herhangi bir şikâyetim yok ama gene de gözüm koltukta.

Üç kez bende kene temizliği yaptı, cımbızı olmadığı için kargaburnu ile parmak aralarımdan kulağımın içine kadar ne kadar irili ufaklı kene varsa hepsini aldı, kimisini canlı kimisini pense içinde patlamış olarak. Pirelerim çoğalınca da bitkilerdeki yaprak pireleri için kullanılan mavi bir toz ilaçla pudraladı, beni. İlacın kokusu midemi havalandırıyordu ama şu sıralar artık koku moku yok, kaşınmam da kesildi. Sadece tüylerim mavileşti, mavi kutik oldum.

Son bir hafta içinde bol miktarda haşlanmış tavuk kemiği yemeğe başladım. Aynı yemeği iştahla yerken son birkaç gündür canım çekmiyor, benim yemeğe tenezzül etmediğim ve yalağımda bıraktığım bu tavuk kıymıklarını yan komşumuz Mevlit amcanın keneli abi itleri akşamları gelip çalıyorlar. Abi itler gelince kapının önündeki koltuğun altına saklanıyorum.

İlkinde 6, ikincisinde 13, en sonuncusunda da 18 tane kene temizliği yaptı. Bana kızıyor, neden Mevlit'in itlerinin ve keçilerinin bağlı olduğu mıntıkaya gidiyorum diye. Ne yapayım, canım sıkılıyor hep aynı yerde dolaşmaktan. Sonunda eczaneden alınan Keneson diye bir tozla her tarafımı buladı. Bu toz da pis kokuyor ve sanırım aynı zamanda tüy de döküyor; kafamda, yüzümde birçok yerim ala bula oldu.

Dün sabah bana haşlanmış tavuk kırpıntılarına doğramış olduğu yemeği verdi, biraz ağırlaşmıştı, bozuk kokuyordu, bir kez yaladıktan sonra bir daha ağzımı vurmadım, yemeğimi değiştirir sandım ama inat edip başka bir şey vermeyince bu sabaha kadar gıdım gıdım içim almasa da yedim. Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin! Dün o bozuk yemeği yediğim yetmiyormuş gibi bu sabah da kıymalı salçalı bir yemeğin üzerine dökülmüş bozuk sütle, bulamaç haline gelmiş yemeği önüme dayadı. Onu da yemeyince bana: "Sen bilirsin, istersen yeme. Ben seni hayata hazırlıyorum, sanma ki böyle sırtımı sağlam bir kapıya dayadım, hayat hep böyle sürecek. Yarın çöp kovalarında sana özel hazırlanmış dürüm döner bulacağını mı sanıyorsun? Bağlanmak istemiyorum, o yüzden de bak seni bağlamıyorum. Özgürlüğünün ve gençliğinin tadını çıkarabildiğin kadar çıkar. Şimdiden komşular mırın kırın etmeye başladılar bile. Kancık olduğun için iyice gıcıklarına gidiyorsun. Senin yüzünden yarın buraları erkek itler dolduracakmış, hele bir de doğum yaparsan... Zaten seni dün Mevlit'in tavuklarını eselerken görmüşler. Ufak ufak götün kalkmaya başladı" dedi.

Çok bozuldum, öğlene kadar koyduğu yemeğe ağzımı sürmedim ama belki akşama doğru yerim.

Bugün ona daha fazla yılıştım, yürürken ayaklarına dolanıyordum, bir iki kez yanlışlıkla ayağıma bastı, çığlık attım ama kabahat bende olduğu için fazla kafaya takmadım. Yanlış bir günde sevgi gösterileri yapıyorum galiba, çünkü hiç yüz vermediği gibi çok kızgın bugün. Allah sonumuzu hayreylesin.

Daha önce onu bu ağaç kütüğünün üstünde hiç görmemiştim. Benim gördüğüm üç, belki daha fazla çıkmıştır. O orada olunca ben de gidip onu seyrediyorum. İyi bir şey olsaydı oraya ben de çıkardım, yaptığına bir anlam veremedim, dangalakça bir şey ya da ne yaptığının kendisi de farkında değil.

Eve girdi çıktı, girdi çıktı. Onun evden her çıkışında ayaklarına dolanmayı da iş edindim bugün. Bazen koltukta birkaç dakikalığına oturuyor, o zaman ben de ayaklarının yanına uzanıyor, kuyruğumu betona ritmik bir şekilde vurarak tap tap tap yapıyordum, bir ayağımı da onun ayaklarının üzerine koyuyordum. Yine de bugün ona yaranamadım.

***
Bölüm 2

Emin
02-04-2012, 00:40
Sadece başlığını yazabildiğim yazı için başlayamadığım yerden devam etme kararlılığı içindeyim.

Öncelikle gelen yazılara "selam verme" yerine geçmesi için bir şeyler yazmalıyım.

"Yanlış anlaşılmak iyidir. Geç anlaşılmak daha iyidir," diye söze başlamış Sayın AnnE.

Yanlış anlaşılmanın neresinin iyi olduğunu tam kavrayamadım ancak geç anlaşılmaya biraz aklım yatıyor.

"Yazmak da iyidir ama yazabilmek için bissürü şey lazım."

"Vallaha doğru diyorsun" demekten başka bir şey gelmiyor şuan aklıma bu cümlesi için. Ve o "bir sürü şey lazım" derken "bir sürü şey" anlatıyor esasında.

"Sanırım, yaştan mıdır nedir; yazma kabiliyeti mi desem isteği mi desem kayboluyor."

Bu sözüne gene şuan ki düşünceme göre şöyle bir karşılık versem bu yazı için yalan olmaz: Acayip bir biçimde yazma isteğim var ama işte hepsi o kadar. Yazma yeteneğimin olduğunu ise hiç sanmıyor, biri dese bile inanmıyorum zaten. Geriye yaş kalıyor ama bunun çok fazla engel olacağını, sorun çıkaracağını pek sanmıyorum.

"Gecen gün başka bir mecrada bir Pakistanlının ''ülen bu Yahudilerden bi sürü adam çıkıyor da Müslümanlardan neden çıkmıyor'' diye nette gezen bir yazısıyla ilgili bir yazı yazdıydım, dilim damağım kurudu yazana kadar."

Dili damağı kurutan o yazıyı okumak isterim arka bahçede.

"Yazmak aslında için dökmek, kusmak bir nevi. Ama ortalıkta o kadar kusturucu şey var ki."

Yazma eyleminin tarifini yapmak benim açımdan çok külfetli bir iş. Sıralamaya kalksam zaman alır. Kendi adıma diyorum ki yazmak; kimi zaman evet, kusmaktır ama her zaman değil. Yalnız son yazdıklarımda kusmayı beceremesem de böğürmeye çalıştığımı söylesem yalan olmaz. İyi de kus kus, nereye kadar, böğür böğür nereye, ne zaman kadar.

Gelelim Sayın ar_de_'nin yazdıklarına.
"... AnnE de ( benim gibi bıdı bıdı yapacağına ) tek bir cümle yazarak sizi yorumlamış. yazıyı didiklemek başkaaaa, okuyup-anlayıp-aynı çizgide yorumlamak başka. ikinize de helal olsun (AnnE nin tabirini temel alırsak; ikinizin de onca kusturucu karşısındaki kusmalarınız çok hoş)
arkası yarınları ve haftalık çizgi romanları beklemeyi bilen ve seven biri olarak ve de nitelikli yazılarınızın takipçisi olarak; bahçede aşağı yukarı benim genel düşünce yapıma sahip pek çok insan olduğunu düşünerek çoğul yazıyorum.
Ahmet beyin o tv kanalındaki sohbetlerini merak edip internetten bir iki kısa bölümünü gülümseyerek izlediğim için sizi "sevindiren" kısmı merak etmemden daha doğal bir şey olamaz ben işi biraz şakaya vursam da eminim siz konuyu mutlaka ciddi ve önemli bir noktaya bağlayacaksınız ki; bu sebepten "o yazınızı merakla beklemek" durumu hala geçerliliğini koruyor.
...
Lütfen anlaşılmaktan ve yeni konu aramaktan korkmayın. kaynak neredeyse sonsuz gibi."

Satır satır karşılık versem yazı uzayacak. Yazdıkları her zaman olduğu gibi beni yazmaya itekliyor, bu yüzden ona ayrıca teşekkür ediyorum.

Konu ve kaynak bolluğuna gelince...

Evet, kaynaklar sonsuz ve dilin kemiği de yok, kemiksiz dilin damağı kurusa da konuşmalar da, yazmalar da bitmez yeter ki "yazacak" olsun.

Merak ettiklerine gelince; şöyle bir ara başlık açmam gerekiyor:

Cübbeli Ahmet Hoca Neden Çok Sevindi?

Sevinir tabii, ben de Cübbeli veya Takkeli Emin Hoca olsam ben de çok sevinirdim. Her açıdan çok sevinirdim. Gerçi yazık oldu, sevincini kursağında koydular hocanın. Sen misin başka hocalara çaktırmadan laf sokan.

"Nisyan ile Maluldür" başlıklı yazımda konuyla ilgili Hürriyetin internetteki sitesinden devşirdiğim bir haberden alıntı yapmıştım.
Konuya kısaca yeniden değinelim.

Yarım yamalak hatırladığımız veya okuduklarımızdan aklımızda kalanlara göre: Eskiden Erzincan'da Başsavcılık yapan şimdi CHP'den milletvekili olan İlhan Cihaner 2007 yılında okul öncesi çocuklara yani 4 ile 6 yaş arasındakilere yönelik olarak yaslara aykırı olarak diğer bir deyişle Kaçak Kuran Kursu veya dini eğitim kursu açılması gibisinden bir iddiayla soruşturma başlatmıştı.

Dinine çok düşkün olan vatandaşlarımız yürütülen soruşturma veya açılan davalardan çok, "Kaçak Kuran Kursu" adına kahrolmuştu; küfretsen o kadar yaralamazdı!
Bu gizli soruşturmalar kapsamında İsmailağa Cemaatinden Mahmut Ustaosmanoğlu ve hepimizin çok iyi tanıdığı ya da tebessümle izlediği Ahmet Mahmut Ünlü, bilinen adıyla Cüppeli Ahmet Hoca ile yine meşhur isimlerden İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş da bu soruşturma kapsamındaki sayısı 238 olan sanıklardandı.

Ben yine kestirmeden gideyim ve bu konuda hükümetimize kızan, kusan ve böğüren dolayısıyla Hürriyet gazetesindeki yazılarına 1 Nisan 2012 (Dün) tarihinde son yazısını yazan Özdemir İnce'den çok çok önce uğurlanan Tufan Türenç'in eski bir yazısından alıntı yapayım.

"Erzincan komedisinde perde indi...”
“Böyle bir komedi ancak ve ancak hukuk devleti olmayan ülkelerde yaşanır.
Olay şöyle...
2007 Kasım’ında Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner, kaçak Kuran kursu işleten İsmailağa cemaati için soruşturma başlatır.
Soruşturma ilerledikçe cemaatin kirli çamaşırları da ortalığa dökülür.
Cihaner’e Ankara’dan “Bu işin üzerine gitme” diye uyarılar gelir.
Başsavcı aldırmaz, işini yürütür.
Bunun üzerine Erzurum Özel Yetkili Savcılığı’na imzasız bir ihbar mektubu gönderilir.
Mektupta İsmailağa cemaatinin silahlı suç örgütü oluşturduğu bildirilir.
Böylece cemaati kurtaracak, İlhan Cihaner’i ise kodese tıkacak tezgâh başlatılmıştır.
Erzurum savcılığı terör örgütü ihbarı üzerine İsmailağa cemaati dosyasını “Bu benim alanıma girer” gerekçesiyle Cihaner’den ister.
Cihaner vermemekte direnir, ancak eninde sonunda dosya alınır ve anında 238 şüpheli, savcılık tarafından 16’ya indirilir.
Bir süre sonra hazırlıklar tamamlanınca Cihaner Ergenekon şüphelisi olmakla suçlanır ve makamı basılarak CD ve evraklara el konur ve gözaltına alınır.
Erzurum’a götürülen Cihaner sorgulandıktan sonra tutuklanıp cezaevine kapatılır.
Cihaner için yaratılan suçlar şunlardır: Ergenekon terör örgütüne üye olmak, resmi evrakta sahtecilik, iftira ve tehdit.
Cihaner başsavcı olduğu için yasalara göre yargılama Yargıtay’a alınır ve savcı tahliye edilir.
Yargılanması tutuksuz olarak sürdürülür.
Bu komedinin en ilginç yanı, İsmailağa soruşturmasının şüphelilerinin telefon konuşmalarıdır.
Konuşmalarda şüpheliler dosyanın Erzurum’a alınmasını müjde olarak karşılarlar.
Çünkü şüphelilere, İsmailağa dosyasının kapatılacağı fısıldanmıştır.
Anayasa değişikliğiyle yeniden oluşturulan Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu da bu komedide yerini alır ve Başsavcı Cihaner’i Adana’ya düz savcı olarak atar.
Komedinin son perdesinde de komediye devam edilir.
Özel Yetkili Erzurum 2. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki davanın, 26 Ekim’deki gizli duruşmasında savcının esas hakkındaki mütalaası bir hukuk devleti adına yüz kızartacak vahamettedir.
Dosyayı sahte bir ihbar mektubuyla Erzincan Savcılığı’nın elinden alan Erzurum Savcılığı, şüphelilerin terör örgütü oluşturduklarına dair bir delil bulunmadığını belirterek hepsinin beraatlarına karar verilmesini ister.
Yani İsmailağa cemaatini kurtarmak için Cihaner’e atılan iftiralar böylece açığa çıkar.
Karar ocak ayı içinde yapılacak davada verilecek.
İşte size artık bir hukuk devleti olmayan Türkiye’de oynanan bir hukuk komedisinin öyküsü.
Şimdi Cihaner’e iftiralar atarak tezgâh kuranlar ve onu Adana’ya düz savcı olarak atayanlar, herkesi bırakın ama çocuklarının yüzlerine nasıl bakacaklar?
Her biri Türk hukuk tarihinin siyah sayfalarında yer alacaklarını biliyorlar mı?
Dilerim 2011’de, Türkiye’de böyle utanç verici komedilerin sahneye konduğu dönem sona erer.
Bütün okurlarıma mutluluk ve sağlık dolu yıllar dilerim.”


Bu alıntı geçmişin bir bölümünü özetledi ancak devamındaki bazı şeylerden de eski yazılarımda biraz bahsetmiştim. Benim anlatmaya çalıştığım konu şu:

Sağ olsun bağımsız mahkemelerimiz davayı kapatmıştır.

Cüppeli Hoca zaten davanın daha başında bu işten sıyrılmıştır.

Kısacası: "Ne it girmiş, ne ziyan olmuştur" derler ya, aynen öyle...

Ecevit, Bahçeli ve Yılmaz üçlüsünün ortaklaşa kurduğu hükümet, Diyanet İşleri Başkanlığının Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki 633 Sayılı Kanunda bazı değişikler yapmışlardı. Şöyle bir hüküm koymuşlardı Ek-3 üncü maddeye:

“İlk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi dersleri dışında, Kur’an-ı Kerim ve mealini öğrenmek, hafızlık yapmak ve dini bilgiler almak isteyenlerden ilköğretimi bitirenler için Diyanet İşleri Başkanlığınca Kuran kursları açılır. Bu kurslardaki din eğitim ve öğretimi kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcilerinin talebine bağlıdır.
Ayrıca ilköğretimin 5’inci sınıfını bitirenler için tatillerde ve Milli Eğitim Bakanlığının denetim ve gözetiminde yaz Kuran kursları açılır.
Kuran kurslarının açılış, eğitim öğretim ve denetimleriyle bu kurslarda okuyan öğrencilerin barındığı yurt veya pansiyonların açılış ve çalışmalarına dair hususlar yönetmelikle düzenlenir.”

İşte böyle bir kanun maddesine aykırı bir biçimde kurs açarsan suç işlersin.

Cihaner'in başlattığı ama elinden bir şekilde alınan soruşturmanın iddianamesi hazırlanmış ve davası da tamamlanmış, tutuksuz yargılanan ve suçlu bulunan çok az kişi birkaç aylık ceza almış, ceza paraya çevrilmiş ve bir daha yapmayın diye de bu sembolik ceza da ertelenmişti.

Ama bu dava, bizlerden daha fazla Müslüman olan hükümetimizi ve doğrudan cennete gidecek olan Cemaat üyelerini çok derinden yaraladığı için derinden derinden giderek Kestirmeden Hazırlanmış Kanunlardan (KHK) birine bir hüküm koymalarına neden oldu.

"Kanun Hükmünde" başlıklı yazımda belirttiğim bir "Yetki Kanunu" konusu vardı, KHK çıkarmak için alınan, yeki kanunundan bahsediyorum.

Hani Anayasanın 7 nci maddesinin: "Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez” demesine rağmen yine aynı Anayasamızın KHK çıkarma yetkisini verdiğinden öğüre öğüre bahsetmiştim ya...

İşte o zaman alınan bu yetki yasasıyla hiç Komisyonlara uğramadan, Genel Kurula indirilmeden, tartışılmadan kısacası millete duyurmak için yaygara koparmadan çıkarılan bir sürü KHK ile ne güzellikler yapılmıştır, Allah bilir.
Kaç KHK çıkardıklarını bilmiyorum ama hükümetlerinin bu son yetki yasasıyla kaç tane KHK çıkardıklarını sorsan Akepe milletvekilleri de bilemezler.

Bakın, Karar Sayısı 653 olan şu KHK'nın başlığı ne kadar güzel!

"EKONOMİ BAKANLIĞININ TEŞKİLAT VE GÖREVLERİ HAKKINDA KANUN HÜKMÜNDE KARARNAME İLE BAZI KANUN VE KANUN HÜKMÜNDE KARARNAMELERDE DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR KANUN HÜKMÜNDE KARARNAME"

İnsaf, hakikaten insaf, KHK'de bile tek bir kanun adı yok, "Bazı" diye cümleye başla yeter. Bu kadar mı hızlı ve tasarruflu onulur, pes! Şapka çıkarıyorum!

Bir sürü maddesi var, doğal olarak bu KHK'nın.
Konumuzu ilgilendiren 15 nci maddesi.

"MADDE 15 – 633 sayılı Kanunun ek 3 üncü maddesi ile geçici 13 üncü maddesinin altıncı fıkrasının son cümlesi yürürlükten kaldırılmıştır."

Maddede bile tasarruf yapılmış, sadece Kanunun numarası yazılmış 653 denerek. Kanunun adının; Diyanet İşleri Başkanlığının Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun olduğunu bile belirtmeden.

Ne oldu şimdi?

Şöyle oldu; Kanunun belirttiği yönetmeliğe göre yaz tatilinde 12 yaş, kış tatilinde de 15 yaşından küçük çocukların gidemediği Kuran Kursları için yaş sınırı kalkmıştır. Bebeğin ismini koyup, kulağına ezanı da okuduktan sonra gidebilirsin.

Sadece bu kadar mı?

Hayır, değil! Bu kursları ya Diyanet açacaktı ya da MEB'nın denetiminde olacaklardı. Allaha daha yakın ve cennete gidecekleri kesin olan cemaatler için bundan daha sevindirici bir şey olabilir mi?

Cüppeliler, takkeliler, "iki gözü iki çeşme" ağlayanlar sevinmesin de ben mi sevineyim.

Bizlerden daha iyi Müslüman olduklarını ve dolayısıyla cennete gidip; bal, şarap ve süt ırmaklarından tas tas içtikten sonra hurilerle sefa sürecekleri zannımca daha garanti olan başta, eskiden çok ağlardı, içim parçalanırdı ama son zamanlarda ağladığına dair herhangi bir görüntüsüne rastlamadığım Gülen ve onu sevenlerin oluşturduğu camianın yanında diğer mübarek cemaatler, dernekler, STÖ'ler bu haberi birbirlerine sevinçle müjdelediler.

Mesela Zaman Gazetesi 18.09.2011'de şöyle yazdı:

"Kur'an kurslarında 12 yaş sınırı kaldırıldı
Türkiye, 28 Şubat sürecinde hayata geçirilen antidemokratik uygulamalardan bir bir kurtuluyor.
...
Cami ve Kur'an Kursları Federasyonu Genel Başkanı Recep Kıyak, yasağın yürürlükten kaldırılmasının yerinde bir karar olduğunu söyledi. Kıyak, "Türkiye büyük bir yanlıştan döndü. 12 yaş sınırlamasından sonra Kur'an kursları boşalmıştı. Öğrenci sayısı yüzde 70 azaldı. Çok kötü günlerdi. Çok şükür bu uygulama sona erdi. Kurslarımız artık eski cıvıl cıvıl haline kavuşacak." şeklinde konuştu."

Diyanet işleri Başkanlığı da internet sitesinde şöyle diyordu:

"653 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile ilgili zorunlu bir açıklama
Tarih: 18.09.2011

633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun’da değişiklik yapan 653 sayılı Kanun Hükmünde Kararname, 17/09/2011 tarihli ve 28057 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.

Söz konusu Kararname ile ilgili aşağıdaki açıklamalara ihtiyaç duyulmuştur:

1) 633 sayılı Kanunun Ek 3 üncü maddesinin kaldırılması ile Kur’an-ı Kerim ve mealini öğrenmek, hafızlık yapmak, dini bilgiler almak isteyenlerin, zorunlu temel eğitime devam ederken, dershane, sanat ve spor etkinliklerine ilişkin çeşitli kurslara devam edebildikleri gibi bu kurslara da katılabilmelerine imkân sağlanmıştır. Söz konusu yaş sınırlamasının kaldırılmasına dair düzenleme, öğrencilerin kesintisiz zorunlu temel eğitimi ihmal edeceği sonucunu doğurmamaktadır. "


Geldik yazının sonuna.

4 artı 4 artı 4 ile taçlandırılan bu gayretleri, çalışmaları alkışlıyorum.

Kesmez ama bence Milli Eğitim Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığına bağlanmalıdır.
Koca Bakanlık hiç Başkanlığa bağlanır mı demeyin, neden olmasın. Başkanlığın adını Din Bakanlığı yaparsın, Milli Eğitimin de "Milli"sini kaldırıp Din Eğitimi Başkanlığı yaparsın, olur biter. Neyse, o da olur inşallah!

Bir sayfada toplu gösteremediğim bu yazıyı kesintisiz okuyana da büyük geçmiş olsun diyorum.

(Eh artık bir iki ay yazmasam bile olur.)
***
Bölüm son
-Altmış bir-

Emin
26-04-2012, 00:21
12 Nisan 2012 Perşembe günü, önceki günlerden devreden kızgınlık ve sinirlerime ek olarak günün getirdiği öfkelerimle birlikte serada çalışıyordum.

Yoldan ayrılan bir motosikletli genç seranın yolundan eve doğru gelmeye başladı. Ya su, ya elektrik ya da posta için geldiğini düşünüyordum.

Motorunun heybesinden zarf gibi şeyler çıkınca posta kuryesi olduğunu anladım ve getirdiği zarfları bırakıp gideceğini düşünerek fazla iplemedim ta ki gencin adımı seslenerek "mahkeme" demesine kadar.

Gergin bir şekilde imzalanacak yerleri imzalayıp tebliğ zarfımı aldım.

Motorlu gencin ne zaman gittiğini bile anlamadan zarfın üzerindeki bilgileri okudum. Adım, adresim, babamın adı, anamın adı, doğum tarihim ve TC kimlik numaram bi güzel ve dosdoğru yazıyordu yazmasına ama zarf Antalya 13.İcra Dairesinden geliyordu.

Salavat yerine geçecek şekilde "Kim ulan bu mına koduğum, beni icraya veren" deyip, zarfı açtım.

Üç avukatlı AVEA İletişim Hizmetleri A.Ş.miş.

GSM No, Fatura No, Son Öd.Tr. ve F.Asıl Alacak Tu. Başlıkları altında 4 adet fatura bilgileri sıralanmış.

Asıl alacak tutarı, matbu evrak masrafı, karmaşık faiz hesapları diğer şu, bu gibi bilgileri okuduktan sonra tebliğin sonundaki yazıları okumaya başladım.
Sadece borcu değil avukatlık ücreti ve takip giderlerini 7 iş günü içinde ödemem veya itirazım varsa yapmamı isteyen, itiraz filan etmezsem mal beyanında bulunmamı yoksa disiplin hapsi ile tazyik olunacağımı, cebri icraya devam edileceğini anlatan kısmı da okuduktan sonra düşünmeye başladım.

Evet, AVEA'dan bir mobil hat almıştım ama bu hattın kazığını yiyerek aylar önce kapatmıştım. İşi gücü bırakıp, "Peki, bu nasıl kapatma" diye söylenerek eve girdim, sağı solu kurcalamaya başladım. Evrak arıyordum, dekont olur, sözleşme olur, yeter ki işe yarayan belge olsundu.

Bende hiçbir şey kolay kolay kaybolmaz ama arandığı zamanda kolay kolay bulunmaz, öylesine sağlam saklarım yani.

Birden, faturaları bankadan yatırdığım aklıma geldi. Seradaki işi tamamen boş verip, bu işe daldım, bankanın internet sitesine girip hesap hareketlerimi didik didik etmeye başladım.

Neyse, çok şükür, bazı kayıtlara ulaştım, ödenmediği söylenen dört faturadan üçünü ödemişim ancak birinin rakamı tutmuyordu. Tutmayan rakam ise eksik değil fazla yatırılmıştı.

"Hazır bankanın sitesindeyken, sorgulayayım, bakalım başka faturam var mı?" dedim ve ekrana gelen bilgiyle şaşırıp kaldım. Son ödeme tarihi 15.04.2012 olan kabarık bir faturaydı gördüğüm.

Tekrar seraya dönüp yetiştirmem gereken işlere daldım ama bir yandan da bu durumu nasıl çözeceğimi düşünmekten dolayı iki kat fazla yoruldum.

Yarın olsun hayrolsun, işlerin arasında uygun bir zaman dilimi bulup önce bankaya uğramalıyım, oradan alacağım dekontlarla birlikte bir itiraz dilekçesi yazarım, olayın bir kısmını böylece çözerim.

İyi de, olayın bir kısmını çözerim ya geri kalan kısmı?

O an için kafama takılan üç soru vardı:

1. Kapattığım hat nasıl olur fatura yazmaya devam eder?

2. Bu faturalardan neden haberdar değilim? Niye adresime icra tebligatı geliyor da, faturalar gelmiyor veya e-posta adresime gönderilmemiş?

3. İki faturayı tam ödemiş görünüyorum ama neden üçüncü faturayı fazla ödemişim?

Bazen bir haber izlerim, örneğin herhangi bir yerde sel olmuş, insanlar sele kapılmışlar... Bir trafik kazası görüntüsü, yanlış tedavi yüzünden akıl almaz sonuçlar, kap-kaç olayları, ev yangını, kaza kurşunu, dolandırıcılık, kredi kartlarından çekilen paralar, sahte kimliklerle kurulan firmalar, haberin yokken gelen vergi borçları, trafik cezaları, tutuklanmalar falan filan...

Eskiden bu tür biçimsiz ve belalı olaylar hep başkasının başına gelir, benim başıma gelmez duygusu olurdu bende. Şimdilerde bendeki o duygudan neredeyse eser kalmadı.

Hani, sakınan göze çöp batar misali olmaya başladı, sanki her şey.

"Hele, AVEA bayisine gidip hattı kapattıktan sonra bana verilen o kapatma belgesini, evi altüst etme pahasına bir bulayım, gerisi Allah Kerim" diyerek o geceyi geçirdim.

-62/a-

dentist
27-04-2012, 22:56
Sayın Emin tam Türkiyeme yaraşır bir olay gelmiş başınıza ,devamını merakla bekliyorum ama esas düşünülmesi gereken ya evrakları saklamasaydınız ya da banka yolu ile ödemeseydiniz ne olurdu veya dahada acısı kimbilir evrağını saklamayan kaç kişi şu an bu durumla uğraşıyor sorusu.

Yazdıklarınız bana zaten çok tanıdık gelmekle beraber son faturayı neden fazla ödediğiniz konusunu tam çözemedim:) Esas mazaratta oradan çıkacak gibi sanki, görelim bakalım.

Emin
28-04-2012, 23:33
Ertesi günü işin gücün içindeydim. Hangi işi yapacak olsam dün gelen icra tebliğini ve içeriğini düşünmeden edemiyordum.

Hep uygun bir zaman dilimi bulup, hele şu evrakları hayırlısıyla bir elime alayım diyordum.

Gerçi en azından üç faturayı ödemiştim. Bu durum beni kısmen rahatlatıyordu, bankadan bunların alıtını alırdım. Sırf bunlar için bankaya bile gitmek ağırıma gidiyordu, neden olsundu ki böyle bir şey, bu kadar sıkışık zamanımda. Bir açıdan bankaya da gitmem gerekiyordu; şu kredi kartlarından alınan üye aidatı altındaki paraya itiraz için Tüketici Derneklerinin internete koyduğu örnek dilekçeleri doldurmuş, bankadaki bir memura durumu anlatmıştım iki-üç ay önce. Bana "dilekçeye gerek yok ben talebinizi alayım, size dönerim" demişti ama belli ki sırtını dönmüştü. Bu vesileyle bu dilekçe konusunu dillendirip, gerekirse "madem öyle, ben de bankanızdaki hesaplarımı kapatıyorum," diye tavır takınmaya kendimi ikna etmiştim.

Banka işi kolaydı ama ödenmemiş görünen bir faturam vardı, ayrıca son ödeme tarihi 15 Nisan olan kabarık bir fatura daha vardı. Onları nasıl aşacaktım?

Önce bu hattı kapattığıma dair Avea bayisinden aldığım bir belge vardı, onu bulmalıydım.

Sonra İcra Dairesine borcun bir kısmına itiraz dilekçesi yazmalıydım, üstelik bunu, bana verilen o 7 iş günlük süre içinde yapmalıydım.

Ayın 13'ü Cuma günü, böyle iş güç içindeki düşüncelerle bitti.

Benim için her gün iş günü, Allahtan devlet için hafta sonu iş günü değil.

Cumartesi günüm de piç oldu. O günde evraklarla ilgili bir arama yapamadım.

Geldik Pazar gününe.

Fasılalarla arama yapmaya başladım. Aradığım yerleri bir daha arayıp, vakit kaybıyla birlikte gerginliğimi iyice artırıyordum.

Nihayet, öğlene doğru altüst ettiğim evin hiç ummadığım bir yerinde kapatma kâğıdına rastlayınca bokunda boncuk görmüş deliler gibi sevindim.

Çay molası verdim, kafamı toparladım, İcraya yazacağım yazıyı aklımdan geçirmeye başladım. Üstelik o fazla yatırdığımı düşündüğüm faturanın bana gelmiş olanını da bulmuştum.

Bu işin ceremesi neyse çekecektik artık. İcra Dairesi aracılığıyla Avea'ya mealen şöyle laflar edecektim:
Şu, şu faturalar ödenmiş, işte makbuzu; şu tarihli olana siz şu kadar demişsiniz, ben bunu fazlasıyla yatırmışım ama bir yanlışlık olmalı; bana gelen faturanız bu kadar, oysa icra tebliğinde belirttiğiniz rakam daha düşük; dolayısıyla ben doğru olanı yapmışım, bana gelen fatura bedelini yatırmışım, yanlışlık sizde; haklısınız, şu faturayı ödememişim ama demek ki elime ulaşmamış, yoksa yatırmaz olur muyum, bunları yatıran onu da yatırır; ancak ben hattı kapattığım halde, faturalar çıkmaya devam ediyor, bu ne iş? Aha işte kapatma belgem; bu İcra tebliğinde bu faturalar henüz yok ama uyanmasam bir icrayla da o faturalar için utanmadan yakama yapışacaksınız!

Şimdi kafamda oluşan bu cümleleri daha ağırbaşlı sözcüklerle yazmalıydım.

Ekleyeceğim belgelerin fotokopisini yarın bankadan alıp, bu işi bir an evvel halletmeliydim. Yoksa bugün, yarın, şu gün derken maazallah süreyi bir geçirdim mi, yandım. Tüm borcu kabul etmiş sayılacağım ve sevişe sevişe ödemek zorunda kalacağım.

Bankacıya kolaylık olsun diye şu ödediğim faturaların tarih ve diğer bilgilerini alayım, bir de şu son ödeme tarihi 15 Nisan 2012 olan faturanın bilgisine bir kez daha göz atıp, hatta onun ekran alıntısını bilgisayara kopyalayıp çıktısını alayım diye bankanın internet sitesine girdim.

Ödediğim faturaların da çıktısını alabildiğimi görünce önce sevindim ama bankadan almanın daha iyi olacağına karar verdim.

Fatura ödemeleri bölümüne gelip telefon numarasını yazdım, ekranda ödenecek fatura yoktur gibisinden bir yazıyla karşılaştım!

Nasıl olur, daha iki gün önce adımın ve soyadım baş harflerini yazıp, diğer harflerin yıldızlarla (****) perdelendiği fatura bilgisini görmüştüm. Şimdi niye yok, nere gitti? Bugün ayın 14'ü, günü de geçmedi ki! Tamam, günü geçen faturaları göremem, eyvallah ama daha ayın 15'ine gelmedik!

Birkaç kez denedim, ı ıhhh yok. Böyle bir fatura yok!

Sevineyim mi, üzüleyim mi karar veremedim!

Kararsız olmak iyi bir şey olmadığından ben de endişelenmeye karar verdim.

Kafamı toparlamak için uzunca bir süre mola verdim.

Kafam zaten top olduğu için mola süresince toparlanmak bir yana sorularım daha da çoğaldı.

Seraya girdim, ne emek verdiğimi bir ben bilirim, yetiştirdiğim ürünlere bakarak yürüyorum. Ürünler de "ne edip edip, bizi bir an önce buradan çıkar sat, yoksa başına öyle bir bela oluruz ki, icradan beter olursun" dercesine bana bakıyorlar.

Hale götürsem bir dert, götürmesem iki.

Tanıdığım pazarcılara telefon ediyorum, satış garantili mal götüreyim bari, hiç değilse geri getirmemiş olurum. Hiç biri istemiyor, "valla abi, satılmıyor, zor, mal şişti, kimse yüzüne bakmıyor, dünden kalan malı elimden çıkarmaya çalışıyorum" gibisinden cümleler kuruyorlar.

Güneyliler Lokantasının satın almacısını arıyorum. O da gönülsüz. Üşeniyor, hazırladığım malı gelip seradan almaya; anlıyorum ama anlamazlıktan geliyorum. Fiyat konusunda kendisi ne verirse razı olduğumu bildiği halde böyle tavır takınıyor. Sonunda kerhen siparişini veriyor yarın sabah için.

O siparişleri hazırlamak için seraya girmeden önce bir kez daha internetin başına çöküyorum.

İcra tebliği, hat kapatma yazısı ve fatura olmak üzere üç kâğıt var önümde.

Ezberimde olmadığı için bu kâğıtlarda yazan numaraya bakarak yeniden yazıyorum.

Yok, arkadaş, yok!

Ödenecek fatura bilgisine rastlanmadı gibisinden bir ileti çıkıyor karşıma.

Bir kez daha ama son kez denemek geçiyor içimden.

Tesadüfen mi, Allah tarafından mı, yoksa Şeytan mı dürtüyor bilmiyorum ama bu kere önümdeki bu üç kâğıttan bir diğerine bakarak yazıyorum numarayı.

Gözlerim parlıyor! Aha, işte var! Son ödeme tarihi Nisan 15, tutar; 152,48.

Halen uyanamıyorum!

Kusuru, bankanın yazılımında arıyorum. Kafam kayış atmış ayırdına varmıyorum. Yeniden yazarken belgedeki numaraları, son dört rakama gelince uyanır gibi oluyorum, numaraları ekrana yazmayı yarıda kesip, masada ki yakın gözlüğüme uzanıyorum.

Bir icra tebliğindeki numaraya, bir benim kapatma yaptığım kâğıttaki numaraya, sonra faturadaki numaraya bakıyorum.

"Hay mınıskim! Ulan bu numaralar farklı ya!"

İşte ancak o vakit anlıyorum ki; bu üç kâğıtta bir üçkâğıt; bu numaralarda bir numara olduğunu!

-62/b-

dentist
01-05-2012, 13:31
........, son dört rakama gelince uyanır gibi oluyorum, numaraları ekrana yazmayı yarıda kesip, masada ki yakın gözlüğüme uzanıyorum.

Bir icra tebliğindeki numaraya, bir benim kapatma yaptığım kâğıttaki numaraya, sonra faturadaki numaraya bakıyorum.

"Hay mınıskim! Ulan bu numaralar farklı ya!"

İşte ancak o vakit anlıyorum ki; bu üç kâğıtta bir üçkâğıt; bu numaralarda bir numara olduğunu!

-62/b-

Sayın Emin'in yazısı bu kısımla özetlenebilir sanırım. Yukardaki özete bakarak şunları söylemek mümkün.

1-Emin görme ile ilgili yaşına bağlı sorunlar yaşamakta ve gözlük kullanmaktadır.

2-Elindeki 3 ayrı evraktan birinde farklı bir telefon numarası geçmektedir ama anlaşılan o ki sadece son 4 rakam farklıdır.

Haliyle insanın aklına acaba Emin zamanında 2 ayrı telefon hattı almış ve birini kapattırırken diğerini unutmuş fikri geliyor ama bu fikirde yukarıdaki yazılara bakınca biraz mantıksız geliyor çünkü ilk 2 faturalar aynı rakamlardan oluşmaktaydı. Tesadüfen bile olsa iki ayrı telefon hattına aynı faturanın peşpeşe gelme ihtimali çok zayıf.

3-Emin'in yazısının bitiriş cümlesine bakarakda bir yorumda bulunmak gerekirse (aslında esas yorumu ondan bir önceki cümleye yapmak lazım ama neyse :)) telefon firması Emin'e olmayan bir numara üzerinden ki sanırım mükerrer deniyor bu olaya faturalar yollamamış ve dava aşamasına kadar olay gelene kadar beklenilmiştir.

Olayın bundan sonraki gelişimini merak etmekle beraber Eminin elindeki ödenmiş faturalar ve kapatma evrağı belkide artık çok şey ifade etmeyecek gibi duruyor.

Yazı ola hayrola görelim bakalım.

Emin
07-05-2012, 00:18
Valla ne yalan söyleyeyim, böyle bir yazı çıksaydı karşıma okumazdım.

Cümleye vallahla başladım ama bir açık kapı bırakmak için şöyle kıvırabilirim: Belki okurdum ama öylesine okurdum, okumuş olmak için okurdum ya da yazan kişiyi tanıdığım için ayıp olmasın diye okurdum, desem de olurmuş.

Hadi diyelim okudum ama sonunu merak etmez, "ne olacaksa olsun, bana ne" der, geçer giderdim.

Diş doktorlarını yakından ilgilendiren bir mevzu da yok ortada.

Gerçi dolaylı olarak olabilir; dişinden tırnağından artırdıklarını bu tür hesapsız kitapsız, birden bire ortaya çıkan olaylar karşısında harcarken insan sıkıntıdan dişini sıkar, duruma göre muhatabına diş bileyebilir, filan... Sonuç? Hemen olmasa bile ileride dişçinin yolunu tutabilir...

İlle de okumak isteyenden bana ne.

Ben kendime soruyorum, iyi hoş da, okumak istemediğim bir şeyi niye yazıyorum? Hem de uzattıkça uzatarak!

Saflığıma değil safdilliğime verin.

Neden yazdığımı bilmiyorum, kısacası bilinçsiz yazıyorum.

Ben yine 62'ye harf ekleyerek, okumak istemediğim bu türden konuyu yazmaya devam edeyim.

İcra tebliğini alalı 3 gün olmuştu.

Durumu tam olarak anlamak istiyordum. Hemen hemen herkesin yapacağı şeyi yaptım ve AVEA'nın Müşteri Hizmetlerini aradım.

Böyle yerleri arayanların çok iyi bildiği yönlendirme eziyetlerini yaşadım. Şunu istiyorsan 1'e, bunu istiyorsan 2'ye... 9'a kadar yolu var. "Yeniden dinlemek için sıfıra basınız"

Artık hangi tuştan sonra "müşteri temsilcisi" lafını duydumsa... Bastım.

Konuştuğum kişi adının Filiz olduğunu söyleyince, daha kolay ve bol bilgi almak için "Filiz Hanım" diyerek lafa daldım.

Kayda alınan sohbetimiz sonunda icra takibine konu olan 5012344766 nolu telefonun adıma kayıtlı olduğunu, 29.08.2011 tarihinde açıldığını ve 30.11.2011 tarihinde de kullanıma kapatıldığını öğrendim.

İyi, güzel de bu bilginin bana ne faydası var şimdi?

Kullanmadığım ve varlığından haberdar olmadığım bir telefon hattım var ve de benden para isteniyor.

Bu durumda yapılacak çok fazla şeyler olabilir ama en yalın şekilde iki şey vardı:

Birincisi çok kestirme bir yol. Gideceksin icra dairesine, "çıkarın şu dosyayı, para yatırmaya geldim" diyeceksin; için yansa da, kanına dokunsa da aklına her düştükçe edeceğin küfürlerle zamanla kızgınlığını serinleterek olayı geçiştireceksin. Hatta sebep olanları Allaha da havale edebilirsin. Nasılsa günün birinde Yüce Divan kurulmayacak mı? Elbet o Yüce Divan'da Ticaret Mahkemesi gibi bir mahkeme, Hakim Zebaniler ve Savcı Melekler gibisinden görevliler vardır. Yoksa yok mudur? Koca cehennemde 19 melek görev alacakmış...

Bizim memlekette yeri geldiğinde söylenen bir ilenme vardır: "Allah seni/onu icra etsin veya Allah icra ede" derler. Ben de öyle deyip geçebilirim.

İkinci yol ise kestirme bir yol değil, uzun ve virajlı. İtiraz edeceksin. Ondan sonra "vay sen misin itiraz eden" diye sana tecavüz etmeye kalkanlara, anlatsam gözünüzde canlanır mı bilemem, bir elini önden, diğer elini de arkadan apış arana alıp parmaklarını birbirine kenetleyerek kasacaksın kendini, yani vermemek için ne gerekiyorsa öyle direneceksin.

Hangi yoldan gideceğime henüz karar vermedim ama merakımı gidermek için biraz daha kurcalamam gerektiğine inanarak AVEA'nın İnternet Sitesine girdim.

"Değerli müşterilerimiz, Avea'nın servis ve ürünleriyle ilgili her türlü görüş ve önerilerinizi bize iletebilirsiniz" diyen ekrana adımı, soyadımı, telefonumu, E-Posta adresimi yazdıktan sonra çoktan seçmeli "Talep Tipi" kısmına da "Bilgi almak istiyorum" dedim ve bana yazmam için ayrılan 1200 karakterlik alana derdimi özetleyerek sığdırıp, gönderdim.

Göndermesine gönderdim, hatta hemen olmasa bile yanıt vereceklerine de inandım ama verilen yanıtın derde derman olacağı şöyle dursun biboka yaramayacağına da adım gibi emindim.

Bu arada kafama takılan başka şeyler vardı. Kendimce iz sürüyordum: "Ulan, acaba şöyle bir şey yapmış olmasınlar??!!...

-62/c-

Emin
09-05-2012, 01:03
Tam tarihini hatırlamıyorum, hem hatırlasam ne olacak; geçen yıl, bir gün telefonum çaldı, açtım. Konuşan bayandı, TTNET'ten aradığını söyledi.

Aklımda kaldığı kadarıyla; bir kampanya başlattıklarını, ilk üç ayı 1 GB'a kadar beleş olan sonra bilmem hangi tarifeye göre devam edecek olan bir şeyler söyledi. Gönderecekleri modemin de beleş olduğunu, hatta ilk üç ay içinde bu kampanyadan ayrılsam dahi modemin bende kalacağını, beni aramalarının nedeni ise tamamen sistem tarafından şanslı müşteri oluşummuş!

İlgimi çeken bir konu değildi esasında ama öyle anlattı ki kızcağız, anlattıkları içinden bir tane bile olumsuz konu yoktu. Acaba doğru anladım mı diyerek, anlattıklarını baştan anlatmasını istedim. Üşenmedi tane tane anlattı bu kez.

Hakikaten hiçbir kötülük bulamadım. O yüzden de inanmadım. "Böyle milleti işletiyorsunuz" deyip daha lafımı bitirmemiştim, "Numaraya baksanıza, TTNet'den arıyorum sizi. Karar sizin" dedi ve devam etti...

Hiç gereksinimim yokken bu teklife "Evet" dedim.

"Evet" dedikten sonra hafif bir pişmanlık yaşasam da, bu pişmanlığımı giderecek mazeretler ürettim. Belki hoşuma gider, kullanışlı ve yararlı bir şey olur, kullanırım. Baktım ki iyi bir şey değil, nasılsa üç aylık deneme süresi var, geri veririm. Nasıl olsa bana giren çıkan bir şey yok.

Bir iki gün geçti mi, yoksa bu konuşmanın ertesi günü mü ne, telefonum çaldı, kayıtlı olmadığı için kimden olduğunu anlamadım, Halden pazarcı esnafıdır diye düşündüm, değilmiş. Bir modem talebimin olduğunu ve adresime getirdiklerini ancak yolu karıştırdıklarını ve nasıl geleceklerini soruyordu, birisi.

Tarifimizi yaptık ve adamın biri çıkıp geldi, arabasıyla.

Buyur ettik, oturduk evin önündeki masanın etrafına. İkramlarımızı yaptık, konuştuk dereden tepeden. Esasında kızıyla damadınınmış, bu bayi, kendisi yardım olsun diye böyle işlere gidiyormuş, esasında inşaat müteahhitliği yapmış zamanında.

İşin en ilginç tarafı da, bizim Kırcami' de kirada oturduğumuz, 11 katlı Şefika Hanım Apartmanını bu adam yapmışmış. Şaşırdık, tabii.

Bir ara, "Apartmandaki ev sahipleri sizden pek iyi bahsetmiyorlar" anlamında laflar edince, coştu...

Anlattı da, anlattı.

Sıkılmıştım.

Kalkıp gideceği yok gibiydi.

Üff nihayet, sözleşmeyi çıkardı; biz de kimliğimizi çıkardık.

Sözleşmedeki boşlukları ben mi yazdım, o mu yazdı, şimdi tam olarak hatırlamıyorum. İmzaladık, okumaya gerek görmediğimiz sözleşmeyi.

Kimliğin fotokopisi gerekliymiş!

Yanında getirdiği fotoğraf makinesiyle masaya yatırdığı kimliğimizin önlü arkalı fotoğraflarını çekti.

Çok akıllıca buldum, bu yaptığı işi. Hatta ona da söyledim. "Az çok başımıza ne geleceğini bildiğimiz için tedbirli dolaşıyoruz" gibisinden karşılık verdi.

Adamı uğurladık.

Bir süre sonra "TTNET ADSL aboneliğiniz referans gösterilerek bir adet TTNET Mobil hattı alınmıştır. Bu işlem bilginiz dışındaysa 4440375 müşteri hizmetlerini arayabilirsiniz" diye bir mesaj geldi.

Hattımız kullanıma açılınca birkaç kez kullandık. Çok yavaş çalışıyordu.

Bulunduğumuz yerde çekim alanı sıkıntısı vardı. Seraya gelen bazı tanıdıklarımın diğer servis sağlayıcılara ait modemlerinde de aynı yavaşlık olduğunu görmüştüm.

Ancak elektriklerin kesik olduğu zaman yavaş da olsa kullanılabilir, internetle olan herhangi bir işimizi görebilirdik. Çünkü mevcut modemimiz kablosuz olduğu için elektrikle çalışıyor.

Unutur munuturuz, üç aylık süreyi geçiririz, en iyisi biran önce bu aleti geri verip hattımızı kapatalım dedik. Dedik ama günler gelip geçti. 62 gün sonra (tesadüfe bak, bu yazının numarası da 62, bu işte bir uğursuzluk var, 62'den tavşanda yapılır) kapattık.

Kapatmadan önce modemin kutusunda yazan TTNet Müşteri Hizmetlerini aradım. Birkaç arama sonrası meramımı anlatacak birini buldum. İade edeceğimi söyledim. Talebimi aldı ama ayrıca sistemde ödenmemiş iki adet faturadan bahsetti!

Ne faturası? Hani beleşti, bedavaydı? Fatura varsa bana niye göndermiyorsunuz? gibi cümlelerle karşılık veriyorum...

Bu faturalar yapılan bağlantılarla ilgili değilmiş, zaten kotayı aşmamışım, bunlar aylık bilmem ne vergileriymiş, ayrıca kapatma işleminden sonra bir fatura daha gelecekmiş, faturalardan AVEA sorumluymuş, estek köstek...

Ödedik mecburen, bir iki gün içinde de bir AVEA Bayisine gidip hat kapatma işlemini de yaptık. "Bu modemi de alın, ileride buna da bir kulp takıp parasını istersiniz" dedim ama bayi, modem onların olmadığı için alamayacaklarını söyledi.

Sonradan ama bu kez adresime gelen kalın faturayı da ödedim.

Modem kutusunda ve çekmecemde öylece duruyor. Her gördüğüm de değişik duygulara kapılıyorum.

Bir önceki yazımın sonunda "Ulan, acaba şöyle bir şey yapmış olmasınlar?!" diyerek kendimce iz sürmeye çalışıyordum ya!

"Acaba, kimliğimin fotoğrafını çeken bu müteahhit..." diyorum ve düşünüyorum.

-62/d-

ar_de_
11-05-2012, 17:55
sevgili Emin; evet ille de okumak istiyoruz, siz yazın :)
her ne kadar siz yazdıklarınızı beğenmeseniz de 62 no'lu yazılarınız beni benden aldı. bu seri hangi harfte bitecek bilmiyorum ama farklı firmalarla yaşadığınız farklı deneyimler ve sonlarına yazdığınız "acaba şöyle olmasın?"lar bende agatha christie-ahmet ümit okurken yaşadığım heyecanı uyandırdı, yemin ederim bu gidişle bu 62 serisi başlı başına bir bölüm olacak yazıların içinde :) bu arada bu yaşadıklarınızı yaşamamış bir insan yok etrafımda ( ben dahil ). sizin yazılarınızın dışında yıllardır leman dergisini de takip ederim. 62 nolu yazıları okuyunca ister istemez aklıma Atilla Atalay ın yazı kahramanı Sıkılhan Öflan ın hikayeleri geldi. bilmiyorum araya bu yazıyı eklemek uygun olacak mı? ama şu noktada bir arsızlık yapasım var kusura bakmayın :)

- Alo Velihan biy. Nurcall ben buyrun size nası yardımcı olabilirığm… konuşmalarımız şirket politikası geree banda alınmaktadı… Bankamızda bulunan bi liralık hesabınızı kapamak istiyo mışsınz dooru mıdı Velihan Bey… kapatamazsınız. Call Centerimizden sizi defaatle arar kafanızı mikeriz. Bıyrın size nası yardımca aloabilirim…
- Bak Nurcall, Call Centerİnizin gazabına niyçün uğradığımı bilmiyorum. Sorun şu ki: yanlış adamın kafasını mikiyosunuz. Yüz keredir söölüyorum ben Velihan Bey diye birisi diilim…
- Kimsiniz peki. Anne kızlık soyadı? Doom tarihiniz günayyıl olarak.
- Adım Sıkılhan Öflan.
- Size sinema pakadı verlim mığ? Sıkılah biy. Kridi Kartı? Avantaj olarak üç film artı, ailenizden bi kişiyle Darfur seyahati çekılış hakkı, ilkonbin kişi fitbol topu ayfon melodusi, kazoz kapaa. Bizden bişi alıcaksınız. Artı, hesabınızı kapatamazsınız, dijital platform üyeliklerinden çıkamazsınız, hiç bişeyi iptal ettiremeaz vazgeçemazsınız, azınıza zçarız…
- Açık sözlülüğünüz için teşekkür ederim…
- Edicaksınız tabi. Üstüne bi de size şirin gözükmeye mecbur diiliz Sıkılhan. İşin adını koyalım. Yolucaz seni. Hiç bişi almazsan da bişiyimize abone olmasan, biyerimizde hesap açmasanda bize para ver, göt!… Biz o parayla dazlak beyaz gömlekli kemik çerçeve gözlüklü kravatorlar ve ağzında denizanası olan gerizekâlı karılar besliycez, lazım bize… Tüketicen ulan godoş!
- Ta.. Tamam Nurcall Hanım. Eee ayda üç lira. Yani öğrenciyim daha henüz… Yani üç lira yollıyım ben size. Call Centeriniz düşsün yakamdan…
- Hiç yoktan iyidir. Ödemeleri aksatma oyarız, faiz işletiriz.Bizden haber bekle Sıkılhan, hadi kapa şimdi. Ya da kapama hatta kal, dakka başı kontör kazanıcaz sırtından. Kapama oyarım. Kapama melodi dinletcez sana!

dentist
18-05-2012, 13:44
Valla ne yalan söyleyeyim, böyle bir yazı çıksaydı karşıma okumazdım.

Cümleye vallahla başladım ama bir açık kapı bırakmak için şöyle kıvırabilirim: Belki okurdum ama öylesine okurdum, okumuş olmak için okurdum ya da yazan kişiyi tanıdığım için ayıp olmasın diye okurdum, desem de olurmuş.

Hadi diyelim okudum ama sonunu merak etmez, "ne olacaksa olsun, bana ne" der, geçer giderdim.

Diş doktorlarını yakından ilgilendiren bir mevzu da yok ortada.

Gerçi dolaylı olarak olabilir; dişinden tırnağından artırdıklarını bu tür hesapsız kitapsız, birden bire ortaya çıkan olaylar karşısında harcarken insan sıkıntıdan dişini sıkar, duruma göre muhatabına diş bileyebilir, filan... Sonuç? Hemen olmasa bile ileride dişçinin yolunu tutabilir...

İlle de okumak isteyenden bana ne.

........................................


Konu öyle bir konuki meslekden ve durumdan bağımsız olarak ilgimizi çekmemesi mümkün değil. Güzel memleketimde hergün birilerinin bir diğerine bu tür oyunlarla giydirmesi söz konusu olduğu için her vakit hem dikkatli olmakta hemde daha önce giyinip kuşananların başına gelenleri dikkatle öğrenmekte fayda var diye düşünüyorum.

Böyle yerleri arayanların çok iyi bildiği yönlendirme eziyetlerini yaşadım. Şunu istiyorsan 1'e, bunu istiyorsan 2'ye... 9'a kadar yolu var. "Yeniden dinlemek için sıfıra basınız"

Artık hangi tuştan sonra "müşteri temsilcisi" lafını duydumsa... Bastım.

Konuştuğum kişi adının Filiz olduğunu söyleyince, daha kolay ve bol bilgi almak için "Filiz Hanım" diyerek lafa daldım.

Mesleğim gereği çalışırken insanları biraz olsun rahatlatmak önemli olduğu için genelde insanların mesleklerini öğrenir ve konuyu bu minvalde tutarak hastamı en azından bildiği bir konuda konuşturmaya ve kendine güvenini yüksek tutmaya çalışırım.

Geçenlerde gelen bir bayan hastam ile konuşurken kendisinin bir bankanın telefon bankacılığında çalışmakta olduğunu öğrendim haliyle hem çalıştım hemde merak ettiğim soruları sordum.

Mesela adınızı öğrenen kişiler daha sonra tekrar direk size ulaşmaya çalışıyorlarmı veya daha da önemlisi soyadınızı öğrenmeye çalışıyorlar mı diye sordum. Önce gülümsedi sonra açıkladı, hergün sabah işe başlarken o günkü isimlerimiz bize bildirilir dedi. Nasıl yani? dedim. Yani hergün başka isimle görev yapıyoruz ve soyadımızda olmuyor dedi.

Bu olayı Emin'in bundan sonraki başına gelecek olaylarda bakış açısını biraz olsun değiştirebilmek açısından kayda geçiriyorum.

Aklımda kaldığı kadarıyla; bir kampanya başlattıklarını, ilk üç ayı 1 GB'a kadar beleş olan sonra bilmem hangi tarifeye göre devam edecek olan bir şeyler söyledi. Gönderecekleri modemin de beleş olduğunu, hatta ilk üç ay içinde bu kampanyadan ayrılsam dahi modemin bende kalacağını, beni aramalarının nedeni ise tamamen sistem tarafından şanslı müşteri oluşummuş!

İlgimi çeken bir konu değildi esasında ama öyle anlattı ki kızcağız, anlattıkları içinden bir tane bile olumsuz konu yoktu. Acaba doğru anladım mı diyerek, anlattıklarını baştan anlatmasını istedim. Üşenmedi tane tane anlattı bu kez.

Hakikaten hiçbir kötülük bulamadım. O yüzden de inanmadım. "Böyle milleti işletiyorsunuz" deyip daha lafımı bitirmemiştim, "Numaraya baksanıza, TTNet'den arıyorum sizi. Karar sizin" dedi ve devam etti...

Hiç gereksinimim yokken bu teklife "Evet" dedim.

Bu yaşıma geldim bende hala bu tür olayları gördüğüm zaman bak ne güzelmiş böyle hemen alalım dediğim bir çok vaka ile karşılaşıyorum. Ama ne yazıkki bu tür olayların cezasız kaldığını hiç görmedim .

Gerçi alakası yok ama geçenlerde Carrefour un bir kampanyasını gördüğümde şaşırmıştım. Kocaman yazılarla yazmışlardı market kısmının girişine ''3 al 2 öde'' .
Yazıyı görünce biraz düşündüm Carrefour aslında eskiden böyle yapmazdı ve bedava kısmı hep ön plana çıkarırdı.
Sonrasında olması gereken yazı gözümün önüne geldi ve kendimi topladım. ''3 ün 1 i bedava'' . Bize yakışan kampanya sanırım bu olmalıydı.

Kimliğin fotokopisi gerekliymiş!

Yanında getirdiği fotoğraf makinesiyle masaya yatırdığı kimliğimizin önlü arkalı fotoğraflarını çekti.

Çok akıllıca buldum, bu yaptığı işi. Hatta ona da söyledim. "Az çok başımıza ne geleceğini bildiğimiz için tedbirli dolaşıyoruz" gibisinden karşılık verdi.

Gözünü sevdiğim teknoloji böyle birşey işte. Hatta ve hatta şu an başımıza gelenler üstün teknolojiyi kullanarak gelmedilermi başımıza.

Bir önceki yazımın sonunda "Ulan, acaba şöyle bir şey yapmış olmasınlar?!" diyerek kendimce iz sürmeye çalışıyordum ya!

"Acaba, kimliğimin fotoğrafını çeken bu müteahhit..." diyorum ve düşünüyorum.


Hem vallahi hem de billahi merak ediyorum de haydi Emin.

Emin
20-05-2012, 02:12
Hem Sevgili dentist'e hem de Sevgili ar_de_'ye özellikle bu 62 numaralı yazılarımda gösterdikleri alakadan dolayı yürekten teşekkür ediyorum.

İnceden araya laf sokup selam göndermeye kalktım ama denk mi geldi yoksa psikolojik midir, ya da başka bir şey midir bilemiyorum, diş ağrılarım tuttu. Ciddi söylüyorum.

Yakın olsam muayeneye gelirdim.

Senelerdir burada elimizden geldiği, dilimizin döndüğü kadarıyla iyi kötü bir şeyler yazar dururum. (Yalan da değil, seneler olmuş.) Her yazıma arka arkaya karşılık verilmesi neredeyse ilk kez başıma geliyor.

Yazdıklarımın can kulağıyla okunmuş olması, beni gerçekten mutlu etti.

Mutsuz olayları solurken, teneffüste mutlu olmak bana epeyce moral verdi.

Uzunca bir süreden beri Sayın ar_de_ özel iletileriyle ve zaman zaman yazdığım konulara içinden geldiği gibi karşılık vererek beni yazmaya iştahlandırıyordu, sağ olsunlar; bu son yazılarıma da öyle baştan savma da değil, harbi harbi didikleyerek, çözümlemeler yaparak yani emek vererek Sayın dentist'in de katılmasıyla moral lokumum çifte kavrulmuş oldu.

Benim için, yazdıklarımın altına "okuduk" anlamında imzasını bırakan Arka Bahçelilere de elbette teşekkür etmek boynumun borçudur ama yazdıklarıma üşenmeyip, yazılarıyla karşılık verenlere karşı teşekkür etmek sanki icra tebliği edilmişçesine bir borçtur.

Emin
20-05-2012, 02:24
Düşünüyorum, evet; yerli yersiz düşünüyorum ama düşüncelerim beni herhangi bir kıyıya çıkartmıyor.

Düşünmeden de edemiyorum. "Düşün düşün, boktur işin" sözünü doğrulamaya çalışıyormuşum gibime geliyor.

Daha işin başındayım.

Sadece elimde somut olan bir icra tebliği var.

İcra tebliğini aldığım ilk gün yaşadığım duygularımla aradan geçen 3-4 günlük sürede oluşan duygularım arasında elbette değişiklikler oldu ama her halükarda değişmeyen bir şey vardı; o da salakça ve safça "böyle bir işin neden gelip beni bulduğu" kıvamında dimağıma takılan kekremsi bir tadın etkisiyle asık suratla dolaşmaktı.

Oysa olan olmuştu artık, bundan sonra yapacağım şeyleri düşünüp ve ne yapacaksam yapmalıydım.

Zaten iki yolum var demiştim, o yoldan birinde yürümeliydim!

Bazen kafamı her türlü karmaşık düşünceden kısa bir süreliğine de olsa uzaklaştırabiliyordum. İşte o zamanda da şöyle bir açmazla yüz yüze geliyordum: Uğraşmak, mücadele etmek, kafa tutmak, hesaplaşmak beni ürkütmüyor, ancak bu işleri yaparken harcayacağım zamana ve emeğime acıyorum.

Esasında kendimi tanıyorum; zor olana, karmaşık olana karşı meyleden bir yapım var. Fakat daha kocamadım ama ilerleyen yaşımdan veya tadını tecrübe ettiğim kazıklardan olsa gerek artık "yorgunu yokuşa sürmek" istemiyordum.

Doğrusu, itle dalaşmaktansa çalıyı dolaşmak daha ehven bir davranış olacaktı benim için. Batmazdım ya, başımın gözümün sadakası olsundu, vereceğim para.

Sanki hiç haksızlığa uğramamışım?

Sanki daha önce hiç aldatılmamıştım?

Her zaman hakkımızı layıkıyla savunmuşuz, bir bu kalmışmış!

Çoğu zaman "la havle" deyip geçip gitmişiz...

"Aferin ağzım" deyip susmuşuz.

Sabırlı olduğumdan değil, hoşgörüsü bol olan biri olduğumdan değil; genellikle gözüm kesmemiş ya da götüm yememiş, o yüzden mücadele etmeye değer bulmamışım.

Mücadeleye değer bulduklarım da sanki sonuç çok mu mükemmel olmuş?

Züğürt avuntusu kıvamında bir şeyler elde etmişim, hepsi o kadar.

Kabakla taş hikâyesi gibi bir şey. Taş kabağa çarpsa da vay kabağın başına, kabak taşa çarpsa da vay kabağın başına.

(Ben böyle düşünüyor ve o anki duygularımı yazıyorum ama okuyan da zannedecek ki bu adam herhalde aşılamaz bir kale zapt edecek.)

Düşünce musluğumu kıssam da açsam da sızdırmaya, tıp tıp damlatmaya devam ediyordum.

İstiyorum ki karar bardağımı taşıran o son damla biran evvel düşsün de bu durumdan sıyrılıvereyim.

Bu 3-4 gün içinde ne bulanık suyum durulmuş, ne karar bardağım dolmuştu. Bu sızdırmalarım devam ettikçe huzur da bulamayacaktım.

Gündüz düşündüklerim yetmezmiş gibi yatakta da sağa sola dönmekten bitap düştüm.

Bir dalabilsem şu uykuya...

Sonunda düşünce musluğumu söküp yerine kör tapa takmaya karar verdim.

Bu kör tapa şu işe yarayacaktı:

Çeşitli olaylardan dolayı bilirim, "icra" işini ciddiye almak gerekir, şakası yoktur o işin. İster ödeme yapmayı kabul et, istersen etme. Her iki halde de o 7 günlük süreyi dikkate almakta büyük fayda var. Zamanında ödeme yapmamakla veya itiraz etmemekle sana yüklenen işi kabullenmiş sayılırsın, karşı tarafın elini güçlendirirsin, çilingirden tut taksiciye, icra memurundan hamalına, yediemin deposundan bilmem kimine kadar birçok kişiye ekmek kapısı olursun...

İcracılar gelmeden önce İcra Dairesine gidip ödememi yapacağım, sonra da hem onlara hem de kendime epeyce bir süre söverek bu işten kurtulmuş olacağım.

Lanet olsun!

-62/e-

Emin
24-05-2012, 07:43
Öyle lanet olsun demekle bu işten sıyrılamayacağını, kör tapanın dişlerine istediği kadar keten lifi, istediği kadar teflon bant sarıp sıkabileceği kadar sıkıp damlamayı göreceli olarak kesse de sızdırmayı önleyemediğini anlayınca çaresiz yataktan kalktı.

Bilgisayarını açıp bir süre ne yazacağını, nerden başlayacağını düşündü.

Daha bir iki saat önce borcun iyisi vermektir diye aklından geçirdiği tüm savunma mekanizmasını bu kez tersten işletecekti.

Büyük harflerle "13. İCRA DAİRESİNE-ANTALYA" dedikten sonra yüzünü avucunun içine alıp düşünüyormuş gibi yaptı ama çok iyi biliyorum ki hiç bir şey düşünmeden öylece kaldı, ta ki gecenin bu saatinde idrar söktürücü çayın etkisiyle tuvalete gidene kadar.

Çay, tuvalet, yazı; çay, tuvalet, yazı derken ve kafasına göre olduğuna inanmadığı dilekçesini sonunda bitirip yatağa uzanırken ortaya gene ağız dolusu bir "Lanet olsun" lafı döküldü.

***

Adliye Sarayına aranıp taranıp girdikten sonra geceden kızarık gözleriyle önce kimliğinin fotokopisini çektirebileceği yerleri aradı. Kolay buldu, fotokopiciyi.

Nasılsa her şeyin kuyruğuna bu kimlik fotokopisini iliştirmek gerektiğini öğretmişti, hayat.

Sonra gideceği 13. İcranın yerini ve yönünü tabelalarda aradı, onu da buldu.

O yöne doğru yürürken bir yandan da kapıları açık diğer İcra Dairelerinin içine bakıyordu. O arada üstüne vazife olmayan ve gereksiz ayrıca cevabını da veremeyeceği bir soru sordu kendine: "Acaba her bir icra Dairesi kaç dosyaya bakıyor?"

İyi! Kalabalık değildi, geldiği daire. Camekanlı odada bir adam, bankonun arkasındaysa biri masasında diğer ikisi ayakta üç meşgul memur vardı.

Ayaktaki memurların tam ortalarında durdu, hangi memur işini bitirirse ona doğru yılışacaktı.

Yılışmasına hacet kalmadan memurun biri seslendi: "Sizin ne vardı, beyefendi?"

Hemen elindeki zımbalı üç sayfayı uzattı.

Sayfalara hızlıca göz atan bayan memur:"Kimlik fotokopisi?" diyerek tam başından o an için savacakken, aslında mutlaka gerekir düşüncesiyle çektirdiği ama "Belki istemezler" diye düşünüp, esirgediği bu 10 kuruşluk fotokopiyi kaşla göz arasında çıkarıverdi.

Eline beklenmedik bir şekilde tutuşturulan kimlik fotokopisine bakan memur:

-Mehmet Emin siz misiniz?

-Evet.

-Altına tarafıma aittir yazın, imzalayın!

İmzalama işinin sonucunu beklemeyen memur elindeki dilekçede yazılı dosya numarasına göz atıp, ağzına kadar dolu raflara doğru gitti, çok az arandı ve gıcır bir dosyayla geri geldi.

Altı imzalanmış kimlik fotokopisini alırken kaşlarıyla eldeki diğer kağıtları göstererek:

-Dilekçenizin ikinci nüshaları mı?

-Evet, bende kalsın diye...

-Verin bana, üzerine evrak kayıt numarasını yazayım.

Bankodan ayrılıp camekânlı odaya girdi, orada biraz uzun kaldı, belki oradaki görevli itiraz dilekçesinin uzunluğuna takılmış olabilirdi ancak tamamını okumadığı da belliydi.

Masasındaki bilgisayara elindeki dosyadan birkaç şey yazdı, sonra ekrandan da dilekçenin ikinci nüshasına bir şeyler yazıp, bankoya geldi ve "Tamam" dedi, dilekçenin nüshasını verirken.

Şimdilik ne yapacak ne de söylenecek başka bir şey vardı. Dilekçe dosyaya girdiğine göre icra süreci şimdilik durmuştu.

Sanki kendisi yazmamış ve yazdığını döne döne okumamış gibi memurun köşesine belge kayıt numarasını yazıp, verdiği dilekçenin ikinci nüshasını adliye koridorunun bir kenarında durup anlamsız bir şekilde bir kez daha okumaya başladı.


13. İCRA DAİRESİNE - ANTALYA

DOSYA NO: 2012/1014

ALACAKLI: AVEA İletişim Hizmetleri A.Ş. (Avukatları Kadir Sarıcalar, Aydın Bilgi ve Ferhat Atik)

BORÇLU: Mehmet EMİN

KONUSU: Borca İtiraz.

Antalya 13. İcra Dairesinden 2012/1014 Dosya numarasıyla tarafıma gönderilen "ilamsız takiplerde ödeme emri" tebligatını 12.04.2012 tarihinde aldım.

Bu bildiride ileri sürülen borç miktarı ve borca konu belgelere yasal süresi içinde itiraz ediyorum.

İtiraz nedenlerim ve açıklamalarım:

1. Tebligata konu olan isim, TC Kimlik numarası ve adres bilgileri doğru olmasına rağmen 5012344766 Nolu bir GSM hattım yoktur. Dolayısıyla bu hatta ait dökümü yapılan fatura numaraları ve fatura bedelleriyle ilgim yoktur.

2. Söz konusu tebligat sonrası Avea'nın Müşteri Hizmetlerini aradım ve aynı zamanda İnternet sitelerinden de aşağıda ki yazılı talebimi ilettim:

"AVEA İletişim Hizmetleri A.Ş. (Avukatları K.Sarıcalar, A.Bilgi ve F.Atik) tarafından Antalya 13.İcra Dairesinden 2012/1014 Dosya numarasıyla tarafıma gönderilen ödeme emri tebligatını 12.04.2012 tarihinde aldım.

15.4.2012 tarihinde 2423403436 nolu ev telefonumla Avea Müşteri Hizmetlerini (444 1 500) arayıp, Filiz adlı kişiyle yaptığım konuşmada, 5012344766 nolu telefonun adıma kayıtlı olduğunu, 29.08.2011 tarihinde açıldığını ve 30.11.2011 tarihinde de kullanıma kapatıldığını öğrendim.

Bu telefon numarasını kullanmadığımı, böyle bir hattın açılması ve kapatılması için herhangi bir sözleşmeye imza atmadım.

Hattın hangi Avea Bayisinden alındığını ve kapatıldığını, belgelerdeki imzaların tarafıma ait olup olmadığını görmem gerektiğini, bu belgeler ile birlikte; bu hatla görüşmeler yapılmış ise bu görüşmelere ait telefon numaralarının ayrıntılı döküm listelerinin, ayrıca internet erişimi için kullanılmışsa bu bağlantıların hangi IP adreslerinden yapıldığının tarafıma bildirilmesini arz ederim."

3. Ayrıca tebligatta belirtilen faturaların hiçbiri tarafıma tebliğ edilmiş değildir. Eğer bu faturalardan herhangi biri adresime veya e-posta adresime iletilmiş olsaydı zamanında müdahale ederdim. Tebligatta numaraları belirtilen son ödeme tarihleri geçmiş 4 faturaya ilaveten, yani tebligatta olmayan ama bir yandan da devam eden faturalar bulunduğu anlaşılmaktadır. İnternetten GSM nosu ile sorguladığımda bir diğer borç miktarının son ödeme tarihi ve miktarı; "15/04/2012 ve 152,48 TL"dir. Nisan ayı için fatura çıkmışsa öncesindeki aylar için de fatura var demektir. Bu faturaları da belirtmemin nedeni: onlar için de ödeme yapmadığım gerekçesiyle ileriki günlerde İcra takibine uğrayacağımı düşünmüş olmamdır. Ancak şimdiden belirteyim; bu numaraya ait çıkmış ve çıkacak faturaların hiçbiriyle ilgim yoktur.

4. Avea veya Vekilleri tarafından talep ettiğim belgelerle birlikte icra mahkemesinde yapılacak duruşmalarda hazır olacağımı, istediğim belgelerin tarafıma verilmesinin ardından belgelerdeki imzaların bana ait olmaması halinde Cumhuriyet Savcılığına bu belgeleri düzenleyen Avea Bayileri hakkında suç duyurusunda bulunup dava açacağımın bilinmesini, alacaklı tarafın sunacağı böyle bir GSM hattına ait sözleşmenin aslına ve/veya kapatma yapmışsam kapatma evraklarının tarafıma ibraz edilmesine kadar bu İcra takibinin durdurulmasını, icra takip giderleriyle Avukat ücretlerinin alacaklı tarafa yükletilmesini saygılarıma arz ve talep ederim. 16/04/2012


Mehmet EMİN
Zeytinlik Mahallesi 4139 Sok No:46/1
Varsak, Kepez/ANTALYA
EKLER:
Avea İnternet Sitesinden iletilen talebin ekran alıntısı.
Takibe konu olan GSM hattına ait Nisan ayı fatura borcunun ekran alıntısı.

-62/f-

AnnE
25-05-2012, 07:57
adres not edildi ;
memlekete gelinebilirse, oralara inilebilirse ugramak icab edecek.

ar_de_
25-05-2012, 11:39
sevgili Emin hayatı resmi/özel kurumlarla yazışmalarla geçen biri olarak pek bir beğendim dilekçeyi :) ayrıca; önce olduğu iddia edilen borcu ödeyip sonra bu borcu üretenlere olanın bitenin hesabını sormak bence de doğru bir tavır, kolay gelsin :)

Emin
29-05-2012, 11:15
Son zamanlarına göre söylüyorum, normal şartlarda, iyi kötü sonunu getirebildiğini sandığı yada bir yere bağladığını düşündüğü herhangi bir yazısını bitirip başından savdığı andan itibaren sırtından bir yük kalkmış gibi rahatlar, seri ve serasıyla haşır neşir olurken gene yazma vakti, deme vakti çıkagelir, gerilmeleri başlar.

Her ne kadar daha sık ama kısa bir şeyler yazmaya heves etse de bunu beceremediğini anladığı için gerilmesi gergin geçer.

Bilgisayarının başına oturup kendini tamamen yazı yazmaya tahsis ettiği günden bu yana iki hafta kadar bir zaman geçmişti.

Bu icralık mevzu ortaya çıkınca zaten karışık olan kafası iyice karışmış ve bana:

-Benim kafam bana yar değil, yazmaya mecalim yok, işim de başımdan aşkın, şu arka bahçeye yazı yazma zamanım da geldi, benim bu halimi çalakalem de olsa yazar mısın? dedi.

Kabul etmedim, bozuldu.

-Geçenlerde şu ite rica ettim kabul etti ama sen etmiyorsun!

Sitemini böyle bir kıyaslamayla yaptı ama kararımı yine de değiştiremedi.

Oturup kendi efkarını kendi yazdı ancak Adliye Sarayına gelirken tekrar söyleyince bu kez kerhen kabul ettim.

Ben de onun bu halini kendi kafama göre yazarken dosya numarasından tut, telefonuna hatta adresine kadar belirtip, açık etmişim.

Sadece adresini açık edip, hedef haline getirdiğim biryana, bir de konuyu kafa karıştırıcı bir şekilde anlatmışım, "ödeme yapıldıktan sonra dilekçe verilmişmiş" gibi olmuş!

Olan oldu artık!

Adliyeden çıkıp seranın yolunu tuttuğunda öyle sırtından bir yük kalkmış gibi bir hali yoktu. Bir yanı yaptığına pişman, yani keşke böyle bir itiraz dilekçesi vermeseydim derken diğer bir yanı "bakalım, hakkımızdan hayırlısı" dercesine kadercilik kokuyordu.

"Mutlaka bir cevap verirler" diye umduğu AVEA'nın Müşteri Hizmetlerinden haber bekliyordu.

Beklediği yanıt 19 Nisan 2012 tarihinde, akşamın dar bir vaktinde telefonuna mesaj olarak geldi.

"AVEA MÜŞTERİ HİZMETLERİNE İLETTİĞİNİZ TALEBİNİZLE İLGİLİ OLARAK AVEA 500 VEYA 4441500'Ü ARAYINIZ. İYİ GÜNLER DİLERİZ"

Hiç telaş etmedi. Seradaki işini gücünü ayarlamadan, evine girmeden, temizliğini yapmadan, yemeğini yemeden telefona sarılmadı.

Mesajı bir kez daha okudu ve başladı numarayı çevirip yönlendirilen tuşlara basmaya. Bu eziyet epeyce sürdü.

Zaten zar zor yakaladığı müşteri temsilcileri "diğer abonelerine hizmet verdikleri" için hep beklemede kalıp kampanyalar hakkında bilgi alıyordu. Bu yüzden telefonu kapatıp yeniden aramayı tercih ediyordu, ağzını bozarak.

Sonunda muradına erdi, henüz dentist'den dikkate alacağı bilgi gelmediği için o bu tür yerlerde bedensel engelli vatandaşların istihdam edildiğini ve "Ben Aysun, nasıl yardımcı olabilirim?" diye söze başlayan temsilcinin gerçekten Aysun olduğunu zannederek durumunu inciticilikten uzak, kibar bir dille anlatmaya başladı.

Aysun Hanımın anlattıklarını tekrar anlatması için ricada bulundu ve kâğıt kalem alarak denilenleri yazdı.

"Talebinizle ilgili olarak sisteme girilmiş olan notu okuyorum: Borçtan sorumlu olmamak adına mutlaka savcılığa suç duyurusunda bulunulması gerekmektedir. Savcılık evrakları iletilince istenilen bilgiler verilecektir."

Maalesef Aysun Hanımdan diğer sorularına bir karşılık alamadı.

Gelinilen bu aşamada anladığı şuydu:

Birincisi, adına kayıtlı böyle bir telefon hattı vardı ve ödenmemiş faturalar yüzünden yasal borç takibi başlatmışlardı. Alacaklarını istiyorlardı, o kadar!

İkincisi, öyle yazarak çizerek söz konusu hat için istenilen bilgileri kolay kolay vermeyeceklerdi.

Üçüncüsü de kendilerinin taş, benim kabak olduğumu bildikleri için itirazınız varsa "hodri meydan" diyorlardı.

Hangi bayii tarafından bu hattın açıldığı bilgisini öğrenmiş olsaydı, o işletmeye gidecek, çıkarın şu sözleşmeyi diye esip gürleyecek, gerekirse hır çıkaracak, hele o müteahhitte ordaysa artık sorma...

***

Günlerden bir gün, İnternette gazetelerin sıralanmış manşet haberlerinin birinde cep telefonu resmi ve iri harflerle yazılmış "Kaç hattın var, haberin var mı?" sorusuyla karşılaşıp, tıkladı, okudu.

Google arama motoruna konuyla ilgili birkaç kelime yazıp diğer haber sitelerinde neler denildiğini merak ediyordu, karşısına sıralanan linkleri tıklayıp durdu. Hemen hemen aynı yazı her yere kopyalanıp aktarılmıştı.

BTK'dan "açık hat"lara ağır fatura
Kurul, vatandaşın bilgisi dışında cep telefonu aboneliklerinin önüne geçmek için operatörlere para cezası uygulanmasına karar verdi.

Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK), ''açık hat'' olarak bilinen vatandaşın bilgisi dışında cep telefonu aboneliklerinin önüne geçmek için alınan kararlara uygun hareket etmedikleri için GSM operatörlerine ceza yağdırdı. BTK, 3 cep telefonu operatörüne toplam 13 milyon 573 bin 716 lira para cezası uyguladı.

BTK 2009 yılında aldığı kararla, vatandaşın haberi olmadan kimlik bilgileri kullanılarak cep telefonu aboneliklerinin yapıldığı, bu hatların suç örgütlerince kullanıldığı, yapılan soruşturmalarda suçlunun bulunamadığına dikkati çekti. Kararda, abone kimlik bilgilerinin izinsiz kopyalanması, saklanması, dağıtımı, çıkar amaçlı kullanımının ve suiistimalinin engellenmesi, elektronik haberleşme hizmeti alan tüketicilerin korunması ile açık hat uygulamasının asgari düzeye indirilebilmesi için, işletmecilerin alması gereken önlemler ve uygulama süreleri belirlendi.

Cezanın gerekçeleri arasında, ''abonelik sözleşmesi imzalanmadan ve kimlik fotokopisi alınmadan hat verilmesi'' ile ''abonelere ait ad, soyadı, doğum tarihi ve kimlik numarası bilgilerinde yanlışlık bulunması'' da yer aldı.

'Kaç hattın var, haberin var mı?'

AA

Cep telefonu abonelerine BTK tarafından üzerlerine kayıtlı abonelik sayısını bildiren kısa mesaj gönderilecek.

Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) Başkanı Tayfun Acarer, 'açık hat' olarak tanımlanan, onay ve haberi olmadan kimlik bilgileri kullanılarak yapılan aboneliklerin, mağduriyetlere yol açtığını söyleyerek, vatandaşa adına kayıtlı cep telefonu abonelik bilgilerinin kısa mesajla bildirileceğini açıkladı.

Acarer, açık hatlarla ilgili resmi kurumların tespitleri ile mağdur olan kişilerden çok sayıda şikayet aldıklarını ifade etti ve 'Açık hatlar gerçekten sıkıntılı bir konu. Tedbir alınmaması durumunda pek çok mağduriyete de yol açabilir. Bilmediğiniz, adımıza kayıtlı bir numaradan, telefon hattından bir takım usulsüz işlemler yapılabiliyor. Bu konuda yüzlerce, binlerce şikayet geliyor. Bunlar hakikaten sıkıntılı konular ve mutlaka önlem alınması gereken konular' diye konuştu.

Açık hattın, vatandaşın bilgisi dışında, adı ve kimlik bilgisi kullanılarak yapılan cep telefonu abonelikleri olduğunu hatırlatan Acarer, bu hatların kayıtlarda sahibi olarak görünenlerin hiç tanımadığı kişilerce kullanıldığına dikkati çekti.

'İLLEGAL İŞLERDE KULLANILIYOR'

'Sizin bilginiz yok ve sizin kimlik bilgilerinizle bir numara alınıyor' diyen Acarer, açık hatların belli bir abone sayısına ulaşmak için 'masumane niyetle' yapılanlarının yanında, kötü niyetle yapılanlarının da olduğunu ifade etti. Acarer, 'İllegal işler yapan kişi ve oluşumların kullandığı başkası üzerine olan hatlar var. Bunların ciddi bir sosyal sorun olduğunu düşünüyorum. Önlem alınmazsa çok ciddi sıkıntılara ve mağduriyetlere yol açabilir. Yargı ve adalet sistemi içerisinde yaşanacak sorunların yanında insanın ailesine bile izah edemeyeceği işler olabilir' diye konuştu.

'İNTERNET SİTESİ HİZMETE GİRECEK'

Açık hatlarla mücadele ve tamamen ortadan kaldırılması için çalışma başlattıklarını kaydeden Acarer, şöyle devam etti:

'Konuyla ilgili bir site tesis etmeye çalışıyoruz. Kimlik bilgilerinizle girdiğiniz zaman üzerinize kaç tane kayıtlı telefon olduğunu göreceksiniz. Bu birkaç ay alacak. Bu süreç içinde bu konuda işletmecilerden SMS ile abonelerin bilgilendirilmesini istedik. Bunun birkaç faydası var. Bir işletmeler abonelerini bilgilendirecekler, iki kendilerini kontrol edecekler. Daha da önemlisi belki bayilerle işletmeler arasındaki ilişki de bu şekilde masaya yatırılmış olacak. Bu konunun kaynağının ne olduğunu, niçin olduğunu sorgulayacaklar. Bunlar işletme bayi ilişkisini yeniden gözden geçirilmesine, oradaki taahhütlerin, yaptırımların yeniden ele alınmasına da neden olacak. Yani rekabet güzel ama aşırı rekabet sıkıntılara da yol açabiliyor. Nihai çözüm, bizim tesis edeceğimiz site ve o sitede kimlik bilgileriyle birlikte vatandaşın aboneliklerin sorgulanması olacak.'

ABONE FORMUNDA ABONE YAPANIN ADI OLACAK

Öte yandan BTK, mahkeme ve savcılıklarca iletilen şüpheli hat bildirimlerinde gerekli hassasiyeti göstermesi, detaylı incelemeler yaparak diğer kurumlarla işbirliği yapması konusunda operatörlere uyarıda bulundu.

İşletmelere abonelik kayıtlarının incelenerek açık hat şüphesi taşıyan hatların tespit edilip, kimlik teyidine gidilmesini isteyen BTK, standart dışı bayilere abonelik sözleşmesi yapma yetkisi verilmemesini, abonelik sözleşmelerinde bayi çalışanlarının, ad-soyad ve imzasının yer alması zorunluluğunun getirilmesini önerdi.

Hat sahiplerine BTK tarafından bilgilendirilme mesajı yollanacak!

BTK'yı son zamanlarda aldığı kararlar ile sık sık gündemde kalmaya devam ediyor. Geçtiğimiz saatler içerisinde BTK o kararlarına bir yenisini daha ekledi. Son alınan karar ile birlikte cep telefonu kullanıcılarına yanı hat sahiplerine adına kaç hattı bulunduğuna dair bilgilendirme mesajı geçecek.

Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) Başkanı Tayfun Acarer, ''açık hat'' halk tarafından ve günümüzde bu isimle anılan hatların kişilerin onay ve haberi olmadan bilgilerinin kullanılarak hat sahiplerinin mağdur edilmesinin son bulacağını dile getirdi. Bu mağduriyetin ortadan kalkması ise BTK tarafından atılan bilgilendirme mesajları ile çözülecek..

BTK'ya onlarce telefon geldiğini ve yoğun bir şikayet olduğunu dile getiren ACARER sözlerinin devamında şunları dile getirdi: ''Açık hatlar gerçekten sıkıntılı bir konu. Tedbir alınmaması durumunda pek çok mağduriyete de yol açabilir. Bilmediğiniz, adımıza kayıtlı bir numaradan, telefon hattından bir takım usulsüz işlemler yapılabiliyor. Bu konuda yüzlerce, binlerce şikayet geliyor. Bunlar hakikaten sıkıntılı konular ve mutlaka önlem alınması gereken konular'' dedi.

ACARER uzun konuşmasında şu başlıklara ve ayrıntılara dikkat çekti:

Hatlar illegal işlerde kullanılıyor!

''Sizin bilginiz yok ve sizin kimlik bilgilerinizle bir numara alınıyor'' diyen Acarer, açık hatların belli bir abone sayısına ulaşmak için ''masumane niyetle'' yapılanlarının yanında, kötü niyetle yapılanlarının da olduğunu ifade etti. Acarer, ''İllegal işler yapan kişi ve oluşumların kullandığı başkası üzerine olan hatlar var. Bunların ciddi bir sosyal sorun olduğunu düşünüyorum. Önlem alınmazsa çok ciddi sıkıntılara ve mağduriyetlere yol açabilir. Yargı ve adalet sistemi içerisinde yaşanacak sorunların yanında insanın ailesine bile izah edemeyeceği işler olabilir''

İnternet Sitesi hizmet vermeye başlayacak!

''Konuyla ilgili bir site tesis etmeye çalışıyoruz. Kimlik bilgilerinizle girdiğiniz zaman üzerinize kaç tane kayıtlı telefon olduğunu göreceksiniz. Bu birkaç ay alacak. Bu süreç içinde bu konuda işletmecilerden SMS ile abonelerin bilgilendirilmesini istedik. Bunun birkaç faydası var. Bir işletmeler abonelerini bilgilendirecekler, iki kendilerini kontrol edecekler. Daha da önemlisi belki bayilerle işletmeler arasındaki ilişki de bu şekilde masaya yatırılmış olacak. Bu konunun kaynağının ne olduğunu, niçin olduğunu sorgulayacaklar. Bunlar işletme bayi ilişkisini yeniden gözden geçirilmesine, oradaki taahhütlerin, yaptırımların yeniden ele alınmasına da neden olacak. Yani rekabet güzel ama aşırı rekabet sıkıntılara da yol açabiliyor. Nihai çözüm, bizim tesis edeceğimiz site ve o sitede kimlik bilgileriyle birlikte vatandaşın aboneliklerin sorgulanması olacak.''
*Dikkat edilesi bir diğer noktalar olarak BTK'nın hassasiyet göstereceği noktalardan birisi de mahkeme ve savcılıklara bildirilen şüpheli hatlar olacak.

Anlayacağınız, haberleri okudukça, dut yemiş bülbüle dönüp sesi soluğu iyice kesildi.

-62/g-

Emin
05-09-2012, 20:24
Okuduğu bu haberler canını çok sıkmıştı.

Bir şeyler yapması gerektiğini düşünüyordu ama öyle her aklına takılanları yapmayı da göze alamıyordu.

Okuduğu haberlerin kaynağı olan BTK'yı duymasına duymuştu ama ne iş yaptığını, hangi derde derman olduğunun ayrıntılarını bilmiyordu.

İnternetten sitelerini araştırıp, buldu.

Gözüne ilişen ne varsa bakındı ve bazı yerleri üstünkörü de olsa okudu.

Sonunda işine yarayacağını düşündüğü bir mevzuata kilitlendi.

Amacında; "elektronik haberleşme hizmetlerinden yararlanan tüketicilerin haklarını ve menfaatlerini korumaya yönelik usul ve esasların anlatıldığını" yazan, sırtını 5.11.2008 tarihli 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanununa dayamış ve adının da "ELEKTRONİK HABERLEŞME SEKTÖRÜNDE TÜKETİCİ HAKLARI YÖNETMELİĞİ" olduğu bir mevzuattı bu kilitlendiği şey.

Üşenmedi, sonuna kadar okudu.

Bu yönetmeliği bilgisayarına indirdi.

Dönüp bir daha okudu.

Esasında, okuduğunu tam olarak anladığını söylemek zordu ama "Güzel" dedi, "ulan neler varmış, haberimiz yok."

Onu böyle gevşetip, ferahlatan şey ise: bu yönetmeliğin "Tüketici şikâyetleri çözüm mekanizması" başlığını taşıyan 13 ncü maddesiydi. Bu maddede sıralanan fıkralarda şöyle şeyler yazıyordu:

"(4) İşletmeci tarafından oluşturulan çözüm mekanizması kapsamında uzlaşma sağlanamaması halinde tüketici, şikâyete konu olan anlaşmazlığın giderilmesi için Kuruma başvurabilir.

(5) Kurumun talep etmesi durumunda işletmeciler, oluşturdukları tüketici şikâyetleri çözüm mekanizmasına ilişkin kuralları ve prosedürü Kuruma bildirmekle yükümlüdürler."

"O zaman, ben bunlara derdimi bir güzel döşeyeyim, eğer iyi ve tane tane anlatırsam istediğim bilgileri bu BTK bana bir şekilde verir; hatta belli mi olur, belki yönetmeliğin 23 ncü maddesine göre bu AVEA'ya İdari para cezası veya diğer yaptırımları da kitleyebilir" diye kendi kendine söylenmeye başladı.

Sonunda kafasını toparlayıp başından geçenleri sıralı ve olabildiği kadar anlaşılır bir biçimde yazmaya koyuldu.

Yazıyordu yazmasına ama bir türlü bitiremiyordu. Bitirdiği şeyleri ise çoğu kez beğenmiyor yeniden silip, düzeltip duruyordu.

Böyle bir yazı 3 günde yazılır mı yaa?

O da biliyordu yazılmayacağını ancak içi rahat değildi, dahası göndereceği bu yazıdan bir halt çıkmayacağını düşünmeye başladığı içindir ki üçüncü güne sarkan bu yazma eylemi biraz tavsamıştı.

Nihayet bitirdi.

Yazısını göndermeden, dönüp yönetmeliği bir kez daha okudu. Üstüne kendi yazısını da okudu.

25.4.2012 tarihinde BTK'nın internet sitesine girip yazısını ilgili alana kopyaladı.

(Konunun öncesi burada aktarıldığı için) BTK'ya iletilen şikâyet ve talebin son bölümü şöyleydi:

" ...
5. Söz konusu hattın açılmasıyla ilgili yapılan sözleşme ve bu hatla ilgili yapılan görüşmelerin ayrıntısını istediğim bilgilerin AVEA tarafından savcılık talebi olmadan verilmeyeceği anlaşılmıştır.

6. Sonuç olarak,

a) 5012344766 nolu hattı almak için herhangi bir sözleşme yapmadım.

b)Böyle bir hattın varlığından hatla ilgili ödenmemiş faturalar nedeniyle hakkımda başlatılan icra takibine kadar haberdar değildim.

c) İcra tebliğini adresime iletebilme bilgisi olan AVEA ödenmesi gereken faturaları adresime göndermemiştir.

d) AVEA Müşteri Hizmetlerinden "bu hattın açılması için hangi AVEA Bayisi veya Yetkili Firmasıyla sözleşme yaptığımı" sormama rağmen böylesine basit bir bilgiyi bile vermemekte ısrar etmişlerdir.

e) Eğer yapılanlar bir hatadan kaynaklanmıyorsa bunun anlamı "dolandırıcılıktır."

Kurumunuz tarafından, ilgili firmadan tarafıma gönderilmesini istediğim hattın açılmasıyla ilgili sözleşmeyle birlikte hattın eğer kapatılmışsa kapatılmasında kullanılan imzamı taşıyan belgeyi ve bu hatla yapılmış olan görüşmelerin ayrıntılı dökümlerinin yanında internet erişimi için kullanılmışsa hangi IP adresinden yapıldığına ait bilgilerin tarafıma gönderilmesinin sağlanmasına ek olarak firmanın hizmet kusurlarından dolayı gerekli uyarı ve cezai yaptırımların yapılmasını saygılarımla arz ederim.
Mehmet EMİN"


"Gönder" denilen yere tıklayınca karşına şöyle bir ekran mesajı çıktı:

BTK
BİLGİ TEKNOLOJİLERİ
VE İLETİŞİM KURUMU

Şikayetiniz Sistem Tarafından Başarıyla Alınmıştır.
Ortalama 15 İş Günü İçerisinde Tarafınıza Dönüş Yapılacaktır.
Şikayet Numaranız: 17002


-62/h-


Açıklama: (Vicdanı olan insanların ruhunu kanatan, karartan böylesine acıtıcı gündem içinde bu türden bir yazı yazdığım için çok üzgünüm. Kahretsin, üzülmekten başka elimizden gelen bir şey de yok...)

Emin
19-09-2012, 00:47
Her ne kadar "ortalama 15 iş günü içerisinde tarafınıza dönüş yapılacaktır" demiş olsalar da o, bu sürenin sarkacağını düşünüyordu.

Yanıldığını ertesi sabahın köründe e-posta kutusuna gelen mesajı görünce anladı.

Yanıtın bu kadar erken, 24 saati bile doldurmadan gelmiş olması onun sevinmesine değil, paniklemesine sebep olduğu için çoğu zaman "hayırdır inşallah" anlamında kullandığı "Halla halla!" diye sadece kendisinin duyacağı şekilde mırıldanarak ve de mesajın içeriği hiç görmek istemiyormuş gibi gelen kutusundaki o koyu yazılı "Tim Şikayet" başlığına hatırı sayılır bir süre bön bön veya mal mal yahut aval aval ne derseniz deyin işte öylesine baktı, durdu.

Sanki bir sigara yakmazsa o yazının içeriği görülmezmiş gibi masanın üzerindeki sigara paketine uzanarak donukluğundan az da olsa kurtuldu, sonra çakmağı aramaya başladı, bulamayınca mutfağa geçip, ocağın en küçük gözünde ısınan çaydanlığın dibine kafasını eğerek sigarasını yaktı.

Bir iki nefes çekip, şaşkınlığını savuşturduktan sonra bilgisayarın başına gelip ilgili başlığı çift tıkladı.


Sikayet No : 17002
Tim Şikayet <tim_sikayet@btk.gov.tr> 26 Nisan 2012 08:45

Sayın EMİN,

Kurumumuza yapmış olduğunuz tüketici şikayetiniz incelenmiştir.

Kurumumuzun görevleri, elektronik haberleşme sektöründe düzenleme ve denetleme yoluyla etkin rekabetin tesisi, tüketici haklarının gözetilmesi, ülke genelinde hizmetlerin yaygınlaştırılması, kaynakların etkin ve verimli kullanılması, haberleşme alt yapı, şebeke ve hizmet alanında teknolojik gelişimin ve yeni yatırımların teşvik edilmesi ve bunlara ilişkin usul ve esasların belirlenmesi amacıyla çıkrılan 05.11.2008 tarih ve 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunu’nuyla belirlenmiş olup, bu Kanun hükümleri uyarınca yalnızca Elektronik Haberleşme Sektöründe faaliyet gösteren işletmecilerin neden olduğu tüketici ihlallerini değerlendirmektedir.

28.07.2010 tarihli ve 27655 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Elektronik Haberleşme Sektöründe Tüketici Hakları Yönetmeliğinin 13. Maddesi uyarınca hazırlanan“Tüketici Şikayetlerinin Çözümüne İlişkin Usul ve Esaslar”ın 8.madde (f) bendinde “Tüketici şikayeti ile ilgili olarak yargı sürecinin başlatılmamış olması” hükmü kapsamında Kurumumuzun alternatif bir çözüm mekanizması olarak çalışması gerektiği değerlendirilerek, yargıya intikal etmiş şikayetler ile ilgili olarak yargı mercilerinin işlem tesis etmesinin daha doğru olacağı düşünülmektedir. Bu kapsamda şikayetinize ilişkin yargı sürecinin başlatılmış olması nedeniyle Kurumumuzca yapılacak bir işlem bulunmamaktadır.
Bilgilerinizi rica ederiz.

Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu
Tüketici ile İlişkiler Müdürlüğü

Okuduğunu ve olumsuz yanıt verdiklerini bir seferde anlamıştı ama ikinci kez yeniden okudu yazıyı.

Tam olarak anlamak istiyordu, Vehbi'nin kerrakesini.

Neyi anlamıştı?

Bir: Meğer Kurum Yönetmeliğin 13 üncü maddesine dayanarak bir düzenleme şeysi daha düzenlemişmiş. Eee, bu düzenlemeden bihaber olunca böyle boş işlerle uğraşmış olursun, işte.

İki: Demek bu şekilde boşuna müracaat eden o kadar çok ki, adamlar bir yazı şablonu hazırlamış ve gelen şikâyetin başına "Sayın Emin," "Sayın Bilmem ne" dedikten sonra anında yanıt vermiş oluyorlar.

Peki, neyi anlamamıştı?

Yargıya intikal etmiş olaylara bakmama gerekçelerini.

Ne yaptı?

Bir sigara daha yakıp dumanı üflerken söylenmeye başladı. "Sizin de, yapacağınız işlemin de, vereceğiniz bilginin de taa..."

-62/ı-



Açıklama: Ne yazık ki, kanlı ve karanlık gündem değişmiyor ve ben gene aynı cümleyi kuruyorum; "vicdanı olan insanların ruhunu kanatan, karartan böylesine acıtıcı gündem içinde bu türden bir yazı yazdığım için çok üzgünüm."
Üzülmekten başka elimden gelen tek şey daha fazla üzülmek, daha fazla acı çekmek. Lanet olsun!

Emin
20-10-2012, 16:09
Küfrederek rahatlayacağını zannediyordu ama olmadı.

Bu olayın başından beri hep bir ikirciklik yaşamış; kendi kendine acabayla başlayan yapsam mı, etsem mi, gitsem mi, yazsam mı sorularına mertçe yanıt verememişti ama yine de icraya itirazdan tut, diğer yazışmalara kadar hepsini istemeye istemeye yapmıştı.

Habire olanlara, başına gelenlere doğal olarak kızıyor, kabullenmiyordu ama direnmek veya didişmeye de gücü, takati, mecali yoktu.

Bilgisi yoktu, her şeyden önce.

Avukat tutacak durumda da değildi.

Sağdan soldan bilgi devşirip kendi yağıyla, anlayabildiği kadarıyla bir şeyler yapmak bile zordu ve ayrıca da zoruna gidiyordu.

Bunca işin gücün arasında neden böyle boktan püskürük işlerle uğraşındı ki?

Bir süre oyalandı...

Sonra kendine: "Ulan bu kadar uğraştın, son bir gayret daha göster ve bunları şikâyet et, ver mahkemeye, ne olacaksa olsun, yeter artık mırt mırt dediğin, armut de de kurtul" diye kabardığı zaman dönüşü olmayan bir karar almış oldu.

Savcılıklara verilen dilekçe örneklerini internetten araştırdı, onlarca siteye giriş çıkış yaptı. Hiçbir örnek aklına yatmamış, sarıp sarmalamamıştı. Yine de bu tür dilekçelerin ortak özelliklerini bir boş sayfaya alt alta yazdı.



.... CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞINA


MÜŞTEKİ:

ŞÜPHELİ:

SUÇ:

SUÇ TARİHİ:

AÇIKLAMALAR:

HUKUKİ NEDENLER:

SONUÇ VE İSTEM:

EKLER:

İlk iki sıradakiler kolay, suça ne diyecekti, neyle suçlayacaktı, hangi hukuki nedenlerle bu şikâyeti yaptığını savcılığa anlatacaktı?

Sonuç olarak ne istiyordu?

Kendisine yapılan bu haksızlığı mı önlemek istiyordu yoksa bu haksızlığı yapanların cezalandırılmasını mı?

Bu soruları ve neler yapabileceğini doğru dürüst basmayan beyninde eze eze düşündü.

Kanunlara göz atacaktı.

İnternettin başına geçti.

İndirdiği 84 sayfalık PDF dosyasının açtı, 345 maddelik Türk Ceza Kanunu okuyup, anlamaya zorladı kendini.

Kanunun bazı kısımlarını derinlemesine okumadan geçiyordu çünkü onun durumuna uyan şeyleri anlatmıyordu o maddeler.

Çok sıkılmıştı çok.

Bu konunun dışında hiçbir şeyle uğraşmak istemiyordu. Her ne kadar şikâyet dilekçesini yazmaya karar vermiş ve hâlihazırda bu kararından dönmeyecek gibi davranıyorsa da kanun maddelerini okudukça yüreği şişmeye başlamıştı.

Zaten sadece bu konu için değil, son yıllarda o karalı adam birçok konuya "değer mi" sorusunu sorup, çoğu zaman "değmez" deyip kaytarıyordu.

Ben diyeyim aldığı abdestle, ürküttüğü kurbağanın muhasebesini yapar olmuştu, siz deyin yalama.

-62/j-

ar_de_
21-10-2012, 20:53
Sevgili Emin avukat tutsan ne yazar? bu olayın bir benzeriyle didişirken saçını başını yolmuş avukat tanıyorum ben :)
"Sonuç olarak ne istiyordu? Kendisine yapılan bu haksızlığı mı önlemek istiyordu yoksa bu haksızlığı yapanların cezalandırılmasını mı?" yazmışsın. ben 62 no'lu yazı serini, sonunda haksızlığı yapanların cezalandırılıp haksızlıkların giderildiğini okumak beklentisiyle takip ediyorum. hayatlarımızda iradelerimiz dışı o kadar kötü yaptırımlara maruz kalıyoruz ki... senin bu konuda başarı sağlaman bizim için cidden önemli ( belki bazı şeyler hala çabaya değerdir ) devamını en kısa zamanda okumak dileğiyle, sağlıcakla kal :)

AnnE
22-10-2012, 08:26
biz yalama demiyelim de , siradan bir Turkiye Cumhuriyeti vatandasi diyelim.

Emin
30-10-2012, 00:38
Şu kadar yaş yaşadım; eylemlerde, gösterilerde, toplantılarda hiç işim olmadı desem yalan söylemiş sayılmam. Eksiklik de duymadım, katılmadım diye ancak kan çıkarmadan ya da bokunu çıkarmadan eylem yapan kim olursa olsun hep takdir ettim, cesaretlerine, sabırlarına saygı duydum.

Ortaokul sondayken, birgün liseli abiler okulu boykot ettiklerini söylemişlerdi, boykotun kelime anlamını bilmiyordum ama anlamıştım o gün derslere girilmeyeceğini.

Bizim kafadan olanları toplayıp yürütmüşlerdi, çarşının bir ucundan diğer ucuna kadar. Bağırıp, çağırıp sloganlar atarak yürüyüşümüzü aynı güzergâhtan geri döndürdüğümüzde ne olduğunu anlamadan bir taş savaşı içinde bulmuştum (bulmuştuk) kendimi (kendimizi.)

Doğrudan üstümüze gelen taşları havada iken görmek için gözümüzü dört açıyor, parke taşlara çarpıp iyice hız alan taşlardan kendimizi deli gibi sağa sola atarak korumaya çalışıyorduk.

Diğer yandan bizler de taşların geldiği yerlere, evlere, dükkânlara, kahvelere taş atıyorduk.

Arada şangırrr diye sesler duyuluyor, bir yerlerin camları aşağı iniyordu.

Ne polis, ne jandarma vardı görünürde.

Hiç bitmeyecek sanmıştım, bu iki karşıt gurubun taş savaşının sonu olacak mıydı, acaba.

Bazı arkadaşlarımızla bazı abilerimizin yaraları vardı; bir iki kişinin yüzü gözü kan içindeydi, kafalarını tutuyorlardı, kuytu yerlere çömelmişlerdi; biri bacağını tutmuş, ovunurken uğunuyordu.

Grup toparlanmış ve "ka nı mız ak sa da za fer is la mın" diye bir süre bağırdıktan sonra yeniden taşlaşmaya devam etmiştik.

Benim şansım yaver gitmiş etkisi olmayan birkaç taş çarpmasıyla bu kavgadan sıyırmıştım.

Ancak halen daha pişman olduğum bir şey yapmıştım; elimin içine çok iyi oturan bir sal taşı, hedef gözeterek (çok çok sonraları bir araya gelip, ekmek yemek yiyip, rakı içtiğim) birine fırlatmıştım.

Taş elimden çıktığında hedefi bulacağını hissetmişim demek ki, aynı zamanda "ula ula ula ulaaaa" diye bağırıp, o günkü rakibimi, düşmanımı uyarmıştım ama olan olmuş, anlının ortasına yiyeceği taşı "ulalarım" üzerine sola döndüğü için sağ kaşının bitimine yemişti.

Sonra...

Sonrası bilinen şeyler...

Darbe oldu da birbirlerimizi taşlamaktan, sopalamaktan, bıçaklamaktan ve kurşunlamaktan kurtulduk...


***

Valilik kızmış, yasadışı saymış, yasaklamış...

İşte aradan geçen şu kadar sene sonra ben de kendimce valiye kızmışım, yasaklamayı yasa dışı saymışım ve hiç hesapta yokken, yalama malama da olsam yürümeyi kafama koymuşum.

Heyecanlıyım.

Bu yürüme, ömrü hayatımın ikinci yürüyüşü olacaktı.

Ne olursa olsun elime taş maş almayacaktım.

Biber gazı veya tazyikli su darbesine karşı da psikolojik olarak kendimi hazırlamıştım. Ancak gözaltına alınma gibi şeylerden olabildiğince uzak duracaktım, devir kötü, o yüzden en iyi spor ayakkabımı giymeyi planlamıştım.

Kahvaltımı sağlam yaptım. Zorladım kendimi, yağlı ballı şeylere ağırlık verdim ki, enerji versin.

Kızım üniversite öğrencisi... Şimdiye kadar hep uyarmışım, eylemlerden sakındırmışım, yumurta atılma ihtimali olan konferanslardan bile uzak tutmuşum. Ben bir şey demem, "sen de gel" diye bir teklif götürmem. Kendisi gelse bile yine aynı tavrımı takınırım. (Zaten öyle kıstırıp pıstırmışım ki, tam bir tırsak olmuş.)

Geleceği yok ama benim bu yürüyüşe katılmamı istiyor.

Eşim gelse iyi olur ama ne olur ne olmaz, başımıza bir şey gelirse, dışarıdan lojistik destek sağlayanımız olsun diye onun da gelmesini istemiyorum. Israr etsem gelecek gibi duruyor. Etmiyorum.

Kaynanama dönüyorum, önce yarım ağız, sonra çok açık bir biçimde teklif ediyorum:

"Gel birlikte gidelim, Anne. Ağır ağır yürürüz. Yorulduğumuz yerde bırakırız. Ola ki copla mopla karşılaşırsak senin mantolu, eşarplı oluşun yüzü suyu hürmetine yara bere almadan sıyırırız. Gözaltı mözaltı gibi şeyler olursa da yavrum biz sizdeniz, tayipciyiz gibi bir şeyler söylersen gene yırtarız. Ha, ne dersin?"

"Yok olum yok. Daha ben namazımı kılmadım. Bu sabah namaza kalkamadım, kahvaltıdan sonra kuşluk kılacam. Sen git."

-LXIII-

Emin
26-11-2012, 22:05
Oldum olası hayatı anlamakta zorluk çekmişimdir.

Sadece hayatı mı, kendimi bile tam olarak anlayabilmiş değilim.

Geldik, gidiyoruz.

Belki de annemin dediği gibi: "ot geldik, palak gidiyoruz." (Palak: Kuru ot.)

Hayatı ve kendini anlamamış olan ben, nerde kaldı ki başkasını anlasın.

Bu eksikliğime rağmen gene de hayata dair ileri geri konuşup, zaman zaman eğri büğrü de olsa bazı düşüncelerimi ileri sürmekten geri kalmıyorum, çok şükür.

Hani, genel olarak bazı kişilere bazı şeyleri yakıştırabiliriz, çok sırıtmaz veya çok sık yanılmayız. Sözgelimi bir İmam Hatip mezunu gencin evleneceği kızın örtülü olmasını istemesi şaşırtmaz kimseyi.

Laflarımı menzile çekeceğim ama 'en uygun nasıl başlayabilirimin' hesabını yaptığımdan birçok dereden su getirmeye çalışıyorum.

Geçenlerde (23 Eylül 2012) kıymetli Master, bir yazısının başına "Peki sevgili Emin..." diye başlamıştı.

Bana selam göndermiş zannettim.

Yazısındaki ilk iki cümleyi okudum, olumsuz bir şey yok.

Üçüncü cümlede hafif bir irkilmem oldu.

Dördüncüsünde durdum. "Bu sözleri benim bildiğim Master demez, dememesi gerekir," dedim.

1. Eğitim sopasıyla öyle bir vurdular ki toplumun belkemiğini kırdılar.

2. İki büklüm bir hâle getirdiler.

3. Cumhuriyetin yarattığı bu sakatlığın başlangıç noktasında ise Atatürk propagandası vardı.

4. Atatürk bu ülkeyi bir diktatör olarak yönetti.

Gerilerek yazının tamamını okuyunca o yazının Ahmet Altan'dan alıntı olduğunu anladım ve çok rahatladım.

Geçte olsa yazıyı kıçından anlamış olmanın rahatlığıyla az daha bir "ohh" çekecektim, nerdeyse.

Bazen saflık iyi olsa da çoğu zaman işe yaramıyor.

Rahatlamasına rahatladım ama bu sefer kafama "peki ama Master bunu bana niye gösteriyor" sorusu takıldı.

Aradan kaç gün geçmesine rağmen bu soruyu kaldırıp bir kenara koyamadım.

Ben de Kıymetli Master gibi yapsam ve "Peki Sevgili Master..." deyip, kenara çekilsem n'olur?

Belki gene benim kolay kolay anlayamayacağım bir yanıtla karşılaşabilirim.

Eğer Ahmet Altan hakkındaki düşüncelerimi merak etmişse, o başka.

Öncelikle, nasıl bir ailede kendini yetiştirmiş, hangi okullarda nasıl bir eğitimle şekillenmiş, hangi kitap ve ansiklopedileri hatmetmiş, nasıl bir yaşam deneyimi olmuş da şimdiki görüşlerini böyle pervasızca kaleme aldığını anlayabilmiş değilim.

Yazdıklarına ve sözlerine inanabilmeme dair bana hiç güven vermiyor.

"Atatürk’ün vazgeçmediği bir ilkesi yoktu. Söylediği her sözün tersini de söylemiş, yaptığı her şeyin tersini de yapmıştı.

Duruma göre konuşup, duruma göre davranan bir politikacıydı.

Verdiği hiçbir sözü tutmadı.

Kendisiyle birlikte yola çıkan bütün arkadaşlarını siyasetten temizledi.

Kendisine yardım etmiş olan herkesi, kendi yazdığı tarihin sayfalarından sildi.

Geride sadece kendisi kaldı."

Ben yanlış kitaplar okumuş, çarpıtılmış bilgiler edinmişim demek ki onun gibi düşünemiyorum.

Okuduğum bazı yazılarında o kadar iddialı ve köşeli çözümlemeler var ki, şaşıyor ve şaştığım için tam olarak anlayamıyorum.

Herhangi bir şeyi anlaşılır hale getiremiyorsam o şey bende sürekli şüphe üretir.

Bu adam "Allah birdir, ayran beyazdır" dese bile, altında başka bir şey olabilir diyerek acabaya yaklaşırım.

Ne bileyim, nasıl diyeyim, bir insan her şeyden önce "kadir kıymet bilmiyorsa" benim gözümde de gönlümde de önemli bir yeri olmuyor.

İşte o yüzden ağzımı bozarak konuşmak yerine "Mevlam çeşit çeşit kul yaratmış" deyip geçiyorum.

Emin
26-12-2012, 02:28
Bir insan bu kadar mı kararsız olur?

Kararsız insanları sevmem diyeceğim ama bunun aksini kim söyler ki, zaten!

Üşenmişsin müşenmişsin ama ulan neticede şu kadar sayfa kanun metni okumuşsun, öncesinde de şu kadar kelam etmişsin, ee daha neyin hesabını yapıyorsun? Yazacağın bir dilekçe! Dönem ödevi mi hazırlıyorsun?

O yine kendince uzatmaları oynuyor, kanun maddelerini okuyor, kelime kelime üzerinde düşünüyor babam düşünüyor.

(İnanın üçüncü kişi olarak onun bu durumunu anlatmaktan bezdim.)

Şikâyet dilekçesini öyle ya da böyle yazdığını varsayıyor, ardından bu dilekçeyi adliyeye nasıl götüreceğini, ne zaman götüreceğini, kime vereceğini düşünerek efkârlanıyor. Zaten bu işin ondan sonra nasıl bir seyir izleyeceğini de, sonucunu da kestiremediği için iyice içi kararıyor, şişiyordu. İçindeki şişliği indirmenin yolu sanki sigara üflemekten geçiyormuş gibi kilitlendiği her anda ona uzanıyordu.

Karşı taraf ona bir de böyle bir zarar veriyordu.

Bilgisayarına indirdiği bu 84 sayfalık Ceza Yasasını okudukça okudu ve sonunda bir maddede karar kıldı. O maddeyi bir iki kez okumuş ve masanın üzerindeki müsvedde kâğıda sonra dönüp bakmak için kanunun numarasını yazmıştı ama belki daha uygun başka maddelere rastlarım diye okumasını sürdürmüştü.

Karalama kâğıdındaki kanun maddeleri çoğalmıştı; aklına takılan, hoşuna giden-gitmeyen ne kadar şey varsa not almıştı.

Bir şikâyet dilekçesinde olması gereken; müşteki, şüpheli, suç, suç tarihi, açıklamalar, hukuki nedenler, sonuç ve istem ile varsa belgelerin eklenmesi başlıklardan "suç" tamamdı artık.

Yani onu böyle gerenleri neyle suçlayacağına karar vermişti: TCK Madde 157.

"Dolandırıcılıkla" suçlayacaktı.

Bu maddeyi aklına yatırmış, hatta maddeyi okurken yanında getirdiği fotoğraf makinesiyle kimliğinin önlü arkalı fotoğrafını çeken adamı gözünün önüne getirmişti.

"Dolandırıcılık
MADDE 157. - (1) Hileli davranışlarla bir kimseyi aldatıp, onun veya başkasının zararına olarak, kendisine veya başkasına bir yarar sağlayan kişiye bir yıldan beş yıla kadar hapis ve beşbin güne kadar adlî para cezası verilir."

Madde böyle diyordu ama sadece bir maddeye güvenilerek iş yapmak yeter miydi?

Ya inandırıcı olamazsa?

İspat edemezse?

Okuduğu kanundan aldığı diğer notlara da bakıyordu.

Ava giderken avlanmış olmak da vardı bu işin ucunda. Olur mu, olur!

Faraza bu dilekçeden dolayı şöyle bir durum karşısına çıkarsa ne yapardı?

"İftira
Madde 267- (1) Yetkili makamlara ihbar veya şikâyette bulunarak ya da basın ve yayın yoluyla, işlemediğini bildiği halde, hakkında soruşturma ve kovuşturma başlatılmasını ya da idari bir yaptırım uygulanmasını sağlamak için bir kimseye hukuka aykırı bir fiil isnat eden kişi, bir yıldan dört yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır."

Ya da bu davada, suçladığı kişilerin baskın çıkması sonunda onun hakkında uydurukçuluk davası açarlarsa ne olacak hali?

"Suç uydurma
Madde 271- (1) İşlenmediğini bildiği bir suçu, yetkili makamlara işlenmiş gibi ihbar eden ya da işlenmeyen bir suçun delil veya emarelerini soruşturma yapılmasını sağlayacak biçimde uyduran kimseye üç yıla kadar hapis cezası verilir."

İşte Şeytan, böyle bir sürü şeyi aklına takıyordu.

Aklı böylesine karışmışken gene sigaradan medet umdu. Evin önüne çıkıp dolanmaya başladı, dumanlar eşliğinde.

Yıllar önce hoşuna giden sözleri, şiirleri, konuları yazdığı bir defteri vardı.

Defterine yazdığını, sanki karşısında biri varmış gibi ona usul usul konuşarak anlatmaya başladı:

"Ne kadar güzel demişti Can Baba!

Eğer diyordu, şikâyet eden fukaraysa ve bir zengini şikâyet etmişse sonuç alamaz. Kumda oynasın o. Avukat tutacak parası olmadığı gibi kendisi de derdini anlatamaz.

Ha zengin, garibi şikâyet etmişse mesele hemen çözülür.

Lakin iki taraf zenginse, güçlüyse; hâkimin vereceği karar başına patlamaması için bunlara "yahu ne yapıyorsunuz, hiç size yakışıyor mu, ayıptır mayıptır" bile demeden özür dileyip aradan çekilirmiş.

Ee peki, hak ne zaman yerini bulacak?

Hem davacı hem de davalı fukaraysa."

Bilgisayarın başına dönerken kitaplıktan bu defteri aradı, fazla zorlanmadan rafların birinde denk geldi.

Masaya geçmedi; çekyata oturup o şiiri buldu. Önce içinden, sonra dışından okudu kendine.


Davacı zengin, davalı yoksulsa
Zenginden yana işler yasa

Davacı yoksul, davalı zenginse
Davalıda kalır yine nizalı arsa

Davacı da davalı da zenginse davada
Özür diler çekilir aradan kadı

Davacı da davalı da yoksulsa, bak,
Sade o zaman işte yerin bulur hak

Can Yücel (13.yy Bir Çin Atasözü)

-62/k-

Emin
02-01-2013, 00:17
27 Nisan 2012 Cuma günü şeffaf dosyaya koyduğu evraklarıyla arabasına bindi.

Bir yandan Konyaaltı'na doğru giden yolların yoğun trafiği içinde direksiyon sallarken diğer yandan sanki arabasında başka biri varmış gibi "Hele bak, tam gezilecek, tozulacak, dolanılacak bir gün ama ben nerelerde dolanıyorum" diye söyleniyordu.

Gerçekten de enfes bir gündü. Uygun bir yere arabayı bırakıp, sahil boyunca sabahın bu ılıklığında denizi ve göze ilişen her manzarayı izlemek, yorulduğunda uygun bir yerde çaylı sigara içmek geçti içinden.

Meydan Kavşağında acı fren yaparak önündeki arabaya çarpmaktan kıl payı sıyrıldı ama ne olduysa işte bu andan itibaren oldu; küfretmeye, küfürlü cümleler kurmaya başladı. Hâlbuki sabah sakindi, durgundu. Evet, biraz suratsızdı ama hafta boyunca yorulmuş bir memurun, haftanın bu son iş günü mesaisine gidişindeki iştahsızlığını andırıyordu, hali.

"Ben bunları dolandırıcılıkla suçlarken yalan söylemiyorum. Bak, şuan trafikte dolanıyorum. Buraya üçüncü gidişim. Kimin yüzünden? Bu pezevenklerin, kimin olacak! Az önce, önümdeki öküze çarpsaydım ne olacaktı? Yaralanmazdım belki ancak tamponcuda, kaportacıda dolaşacaktım. Parası ne olacaktı kim bilir? Öndeki öküz möküz ama arkadan giydirseydim esas öküz ben olacaktım. Kimin yüzünden? Bu dolandırıcı ibnelerin yüzünden! Başıma bu işleri sarmasalardı benim ne işim olacaktı bu saatte, burada!..."

Kendi kendine böyle vır vır ede ede Adliye Sarayının önüne kadar geldiğinde bu sefer arabasını nereye park edeceğinin telaşına kapıldı.

Ötmesinler diye cep telefonunu, evin ve arabasının anahtarlarıyla üç-beş bozuk parayı koyduğu plastik tepsi x-ray denen düzenekten geçerken kendisi de sağında, solunda ve karşısında polislerin bulunduğu duyarlı kapıdan geçip adaletin günün birinde tecelli edeceği, duvarında "Ne hiddet ne merhamet yalnızca adalet" yazan Antalya Adalet Sarayına girmişti.

Hangi yöne gideceğini bilmeden ama biliyormuş gibi renk vermeden, kendinden emin yürümeye başladı. Dilekçesine 'Cumhuriyet Savcılığına' diye başladığı için içinde savcı kelimesi geçen bütün yön yazılarını okumaya çalışıyordu.

Oysa bu tür yerlerde 'Danışma' olur ama o dikkuyrukluğu yüzünden gidip buralara danışmaz. İlle de kendisi bulacak! Ara, belki bulursun! Koca Adalet Sarayı!

Sonunda onu gitmesi gereken yere yani giriş katta bulunan oldukça kalabalık bir köşeye tuvaletten yeni çıkmış, elleri ıslak bir polis memuru yönlendirdi.

Denilen yerde savcılık kalemi gibi bir yazı görememişti ama bir bankoda duran bayan polisin önündeki düzensiz insan kuyruğuna katılmıştı. Polisi izliyordu.

Aldığı evrakları bir yere kaydediyor, biraz gerisinde duran ve başı oldukça kalabalık iki polis memuruna devrediyordu.

Önündeki kuyrukta onun gibi olanların yanında kucağında birden fazla dosyalarla cüppeli, cüppesiz (muhtemelen stajyer avukat veya hukuk bürolarında çalışan) insanlar vardı.

Kafasından hesap yapıyordu, acaba ona kaç dakika sonra sıra gelecekti.

Kuyruk düzgün olmadığı için ne dese boştu. Hem, ne zaman sıra gelirse gelsin, zaten bugününü bu işe ayırmamış mıydı!

Ne kadar sorunlu insan var?!

Bu soruyu, buraya her geldiğinde sormuştu. Bir süre önce sadece 13. İcra Müdürlüğünün raflarındaki dosyalara bakarken de aynı duyguya bulanmıştı.

Ulan arkadaş hepimiz dolandırıcı mı olmuşuz ne? Bu ne kadar dosya, bu ne kadar İcra Müdürlüğü? Bu sadece Antalya'nın içi! Bir de ilçeleri var. Bu işlerin bir de Türkiye'si var!

O yüzden soru soruluktan çıkmış laf ola beri gele cinsinden bir şaşkınlık ifadesi haline gelmişti.

Eline dilekçe alan Savcılığa mı gelmişti? Yoksa bu güne mi mahsustu, kalabalık?
Bu dilekçeler ne zaman işleme girecek? Soruşturmalar, davalar, duruşmalar ne zaman olacak, kararlar ne zaman verilecek? Seneye, senelere sarkacak ne kadar dosya olacaktı? Buna benzer ve benzemez ne kadar cevap verilmesi o an için mümkün olmayan soru varsa hepsini tıka basa beynini doldururken bankoya iyice yaklaşmıştı.

Dilekçeleri neden polisler alıyordu, burası karakol muydu? Bu Savcılığın Kalemi, bir idari kısmı yok muydu?

Ne önündeki ne de arkasındaki kişilere "savcılığa verilecek dilekçeler için mi, bu kuyruktasınız?" diye sormamıştı.

Sıra ona geldiğinde şeffaf dosyayı bayan polisin önüne koydu.

Kadın Polis sordu: "Bu ne?"

"Dilekçe" dedi devamını getirmedi.

Dosyadan çıkardığı evraklara çok hızlı bir bakıştan sonra: "Dolandırıcılık üçüncü kat" deyip dosyayı geri uzattı polis.

Merdivenleri çıkarken içinden söyleniyordu: "Acaba, kuyruğa girdiğim yerde teslim alınan dilekçelerin konusu neydi?"

Bu katta, bu kez gideceği adresi ilgili-ilgisiz birkaç kişiye sorup iyice emin oldu.
U şeklinde olan bu bölüm çok kalabalıktı ama bu kalabalık dilekçe verme kalabalığı değildi.

Tarif edilen odalardan birine girdi. Girişte uzun bir banko ve arkasındaki üç masada çalışan üç kişi. Öyle meşguller, öyle meşgul görülüyorlardı ki günaydın, merhaba veya iyi günler demeye kıyamadı. Acele etmeye gerek yok, elbet göz göze gelecekleri bir an olacak, diye düşünüyordu. İki üç dakika geçti böyle.

Ara sıra içerdekiler kendileriyle konuşuyorlar ama başlarını Allah rızası için azıcık yan, kaşlarını azıcık yukarı çevirip bankonun arkasında duran adama bakmıyorlardı.

Kibarlık olsun diye başlattığı bu 'sessizce beklemeyi' bu kez safa yatarak sürdürmeye karar verdi. Hem kendinin hem onların sabrını sınayacaktı. Nefes alışlarını kontrol edip, hakikaten hiç acelesi yokmuş gibi bir tavır takındı.

Bu sinir bozucu bekleme sürecinde, bu binada çalışan bazı görevlilerden içeri giren çıkan oluyordu. Kimi getirdiği dosyaları, sarı battal boy zarfları başlarını bilgisayardan kaldırmayan bu meşgul insanlara imzalatarak teslim ediyor, kimi odadaki dolaplardan bazı dosyaları alıp gidiyorlardı.

Bu şekilde giren çıkan üç beş kişi olmasına ve onlarla ister istemez konuşurken kapıya doğru yani kapının hemen önündeki bankonun arkasında bekleyen bu adamı görmelerine rağmen odadaki bu üç kişiden biri bile "Buyur bilâder, bir şey mi var?" demedi.

Yaptıkları işi anlamadığı ve masalarındaki bilgisayarların ekranlarını göremediği için nasıl bir işle uğraştıklarını şiddetle merak ediyordu.

Oyun moyun mu oynuyorlar yoksa facebook'a mı bakıyorlardı; veballerini almak istemiyordu ama bu kadar kaptırmış ve böylesine bir konsantrasyonla çalıştıklarına inanamıyordu.

Kızmasına bir gerekçe daha ekledi. Ulan vicdansızlar kaç dakikadır burada bekleyen bu adam belki dilsiz, kapınıza kadar gelmiş, elinde bir şeyler var, besbelli sizden bir şey isteyecek, size bir şey danışacak, bu kadar mı yoğunsunuz, üç kişisiniz, üçünüzün de iki eli kanda mı?

Bu sabırcılık oyununa daha fazla dayanamadı: "Pardon, bakar mısınız?" deyiverdi, odanın ortasına doğru.

Cevap yerine oturduğu masadan nihayet biri kafasını çevirdi.

- Bir şikâyet dilekçem vardı.

Bu cümleye istinaden gene ağzını açmadan, işaret parmağıyla tam karşısındaki memuru gösterdi, kafasını çeviren memur. Gösterdi göstermesine ama bu memurdan hiçbir tepki gelmedi.

Sessizce bekleme oyununa devam kararı verilmişçesine bir mana çıkmış oldu.

En azından dilekçesiyle ilgilenecek kişi belli olmuştu.

Bu arada bir vatandaş daha geldi ve o da bankoya dayandı. Bu adam da konuşmadı. Muhtemelen, ondan önce gelen biri var ve onunla ilgilenildikten sonra kendisine sıra gelecek diye düşünmüş ve ağzını açmamış olabilirdi.

Üç beş dakika sonra dilekçelerle ilgilenecek kişi masasından kalktı ve bankonun kenarından kapıya kadar gelip mübaşir edasıyla birine seslendi.

Kapının önündeki sıralarda oturanlardan biri memurun ismini anmasıyla doğrulup içeri geldi.

Bu adama masasının yanındaki sandalyeye oturmasını söyledi ve hazır ayağa kalkmışken bankonun arkasında dakikalarca bekleyen bu iki kişinin dilekçelerini alıp hızlıca bir göz gezdirmenden sonra isimlerini sorup, o serin, soğuk, buzlu, ayaz tutumuyla "Dışarıda bekleyin" dedi.

İkisi de odanın dışına çıktı.

Koridor ve bu bölümdeki tüm odaların önü kalabalıktı.

Dilekçesini verdiği odanın hemen yakınında, o kalabalıkta her nasılsa boş kalmış sabit oturma sandalyesine ilişirken, "herhalde az önce ismini seslenerek içeriye çağırdığı adam gibi bize de seslenerek odaya alacaklar" diye düşündü.
Oturduğu yerden sağa sola bakınırken bu kalabalığın nedenini anlamaya çalışıyordu.

Yüzleri, karşılarında bulunan ve kapısında "savcı bilmem kim" diye yazı bulunan odalara dönük, sandalyelerde iki sıra halinde oturan bir düzine insan vardı.
Biraz dikkatli bakınca oturanların ikişerli olarak bileklerinden birbirlerine kelepçeli olduklarını fark etti.

Bu gurubun etrafında onlara göz kulak olmak için bir düzineden de fazla elaman vardı.

Bunlar; savcı odalarının kapısında dikelen, ayakta gezinen, binanın kolonlarına yaslanan, korkuluk demirlerine kalçalarının yarısını dayamış ve bina duvarlarına omuz vermiş tip tip ve oldukça boylu poslu, çevik adamlardı.

Adamların kimisi ülkücü bıyıklı, kimisi keçisakallı; saçları uzun ve arkadan atkuyruğu yapılmışından tut uzun favorili, kafası üç numara tıraşlısına hatta kulağı küpelisine kadar...

"Organize bir iş olmalı. Dolandırıcılık bölümünde olduğumuza göre herhalde birilerini dolandırdıkları gerekçesiyle buraya getirilmiş ve savcılar ifadelerini alacak" diye düşündü.

Az önce odadan birlikte dışarı çıktığı ve aynı sıraya yan yana oturduğu adam birdenbire "Bunları neden getirmişler, suçları neymiş?" diye kelepçelilere doğru kafasını yukarı kaldırıp, Emin'e sordu.

Emin "Bilmiyorum, ben de yeni gördüm bunları" dedi ve sustu ama sanki "sen niye geldin buraya, hayırdır, ne oldu?" diye sormuşmuş gibi adamcağız başladı, tane tane kendi durumunu anlatmaya.

Özetle;
Öğretmenmiş. Bugün okula gitmeyip izin almış ve şikâyete gelmiş.

İstanbul'un bir yerinden telefonla aramışlar. Medikal ile alakalı bir yerden yaptığı alışverişlerden dolayı şanslı adam seçilmişmiş. Adını adresini teyit etmeye, en yakın postaneyi öğrenmeye çalışmışlar. Buna bir hediye göndereceklermiş. Önce hediyenin ne olduğunu söylememişler ama sonra bilmem ne model cep telefonu olduğunu söylemişler.

Birkaç gün içinde ödemeli bir paket gelmiş. İşin içine para girince şüphelenmiş, gönderiyi teslim almamış.

Bunun üzerine tekrar telefon etmişler. Bunların aracı firma olduğunu, adres bilgilerini ve hediyeyi istediğini kendisi beyan ettiği için malı gönderdiklerini, fatura kestiklerini, şayet şu kadar gün içinde ödemeyi yapıp, gönderilen ürünü teslim almazsa mahkemeye vereceklerini ayrıca icra takibi başlatacaklarını söylemişler.

Şaka gibi.

-62/l-

dentist
03-01-2013, 11:42
Küçükken radyodan dinlediğimiz ''Arkası Yarın'' tadındaki yazı serisi son hızıyla devam ediyor.

Her seferinde yazıları çok beğenip dur şu yazıyı irdeliyeyim diyorum ama sayfalarda gezinip tembellik etmek daha kolayıma geliyor.

Ama bu son yazıdaki bazı kısımlara hakikaten hem güldüm hemde çok hoşuma gitti. Mesela...

"Ben bunları dolandırıcılıkla suçlarken yalan söylemiyorum. Bak, şuan trafikte dolanıyorum. Buraya üçüncü gidişim. Kimin yüzünden? Bu pezevenklerin, kimin olacak! Az önce, önümdeki öküze çarpsaydım ne olacaktı? Yaralanmazdım belki ancak tamponcuda, kaportacıda dolaşacaktım. Parası ne olacaktı kim bilir? Öndeki öküz möküz ama arkadan giydirseydim esas öküz ben olacaktım. Kimin yüzünden? Bu dolandırıcı ibnelerin yüzünden! Başıma bu işleri sarmasalardı benim ne işim olacaktı bu saatte, burada!..."
Emin küfür etti sonrasında kimse kusura bakmazsa eğer bende rahatladım.

Hangi yöne gideceğini bilmeden ama biliyormuş gibi renk vermeden, kendinden emin yürümeye başladı. Dilekçesine 'Cumhuriyet Savcılığına' diye başladığı için içinde savcı kelimesi geçen bütün yön yazılarını okumaya çalışıyordu.

Oysa bu tür yerlerde 'Danışma' olur ama o dikkuyrukluğu yüzünden gidip buralara danışmaz. İlle de kendisi bulacak! Ara, belki bulursun! Koca Adalet Sarayı!
Ah Emin ah! keşke yenge yanında olsaydı çünkü bende bu huyumdan ancak eşim yanımdayken kavga döğüş vazgeçebiliyorum ama artık yaşım ilerledikçe direncim kırılmıyorda değil doğrusu.


Ne kadar sorunlu insan var?!

Bu soruyu, buraya her geldiğinde sormuştu. Bir süre önce sadece 13. İcra Müdürlüğünün raflarındaki dosyalara bakarken de aynı duyguya bulanmıştı. ......

...Merdivenleri çıkarken içinden söyleniyordu: "Acaba, kuyruğa girdiğim yerde teslim alınan dilekçelerin konusu neydi?"

Emin elinden gelse kendi davasını bırakıp ordaki davalara yardımcı olacak gibi bir hava sezdim ben bilmem siz ne dersiniz...

Kızmasına bir gerekçe daha ekledi. Ulan vicdansızlar kaç dakikadır burada bekleyen bu adam belki dilsiz, kapınıza kadar gelmiş, elinde bir şeyler var, besbelli sizden bir şey isteyecek, size bir şey danışacak, bu kadar mı yoğunsunuz, üç kişisiniz, üçünüzün de iki eli kanda mı?

Ağzına ve de eline sağlık bu tür insanlar! hep karşımıza çıkmıyormu zaten.


Şaka gibi.

Yazının bitiş cümlesi serinin adı olmaya talip bence lakin öğretmenin durumu hakikaten şaka gibi ve de dolandırıcıların yüzsüzlüğü şaşırtıcı boyutlarda.

ar_de_
03-01-2013, 19:10
sevgili Emin Dentist e tamamen katılıyorum . hem yorumlarına hem de önerilerine . sıkı takipte olduğumuz serinin adı için de "şaka gibi" pek uymuş :) sağlıcakla kal.

dentist
18-02-2013, 13:31
Vallahi halen merakla bekliyoruz Sevgili Emin. :)

Emin
28-02-2013, 01:10
A-Küfür



Emin küfür etti sonrasında kimse kusura bakmazsa eğer bende rahatladım.



Gençken “Böyle söyleme maazallah küfre girersin” uyarısını büyüklerimden duyduğumda “ana avrat düz gitmek” dışında küfrün başka anlamı olduğunu çakar gibi olmuştum. Ancak şimdi kendimce anlatmak istediğim o manası değil, bildiğimiz sövme işi.

Kime sorsanız belki çoğu aynı şeyi söyler; “küfrü sevmem” der.

Ben de öyle diyorum, hatta azıcık açıklama bile yapıyorum: "küfrü sevmem ama benim sevmediğim yerli yersiz edilen küfürdür."

Oysa yeri ve zamanı geldiğinde tıpkı cümle içinde atasözü kullanmak gibi hoşuma gider, küfür.

Ederim, edeni de çoğu zaman tebessümle karşılarım.

Şöyle dolu dolu, yüksek bir tonda ve de vurgulu olursa etkisi bir başka olur.

Sövmede zarafet olur mu, bilemem.

Argo ve kaba sözleri yumuşatarak veya sözün başına “affedersin” gibisinden bir özür cümlesi getirerek sözde bir zarafet belki sağlanabilir.

Kendime gelecek olursam, henüz küfürbaz mertebesine eriştiğimi düşünmemekle birlikte hatırı sayılır bir biçimde bu yolda ilerlediğimi söylesem yeridir.

Yalnız son on yıldır daha çok sövüyorum.

Ters giden her şeye, yapamadığım, edemediğim şeylere, başaramadıklarıma saydırıyorum.

Özellikle trafikte daha çok…

Ama itiraf etmem ve açıkça söylemem gerekirse, en çok bu hükümete verip veriştiriyorum.

Hele aklımla alay edildiğini, beni eşek, aptal, salak, bi boktan anlamaz biri olarak gören uygulamaları ve söylemleri karşısında küfür etsem bile rahatlayamaz bir hale geldiğimi belirtmem lazım.

On yıldır sövme işini azıttığımı söylememe rağmen küfrümü uluorta yapmaktan imtina ediyordum. Bunu iktidarla, hükümetle ilgili olarak söylüyorum. Çekiniyordum, daha da doğrusu tırsıyor, korkuyordum; başıma iş açarım endişesi baskın çıkıyor, toplum içinde yutkunuyordum. Ola ki ağzımdan kaçırmışsam, kurduğum sonra ki cümlelerle kıvırmaya, zevahiri kurtarmaya çabalıyordum.

İyi ki öyle yapıyormuşum!

Hatırlıyorum, eskiden insanlar, meydanlarda değil belki ama üç-beş kişilik ortamlarda bakanlara, başbakanlara küfür etmekten pek çekinmezlerdi. Benim gibi birçok kişinin dikkatini çekmiştir, bu hükümete, bakanlarına, başbakana, cumhurbaşkanına toplum içinde küfredene ben denk gelmedim.

Son bir yıl içinde, birkaç kez bu dikkatimi çeken duruma aykırı söylemlerim oldu. O an ortamın buz kestiğini gözlemledim. Çok sarsıcıydı.

Derken, bir gün bir arkadaşım bana “Bak seni çok seviyorum, düşüncene, davranışlarına ve kişiliğine saygı duyuyorum ama etme adama bu küfrü! Zoruma gidiyor!” anlamında kulağımı çekici laflar edince sövmenin silkeleyici etkisini gördüm.

Neden kızdığımı, niye içimin yandığını, nasıl kahrolduğumu “çünkü” diye başlayıp içini dolduran konuşmalar sonunda muhatabımda “Tamam, bu konuda ben de Tayyib’e kızıyorum ama küfretmiyorum” cinsinden bir gevşeme oluşmaya başladı. Bunu fark ettim ve bir iki kişiye daha uyguladım.

7-8 ay süren bu kızgın söyleşilerimiz sonunda Tayyip’e hazret muamelesi çekip, toz kondurmayan; referandumundan yereline, geneline her seçimde oy veren bu insan, daha iki gün önce sövmedi ama kalın sözlerle dolu cümleler kurmaya başladı. Dahası var, bana dönüp:

“Bi daha Tayyip'e oy verirsem .... beni! Şimdi sen bana inanmazsın!”

“Evet, inanmam! Tayyip’e inanmadığım gibi sana da bu konuda inanmam. İster ver, ister verme oy senin namusun sayılır ama hiç değilse namusunu nasıl birine ve niye verdiğini bana değil, vicdanına anlat!” dedim.

Bi dahaki sefere verdiği oyun fotoğrafını cep telefonuyla çekip göstereceğine dair sözler etmeye başladı.

Artık doğru, yalan! Neticede, sanırım karısı da bu adama uyacağına göre iki oy az alacaklar.

Küfrün böyle bir olumlu etkisini görmeme rağmen belki bu yazdıklarıma kafayı takan birileri çıkacak ve hem onlara sövdüğümü hem de iki oy kaybettirdiğimi bir yerlere not ederek “belamı belleyecekler!”

Yaparlar mı, yaparlar!

Yakışır!

Zanaatları zaten!

Korkuyorum!

Çoğu durumda ve zamanda olduğu gibi, ben de zaten korktuğum için sövüyorum.

Yüzümü ekşitiyorum, olmuyor!

Küsüyorum, tavşan dağa küsmüş oluyor!

Kızıyorum, ateş olsam düştüğüm yeri anca yakabiliyorum ki, düştüğüm yer de kendi içimdeki samanlık oluyor!

Beddua ediyorum, demek ki kabul olmuyor, sonuç değişmiyor!

Küfrediyorum, böylece kendimi göreceli de olsa soğutuyor, rahatlatıyorum ama bu da iş değil be!

Üstelik cezası da ağır! 2 yıla kadar hapis ve bilmem ne kadar tazminat!

Sakat bu işler yani!

Hele ki bu hükümet döneminde, aman diyeyim!

Adamcağızın avukatlar ordusu aportta bekliyor dava açmak için.

Davayı kazanmak çok kolay olsa gerek, hakimine bağlı olsa da Türk Ceza Kanununun sadece şu maddesine üstünkörü bakıldığında insanın "hakim ne yapsın kardeşim!" diyesi geliyor.

Şerefe Karşı Suçlar

Hakaret
MADDE 125.
(1) Bir kimseye onur, şeref ve saygınlığını rencide edebilecek nitelikte somut bir fiil veya olgu isnat eden ya da yakıştırmalarda bulunmak veya sövmek suretiyle bir kimsenin onur, şeref ve saygınlığına saldıran kişi, üç aydan iki yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır. Mağdurun gıyabında hakaretin cezalandırılabilmesi için fiilin en az üç kişiyle ihtilât ederek işlenmesi gerekir.

(2) Fiilin, mağduru muhatap alan sesli, yazılı veya görüntülü bir iletiyle işlenmesi hâlinde, yukarıdaki fıkrada belirtilen cezaya hükmolunur.

(3) Hakaret suçunun;

a) Kamu görevlisine karşı görevinden dolayı,

b) Dinî, siyasî, sosyal, felsefi inanç, düşünce ve kanaatlerini açıklamasından, değiştirmesinden, yaymaya çalışmasından, mensup olduğu dinin emir ve yasaklarına uygun davranmasından dolayı,

c) Kişinin mensup bulunduğu dine göre kutsal sayılan değerlerden bahisle,
İşlenmesi hâlinde, cezanın alt sınırı bir yıldan az olamaz.

(4) Ceza, hakaretin alenen işlenmesi hâlinde, altıda biri; basın ve yayın yoluyla işlenmesi hâlinde, üçte biri oranında artırılır.

(5) Kurul hâlinde çalışan kamu görevlilerine görevlerinden dolayı hakaret edilmesi hâlinde suç, kurulu oluşturan üyelere karşı işlenmiş sayılır


Bu onur ve şeref zedeleme meselesi Madde 131'e kadar devam ediyor, iç karartan ve benim için çok da anlaşılır olmayan bir şekilde.

Bir tek aklıma yatan, hakaret suçunda biri beni taşlarsa, bıçaklarsa, sopalarla, yumruklarla ağzımı gözümü dağıtırsa ve ben bu arada adama can havliyle sövüp sayarsam işte o zaman bana bu suçumdan dolayı ceza verilmiyormuş! İşte Madde 129/2: "Bu suçun, kasten yaralama suçuna tepki olarak işlenmesi hâlinde, kişiye ceza verilmez."

Çaresiz, şimdilerde dua etmeye başladım:

“Allahım, Tayyip'e ve şürekasına uzun ömürler ver! Hatta ne olacak, benim ömrümden al ona ver! Yüz yaşını geçsinler. Hiç değilse 58 sene daha yaşat, 2071 yılını ekip olarak görsünler!”

Diğer yandan da;

"Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhi?
Ağzım kurusun... Yok musun ey adl-i İlâhî!"

diyerek Mehmet Akif'i anmadan edemiyorum!



Emin küfür etti sonrasında kimse kusura bakmazsa eğer bende rahatladım.



Halen rahat mısın?

Ben değilim!

Emin
06-03-2013, 14:18
B-Bilgisayar ve Modem

Ocak ayında bir gün yorgun argın ve birçok şeye dargın bir halde Halden eve geldim ve satışlarımla ilgili bazı verileri bilgisayarıma kaydetmek için düğmesine bastım.

Alette tık yok!

Halla halla, bu içine sıçtığımın şeyi akşam çalışıyordu, ama! Fişini yeniden çıkarıp taktım, olmadı. Bataryasını çıkarıp taktım, olmadı. Tokatlamadım ama hafif bir sarstım, ola ki bir yerlerde temassızlık vardır, titreyip kendine gelebilir belki.

Aletinde değilim! Aklım içindekilerde. Yazdığım yazılar, tuttuğum notlar, günlükler, gelen-giden mektuplarım, resimler, alacak verecek hesaplarım, şifrelerim, kimlik, özlük bilgilerim, vesaire…

Daha önce yedekleme için aldığım alet geçen yıl bozuldu, yılların bilgisi bu zımbırtının içinde mahsur kaldı. Birkaç kişiye gösterdim ancak sonuç moral bozucu. Dediklerine göre, Ankara’da bir yer varmış, toz moz olmayan kapalı bir laboratuarda bin dolar karşılığında bu tür hard diskler açılıyormuş ancak onlar da bilgilerin sağlam bir şekilde teslimini garanti etmiyorlarmış.

Şimdi, geçen yıl aldığım bu makine aynı şeyle karşı karşıya getirdi beni.

Markası Casper. Özellikle adını yazıyorum. Garantisi iki yıl, bir yılım kalmış. Servisine götürdüm. Bilgilerimin başına bir bela gelmemesini tembihimsi ricalarla anlattım. Kendileri müdahale etmiyorlarmış, tamir merkezi İstanbul’daymış, oraya göndereceklerini ve 20 iş günü içinde şayet yapılmışsa gelip alacakmışım.

Kaldım mı, benim 8 senelik eski bilgisayarıma?

İşlerin yoğunluğundan hemen değil ama bir iki gün sonra açtım, çantasından çıkardım, çalıştırdım. Eski bir arkadaşıma kavuşmuş gibi oldum. Evet, tuş takımlarının bazıları kırık, bazıları basmıyor, bataryası battal olmuş, yenisi piyasada bulunmuyor, o yüzden şimdilik elektrikle çalışıyor. Olsun varsın, ta ki çalışsın da! İnternete bağlanmak için modemden gelen kabloyu taktım ama bu sefer de modemde tık yok!

Epey uğraşmama rağmen sonuç değişmedi, o da çalışmıyor. Onun da garantisi var. Aradım müşteri hizmetleri numarasını. Onlar da anlaşmalı oldukları kargo şirketleriyle kendilerine yani İstanbul’a göndermemi istediler. Bir iki gün içinde ZyXEL markalı modemi de kargo şirketinden 3 liraya kutu alıp beleş olarak postaladık.

Modem çabuk geldi, bu kadar erken gönderdikleri için beni şaşırtmışlardı, hem de kapıma kadar motorlu bir kurye getirip teslim etmişti. Takdir duygularımla poşeti yırtıp, kutusunu açtım; içinde matbu bir kâğıt ve iki nüsha arızalı ürün dönüşü açıklamalı sevk irsaliyesi vardı.

Hemen aletin fişini prize taktım.

Halla halla! Gene çalışmıyor! Başka prizi denedim, olmadı. Yanlış bir şey mi yapıyorum diye evirip çevirip sağına soluna bakıyorum, altı üstü bir modem, bir açma kapama düğmesi var, telefonun girdiği bir delik, bataryanın kablosu, başka bir numarası yok.

Dönüp, öylesine ambalajına baktım, henüz şaşkınlığımı üstümden atamamıştım, takdir etme duygum hızla sönüyordu, irsaliyeye göz gezdirdim ve diğer yarım parçalık ZyXEL Teknik Servis Formu başlıklı kâğıdı okumaya başladım. Bit gibi bir yazıyla Sayın Müşterimiz diye başlayan paragrafı gözlüğümü takarak okudum. Arada ettim ama en çok “ZyXEL modeminiz merkezimize ulaştıktan sonra gerekli testler sırasında üründe elektrik akımına bağlı olarak anakartının hasar gördüğü ve çalışamaz duruma geldiği tespit edilmiştir. Ürününüz bu nedenle garanti dışı kaldığını bilgilerinize sunarız” cümlelerini okuduktan sonra bastım küfrü.

Etmeyip ne yapacaktım?

Evet, sövmenin dışında ne yapabilirdim, elimden başka ne gelebilirdi?

Yıldırım düşmüşmüş!

Ulan bu yıldırım alete mi düşmüş?

Yağmurlu bir memleket burası, ilk kez mi yıldırım çakıyor. Masanın üzerinde fişe takılı olmadan yani çalışır vaziyette olmayan bu alet nasıl oluyor da şimşekleri üzerine çekiyor?

Eğer öyleyse demek ki, osuruktan nem kapan bir alet yapmışsınız!

Neyse, küfürlerle kendimi biraz soğuttuktan sonra yeni bir modem almak için gene işlerin fırsat vereceği bir zamanı kolladım.

Aldık bir başka marka modem.

Haydi! Onu da bir türlü kuramadım. Benim 8 senelik bilgisayarımın kablosuz modemlerle çalışabilme özelliği yok, ille kablosu olacak.

İyi, hoş kablosu var ve modem çalışıyor, bilgisayar çalışıyor ancak birbirlerini görmüyorlar!

Kendimce uğraştım olmadı, telefonla arkadaşlarımdan akıllar, fikirler aldım gene olmadı.

Öyle kaldı. Bu seferde kendime, şansıma sövüp saydım.

Bu arada telefon geldi, Casper servisinden. “20 lira alıp gelin, bilgisayarınızı alın.”

Alete kavuştuğum için sevincimden soramadım, “neden istiyorsunuz bu parayı” diye.

İlk işim bilgilerimin kurtarılıp kurtarılamadığını sormak oldu. “C ve D diye iki klasör içinde bilgileriniz yeni hard diske kopyalanmış” dediler.

Alıp geldim ancak ofis programları yüklü olmadığı için bu dosyaların neler olduğunu göremedim.

Ofis programlarını yüklemek için Ankara’daki bir arkadaşımı aradım. O an için müsait olmadığını bilgisayarıma uzaktan erişerek yüklemeleri yapacağını ancak zaman alacağını bir iki gün sonra yapmak için sözleştik.

Bilgisayar teslim aldıktan 3 gün sonra aynı arızayı yineledi!

Yani alette gene tık yok!

Tahmin edileceği üzere gene aynı servise “küfürler” eşliğinde gittim ancak serviste iken küfürlü veya kaba sözlü hiçbir cümle kurmadım.

Bi ara “geçen benden 20 lira aldınız, ne parasıydı bu?” dedim; yanıt olarak “sigorta bedeli” dediler. Anlam verememekle birlikte “Haa” dedim, sanki anlamışım gibi.

Bilgisayarı gene İstanbul'daki tamir merkezlerine göndermek için aldılar.

Arıza aynı arıza olmasına rağmen bu kez Servis Formuna “Ekrana görüntü gelmiyor” yazmışlar. Oysa bir önceki formda bu alanda “Harddisk arızalı” yazıyordu.

Acaba neden?

Bence şundan: Ola ki bu alet bu yıl içinde gene aynı arızayı yaparsa çamura yatmak için.
Bir cihaz garanti kapsamında aynı arızayı üç kez yaparsa yenisiyle veya eşdeğeriyle değiştirmek gibi bir durum söz konusuymuş!

Üçüncü arızaya da başka bir isim bulurlarsa muhtemelen üç kez aynı arızayı yapmamış sayacaklar ve bir süre sonra garanti kapsamı dışında da kalacağı için sen sağ ben selamet!

Belki yanılıyorumdur!

Emin
21-03-2013, 09:26
C- Sözlü Karne

Nazife ile annesi nane kesimi ve demetlemesini yaparken ben de seranın içinde hangi yatağı keseriz, o yataktan kaç demet çıkar, hepsini Halde satabilir miyim, yaprak gübresi veya ilaçlama yapmam gerekiyor mu, otlarının alınması gereken hangi yataklar var gibisinden düşüncelerle teftişe çıkmış dolaşıyorum.


Serada 55 metre uzunluğunda 18 tane yatak var. Ben ve genellikle herkes damlama hortumlarının serili olduğu ve ürünlerin ekildiği yaklaşık 70-100 cm genişliğinde uzunlamasına toprak parçasına yatak diyoruz.


Her yatağın arasında 30-40 cm aralığında ürün ekilmeyen yürüme yolu bulunur.

12 Ocak 2013 tarihinde başladığımız bu nane kesim işini yatak yatak sürdürüyoruz. Kademeli kesim yaptığımız için bütün naneler aynı boyda olmuyor. Belirli bir yüksekliğe erişen yataklardaki naneleri kesiyoruz. Dolayısıyla bazen 3-5-7 günlük kesim aralığımız oluyor.

Bu 18 yatağın her birini bir günde bitiremediğimiz için süre uzadı ve 34 gün sonra 15 Şubat 2013 tarihinde kesim işi bitti.

Mevsim kış, hava soğuk olduğu için ilk kestiğimiz yatağın üzerinden bir önceki cümlede dediğim gibi 34 gün geçmesine rağmen nanelerin henüz boyları kesilecek seviyeye gelebilmesi için bir 10 gün daha geçmesi gerekecek. Kısacası "kırkının çıkması" lazım.

Kesim işi sürerken okullar tatil olmuştu. Çocuk işçi çalıştırma gibi bir derdimin olmamasına karşın Şubat tatilinde Nazife’nin ilkokul 2 ve 5’nci sınıfına giden bacıları da anne ve ablasına heveslenerek zaman zaman nane demetlemeye geldiler. En küçüklerinin eli iyi ve oyun oynar gibi ara sıra seraya girip çıkarak 30 liralık iş yaptı ve parasını da istemedi, "sende kalsın" dedi. Bir sefer 2,5 lira için, iki sefer de 5 lira almak için geldi. Artık okulunda neye harcayacaksa...

Son geldiğinde:"Çok harcıyorsun" diye laf soktum. Merdiven de durdu, bilmiş bir edayla döndü: "Tutumlu olmaya çalışıyorum ama ne yapayım olmuyor işte, olmuyor bir türlü" dedi ve iki basamağı birden atlayarak koştu, gitti.

Nane kesiminde günlük (yevmiye) vermiyorum.

Doğrusunu söylemek gerekirse, içime sinmiyor ama ben bu işi demeti 5 kuruştan yaptırıyorum. Önümüzdeki kesimde 1 kuruş zam yapıp 6 kuruştan hesap göreceğim.

Şu sıralar yevmiye: duruma ve işine göre 25-35 lira arasında.

Maydanoz, roka, tere gibi demetleme işinde yevmiye ile çalışanlara eğer 800-1000 demet yapmazlarsa bazı üreticiler tam yevmiye vermiyorlar. Benim böyle "demet hesabı" gibi bir yöntemle ücret vermemi duyan birkaç kişi “yeni icat çıkarma” diyerek eleştirmişti.

Demetleme işlerinde çalışanları öyle kolayca bulmak çok zor. Bazı kişiler bu sektörden ekmek yiyor. Çavuş denilen bu kişiler belli mahallelerde oturan genellikle kadın ve kızlardan oluşan kişileri elleri altında bulunduruyor ve talep halinde bunları bir araya getirip ilgili seraya veya tarlaya çalıştıracak kişinin araçlarıyla yolluyorlar ki, genellikle bu araçların nasıl araçlar olduğu malum.

Bir kez ben de bu elamanlardan yararlandım. Seraya getirmek bir sorundu, iş sonunda evlerine götürmek ayrı bir sorun; öğle yemeği başka bir sorun, tuvalete gitmeleri öyle, molaları öyle…

Seramda seyyar bir tuvalet yok. İster istemez evin tuvaletini kullanacaklar, bu doğal ama doğal olmayan, biri tuvalete gidince diğeri de ona refakatçi olarak yanında gidiyor. Bir süre sonra diğerinin çişi, kakası geliyor. "Haydi bakalım, ben sana refakat ettim şimdi de sen bana" dayanışması.
Neyin refakati bu? Çok açık bir şekilde anlaşılacağı üzere şunun refakati: seranın hemen dibinde olmasına rağmen eve defi hacet için tek başına gelen bu kız veya kadına kimse sarkmasın.

Bakış açısına göre bu durum da “normaldir” diye değerlendirilebilir. İyi ama evin tuvaletine gönderdiğim bu iki kişi belirli bir süre boyunca evde durduklarında bu sefer de benim aklım evde kalıyor. Acaba bir yerleri kurcalıyorlar mı? Herhangi bir şeyi kalk gidelim yaptılar mı?

8 saat çalışmak az buz bir süre değil, su da içecek, çay da içecek, yemek de yiyecek, mola da alacak ve birkaç kez tuvalete de gidecek, bunlar bir insanın en doğal hakkı.
“Abi acıktık!”
“Abi, çay may yok mu?”
“Abi, hani kolamız?”
“Abi, sen ne biçim patronsun, insan bir paket sigara alır!”

“Abilik” yapmasına yapıyorum ancak o kadar uyarmama rağmen yaptıkları demete, demet demeğe dilim varmıyor.

Bir daha öyle uzaklardan elaman almadım.

Benim için en uygunu çevremdeki insanlardan yararlanmak.

Üç-dört kilometre yakınımızda olanlarla bir süre çalıştık ancak onlardan da bir randıman alamadım.

Madem her şeye bir kulp buluyorum, o zor geliyor, bu endişe yaratıyor, şu çok geriyor derken geriye ne kalıyor? Kendi işini kendin yapacaksın.

Nitekim yaptık.

Yapmasına yaptık ancak bu işlerin içinde yoğrulmamışsın, aile olarak işe sarılman da mümkün olmayınca boşu boşuna üstünü başını eskitiyorsun, per perişan oluyorsun, işin içine gecenin bir yarısı Hale gitme işi girince...

Nazifelerin evi seranın hemen dibinde. Beş kişilik aile. Durumları pek iç açıcı değil. Anneleri sağa sola, komşulara ekim, dikim, derim gibi işlerde çalışmaya gidiyor, babasının bir mesleği yok ve bu yetmezmiş gibi bir de sakat olunca geçimleri sıkıntılı. Kendilerine ait evlerinin olması ve yarım dönümlük bir camın (seranın) olmasına ek olarak sanırım Devletten aldıkları özürlü maaşının katkısıyla hayati idamelerini çekip çeviriyorlar.

Okulu bırakmış Nazife, ekonomik nedenlerden değil, dersler ağır gelmiş. Artık kısmeti çıkana kadar evde oyalanacak.

Onu gözüme kestirip, gelsin serada çalışsın diye ana babasını ikna etmek için az uğraşmadım.

İlk zamanlar ara sıra geldi çalışmaya ama çalışmaya hiç gönlü yoktu. Ya da var ama öyle bir çalışması var ki, sanki kulağından kan almışlar.

Roka ve nane demetleme işinde epey bir süre çalıştı. Zaman zaman annesi de, yengesi de geldi çalışmaya. Sadece ben değil onlar da uyarıyorlar kızı, biraz hızlı olsun, gayretli olsun diye ama nafile. Bir gün yengesi; "Hadi Nazife, biraz canlan aaa, kızlar kıvrak olur!" diye çıkışınca ilk kez duyduğum böyle bir cümleye içimden tebessüm etmiştim.

Benim bu 18 yaşına girmiş ürkek kıza söylediğim laflarımın, alttan olmalarımın, gaza getirmelerimin, laf sokmalarımın haddi hesabı yok. Davranışlarımdan kızdığımı anladığında ki, genellikle anlamıyor, eğer sert cümleler eşliğinde yaparsam o zaman yüzündeki o korkak çocuk ifadesi ağlamaklı bir hale bürünüyor ve bu sefer de ben kahroluyorum.

Benim azarlarım onun az demet yapmasına yönelik değil. O konu geçmişte kaldı, aşağı yukarı benim yanımda üç yıldır çalışıyor, artık ne desek ne yapsak boş, "ne yapalım, eli ağır" teşhisi koymuşuz, tedavisi de yok. Şu kadar sene de, şu kadar kesim gününde sadece iki kez rekor kırdı, bir günde 300 demet yaparak. Tebrik ettim. Güldü. "Başarılarının devamını beklerim" deyince utanır gibi mi oldu, bana mı öyle geldi, anlamadım.

Bu sezon, bu yazıyı yazdığım güne göre 73 kez nane demetlemeye gelmiş ve ortalama olarak günlük 190 demet yapabilmiş.

Nazife'nin yaptığı demetlerinin parasını ödemiyorum.

Sabırla bekliyorum alacağının 1000 lira olmasını. Anasıyla da anlaştım, "Bu kızın parasıyla buzdolabı, çamaşır makinesi gibi şeyler almak yok, bunun koluna hiç değilse iki bilezik takalım, bugün yarın talibi çıkar" dedim.

Ona sitemlerim, dediğim gibi günlük işlem hacmiyle ilgili değil ancak bu kadar sürede insan bir "demet ayarı" yakalamaz mı?

Yakalamazmış demek! Kimi kalın, kimi ince, kısa, bozuk, perişan demetler...

Bir gün yanıma çağırdım, kendi yaptığı iki demet naneyi gösterdim. "Sen pazara gitsen, bu demeti mi alırsın yoksa bu demeti mi?"
İyisini gösterdi. "Ee peki, niye bu demet gibi yapmıyorsun, ikisini de sen yapmışsın...."
Önce ağlamaklı gibi oldu, dudağı titredi sonra gözleri çakmaklandı. Sustum, arkamı döndüm, işime baktım ama bir yandan da arkasından süzüyorum; kollarını bir tuhaf sallayarak ve muhtemelen, ne muhtemeli kesinlikle eminim, bana söverek ki, bir erkek gibi küfrettiğini biliyorum, çalımla yürüyüp seraya girişi aklımdan çıkmıyor.

Nazife'nin konusu derin...

Yatağın bir yanında Nazife diğer yanında anası demetleme yaparken, seradaki nanelerin bir sonraki kesim tarihlerini tahmine çalışan teftişimi tamamlamış bir edayla yanlarına geldim:
"Sizin Şubat tatiliniz yarın başlıyor, 10 gün tatil!" dedim ve hiç beklemediğim bir soruyla karşılaştım: "Bize de mi Şubat tatili? Karne de verecek misin?"
Bir süre durakladım sonra "sizin karnenizi sözlü olarak vereceğim" dedim. Dediğimi anlayamama şaşkınlığını yüzlerinden okuyunca devam ettim:

-Zamanında kesim yapmaya gelmeniz: Orta.

-Kestiğiniz naneleri pörsütmeden dışarı taşımanız: Orta.

-Demetlerin kalınlığını ve biçimini tutturmanız: Orta. Bu konuda ikinizden de çok dertliyim, biliyorsunuz!

-Demetlerin saplarını kestiğinizde, kırpıntıları ortalığa saçmamanız: Zayıf.

-Kırpıntılardan vazgeçtim, evinizden getirdiğiniz yiyeceklerin çöplerini seranın sağına soluna atmanız... bakın aha oradaki portakal kabuklarını sizin peşinizden ben topluyorum, şuradaki plastik bardaklar kaç gündür orada duruyor, burası çöplük mü?

-Lastikleri yerlere dökmeme alışkanlığınız: Orta

-Yürürken yataklara basmama alışkanlığınız: Orta. Bak şuraya basmışsınız, sera yaşken basarsanız öyle çukur olur orası... Ben diyorum, ben dinliyorum...

-Kesim yaptığınız makasları sağda solda unutmama alışkanlığınız: Orta.

-Allah var, damlama hortumlarını kesmemeniz: Pekiyi. Şeytanın kulağına kurşun, şimdiye kadar bir iki küçük kesme dışında neredeyse hiç kesmediniz ama damlamaların başındaki vanaların birkaç tanesinin üzerine basarak kırmışsınız.

-Benim sözlerimi dinleme alışkanlığınız: Pekiyi.

-Ama dediklerimi yerine getirme alışkanlığınız: Orta'nın da altı.

Ben bu vesileyle aklıma gelen ve gözüme ilişen her şeyi böyle derecelendirirken, yüzlerindeki ifadeye de dikkat ediyorum, baktım ki onlar da verdiğim her nottan sonra efkarlanacaklarına "E eee?" diyerek keyifleniyorlar, son bir cümle söyleyip vazgeçtim.

"Yani anlayacağınız karneniz öyle teşekkürlük, takdirlik değil ama ben yine de emeğiniz için teşekkür ederim. Gerçekten!"

buena vista
21-03-2013, 10:23
Yaptığınız iş ve bu arada, kaleminiz takdirlik sevgili Emin..Gerçekten. Kolay gelsin.

bikmisbroker
03-04-2013, 02:48
Bizde size tesekkur ederiz evgili Emin, grcekten..
Son 2 senedir cok yogun gunler yasadim, ama her defsinda sizin yazilarinizi okudukca..
Yasadiklarinizi, sevinc ve huzunlerinizi..
Ve butun bunlari "anlatma tarzinizi" tadarken, yorgunlugumun gittigini farkettim.

Elinize klavyenize saglik.

Esinize ve kiziniza selam ve sevgilrimle,

Emin
15-04-2013, 22:50
Sevgili buena vista,

Kısa ama onurlandırıcı yazınız için teşekkür ederim.

Yaptığımız işin pek de takdirlik bir iş olduğu konusunda keşke size katılabilseydim. Gerçi dışarıdan öyle görünüyorsa bırak öyle görünsün diyerek safa yatmak isterdim ama.

Kalem konusuna gelince;

Esas takdirlik olan sizlerin yazdıklarımı okuma zahmetine katlanmanız ve şu kadar senedir takip etmenizdir.

"Sağırlar birbirini ağırlar" cinsinden karşılık verdiğimi düşünmeyin. Yürekten ve kendimce yaptığım değerlendirmemden böyle söylüyorum.

İyi ki, sizler gibi uzun soluklu okuyanımız var buralarda.

Emin
16-04-2013, 00:07
Sevgili Bıkmış Usta,

Bizi defterinden sildiğini düşünürken uzunca bir aradan sonra böyle bir yazıyla sizi serada görünce bir hoş oldum.

Uzunca bir ara dememin nedeni var. Seraya yazdığın en son yazının tarihine bir baktım ne görsem beğenirsin; taa 2007 yılının 20 Eylülünü gösteriyor.

Yazınız da döne döne okunacak uzunlukta:

"Suyundan da koy USTA!!"

Elimden tutup buralara getirdin ve...

Son iki senedir yoğun ve yorgunluktan dolayı selam verecek mecaliniz kalmamış, inanayım mı...

Neyse ki yazdıklarımla yorgunluğunuzu almışım biraz. Benim için artı puan.

Sevgili Bıkmış Usta, eşime selamlarınızı söyledim, selamı aldı almasına hatta hoşnutta oldu ama bir yandan da söylendi "Bana hiç faydası olmadı, ne şu hisseyi al dedi ne de bunu..."

Ben öyle baktım yüzüne, düğümlendim.

Dedim ki: "Demek ki, kadayıf dolmanı beğenmemiş!"

Emin
16-04-2013, 00:34
Sevgili ar_de_;

Zaman zaman çözmüşmüş gibi oluyorum ama biliyorum ki esasında çözdüğüm bir şey yok.

Nasıl düşünürsem düşüneyim, neresinden bakarsam bakayım ele avuca sığmayan bu konuyu bir türlü çözemediğimi her geçen gün biraz daha anlamanın sıkıntısını duyuyorum.

Belli ki "Çözülmezse çözülmesin" demeyi benimsemediğim sürece bu böyle devam edecek.

Yaşama geliş, yaşama ve yaşamdan gidiş; bu üç evre.

Ne dinler beni ikna edebiliyor ne de bilim. İstedikleri kadar yükleme yapsınlar veya ben istediğim kadar bu üç temel evreye kendimce anlamlar yüklemeye çalışayım, yine de hepsi boş. Benim için havanda su dövmekten farkı yok.

Sevgili ar_de_;

Ölüm;

Bir son mudur?

Yanıtlardan birincisinde "Evet" dersem içini "çünkü" ile başlayıp doldurmak gerek; çünkü böyledir, şöyledir, bilimsel olarak, dinimsel olarak, estek köstek,...

İkinci yanıt olarak "Hayır" dersem de öyle!

Üçüncü yanıtta da "Hem evet hem hayır" dersem biraz daha fazla "çünküler" ile debelenmem gerekecek.

Yanıtların dördüncüsünde eğer "Bilmiyorum, bilinmiyor, bilinemez" dersem konuyu çözmüş olmayacağım ama beyin gargarası yapmaktan kurtulmuş olacağım.

Aşağıdaki soruları da aynı yanıtlarla bezeyip süsleyebilirim.

Bu son oluş tamamen yok oluş mudur?

Başka yaşam biçimlerine dönüşüm müdür?

Yeni bir yaşamın başlangıcı mı?

Nerede veya nerelerde nasıl bir yaşam olacaktır?

O yaşam bildiğimiz, tecrübe ettiğimiz yaşam mıdır?

Ölüm olmasaydı olmaz mıydı?

Ölümün varlığı mıdır, hayata anlam veren?

Hatta Sevgili Master'ın dediği gibi: "İnsanlar yalnız (mı) ölür.(?)"

Bu şekilde onlarca, yüzlerce, binlerce soruyu ama ıkına ıkına ama bir çırpıda sıralasam gene havanda su dövmenin azıcık ötesine bile geçemem.

Bu sorularla dolup taşmak hayatı sevmediğimi mi gösteriyor yoksa hayatın sarılacak, tutunacak, sevilecek yanlarının ağırlığını mı?

Bazen ölümün çok hakkaniyetli bir olay olduğunu birçok insan gibi ben de düşünürüm ama bu düşünceye uzun süre saplanıp kalamam, hele biçimsiz, zamansız, gereksiz ölümlerle yüzleşince.

Sevgili ar_de_;

Ne kadar gerekli veya gereksiz olsa da bu konu, hatta sakınsak, uluorta dillendirmesek, üzerimize alınmasak, iplemesek bile ister istemez yakınlarımız, dostlarımız, tanıdıklarımızın ölümleriyle yüzleştiğimiz bir durum.

Yakıştırmasak bile ölümü ona; bazen kurtuluş, acılarından, çilelerinden sıyrılış olarak uygun görüp içimizde yumruk gibi sıktığımız bir düşünce içinde oluruz ama dillendirilmesini ar ederiz, yediremeyiz kendimize. Nihayetinde ölen için kurtuluştur ama geride kalanlar öyle hemencecik kurtulamazlar bu mengeneden.

Bazen istenen değil beklenen bir durumdur ölüm. Bugün olmazsa yarın. An meselesidir. Sırası gelmiştir, bilinci yerindeyse gidecek kişi de bunu hissetmektedir. Yine de tutunur, dört elle yaşama.

Sıralı ölüm dediğimizin dışında bir başka her an için beklenen bir ölüm daha vardır; onun cebinde zehri keskin bir akrep veya karadul örümceği taşıdığını bilirsiniz, kalp krizi, tansiyon gibi.

Sevgili ar_de_;

Yaşımız orta yaşları devirince, sararmış yaprakların artık dalda güçbela durduğunu, en küçük esintide hatta kıpırtısız havalarda bile pıtır pıtır düştüğüne tanık oluyoruz.

Sorunun önemli bölümü işte o zaman başlıyor. Kilitlenmeler, kasılmalar, korkular, endişeler, kabullenememeler, isyanlar...

Değer verdiğiniz, önemsediğiniz, sevdiğiniz, saydığınız o kişi artık yok ve bir daha da olmayacak.

Artık hatırı sayılır bir süre üzüntü deresinin bulanık sularındasın, çamurlar içindesin...

Yalnızlık denizinin hırçın dalgalarında yumruklarınla anlamsız kulaçlar atıyorsun...

Derin deryada bozulmuş pusulanla tek başınasın; umutsuz, başıboş, göğün mavisiyle deryanın mavisi arasında sıkışmış bir sarısın, sararmış boş bakışlarınla ufukları tarıyorsun...

Ne kadar sürer bu manalı veya manasız haller?

Hatırı sayılır bir süre.

Sonra?

Sonrası da malum işte. Yavaş yavaş, ağır aksak toparlanmalar; o gitti artık, dönmeyecek, dönemeyecek gerçeğinin kabuklaşması. Kaşımazsan kabuğu daha hızlı sağalmalar...

Sonra da "keşkeli" cümleler dönemi...

Keşke şuan burada olsa... Şunu görse... Bu olaya tanık olsa...

Yerli yersiz akıla takılmalar, özlemeler...

Sevgili ar_de_;

Ben istemem ama sanırım bu topraklarda yaşayanların çoğu çekilen ıstırabı birilerinin görmesini ister.

Eşinden dostundan, akrabalarından taziyeler beklenir. Ciddidir bu beklenti. Yazılır aklın bir kenarına arayanlar, aramayanlar. Gerektiğinde başa da kalkılır, vefalılık adına iade de edilir.

Zaten sevimli şeyler değildir ama lafın gelişi söylüyorum sevmesem de bu adetleri yaparım, yapmak zorunda kalırım. Taziye telefonu etmek beni öyle gerer, öyle yorar ve öyle bunaltır ki anlatamam. Sıcağı sıcağına cenazede bulunmak kalabalığa karışmak ölenin yakınlarına şöyle bir gözükmek ve o arada yüzündeki ifadenle bir iki beylik veya kalıplaşmış sözler söyleyip susmak nispeten daha az acı verir bana.

Taziyeye gidip konuşmak da zordur, ölenin yakını olarak konuşulanları duymak da. Görünenler zaten allak bullak eder. Yine de ne olursa olsun o ortamlarda çok daralırım, dediğim hiçbir deyimi, sözü yeterli ve anlamlı bulamam.

Dışımdan ne dersem diyeyim içimden hep dileklerin de duaların da bir hükmü kalmamıştır diye geçiririm.

Ne yapabiliriz, elimizden ne gelir başka?

İşte "sözün bittiği yer" dedikleri yerdeyizdir artık.

Giden gitmiş, geride kalanlar perişandır, acılıdır ama gerçekte ise: "olan ölene olmuştur!"


Karmakarışık

23-05-2006, 21:40
_______________________________________
Birkaç gündür önemli bir mazeretim nedeniyle Arkabahçe’ye kendimi atamamıştım. Yazıları okuyunca gene dilim şişti, bir şeyler yazma hastalığım nüksetti ama karman çorman olan ruh halimle kelimelerle boğuştum durdum, yazdıklarım içime sinmedi, silip, düzeltmekten gına geldi… Vazgeçtim ben de.

Az önce kısa bir taziye yazısını hiç tanımadığım biri için yazdım, o da içime sinmedi. Hastalık ve o ölüm gerçeğinin soğuk yüzünü birkaç gündür gözlemleyince…

Her zaman olan ölene olur.

Sayısı ne kadardır, tam olarak bilemediğim ama bunlardan bir kaç tanesini ön plana çıkardığım konular var hayatımda. Ki içinde olmaya da, o ortamı teneffüs etmeye de ve toplumun yapılmasını istediği törensel şekilleri yerine getirmeye de ayak sürüdüğüm olaylar...

İşte bunlardan biri “ölüm” denilen anın yaşanmasının ardından geride kalanlarla öyle sıcağı sıcağına karşılaşmak ve onlarla konuşmak zorunda kalmak...

Hele bu bitiş çizgisi anı çok erken gerçekleşmişse daha da zorlanıyorum.

Ateşin düştüğü yeri yaktığı, bir gerçek. Ancak ateş büyükse, harlıysa düştüğü yerin dışındakileri ısıtıp, soldurup, kavurduğu da bir gerçek.

Zaman zaman belki bizler de; beylik lakırdılarımız arasına serpiştirdiğimiz olmuştur şu özlü sözü: “Acılar paylaşınca azalır, sevinçler paylaştıkça çoğalır.”

İnandırıcılık payı, doğruluk payı kuşkusuz vardır bu sözün, yoksa kolay kolay gelip dilimize yapışmazdı. Ancak, benim tam olarak sindiremediğim bir şey var bu sözde; özellikle manevi acı nasıl paylaşılır ki?

Ağlayanla ağlayarak mı, ağlayanın gözyaşlarını silerek mi, ağlayanı iyice ağlatıp gözyaşlarının tükenmesini sağlayarak mı?

Bilmiyorum, hangisinin doğru olduğunu, uygun olacağını bilemiyorum.

Acıyı yaşayanlara sabır, direnç, serinkanlılık ve sağduyu telkin ederek mi?

Bunun da doğru olup olmadığını bilmiyorum.

Daha doğrusu neyin doğru bir davranış olacağını, neyin yararı olacağını kestiremiyorum.

Yoksa sadece “başınız sağ olsun” sözüne sığınıp, defalarca dilimize dolayıp tekrarlamak mı?

Karşılığında da “dostlar sağ olsun, sizler sağ olun” sözünü duyup, hem acıyı ciğerinin içinden yaşayan hem de aynı acıyı daha düşük derecede yaşayanların birbirlerine verdikleri bu kalıplaşmış sözlerle mi yetinelim?

Gerçekten bilemiyorum.

Ortada değişmez bir gerçek var. Sebebi ne olursa olsun, hangi koşullarda gerçekleşirse gerçekleşsin giden artık aramızda yok! O artık “sadık yârin koynunda.”

Bildiğim ve herkesin de bildiği; her gün binlerce, doğum ve ölüm kapısından giriş ve çıkışın yaşandığı bu dünyada, biz geride kalanlar da o binlerce kişinin çıkış yapacağı kapıya doğru yürüyen ölüm kervanına katılacağız.

Çevremizden, yakınlarımızdan katılanları gördüğümüz bu kervana bakıp, biraz da inanmadan ve aldatıcı bir oyalama ile “siz gidin biz arkadan yetişiriz” edasıyla onları uğurlarken hiç katılmayacakmışız gibi düşünüp kendimizi bir süre daha oyalayabiliriz. Sanki bize verilmiş bir senet veya söz varmış gibi daha zamanımızın gelmediğini hesaba katıp, yaşama dört elle ve daha sıkı sarılabiliriz.

Aksini yapmak mümkün mü?

Belki böyle davranmak da acıdan sıyrılmanın başka bir çıkış yoludur.

Bir de; doğru gibi görünen ve herkesin dilinde olan “hayat devam ediyor” sözüne benim kanım pek kaynamıyor. Üşütücü, serin ve duygusuz buluyorum. Evet, hayat devam ediyor ama hayat onsuz devam ediyor, bir yanımız eksik, kayıp ve yitik olarak.

Bu eksikliklerimiz her geçen gün çoğalıyor. Dede, nene, anne, baba, amca gibi bizden büyüklerin eksikliğini biraz daha çabuk kabulleniyoruz fakat diğerlerini o kadar kolay sineye çekemiyoruz.

Ağlıyoruz, ta ki gözyaşlarımız kuruyana dek. Sonra derin ve etkili, buruk ve donuk bir sessizlik...

Süresi hiç önemli değil; üç gün, yedi gün, kırk gün, elli iki gün, bayram, yıl ve yıllar derken fotoğraflarda, filmlerde, belleklerde kaldığı kadar...

İşte, öyle bir hatırlama. Bu arada da başka acılarla, başka yangınlarla, bir diğerinden ötekine hüzünlü tanışmalar.

Bu döngü, böyle!

Her seferinde eksikliğimizi artırarak; öksüzleşerek, yetimleşerek, kukumav kuşları gibi yapayalnızlaşarak sıranın bize geleceği o ana kadar yaşama tutunmaya devam edeceğiz ama...

İşte, böyle geçen her gün bizi gittikçe melülleştirecek ve Akarsu’nun dediği gibi;”bazı bazı gülsem de yine gönlüm hoş değil” noktasına getirecek.

Bu düşüncelerle karmakarışık olduğum için kısa taziye yazımda “acınızı, üzüntünüzü, yasınızı paylaşıyorum, ailecek paylaşıyoruz” diyemedim.

“Acı, üzüntü ve yas sizin, dolu dolu yaşayın. Nefes alışlarınız normale dönene kadar, yüreğiniz soğuyana kadar, yaranız kabuk tutup soyulana kadar, sevginizin ölçüsü ne kadarsa işte, o kadar üzülün, ağlayın, düzensizleşin, bedeninize ve ruhunuza kaldırabildiği kadar içkence yapın” demek geliyordu içimden.

“Mekânı cennet olsun, Allah gani gani rahmet etsin, Fatma anamız yoldaşı olsun, nur içinde yatsın” gibilerinden temennilerde bulunsaydım daha kolay olurdu belki…

Nerdeyse her gün duyduğumuz gördüğümüz “başkalarının ölümüne, ölüsüne” acaba ben biraz fazla mı kafa yoruyorum onu da bilmiyorum.

Al işte, ne kadar kolay okunan bir yazı başlığı: “Lice'de yola döşenen mayının uzaktan kumanda ile patlatılması sonucu uzman çavuş Mustafa Kale şehit oldu.” Yazının yanında da bir aylık ya var, ya yok bebekle yanak yanağa çekilmiş, artık bu dünyada olmayan gencecik bir insan resmi!

İçim yanıyor ve yüreğim sıkılıyor, burkuluyor…

İnsanı insan yapan acaba bu; acımak, yazıklanmak duygusu mudur?

Bence, sanki bu duygu en erdemli duyguların ilk sırasındadır, en önündedir.

Sözü sündürdük, neyse, çoğu zaman olduğu gibi: “olan, ölene oluyor.”

bikmisbroker
16-04-2013, 09:46
Sevgili Bıkmış Usta,

Son iki senedir yoğun ve yorgunluktan dolayı selam verecek mecaliniz kalmamış, inanayım mı...

Neyse ki yazdıklarımla yorgunluğunuzu almışım biraz. Benim için artı puan.

Sevgili Bıkmış Usta, eşime selamlarınızı söyledim, selamı aldı almasına hatta hoşnutta oldu ama bir yandan da söylendi "Bana hiç faydası olmadı, ne şu hisseyi al dedi ne de bunu..."

Ben öyle baktım yüzüne, düğümlendim.

Dedim ki: "Demek ki, kadayıf dolmanı beğenmemiş!"

Sevgili emin,

Insanlarin hayatinda bazi donemler olur, (vardir demiyorum) bir mesgaleye girersin kiiii.. Basini kasiyacak vaktin olmaz.

Buna benzer bir donemden gecmekteyim.
(Zararli ya da yaramaz birsey yok-Kisaca hayat-Yasam-Mesgale-Mucadele)

Kadayif dolma bahane, misafirperverliginiz sahane idi.
(Aslinda Kadayif dolmayi ve tadini hatirladikca halen agzim sulaniyor ya)

Yazacak cok sey var amma, buradaki guzel paylasimlarinizin arasinda forum ahalisinin asabini bozmaktan korkarim.

Kismetse bir gun bir yerde tekrar karsilasacagiz.
O zaman hasbihal etmek dilegi ile.

ar_de_
17-04-2013, 03:29
sevgili Emin, duygularımıza-düşüncelerimize tercüman olmuşsunuz . teşekkürler .

Emin
01-05-2013, 06:10
D- Nane

Birinci Bölüm

Kafama karkas olarak giren dört konu başlığının dördüncüsüne geldim dayandım.

Başlık "Nane" olunca ister istemez naneyi yazacağım ama öyle nane böyle faydalıdır, şöyle güzeldir gibisinden ya da ansiklopedik nane bilgisi vererek okuyanı bezdirici bir yazı olsun istemiyorum.

Ayrıca akil biri olmadığımdan öyle bir yazı yazsam hem zorlanacağım kesin hem de yazdıklarımın sırıtacağı kesin.

Alıntılarla birlikte uzun bir yazı olacak. Genellikle uzun yazılar sıkıcı bulunurlar, sabırla okuyabilene aşk olsun.

Birine "nane yetiştiriyorum" dediğimde şaşırmayanına çok az denk geldim.
"Tamam da... Hani diyorum ki niye nane?" diyorlar veya demek üzere oluyorlar ya da dercesine bakıyorlar.

Haklılar.

Sebze denilince nasıl akla ilk üşüşenler domates ve biber oluyorsa, yeşillik denilince de maydanoz ve marul birinciliklerini hiç kaptırmazlar. Roka, tere, ebegümeci, dereotu, semizotu, fesleğen, pazı gibi hatırı sayılır üretim ve tüketimi olan yeşillikler maydanoz ve marulun ardından sıralamaya girerler. Nane de sondan birinci olmasa bile neticede sonlardadır.

Hiç kimse "eyvah evde taze nane kalmamış" diye strese girmez.

Bölgelere veya illere göre tüketiminde de farklılıklar olduğunu gözlemlemişim.

Kimileri sadece "kendim kuruturum" düşüncesi doğrultusunda pazardan taze nane alıp, yeşilken tüketme yerine kurusuna meyleder.

Çok kısa değindiğim bu bilinenlerden ötürü benim seramı sadece nane üretimine ayırmış olmam, ister istemez bir şaşkınlık oluşturuyor. Kaldı ki kendim de şaşırmıyor değilim yaptığım bu işe ama beni şaşırtan nane yetiştiriciliği değil bilakis nanenin kendisi olmuştur.

Madem konu başlığım nane yani yeşillik sınıfından o zaman odaktan naneyi bir süreliğine çıkarıp ve yazacağım yazıyı da okunur kılabilmek için biraz zenginleştireyim.

Vatan Gazetesinde yazarken son zamanlarda bir şeyler ters gitmiş olmalı ki o gazeteden ayrılan (vebali boynuna, sanırım onun taktığı lakapla söyleyecek olursam Seyrek Bıyıklı Asabi Şahsiyetin asabını bozacak birkaç yazısından ötürü gazeteyle yolları ayrılmış olabilir) ve yazılarından beni mahrum bırakan Selahattin Duman'ın konuyla ilgili gözlemlerini onun akıcı kaleminden okuyalım. Böylece uzayacağı benim açımdan belli olan "Nane" yazısının birinci bölümünü atlatmış olurum. Sonra gene sazı ele alırım.

1- Önce 10 sene öncesinin bir yazısı (19.07.2003)

... (yazısının yarısını kestim)

İsim yanıltmasın
İstanbullu nereye giderse bunlar de peşinden gidip orada mekân açıyorlar.. İngilizce isimler de bunların parolası.. Askeriyenin parolası gibi yani.. Süper zenginlerle bu parola ile anlaşıyorlar..

İngilizce isim taşıyanlardan biraz daha hesaplı yerler var.. Onları da ya mitolojik isim taşıdıklarından bileceksin veya kalender-meşrep şanlarından..

Bildiklerimden birinin adı Baraka.. Bir başkasının ise
Perişan!

Ama bu yerlerin özelliği salaş, dolayısı ile hesaplı olması değil.. Müşteriye ince bir gönderme yapıyor..

"Gel bende ye yemeğini.. Hesabı öde.. Geriye kalan ömrünü bir barakada tamamla.." göndermesi..

Dokuz kişi oturduk masaya.. Birer salata, birer balık.. İki şişe de yerli şarap..

Hesap 780 milyon lira..

Gerçi ben ödemedim hesabı ama ödeyene acıdım..

Ben böyle durumlarda ya havaya bakar üfürük çalarım, yahut da ay mehtabına dalar giderim..

Farketmem garsonun hesap getirdiğini..

Ayrıca bende dayılarımdan geçme "Hesabı ben ödeyeceğim.." hastalığının tutma ihtimali var.. İki duble içmişsem krize de dönebilir..

Olur ya! Birilerinin ciddiye alacağı tutar, Selahattin Duman geceyi mutfakta geçirir.. O yüzden mehtaba dalmak hep iyidir..

Beterin beteri var...

O 780 milyonluk hesabı ödeyen kazığı daha şeyinden çıkarmamıştı ki o gece masada bulunanlardan birinin uyuzu kaşındı..

Gece dışarıda yiyeceği, aynı ekibi de davet edeceği tuttu..

Yaklaşık aynı ekip bu kez başka bir mekâna gittik..

Kelle sayısı olarak miktarımız aynı.. Aynı hafiflikte bir yemek yendi.. Ben kendimi vejetaryen kursuna yazdırdığımdan et yemiyorum..

Balık söyleyeceğim.. Bir de salata..

Salatanın yanındaki rakama baktım iştah neyim kalmadı.. "Sezar salatası.. Eşittir.. 12,5 milyon lira.."

Elin yabancısını getirsen, o fiyata baktı mı mutfakta merhum Roma İmparatoru Sezar'ın bizzat çalıştığını düşünür.. Hesabın tamamını görünce de "Bulaşıkları da Caligula'ya yıkatıyorlar zahir.." der..

Bari Sezar'a ayıp olmasın deyip "Mevsim yeşillikleri salatası.." istedim.. Davet sahibinin başına geleceklerden haberi yok.. Neşeli neşeli konuşuyor ama ben her şeyi bilen adam olarak acı çekiyorum..

Derken benim salata geldi..

Buyur salatanı..
Dört marul yaprağını elle kınp içine bir demetin beşte biri kadar dereotu katmışlar.. Olmuş size 12,5 milyonluk mevsim yeşilliği.. Domatesti, salatalıkta, biberdi, maydanozdu yok.. Demek bu mevsim sadece bu ikisi yeşilleniyor..

Sonunda hesap geldi..

Benim gözüm yine mehtaba kaymış ama gözucuyla da şöyle bir baktım..

Davet sahibi renk vermedi ama kredi kartını garsona teslim ettikten sonra sustu.. Hesapladım, otuz beş dakika kadar hiçbir sohbete katılmadı.. Çenesi kitlendi garibin..

Araştırmacı gazeteci olduğumuzdan sormadan edemedim.. Kibar insandır, böyle şeylerin lafını etmez.. Zorlayınca söyledi.. 900 milyon lira hesap gelmiş..

Çıkıp Türkbükü sahilinde dolanıyorum..

Beş lokanta iskelesi varsa dördü bomboş.. Birinde yarım yamalak müşteri var..

İstanbul ahalisi akıllandı mı ne? Sanki her biri Karagöz balığı olmuş, sahildeki kayaların altına kaçmış..

Çakırcalı Efemizden baskın lokantacı esnafı da ağlıyor.. "Bu yıl Türkbükü ölü.." diye..

Öldüyse öldü anasını satayım.. Biz de hatırasını kalbimizde yaşatırız.. Allah Yılmaz Tüfekçilik imâlatı zıpkınıma zeval vermesin.. Artık onun eline bakıyoruz..

2- Şimdi de 2 sene önceki yazısı: ( 03.08.2011)

Nüfus plânlamasını, süper marketlerin sebze meyve reyonlarındaki ürüne endekslemek isteyenlere dikkat!

Marketçilerin gazına gelip bir çocuk daha yapmaya kalkışan yanar.. İnanmayan denesin, doğan bebesine de “Kabakcan” ismini koysun..

Ramazan ile birlikte atağa kalkan süper marketlerin televizyon reklamları birbirinden iddialı..

Birinde aktör Tamer Karadağlı eline aldığı elmayı tartıyor.. “Çocuklar Duymasın” dizisindeki rol arkadaşı Pınar Altuğ’a sebze ve meyve reyonundaki ürünlerin ne kadar sağlıklı olduğunu soruyor..

Cevap “Tarladan mutfağa..” mealinde..

Yani organiğin organiği.. Her şeyin hızla kirlendiği dünyada yeniden yaşanan bir doğa mucizesi..

Koca rolündeki Tamer Karadağlı bastırıyor..

“O zaman hemen bir çocuk yapalım..”

“Bu dünyaya çocuk getirmek istemiyorum..” şeklindeki geleneksel mazeret kalıbı kadük olan Pınar Altuğ ona boş boş bakarken sahne kesiliyor..
***


Reklamcının seyirciye vermek istediği mesaj şu:

“Bizim süper market yaratılış mucizesidir..”

“Sebzesinden meyvesine her şey organik ve çok sağlıklıdır.. Ayrıca lezzetlidir..”

“Bu üremek için de bir fırsattır..”

“Adem ile Havva yeniden dünyaya gönderilseydi düştükleri yer bizim marketin sebze meyve reyonu olurdu..”

“Bu mesajları yemeyenler dötümüzü yesin..”

Ürün tanıtan, öven bir reklamın bir cırtım doğrucu tarafı olur.. Hani bir şey de dediğine uyar da ahali “Heee! Reklamlarda dediylerdi..” deyip kafa sallar..

Nerdeee?

YENİ VERSİYON

Maydanozdan başlayayım..

En fiyakalısından en kalender bütçeye hizmet edenine kadar gidin arayın.. Salataya koyarken, kebabın yanına servis ederken “sinirinizi bozmayacak ebatta” bir demet maydanoz bulamazsınız..

Demetin yarısı çürük ve sararmış.. Sapları kamçı gibi kalınlaşmış.. Tek faydası; yemeği yakan kadını mutfakta tepelemek istediğinde elinin altında hazır maydanoz sapları bulunması..

Al eline tek sap maydanoz, Indiana Jones gibi şaklat..

Mutfaktan mutfağa namın yürüsün..

Ben maydanoz denen haysiyeti kırık bitkinin bu kadar geniş yaprak verebildiğini, reklamları televizyonlardan eksik olmayan süper marketler sayesinde öğrendim..

Ben o marketlerin reklamcısı olsam ve maydanozun bu kadar geniş yaprak verebildiğini öğrensem, o filmleri başka türlü çekerdim..

Hani Tamer Karadağlı marketin orta yerinde kızışıp Pınar Hanım’a “Gel bir çocuk yapalım..” diyordu..

İşte reklama oradan devam ederdim..

Tamer Bey eline aldığı bir demet maydanozu Pınar Altuğ’a gösterirdi..

Yapraklardan birini Pınar Hanım’ın burnuna dayar “Bebek kız olursa bu maydanoz yapraklarını nevresim takımı diye çeyizine koyarız..” repliğini söyletirdim..

Eskiler “İncir yaprağı devenin tabanı kadar olmadıkça yazın ortası gelmez..” demişler..

Al bu lafı, market mucizesi maydanozlara uygula.. Gözün deve tabanı yaprağı kadar gelişmiş maydanoz görsün..

Bereket ahalimiz tepkisiz..

O sayede meyve sebze reyonlarında hır çıkmıyor.. Gördüğüm kadarı ile o hormon garabeti maydanoza alışıyorlar da..

Görürsünüz yakında kadınlarımız, maydanoz yaprağından dolma sarıp birbirlerine övünürler..
***


“Tarladan mutfağa..” reklam sloganına uyan bir başka ürün de salata malzemesi kıvırcık..

Üretici ile market toplayıcıları nasıl bir diyalog kuruyorlar, ürünün tarladan markete taşınmasına nasıl karar veriyorlar bilmiyorum..

Normalde, kıvırcıkların topraktan sökülüp bir yerde toplandıktan sonra nakledilmesi gerekir..

Marketin toplayıcısı, aracısı her kimse; öyle yapmıyor..

Olmuş kıvırcık demetlerini değil, tarlayı söküp markete yolluyor..

İç Anadolu’nun üzerinde kıvırcık yetiştirilen bilmem hangi bostanı, bir bakmışsınız ki büyük şehirlerden birinin marketinde..

BU DA EROZYON

Bir top kıvırcık demetinden o kadar toprak çıkar mı kardeşim? Yıka yıka çamur.. Yıka yıka çamur.. Mutfağın evyesi de bir yere kadar dayanıyor.. Sonuç tıkanma..
Ondan sonra işin yoksa gelen tamirciye “Mutfakta hafriyat değil de salata yapmaya çalıştığını..” anlat dur..

“Tarladan mutfağa..” uygulamasında sadece marul veya kıvırcık üzerinden toprak erozyonu yok.. Doğanın bağrında geçinip giden bir sürü solucan, kurt, haşarat hatta salyangoz gibi kabuklu mahlûkların telefatı da var..

O mahlûklar senin marulun veya kıvırcığınla doğal ortamlarından koparılıp evlere giriyor.. Yıkarken telef ediliyor..

İşte doğanın dengesi böyle böyle bozuluyor..

Benim psikolojim de marulun veya kıvırcığın içinde salyangoza denk geldiğimde bozuluyor..

Salyangoz dediğin ağzı var dili yok mahlûk, bir sosyal demokrat partinin genel başkan vekili kadar inatçı bir o kadar da kararlı olabiliyor..

Öyle akan suya tutmakla, onu yapıştığı yapraktan ayıramazsın..

Bir yere tutunmuşsa oradan ayrılmamak için ÖSYM Başkanı gibi direnir.. Sen istediğin kadar musluğu aç, akan suyun debisini şiddetlendir..

Salyangozun kararlılığını kıramazsın..

Tek çare yaprakları tek tek arayıp, bulduğun zaman elle alıp atmaktır.. Bu arada akan su sarfiyatının maliyeti ayrı bir kalemdir..

Dört kişilik bir ailenin hijyenik salata yemesi için akıtacağın su yaklaşık iki kişinin tükettiği duş suyuna eşittir.. Otur maliyetini hesapla..
***


Dikkat ettim..

Süper marketlerin sebze ve meyve saklanan depolarından önce bozulmaya, çürümeye yüz tutan stok mallar çıkarılıyor..

Tükendikçe yerine yenileri konuyor..

Doğal olarak tezgâhtaki bozulmaya yakın mal satılmayı beklerken içerdeki mal da bozulmaya başlıyor.. Çark böyle tersine işliyor.. Ne akıl ama?

Nereden mi biliyorum.. Ne zaman o reyonda hır çıkarsam içeri gidip tezgâhtaki malın daha eli yüzü düzgününü getiriyorlar.. Sistem vatandaşı çürüğe alıştırma üzerine kurulu..

Aman şirketin kârına halel gelmesin..

Bunu niye mi yazdım? Süper market propagandasına uyup evdeki günahsız kadını durduk yerde zorlamayın diye.. Kamu bimarına yani..

3- Son olarak geçen yıl yazdığı yazı (26.08.2012)

Bu mesele her sene ısıtılır.. Durum bize özgü şekilde asla değişmez.. Kuşadası’ndan Marmaris’e, Didim’den Datça’ya ne kadar süper, hiper market varsa hepsi işin içinde.. Yeşillik niyetine sattıkları şey bildiğin çer çöp..

Kıvırcık adıyla, marul adıyla, aysberg adıyla sattıkları yeşilliklere “eşek yemi” demem, tek toynaklıların bu mahsun bakışlı üyesine aslında haksızlıktır..

“Eşek yemi” tarifine sığındığım zaman bilin ki kesinlikle “eşek milletinin..” ağız tadını yargılamıyorum..

Yeşillik sınıfına giren bu salata malzemelerini sorgusuz sualsiz satın alanlar ilham kaynağımdır..

Çamur içinde, çürümüş buruş buruş olmuş bu nesneleri satın alırken gösterdikleri “eşeklere özgü tahammül..” bende böyle bir çağrışıma sebep oluyor..

Şair “Koyun gibisin be kardeşim..” diyor ya!

Ben “yeşillik” kılığına girmiş çer çöpü tüketen müşteri tipine “eşek misin?” diye soramadığımdan, böyle yan yollara sapıyorum..

***

Her yaz mevsiminde derdimi azdıran süper marketlerin cümlesinin CEO’ları yakın takibim altında..

Hepsi için Allah gecinden versin, diyorum.. Ancak günü gelip de birinden birine emr-i hak vaki olduğunda cenazesine ilk koşan ben olacağım..

Giderken de merhumun kabrine konmak üzere, yönettiği market zincirlerinde satılan marullardan, kıvırcıklardan oluşan bir çelenk yaptıracağım..

Buruş buruş, çamur içinde, yapraklarının yarısı çürümüş, mide kaldıran bir çelenk..

Hoca efendi “Merhumu nasıl bilirdiniz?” diye sorduğunda “Bize çer çöp yedirirdi.. Hem de paramızla..” diye bağıracak halimiz yok..

Mesajımı böyle vereceğim..

FARKLARI YOK..

Bu süper market CEO’larının, yerel yöneticilerinin yazlıkçı milletiyle derdi nedir, bugüne kadar çözemedim..

Ama belli ki taht-el şuurlarında yani bilinç altlarında yazlıkçı kısmına karşı bir hınç var..

Adamlarını memleketin bostanlarına salıp, marketleri için ürün topluyorlar..

Bostancının “bunların vakti geçti, çürümeye yüz tuttu..” dediği malları “Bize yarar..” deyip özellikle alıyorlar..

Dağıtıyorlar marketlerine..

Bildiğiniz gibi her süper marketin bir sebze, meyve reyonu vardır.. “Yeşillik” dediğimiz nesne de genellikle bu reyonların tam orta yerinde konuşlanır..

Oralara atıyorlar..

Kurtların delik deşik ettiği marul yaprakları, kararmaya yüz tutmuş oluyor.. Kıvırcık aslından çıkmış, kocakarı dötü gibi buruşmuş oluyor..

Ne kadar meyve sineği varsa tepelerinde uçuşuyor..

Bu reyonlardan yarısı tamamen çürümemiş bir bağ roka alamazsınız..

Maydanoz başka bir âlem.. Nasıl oluyor da yaprakları nevresim takımının yastık kılıfı iriliğindekileri buluyorlar, çözemedim..

Bunların sattıklarından dört maydanoz yaprağını üst üste koy, çiğnemeye çalış.. Dişçine iş çıksın..

Bunlardan semizotu aldın mı yanında bir de boş saksı alacaksın ki bitkinin köklerinden çıkan o toprak zayi olmasın, saksıda birikip bir işe yarasın..

Böyle ürünleri reyonlarına koyma cesareti olan yöneticileri mercek altına almak lazım..

Önerim bunlara uygun donör bulup “ar damarı nakli..” için ikna etmektir.. İşe yarar mı emin değilim.. Belki damar da isyan eder..
***


Tezgâha yanaşmışım.. Umutsuzca işe yarayacak bir sap yeşillik arıyorum..

Kıvırcıkların, marulların bulunduğu yer perişan.. Sanki toplu mezar açılmış, içinden süper market CEO’larının katlettiği kurbanlar çıkmış..

Kahire’de ulusal müzeyi gezmiş, milattan önce bin üç yüz yıllarında ölmüş bir firavun İkinci Ramses’in mumyasını görmüştüm..

Elimdeki marulun DNA yaşı kesinlikle firavunun yaşından fazla.. Çünkü marul onun hatırladığım yüzünden daha buruşuk..

O sırada yanımda tezgâha bir şey koymak için gelen genç bir görevliyi fark edip “Kardeşim bu malların hali nedir?” diye bulaştım..

HAKLISIN ABİ!

Çocuk kibar, müşterinin gönlünü hoş etme eğiliminde.. Elimdeki marulu gösterdim.. “İnsan bunu buraya koymaya utanır yahu!” deyip bir kıllık daha yaptım..

Bir tepki.. Bir savunma..

Oğlanda hiçbiri yok.. Benimle göz göze gelmemeye çalışarak “Haklısın abi..” dedi..

“Biz de utanıyoruz ama maalesef daha iyisi gelmiyor..”

Bunların yöneticilerinin, patronlarının bir eli müşterinin cebindeyse diğer elleri de sosyal sorumluluk projelerinde..

Bir taraftan çürümeye yüz tutmuş yeşilliği vatandaşa yedirip, onları bünye olarak eşekleştirmeye çalışıyorlar..

Bir taraftan da sosyal sorumluluk projeleri üretip, eşek yerine konulanları yeniden insan arasına katmaya çalışıyorlar..

Bizim medyada da “Yalakalık DNA’sı..” mevcut olduğundan bu adamların bireysel propagandalarını yapıyoruz..

Röportajlarla, haberlerle..

Ne kadar yaratıcı, ne kadar insancıl olduklarını anlatıyoruz..

Uzun zamandır bu reyonlar göz hapsimde..

Arada bir çalışanların getirdikleri taze (!) malları tezgâhlara yerleştirmelerini seyrediyorum..

Yeşillik faslında gözlemim şu..

Tezgâha konulan çer çöpün biraz daha iyisi arkadaki soğuk hava depolarında var..

Yönetici “çürüyen malı..” atmaya kıyamadığından böyle bir takdim-tehir sıralaması yapmış..

“Tezgâha en fazla çürüyenleri koyun..” demiş.. Tükendikçe yenisiyle takviye edilecek..

Bunu yaparken neye mi güveniyor?

Tüketici olarak tepkisizliğimize.. Bünyemizdeki eşekçe sabır genine.. “Mal bizim değil mi? Ne verirsek onu yerler..” şeklinde işleyen mandıracı psikolojisine..
***


Bir M’lisi, üç M’lisi, çağdaş logolusu, yıldızlısı, bilmem nelisi? Bu yörelerde tezgâh açmış ne kadar süper, hiper market varsa..

Cümlenizin CEO’larına sesleniyorum..

Fatih Sultan Mehmet’in av sırasında ödüllendirdiği bir derviş “Bastığın yer çayır çemen, yediğin bal ile kaymak olsun..” duasını etmişti..

Ben de sizin için öyle bir dua edeyim..

“Bastığınız yerler bize sattığınız çürümüş kıvırcıklarla kaplı olsun.. Yediğiniz de kurtlanmış marul..”

Elimizden tüketici olarak başka şey gelmiyor..

Emin
17-05-2013, 12:13
D- Nane

İkinci Bölüm

Dediğim gibi, yaptığım iş beni de şaşırtıyor ama ben kendimden çok naneye şaşırıyorum.

Her ne kadar konu başlığım nane olsa da, ben nane etrafında dolanarak ısrarla başka şeyler anlatmak istiyorum.

Belki ileriki zamanlarda naneyle ilgili deneyimlerimi daha ayrıntılı bir biçimde ele alabilirim. Yani alsam daha iyi olur, genel gündemden bir kaçış, kafa dağıtıcı, bir nevi nane şekeri emmek, birkaç yaprak nane çiğnemek gibi rahatlatıcı yazılar olabilir diye düşünüyorum ama cümleye "belki" diye başlayarak böyle yazıları yazacak ortamı bulacağımı pek sanmadığımın da işaretini veriyorum.

Şubat ayının 17'si, yağmurlu bir Pazar günü.

Yanıma aldığım kallavi bir demet naneyle Cam Piramide doğru yol alıyorum.
Park parası vermemek için bir ara sokağa arabamı park edip, daha önce birkaç kez tiyatro izlemeye geldiğim AKM'ye yönelip, ahmak ıslatan yağmuru altında aheste aheste yürüyorum.

Daha binanın dış kapıları bile açılmamış, hatırı sayılır bir topluluk şimdiden binanın yağmur almayan kısımlarına üçer-beşer kişilik gruplar halinde sığınmış konuşup bekleşiyorlar. Ben de bir kıyıya ilişip, sigara yakıyor, gelenleri çaktırmadan kesiyorum; onların konuşmalarına kulak asıyorum ama en çok kendi kendimle konuşuyorum.

Biraz sonra, en son "Bu Dinciler O Müslümanlara Benzemiyor, Semizdat Hakikatlere Dayanacak Gücünüz Var Mı ve Erbakan" adlı kitaplarını okuduğum Gazeteci Soner Yalçın bu salonda bir konuşma yapacak.

Ne konuşacağından çok kendisini merak ediyor gibiyim. Sanki hapisteyken görmem gerekirmiş ama bir türlü görüşemediğim bir yakınımın hazır buralara gelmişken daha fazla ayıp etmemek için hiç değilse burada gözüne görüneyim cinsinden bir ziyaret benimkisi. Fakat böyle düşündüğüm için kendimden utanıyorum. Bir yandan bu utanç ve ıslandığım için ürpererek üşümeye başlıyorum.

Dış kapılar açılınca içeri doluşuyoruz ama salonun kapıları kapalı olduğundan bu kez nizami olmayan kalın kuyruklar oluşturarak beklemeye başlıyoruz.

Etrafıma, etrafa bakıyorum, bu kalabalığı salonun alacağını sanmıyorum.

Ayakta ve uzunca bir süre bekleyip sonra içeri girme adına birbirimize sinirli bakışlarla, ittir kaktır, saygısız ve sevgisizce salona doluşuyoruz. İlk gelenlerden olmama rağmen koca salonda kendime zar zor bir yer bulup çöküyorum koltuğa.

Salon dolu, aralar dolu, yürüme yollarında insanlar ayakta bekleşiyor.

Anonslar yapıyorlar, dışarıdaki ekrandan hatta yandaki salona da bir ekran yerleştirdiklerini, isteyenlerin o salondan da konuşmaları izleyebileceklerini onlarca kez söylemelerine rağmen kimsenin dışarı çıkmaya niyeti olmadığını, niyeti olanların da kalabalığı yarıp salondan dışarı çıkmaya gözlerinin yemediğini görüyorum.

Birçok kişi sahneye doluşuyor, konuşma yapılacak masanın arkasına geçip, yerlere yayılıyorlar.

Antalya Büyükşehir Belediyesi "Halkın Gündemi" adı altında tanınmış kişileri davet ederek halkla buluşturuyor.

Soner Yalçın Antalya Kitap Fuarına gelmiş ve aynı zamanda önceden planlanmış imza gününe katılacağından konuşma süresi sınırlı.

Belediye Başkanı Mustafa Akaydın'la birlikte solana geldiklerinde alkışlar hiç kesilmeyecek sanıyorum.

Başkan, hazır böyle bir kalabalığı bulmuşken ve o sıralar özellikle Antalya için "halkın gündemi" konusuna en uygun olan bir konudan azıcık bahsediyor.

Soner Yalçın'ı dinlemeyen gelenlerin gündemleri nedir, ne değildir bilmiyorum ama canı yananların kendilerini Alanya karayoluna atıp araç trafiğini allak bullak ettiğini, biber gazı ve copları yiyince tarlalara kaçıştığını buna rağmen ağlayarak, feryat figan eşliğinde küfürler ederek yeniden karısıyla, çocuğuyla yola çıktığını; canı yanmayanların yollar kesildiği için köylülere, çiftçilere hain hain bakıp küfürler ettiği 2b konusuydu esas halkın gündemi.

Defterdarlığın birkaç kez basıldığı, oturma eylemlerinin sıkça yapıldığı hatta ta Ankara'ya Meclise kadar sorunun taşındığı bir belalı konuydu bu, orman özelliğini yitirmiş ve yıllardır bu yerleri kullanan insanların akıbeti.

Bu hükümetin en büyük yeteneklerinden biri; sınıfları kendi içinde bir şekilde bölerek birbirine düşürmede kimsenin ellerine su dökememesidir. Hakikaten ustalar bu konuda, halkı halka düşman etmede.

Sanırım Belediye Başkanı Mustafa Akaydın, Soner Yalçın'dan bu konularda bir şeyler anlatmasını bekliyordu ama öyle olmadı, Soner Yalçın o gündemden bahsetmedi. Gerçi bahsetse ne değişirdi, hiçbir şey.

Bahsettiği konularda nasıl bir şey değişmediyse...

Benim vurgulamak istediğim şey şu: Soner Yalçın kime konuşuyor? Bize. Biz Kimiz? Soner Yalçın'ın fikirlerinin hepsine olmasa bile önemli bir kısmına değer veren, az çok onun gibi düşünen insanlarız. Yani biz bize çalıp, biz bize oynuyor gibiyiz. Kısaca kendi kendimize propaganda yapıyoruz. O kadar kalabalığın içinde bir akepeli'nin, cemaatçinin, dincinin olduğunu hiç sanmıyorum.

Konuşmalarını büyük bir dikkatle dinledim, ne kadar ve nereye kadar onunla hemfikir olduğumu karşılaştırmak gibi bir şey yapıyordum içimden. Yazmak ayrı konuşmak ayrıydı çünkü.

Konuşmasında kendimce açıklar ardım desem hem ayıp, hem yalan, hem de saygısızlık olur. Fakat bir iki konuda onunla aynı düşünmediğim sözler işitince sanki ona ve yaptığı işe duyduğum saygıda bir kusur varmışçasına kendime kızıp, bozuluyorum.

Gereksiz ve yersiz alkışlarla sık sık sözleri kesilse de, dediğim gibi konuşmasını pürdikkat dinliyor ve efkarlanıyorum.

http://www.odatv.com/n.php?n=soner-yalcin-konustukca-alkislar-koptu-1702131200

Konuşması sona erdiğinde çiçek vermek için sahneye Başkan Mustafa Akaydın davet ediliyor ve her yer birden karmakarışık oluyor. Sahne ise ana baba günü.

Eli boş gitmemiştim, bir punduna getirirsem benim de vereceğim bir demet nane ve "bu nane de nereden çıktı, neyin nesidir bu?" cinsinden bir soruya karşılık olarak yazdığım bir kaç satırlık mektubum vardı.

O karmaşadan yararlanarak montumun iç cebine koyduğum nane demetini çıkarıyorum. Gözüme çok kalın gözüküyor, demet değil, bildiğin deste!

Eğer bu şekliyle verilecek olursa, sembolik olarak verilen zarif bir şey gibi değil de sanki "al bunu götür, kurut, yemeklere katarsın" anlamını taşıyacak.

Yanımdakilerin bir anlam veremedikleri bakışları altında, telaşla desteyi bölüp çay bardağı kalınlığında bir demete dönüştürüyorum. Ceplerimde her daim bir iki lastik olduğundan artırdığım nanelerden de su bardağı kalınlığında yedek bir demet yapıp tekrar montumun iç cebine sokuyorum.

Sahne adam kaynıyor. Soner Yalçın'ın etrafı sarmalanmış, Başkanla ve birçok kişiyle fotoğraflar çekiliyor, öpüp tokalaşanların haddi hesabı yok. O hengamede ne ben verdiğimi, ne o aldığını anlıyor. Bir an için elindeki naneyi çiçek buketinin üstüne korken göz göze geliyor ve mektup kağıdımı da eline tutuşturup, oradan sıvışıyorum.

Ter içindeyim.

Acaba şaşırmış mıdır? Acaba yazığımı okumuş mudur? Bu sorularıma: Şaşırsa ne olur, şaşırmasa ne olur; okusa ne olur, okumazsa ne olur gibisinden sanki umurumda değilmişçesine cevaplar eşliğinde binanın dışında buluyorum kendimi.

Duvar dibinde durup, terimi soğutuyorum. Seraya mı dönsem yoksa o gün, son günü olan kitap fuarını mı gezsem diye düşünürken Belediye Başkanının makam arabası kapının önüne geliyor, şoförü araçtan inip bekliyor.

Bir süre sonra, etrafında birkaç kişiyle Başkan Akaydın da arabasına doğru hiç acele etmeden konuşarak yürüyor. Etrafı sakin, gözlerim koruma ordusu olmasa da birkaç atletik adam arıyor ama yok. Ya da öyle saklanmışlar ki ben göremiyorum. Gördüğüm boylu poslu sekreter kılıklı bir kadın ile müdür kılıklı, kravatlı, takım elbiseli bir iki memur.

Önce, birkaç adım uyuz uyuz sonra birkaç adım ürkek ürkek makam arabasının yanında dikelip duran Başkan Akaydın'a doğru yürüyorum. Her an birisi önümü kesecek diye tedirginim. Hiç bir engelle karşılaşmadan yanlarına kadar sokuluyorum. Yanımda tabanca olsa nişan almama bile gerek kalmadan kafasından vurabilir; bıçağım olsa kalbine sokabilir bir noktadayım. Montumun fermuarını yarıya kadar indirip elimi iç cebime sokarken birilerinin üzerime hamle yapmasını umuyorum.

Çıkardığım nane demetini Başkana uzatıyorum. Şaşırıyor, çok az bir duraksama sonrası alıyor ve yüzündeki tebessümle birlikte "Çok teşekkür ederim, ne güzel naneler bunlar" diye karşılık veriyor. Demeti burnuna yaklaştırıp kokladıktan sonra yanındaki sekreter kılıklı bayan elinden alıyor, demetin içinden tek bir dal naneyi çekip kendine ayırdıktan sonra makam aracına doğru yürüyor. Kapısı açılan aracın içinde sanırım Başkanın eşi var, demeti ona uzatıyor, o da avuç içiyle naneyi okşayıp elini burnuna götürüyor. Başkan, ben ve diğer dört beş kişi bu bayanı izliyoruz. Kendine ayırdığı tek dal nanenin bir yaprağını koparıp ağzına alan bayan yanımıza gelince Başkan bana bakarak: "Çok güzel naneler, çok canlı görünüyor" diyor ve ekliyor "İçeride Soner'e verdiğini gördüm. Dikkatimi çekti."

Bu sözü üzerine "Ben yetiştiriyorum, efendim" diye karşılık veriyor ama verdiğim bu karşılığın yerini bulduğunu düşünmediğimden ekliyorum "Neden nane verdiğimi içeren bir de mektup verdim Soner'e."

"Fark ettim." diyor Başkan.

O sırada aklıma geliyor, cebimde verdiğim mektubun bir nüshasının olduğu. Hızlıca ceplerimi aranıyorum. Pantolonumun arka cebinde dörde katlanmış kağıdı çıkarırken "Soner Yalçın'a verdiğim mektubun bir nüshası bu, okumak isterseniz vereyim" diyorum ve elini uzatınca veriyorum. Ceketinin cebine koyuyor, "Teşekkür ederim, okuyacağım, merak ettim" diyor.

Yağmur atıştırmaya başlayınca ben dahil birkaç kişinin elini sıkıp aracına biniyor.

Onlar gidince tekrar yağmur almayan kuytu bir duvar dibine çekiliyorum. "Acaba" diyorum, "Başkan yazımı okur ve altındaki ismim, adresim ona bir şey hatırlatır mı?"

Bir zamanlar birkaç kez ona e-potsa ile Halde yaşadığım sorunu anlatmış ve ilgilenmesini talep etmiştim. O da sağ olsun yazdıklarıma iki kez yine e-posta ile yanıt vermiş, ilgilendiğini göstermişti. Gel gör ki, onun yazdığı son e-postadan buyana neredeyse bir buçuk sene geçtiği halde hiçbir ses çıkmamıştı.

İşte Başkanın e-postası:

Tarih: 13.09.2011
Prof. Dr Mustafa AKAYDIN <baskan@antalya.bel.tr>
Kime: bana

Sevgili Mehmet Emin,
Mailinizde belirtmiş olduğunuz konu çalışma arkadaşlarıma iletilmiştir. Araştırma sonucu tamamlandığında tarafınıza bilgi verilecektir.
Sevgi ve saygılarımla...

Belki konuyu merak eden bir okuyanımız çıkar "Hayırdır, ne oldu, ne iş?" derse, bu boktan konuyu da günün birinde yazabilirim.

Şimdi, bu sıralı yazılarımı, nane demetinin ekinde Soner Yalçın'a ve bir nüshasını da Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Prof.Dr.Mustafa Akaydın'a vermiş olduğum mektupla bitirmiş olayım.

"Sevgili Soner,

Sizi aramızda görmekten tarifsiz bir mutluluk duyuyorum.

Ben küçük bir plastik serada nane üreten ve bu naneleri demetleyip satan bir çiftçiyim.

İki yıl önce geliri çok az diye bu ürünü yetiştirmekten vazgeçtim.

İlk iş olarak var olan nanelerin topraktan uzaklaştırılması gerekiyordu. Bu nedenle en etkili herbisitleri (ot ilaçlarını) nane yapraklarına püskürttüm. Bu şekilde üç farklı yok edici kimyasalları uygulayınca naneler sarardı, kavruldu, kurudu.

Toprak sürüldü, bu sürüm sırasında da pulluğa takılan nane köklerini seranın dışına çıkarttım.

Sürümün ardından patos çekildi ve kalan kökler tırmıkla temizlendi.

Nanelerden tamamen kurtulduğumu düşünmüştüm ama yeni ektiğim ürün yetişirken, bu bitkilerin arasında yer yer nanelerin filizlendiğini gördüm.

Yeşeren bu naneleri de toprağa tam olarak tutunmadan söküp atmaya başladım. Onlar çıktı ben kökünden çekip attım, onların yaşamasına izin vermedim.

Naneden sonra ektiğim ürünü 2012 Mayıs ayında hasat ettim ve yerine ne ekeceğimi düşünürken kimi yürekli insanlar kantinden alınan nanenin bir dalını şişelere koyup, Silivri’de demir parmaklıklar ardında yetiştirip çiçek açtırıyorlardı.

Diyeceğim şu; naneye halk arasında “arsız” diyorlar ama bence demek istedikleri bu değil, şunu demek istiyorlar; nane dirençlidir, nane sabırlıdır, nane toprağına sahip çıkar, kolay kolay terk etmez.

Böylesine yaşamaya ve toprağına bağlı naneye saygı duymaya başladım. Bir yıl önce söküp atmaya çalıştığım bu bitkiyi yeniden yetiştirmeye karar verdim.

Hazirandan buyana o bir türlü yok edemediğim ve seranın şurasında burasında yeşermeye çalışan birkaç kök naneyi çoğaltarak tüm serayı naneyle kapladım.

Umuyor ve diliyorum ki sizler gibi sadece gerçeğin peşinden giden, onu gözümüze sokan yürekli aydın ve gazeteciler naneler gibi çoğalır ve bu topraklarda yaşayan herkes, naneler gibi toprağına sahip çıkar.

Sevgilerimle, gözlerinden öpüyorum.

17 Şubat 2013, Pazar
Mehmet Emin

Varsak Zeytinlik Mahallesi, 4139 sokak No: 46/1 Kepez-Antalya"

-Altmış dört-

ar_de_
17-05-2013, 13:25
ah be Emin ne desek...? kaç kişi böyle düşünür-böyle yazar-böyle ifade eder...? iyi ki varsın :) iyi ki bu bahçedesin :)

Emin
14-06-2013, 01:08
Ben okuyordum, eşim dinliyordu.

Üç gün önce "Bir İhanetin Öyküsü, Hasdal'da Bir Amiral" adlı kitabı yeni bitirmiş, etkisinden çıkamamıştık.

Vicdanımız yere düşmüştü, yaralıydı. Düşmüşe bir tekme de kitabın yazarı Semih Çetin yalın ama oldukça sert anlatımıyla vuruyordu.

Kitabının bazı bölümlerini okurken sesim çatallaşıyor, ağladığımı açığa vurmamak için sanki boğazım kurumuş gibi su içme molası veriyor, sonra da güya kaldığım cümleyi arıyormuş ayağına yatıp sesimi, nefesimi toparlamaya çalışmam ise çoğu zaman boşa gidiyordu. O vakit ikimizde koy veriyorduk gözyaşlarımızı.

Dediğim gibi kitabın etkisinden daha çıkmamıştık. İşte o sırada yani 28 Mayıs 2013 günü başlayan, öncesini bilmediğim ama Sırrı Süreyya Önder'in kepçelere kalkan olmasıyla magazinimsi haberler ardı ardına yayılmaya başlandı.

İçim şişmişti zaten; bir de bu son olaylar çıkınca ne yapacağını bilemeyen, oflayan puflayan, söven sayan huzursuz bir tip olmuştum.

Salı günü başlayan eylemler hızla yayılıyordu. "Eğer bu iş hafta sonuna kadar giderse direniş tutar" dilek ve düşüncesiyle olayları merak ve heyecanla izliyor, misafirimiz olan kaynanama olayların yorumunu yapıyordum.

Kadıncağızı doldururken kendimi de doldurmuştum.

1 Haziran 2013 Cumartesi günü Halk Tv ve Ulusal Kanal'dan geçen haberlerle Ankara Kızılay'da milletin toplandığını öğrendik.

Hadi biz de gidelim biraz bağırıp, çağırıp içimizi dökelim, bir kişi bir kişidir, ne kadar kalabalık olsak o kadar iyidir düşüncesiyle kaynanam, eşim ve ben evden çıktık. Tedirgindik.

Cebeci'den belediye otobüsüne bindik. Kurtuluş durağını geçtik, Kolej durağını geçtik ve artık bir başka durağa erişme şansımızın olmadığı bir yokuşa gelip dayandık.

Yolun içi dışı, her iki tarafı genç insanların ağırlıkta olduğu kalabalıklarla dolu. Otobüs ne ileri gidilebiliyor ne geri, durak olmadığı için şoför kapıları da açmıyor, öyle bekliyoruz. Otobüsün penceresinden kalabalığı izliyoruz.

Bir ara kalabalık dalgalanıyor, sonrasında da genzi ve gözleri yakan berbat bir koku sarıyor her yanımızı. Şoför oflayıp puflamaya başlıyor ve koca otobüsü gerisin geri götürmeye çalışıyor ama Kolej kavşağına kadar bu şekilde gitmesi o trafikte mümkün olmayınca inmek isteyenler için kapıları açıyor.

Bir süre kaldırımda bekliyor, gözlerimizi ovarak ara sokaklara istemsiz yürüyoruz. Ara sokaklar bile hıncahınç insan kaynıyor ve hemen hemen hepsinin gözleri sulu, gözleri kan çanağı. Hepsi bizim gibi ürkek, tırsak. Belli ki, biz gelmeden önce ileride sağlam bir müdahale olmuş.

Kaynanam ve eşim daha fazla ileriye gitmek istemiyorlar. Onların aksine benim içimde ama anlamlı ama anlamsız bir merak...

Acaba Kızılay'da ne var?

"Siz Kurtuluş Parkına doğru yavaş yavaş yürüyün, ben biraz ileri gidip geleceğim" diyerek bizimkilerden ayrılıyorum. Onlar yanlarından ayrılmamı hiç istemedikleri için bir sürü sitemli cümle kuruyorlar.

Telaş etmeden kalabalığın arasından sağa sola bakınarak, insanları süzerek ilerlemeye başlıyorum. Gözlerim ve genzim ortalıkta duman olmamasına rağmen yanmaya devam ediyordu. Ağzımı, burnumu kapatacak bir bez parçası bile yoktu, yanımda. Eğer biber gazının ızdırabı bu kadarsa mesele yok, idare ederim diye düşünüyorum.

Sokak arasındaki bazı mekanların içinde olsun, dışında olsun olağanüstü hiçbir şey yokmuş gibi oturan, bir şeyler yiyip içen insanları görünce şaşırıyordum. Gazdan etkilenmiş bir halleri de yoktu.

Ziya Gökalp Caddesindeki Garanti Bankasının önüne kadar geldim. Yüzümde sızılar oluşmaya başladı o sırada. Kenara çekilip etrafıma, caddeyi dolduran genç insanlara bakıp, duruyorum. Sanki yüzlerindeki ifadelerden neler düşündüklerini anlamaya çalışıyordum. Hayır, anlasam ne olacak, elime ne geçecekti. Bir üniversite bahçesindeydim sanki, hepsi gepgenç kızlar, erkekler.

Az ilerideki yaya üstgeçidine kadar kalabalık yoğun, hareket etmiyorlar, bekliyorlar. Kolluyorlar kendilerini. Ellerde telefon, boyunlarda atkı, toz maskesi gibi şeyler, kimisinin elindeki su şişelerinde beyaz sıvılar var.
İleride, Kızılay'ın göbeğinde polisler olmalı, göremiyorum.

Fotoğraf makinesini cebimden çıkarıp, birkaç resim çekiyorum.

Şu üstgeçidin üzerine çıkarsam hem birkaç resim çeker hem de tam göbekte, Güvenpark'ta neler var, neler yok görürüm diye bulunduğum yerden yürümeye başlıyorum.

Bu arada gençler slogan atıyorlar ama düzensiz ve cılız sloganlar: "Her yer Taksim, her yer direniş," "faşizme karşı omuz omuza," "direne direne kazanacağız."

Beğenilmemiş olmalı ki bu sloganlar tüm kalabalığa yayılmıyor. Hele bazı sloganları sadece bir kişi bağırıyor, kimse katılmayınca utanır gibi oluyor, boş yere bağırdığı için. Çevresindeki "gençler takama kafana, sıkma canını" dercesine tebessüm ediyorlar.

Üstgeçidin üzerinde birkaç kişi daha var. Hepsi de fotoğraf çekiyor, bazılarının fotoğraf makinelerinden gazeteci olduklarını düşünüyorum.

Caddenin köşesinde 10-15 kadar kalkanlı polis, bir TOMA denilen araç var hepsi bu ama Mustafa Kemal Bulvarı ve Güvenpark tarafında kalabalık polisler var.

Direnişçiler ile kalkanlı polisler arasında 200 metre kadar bir boşluk var.

Cadde taş dolu, iki üç tane çöp kovası yolun ortasına çekilmiş. Sayıyorum, 12tane genç var bu alanda, ellerinde flamalar var ama flamaların ne olduklarını anlayamıyorum.

Daha iyi görüntü almak için üstgeçidin reklam panosunun asılı olduğu bölmeye geçiyorum. Benim gibi buraya geçmiş birkaç kişi daha var. Fotoğraf makinesini video ayarına alıp sakin sakin çekim yapıyorum.

Arkamda kalan kalabalık insan seli daha derli toplu, daha gür seslerle sloganlar atarak yürümeye başlıyor. Bu arada bazı gençler ellerine aldıkları taşlarla bu üstgeçidin demirlerine, saclarına, elektrik direklerine ve köprünün altındaki döviz büfesinin kapalı kepengine vurarak gürültü çıkarıyor.

Polisle yürüyen gençlerin arasındaki boşluk kapanmak üzereyken kıyamet kopuyor. Her yer duman, kaçışan insanlar ve çat çat çat silah sesleri. Hem alttan yere sektirerek biber gazı fişekleri atılıyor hem de üstgeçidin üzerinden aşırarak kaçışanların ilerisine ateşliyorlar tüfeklerini.

Görüntü almaktan vazgeçiyorum, reklam panosuna çarpan biber gazı fişekleri aklımı alacak gibi oluyor, siniyorum ama sinilerek durulacak gibi değil, gözlerimi açamıyorum, caddede tüten gazlar yukarıya çıkıyor. Gaz bulutu içindeyim, gözlerimi kapatıp, çömeliyorum. Böğürüyorum, öksürüyorum.

25-30 santimlik bir boşluk var durduğum yerle üstgeçidin arasında. Öyle eğik bir biçimde adım atmak istiyorum ama dengemi sağlayamıyorum. Aşağıya düşmem mümkün değil ancak o boşluğa ayağımı veya bacağımı kaptırırsam kötü bir şey olacağı kesin.

Gencin biri durumumu görmüş veya içinde bulunduğum açmazı sezinlemiş olacak ki koltuğumun altından beni kavrayıp "Gel amca, gel" diyerek bu sıkıntıdan kurtarıyor. Öksürmekten gence teşekkür bile edemiyorum.

Öksürük krizi içinde yürüyorum. Kafama, dumanlar çıkararak geldiğini gördüğüm biber mermileri çarpmasın diye iki büklüm bir biçimde üstgeçitten aşağı inmeye can atıyorum.

Üstgeçidin ilk basamağında böğürerek kusmaya başlıyorum. Hem kusuyorum, hem utanıyorum. Kusmuklarım bir su bardağını doldurmaz. Üstünü örtmek veya ayağımla zemine yayıp yok etmek istiyorum ama bir biber gazı duman dalgası daha sarınca o düşüncemden hemen vazgeçiyorum. İnşallah diyorum kimse koşarken kusmuğuma basmaz, muz kabuğuna basmış gibi olur.

Dumandan uzaklaşmaya çalışırken iki gözümün iki çeşme olması yetmiyormuş gibi salyalarım, sümüğüm birbirine karışmış durumda akıyor.

İki kız, bir erkek yanıma geliyor, ben bir şey talep etmeden ellerindeki fısfısla yüzüme ilaçlı bir su püskürtüyorlar. Bunlara "sağ olun" diyebiliyorum.

Daha sakin ve gazsız olduğunu düşündüğüm bir köşeye çömeliyorum.

Gözüme bir ağacın altında bulunan yarım şişe su ilişiyor. Ya özellikle bırakmışlar ya da bırakıp kaçmışlar. Avucuma döktüğüm azıcık suyla gözlerime pansuman yapıyorum. Çatırtı, patırtı devam ediyor ama ben güvendeyim.

Telefonumu cebimden çıkarıyorum saate bakmak için. Ekranda" 9 cevapsız arama" uyarı yazısı var.

Eşim aramış.

Arıyorum hemen, "merak edilecek bir şey yok; siz eve doğru gidin, ben bir iki saat sonra gelirim" diyorum.

Çok ısrar ediyorlar yanlarına geleyim diye, yarım ağız "tamam" desem de gitmiyorum.
911

Master
10-07-2013, 10:09
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/23692387.asp

Emin
02-09-2013, 00:30
Az biraz kendime geliyor gibi oluyorum, nefes alışım düzeliyor, gözlerimin yaşı kuruyor ama yanması, sızısı devam ediyor, göremesem de içinin kıpkırmızı olduğunu düşünüyorum, çömeldiğim köşede ardı ardına iki sigara içiyorum.

Sanki ben gazeteciymişim, fotoğraf çekmek, görüntü kaydetmek zorundaymışım da… Bu duyguyla doğrulup Sakarya Caddesine doğru yürüyorum.

Sıhhiye yönünden de Kızılay’ın göbeğine, Güvenpark’a yürümek isteyenler var ama onlar da gelemiyorlar biber gazından. Temkinli adımlarla Atatürk Bulvarına, yani ana caddeye kadar geliyorum. Kızılay metro çıkışının hemen dibinde duran Belediyenin sıkılmış portakal suyu satan yeşil renkli aracın dibine kadar yanaşıp, sağın solun fotoğrafını çekmeye başlıyorum.

Bu mıntıkada üç dört kişi anca varız, durup ve hiçbir şey yapmadan endişe karışmış bir merakla etrafta olup biteni izleyen.

Nasıl olduğunu, nereden geldiğini anlayamıyorum ancak anladığım şu ki; kafamın artık bir karış mı, iki karış mı üzerinden geçen biber gazının o duman salan alüminyum fişeği portakal sıkma aracının kaportasına çarptığında çıkardığı sesle ödüm kopuyor. Demek ki adamın niyeti kötüymüş, özellikle nişan alıp attıklarına inanmaktan başka seçeneğim yok, tak tak tak tak… Nereye kaçacağımı bile şaşırıyorum, etrafımda üç tane hışırdayan fişek var ve ben bir kez daha berbat bir kokuyla birlikte önümü arkamı göremeyeceğim bir dumanın içinde kalıyorum. Yeniden boğucu bir öksürük nöbetinin içinden salya sümük tamamlanmayan cümleler kuruyorum; hay ananın öhhhöö öhğhöö…

Bir süredir Kızılay’ın üzerinde dolanan helikopterden ses yoktu, şimdi oldular iki tane, biri haki renkli, acaba Jandarmanın mı? Hayda, onlar da tepeden biber gazı atıyorlar. Bu ne Allah aşkına, savaş mı?

Neler oluyor, ne bitiyor, kim nereye kaçışıyor, üzerimize polisler mi yürüyor, akrep denilen o araç çıkardığı gıcık sesle birlikte kimleri tarıyor, tomaların yönü ne tarafta artık çözemiyorum. Ne oyunuysa bu, artık ben oyun dışıyım, yine sindiğim bir saçak altında kıvranarak böğürüyorum, kusuyorum, harbiden perişanım. Bir tek perişan olduğumun farkındayım. Gözlerim, yüzüm hatta ellerim yanıyor, ayrıca kaşınmaya da başlıyorum.

İki kızın kolunda sendeleye sendeleye yürüyen bir genç geçiyor önümden, anlıyla yanağının bir kısmı pespembe, kanamıyor ama biber gazı fişeğinin sıcak şablonu olduğu besbelli. Dışım zaten acıyor bu genci görünce içim da acıyor. Sağda solda ambulans sesleri var ama görünmüyorlar, onlar o siren seslerine doğru panik halinde gidiyorlar.

Gözlerim ellerinde ilaçlı su şişeleri olan birilerini arıyor ama o an yoklar.

Cesaretimi toplayıp yolu ikiye bölen orta kısımdaki süs havuzcuklarına erişmek ve avuç avuç yüzümü o pis suyla yıkamak istiyorum. Daha yola çıkar çıkmaz gene ateş başlıyor, Ulan bu ibneler beni mi takip ediyorlar, kalabalık çok aşağıda, yolda seyrek seyrek ama pür dikkat dolanan on, on beş genç var, onlar da atılan fişekleri yerden toplayıp benim yüzümü yıkamayı düşündüğüm, yolun ortasındaki havuza atıyorlar.

Onların gençliklerine ve yaptıkları işe imreniyorum.

Bir kız, öksüre tıksıra benim bulunduğum köşeye doğru sanki gözleri kapalı bir şekilde rastgele koşuşturuyor, elinde iki tane pet şişe var, ağzını boğazını çalkalıyor, göz göze değil ama yüz yüze geliyoruz, nasıl acıklı bakmışsam artık, şişenin birini uzatıyor, tek kelime etmeden. Ben de tek kelime etmeden saldırıyorum şişeye ve hemen gözlerime su pansumanı yapıyorum, yüzümü biraz serinletiyorum. Faydası olmuş mudur bilmiyorum, yanmaya devam ediyorum.

Bir süre sonra da Maltepe tarafına doğru geçmeyi kendime uygun buluyorum, Bir punduna getirip hızla o tarafa yöneliyorum.

Artık polislere çok yakınım, ya iyi bir darbe alacam ya da… Yada’sını bilmiyorum.

Yeniden helikopterlerden gazlar atılıyor, binlerce kişi dalgalanıyor, tavuk sersemken tutulur misali kalkanlı polisler de basıyorlar fişeğin gözüne. O sırada farklı düşünmeye başlıyorum, bu polislerin derdi başka sanki. Kalabalığı dağıtma gibi bir derlerinin ikinci planda kaldığını, önceliklerinin zarar vermek olduğu içime doğuyor.

Tam köşedeyim artık. Senelerdir sorunlu bir bina gibi duran, sonunda AVM yapılan Kızılay binasının dengede durmasını sağlayan, aynı zamanda asansör işlevi olan kulenin daldasındayım. Güvenpark’ın karşısında Milli Müdafaa Caddesinin hemen başında bir sürü kalkanlı polis duruyor, bir yandan Maltepe tarafından gelen kalabalığa, diğer yandan Sıhhiye yönünden gelen kalabalığa ve karşı taraftan yani Ziya Gökalp caddesindeki kalabalığa meydan okuyor, Kızılay’ı Müdafaaya çalışıyor ve elinden gelen ne varsa yapıyor.

Zaman zaman bazı ambulanslar kalabalığı zar zor yararak polislerin yanına kadar geliyor. Görmedim ama bağrışmalardan, konuşmalardan anladığım kadarıyla bu ambulanslar yaralı yerine polislere biber gazı getiriyorlarmış.

Kusmam geçmiş, öksürüğüm hafiflemiş ama gözlerimin ve yüzümün yanması devam ediyorken ben etrafımda gördüğüm her şeye içimden yorum yapıyor, içinde bulunduğum ortam ve olayların nerelere varacağını, kimin eline ne geçeceğini, tüm bu kalabalığın diyelim ki polisler çekilince Güvenpark ve Kızılay’a doluşmasının ne gibi bir yarar sağlayacağını ya da polislere böyle zalim olmalarını emredenlerin bu kalabalığı buraya sokmamakla ne elde edeceklerini düşünürken, gene oluyor, olanlar.

Bu sefer çok yanlış bir yerde olduğumu, kusma ve böğürmelerle bu işten sıyrılamayacağımı ciddi ciddi düşünmeye başlıyorum. Taş yağmuru, biber gazı ve belki plastik mermiler hatta gerçek silah sesleri, kim kime, dum duma bir durum. Uğultudan, gürültüden, bağırtılardan, sirenlerden, ambulans seslerinden başka bir şeyi duymaz oluyor kulaklarım. Yanıma düşen taşlardan ve biber gazı fişeklerinden gerçekten ama gerçekten elim ayağım soğuyor, sırtımı dayadığım binaya çarpan fişeklerin deli deli sekmesi yüzünden ve sanırım can havliyle bacaklarım seğirmeye başlıyor. Bir altıma işemediğim kalıyor.

Üzerime doğru gelen polislerden ve polis araçlarından nasıl korunacağımı hesaplarken bir dalgalanma daha oluyor ve insan selinin hızla meydanı doldurduğunu görür gibi oluyorum. Polisler de ne var, ne yok ellerindekini patlatarak gerisin geri Milli Müdafaa Caddesinin yukarılarına doğru çekilmeye başlıyorlar.

O an için Kızılay Meydanı düşmüştü. Bundan sonra ne olacaktı?

On, on beş dakika önce şu polislerin çok yoğun durduğu köşede kötü bir şeyler olduğuna eminim, hengame devam ederken oraya zar zor bir ambulans yanaşmıştı. Kalabalıklar ambulansların sicilinin bozuk olduğunu düşünerek yol vermekte, barikatlarını açmakta ikircikli davranıyorlardı. Şimdi orayı merak ediyorum, artık orada polis molis yoktu ama benim basiretim bağlandığından bir türlü bulunduğum yerden kıpırdayamaz olmuştum.

Çoğunluk tedirgin, endişeli. Birkaç sevindirik olmuş genç ise ne yapacağını şaşırmış, etrafındaki uyaranlara inat reklam panolarına taş atıyor, hıncını veya sevincini bu panoları kırarak çıkarıyordu.

Sonunda merak ettiğim noktaya yaklaşıyorum. Kan gölünü görüyorum.

912

Pıhtılaşıp kaymak bağlamaya yüz tutmuş bir kan öbeği.

Bu kez kan tutuyor beni. Dalıp gidiyorum, o kırmızının koyu karanlığına.
Heyecanım, merak duygularım, endişelerim, eser miktardaki sevinçlerim hemen hemen her şeyim hızla pörsüyüp sönüyor. Anlamsızlaşıyorum.

Bir süre sonra karman çorman duygu ve düşünceler içinde evin yolunu tutuyorum.

Kapıyı kızım açıyor, şaşırıyor “Baba! Baba, ne bu halin? Berbat kokuyorsun, iyi misin baba? Banyoya gir istersen” cinsinden cümleler ediyor.
****

Birkaç saat geçiyor, az buçuk kendime geliyor ve bilgisayarın başına geçip haberleri okuyorum, bazı görüntüleri izliyorum.

Baktığım görüntülerden birine kilitleniyorum.

913

Ben bu yer karosunun rengini, desenini, döşenme biçimini, derzlerini, etrafındaki gri karoları ve üzerindeki küçük taş parçasını çok ama çok, çok iyi tanıyorum.

Hele o kanı, hele o kanı!

Unutamıyorum!

Zaten unutmakta istemiyorum!

Ethem Sarısülük’ün yerde gördüğüm o kanını!


-65-

ar_de_
02-09-2013, 02:16
sevgili Emin okurken dehşete düştüğüm bir yazı ... yaşadıkların için "geçmiş olsun" demek isterim . yaşananlar için söylenecek çok şey var ama edebi bozmadan düşünceleri toparlayıp cümleleri dizmek zor .

detan
02-09-2013, 14:06
Sevgili arkadaşlar,

1973 yılında başlayan üniversite hayatımda, 12 Eylül darbesi öncesinde darbeye giden karanlık yolda, hemen hemen tüm toplumsal olayları (çoğu zaman içinde olmak istemediğim halde zorunlu olarak) yaşamış, boykotlara ve yürüyüşlere katılmış, bazen bildiri dağıtmak zorunda kalmış biri olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki; illegal eylemleri yönlendirme gibi bir amacı ve yetisi olmayan, sadece kişisel düşüncelerini açıklamak amacıyla hareket eden veya bunları yapanlara sempati duyan bireylere günümüzde uygulanan baskı ve şiddeti ben ne ihtilal öncesinde, ne de ihtilal sonrasında görmedim.

O dönemde belki fişlendik, belki resimlerimiz çekildi arşivlendi ama bırakın beni, benden daha ilerde olan arkadaşlar dahi bir cop darbesi almadık.

Geçmişte ve günümüzde gördüklerimi ve yaşadıklarımı dikkate aldığımda "hangi dönem daha demokratikti?" sorusunun cevabını bulamıyorum.

darius
07-09-2013, 15:44
Bütün gayretinin üzerine seneleri de ekledi...ve suyun üzerinde artık yürüyordu..

Dile kolay 17 sene çalıştı çabaladı,nelere katlandı....

Koşturarak Ustasının yanına gitti....

Ustam ustam sayenizde oldu artık suyun üzerinde yürüyorum..dedi...

Güzel dedi usta...Peki unutabilirmisin ?




http://www.youtube.com/watch?v=VYjeu5aDNnU

Emin
24-11-2013, 20:38
Çıkan kısmın özeti:

1. Emin’e bir icra zarfı gelir.

2. Dellenir.

3. Olayı kurcalar.

4. Avea’yı, Telekomu hatta TİB’i yani açık adı Telekomünikasyon İletişim Başkanlığını olan yeri bile arar, yazılar yazar.

5. Sonuç alamaz.

6. İcra Dairesine itiraz dilekçesi verip, geçici olarak icra takibini durdurur ama bu işten kazasız belasız nasıl sıyrılabileceğinin hesabını yapmadan edemez.

7. Sonunda istemeye istemeye Adalete sığınmaya karar verir.

8. Şimdi “dolandırıldım” diye yazdığı dilekçesini Cumhuriyet Savcılığının Kalemine vermiş ve ne olacağını, sürecin nasıl işleyeceğini, dilekçesinin kabul edilip, edilmeyeceğini anlama aşamasındadır.


Buraya kadar olanlar, dibinde sayfa numarası 62 olan ve harflerle uzattığı anlaşılan yazılarda iyi kötü anlatılmıştır.

Aşağıda 62/m numaralı kısım vardır. Umalım ve dileyelim bu iş 62/z’ye varmasın.

***

Öyle mal mal oturup kelepçeli adamlara bakarken içindeki tarifsiz huzursuzluğu alt edecek şeyleri düşünmeye çalışıyordu ama bunu becerdiği söylenemezdi.

Allahtan, bu kadar adamın işlemlerini yürütecek olan Emin’in de dilekçesini verdiği Kalem değildi.

Onların işi demek Kalem’lik safhasını geçmiş, doğrudan Savcılığın soruşturma yapacağı mertebeye gelmiş.

Bekliyorlar. Savcı bunları içeri alacak, ne soracak, Avukatlarını mı bekliyorlar yoksa. Savcının odasında başka biri mi var acaba, giren çıkan da yok!

Emin, yarım metre kadar yanına gelip, sırtını duvara yasladıktan sonra cep telefonuyla mesaj yazıyormuş gibi bir şeyler yapan sivil polise, bu getirdikleri adamların ne halt yediklerini sorabilirdi, merak ediyordu ama merakını gidermek için herhangi bir davranışı sergileyecek ruh halinde değildi.

Sorsa, belki polis onu da azarlayabilirdi. Çünkü aynı polis az önce restoranının üniformasıyla tüm polislere lahmacun getiren garsonu paylamıştı. Belki garson başka bir şeyi merak etmişti, o yüzden azarlanmıştı.

“Hadi hadi! İşine bak” demiş ve garsonun elinden aldığı battal boy yiyecek poşetlerini duvarın dibine koyup, adamcağızı eliyle “yallah” dercesine göndermişti.

Esasında Emin de acıkmıştı. “Bu nasıl iş böyle, öğlen oldu, adamlardan tık yok. Verdik dilekçeyi bekliyoruz, neyi bekliyoruz acaba? Ellerinde bitmesi gereken acil işler mi var yoksa? Sorsam mı? Biraz daha bekleyeyim, bir on dakika sonra gidip sorayım bari” diye poşetten sızan lahmacun kokusu eşliğinde düşündü.
Poşetin biri açılmadı, diğer poşet açıldı ve paketler kardeş payı yapılırcasına yedi sekiz kişilik sivil polislere dağıtıldı.

Demek ki, polislerin bir kısmı yemeklerini yerken diğerleri getirdikleri sanıkların üzerinden gözlerini kaçırmayacaklar. Hepsi zaten birbirine kelepçeli, nasıl kaçacaklar, bir tek ayaklarında pranga yok.

Hemen ilerisindeki atkuyruğu saçlı polisin yemeğini aldıktan sonra bir köşeye çömelişini ona çaktırmadan izlemeye başladı.

Eğreti plastik tabaktaki salatasına limonunu sıktı, iki büklüm olmuş, posası çıkmış limon kabuğunu nereye koyacağını araştırdı, uygun bir yer bulamadı anlaşılan, sonunda salata tabağının ucuna iliştirdi. Ucunu dişlerinin arasına sıkıştırıp yırttığı poşetten çatalını ve yine kâğıt poşet içindeki tuzu aldı, tuz poşetinin de ucunu dişiyle yırtıp, limon sulu elleriyle sepelemeye çalıştı. Bu işte de pek başarılı olamadı. Tuzun kâğıdı yaş olmuş, tuzu nemlendirmişti. Aynı yere dökülen tuzu çatalla karıştırırken bolca doğrandığı salatanın renginden belli olan birkaç parça kırmızılâhanayı yere düşürdü. Ayağıyla duvarın dibine ittirdi lahana parçalarını.

Tersyüz edilmiş, soğumasın diye birbirine kapaklanmış iki lahmacundan birinin içine önce çatalla, arzu ettiği gibi olmayınca serçe parmağı hariç diğer parmaklarının ucuyla salata doldurup dürüm haline getirdi. Büyük bir lokma kopardı. Aynı şekilde lokma koparacak olursa üç lokma sonra elindeki lahmacunu kesin biterdi.

Gözünü ondan ayırıp, sanki diğerlerine bakmazsa haksızlık olacakmış gibi yemeğini orada burada, şurada yiyen adamların hepsine tek tek baktı.

“Lahmacunların parasını kendiler mi ödediler, yoksa Devlet mi? Gözaltına aldıkları bu adamları açlarından öldürmeyeceklerse kenarda duran şu battal poşettekilerde onların olmalı. Herhalde Polisler karınlarını doyurduktan sonra onlara sıra gelecek. Kelepçelerini çözeceklerdir umarım. Acaba lahmacunların ödemesi nasıl yapılıyor, hesabı nasıl ödeniyor, nasıl kapatılıyor. Üç lahmacun yiyip, dört lahmacun faturası alıp kendileri de dolandırıcılık yapıyorlar mı? Kime hesap veriyorlar. Bunları İçişleri Bakanlığının müfettişlerimi, Maliyenin mi, yoksa Sayıştay müfettişleri mi denetliyor. Sayıştay dedim de, Sayıştay geçen yıl Mecliste hesap mesap vermemişti. Verememiş miydi yoksa. Bir şey olmuştu ama neyse. Verse ne olur vermese ne olur. Hele benim düşündüğüm şeye bak. Adem’in her türlü pozisyonu denediği yerde ben yarım elmanın hesabını soruyorum. Ben iyisi mi, dilekçemle ilgileneyim saat oldu on iki. Öğlen de mi çalışıyor bu Kalemdekiler!?”

Kalktı yerinden, lahmacun yiyen bir polisin önünden geçip odaya yöneldi. Kapıya geldiğinde odadakileri ayakta gördü. Hiçbir şey demeden, demeye fırsat kalmadan, ne diyeceğini anlamış olmalılar ki, şöyle dediler:

“Öğleden sonra burada ol. Bir buçukta!”
-62/m-

dentist
25-11-2013, 07:00
.......................


“Öğleden sonra burada ol. Bir buçukta!”
-62/m-
Tam o saatte burada merakla bekliyor olacağız...

Emin
26-12-2013, 11:19
Yazacaklarımın öncesinden bahsedecek olursam; bi aralar delenmiş, ne kadar kredi kartım varsa hepsini iptal ettirmenin yollarını aramıştım. Kiminin içinde taksitler vardı, onlar bitsin öyle kapatalım, kimin içinde hanımın göz diktiği kazanılmış puanlar var, onları kullansın sonra, kimin bilmem ne özelliği var derken sanırım bir yıl kadar sürdü sonunda bütün kartlardan arınıp sadece elimde İNG Bank kredi kartı kaldı. Haa, bir de bu kartın ek kartı. Ek kart hanımda ve kızımda asıl kart bende. Mazot, ilaç gübre gibi kaba işlerde benim kart diğer işlerde de ek kart.

Bu kart için otomatik ödeme talimatı verince unutkanlığımın sonucu zoruma gide gide ödediğim faizlerden kurtulmuş oldum.

Geçenlerde kızım aradı: “Baba, kartın son kullanma tarihi şu gün bitiyor!”
“Dert etme” dedim “kızım, Bankalar işlerini bilir, yenisini gönderirler.”
Derken, günü geldi, bitti kartın son kullanma süresi. Hepimiz kilitlendik. Mazot bitmiş, alacağım ama kartın gelmesini bekliyorum, kızım sitem ediyor… Ona biraz nakit gönderip, sitemini gevşettim ama hanıma nakit de versem almıyor, daha doğrusu nakit parayı alıyor ama harcarken zoruna gittiğini belirtip bana sık sık bankayı aramamı, bir an evvel yeni kartı göndermeleri konusunda baskıya devam ediyor.

Nedense benim içimden de bankayı aramak gelmiyor. Esasında ben de dört gözle kartı bekliyorum çünkü arabanın zorunlu trafik muayenesi gelmiş ve bir sürü bakım yapılacak yeri var.

Bir iki hafta böyle kartsız mücadele ettik. Borç harç arabanın bakımını da, muayenesini de yaptırdık. Hala bankadan haber yok!

Nihayet bir akşam telefonda kaydı olmayan bir numaradan arandım. Arayan Kuryenet firmasının dağıtıcısıymış. Bir gönderimizin olduğunu ve yarın teslim edeceğini o yüzden adresimizi doğrulamaya çalıştığını anlattı. Güzel.
İşte, okuyacağınız “belgesel” bu teslim sürecini içeriyor.

***
Kimden: Mehmet Emin
Gönderildi: 09 Aralık 2013 Pazartesi 16:19
Kime: info (Kuryenet)
Konu: Gönderi teslimi.

Ben Mehmet Emin, Antalya.

İyi günler;

4.12.2013 tarihinde aradınız, sağ olun. Evi, adresi, müsait olup olmadığımızı sorup ertesi gün geleceğinizi söylediniz.

Sonra gıkınız çıkmadı.

Bu kez ben aradım, nerede kaldınız, ne oldu diye, cevap vermediniz.

Bir başka gün tekrar aradım, bu kez baktınız, tamam, şudur budur deyip mazeret ileri sürdünüz, bu bölgeye yarın geleceğinizi söylediniz.

İyi güzel de ortalıkta gene yoksunuz. Bugün ayın 9'u ve şuan saat 16:18

İlk aramanızdan buyana kaç gün kaç saat geçmiş.

Öldünüz mü, kaldınız mı?

Telefona da bakmıyorsunuz.


*****

10 Aralık 2013

Sayın Emin,
Vermiş olduğunuz bilgi kayıtlarınıza ulaşmamız için yeterli değildir. Lütfen tam adınızı, açık adresinizi, mevcut ise gönderi takip numarasını ve irtibat telefonunuzu bize iletiniz. Sizden gelecek bu bilgiler doğrultusunda gönderinizi takip edebilir ve size yanıt verebiliriz.
Saygılarımızla, Kuryenet Müşteri Hizmetleri

***
(Bu yanıt gelmeden önce de Kuryenet’in telefonunu arayıp tahmin edeceğiniz şeyleri söylemiştim. O nedenle gayet hazırlıklı kısa bir yanıt verdim.)
***
10 Aralık 2013

Bugün çağrı merkezinizle görüştüm, gönderi numarasının 8230****2975 olduğunu söyledi.

İNGBANK'tan kredi kartı gönderilmiş.

Adresim: Mehmet Emin
Varsak Zeytinlik Mahallesi **** sokak No:**/1 Kepez Antalya
Telefon:0555 595 ****

***
11 Aralık 2013

Sayın Emin,
Gönderiniz bugün adresinize ulaştırılmak üzere dağıtımdadır. Şayet bugün sizin için uygun değilse, başka bir tarih belirleyerek aynı mail üzerinden tarafımıza dönüş yapabilirsiniz.
Saygılarımızla,
Kuryenet Müşteri Hizmetleri

***
11 Aralık 2013

Allah'ın günü torbaya mı girdi, elbet bir gün getirirsiniz.

Acele etmeyin, acele işe şeytan karışırmış.

Ayın 4'ü nere, bu gün yani 11 Aralık nere, şurada kaç gün geçmiş daha.

Hatanız, hadi hatanız demeyeyim, iyi niyetiniz diyeyim; neden getirmeyeceğiniz kurye için önceden arayıp aklımıza düşürüyorsunuz.

Aramasaydınız bu kuryenin ayın 4'ünden beri elinizde olduğunu (Allah bilir ya, kim bilir ne zamandan beri elinizdedir) bilmeyecek böyle dan dun konuşmayacaktım. Lapadanak ve istediğiniz zaman çıkar gelirdiniz.

Biz de sevinirdik bu Kuryenet ne kadar hızlı diye.

***
12 Aralık 2013

Sayın Emin,
Mailiniz tarafımıza ulaşmıştır. Konu hakkında gerekli araştırma yapılıp, tarafınıza en kısa sürede bilgi geri dönüşü yapılacaktır. Göstermiş olduğunuz ilgi için teşekkür ederiz
Saygılarımızla, Kuryenet Müşteri Hizmetleri

***
13 Aralık 2013
- Sayın Emin,
- Efendim, buyurun.
- Mailiniz tarafımıza ulaşmıştır.
- Öyle mi? Sevindim. Ben hiç ulaşmayacak sanmıştım. Gerçi günlerdir yazışıyoruz böyle ama tarafınıza bir kez daha ulaşması sevindirici.
- Konu hakkında gerekli araştırma yapılıp, tarafınıza en kısa sürede bilgi geri dönüşü yapılacaktır.
- Merak ettim acaba ne gibi gerekli araştırmalar yapacaksınız veya yaptınız? Araştırılacak ne var? Gönderiyi kayıp mı ettiniz, çaldırdınız mı, çamura mı düşürdünüz, yoksa beni 4.12.2013 günü saat 20:54 arayıp gönderiyi getireceğini söyleyen ve şu 0 531 994 60 06 numaralı telefonu kullanan kişinin görüşlerine mi başvuracaksınız gerçekten merak ediyorum. Ha bir de en kısa sürede derken sizin en kısa süreden kastınız nedir, kaç gün ve kaç saat sizin için en kısa süre anlamına geliyor.
- Göstermiş olduğunuz ilgi için teşekkür ederiz.
- Dalga geçmeyin benimle, ben size şu an ilgi mi gösteriyorum yoksa sitem mi ediyorum?

***
13 Aralık 2013

Sayın Emin,
İnsan faktörü nedeniyle nadiren de olsa istenmeyen durumlarla karşılaşabilmekteyiz. Gönderinizin teslimatında yaşanan problemden dolayı acentemiz adına özür dileriz. Konu hakkında acentemize gerekli uyarılar yapılmıştır. Gönderiniz 14/12/13 tarihinde adresinize gönderilecektir.
Saygılarımızla, Kuryenet Müşteri Hizmetleri

***
15 Aralık 2013 Pazar 20:29

Bana “Saygılarımızla” diyerek selam gönderen Sayın Kuryenet Müşteri Hizmetleri;
Önce tarihi hatırlatayım bugün Aralık ayının 15’i, yarın da 16’sı olacak.
“İnsan Faktörü” mazeretine sığınıp, “Nadiren de olsa istenmeyen durumlarla karşılaştığınızı” söyleyerek gönlümü çelmeye çalışmanız takdire şayan bir şey.
Hele, acenteniz adına özür dilemeniz daha da takdire şayan bir şey.

Konu hakkında acentenize “gerekli uyarıları” yaptığınızı beylik laflarla söylemeniz benim merakımı giderecek bir şey olmadığı için ısrar etmiyorum, umurumda da değil. Çalıştırdığınız o “İnsan faktörleri” sizin sorununuz.

Kendinizden ve “İnsan faktörlerinizden” o kadar emin olmuşsunuz ki şöyle bir cümle kurmaktan kaçınmamışsınız: “Gönderiniz 14/12/13 tarihinde adresinize gönderilecektir.”

“Samimiyet” dolu yazışmalarımızdan sonra bu kadar kesin cümle kurduğunuz için sizi kınamıyorum ama o cümleyi kim yazmışsa artık, onun adına utanıyorum.

Sizden 13.12.2013 saat 13:44’te gelen bu kibar e-postadan sonra aynı gün 530 973 03 04 numaralı telefonla bir “İnsan Faktörü” beni 18:11’de aradı, adresimi sordu, sanki gelen zarfın üzerinde yazmıyormuş gibi. Hatta ne zaman müsait olacağımı sordu, gönderiyi yarın getireceğini söyledi.

O “İnsan Faktörüne” yardımcı olmak adına “ne zaman getirirseniz getirin, ben müsaidim” dedim ve ekledim: “İsterseniz eve kadar yorulmayın, çalıştığım yer daha yakın, açık adresi de şudur.”

Dedim ki kendi kendime, “Kuryenet Müşteri Hizmetleri acentesine iyi akort yapmış…”

Yanılmışım, siz de yanılmışsınız. Gerçi sizin yanılmanızın önemli bir durum olduğunu düşünmüyorum.

Ayın 14’ü gelip geçti.

Ayın 15’de gelip geçti.

Korkarım “Yarın” da gelip geçecek.

Eğer cevap verme ihtiyacı duyarsanız benim gibi kalabalık laflar etmeyin, midem havalanıyor; özür dileyin demiyorum, beklemiyorum da ama özür dileyecek olursanız acenteniz veya çalıştırdığınız faktörler adına olmasın, doğrudan “Kuryenet olarak özür dileriz” deyin.

Ayrıca kuru özürleriniz sizin olsun, benim gönderimi getirin, yani sadece ve sadece işinizi yapın, yeter!

***
16 Aralık 2013

Sayın Emin,
Gönderinizin teslimatı için verdiğiniz adreslerinizin semtleri birbirinden farklı olduğundan farklı acentelerimizin bölgeleri arasındadır. Bu nedenle gonderınızın Antalya Varsak acentesınden Antalya Doğuyaka acentesıne cıkıs ıslemlerı yapılmıstır. Ilgılı acenteye ulastıgında ıstemıs oldugunuz adrese teslımat saglanacaktır.
Saygılarımızla, Kuryenet Müşteri Hizmetleri

***
16 Aralık 2013

Diyecek söz bulamıyorum, anladım ki siz sırf problemsiniz.
Güzel kardeşlerim, bu kadar yazı yazdık, siz yazdınız, ben yazdım. Halen aynı yerdeyiz.

Sizin elinizdeki gönderinin üzerinde isim, adres, telefon bilgileri var mı? Var!

Siz o adrese hiç gittiniz mi? Yok!

Beni aramasını biliyorsunuz, dalga geçere gibi şu gün getireceğiz diyorsunuz ve sonra kayıplara karışıyorsunuz. Şimdi de utanmadan, sıkılmadan tırışkadan yanıt veriyorsunuz.

Gerçekten söyleyecek söz bulamıyorum, ne desem boş çünkü.

***
(Bu arada ilginç bir şey oldu cep telefonuma İNG Banktan mesaj geldi:
Degerli Musterimiz, İNG Bonus Kart’iniz adresinize ulastirilamamiştir. Adres guncellemesi icin 08502220600 veya en yakin subemize basvurabilirsiniz.)

***

(Bu kez bankaya bir yazı yazdım.)

16 Aralık 2013 Pazartesi
Kime: İNG Bank
Kuryenet ile gönderdiğiniz kredi kartının adresime ulaştırılamamış olması adresle alakalı değildir. Tamamen Kuryenet adlı firmanın beceriksizliğiyle alakalıdır.

Kuryenet’in Müşteri Hizmetleriyle 4 Aralık 2013 tarihinden itibaren yazışıyoruz. Her seferinde teslim edeceklerini söyleyip duruyorlar. Sonuç değişmiyor.

Bu dolandırıcı firmayı nereden buldunuz?

Tüm yazışmalarımızı göndermeden önce sadece en son gönderdikleri e-postayı aşağıya alıyorum. Okuyunca ne mal olduklarını anlarsınız.
“Sayın Emin,
İnsan faktörü nedeniyle nadiren de olsa istenmeyen durumlarla karşılaşabilmekteyiz. Gönderinizin teslimatında yaşanan problemden dolayı acentemiz adına özür dileriz. Konu hakkında acentemize gerekli uyarılar yapılmıştır. Gönderiniz 14/12/13 tarihinde adresinize gönderilecektir.
Saygılarımızla, Kuryenet Müşteri Hizmetleri"

(Yazıyı gönderince e-postama şöyle bir not geldi:
Sayın MEHMET EMİN,
Bildiriminiz 253309 talep numarası ile işleme alınmıştır.
Bankamıza gösterdiğiniz ilgi için teşekkür ederiz.
Saygılarımızla,
ING Bank A.Ş.)

***
(Bankaya yazdığım bu yazıyı Kuryenet’e de gönderdim.)

***

16 Aralık 2013

Sayın Emin,
Gönderiniz iş adresinize teslimat yapılması için ilgili acenteye yönlendirilmiştir. Acenteye ulaştığında en kısa sürede teslimatı sağlanacaktır.
Saygılarımızla, Kuryenet Müşteri Hizmetleri

***

(“17 Aralık Operasyonun Başladığı gün” son yazılarımı hem Kuryenet’e hem de İNG Bank’a yazdım ve bir daha da yazmamaya karar verdim çünkü gündem değişmişti.)

***
17 Aralık 2013

Sayın İNG Bank yetkilileri,

Nereden buldunuz bu Kuryenet’i?

Çok aradınız mı? Beleşe mi taşıyor gönderilerinizi? Bu dandik firmadan bir çıkarınız mı var?

Ya biran evvel uyarın bu firmayı görevlerini doğru dürüst yapsınlar ya da kartınız da Kuryenet’iniz de size hayırlı uğurlu olsun.

***
17 Aralık 2013

Bakın Sayın Kuryenet çalışanları, Aralık’ın 17’si de geldi geçti!

Allah’ınızı severseniz artık kıvırmalı yalanlarınızı bir kenara bırakın.

Size ve yaptığınız işe “Lanet” okumak istemiyorum, gerçi etsem de umursayacağınızı sanmıyorum.

Siz nasıl bir firmasınız böyle? Şaşıyorum, bu ülkede bu kadar kıvrak insan ne zaman yetişmiş ve çoğu sizin bünyenizde toplanmış.

Sizden isteğim şu; tamam, anladım, getiremeyecekseniz şu gönderiyi, bari adresinizi verin ben gelip alayım.

***
18 Aralık 2013

Sayın Emin,
Gönderiniz bugün adresinize ulaştırılmak üzere dağıtımdadır. Şayet bugün sizin için uygun değilse, başka bir tarih belirleyerek aynı mail üzerinden tarafımıza dönüş yapabilirsiniz.
Saygılarımızla, Kuryenet Müşteri Hizmetleri

***

18 Aralık 2013

Yazan: Banka
Sayın MEHMET EMİN,
Tarafımıza ilettiğiniz mesajınızı aldığımızı ve incelediğimizi bildirmek isteriz.
Her türlü talep ve şikayeti titizlikle inceleyerek çözüme ulaştırmayı hedeflemekteyiz. Mesajınıza ilişkin yaptığımız inceleme sonucu aşağıdaki gibidir:

Kurye şirketi konu hakkında bilgilendirilmiş olup, kartınızın teslimi en kısa sürede sağlanacaktır.

İlginize teşekkür ederiz. Saygılarımızla, ING Bank A.Ş.


-LXVI-

Emin
07-04-2014, 20:00
Esasında…

Esasında ne?

Esasında bir şeyler yazmak, aklıma gelenleri, aklımdan geçenleri, yaşadıklarımı, olmasını veya olmamasını arzu ettiklerimi, şunu, bunu, kâğıt yerine şu beyaz word sayfasına aktarmak için bilgisayarın başına geçtim ve en başa yazdığım kelimeyi iştahla yazdım ve işte orada öylece kaldım.

Uzunca bir süredir buraya bir şey yazmıyorum.

Üstelik yazma eylemimin beni biraz dağıtıp, kırışıklığımı düzelttiğini bildiğim, bu nedenle yazmaya can attığım halde yazamıyorum.

Ortalık; mahkeme, dava, hakim, savcı, adliye, fezleke, tutanak, ifade kaynıyorken “Tavuk kıçına bakmış, yaram var sanmış” misali kendi “davamı” yazmanın alemi ne? Heyecanı olmadığı gibi insan hicap bile duyar.

Nanelerimi yazsam gene öyle.

Borsacı olamadık ama serden seradan diyerek burada bir şeyler yazdık.

Fena mı oldu, yoo hayır, hem yazarak ben rahatladım hem üç-beş arkadaş edindik, kimileriyle tanıştık, kimileriyle yazıştık, kimileriyle günün birinde buluşuruz diye randevulaştık, günler gelip geçti böyle.

Elimizden tutup, bizi buraya getiren ali hoca, sanki iskelede dolaşırken birden arkamdan ittirip tüydü.

İlk zamanlar dert etmedik desem yalan olur, kendisine de dert ettiğimizi söyledik ama boşmuş, boşunaymış. Kalbi bizimleymiş, arka bahçeye arkadan bakıyormuş.

Yazmışsak bir şeyler okuyor, gerekiyorsa yorumunu telefonla yaparak gazımızı alıyor, Kandil geceleri kandil olmakla günah çıkardığını sanıyor.

******

Tür: Microsoft Office Word Belgesi
Yazarlar:User
Boyut:15.0 KB
Değiştirme tarihi: 17.1.2014 22:27


Kafam şişmişti, masada bir şeyler yazıp, çizip, hesaplamaktan kulunçlarıma da bir ağrı saplanmıştı, bilgisayarda ne kadar açık dosyalarım varsa hepsinin sağ üst köşedeki çarpısına hışımlı bir cakayla tıklarken küfrediyordum, küfürlerimin en hafifi ise “edeyim yaptığım işe” idi.

Ekran kısmen temizlendi, karşımda sadece masa üstü görüntüsü vardı, arkama yaslandım, bir türlü bırakamadığım sigaradan bir tane yaktım, gerindim, boynumu sağa sola, oyana buyana çevirip ağrılarımı azaltmaya çalıştım.

Sigaranın yarısına kadar ne düşündüğümü bilmeden öyle aval aval bakıyordum ki, bilgisayarın masaüstü ekranında “Esasında” başlıklı Word sembolünü gördüm. Üzerine fareyi sürükledim tıkladım, demek ki mecalsizlikten çift tıklayamamışım, belgenin altında küçük sarı bir çerçeve açıldı, okudum ve “vay anasını” dedim, “zaman ne çabuk geçmiş.”

Ben böyle bazen yazmaya heves ediyorum, sonra nasıl oluyorsa bir bokluk çıkıyor, bir şeyler ters gidiyor ve yarım kalıyor. Eğer olgunlaşmış ya da sonuna gelinmiş bir şey ise yazdığımı kaydediyorum sonra devam ediyorum, kaldığım yerden. Değilse, gözünün yaşına bakmadan “save” etmeden kapatıyorum.

Meğer yazdıklarımı da kapattım sanarken kaydetmişim.

Neyse diyeceğim o ki, yazmaya, sohbete, bir şeyler demeye, anlatmaya zaman ayıramamışım.

Bir yerlerden başlamak, bir ucundan tutmak gerek. Hele ki, ali hoca bile şu kadar zamandan sonra bahçenin arkasına gelip bir merhaba demişken…

-Numarasız-

Emin
15-04-2014, 21:22
İnsan kendisiyle konuşur mu, konuşur.

Ama içinden, ama mırıldanarak, ama yüksek sesle...

Yüksek sesle, sanki karşısında birisi varmışmış gibi konuşana da iyi gözle bakılmadığını herkes bilir; tırlatmış derler, kafayı sıyırmış derler, bunadı derler, onu derler, bunu derler, nihayetinde deli derler, delirdi derler.

Kendi kendine gülene de deli derler; bebekse eğer, meleklerin güldürdüğü söylenir.

Yazma eylemi de var bu işin. Oturup yazarsın, bir mektup gibi anılarını hatta kendine de mektup yazarsın ki, bir dönem bu işin PTT’de kampanyası vardı, şu kadar sene sonra yazdığın mektup sana geri gelecek şeklinde, ben de aklımdan geçirmiştim ama çok çocuksu bulduğumdan yazmamıştım.

Kendi kendine “dur bakalım geliyor mu” diye değil, ciddi olarak e-posta da gönderebilirsin, yalnız şu tarihte adresime gelsin deniliyor mu, bilmiyorum.

Sevgili günlük deyip, sulandırmadan günlük bile tutarsın, bi nevi olur sana kendi kendine konuşma.

Ben, her insanın içinde “hadi gidelim” diyen biri ile “bok yeme, otur oturduğun yerde” diyen birinin yani en az iki farklı kişinin olduğuna neredeyse iman edenlerdenim. Bu sayı çoğaltılabilir. Uzağa gitmeye gerek yok, ben zaman zaman annemim içinde beş altı kişi olduğunu düşünüyorum. Sık sık “bir kabına koyamadım” diye söylenmeye başladığında baş edemediği içindeki bu kişilerin olduğunu düşünürüm.

“Kafanın içinde kırk tilki var, kırkının da kuyruğu birbirine değmiyor” kalıp sözü de beni doğrular nitelikte.

Derdim, bu durumu gıdıklamak, kaşımak değil; derdim, bu durumu yazıya yansıtmanın olabilirliğini sınamak da değil. Sınayan sınamıştır, ben bilmiyorumdur.

Roman ve öykü yazanlar zaten bir açıdan içindeki kişileri dillendirmiş oluyorlar.
Diyorum ki, kendi kendimle röportaj yapsam nasıl olur. Hani çanak sorular sormadan olabilir mi? Doğru cevap verebilir miyim; kendime?

Doğru yanıt vermediğimde karşımdaki kişi gene ben olacağımdan, yakayı ele vermenin etkisiyle yüzümün kızarmasını hissedebilecek miyim?

Oturmuşluğum hatta yakından görmüşlüğüm yok ama benzetmek için diyorum, insanın kendi kendisini yalan makinesine bağlatması gibi bir durum mu olur, acaba?

Kaldı ki buna ne gerek var diye, sorulabilir. Elbette bir gereği yok, zorunluluğu hiç yok, ancak ilginç bir şeyin ortaya çıkacağını düşünüyorum. Tabii, hakikaten içtenlikli ve doğru soru ve aynı şekilde verilen karşılıklar içtenlikli olursa belki şaşırtıcı bir anlam ifade edebilir.

“Çalan ben, oynayan ben” durumunun biraz ötesine giderse, yani “kendi kendine gelin güvey olmanın” azıcık dışında kalırsa yapılan iş biraz renklenir, biraz heyecan verebilir, sanki. Bilemiyorum.

“Kendi kendine röportaj yapmak” sıkıcı da olabilir. Ne soracağını biliyorsun ve nasıl cevap vereceğini de biliyorsun. Haa, “okuyan bilmiyor ama” denilebilir, öncelikle sıkıcılık yazanda başlar, okuyana sirayet edebilir, bir süre sonra.

Nehir söyleşi türünden bir yol, yöntem izlenebilir, bu sıkıcılığı alt edebilmek için ancak soru sormaktan ne kadar ve nereye kadar tasarruf edilebilir, onu da kestiremiyorum.

Diğer türlere göre okuması ve anlaşılması göreceli olarak daha kolay olsa bile nehir söyleşilerin de insanın içini baydığı, kıydığı durumları yaşadığım için sıkıcılıktan kurtulamama durumunun kaçınılmaz olduğunu söyleyebilirim.

Kaldı ki kafamdan geçirdiğim daha doğrusu henüz geçiremediğim şey nehir söyleşiye benzese de, ıı ııhh, değil. Nehir bir yerden başlar, kaynaktan doğar, derlerle çoğalır, dallanır, kollanır, çoğalır ve gider, ama ziyan olan bir sona ama mutlu, başarılı, faydalı bir sona doğru gider. Belki bir düdende kaybolur, belki hasretle ve belki de korkarak istemeyerek denizine, deryasına kavuşur; belki bir süreliğine bir barajda dinlenir. Diyeceğim o ki, başı sonu kısmen de olsa bellidir.

Oysa; yer yer gök gürültülü sağanak, yer yer parçalı bulutlu, yer yer açık ve güneşli, yer yer meltem, poyraz, karayel veya yer yer bilmem neli olursa, işte öyle bir söyleşi belki sıkıcı olmaktan uzaklaşabilir, “bilir” diyorum, ihtimalli yazıyorum çünkü bilmiyorum.

Bizimkiler adımın Mehmet Ali Emin olmasını istemişler. Dedemin babasının adının Mehmet Emin, babamın babasının adının Mehmet Ali olmasından dolayı.

Bu üçüyle bir söyleşiye başlayabilir miyim?

Kontakla çalışmayan bu arabayı “vurdurmak” lazım.

Belki “ikisi” itekler, yeterli hıza erişinceye kadar sonra da “biri” ikiye takar.

İlk seferde de olabilir ama olmazsa birkaç denemden sonra belki çalışır.

Yorulana ve umudu tüketip pes edene kadar denenir, gene olmazsa bir çekiciyle tamircinin yolu tutulur.
-Numara yok-

Emin
01-05-2014, 00:54
E de hayde! (Haydi ama!)

Ne hayde?

Kendi kendimize sohbet edecektik, konuşacaktık ya!

Dur, önce şu türküyü Ali Ekber Çiçek’ten bir dinleyelim, öksürüğümüz fırsat verirse bir de eşlik edelim…


Gönül gel seninle muhabbet edelim
Araya kimseyi alma sevdiğim
Ya benim kimim var, kime yalvarayım
Kaldır kalbindeki karayı gönül

Dünya için gül benzini soldurma
Halden bilmeyene halin bildirme
Tabip olmayana yaran sardırma
Azdırırsın bir gün yarayı gönül

Solmazsa dünyada güzeller solmaz
Bu dünya fanidir kimseye kalmaz
Yalan dolan ile sofuluk olmaz
Mümin olan bekler berayı gönül

Derviş Ali’m öğüt verir özüne
Gönül lütfeyledi geldi sözüne
Azrail konarsa göğsün düzüne
O zaman beklemez sırayı gönül



Rahatladın mı?

Ne rahatlaması iyice içim şişti.

Ne konuşacaktık?

Konuşmayı demiyorum, onu her daim yapıyoruz ama yazmıyoruz. Ben yazmayı kastediyorum yoksa kendi kendimize konuştuğumuzu ben de biliyorum, sen de biliyorsun, o da biliyor. Sen biraz tembelsin galiba. Babana çekmiş olabilirsin.
Sahi babam tembel miydi yoksa hani “tok satıcı” der gibi dersem eğer “tok çalışan” mıydı?

Anama sorarsan tembelin tekiydi, bana kalırsa da tembeldi.

Babama haksızlık etmenin âlemi yok. Adamcağız ne zaman işten kaçmış? İş seçtiğini söyleyebilirsin, ağır çekim davrandığını da söyleyebilirsin ama adam çalışmayı sevmiyor, çaba göstermekten kaçınıyor diyemezsin, hele hele tembelle aynı anlama gelecek şekilde üşengeç hiç diyemezsin. Üşenen adam arkın başında avuç avuç suyu belki yirmi sefer, hatta otuz, kırk sefer yüzüne çarpar durur mu?

O ayrı bir şey, evet sana kalırsa küçük su dökmek için tuvalete girmeden önce itinayla her iki paçasını katlayıp ve dakikalarca orada kalması da tembel olmadığının kanıtı. Sallar babam sallar, ta ki son damlanın gelme ihtimalinin sıfır olacağı ana kadar. Bu onun tembel olmadığını göstermez ki! Hatırlasana ayakkabı boyacılığı yaptığı zamanı!

Boyacılığını ne karıştırıyorsun, şimdi?

Boyacılığını karıştırmıyorum, anlatmak istediğim bir günde ne kadar az ayakkabı boyadığı!

Yav bana babamın avukatlığını yaptırma şimdi. Düşünsene, boyacılık yaptığında elli yaşının üzerindeydi, bu yaştaki bir adam ve kaldırımın kıyısında veya bir dükkânın önüne atmış boya sandığını oturuyor, müşteri bekliyor, daha ne yapsın? Gelene geçene bakıyor, kimin ayakkabısını boyatacağını belki zaman içinde çözmüş, test etmiş. Bal alacağı çiçeği bilen arı kıvamına gelmiş. “Gel ayakkabını boyayayım” diye kimseye seslenmiyor, taciz etmiyor, duygu sömürüsü yapmıyor. Elini vicdanına koy, üstelik burası küçük bir kasaba, Tunceli’nin Pertek ilçesi. Kaç tane dışarlıklı adam var, kaç memuru, öğretmeni var. Kaldı ki çoğu memur cimri olur, tutumlu olur. Mesaisini terk edip gelip kaldırımda ayakkabı boyatacak değil.

Geri kalanlar köylerden alışveriş veya resmi dairelerde işi olduğu için gelmiş tipler. Birçoğunun ayağında o zamanlar hiç boya gereksinimi olmayan “gara lastik,” markalı adıyla söylersek “Angara Lastiği” vardı. Durumu biraz iyi olanlarda da içi astarlı, dışı rugan gibi gözüken parlak, muhtemelen “Gıslaved” markasının okunuşundan dolayı dilimize uyarlayarak “Cizlavit lastik” dediğimiz ayakkabılar vardı.

Biz ortaokula başlayana kadar ikisini de giydik.

Bu arada hiç unutmam ilk kunduramı Kenan dayım almıştı, okul hediyesi olarak, neyse.

Neticede babama ayakkabısını boyatacak tuzu kuru tipler yok değil, vardı ama sayıları çok azdı. Üstelik bir değil, bu küçük kasabada en az 5-6 tane rakibi olan ayakkabı boyacısı vardı.

Hatta bir dönem ben de babamın rakibi oldum, oğluyla gurur mu duymuştur yoksa kıskanmış mıdır bilmiyorum ama çoğu günler onun yaptığı cironun iki üç katını yapmışımdır.

Bugün bir ayakkabı kaç liraya boyatılıyor, bilmiyorum ama Pertek gibi bir yerin rayicinden yola çıkarsak tahminim o ki, kimse 1 liradan fazla vermez, ayakkabısını boyatmak için. Bazı günler hiç ayakkabı boyamadan eve geldiğini bilirim. Günde beş ayakkabı boyası on lirayı bükerdi. Eve gelirken beş altı tane ekmek aldı mı ondan iyisi yoktu. Üstelik babam o dönemler en pahalı ayakkabı boyacısıydı yani diğer boyacıların iki katı kadar para alırdı çünkü “Nuri Leflef” boya ve cilasını kullanırdı. Şişe içinde ayrıca “badem yağı” da vardı. Ayakkabı derisinin yumuşak olmasını isteyenler olursa fiyat farkını verir birkaç damla badem yağıyla işlem yaptırırlardı.

Bir zamanlar kafama takılmıştı, araştırmıştım, Nuri Leflef boyaları halen var mıdır acaba?

Var tabi, bugün “Penguen” markalı boyayı üreten bir İstanbul firması. Kuruluşu çok eskilere, Cumhuriyetten önceye dayanıyormuş. Sarı kapaklı teneke kutulardaki boya ve cilası hem çok güzel kokardı hem de diğer dandik cilalar gibi soğukta çatlamazdı.

Yahu bırakın şimdi bu konuyu. Lafa nerden girdiniz nerelere geldiniz!

Haklısın, ben sadece babamın tembel olmadığını anlatmaya çalışıyordum ama anlatamadım.

Ne anlatırsan anlat, beni, babamın tembel olmadığı konusunda ikna edemezsin.

Gelelim sana, biz bu sohbeti niye yapıyoruz? İçimizi dökmek için değil mi? Öyleyse nereden başlayıp nereye gideceğimizin ne önemi var? Kendi kendimizi sansürleyecek, sınırlayacak halimiz yok!

Kendimizi sansürleyelim demiyorum ki! Konuyu dağıtmayalım.

Komuşum konusuna! Dağılsın dağılabileceği kadar hem dağıtan biz olduğumuza göre toplayan da biz oluruz, merak etme italik!

Doğru diyorsun, yaşam karşısında onun bir yanı hep eğik olmuştur.

Senin de bir yanın bold ve fodul.

Zırvalamaya gerek yok. Yalnız başlangıç için konu biraz sıkıcı olmuş olabilir.

İyi de bir konumuz yoktu ki!

İlle de bir konumuz olsaydı, mesela “kadayıf dolması” olabilirdi.

Ne demek istediğini anladım, Bıkmış Ustaya gönderme de bulunuyorsun.

Neyse bir sonraki yazımızda “bikmisbroker” mahlaslı abimize bir zamanlar yazmayı düşündüğümüz şeyleri yazarız. Şimdi şu tembellik ve ayakkabı boyacılığını tadında bırakalım ve de bir değişiklik yapıp yazımıza kendi resmimizi ekleyelim.
914
İyi olur, fotoğraflarla desteklemek lazım, ne zamandır bakmadığım o resimlere ve çağrıştırdıklarına dalıp gitmek istiyor canım.

bikmisbroker
05-05-2014, 21:57
Sevgili Emin,

Nereye ne göndermesi yaptın anlamadım amma, bir resim (yukardaki) beni Ortaokul yıllarıma götürdü.

Yukardaki resim.

Ortaokuldayım ve yaz tatili.

Bir adet boyacı sandığı alıp boyacılık yapayım dedim kendi kendime.

O yıllardaki raiç bedeli hatırlamıyorum amma, kendi kafamdan bir hesap yapıverdiydim.

Günde 10 ayakkabı boyasaydım yaz tatili boyunca köşeyi dönerdim!!

Uzatmayalım, 2.ci el bir sandık buldum.
Portakal sandığından bozma birşey.

Evdeki Nuri Leflef siyah boyayı ve de cilayı da ödünç aldım. (!??)

Gittim şehrin merkezinde bir ağaç altı arıyorum tezgahı açmak için..

Uzatmayalım, şehrin göbeğinde hangi ağaç altında yer aradıysam bulamadım.
Meğer (diğer boyacı esnafı tafarından) parsellenmişmiş o ağaç altları??

Esas sahipleri geldikçe beni kışkışladılar mekanlarından.

Akşama kadar ancak 1 kişinin ayakkabısını boyayabilmiştim.

Akşam kös kös eve dönerken, babamdan azar işitmemek için boya sandığını evin girişindeki merdiven altına bir saklayışım ki var anlatamam!!

Elimi yıkamaya gittim boyalar çıkmıyor??
Gazyağı ile (Galiba gazyağı idi) bir müddet çabalayıp uğraşıp çıkardıktan sonra sofraya oturdum.

O geceyi kimseye yakalanmadan atlattıktan sonra ertesi gün o boyacı sandığını aldığım fiyatın da yarısına satıp unumu eleyip, eleğimi duvara astım.

1 Günlük boyacılık maceram da böylece bitti.

Serbest piyasayı ve rekabet koşullarını görmeden birdaha ayağa kalkmamayı öğrendim.

Bikmislık o yıllardan mı sirayet etti ne? :::kahkaha2

(O otobüs garında yenge hanımın yaptığı ve elimize tutuşturduğun o yolculuk nevalesi ise bahse konu-“kadayıf dolması”- HA-Rİ-KA idi. Tadı halen damağımda inan bana. Kızımız da mezun oldumu?)

meraklı
15-05-2014, 21:31
Akşam üstünün süpriz karşılasmasında, sıcak gönüller, tebessümü bol yüzler vardı. Akşam yemeğinin, daha gördüğünde doyduğunu kabul ettiğin görüntüsü de cabası.....Sıcacık gönlün şekillendiği mantı topakları servis tabağında, belki hafif sarımsaklı yoğurt yorganı altında melül melül yatarken, bu yorgan üzerinde, yüzlerdeki tebessümün yansıması, kırmızı biberin yağda eriyip de sanki yeterli utangaçlığa eriştiğine kanaat etmeyen domatesin destek olmasını, nane ypraklarının hasretten kuruyup da domates sosuna sarılıp "hep beraber" demesini, ortadaki salata tabağının duruşu tamamlıyordu. arnavutun bu yetmez biraz daha osurmam gerek dediği yeşil sivri biberlerin kübik görüntüleri, elma soğanlarının (süt soğanı ya da acı olmayan sulu taze soğan) domates, maydanoz ve hıyarın da hıyarlığını yaptığı içiçe geçmiş ahbablığında yağın ve limonun parlaklığını yansıtırken gözün ister istemez yabani semizotunun yeşilliğini ve saplarının o benzersiz çizgilerinin ve gölgelerinin hakim olduğu kızıllığı saklayan yoğurtlu tabağa takılır.

Nihayetinde sohbetten doymuş olduğunu varsaydığın biraz da mideni şenlendirmiş olmanın rahatlığıyla tam arkana yaslanacakkenönüne konan kocaman bir cevizli kadayıf dolmasıyla göz göze gelirsin. Yaslı ceviz ağacının arkadan, bahçenin derin ve karanlık köşesinden " yemen gerek, yoksa arkandan ağlar" dediğini duyar gibi olur ve dalarsın aynen tabağa çivileme..




Sevgili Emin,

.................

(O otobüs garında yenge hanımın yaptığı ve elimize tutuşturduğun o yolculuk nevalesi ise bahse konu-“kadayıf dolması”- HA-Rİ-KA idi. Tadı halen damağımda inan bana. Kızımız da mezun oldumu?)

Belli ki Emin Hocamın bereketli sofrasında, karanfil kokulu muhabbetlerine karışan ne kadayıf dolmasından ne de o sıcacık ortamdan kopamıyor

:::tamam :;melek

meraklı
15-08-2014, 23:05
Sert süngerin metalde çıkarttığı yarı kazıma sesi, ilginç bir tını yaratıyordu. Koca konik kazan ağzından içeri sarkan adam büyük bir dikkatle silindirlerin ağzını ve içini temizledi.. Yürüyen bandı çalıştırıp süpürdükten sonra tekrar silindirlere dönüp kuruladı. Taze hazırlanmış hamur bezeleri una gömülüp sırayla yan yana ve üst üste , taki bir tepecik olacak şekilde dizildi.

Birinci usta bileklerine bandajlarını sardı. Yarı çelik borudan oklavasını elinde tartıp arkasında ısınmış olan ocağı tekrar kontrol ettikten sonra çırağın , hamur tepeciğinden alıp eliyle yuvarladığı ve makineden geçirip bir yemek tabağı boyutunda incelttiği hamurları yufka yapmak üzere hızla açmaya başladı.
Yüzünde , yanlışı affetmez tarzda enteresan bir ifade ile çalışırken arka bölümden su sesi geliyordu.

Arka tarafa geçtiğimde, biri kocaman bakırdan ,yarım küre bir kazan ile diğeri alüminyumdan yapılmış , bana devasa gelen büyüklükteki tencereyi su ile dolduran diğer usta vardı.
Yufkaları açan usta , açtığı her yufkayı, ısınmış ocağın üzerinde yarı pişme durumunda , sürekli açtığı diğer yufkayı üzerine yatırarak alt üst yapmaya başlamıştı. Pişen ,yaklaşık 50 yufka grubu arka bölümde sularını doldurmuş usta tarafından , diğer bir yarı çelik oklavanın üzerine beygir eyeri misali yatırıp taşındı. Yanımdan geçerken yufkaların sıcağı yüzümü yaladı.
Demirden yapılma üç bacaklı ufak tezgahın üzerinde önce silkeledi , sonra iki harekette yufkaları tezgaha serip tekrar alt üst yaptı. Eline aldığı her bir yufkayı, senelerin vermiş olduğu serilik ve beceri ile su dolu kazana batırıp sergen askılara yaydı. Yayma işi ilginçti..

Pişmiş ve sertleşmeye karar vermiş yufkaların derin kazanlardaki “ ıslanmak istemiyorum” inadına karşılık, o becerikli, bilmiş parmaklar, kenarlardan tutarak suyun içinde yüzdürüp çıkarıyordu. Bana , kırılgan bir hanımı tutan erkeğin incitmekten korkan tarzdaki dokunuşlarını anımsattı ; yumuşak ,tutkulu bir dans gibi….

Her bir sergen yirmibeş ıslak yufkayı kurutuyordu . Kuruyan yufkalar şimdi daha farklı bir dansı anımsatıyordu. Toplanırken , yırtılmaması için ellerin tersi ile büzüştürülüp askılardan alınan yarı nemli yufkalar, havada hafif bir kuğu gölü balerininin dönüşü gibi yarım tur atıp uzun tezgahta yerini buluyordu.

Bu bir serenomi idi…

:::alkış :friends:-

Emin
13-11-2014, 19:47
Sabah ezanı okunup bitmiş, ben duymamışım zaten duymama imkân yok, kim bilir o an hangi rüyanın içindeymişim, yaz bile olsa sabahın en serin, en uyunası saatinde annemin yorganımı açıp, omuz başımı kavrayıp bir yandan silkelerken diğer yandan arka arkaya "Memet! Ula Memet" diye seslenmesiyle uykumun piç olduğu kesindi ve eğer rüya görüyordumsa o rüyamın da piç olduğu kesindi.

Çocuklukta yaşansa da, aradan şu kadar sene geçse de bazı olaylar, yaşanmışlıklar nasıl oluyorsa oluyor ve beyne zamk gibi yapışıp kalıyor; ayan beyan daha dünmüş gibi hatırlanıyor ve bu hatırladıklarımın çoğuna şaşıyorum, eften püften, ipe sapa gelmez şeyler gibi geliyor bana.

Mesela o uyandırılışım esnasını tabak gibi hatırlıyorum; ev zifiri karanlıktı.

Zaten tek göz evde iki tane pencere vardı. Biri göt kadar ve duvarın yukarısında, pencere demeye şahit ister, gözetleme deliği dense yeridir ama o zaman gözetleme deliği demeyi bilmediğim için pencere mi, pencere deyip geçiyormuşum dur, herhalde.

Üstelik doğuya baksa neyse, belki güneş doğduğunda içeriye ışık alır, bu kuzey batıya bakardı.

Güneş Doğudan doğar oysa güneşin özlemindeydi evimiz. Ayrıca bu pencereden dışarıya bakmaya babam dâhil kimsenin boyu yetmezdi, ben de makatın üzerine yığılı döşek ve yorganların üzerine çıktığımda ancak dışarıyı görebiliyordum.

Hadi bu pencereyi geçtim, yüksekte ve küçük ya diğerine ne demeli?

Sağ olsun annem üç dört tane çiçek yerleştirmiş, bizim "nazlı kız" dediğimiz "camgüzeli", "küpeli" dediğimiz "küpe çiçeği", "sardunya" ve "karanfil" dediğimiz gene "karanfil" ama enfes kokulu, küçük merdivene benzer şekilde yapılıp toprağına saplanmış tahta çıtaya sarmaş dolaş olmuş bir mini karanfil saksısı her daim pencerede.

Peki, bu nasıl pencere ki bu kadar çiçeği içine alıyor?

Bizim ev gibi kerpiçten yapılmışsa olur!

Kerpici bilen bilir, gören görmüştür, bilmeyen ve görmeyenlerin de herhangi bir bilgi eksikliği olacağını düşünmemekle birlikte ortaya konuşacak olursam; ben kerpicin, (küçükken değil, epeyce büyüdükten sonra) tuğlanın atası olduğunu düşünmüşümdür.

Bu yapı malzemesi genel olarak killi toprağa, killi toprak bulunmuyorsa olduğu kadarıyla deyip var olan toprağa buğday sapının boğumlarını oluşturan yani "kes" denilen iri samanı katarak, biraz da şerbeti olsun diyerek at, eşek, inek öküz gibi hayvanların mayısı eklenerek yapılan çamur harcın kerpicin kurutulacağı alana koyulan tahta kalıba dökülüp, sıkıştırıldıktan ve üzerini de malayla düzledikten sonra usturuplu bir biçimde tahta kalıbın kaldırılmasının ardından varsa bir pürüz gene malayla son dokunuşları yapılıp, yağmurun yağma ihtimalinin en düşük olduğu günlerde, güneşte kurumaya bırakılmasıyla olur. Garip bir cümle oldu ama kerpiç dökme işi de uzun iş olduğundan kısaca bir cümleyle anlatımı anca bu kadar ve böyle oluyor.

Ben bu kerpiç dökme işini ezemin kocası Vahap eniştem ve komşumuz İrfan Gakko’nun döktüğü kerpiçten biliyorum. Çok pis bir iş gibi gözükmemekle birlikte eziyetli bir işti.

Güç, kuvvet, toprak, şu, bu bir yana esas olarak ustalık gerektirdiğini, Vahap enişteme ve İrfan Gakko’ya yardım ettiğim zaman anlamıştım.

Vahap eniştem neyse de, İrfan Gakko kerpiçten iki katlı, oldukça geniş ve bol odalı bir ev yapmıştı.

İki kerpiç arasına soktuğu uzun çividen aşağıya sarkıttığı şakulü sık sık kontrol eden tahta iskeledeki duvarcı ustası bağırırdı, aşağıdan yukarıya karpuz atar gibi kerpiç atan adama:

“Ver bir kuzu! Bir kuzu daha ver! Ver bir anaç!”

Kerpiç kalıbında da dört göz vardı; büyüğüne "anaç", küçük göze ise "kuzu" diyorlardı.

Elime mezura alıp ölçmüşlüğüm de yok, merak etmişliğim de yok ama göz kararı şöyle söyleyebilirim; anaç kerpiç otuza otuz civarında kare gibi, kuzu ise otuza on beşlik dikdörtgen kılığında, tabi kalınlıkları da aynı on, on iki santim kadar bir şeydi.

Eğer bizim evin duvarı bir anaç ve bir kuzudan yapılmışsa, duvarın dışı, evin içi ve kerpiç aralarındaki sıva çamurunu da hesaba katarsak duvarın kalınlığı yarım metreyi geçmemesi gerekir hele hele tek bir anaçtan yapılmışsa o zaman da kırk santimden fazla olmaz.

Sen şimdi bu duvarın dışına yüksekliği en fazla bir, genişliği ise elli-altmış santimi geçmeyen tek parça ve ağaçtan bir pervazı bile olmayan camı bir şekilde gömerek yerleştirsen o camın önünde raf gibi bir alanın olur mu, olur.

İşte o boşluğu da iki kiloluk vita yağı tenekelerine diktiğin çiçekleri korsan, o ev aydınlık olur mu?

Olmaz. Çünkü çiçekler içeri giremeye kalkan ışığı fotosentez yapmak için yapraklarından geleni dallarına bırakmadan emip iç ediyorlar, bize ise saniyede üç yüz bin kilometre hızla yaprakların arasından kaçabilenler gelebiliyordu ki az hasta olalım.

Dolayısıyla dışarıdaki sabahın bu alaca karanlığı evin içinde zifiri karanlık olarak görünmesinde bir tuhaflık yoktu, tuhaf olan sanki sabah namazı için camiye gitmem gerekiyormuş gibi annemin "Ula olum kalğ haa! Ezan okundu!" diyerek omuz başımdan umudunu kesip, bu kez kolumu hiç bırakmayacakmışçasına sıkıp sarsmasıydı.

Heyecan yapmış garibim, ne de olsa oğlu artık bir meslek sahibi olacak ve bugün yüzünün akıyla işine başlayacak, eve para getirecek.

Uyku sersemi de olsam neticede uyanmış ve yataktan çıkmıştım, bacım ise yataktaydı, ben yataktan çıkınca yeri de genişlemişti, o an için "keşke ben de küçük olsaydım ya da kız olsaydım" diye düşünmüş olabilirim diye şimdi düşünüyorum.

Pijamam var mıydı, yoksa üstle başla mı yatmıştım, onları hatırlamıyorum.

Dün, sabahtan akşama kadar dağ taş dolaşmış helak olmuştum.

Uykum benden iyice aralanınca annemin sözlerinin de yardımıyla yapacağım işi hatırlamıştım. Evet bu benim ilk işim ve dediklerine göre kolumda altın bileziğim olacaktı. Bu bilezik benzetmesini ilk o zaman duymuş, benzetme olduğunu bilmediğim için annemin "Olum fena mı olur, işi eyice öğrenirsen kolunda altın bileziğin olur" dediğin de "Ben nedecem bileziği, kız mıyım ben" gibisinden tepki vermiş, bu tepkim üzerine de tane tane anlatılmıştı, ortada bilezik milezik olmadığını, lafın gidişinin öyle olduğunu.

Esasında dün akşam ezanı okunduğunda işimi tebliğ etmişlerdi, bana. Ben de kerhen tebellüğ etmiştim. Şimdi de, bu sabah ezanından sonra işe gidiyordum işte, annemin elime tutuşturduğu eşkili ekmeğin, bi nevi bazlama gibi bir şeydi, mayalı hamurdan yapıldığından ve ş ile k yer değiştirdiğinden adı eşkili ekmekti, bunun üzerine sürülen azıcık yağ ve bol çökelikle birlikte evden çıkmıştım.

Evimizin otuz metre kadar ilerisindeki ğarğta (arkta-arıkta) yüzümü yıkamadan önce Fatma bibinin bahçe duvarının taşlarına işedim. Fatma bibi, dedemin anaları ayrı babaları aynı olan bacısıydı yani annemin üvey halası.

İşeğimin taşlardan sızıp ğarğtaki suya karışmaması için özenle sağa sola sallandırdım. Kim bilir kaç kez suya işeme demişlerdi, tüm büyükler. Suya işeyenin anasının memesinde yara çıkar, diyorlardı. Ne kadar küçük olsam da öyle bir şey olmayacağını o zamanlar bile idrak ediyordum ama o kadar çok duymuştum ki bu lafı, sırf onları mahcup etmek istemediğim için hakikaten sadece o gün değil hiç bir zaman suya işemedim, sonraları denizde yüzerken ki kaçamakları saymazsam.

Ekmeğimi suyun kanarındaki sal taşa koyup, avuç avuç yüzüme su çarptım.

İnşallah sülük mülük yoktur temennisiyle avucuma aldığım son suyu da içip, yola koyuldum.

O günün dününde yani bir gün önce de erken kaldırılmıştım ama bu sabahki gibi en erken değildi.

İyisi mi ben, bir gün öncesinden başlayayım anlatmaya.


-Bu da numarasız-

ar_de_
17-11-2014, 22:14
merakta bırakan uzun bir aradan sonra bence numaralandırmayı hak eden bir yazı girişi bu Emin :)

Emin
24-01-2016, 20:36
merakta bırakan uzun bir aradan sonra bence numaralandırmayı hak eden bir yazı girişi bu Emin :)

Değerli ar_de;

Yazdıklarımı çok sıkı takip edenlerden birisi olduğunu biliyorum. İlgin için yürekten teşekkür ediyorum ve kısa da olsa yazılara başlamadan önce sana yanıt vermek istedim.

En son yazdığım 13 Kasım 2014’ün üzerinden 438 gün geçmiş.

Bu uzun aranın sebebi birden fazla.

Biraz hastalığım, biraz ailemin hastalıkları, biraz seradaki işlerim, biraz çalıştığım işyerindeki yoğunluğum ve birazın taa öteki ucunda bulunan miktar kadar da yaşam sevincimin zedelenmesi nedeniyle yazamadım.

Peki, şimdi ne oldu da yazmaya karar verdim?

Yukarıda mazeretlerimi sıraladıklarımdan hangisi değişti?

Hiçbiri.

Eksilmedi, arttı.

Yazma işi de ayrı bir sıkıntı ama varsın diğer sıkıntıların içine bu iş de sıkışsın.

Yaşama coşkuyla tutunmanın çok uzağında olsam da, şimdilerde bir başka tutunma kulpu bulmuş gibiyim ve bu tutunmanın adını da rahatsız ediciliğine rağmen “dayak arsızından” yola çıkarak “yaşam arsızı” koydum.

ar_de_
25-01-2016, 10:22
sevgili Emin yaşam arsızı tabirine bayıldım . hep söylediğim gibi : hepimizin yaşamının içinden parçalar var yazılarında . bu güzel yazılara ara vereli bir yıldan uzun bir süre olmuş .
şahane bir geri dönüş yaptın teşekkürler :)

Emin
27-01-2016, 21:27
Ancak!


Diye yazıma başlamıştım.

Yıl 2007 idi. Günlerden bugünkü gibi gene Çarşamba. Tam tarihi 6 Haziran 2007.

Üç bin yüz elli yedi gün önce. Şimdi de “Eyvah!” diye başlıyorum.



Evet, ancak var ya bu ancak!

Türkiye gündeminin böyle yoğun ve saat başı değiştiği bir ortamda, suya sabuna dokunmayan bu türden yazıları yazmak öyle zor ki, benim için.

Ve yine benim için; zor olduğu kadar da zorunlu.

Zor, çünkü hiç aklımdan çıkmıyor, aramızdan ayrılan, vaktinden çok çok önce yiten, toprağa düşen gencecik insanların haberleri, geride bıraktıkları hüzün dolu hikâyeleri…

Ne tadım kalıyor, ne tuzum, ne güler yüzüm.

Yediremiyorum, hazmedemiyorum, avutamıyorum, soğutamıyorum içimi.

Üstelik sanki ölümlerine ben sebep olmuşum gibi pis bir suçluluk da kuşatıyor her yanımı.

Kızıyorum ama kime kızdığım net değil, isyan ediyorum ama kime, gene belli değil.

Haberi sunandan, haberi yapana; başsağlığı mesajı sunandan, bu mesajı alana; analara, babalara, ağabeylere, dayılara, yengelere, yedi sülalelerine, amirine, memuruna, komutanına; tabutu taşıyanından, namazını kıldırana, saf tutana, toprak atana; vatan bölünmez diyenden, şehitler ölmez diyene; kanı yerde kalmayacak umudunu pompalayandan, bir evladım daha olsa onu da gömerim bu vatana diyen cinlenmiş, kinlenmiş, bilenmiş cömert ebeveynlere; her şeye, her duyduğuma, gördüğüme, geçmişe, şimdiye, geleceğe hatta ve hatta Yaradana bile içimden ne dediğim, ne geçirdiğim tam belli olmuyor.

Bir şeyler olmalı diye iç geçirmiştim.

Olmadı!

Bu gidişle de olmayacak!

Bir şey olmalı, olağanüstü bir şey, bir güç…

Güneş tutulmalı, göktaşı düşmeli, dağları deviren depremler olmalı, seller, heyelanlar..,

Uçaklar havada, gemiler dalgalarda asılı kalmalı…

O an, o saat tüm yurtta ama tüm yurtta voltajlar düşmeli; geri gelmeli aniden, şimşek gibi parlamalı lambalar, buzdolapları hırlayarak, çatırdayarak susmalı…

Birileri lal, birileri kör, sağır olmalı, inme inmeli, kötürüm olmalı, bir şey olmalı yani.

Tüm vicdanlara aynı anda inen bir vahiy, bir bilmem ne olmalı.

Dağlarımda bir Kürt veya bir Türk’ün vurulduğu anda.

Artık dağdan indik.

Bağda vuruyor, vuruşuyoruz.

Ve…

Ve bu vuruluş son olmalı.

Ancak!

Evet, ancak var ya bu kahpe ancak!

Karamsarım, içime doğuyor, sonu olmayacak bu gidişle, bu duruşla, bu susuşla.

Vurdukça vurulacak, vuruldukça vurmaya devam edeceğiz sanki.

Kardeşlerimiz, oğullarımız hatta torunlarımız, neredeyse çeyrek yüzyıldır kimini soldurmaya, kimilerini de dalından koparmaya devam ettiğimiz bu fidanlar için yaşadığımız acılarımızla mayalanacak ve her geçen gün sağaltılacağına, intikam kaşağısı ile usulca yaklaşacaklar kabuk bağlamaya yüz tutmuş veya yüz tutacak yaralara.

Ben de bu paslanmış duygularımla baş başa, gene böyle genç ölümlerin ardından “gitti de gelmedi koçum, buna ne çare” mısrasını ağzımla değil yüreğimin odacıklarında yankılandıracağım ha bire ve gönlüm yarenlikler etmeye yeltenemeyecek bir türlü.

Ne bileyim.

Kime, ne diyeyim; ne yapayım, nereye iki nokta üst üste koyayım, bilemiyorum.

Eyvah!

Öldürüldük yine!


27 Ocak 2016 tarihinde Diyarbakır ili Sur ilçesinde devam eden operasyonlar esnasında, bölücü terör örgütü mensubu teröristlerce yapılan silahlı saldırı sonucu dördü ağır olmak üzere altı kahraman silah arkadaşımız yaralanmış, durumu ağır olan silah arkadaşlarımızdan üçü kaldırıldıkları hastanede yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayarak şehit olmuşlardır. Yaralı silah arkadaşlarımızın tedavilerine devam edilmektedir.

Bizleri derin bir acı ve üzüntüye boğan bu saldırıda hayatını kaybeden aziz şehitlerimize Allah’tan rahmet, şehitlerimizin değerli ailelerine, yakınlarına, Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarımıza ve Yüce Türk Milletine başsağlığı ve sabır, yaralanan kahraman silah arkadaşlarımıza acil şifalar temenni ediyoruz.
Kamuoyuna saygı ile duyurulur.

Öldürdük yine!


Şırnak / Cizre’de devam eden operasyonda;

-11 bölücü terör örgütü mensubu terörist etkisiz hale getirilmiş (Operasyonda, toplam etkisiz hale getirilen terörist sayısı 465’dir.),

-altı adet el yapımı patlayıcı imha edilmiş, bir adet keskin nişancı tüfeği, üç adet Kaleşnikof piyade tüfeği, iki adet tabanca, 11 av tüfeği, bir adet keskin nişancı tüfeği dürbünü, 261 Kaleşnikof piyade tüfeği fişeği, 637 av tüfeği fişeği, 49 tabanca fişeği, bir dizüstü bilgisayar, beş el telsizi, 12 molotof kokteyli ve muhtelif örgütsel doküman ele geçirilmiştir.

Kimimiz Kürtlere devlet kuracağız diye ölüme gittik…

Kimimiz Vatanı koruyacağız:

Evlilik programları devam etsin…

Flaş TV’nin oyun havalarına ağıt sızıp yayınına helal gelmesin…

Radyo Seymen’in kaşığı kırılmasın…

O Ses Türkiye’ler, Survivor’lar, TRT’ler, CNN’ler sabunlu yıkamalarına devam etsin…

Üç beş bin kişinin seyrettiği Halk TV’ler, Ulusal’lar tencere, tava, hortum, rozet, kitap, hortum satıp ayakta durmaya çalışsın…

KY’ler hisse alsın, bankalar komisyon almanın envaiçeşit yolunu bulsun…

Ben çiçek dikeyim, Bulgan Tarım karanfil ihraç etsin…

Sen ilaç, öbürü gübre satsın…

Adalet Saraylarımız Atalet Sarayı olmayı sürdürsün…

Hayat devam etsin…

Kısacası hamamın aynı, tasın aynı hatta senelerdir içimizi dışımızı tahriş ederek keseleyen “tellak”ın da aynen yaşam arsızlığına devam etmesi için ölümüne göreve gittik…

Allahım aklım sana emanet!

Hayır, hayır sana da güvenmiyorum ey Tanrım!

Diyecek laf, yazacak kelime bulamıyorum, hepsi kaçtılar, hepsi saklandılar, korkaklar.

Yokuş aşağı giden yüklü bir kamyon gibiyiz!

Freni boşaldı boşalacak!

Şoför uykusuz, muavin uyku sersemi!

Üstelik kafadan kontak!

Emin
01-06-2016, 23:08
Taa 13.11.2014 tarihindeki yazımda: “İyisi mi ben, bir gün öncesinden başlayayım anlatmaya” demiş ve öyle kalmışım.

Zahar o an anlatacaklarım o kadar çokmuş ki yorulmuşum yazmaktan, okuyanı da yormamak için mola vermişim.

Yazımın altından, üstünden, yanından hatta içinden o kadar çok gıcık verici, gıcık edici olaylarla dolu zaman geçtiği için insicamım allak bullak durumda.

Bu allak bullaklığıma rağmen yine de söz verdiğim üzere yazarak anlatmaya gayret edeceğim.

****

Yarın sabah löbete gidecektim, günler öncesinden löbet sırasının bize geldiğini biliyordum. (“Löbeti” yanlış yazmıyorum bizim oralarda “nöbete” löbet denirdi.)

Davarı olan mahalleli, kış çıktıktan sonra işin gücün bastırmasından olsa gerek, bir de herkes hemen hemen aynı mıntıkalarda ayrı ayrı koyun-kuzu otlatıp avare olacaklarına kendi aralarında davar löbetini icat etmişler…

Ancak bu löbet listesini kim çekip çevirir, hangi gün kim löbete gider, buna mahallede hangi akıllı kişi karar verirdi, o zaman da bilmiyordum şimdi de bilmiyorum.

Haa, bilsem ne olur, bilmesem ne olur o da ayrı mesele olsa da nöbet çizelgesini düzgün ve adaletli bir biçimde yürütmek her babayiğidin harcı olmadığını bildiğim için şuan takıldı kafama.

Mesela şöyle bir soruya gark olabilir insan: Kimisinin koyunu ve keçisi diğerlerinden çok çok fazlaydı, fazla olan çok mu sık nöbete giderdi?

Onu da bilmiyorum ama bizim o sıralar hepi topu altı tane koyunumuz vardı.

Sanki bizim de yazıda yabanda işlerimiz varmış gibi bu altı koyunu löbete katmak kafamı kurcalıyordu, altı koyun yüzünden yüzlerce koyunu otlatmaya götürmek bana akıllıca ve adil gelmiyordu ya, yine de iyi ki bu löbet işi vardı, yoksa ben her Allahın günü bu altı koyunu bir yerlerde sabahtan hava kararana kadar otlatmam gerekecek, o zaman da Şığali’nin (Şıh Ali) torunu Ruhi ve Nurullah’la, onların evinin önündeki iki dut ağacının dalları arasına uzattığımız sırığı file niyetine kullanıp, naylon topla voleybol veya Büyük Çayır’a gidip mahalleler arası futbol maçı yapmaktan mahrum kalacaktım.
Kaç günde bir bu löbet sırası bize gelirdi hatırlamıyorum ama yarın löbet sırasının bizde olduğunu annem döne döne söylediği için birkaç gün öncesinden biliyordum.

Neticede sabah löbete ben gidecektim.

Gün ağarmadan uyandırılmış, azık çığını belime sarılmıştı.

Koyunlarımızı iki göz evimizin altındaki ahırdan çıkarıp davarların toplanacağı yere götürdüğümde güneş göğü vişneçürüğünden pembeleştirmeye çalışıyordu.

Komşuların çoğu koyunlarını toplanma yeri olan Makuf'un Dağı'nın dibine getirmişlerdi.

Ancak davarlarını sürüye katmayan bir kaç kişi kalmıştı. Onların da ama kendileri ama çocuklarıyla sürüye katmak için gönderdikleri davarlarını bulunduğum yere getirmesiyle hiç acele etmeden dağın eteğinde gide gele keçi yolu haline gelmiş yerlerden sürüyü otlata otlata geçirerek dağlarla, taşlarla baş başa kalmıştım.

Bahar çoktan bitmiş.

Yaz da yazlığını yapmaya başlamıştı ama henüz otları tam sarartamaya gücü yetmemişti.

Otlarda sararma yoktu ancak görünürde dağın taşın kendi rengi dışında yeşile çalan şeyler de yok denecek kadar da azdı.

Baharda bu dağlara baktığımda az da olsa yeşile çalan bir renk görürken şimdilerde o renk kahve örneğine çalıyordu. (Annem kahverengine "kahve örneği" derdi.)

Hayvanların o taşların arasında neyi bulup, neyle karınlarını dımbılik olacak kadar şişirdiklerine şaşmak lazım.

Ki, ben de zaten şaşıyordum.

Kesin saymışımdır, kimden ne kadar davar geldiğini ama şimdi hatırlamam imkânsız; sanırım iki yüz civarında koyun vardı güttüğüm.

Bunların on, on beş kadarı da sürüyü allak bullak eden, dur durak bilmeyen keçilerdi.

Kızıyordum bunlara ama bazen büyük taşların, kayaların üzerine çıkıp bir poz verişleri vardı ki, bağırarak, ıslık çalarak, söverek, sırf gürültü olsun diye benim bile anlamadığım sesler çıkararak en sonunda taş atıp aşağıya indirdiğim anlarda bile onlara hükmetmiş olmanın gururunu yaşamıyordum, için için aynı yaramazlıkları tekrar yapmalarını bekliyordum.

Ne zaman bu ağzı otta, gözü oynaşta olan keçiler aklıma düşse yüzümdeki kaslar gevşiyor ve birincisi, “ağaca çıkan keçinin dala bakan oğlağı olur,” ikincisi, “keçiye rakı içirmişler, kurdun inini sormuş” üçüncüsü “keçinin uyuzu gözenin üst başından su içer” atasözlerinin de yardımıyla içime ılık ılık bir gülümseme yayılır.

Keçiler hakikaten özel yaratıklardır. Elbette her canlı nevi şahsına münhasırdır ama keçiler bana göre biraz daha münhasırdır.

Bazen sürü tam da benim istediğim gibi başlarını yerden kaldırmadan keçiler de dahil toplu olarak aynı yerde uzun süre durup, otluyorlardı. Böyle durumlarda eğer yemeğim hala belimdeyse sırtımı değil, yanımı; yok eğer belimdekini karnıma aktarmışsam sırtımı bir kayanın daldasına yaslayıp dinlenirdim.

Sadece o gün değil, ne zaman taşa yaslansam hemen aklıma şu türkü gelir, bazen mırıldanarak bazen yüksek sesle söylerim:

“Taşa verdim yanımı, Toprak emdi kanımı, Azrail’e can vermezdim, Canan aldı, canımı. Oy dağlar, oy dağlar sümbüllü bağlar oy.”

O gün bu türküyü söylerken tam bakış hizamda, Karadağ’ın eteğindeki “Sümbül Bağı” denilen yer vardı.

Sümbül Bağlı Mevlit çok sıkı fıkı olmamakla birlikte arkadaşımdı ve amcası bir ağaca urgan bağlayarak kendini asmıştı.

Dolayısıyla hem sırtımı ”taşa vermiş” olarak bu türküye başlayıp “oy dağlar, sümbüllü bağlar” diye türkünün nakaratını söylerken sümbül bağına kafayı takmamak olmazdı.

E ben de kafayı takmış ve türkünün hikayesinin bu bağlarda, bu taşlarda, bu dağlarda yaşandığını düşünerek sanki daha yanık, daha yürekten, daha hissederek detone metone olmayı umursamayarak döne döne, başa sararak önümdeki koyun ve keçilere söyleyip durdum.

Daha sonraları bu türkünün sözlerindeki hikâyeyi büyükanneme sorduğumda bana Harput tarafında geçen bir olayı anlatmıştı.

Anlattığı:

“Elez’de bi oğlan bi gıza gönül veri. Sığ sığ gızın evinin önünden gidip, geli. Heralım gızın başka bi sevdiği olduğundan bu oğlana heç üz vermi. Gel zaman get zaman bu işin goğusu çığı. Mahlenin diline düşi. Gızın gardaşları gızı bi kinara çeki, bu oğlanla aralarında bi şe olup olmadığını sori. Gız yemin gasem veri, “heç gonuşmuşluğum yoğ” diyi. Bunun üzerine gardaşları sağlani ve oğlan bi ağşam üstü gine evin önünden geçerken yağaliler bunu, başliler döğmeğe. Oyanı buyanı derken oğlan ellerinden kurtuli, kaçi. Kaçi ama bu arada sağ yanından bıçağı yiyi. Yarası derin olmadığından kaçabili. Gızın gardaşları epey eselese de tutami. Garanlığ bastığından oğlan bi daşın dibine sağlani, bulamiler. Gan gaybından orda öli. Arğasından bu türkü söleni, işte!”

“Elazığ’da bir oğlan bir kıza gönül veriyor. Sık sık kızın evinin önünden gidip, geliyor. Herhalde kızın başka bir sevdiği olduğundan bu oğlana hiç yüz vermiyor. Gel zaman git zaman bu işin koksu çıkıyor. Mahallenin diline düşüyor. Kızın kardeşleri kızı bir kenara çekiyor, bu oğlanla aralarında bir şey olup olmadığını soruyorlar. Kız yemin ederek, “hiç konuşmuşluğum yok” diyor. Bunun üzerine kardeşleri saklanıyor ve oğlan bir akşamüstü yine evin önünden geçerken yakalıyorlar bunu, başlıyorlar dövmeye. Oyanı buyanı derken oğlan ellerinden kurtulup, kaçıyor. Kaçıyor ama bu arada sağ yanından bıçaklanıyor. Yarası derin olmadığından kaçabiliyor. Kızın kardeşleri epey kovalasa da tutamıyorlar. Karanlık bastırdığından oğlan bir taşın dibine saklanıyor, bulamıyorlar. Kan kaybından orada ölüyor. Arkasından bu türkü söyleniyor, işte!”

Sonraları bu türkünün Erzincan yöresine ait olduğunu öğrendiğim de Büyükannemin iyi üfürdüğünü anlamış ve biraz bozulmuştum ama hakikaten yaşanmamış olsa bile böyle bir olayı türkünün sözlerine bu kadar güzel nasıl bağlayabildiğine de imrenmiştim.

Neyse, bildiğim türküleri döne döne söylemem koyunların umurunda olmadığından, beni de benden başka dinleyen olmadığından usanmıştım.

Gün bu kadar mı uzun olur? Ne zaman akşam olacaktı?

Önümdeki yazılara, tarlalara, dere boyu taa Şebşebik'in sonuna kadar olan kavak yeşili, söğüt yeşili, çınar yeşili, dut yeşili, iğde yeşili velhasıl-ı yeşilin tüm tonlarına bakıp, zamanın geçmesini beklemek eziyete dönmüştü.

Güneşten sakınarak kayaların daldasında uzunca bir süre oturduğumda mayışmaya sonrasında da uyku yetersizliğinden tapiklemeye (şekerlemeye) başladım, göz kapaklarım kapanıyor, kafam hızla önüme ya da meylim nereyeyse o yana düşüyordu. Düşüşün etkisiyle olsa gerek hemen irkilip kendime geliyordum. Sürüye bir hal olur, koyunlar alır başını her biri bir yana dağılır, kurt murt dalar endişesiyle uykum kendiliğinden geldiği gibi kendiliğinden de kaçıyordu.

Mutlaka bir şeyleri düşünüp, aklımdan çok şeyler de geçirmişimdir ama insan kırk sene sonra Makuf'un Dağı'ndan aşağılara doğru Keban Barajının bulanık mavisine, Elazığ tarafındaki Karadağ'a ve bu dağın sudaki yansımasına, gölün ortasında kalan Pertek Kalesine bakarken neler düşündüğünü nasıl hatırlasın.
Acaba neyi düşünürmüşüm şimdi çok merak ediyorum.

Ama o zaman esas merakım şuydu: Bu dağa her çıkışımda içten içe cevabını bilmediğim halde kendime sorardım, bu Makuf kimdi? Başka hiç bir yerde Makuf diye bir isim duymamıştım.

Delinin, mecnunun biri bu dağa sığınmış dağa kendi adını vermiş olabilir desem, bu dağın sığınılacak bir yeri de yok. Dağ demeye şahit lazım tam dağ da değil, tepeden büyük o kadar. Ancak bu tepenin manzarasına ise diyecek bir şey yok.

Bir dağ nasıl bir adamın olurdu?

Zengin birisi olsa ne doğru dürüst yeri, ne bir meşesi ne bir alıç ağacı hatta çalısı bile olmayan, kuru taştan başka bir boku olmayan bu dağı niye sahiplensin?

Nasıl biriydi bu Makuf?

Dağa ismini verdirecek kadar ne özelliği vardı?

Sadece dağa da değil dağın önündeki azıcık düzlüğü olan bir yerde etrafı böğürtlen ve karaçalılarla çevrili, suyu ise Kayaballı mahallesinden gelen bir göl vardı ki, ilk yüzmeyi öğrenme denemelerimi bu dibi çamurlu gölde yapmıştım, bunun adı da “Makuf’un Gölü”ydü.

Bu dağa taştan başka bir şeyi yok diyerek haksızlık etmeyeyim incinir. Çünkü dağın doğusunda yani gölün bulunduğu tarafta kökleri kayaların arasındaki çatlaklarda olan dip dibe çıkmış üç beş kök garip ve bodur, ağaçla çalı karışımı incirler vardı.

Çok da lezzetli küçücük meyveleri olurdu, özellikle onun siyahla mor karışımı kabuğu olan incirini yemek için göle yüzmeye gittiğim zamanların dışında da üşenmeden ziyaretine gitmişliğim çoktur.

Benden çok önceleri de ziyaretine gelenler varmış demek ki, incir köklerinin saklı olduğu bu kayaların üzerine dikkatle bakıldığında yanmış, bitmiş, kararmış mum izleriyle birlikte incirin ve yanındaki çalımsı derdoğan ağacının dallarında bağlanmış çaput parçaları da görülürdü.

Şu kadar sene sonra bile bu dağın ismi niye Makuf’du acaba diye merak ediyorum.

Kimdi bu Makuf?


-Bu da numarasız 2-

ar_de_
02-06-2016, 13:48
sevgili Emin nihayet ... :) hakikaten kim bu Makuf ? anılardan gelen hoş bir "arkası yarın" yazısı . umarım devamı için çok beklemeyiz . teşekkürler :)

Emin
25-03-2017, 17:33
Özdemir İnce'nin okuduğum bir yazısında şöyle bir cümleyle karşılaşmıştım:

"Hiçbir sözcük masum ve sorumsuz değil."

Başka bir yazısında da:

"Dil ve sözcükler tekin değildir. Hiç ummadığınız zaman pişmiş aşa su katarlar."

Uzunca bir süredir hiçbir şey yazmıyorum daha doğrusu yazdıklarımı tamamlayamadan bırakıyorum.

Dolayısıyla buraya da bir şey yazmadım, aylardır.

O aralar bir şey oluyor, gündem değişiyor, düşüncelerim bulanıklaşıyor.

İşte o bir şeyler oluyor dediğim anlarda hayat üzerime üzerime geliyor.

Göz göze geldiğimizde hayatın bana şaşı baktığını görüyor ve ben de sırf ona öyle pürdikkat bakarak kötü bir şey yaptığımı düşünerek gerçek suçlu benmişim gibi bakışlarımı biran evvel başka yerlere kaçırmanın yollarını arıyorum ve buluyorum bulmasına da ama onun yine de şaşı bakmaya devam ettiğini aklımdan çıkaramıyorum.

Allahtan rızkımı yazı yazarak kazanmıyorum yoksa açlıktan nefesim kokardı.

Eğer bir yerlere yazı yazarak geçimimi sağlayan biri olsaydım ya ıkınarak yazılmış leş kokan nefsi müdafaa yazıları yazar yahut hele ki bu dönemde zülfüyâra dokunmamak için kim bilir nasıl kıvırma payı bol olan yazılarla baş başa olurdum.

Gidişatımız yüreğimi daraltıyor desem yeridir.

Ve bir başkasının daralan yüreğime dışarıdan üstünkörü bakıp, öyle sanki kendi kendine, kendiliğinden daralmış gibi görmesi ihtimaline karşılık, onun hangi hoyrat eller tarafından sıkıldığını tane tane üşenmeden bırakın başkasına söylemeyi, kendime bile yani sıkılan yüreğime bile işte seni bunlar bunlar sıkıyor demeyi, ona yapacağım ikinci bir eziyet sayıyorum.

Belki de böyle yaptığım için canım çok uzun süredir sıkkın.

Öylesine uzun bir süre ki taa 3 Kasım 2002 tarihinden itibaren her geçen gün damla damla dolmuş, taşmış sonra yeniden dolmaya başlamış, tekrar taşmış yeniden dolmuş, boşa da damlamış, doluya da damlamış, manalı manasız damlamalarla, anlamlı anlamsız taşmalarla, gerekli gereksiz bulanmalarla ama hiç durulmalara denk gelemeden asla ninni yerine sayılmayan şıp şıp şıp, tıp tıp tıp gibi tekrar eden sinir bozucu sesini benden başkasının duyamadığı yamyaş bir sıkkınlık.

Üstelik bu yazıyı okuyacaklara bu durumumu bir türlü anlatamamanın verdiği bezginlik de cabası.

Emin
11-04-2017, 18:19
Sekiz kişilik işyeri yemek masasından karnı doyanlar yerlerinden kalkmış olmalılar demek ki Fatma Hanımın "Emin abi yemek" diyen sesini duydum ve aheste aheste kapısı açık odamdan yemekhaneye doğru yöneldim.

Yemek'te kemikli etle pişirilmiş patates, pirinç pilavı, yoğurt ve nar ekişi bol olduğundan sos yerine kola dökülmüşmüş gibi suyu kararmış salata vardı.

Yaşlanınca dildeki tat alma duyuları azaldığından mıdır yoksa çay ve sigaranın dile yapışan pasından mıdır, nedir yemekten az da olsa lezzet alabilmek için cin biberi gibi şeyleri de sofrada görmek istiyorum ve bunu bilen Fatma hanım cam bir kapaklı kapta bir avuçluk biber bulunduruyor.

Cin biberlerinden birkaç tane tabağımın yanına koyup kimseye afiyet olsun gibisinden bir şey bile demeden masaya oturdum.

Özellikle patatesli yemeklerin içindeyse kemikli etten pek hazzetmem.

Böyle yemeklere denk geldiğim zaman taa 1982 yılında İzmir Fuarı Akasyalar Gazinosunda komilik yaptığım günler gelir aklıma, o günlere giderim.

Çalışanlar için pişirilen genellikle nohut, patates ve kuru fasulye ağırlıklı yemekler hep parça kemikli etlerle yapılırdı.

Nasıl doğranmışsa bu kemikler, hem kıymığı bol hem de eti az ve sinirli, damarlı şeylerdi. Önce şefler, sonra garsonlar en sonunda komiler yemek yemeğe giderdik.

Tencerelerin dibine çökmüş kemik parçaları da nasıl oluyorsa hep benim tabağıma, benim kısmetime düşerdi. Aman benimki etsiz olsun desem de aşçıya o küçük kıymıklar yağlı salçalı suya saklanarak ya da patatesin içine gizlenerek gene gelirdi.

Pür dikkat yemeğimi yerken bir yandan da kaplamam sökülmüş ve altındaki dişi çektirmişim daha ağrısı bile tam geçmemiş, yarası kapanmamış o yüzden sağ tarafımla çiğniyorum, dilime hükmetmeye çalışarak sol tarafa yemeklerin gitmesini önlemeye çalışıyorum.

Bunu niye anlatıyorum, zaten fiziksel olarak ağzım bozuk demeye çalışıyorum.

Masada gergin bir suskunluk var, hemen yanımda Ahmet, onun yanında Rahman, karşısında Ahmet, Ahmet'in yanında Yavuz, onun yanında Fatih var, masanın en başında tencerelerin yanında da Fatma Hanım oturuyor. Şirketin sahibi Mehmet Bey ise sofradan yeni kalkmış, kendine bir çay almış sigara yakmaya çalışırken gezeliyor ve yemekhanenin bir içine bir dışına çıkıyor.

Son birkaç aydır yemekhanedeki televizyon açıksa ve siyaset varsa edepsizlik yapıp, değiştirin şu kanalları, zaten iki lokma bir şey yiyeceğiz ağzımızdan burnumuzdan gelmesin gibisinden kısa, gergin ve aynı zamanda ricalı buyurgan lafı ortaya söylüyorum. Kimse üzerine alınmıyor ya da hepsi üzerine alındığı için kumanda kimin yanındaysa o bu durumdan görev çıkararak kanalı değiştiriyor yahut televizyonu kapatıyor.

Ben yemekhaneye girdiğimde televizyon açıktı ve muhtemelen a haber kanalında birileri konuşuyordu ki Fatma hanım kanalı değiştirdi, her zaman kadın programlarına geçerdi ama bu sefer belki de yanlışlıkla TRT Belgesel kanalına geçti.

Benden önce konuşulmuş, yorumlanmış olmalı ama dediğim gibi ben içeri girdiğimde tabaklara çarpan çatal kaşık sesinden başka bir ses yoktu.

Yemeğimin dörtte birini anca yemiştim ki tabağını bitirmek üzere olan Ahmet esasında doğrudan bana ama görünürde ise boşalan tabağına doğru "Kılıçtaroğlu yalan söylüyor" diye kısa temiz ve sinsi bir cümle kurdu.

Bu cümlenin öncesi var mıydı, ben orada değilken bir mevzu vardı da onun devamı mıydı yoksa bu cümle ile başlayıp devamı gelecek başka cümleler olacak mıydı, bekliyordum, kemikli etleri patateslerden uzaklaştırmaya çalışırken.

Kimseden herhangi bir yorum gelmedi. Oradaki hiç kimseden asla karşı bir laf gelmezdi ama hayret, tasdik eden de çıkmamıştı, derken arka tarafımdan "Bunlar bizi denize dökecekler" diyen şirket sahibi Mehmet Beyin sesi geldi.

Bu lafı der demez de ağır adımlarla yemekhanenin kapısına yöneldi.

Dilimi, yemeklerin sol tarafıma gitmemesi için çabalaması işinden vazgeçirerek yeteri kadar yumuşattığım yiyecekleri yuttum. Dönüp arkama bakmadım ama biliyordum ki Mehmet Bey yemekhanenin kapısının yanında dineliyor, hem ona hem de Ahmet'e ve aynı zamanda oradaki herkese dilim döndüğünce ve sinirim elverdiği ölçüde:

Haa tamam, ne güzel buldunuz aklınızca bir açık, gene mağdur oldunuz.

Ulan Ahmet hiç adamına toz kondurmuyorsun gene, bak az önce dedi ki: Ben ne aldatan oldum ne aldatılan" duydun mu? Daha yeni dedi, az önce yani. Muhtarlara osuruk basıyordu.

Sence doğru söylüyor değil mi?

Niye susuyorsun doğru mu söylüyor, yalan mı?

Halbuki bu kulak ondan bizi aldattılar anlamında bir sürü söz işitti.

Rabbim ve milletim yani milletim derken sana diyor Ahmet, beni Ahmet affetsin diyor.

Ya o zaman yalan söylüyordu ya şimdi. İkisi de doğru olamaz de mi Ahmet?

Utanmadan, yüzünüz kızarmadan başyüceniz gibi takmışsınız kafayı Kılıçtar'a.

Sizi anlayamadım ben. Çözemedim bir türlü.

Yalan söyleyeni neden seversiniz, bölücüyü niye seversiniz, hırsızı, rüşvetçiyi böyle gözü kapalı sevmenizin nedeni nedir?

Ağzımdan burnumdan getirdiniz yemeği. Bak elim titriyor sinirimden, benim inadıma mı konuşuyorsunuz?

Nasıl Müslümansınız siz ya, ne vicdan varmış sizde. Paslanmış vicdanınız, körelmiş. Gerçekleri, doğruları neden görmezden geliyorsunuz.

İçine ettiğimin vatanı bir tek benim vatanım değil, sizin de vatanınız. Bir tek ben mi sevmek zorundayım, sinirlerim altüst oluyor.

Hepinizin gözünün önüne perde çekilmiş sanki, tül perde de değil, kalın perde, ne perdesi gözünüze tayyip kataraktı inmiş.

Etin kemiği vardı ama o sözleri eden dilimin kemiği yoktu. Bir yandan titreyen elimle zapt edemediğim çatalla patatesi tabağın orasına burasına iteklerken diğer yandan da arka arkaya söylediğim laflardan sonra acaba hangi cümlenin sonunda yemeği bırakıp orayı terk etmem gerektiğini düşünürken Fatma
Hanım söze girdi:

"Emin abi bir şey sorabilir miyim?"

"Hayır sorma" dedim, terbiyesiz ve azarlayan bir ses tonuyla. Böyle der demez yüzüme kan bastı utandım ama söylemiş oldum bir defa.

"Kötü bir şey değil, soracağım, neden sen de bizim gibi sakin sakin konuşmuyorsun, bak elin titriyor?"

"Elimde değil, sizler gibi sakin ve gamsız olamıyorum" derken ayağa kalkmıştım bile. O sırada içeriye Hasan giriyordu.

"Aha bir katıksız tayyipçi daha geldi" diyerek muhtemelen Hasan'ın "Gene n'oldu bu adam dellenmiş" diyen düşüncelerinin içinden geçip dışarı çıktım.

Lavaboya gidip ağzımı çalkaladım ama titremelerim geçmemişti, gelmişken bir de içeceğim çaya yer açmak istedim ve titreyen elle prostatlı bir adam gibi çişimi yapıp odaya döndüm.

Çayla birlikte sigaramı içerken düşündüm durdum. Elbette bu gidişe "hayır" diyecek olanların sayısının çok yüksek olması arzulanır hatta "Evet"in yüzde yirmileri geçmesi bu ülke için utanç vericidir ama sonuç ne olursa olsun, evet de çıksa hayır da çıksa sürüklendiğimiz süreç hiç hoş değil.

Durumu beğenmeyen Neyzen'in dediği gibi ben de gidişatımızın arıtma tesislerine doğru değil, doğrudan foseptik olduğunu düşünüyorum, karamsarım.

Şahid - i şevk - u safa etmez teveccüh bizlere,
Yaver - i bahtı ezelde gırtlağından boğmuşuz,
Safha - i mazi mülevves, hal bok, ati kenef,
Mader - i hürriyetin guya götünden doğmuşuz. /Neyzen Tevfik

Emin
18-12-2017, 14:26
Beni görmüyorlardı.

İrice bir dut ağacının arkasındaydım.

Titrememi saymazsam, çıtımı çıkarmadan onları dinliyordum.

Azrail'in ne giydiğini, nasıl göründüğünü o güne kadar görmüş değildim ama sanki öncesini görmüşüm gibi bugün çok farklı giyindiğini ve de bizim gibi göründüğünü hem de o kadar müşfik, sevecen ve hatta onun şanına yakışmayacak bir şekilde hoşgörülü, dedecan bir görünümün içinde oluşu beni hayretler içine sokmuştu.

Zaten Azrail'i önceden görmüş olmam imkânsız.

Sadece çocukluğumda okuduğum şeylerden aklımda bir şeyler kalmış.

Onun genellikle kapkara bir kullikli farace yani külahlı pardösümsü bir şey, uzaktan bakınca bir nevi balıkçıların giydiği yağmurluğa benzeyen örtünün içinde, elinde tırpanla dolaşan ve yüzü görülmeyen bir adam gibi düşünmüşümdür.

İşte böyle düşündüğümden olsa gerek, onu şimdi senin benim gibi giyinen yaşını başını almış ama oldukça dinç, insanın eğilip elini vermese bile ısrarla öpmek isteyeceği bir dede adam gibi görünce şaşırmamak elde olmayacağından ben de şaşırmıştım.

Sanırım benim dutun arkasında olduğumu o da sezmişti ama bana sezdirmemeye çalışan bakışlarla ara sıra öylesine etrafa boş gözlerle bakıyormuş gibi yapıyordu.

Benim hesapta kitapta olmadan orada oluşumdan onun çok rahatsız olduğunu söylemek manasız olur ama ben öylesine korkmuştum ki bacaklarım dut yaprağı gibi tir tir titriyordu. Esasında dut yaprakları kendiliğinden titremiyordu, kolay değil, şimdiye kadar öyle herkesin göremeyeceği birini görmüşüm, bacaklarım ne yapsın, sallanan gövdemi ayakta tutabilmek için duta yaslanınca dut ağacı da silkeleniyormuş gibi olmuş dolayısıyla koca ağaç dalıyla yaprağıyla titrer olmuştu.

Peki, ben az ilerimde oturan iki kişiden biri olan, o dede adamın Azrail olduğunu şıppadanak nasıl anlamıştım bilmiyorum. Herhalde" abdala ayan olur" cinsinden bir şey.

Bilmediğim diğer şeyler ise; o bahçede ne işim vardı, oraya niye gidiyordum yahut gitmiştim ve Azrail'in yanındaki o genci yani Osman'ı nereden tanıyordum?

Diyeceğim o ki, bir sürü garip ve bilinmeyen şey var, bu anlatacaklarımda.

Tabi sonuna kadar anlatabilirsem, eğer.

Emin
12-01-2018, 15:32
Sanki Ecel meleği değilmiş gibi hiç acele etmeden "Osman, senin canını almaya geldim, var mı benden bir isteğin" dedi.

Belki tam böyle dememiştir, ben korku titremesi içinde öyle dediğini yada oturduğu yerden kıçını kaydırarak iyice yanına varıp elini Osman'ın omuzun hafifçe vurduktan sonraki oturuş biçimlerinden öyle demesi gerektiğini, başka bir cümle kurmasının olayların akışına uygun olmayacağını düşündüğümden buna benzer bir sohbet cümlesi kurduğunu duyumsamışımdır.

Bu zamansız teklif karşısında Osman'ın boğazı kurumuş, o kurumuş boğazın boğumlarından çıkan sözleri de diline damağına çarpa çarpa sendelediğinden kekeme gibi cevap vermiş olmalı.

Yüzüne karşı demese bile içinden "Azrail abi, Ecel amca, Melek dayı" ya da başka bir giriş kelimesiyle "etme eyleme, bu yaşımda hangi ölümden bahsediyorsun, ne ölümü" demiştir. Demesi gerekir.

Meleğin böyle bir karşılığı veya içinden geçirdiği sözleri anlamaması mümkün değil. Osman'ı ikna etmek için "Eninde sonunda bu kötülük (yada iyilik) olacak. Ecelden kaçıp kurtulan yok. Hazır buraya gelmişken eli boş dönmek bana uygun gözükmüyor, istiyorum ki sen de benim gibi istekli olasın" anlamına gelecek sözler etmiş olmalı.

Osman'ın canını teslim etmemek için itiraz etmesi ve bu itirazları yüzündeki acıklı ifadeden anladığım kadarıyla yalvarış içinde söylemesinden dolayı süngüsü düşmüş Azrail'in o arada bana yöneleceğini düşünmeye başlamıştım.

Osman "git" dedikçe, vicdanı sızlayan Melek, "Tamam gideyim ama söyle, peki ne zaman geleyim" dermiş gibi bakıyordu.

Adeta bir pazarlık içine dalmak üzereydiler.

"Bırak, bu gençliğimi hele bir yaşayayım..." demiş ve cümlesinin sonunun biçimsiz bir yerde düğümleneceğini anlayarak susmuş olmalı.

Azrail baltasını taşa vurmak istemiyor, takındığı o müşfik ve hoşgörülü tavrını sürdürürünce de Osman'ın korkusu yüreğinden uzaklaşıyor, korkunun boşalttığı yerlere ise güven duygusu hızla doluşuyordu.

Osman'ınki kadar olmasa da benim de korkularım azalmaya başlamıştı ancak bu pazarlık işinin nereye kadar süreceğini ve nasıl biteceğini daha çok merak etmeye başlamıştım.

Korkum nispeten azalsa da titremelerim geçmemişti. Ayrıca konuşmalarını kendimce uydurmaktan da usanmıştım. Ne yapacağımı bilemez bir halde göğsüm sık sık şişiyor, kalbim de öyle çarparak kan pompalıyordu ki kafama gelen kanlar anlımdan geçerken sımsıcak olmuştu. Elimi anlıma attığım zaman avuçlarıma ılık sular yapışıyordu.

Dediğim gibi konuşmalarını kulaklarımla duyamıyordum, bazen dudak okumasını bilmememe rağmen şakır şakır dudak okuyor, bazen çatılan kaşlara, kafa, omuz hareketlerine, buruşturulan suratlara mana yükleyerek aralarındaki pazarlık sohbetini izlemeye çalışıyordum.

Nasıl olduysa artık dut ağacının arkasından aniden açığa çıkmıştım. Sanki ben yerimdeydim ama dut ağacı benden sıkılmış dalını, yaprağını toplamış kökünü az öteye kaydırmıştı.

Olduğum yerde kök salmış gibiydim.

Hem Osman: "Gel gel" dercesine hem de Azrail: "Gel Emin, sen de gel" bakışları ile yanlarına çağırdılar, beni.

ar_de_
12-01-2018, 22:01
"diyeceğim o ki bir sürü garip garip ve bilinmeyen birşey var, bu anlatacaklarımda." demişsin . merakla bekliyoruz devamını . yazılarını özlemişiz. teşekkürler :)

Emin
27-07-2018, 19:05
"Hem Osman: "Gel gel" dercesine hem de Azrail: "Gel Emin, sen de gel" bakışları ile yanlarına çağırdılar, beni" demiştim...

***

Vardım, herhangi bir şey demeden hatta selam bile vermeden yanlarına çömeldim.

Beş altı yıllık bir ceviz ağacının dibinde oturuyorlardı. Ceviz ağacının gövdesi çok gürbüzdü. Yaprakları da öyle sağlıklıydı ki anlatamam. Oysa ben Azrail'in yanına gitmiştim ama dikkatim ceviz ağacındaydı.

Hiç birimiz konuşmuyorduk.

Bizim sessiz bıraktığımız boşluğa çok hafif yaprak hışırtılarının sesi dolmuştu. Sadece çok ötemizde belirsiz aralıklarla öten bir kaç kuş sesi sessizliğin bir tarafından girip öbür tarafından çıkıyordu, o kadar.

Selam vermemiştim ama yine de benim bir şeyler söylemem gerektiğini düşünerek bir yerlerden onların sohbetinin içine dalsam daha iyi olacak diye düşündüğümden ürkekçe ve oldukça da sakin şöyle dedim:

"Bu dünya ile işi bitenlerin mi canını alıyorsun yoksa başka nedenler de var mı?"

Sorduğum o saçma sorunun yanıtı gelseydi ne değişecekti ki? Vereceği cevap umurumda değildi, öylesine, laf olsun torba dolsun cinsindendi, sorduğum soru.

Beni iplemedi mi, sorumu mu salakça buldu yoksa başka bir şey oldu da ben mi anlamadım, yüzüme baktı; bakar bakmaz hızlıca yüzünü benden kaçırdı.

Hani kalıp bir söz vardır; "söz ağızdan çıkana kadar senin esirindir, çıktıktan sonra sen onun esirisin" cinsinden. İşte, sorduğum o sorunun cevabı gelmeyince esir düşmüşçesine panikledim.

Kendimde kusur aramaya başladım. Niye böyle bir soru sordum diye boz bulanık ve köpüklü düşüncesizliklere daldım.

Düşüncesizlik diye bir şey var mı?
Var, aklından peşine takılacağın hiç bir fikir kırıntısı geçmiyor.

Bu durum, Ölüm Meleğinin yüzüme bir kez daha baktığı anda savruldu, geçti.

Bu bakış sonrası yavaş yavaş gevşiyor, rahatlıyor ve kendime olan güvenim yerine geliyordu.

Garip bir süreçti. Bir bakışıyla içim daralmış, ikinci bakışıyla narkozdan çıkmış gibi olmuştum.

Yüzünü benden çekmeden ifade alan bir soruşturma savcısı edasıyla ikinci sorumu yapıştırdım:

"Hazreti Musa senin hangi gözünü çıkarmıştı?

Bu soru benim son şansımdı sanki. Kurşunları bitmiş süngüsüz tüfek gibiydim.

Kırdığım potların farkındaydım.

Birinci potum: Selam vermeden yanlarına varışım "elimde tüfek var" demekti.

İkincisi sorumla da mermisiz tüfekle "afakî dipçik vuruşu" yapmıştım ve denk getiremediğimden olsa gerek tüfekle birlikte ben de savrulmuştum.

Bu son sorumla "ufki dipçik vuruşunu" denemiş oldum.

Denk getirip getirmediğimi birazdan anlayacaktım ve eğer denk getirememişsem Azrail o tüfek dediğim şeyi ya yukarıdan yani ağzımdan burnumdan sokar bana yada aşağıdan.

Ağzımdan çıkan "Hangi gözünü çıkarmıştı" sözümün sesi cevizin dallarına, gövdesine, yapraklarına çarpıp çarpıp yankılanıyordu.

Azrail Dede'nin oturduğu yerden doğruluşunu gördüğüm anda tam bir teslimiyet haliyle gözlerimi kapadım.

Bekledim.

Kramp girmişti her yanıma.

Biraz daha bekledim.

Çığlığını içimde boğduğum acılı felç halimle bir süre daha bekledim.

GlennaApose
21-07-2020, 03:51
cleaning services (https://www.cleaning-master.com)
Service Cleaning Staten Island was created in 2012 with a clear task: to perform a highly professional cleaning services in friendly manner that is not only which not just delights and satisfies all ours client! With deep cleaning, our employees cleansing elements refrigerator in the house . Competent employees "Cleaning Service" always ready decide varied problem, associated with guidance order. You always can call in "Cleaning Service" - our employees to the conscience cope with the work of any volume. Our Created Cleaning the holding located give you any help and solve this a problem! Our firm we carry out cleaning services(MAIDS DOWNTOWN) exclusively by means of eco-means, they absolutely safe and not even litter environment atmosphere. This the specialized company Williamsburg presents large set service on cleaning, you left only to choose the right, appropriate to you type of cleaning, and contact to our company for professional help. In our the company hourly work employee. This a highly large cleaning , that will leave your family hearth spotless . Regardless on , moving you or not Clean Master can be there to help to bring your personal old or new house exemplary appearance.We have involved only qualified masters, having the required practical experience. CLEANING MASTER Bococa apply excellent, not harmful detergents and scouring materials, reliable, professional and high quality equipment.Our organization provides services for cleaning - professional (industrial) cleaning. Cleaning famous company Clinton Hill- carries out production activity on cleaning.

Waltersam
21-07-2020, 21:15
Комментарий одобрен

Ñлот в бонуÑÑ‹
рилимперор Ñкачать (https://meanders.ru/reelemperor.shtml)

HaydenHib
22-07-2020, 02:11
Ğ¡ĞµĞ³Ğ¾Ğ´Ğ½Ñ Ñмотрел Ñодержимое интернет, Ñлучайно к Ñвоему воÑторгу заметил полезный Ñайт. Вот глÑньте: через гидру (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ¼ĞµĞ½Ñ Ğ´Ğ°Ğ½Ğ½Ñ‹Ğ¹ реÑÑƒÑ€Ñ Ğ¾ĞºĞ°Ğ·Ğ°Ğ»ÑÑ Ğ²ĞµÑьма важным. Ğ’Ñего наилучшего!

HaydenHib
22-07-2020, 02:12
Минут деÑÑÑ‚ÑŒ мониторил материалы интернет, Ñлучайно к Ñвоему воÑторгу обнаружил интереÑный Ñайт. Вот Ñмотрите: даркнет официальный (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ½Ğ°Ñ Ñтот веб-Ñайт показалÑÑ Ğ²ĞµÑьма неплохим. Ğ’Ñех благ!

HaydenHib
22-07-2020, 02:12
Пол Ğ´Ğ½Ñ Ğ¿Ğ¾Ğ·Ğ½Ğ°Ğ²Ğ°Ğ» данные инета, и неожиданно к Ñвоему ÑƒĞ´Ğ¸Ğ²Ğ»ĞµĞ½Ğ¸Ñ ÑƒĞ²Ğ¸Ğ´ĞµĞ» прелеÑтный реÑурÑ. Вот глÑньте: гидра официальный (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ½Ğ°Ñ Ğ²Ñ‹ÑˆĞµÑƒĞºĞ°Ğ·Ğ°Ğ½Ğ½Ñ‹Ğ¹ реÑÑƒÑ€Ñ Ğ¾ĞºĞ°Ğ·Ğ°Ğ»ÑÑ Ğ¾Ñ‡ĞµĞ½ÑŒ привлекательным. Хорошего днÑ!

HaydenHib
22-07-2020, 02:13
Прошлой Ğ½Ğ¾Ñ‡ÑŒÑ Ñ€Ğ°Ğ·Ğ³Ğ»Ñдывал данные интернет, и неожиданно к Ñвоему воÑторгу открыл актуальный Ñайт. ПоÑмотрите: гидра покупки (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ½Ğ°Ñ Ğ´Ğ°Ğ½Ğ½Ñ‹Ğ¹ реÑÑƒÑ€Ñ Ğ¿Ğ¾ĞºĞ°Ğ·Ğ°Ğ»ÑÑ Ğ²ĞµÑьма привлекательным. Хорошего днÑ!

HaydenHib
22-07-2020, 02:14
Два чаÑĞ° назад Ñерфил данные интернет, и вдруг к Ñвоему воÑторгу обнаружил четкий реÑурÑ. Вот Ñмотрите: гидра официальный (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ¼ĞµĞ½Ñ Ñтот Ñайт оказал радоÑтное впечатление. До вÑтречи!

HaydenHib
22-07-2020, 02:14
Ğ’ÑÑ Ğ½Ğ¾Ñ‡ÑŒ познавал Ñодержание интернет, при Ñтом к Ñвоему воÑторгу увидел краÑивый реÑурÑ. Вот глÑньте: гидра покупки (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ½Ğ°Ñ Ğ´Ğ°Ğ½Ğ½Ñ‹Ğ¹ веб-Ñайт показалÑÑ Ğ´Ğ¾Ğ²Ğ¾Ğ»ÑŒĞ½Ğ¾ полезным. Ğ’Ñем пока!

HaydenHib
22-07-2020, 02:15
ĞĞ° прошлой неделе Ñерфил контент Ñети интернет, неожиданно к Ñвоему воÑторгу открыл замечательный веб-Ñайт. Вот Ñмотрите: гидра не работает (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ½Ğ°Ñ Ñтот вебÑайт ÑвилÑÑ Ğ¾Ñ‡ĞµĞ½ÑŒ оригинальным. Ğ’Ñего доброго!

HaydenHib
22-07-2020, 02:15
Утром разглÑдывал материалы Ñети, Ñлучайно к Ñвоему ÑƒĞ´Ğ¸Ğ²Ğ»ĞµĞ½Ğ¸Ñ Ğ·Ğ°Ğ¼ĞµÑ‚Ğ¸Ğ» познавательный Ñайт. Вот Ñмотрите: гидра официальный (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ¼ĞµĞ½Ñ Ğ²Ñ‹ÑˆĞµÑƒĞºĞ°Ğ·Ğ°Ğ½Ğ½Ñ‹Ğ¹ веб-Ñайт оказал хорошее впечатление. Ğ’Ñего наилучшего!

HaydenHib
22-07-2020, 02:16
Вчера разглÑдывал Ñодержание Ñети, неожиданно к Ñвоему ÑƒĞ´Ğ¸Ğ²Ğ»ĞµĞ½Ğ¸Ñ Ğ·Ğ°Ğ¼ĞµÑ‚Ğ¸Ğ» нужный реÑурÑ. ПоÑмотрите: гидра покупки (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ½Ğ°Ñ Ñтот веб-Ñайт ÑвилÑÑ Ğ´Ğ¾Ğ²Ğ¾Ğ»ÑŒĞ½Ğ¾ полезным. До ÑвиданиÑ!

HaydenHib
22-07-2020, 02:16
Ğ§Ğ°Ñ Ğ½Ğ°Ğ·Ğ°Ğ´ Ñмотрел материалы инета, и к Ñвоему воÑторгу открыл полезный реÑурÑ. Ğ“Ğ»Ñньте: гидра (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ¼Ğ¾Ğ¸Ñ… близких вышеуказанный реÑÑƒÑ€Ñ Ğ¾ĞºĞ°Ğ·Ğ°Ğ» незабываемое впечатление. До ÑвиданиÑ!

HaydenHib
22-07-2020, 02:17
Целый Ñ‡Ğ°Ñ Ñмотрел Ñодержание инет, и неожиданно к Ñвоему ÑƒĞ´Ğ¸Ğ²Ğ»ĞµĞ½Ğ¸Ñ ÑƒĞ²Ğ¸Ğ´ĞµĞ» актуальный реÑурÑ. ПоÑмотрите: hydra (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ¼Ğ¾Ğ¸Ñ… близких вышеуказанный вебÑайт оказалÑÑ Ğ´Ğ¾Ğ²Ğ¾Ğ»ÑŒĞ½Ğ¾ важным. Ğ£Ñпехов вÑем!

HaydenHib
22-07-2020, 02:17
Ğ’ÑÑ Ğ½Ğ¾Ñ‡ÑŒ оÑматривал контент Ñети интернет, Ñлучайно к Ñвоему воÑторгу увидел краÑивый реÑурÑ. Вот глÑньте: hydra (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ¼ĞµĞ½Ñ Ğ´Ğ°Ğ½Ğ½Ñ‹Ğ¹ вебÑайт оказал хорошее впечатление. До ÑвиданиÑ!

HaydenHib
22-07-2020, 02:18
ПолчаÑĞ° иÑÑледовал данные интернет, и к Ñвоему воÑторгу увидел полезный Ñайт. Вот Ñмотрите: гидра покупки (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ¼Ğ¾Ğ¸Ñ… близких данный веб-Ñайт произвел хорошее впечатление. До ÑвиданиÑ!

HaydenHib
22-07-2020, 02:18
Много оÑматривал данные Ñети, вдруг к Ñвоему ÑƒĞ´Ğ¸Ğ²Ğ»ĞµĞ½Ğ¸Ñ ÑƒĞ²Ğ¸Ğ´ĞµĞ» актуальный веб-Ñайт. Ğ¡Ñылка на него: гидра официальный (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ¼ĞµĞ½Ñ Ñтот Ñайт оказал хорошее впечатление. Ğ£Ñпехов вÑем!

HaydenHib
22-07-2020, 02:19
Ğ’ÑÑ Ğ½Ğ¾Ñ‡ÑŒ анализировал контент инета, вдруг к Ñвоему воÑторгу увидел неплохой веб-Ñайт. Рвот и он: гидра (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ¼Ğ¾Ğ¸Ñ… близких вышеуказанный Ñайт показалÑÑ Ğ¾Ñ‡ĞµĞ½ÑŒ неплохим. Ğ£Ñпехов вÑем!

HaydenHib
22-07-2020, 02:19
ĞеÑколько дней назад переÑматривал материалы инета, и вдруг к Ñвоему ÑƒĞ´Ğ¸Ğ²Ğ»ĞµĞ½Ğ¸Ñ Ğ¾Ñ‚ĞºÑ€Ñ‹Ğ» воÑхитительный реÑурÑ. Смотрите: гидра (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ½Ğ°Ñ Ğ²Ñ‹ÑˆĞµÑƒĞºĞ°Ğ·Ğ°Ğ½Ğ½Ñ‹Ğ¹ веб-Ñайт произвел радоÑтное впечатление. Удачи!

HaydenHib
22-07-2020, 02:20
Минут Ğ¿ÑÑ‚ÑŒ анализировал Ñодержимое инета, неожиданно к Ñвоему воÑторгу обнаружил хороший Ñайт. Вот глÑньте: даркнет официальный (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ½Ğ°Ñ Ñтот Ñайт показалÑÑ Ğ²ĞµÑьма важным. Ğ’Ñех благ!

HaydenHib
22-07-2020, 02:21
Много Ñмотрел Ñодержание Ñети интернет, неожиданно к Ñвоему ÑƒĞ´Ğ¸Ğ²Ğ»ĞµĞ½Ğ¸Ñ Ğ¾Ñ‚ĞºÑ€Ñ‹Ğ» поучительный вебÑайт. Вот: hydra (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ½Ğ°Ñ Ğ²Ñ‹ÑˆĞµÑƒĞºĞ°Ğ·Ğ°Ğ½Ğ½Ñ‹Ğ¹ веб-Ñайт оказалÑÑ Ğ²ĞµÑьма оригинальным. Хорошего днÑ!

HaydenHib
22-07-2020, 02:21
ĞеÑколько минут наблÑĞ´Ğ°Ğ» Ñодержание Ñети интернет, и вдруг к Ñвоему ÑƒĞ´Ğ¸Ğ²Ğ»ĞµĞ½Ğ¸Ñ ÑƒĞ²Ğ¸Ğ´ĞµĞ» крутой реÑурÑ. Смотрите: через гидру (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ½Ğ°Ñ Ñтот веб-Ñайт произвел незабываемое впечатление. Ğ’Ñего хорошего!

HaydenHib
22-07-2020, 02:22
Целый день изучал материалы инета, неожиданно к Ñвоему ÑƒĞ´Ğ¸Ğ²Ğ»ĞµĞ½Ğ¸Ñ Ğ¾Ñ‚ĞºÑ€Ñ‹Ğ» прекраÑный реÑурÑ. Ğ*то он: hydra (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ¼Ğ¾Ğ¸Ñ… близких данный Ñайт произвел хорошее впечатление. Хорошего днÑ!

HaydenHib
22-07-2020, 02:22
Минут деÑÑÑ‚ÑŒ Ñерфил материалы Ñети интернет, вдруг к Ñвоему воÑторгу заметил четкий реÑурÑ. Вот Ñмотрите: гидра не работает (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ¼Ğ¾Ğ¸Ñ… близких Ñтот веб-Ñайт ÑвилÑÑ Ğ²ĞµÑьма оригинальным. Удачи!

HaydenHib
22-07-2020, 02:23
Ğекоторое Ğ²Ñ€ĞµĞ¼Ñ Ğ¿ĞµÑ€ĞµÑматривал данные инета, и вдруг к Ñвоему воÑторгу открыл прекраÑный Ñайт. Ğ*то он: гидра не работает (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ¼ĞµĞ½Ñ Ñтот Ñайт оказалÑÑ Ğ¾Ñ‡ĞµĞ½ÑŒ привлекательным. Хорошего днÑ!

HaydenHib
22-07-2020, 02:23
Ğ’ÑÑ Ğ½Ğ¾Ñ‡ÑŒ Ñерфил Ñодержимое Ñети интернет, и к Ñвоему воÑторгу обнаружил неплохой Ñайт. Вот он: гидра покупки (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ¼ĞµĞ½Ñ Ñтот веб-Ñайт произвел Ñркое впечатление. Ğ’Ñего доброго!

HaydenHib
22-07-2020, 02:24
Ğ*той Ğ½Ğ¾Ñ‡ÑŒÑ Ğ½Ğ°Ğ±Ğ»ÑĞ´Ğ°Ğ» Ñодержание интернет, неожиданно к Ñвоему воÑторгу заметил поучительный вебÑайт. Ğ“Ğ»Ñньте: через гидру (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ¼ĞµĞ½Ñ Ñтот реÑÑƒÑ€Ñ Ğ¿Ñ€Ğ¾Ğ¸Ğ·Ğ²ĞµĞ» хорошее впечатление. Ğ£Ñпехов вÑем!

HaydenHib
22-07-2020, 02:24
Ğедавно оÑматривал данные инета, и неожиданно к Ñвоему воÑторгу увидел прелеÑтный вебÑайт. Смотрите: даркнет официальный (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ¼Ğ¾Ğ¸Ñ… близких данный Ñайт оказалÑÑ Ğ¾Ñ‡ĞµĞ½ÑŒ привлекательным. До вÑтречи!

HaydenHib
22-07-2020, 02:25
Целый день разглÑдывал контент Ñети, вдруг к Ñвоему воÑторгу открыл важный Ñайт. Вот он: гидра официальный (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ¼ĞµĞ½Ñ Ğ²Ñ‹ÑˆĞµÑƒĞºĞ°Ğ·Ğ°Ğ½Ğ½Ñ‹Ğ¹ веб-Ñайт произвел Ñркое впечатление. До вÑтречи!

HaydenHib
22-07-2020, 02:25
Ğемало оÑматривал материалы Ñети, неожиданно к Ñвоему ÑƒĞ´Ğ¸Ğ²Ğ»ĞµĞ½Ğ¸Ñ ÑƒĞ²Ğ¸Ğ´ĞµĞ» прекраÑный веб-Ñайт. Ğ¡Ñылка на него: гидра (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ¼Ğ¾Ğ¸Ñ… близких данный реÑÑƒÑ€Ñ Ğ¿Ñ€Ğ¾Ğ¸Ğ·Ğ²ĞµĞ» радоÑтное впечатление. Ğ£Ñпехов вÑем!

HaydenHib
22-07-2020, 02:26
Целый Ñ‡Ğ°Ñ Ñерфил Ñодержимое интернет, и к Ñвоему ÑƒĞ´Ğ¸Ğ²Ğ»ĞµĞ½Ğ¸Ñ Ğ·Ğ°Ğ¼ĞµÑ‚Ğ¸Ğ» краÑивый веб-Ñайт. Вот Ñмотрите: гидра не работает (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ½Ğ°Ñ Ğ´Ğ°Ğ½Ğ½Ñ‹Ğ¹ Ñайт произвел радоÑтное впечатление. Ğ’Ñех благ!

HaydenHib
22-07-2020, 02:26
Много наблÑĞ´Ğ°Ğ» Ñодержание инета, и вдруг к Ñвоему воÑторгу увидел хороший Ñайт. ПоÑмотрите: гидра официальный (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ½Ğ°Ñ Ğ²Ñ‹ÑˆĞµÑƒĞºĞ°Ğ·Ğ°Ğ½Ğ½Ñ‹Ğ¹ веб-Ñайт оказал незабываемое впечатление. Ğ’Ñего доброго!

HaydenHib
22-07-2020, 02:27
ĞĞ° прошлой неделе Ñмотрел Ñодержимое Ñети интернет, и неожиданно к Ñвоему воÑторгу обнаружил краÑивый Ñайт. Смотрите: гидра не работает (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ¼Ğ¾Ğ¸Ñ… близких Ñтот веб-Ñайт произвел незабываемое впечатление. До ÑвиданиÑ!

HaydenHib
22-07-2020, 02:27
Минут Ğ¿ÑÑ‚ÑŒ анализировал материалы инета, и неожиданно к Ñвоему ÑƒĞ´Ğ¸Ğ²Ğ»ĞµĞ½Ğ¸Ñ Ğ¾Ñ‚ĞºÑ€Ñ‹Ğ» актуальный реÑурÑ. Вот ÑÑылка: гидра покупки (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ¼ĞµĞ½Ñ Ñтот реÑÑƒÑ€Ñ Ğ¾ĞºĞ°Ğ·Ğ°Ğ»ÑÑ Ğ¾Ñ‡ĞµĞ½ÑŒ привлекательным. До ÑвиданиÑ!

HaydenHib
22-07-2020, 02:28
Ğ’Ñе утро переÑматривал контент Ñети интернет, и вдруг к Ñвоему воÑторгу заметил крутой вебÑайт. Вот Ñмотрите: даркнет официальный (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ¼ĞµĞ½Ñ Ğ²Ñ‹ÑˆĞµÑƒĞºĞ°Ğ·Ğ°Ğ½Ğ½Ñ‹Ğ¹ реÑÑƒÑ€Ñ ÑвилÑÑ Ğ¾Ñ‡ĞµĞ½ÑŒ полезным. Ğ’Ñем пока!

HaydenHib
22-07-2020, 02:28
ĞĞ° днÑÑ… иÑÑледовал Ñодержимое инет, и неожиданно к Ñвоему воÑторгу обнаружил четкий веб-Ñайт. Вот поÑмотрите: гидра (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ¼ĞµĞ½Ñ Ğ´Ğ°Ğ½Ğ½Ñ‹Ğ¹ веб-Ñайт оказал радоÑтное впечатление. Ğ’Ñего доброго!

HaydenHib
22-07-2020, 02:29
ĞеÑколько минут Ñерфил данные Ñети интернет, Ñлучайно к Ñвоему воÑторгу увидел поучительный веб-Ñайт. Я про него: hydra (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ¼Ğ¾Ğ¸Ñ… близких вышеуказанный Ñайт оказал радоÑтное впечатление. Хорошего днÑ!

HaydenHib
22-07-2020, 02:29
Ğ’Ñе утро мониторил Ñодержимое интернет, вдруг к Ñвоему воÑторгу открыл актуальный вебÑайт. Ğ*то он: гидра не работает (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ¼Ğ¾Ğ¸Ñ… близких Ñтот веб-Ñайт ÑвилÑÑ Ğ²ĞµÑьма важным. До ÑвиданиÑ!

HaydenHib
22-07-2020, 02:30
ВеÑÑŒ день Ñмотрел контент Ñети, неожиданно к Ñвоему воÑторгу заметил четкий Ñайт. Ğ“Ğ»Ñньте: гидра (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ¼Ğ¾Ğ¸Ñ… близких данный веб-Ñайт показалÑÑ Ğ²ĞµÑьма привлекательным. Пока!

HaydenHib
22-07-2020, 02:30
Ğедавно переÑматривал данные инета, и вдруг к Ñвоему воÑторгу увидел лучший реÑурÑ. Рвот и он: гидра не работает (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ¼ĞµĞ½Ñ Ğ²Ñ‹ÑˆĞµÑƒĞºĞ°Ğ·Ğ°Ğ½Ğ½Ñ‹Ğ¹ Ñайт показалÑÑ Ğ¾Ñ‡ĞµĞ½ÑŒ полезным. Ğ’Ñего наилучшего!

HaydenHib
22-07-2020, 02:31
Ğемало Ñерфил материалы Ñети интернет, при Ñтом к Ñвоему воÑторгу открыл краÑивый веб-Ñайт. Рвот и он: гидра (https://hydra2020ru.com/) . Ğ”Ğ»Ñ Ğ½Ğ°Ñ Ñтот реÑÑƒÑ€Ñ ÑвилÑÑ Ğ²ĞµÑьма нужным. До ÑвиданиÑ!