Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::db_connect() should be compatible with vB_Database::db_connect($servername, $port, $username, $password, $usepconnect) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::select_db_wrapper() should be compatible with vB_Database::select_db_wrapper($database = '', $link = NULL) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Deprecated: Non-static method vB_Shutdown::init() should not be called statically, assuming $this from incompatible context in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 2294
Kıssadan Hisse Hikayeler [Arşiv] - Arka BahÇe Forumu

PDA

Tam Sürüm Bilgini Göster : Kıssadan Hisse Hikayeler


dentist
18-03-2006, 09:09
..."Yollari oldukca uzunmus, yokus yukari gidiyorlarmis, gunes yakiciymis,
ter icinde kalmislar, susamislar.

Bir donemecin ardinda harika bir mermer kapi gormusler; kapi, ortasinda bir
cesme bulunan altin doseli bir meydana aciliyormus, cesmeden berrak bir su
akiyormus.

Yolcu kapidaki bekciye donmus.

'Iyi gunler.'

'Iyi gunler,' diye yanit vermis bekci.

'Burasi harika bir yer, adi ne?'

'Burasi cennet.'

'Ne iyi, cennete gelmisiz, cunku cok susadik.'

'Iceri girip dilediginiz kadar su icebilirsiniz', demis bekci ve eliyle
cesmeyi gostermis.

'Atimla kopegim de susadilar.'

'Kusura bakmayin,' demis bekci.

'Buraya hayvanlar giremez.'

Yolcu cok uzulmus, cok susamismis, ama suyu tek basina icmek istemiyormus.
Bekciye tesekkur edip yoluna devam etmis. Epeyce bir sure yamac yukari
gittikten sonra eski gorunumlu kucuk bir kapiya varmislar, kapi iki yani
agaclikli toprak bir yola aciliyormus. Agaclardan birinin altinda, sapkasini
alnina indirmis, uyur gibi yatan bir adam varmis.

'Iyi gunler,' demis yolcu

Adam basini sallamis.

'Atim, kopegim ve ben cok susadik.'

'Surada taslarin arasinda bir pinar var,' diyen adam eliyle orayi isaret
etmis.'Istediginiz kadar su icebilirsiniz.'

Yolcu, ati ve kopegi pinara gidip susuzluklarini gidermisler.

Yolcu bekciye tesekkur etmis.

'Istediginiz zaman yine gelebilirsiniz,' demis bekci.

'Buranin adi ne?'

'Cennet.'

'Cennet mi? Ama mermer kapidaki bekci bana orasinin cennet oldugunu
soyledi.'

'Orasi cennet degil cehennemdi.'

Yolcunun akli karismis 'Sizin adinizi kullanmalarina niye izin veriyorsunuz?
Yanlis bilgi vermeleri buyuk karisikliga neden olur!'

'Hic de degil. Aslinda onlar bize buyuk bir iyilikte bulunuyorlar. En iyi
dostlarina sırt cevirenlerin hepsi orada kalıyor cunku

dentist
20-03-2006, 12:22
Bir gün bir dağ güneşle birlikte güne uyandı. Rüzgarın esintisiyle
ağaçlarının dallarını sallaya sallaya esneyerek gerindi. Güneş pırıl pırıl
ufukta tam karşısından doğuyor, onunla arasında masmavi bir deniz çarşaf
gibi günü karşılıyordu.

Dedi ki, "Ben ne güzel bir yerdeyim, önüm masmavi bir deniz ve her gün güneş
bana gülümseyerek gün başlıyor."

Gökyüzünde küme küme bulutlar pamuk yığınlarını andırıyordu.

Martılar çoktan uyanmış gökyüzünde dans ediyorlardı. O sırada dağ bir de
baktı ki, eteklerinde bir minicik fare denize doğru yürüyor.

"İiiiiiiiihhhhhh , bu da ne? Bu küçük fare benim manzaramı şimdi neden
bozuyor?"

Onun oradan bir an önce gitmesini istedi ve şöyle bir titredi.

Tepeden aşağıya doğru bir kaç taş hızla yuvarlanmaya başladı. Fare sesi
duyunca hemen bir yüksek kayanın üstüne sıçradı ve oraya yerleşti. Düşen
taşlarda ona hiç bir zarar vermedi. Farecik de başladı denizin güzelliğini
seyre...

Ara ara atlayan zıplayan balıklar denizin duruluğunda küçük halkalar
oluşturuyordu.

Deniz dağın sıkıntısını anladı ve dağa seslendi:

"Neden böyle bir günde bir küçük fare için mutsuzluk oyununa başlıyorsun ki?
Bak ben dümdüzken balıklar da benim duruluğumu bozuyorlar. Ben onlara
kızıyor muyum? Biliyorum ki onlar bensiz ben onlarsız olamayız. Sen de
seninle birlikte yaşamak zorunda olanlara kollarını açmalısın. Güneş hiç
bulutlara bozuluyor mu? Benim ışınlarımı engelliyorlar diye kızıyor mu?

Kabul et gerçeği, herşey bir şeylerle bütün aslında. Fark ve güzellik de
burada. Bu sayede hergün ayrı bir şey öğretiyor bize; her gün ayrı bir ders
veriyor. Sen iyisi mi sadece SEYRET, SUS ve DİNLE."

Dağ denize sordu:

"SEYRET, SUS ve DİNLE? O da ne demek?"

Deniz, "Bak... Seyrettiğinde güzellikleri göreceksin... Sustuğunda kendinden
başkalarının söylediklerini duyabileceksin...

Dinlediğindeyse onlardan öğrendiklerini uygulama fırsatı bulabileceksin..."

dentist
23-03-2006, 15:13
Nenenin mektubu

Amanın yavrım, ben öyle duyuyom, o kocuman memleketlerde cicili
bicili, boyalı moyalı, şıngırdak fıngırdak, kirpikleri takma ,saçları
sokma, onlan bunlan düşüp kalkma, gözleri elde, etekleri belde, artanı
da yerde, sıska mıska, şıbıldak gibi bazı, çirkin mirkin hanımlar,
gızlar oluveriyomuş... amanın onlara tutuluveren de, yanıveren de deme
yavrım. alceen gızın soyu sopu belli, saçı sırma telli, eline el
değmemiş, kötü süt emmemiş, sevisi derinde, eti budu yerinde olmalı.
dizine otuttuvedin mi kucağın dolmalı, domuz hem evlenince pazara
kadar değil, mezara kadar varmalı. eee hanım dediğini alaya kattın mı,
koluna taktın mı yakışmalı, duvara attın mı yapışmalı. bu sözlerimi
eyi dinle bakem, bi kulağından sok da öte kulağını tıka, çıkıvemesin
len. senin nazlı eminen ne güne duruyo?
geçenlerde ekmek ediyodum. açcık hamurum kaldıydı. emine gelivedi.
''koley gelsin ninem'' diye artanını da o edivedi sağolsun. maşallah
bi olmuş hopur hopur. dilim dağı taşı gırkbin kere maşallah... amanin
artanı da o edivedikten sonra iki süpürgü çalıvedi avluya, malların
altlarını kürüyüvedi. ben de ah benim ak topanım, gövercinim, kalem
kaşlım, nazlı gülüm, mor zümbülüm, al bürgülüm, bol görgülüm, naha
allah seni allı başlı gelinler edivesin, muradına er, gonca güller
der, naha evlerine sarı sarı buğdeyler yağıvesin deye birçok dualar
edivedim. giderken de senin hesabiyetine şööle ''e gelinim olmecen mi
len?... sarmeştim de iki yaneceğinden şappudu şuppudu öpüvediydim.
amanin misler gibi kokuyo len. ee öpmek falan deyince o gül yüzün
gülüyo de mi? seni gavurun piçi seni! emi güzel yavrım, yokluğun köz
oluyo yüreğimde.

Dün ağşamüstü kırmızı fistanımı geydim de şööle cami duvarına doğru
yukarı çıkıyodum. elimi ardıma kodum. bizim zartlak osman pencereyi
açmış , ben de şööle oturdum. bir de iradyoyu sonuna kadar açtıttırmış
da havaları dinliyon deyyodum.. beni görüvedi, 'nineee!' dedi.
''eeey!'' dedim. ''gel de bi açcık oynayıvee'' dedi. ''beni mi deyyon
a oğlum'' dedim. ''heee'' dedi. ''uleeenn ''dedim, ''benden geçti gari
a yavrım, sen o garını, gıygıdı ibram'ın gızını bi cıscıbıldak soy,
köyün delikanlılarını ünle, onların garşısında böyle şakkudu şukkudu
bi oynatıve!'' iyi dememiş miyim len? sen olmayınca yokluğun köz oluyo
yüreciğimde. gel gari yavrım. yollara bakıttırma, gözümüzden yaş
akıttırma. gel gari yavrım, gel gari! he heey...

Özay Gönlüm

dentist
06-04-2006, 22:36
Hindistan da cok unlu bir ressam varmis...
Herkes bu ressamin yaptilarini kusursuz kabul edecek
kadar begenirmis...

Ve onu "Renklerin Ustasi" anlamina gelen Ranga
Celeri olarak tanisa da;kisaca Ranga Guru derlermis...

Onun yetistirdigi bir ressam olan Racici ise artik
egitimini tamamlamis ve
son resmini yaparak Ranga Guru'ya goturmus ve ondan
resmini degerlendirmesini istemis...

Ranga Guru ise;

- Sen artik ressam sayilirsiin Racaci.. Artik senin
resmini halk degerlendirecek.

diyerek resmi sehrin en kalabalik meydanina
goturmesini ve en gorunen yerine koymasini istemis.

Yanina da kirmizi bir kalem koyarak halktan
begenmedikleri yerlere carpi
koymalarini rica eden bir yazi birakmasini istemis.
Racici denileni yapmis
Ve birkac gun sonra resme bakmaya gittiginde gormus
ki, tum resim carpilar icinde ve neredeyse gorunmuyor... Cok uzulmus
tabii.Emegini ve yuregini koyarak yaptgi tablo kirmizidan bir duvar sanki..

Alip resmi goturmus Ranga Guru'ya ve ne kadar uzgun
oldugunu belirtmis.

Ranga Guru uzulmemesini ve yeniden resme devam
etmesini onermis.

Racici yeniden yapmis resmi ve gene Ranga Guru'ya
goturmus.

Tekrar sehrin en kalabalik meydanina birakmasini
istemis Ranga Guru...

Ama bu defa yanina bir palet dolusu cesitli
renklerde yagli boya, birkac
firca ile birlikte...

Ve yanina insanlardan begenmedikleri yerleri
duzeltmesini rica eden bir yazi
ile birlikte birakmasini istemis.

Racici denileni yapmis...

Birkac gun sonra gittigi meydanda gormus ki resmine
hic dokunulmamis,
fircalar da, boyalar da kullanilmamis..

Cok sevinmis ve kosarak Ranga Guru'ya gitmis ve
resme dokunulmadigini
anlatmis..

Ranga Guru ise;

Sevgili Racici, sen birinci konumda insanlara firsat
verildiginde ne kadar acimasiz bir elestiri saganagi ile
karsilasilabilecegini gordun...

Hayatinda resim yapmamis insanlar dahi gelip senin
resmini karaladi..

Oysa ikinci konumda onlardan
hatalarini duzeltmelerini istedin, yapici olmalarini istedin...

Yapici olmak egitim gerektirir... Hic kimse bilmedigi bir konuyu duzeltmeye
kalkmadi, cesaret edemedi...

Sevgili Racici Mesleginde usta olman yetmez, bilge de olmalisin...

Emegininin karsiligini, ne yaptigindan haberi
olmayan insanlardan alamazsin...

Onlara gore senin emeginin hic bir degeri yoktur...

Sakin emegini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle
tartisma... demis...

halo
06-04-2006, 23:53
Sayın dentist sizin yazınıza teşekkür ettim ama yetmez.

Bir söz eklemeden yapamıyorum:

YAPANLAR YAPAR YAPAMAYANLAR ELEŞTİRİR

Tekrar teşekkürler.

dentist
07-04-2006, 08:12
Kendisini karşılayan sekretere; Nazif Beyle görüşmek istediğini söyledi.

Bunun üzerine sekreter birden ciddileşti: "Nazif Bey mi?" dedi.

"Evet, Nazif Bey!" diye cevap alınca, hüzünlü bir ses tonuyla, "Nazif
Bey sizlere ömür efendim, onu

kaybedeli dört yıl oldu." dedi.

Hiç beklemediği bu haberle bir acı saplandı yüreğine. "Ya, öyle
mi...?" diyebildi sadece.

Hicranlı bir suskunlukla bir müddet öylece kalakaldı. Gözlerine hücum
eden yaşlar yanaklarından süzülüp göğsüne damladı.

Kendisini toparlayıp, "Onun adına görüşebileceğim bir yakını var mı
acaba?" diye sordu.

"Evet var, oğlu Selim Bey...."

Titrek bir sesle, "Öyleyse Selim Beyle görüşebilir miyim?" dedi.

Görevli hanım, insanda saygı uyandıran bu kibar beyefendiye,

"Selim Bey oldukça meşgul bir insan, randevusuz görüşmek pek mümkün
olmuyor, ama ben yine de kendisine bir haber vereyim." dedi ve telefona
yöneldi..

Sonra, "Kim diyelim efendim?" diye sordu.

"Kendimi ona ben tanıtmak istiyorum kızım." cevabı üzerine sekreter
dahili telefonu çevirdi.

Daha sonra mütebbessim bir çehreyle, "Selim Bey sizinle görüşmeyi
kabul etti, lütfen beni takip edin." dedi.

Beraber merdivenden çıktılar. İnce bir zevkle döşenmiş geniş bir
salondan geçip büyük bir kapının önünde durdular, sekreter kapıyı açarak,
"Buyurun!" dedi.

O da içeri girdi. Kendisini ayakta bekleyen vakur ve mütebbessim
gence doğru hızlı adımlarla yürüdü, elini uzatarak,

"Merhaba, ben Prof. Dr. Mehmet Baydemir." dedi.

"Bendeniz de Selim Cebeci... Lütfen buyurun, oturun." dedi, genç iş
adamı.

Mehmet Bey, kendisine gösterilen yere oturur oturmaz;

"Yirmi üç yıl, tam yirmi üç yıl... Vaktiyle bana burs verip okumama
vesile olan insanın elini öpmek için bu ânı bekledim." dedi ve dudakları
titredi, gözleri doldu. "Ama o büyük insanın elini öpmek nasip değilmiş,
bunun için ne kadar üzgünüm anlatamam."

Yaşarmış gözlerini kuruladıktan sonra Selim Beye döndü: "Fakat en
azından o büyük insanın

mahdumunun elini sıkmaktan da bahtiyarım."

Misafirin bu sözleri üzerine Selim Bey yerinden fırladı, kulaklarına
inanamıyordu. Kelimelerinin her biri birer hayret nidâsı gibi dizildi
cümlelerine;

"Mehmet Baydemir demiştiniz değil mi, Tosyalı Mehmet Baydemir mi?"

Profesör, delikanlının bu heyecanlı haline bir anlam veremeyerek
başıyla "Evet" dedi.

Bunun üzerine Selim Beyin gözleri sevinçle parladı.

"Babamla sizi uzun yıllar aradık; ama bulamadık." dedi.

Profesörün yanına gelerek iki eliyle elini tuttu, candan bir dost
gibi sıktı ve "Sizi karşıma Allah çıkardı." dedi.

Bu sözler profesörü çok şaşırtmıştı

"Uzun yıllar beni mi aradınız? Peki ama neden?" dedi.

Selim Bey gülen gözlerle profesöre bakarak,

"Bizdeki emanetinizi vermek için..." deyince, profesörün şaşkınlığı
iyiden iyiye arttı.

"Emanet mi?" dedi.

Selim Bey cevap vermeden yerine geçip telefonu çevirdi.

Karşısındakine "Gelebilir misiniz?" deyip telefonu kapattı.

Mehmet Bey, şaşkın gözlerle Selim Beye bakarken kapı çalındı, odaya
iyi giyimli bir bey girdi. Selim Bey ona yanına gelmesini işaret etti,
sonra kulağına bir şeyler fısıldadı. Gelen kişi bir şey söylemeden
geldiği kapıya yöneldi. O çıkarken Selim Bey, misafiriyle tatlı bir
sohbete başladı. Sohbetleri koyulaştıkça, çehrelerindeki şaşkınlık,
yerini birbirlerine hasret kırk yıllık ahbapların yeniden
buluşmalarındaki sevinç, samimiyet ve güvene bırakmıştı.

Mehmet Bey yurt dışındaki tahsilinden, araştırmalarından ve yirmi üç
yıl boyunca her yıl büyüyen memleket hasretinden bahsetti. Sonra Nazif
Beyin duvardaki portresini göstererek;

"Bu günlerimi şu büyük insana borçluyum." dedi. "Bana yalnızca maddî
destek vermedi, mânen de beni hiç yalnız bırakmadı. Yurt dışında tahsil
görürken yanlışa her yeltendiğimde hayalen yanımda hazır oldu. "Sana bunun
için burs vermedim." diyerek bana istikamet verdi. Ona her namazımda dua
ediyorum." dedi ve gözlerini Nazif Beyin duvardaki fotografına mıhladı.

Sonra gözleri portrenin altındaki ilk anda mânâ veremediği diğer
tabloya kaydı. Son derece şık bir çerçevenin içinde, bazı yerleri yamalı
ve tamir görmüş oldukça eski bir çift çorap duruyordu.

Biraz daha dikkatli baktığında çerçevede bazı cümlelerin de
sıralandığını fark etti.

"Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra..."

Selim Bey, kendisine bir soru sorduğu için başını ona çevirdi, fakat
aklı tabloda kalmıştı.

Selim Beye cevap verirken tabloya bir daha baktı.

İkinci cümle de birinci cümle gibi üç nokta ile bitiyordu:

"Bir müddet sabredeceğiz, sonra..."

İyice meraklanmıştı. Bu ilk görüşmeleri olmasaydı, yanına gidip
tabloyu iyice inceleyecekti, fakat bu uygun düşmez, düşüncesiyle yalnızca
sohbet arasında göz ucuyla merakını gidermeye çalışıyordu.

Ancak her seferinde biraz daha artan bir merakın içinde kalıyordu.

Üçüncü cümlede;

"Bir müddet yürüyeceğiz, sonra..." diye yazıyor ve altta böyle birkaç
cümle daha sıralanıyordu.

Artık aklı hep tablodaydı.

Sonunda dayanamayıp,

"Selim Bey merakımı mazur görün. Şu tabloya bir mânâ veremedim." dedi.

Selim Bey kendisine has bir gülüş ile misafirine baktı, derin bir
nefes alarak

"Malumunuz, babam varlıklı bir insandı. Oldukça iyi bir hayatımız
vardı. Sonra ne olduysa her şeyimizi kaybettik. O zenginlikten geriye
hiçbir şey kalmadı. Köşkümüzdeki hizmetçiler de gitti. Yemekleri artık
annem yapıyordu. Hatırlıyorum da bir sabah, kahvaltıya sadece zeytin
koyabilmişti.

O zengin kahvaltılarımıza bedel, yalnızca zeytin...

Şaşkınlık içinde, "Başka bir şey yok mu?" diye sormuştum. Bu soru
karşısında annemin hüngür hüngür ağlayışı gözümün önünden hiç gitmiyor.
Annemin ağlayışına mukabil babam, "Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra..."
dedi ve durdu, güçlü bakışlarını üzerimizde gezdirdi, "Alışacağız." dedi.

Ve iştahla bir zeytin alıp ağzına attı. Birkaç gün sonra haciz
memurları gelip köşkümüzü de elimizden aldılar. Kenar bir mahallede
küçük, eski bir eve taşındık. Doğru dürüst bir eşyamız da kalmamıştı.

Annem bezgin bir sesle, "Bu evde hiçbir şey yok! Burada nasıl
yaşayacağız." diye haykırdı.

Bunun üzerine babam:

"Bir müddet sabredeceğiz, sonra alışacağız." dedi.

Gittiğim özel okuldan ayrılmış, bir devlet okuluna yazılmıştım.
Sabahleyin okula servisle gitmeyi umarken, babam elimden tuttu, "Bu ilk
günün, okula beraber gideceğiz." dedi. Yürümeye başladık. Okul oldukça
uzak gelmişti bana, yorulup geride kaldığımı hatırlıyorum.

Babam kim bilir hangi düşüncelere dalmıştı. Geride kaldığımı fark
etmemişti. Biraz sonra fark edince bana döndü.

İsyan dolu bakışlarımı yüzünde gezdirdim. Bir an bana ızdırapla
baktıktan sonra, yanıma geldi. Bir şey söylemesine fırsat vermeden,
kızgın aynı zamanda nazlı bir tavırla, "Yoruldum." dedim.

Babam oldukça sakin bir şekilde:

"Bir müddet yürüyeceğiz, sonra alışacağız." dedi.

Babam her sabah erkenden çıkıyor, geç saatlerde ancak dönüyordu.
Döndüğünde ise küçük odaya çekiliyor, bazen saatlerce orada kalıyordu.
Çoğu zaman buradan gözyaşları içerisinde çıktığını görüyordum. Bir gün,
merakıma yenilip babamın küçük odasına girdim. Yerde bir seccade,
seccadenin üzerinde de bir tespih vardı. Duvarda ise Arapça bir ibarenin
altında şu yazı vardı: "Allah borcunu ödeme niyetinde olanın kefilidir."

Babamın dediği gibi oldu, zor da olsa zamanla alıştık. Bu hal birkaç
yıl sürdü.

Bir gün babam eve çok farklı bir yüz ifadesiyle geldi. Ağlamaklı bir
yüz ifadesi vardı. Her birimize bir paket getirmişti.

Köşkten ayrıldığımız günden beri ilk defa paketlerle eve geliyordu.
Bizi bir araya topladı.

"Bugün, benim için ne mânâya geliyor biliyormusunuz?" dedi,
kelimeleri boğazına düğümlendi, gözlerine yaşlar hücum etti. Sözlerini
kesmek zorunda kaldı. Her birimize hediyelerimizi teker teker

verdi ve bizi ayrı ayrı kucaklayıp yanaklarımızdan öptü, kendisi de
bir koltuğa oturdu.

Cebinden gazeteye sarılı bir şey çıkardı. O sırada da ağlıyordu.
Hepimiz şaşkınlık içinde babama bakıyorduk.

Gazeteyi açtı, içinden bir çift yeni çorap çıkardı. Bu gözyaşlarıyla,
bir çift çorabın alâkasını kurmaya çalışırken babam, beklemediğimiz bir
şey yaptı.

Çorabı burnuna götürdü, kokladı, kokladı. Arkasından hıçkırarak
ağlamaya başladı.

Hepimiz şok olmuştuk, tek kelime bile söylemeden bekledik. Babam
nihayet kendisini topladı ve "Bir zaman önce, büyük bir borcun altına
girmiştim. Borcumu ödeme niyetiyle yeniden çalışmaya başladığım zaman
kendi kendime, "Bütün kazancım, borçlarımı ödeyinceye kadar
alacaklılarımın hakkıdır. Onların hakkını vermeden ayağıma bir çorap
almak bile bana haram olsun." demiştim. Bugün ise, Allah'ın yardımıyla,
borcumu bitirdim. Artık kimseye tek kuruş borcum kalmadı." dedi.

Sonra gözyaşları içinde ayağındaki çorapları çıkarıp yeni çoraplarını
giydi.

Ben de o eski çorapları hem aziz bir baba yadigârı, hem de bir ibret
nişanesi olarak sakladım.

Bu çoraplar her gün bana, "Paralarını ödeyinceye kadar bütün kazancım
alacaklılarının hakkıdır." diyor.

Selim Beyin bakışları bilinmez âlemlere dalarken o, nemlenen
gözlerini kuruladı, sonra dönüp duvardaki siyah-beyaz fotografa hayran
hayran baktı.

"Babanız sandığımdan da büyükmüş Selim Bey. Ben olsaydım öyle
müreffeh bir hayattan sonra anlattığınız gibi bir darlıkta, herhalde
çıldırırdım."

Selim Beye döndü ve "Siz ne yapardınız?" diye sordu.

Selim Bey kendisine has tebessümü ile; "Bir müddet zeytin yerdim,
sonra..." dedi ve gülümsedi.

O sırada kapı çalındı, biraz önceki beyefendi elinde bir kutuyla
içeriye girdi.

Kutuyu Selim Beyin masasına bırakıp çıktı.

Selim Bey yerinden kalkıp kutuyu alarak Mehmet Beye uzattı.

"Buyurun, yıllarca size vermek istediğimiz emanetiniz." dedi.

Mehmet Bey bilinmez duygular içerisinde kutuyu açtı. İçinden kadife
bir kese çıktı. Keseyi açıp

içini kutuya boşalttığında merakı iyiden iyiye arttı.

Keseden birkaç tane cumhuriyet altını ile bir not çıkmıştı. Mehmet
Bey hassasiyetle katlanmış kâğıdı açıp okumaya başladı.

"Sevgili Mehmet Bey oğlum,

Bazen istediğimizi yaparız, çoğu zaman da mecbur olduğumuzu...

Tahsil hayatınız boyunca size burs vermeyi taahhüt etmiştim.

Ancak eğitiminizin son altı ayında size burs verme imkânını bulamadım.

Bir müddet sonra imkânlarıma yeniden kavuştum; lâkin bu sefer de size
ulaşamadım. Dolayısıyla size

borçlandım ve borçlu kaldım.

Eğer böyle bir borcu gözyaşı ve ızdırapla ödemek mümkün olsaydı, ben
bu borcu fazlasıyla ödemiş

olurdum.

Zira sevgili oğlum, bu altı aylık zaman diliminde bursunu verememenin
ızdırabıyla kaç gece ağladım.

Her neyse, bursunuzu tarihlerindeki değeriyle altına çevirdim. Bu
altınlar sizindir.

Bunlar elinize ulaştığında, borçlarımın tamamını ödemiş olacağım.

Sevgilerimle,

Nazif Cebeci."

Mehmet Bey neye uğradığını şaşırmıştı.

Bu büyük insanın yüceliği karşısında bir çocuk gibi yalnızca ağlıyor,
ağlıyordu.

Selim Bey de bir hayli duygulanmıştı. Onun da yanaklarından yaşlar
süzülüyordu.

Bir ara yaşlı gözlerle babasının siyah-beyaz portresine baktı.

Kendisine yıllarca hüzünle bakan gözleri, bu sefer sevinçle bakıyor
gibiydi.

dentist
08-04-2006, 18:48
Ülkenin batısındaki küçük bir mahallenin bir sokagının neredeyse tamamı
ressamlardan oluşmaktaydı. Bu mahallede, üç katlı bodur bir tugla yıgınının
tepesinde iki kız arkadaşın stüdyoları bulunmaktaydı. Alt katlarında ise
yaşlı bir ressam otururdu.

Günlerden bir gün genç kızın arkadaşları zatürreye yakalandı. Genç kız
günden güne eriyordu. Bir gün, arkadaşı resim yaparken o da yatagında
pencereden dışarı bakıyor ve sayıyordu...

Geriye dogru sayıyordu;''Oniki'' dedi, biraz sonra da ''on bir''; arkasından
''on'', sonra ''dokuz''; daha sonra, hemen birbiri ardına ''sekiz'' ve
''yedi''. Arkadaşı merakla dışarı baktı. Sayılacak ne vardı acaba?

Görünürde sadece kasvetli, bomboş bir avlu ile altı yedi metre ötedeki tugla
evin çıplak duvarı vardı. Budaklı köklerinden çürümüş, yaşlı mı yaşlı bir
asma, tugla duvarın yarı boyuna kadar tırmanmıştı.

Dönüp arkadaşına ''Neyin var?'' diye sordu. Hasta kız fısıltı halinde
''altı'' dedi. ''Artık hızla düşüyorlar. Üç gün önce nerdeyse yüz tane
vardı. Saymaktan başım agrıyordu. Ama şimdi kolaylaştı. İşte biri daha
gitti. Topu topu beş tane kaldı şimdi.'' ''Beş tane ne?'' diye sordu
arkadaşı. ''Yapraklar, asmanın yaprakları. Sonuncusu da düşünce, bende
mutlaka gidecegim. Hissediyorum bunu.''

Arkadaşı ona saçmalamamasını söyleyip içmesi için çorba götürdü. Fakat o;
''İşte bir tane daha gidiyor. Hayır, çorba falan istemiyorum. Bununla geriye
dört tane kaldı. Hava kararmadan sonuncusunun da düştügünü görmek
istiyorum.. Ondan sonra bende gidecegim.'' diyerek cevap verdi.

Genç kız uykuya daldıgında arkadaşı da alt kattaki yaşlı ressama ziyarete
gitti. Bu sırada yaprak olayını da anlattı yaşlı ressama. Yukarı çıktıgında
arkadaşı uyuyordu. Ertesi sabah hasta kız hemen arkadaşına perdeyi açmasını
söyledi. Ama hayret! Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen upuzun gece boyunca
aralıksız yagan yagmur ve şiddetli esen rüzgardan sonra, bir asma yapragı
hala yerinde duruyordu.

Sapına yakın tarafları hala koyu yeşil kalmakla birlikte, testere agzı gibi
tırtıllı kenarlarına ölümün ve çürümenin sarı rengi gelmiş olan yaprak,
yerden altı yedi metre yükseklikteki bir dala yigitçe asılmış duruyordu.

''Bu sonuncusu'' dedi hasta kız. ''Geceleyim mutlaka düşer diye düşünmüştüm.
Rüzgarı duydum. Bu gün düşecektir, o düştügü an ben de ölecegim.'' Agır agır
geçen gün sona erdiginde onlar, alacakaranlıkta bile, asma yapragının
duvarın önünde sapına tutunmakta oldugunu görebiliyordu.

Derken şiddetli yagmur tekrar başladı. Hava yeteri kadar aydınlanır
aydınlanmaz, genç kıza hemen perdenin açılmasını istedi. Asma yapragı hala
yerindeydi. Genç kız, yattıgı yerden uzun uzun yapragı seyretti. Sonra
arkadaşına seslendi; ''Münasebetsizlik ettim. Benim ne kötü bir insan
oldugumu göstermek istercesine, bir kuvvet o son yapragı orada tuttu.

Ölümü istemek günahtır. Şimdi bana biraz çorba verebilirsin'' dedi. Akşam
üstü gelen doktor ayrılırken; şimdi bir alt kattaki hastaya bakmam
gerekiyor. Yaşlı bir ressammış sanırım. O da zatürree.

Yaşlı adam çok agır bir durumda, kurtulma umudu yok ama daha rahat eder diye
bugün hastaneye kaldırılıyor'' dedi.

Ertesi gün doktor;''Tehlikeyi atlattınız, siz kazandınız'' dedi.

O gün ögleden sonra arkadaşı, iyice iyileşmiş olan arkadaşına alt kattaki
yaşlı adamı anlattı. Yaşlı adam iki gün hastanede yattıktan sonra ölmüş.

Hastalandıgı günün sabahı kapıcı onu, odasında sancıdan kıvranırken bulmuş.
Papuçları, elbisesi baştan aşagı sırılsıklam, her yanı buz gibi bir
haldeymiş. Öyle korkunç bir gecede nereye çıktıgına akıl sır erdirememişti
kimse. Sonra, hala yanık duran gemici feneri, yerinden sürüklene sürüklene
çıkarılmış bir portatif merdiven, bir de üstünde birbirine karışmış sarı,
yeşil boyalarla bir palet ve saga sola saçılmış bir kaç fırça bulmuşlar. O
zaman o son yapragın sırrı da çözüldü. Rüzgar estigi zaman bile yerinden
oynamayan yaprak, yaşlı ressamın şahaseriydi. Yaşlı ressam, son yapragın
düştügü gece oraya bir yaprak resmi yapıp yapıştırmıştı...

janus
09-04-2006, 19:44
Is yasaminda önemli yerlere gelmis bir grup eski mezun arkadas
grubu
üniversitedeki hocalarindan birini ziyarete gitmis. Cesitli
konular
konusulduktan sonra sohbet, isin yarattigi strese ve hayatin
zorluklarina
gelmis. Yasli üniversite hocasi ziyaretcilerine kahve ikram etmek
üzere
mutfaga gitmis ve degisik boy, renk ve kalitede bir cok
fincanin
bulundugu bir tepsiyle geri dönmüs. Kimi porselen, kimi seramik,
kimi cam,
kimi plastik olan fincanlari ve kahve termosunu masaya koyup
kahvelerini
oradan almalarini söylemis. Tüm eski ögrenciler kahvelerini alip
koltuklarina döndügünde hocalari onlara sunu söylemis:
"Farkina vardiniz mi bilmem, zarif görünümlü, güzel, pahali
fincanlarin
hepsi alindi, masada yalnizca ucuz ve basit görünümlü fincanlar
kaldi.
Elbette ki kendiniz için en güzelini istemek ve onu almak çok
normal ama
iste bu demin bahsettiginiz problemlerinizin ve stresin nedeni.
Hepinizin
istedigi fincan degil, kahve iken, bilinçli olarak herbiriniz
birbirinizin
aldigi fincanlari gözleyerek daha iyi olan fincanlari almaya
ugrastiniz.
Yasam kahveyse, is, para ve mevki fincandir. Bunlar yalnizca
Yasam'i
tutmaya yarayan araçlardir, ama Yasam'in kalitesi bunlara göre
degismez.
Bazen yalnizca fincana odaklanarak, içindeki kahvenin zevkini
çikarmayi
unutabiliyoruz."

halo
10-04-2006, 03:39
Sn. dentist,

Umut adlı hikayenin benim hayatımda çok önemli bir yeri vardır. Yaklaşık 32 yıl önce bu hikayeyi bir ilkokul ders kitabında okumuştum. Hiç unutmadığım ve unutmayacağım hikayelerden biridir. Tekrar bana bu hikayeyi okuttuğunuz için teşekkürler.

dentist
10-04-2006, 22:53
PARADIGMA DEGISTIRMEK ZOR DEGIL...

"....Önemli bir toplantida cep telefonuyla bagira bagira konusan bir kisi
garibinize gidiyorsa, paradigmanizi degistirmeden onu degerlendirdiginiz
için, siz yaniliyorsunuzdur. Örnegin trende giderken, bir baba, 3
evladiyla oturup, sürekli aglayan çocuklarina hiç, susun, demeden yolculuga
devam ettiginde; siz ona ne gamsiz adam, diyebilirsiniz. Ama sorsaniz, onlar
hastaneden geliyorlardir ve bir saat önce çocuklarin anneleri ölmüstür ve
eve dönüyorlardir.

Prof.Covey in konusmasini dinlemeye gelen annesi, arka sirada oturan 2
kisinin toplanti boyunca sürekli konustuklarini görerek, Çok öfkelenmis ve
oglumu küçümsüyorlar diyerek te çok üzülmüs. Yemek molasinda ogluna,
sunlarin kafasina çantami indiresim geliyor,demis.

Oglu, anne o adam Finlandiyali, burada smultane tercüme yok, mecburen
tercümani yanina oturttuk, demis. Havaalaninda aktarma yapmak isteyen
yasli bir hanim, uçaginin 2 saat gecikmeli oldugunu ögrenince, dergiler ve
bir kutu kurabiye alarak bekleme salonuna geçmis. Yanindaki sehpaya da
dergileri ve kurabiye kutusunu birakarak, okumaya dalmis. Bir ara bakmis
ki,yanindaki koltugu oturan bir adam, sehpadaki kurabiye paketini açiyor ve
de yemeye basliyor. Kurabiyelerin kendisine ait oldugunu hissettirmek
isteyen kadin, adama dik dik bakmis. Hatta cani o an istemedigi halde,
kutudan bir kurabiyeyi agzina atmis. Her halde kurabiyelerin sahibinin kim
oldugunu artik anlamistir diye düsünürken, adam bir tane daha agzina atmaz
mi.

Hemen kadin da bir tane daha atmis ve bir yarisma baslamis; adam bir
tane,kadin bir tane. Sonuçta kutuda tek kurabiye kalmis, adam onu
hizlica kaparak ortadan bölmüs ve gülerek kadina ikram etmis. O sirada,
kadinin uçaginin alana indigi anonsu duyulmus ve islemler için kadin
bankoya gitmis. Pasaportunu çikartmak için çantasini açtiginda, ne görsün
;KENDI KURABIYE PAKETI, HIÇ AÇILMAMIS OLARAK ÇANTASINDA DURMUYOR MU !
MEGER,ADAMIN KURABIYESINI YIYORMUS.

Baskalarinin düsünce ve davranislari hakkinda hüküm verirken, elimizdeki
Veriler çogu zaman yeterli olmuyor. Davranislarin nedenini bilmeden çok
yanlis yargilara varabiliyoruz.

Covey bu örnekleri ; ayni enformasyona farkli bakis, bizim davranislarimizi
belirler, diye özetliyor. Buradan yola çikarak çözemedigimiz sorunlar
için, paradigma (zihin haritasi) degistirmenin geregini vurguluyor.
Einstein'in bir sözünü animsatiyor :
Karsilastiginiz sorunlari, o sorunlari yarattiginiz düsünce düzleminde
kalarak çözemezsiniz.

Çogumuzun zaman zaman yaptigi gibi, "sorunlarin içinde kaybolmak" yerine,
paradigma Degistirmeyi basarip, sorunlara farkli biçimde yaklasabilenler, o
sorunu asma sansini da yakaliyorlar. Zaten sorunlarimizi dostlarimizla
paylasmamizin nedenlerinden biri de, farkli bir bakisin, bize farkli
davranabilme kapisi aralama ihtimali degil midir. Çözümsüz gibi
gördügünüz sorunlar konusunda paradigma degistirmenin önemi vardir.
Aslinda hayatimizi, basarimizi, mutlulugumuz belirleyen bizim kendi
davranislarimizdir. Basimiza gelen her seyle onlara verdigimiz tepki ve
yanit arasinda genis bir hareket alani vardir......."

dentist
12-04-2006, 16:37
Ingiltere'de yargıçların maaşı yoktur. Onun yerine ihtiyaçları
oldukça kullandıkları kredisi sınırsız çek defterleri vardır. Ingiliz devleti hakimlerine o kadar güveniyor yani.
Birgün hakimin biri bir bankaya gidip 1.000.000 poundluk bir çek
bozdurmak istediğini söylemiş. Tabii ortalık birbirine girmiş.
Banka yöneticileri en üst makamdan onay almadan bu kadar
parayı veremeyecekleri söyleyip hemen Içişleri Bakanlığı,
Adalet Bakanlığı,Başbakanlığa filan telefon etmişler. Ancak
aradıkları her yerden gelen cevap aynıymış: ÖDEYIN!
Gel gelelim bankada o kadar nakit yokmuş. Hakimden ertesi gün
gelmesi rica edilmiş. Ertesi gün para bir bavul içinde
hazırmış. Aradan birkaç gün geçmiş. Hakim çıkagelmiş. Parayı bankaya geri
vermek i stiyormuş. Banka yönetimi şaşırıp kalmış. Hemen Adalet
Bakanlığı'nı aramışlar. Derhal bakanlık müfettişleri devreye girmiş ve hakime hareketinin
sebebini sormuşlar. Hakim "Kraliçe nin hükümeti bize gerçekten bu kadar
güveniyor mu? Onu sınadım" cevabını vermiş. Raporlar bakanlığa iletilmiş ve aynı gün hakim azledilmiş..
Adalet bakanlığı hakime gönderdiği yazıda gerekçeyi şöyle açıklamış:
"Kraliçe hükümetinin saygın bir hakimi, devletine güvenmiyor
ve onu sınıyorsa, devlet ona asla güvenmez."

- "Güven" çok ince bir çizgidir. Onu kalınlaştırarak kırılmasını engelleyen tek şey, "iki taraflı" olmasıdır.

Arka'daş
13-04-2006, 16:23
ÇULLUK



Onunla yaşadığım yere yakın sahilde ilk karşılaştığımda, altı yaşında idi. Kendimi kötü hissettiğim her seferinde, üç veya dört mil mesafedeki bu sahile gelirim. Küçük kız kumdan bir kale veya onun gibi bir şey yapıyordu ve deniz kadar mavi gözleri ile bana baktı.



"Merhaba" dedi.



Başımı sallayarak yanıt verdim, küçük bir çocuk tarafından rahatsız edilmeme havasında.



"Bina yapıyorum" dedi kız.

"Görüyorum. O nedir ?" diye sordum, gerçekten önem vermeyerek.

Oh, bilmiyorum, sadece kumu hissetmeyi seviyorum"



Bu iyi görünüyor, diye düşündüm ve ayakkabılarımı çıkardım.

Yanımızdan bir çulluk uçup geçti.



"Bu neşe" dedi kız.

"Ne ?"

"Neşe. Annem çullukların bize neşe getirdiğini söyler"



Kuş sahilin aşağısına doğru süzüldü. Güle güle neşe, merhaba acı diye kendime mırıldandım, ve yürümeye devam ettim. Sıkılmıştım, hayatım tamamen dengesiz görünüyordu.



"Adın ne ?". Kız vazgeçmiyordu.

"Robert" diye yanıtladım." "Robert Peterson"

"Benim ki Wendy … Altı yaşındayım"

"Merhaba Wendy"

Kıkırdadı. "Komiksin"



Sıkıntıma rağmen, ben de güldüm ve yürümeye devam ettim. Onun müzikal kıkırdaması beni takip etti."



"Yine gel, Bay P." Dedi. "Başka mutlu bir günümüz daha olacak"



Bundan sonraki birkaç gün birkaç toplantı ve rahatsız annem ile geçti. Bir sabah, ellerimi bulaşık suyundan çıkarırken, güneş parlamaktaydı. Bir çulluğa ihtiyacım vardı, ceketimi giydim.



Deniz kenarının hep değişen tesellisi beni bekliyordu.

Meltem serindi, ama ihtiyacım olan sükuneti yakalamaya çalışarak uzun adımlarla yürüdüm.



"Merhaba Bay P." Dedi kız. "Oynamak ister misin ?"

"Aklında ne var ?" diye sordum, can sıkıntısının ıstırabı ile.

"Bilmiyorum. Sen söyle"

"Sessiz sinema?" diye sordum.

Kahkaha yine patladı. "Bunun ne olduğunu bilmiyorum"

"O zaman sadece yürüyelim"

Ona bakarken, yüzünün narin dürüstlüğünü fark ettim. "Nerede yaşıyorsun ?" diye sordum.

"Orda" Yazlık kulübeleri işaret etti.

Garip diye düşündüm, kışın ortasında.

"Okula nerede gidiyorsun ?"

"Okula gitmiyorum. Annem tatilde olduğumuzu söylüyor."



Sahilde yürürken, gevezelik etti, ama zihnim başka şeylerdeydi. Eve döneceğim zaman, Wendy mutlu bir gün geçirdiğini söyledi. Şaşırtıcı şekilde daha iyi hissederek, ona gülümsedim ve onayladım.



Üç hafta sonra, paniğe yakın bir durumda sahilime koştum. Wendy'e selam bile verecek ruh halinde değildim. Verandada annesini gördüğümü ve çocuğunu evde tutmasını istediğimi düşündüm.



"Bak, eğer sakıncası yoksa, bugün yalnız kalmak istiyorum" dedim, Wendy yanıma geldiğinde. Aşırı derecede solgun görünüyordu. "Neden ?" diye sordu.

Ona döndüm ve bağırdım, "Çünkü annem öldü !" ve "Allahım, neden bunu küçük bir çocuğa söylüyorum" diye düşündüm.

"Oh," dedi sakince, "o zaman bugün kötü bir gün"

"Evet, dedim, "ve dün de, önceki gün de, - git burdan !"

"İncitti mi ?" diye ısrar etti.

"Ne incitti mi ?"

"Öldüğü zaman ?"

"Tabi ki, incitti !" deyip uzaklaştım.



Bir ay sonra, sahile gittiğimde, orada yoktu. Suçlu, utanmış hissederek ve onu özlediğimi kabul ederek, yürüyüşten sonra kulübesine gittim ve kapıyı çaldım. Bitkin görünen genç bir kadın kapıyı açtı.



"Merhaba" dedim, "Ben Robert Peterson. Bugün küçük kızını özledim ve nerde olduğunu merak ettim."



"Oh evet, Bay Peterson, lütfen içeri girin. Wendy sizden çok bahsetti. Korkarım sizi sıkmasına izin verdim. Eğer sizi sıktıysa, lütfen özrümü kabul edin."

"Hayır – o hoş bir çocuk" dedim, aniden söylediğim şeyin ne anlama geldiğini kavrayarak.

"Wendy geçen hafta öldü, Bay Peterson. Kan kanseri idi. Belki size söylememiştir."



Bir sandalyeye çöktüm. Nefes almaya çalıştım.



"Bu sahili seviyordu, buraya gelmeyi istediğinde, hayır diyemedik. Burada daha iyi görünüyordu ve bir çok mutlu günleri vardı. Ama son birkaç hafta, hızla çöktü…."



Sesi duraksadı, "Sizin için bir şey bıraktı, onu bulabilirsem. Biraz bekler misiniz ?"

Aptalca başımı salladım, zihnim bu sevgi dolu genç bayana söyleyecek bir şeyler aradı. Bana, üzeri koyu çocuk yazısı ile "Bay P." yazılmış bir zarf verdi. İçinde parlak renkli kalemle yapılmış bir resim vardı – sarı bir plaj, mavi bir deniz ve kahverengi bir kuş. Altına dikkatle şöyle yazılmıştı :



ÇULLUK SANA NEŞE GETİRİR.



Gözlerimden yaşlar aktı ve hemen, hemen sevmeyi unutmuş bir kalp genişçe açıldı. Wendy'nin annesine sarıldım, "Üzgünüm, üzgünüm, üzgünüm." Tekrar, tekrar söyledim ve birlikte ağladık. Değerli küçük resim şimdi çerçeveli ve odamda asılı.

Bana uyum, cesaret ve talep etmeyen sevgiyi anlatan sözcükler.



Bana sevgi armağanını öğreten mavi gözlü ve kum renkli saçı olan bir çocuktan bir armağan.



~Robert Peterson~



Çeviri Saffet Güler

dentist
15-04-2006, 13:14
Saat 8:30'da, seksenlerinde, yaşlı bir adam başparmağındaki dikişleri
aldırmak üzere poliklinikten içeri girdi. Çok acelesi olduğunu söyledi,
çünkü saat tam 9:00'da bir randevusu varmış.

Tedavisinin bitmesi ve onun söylediği yere ulaşması en azından bir saat
sürerdi. Yaranın pansumanı sırasında konuşmaya başladık. Bu denli acelesi
olduğuna göre önemli birisiyle mi randevusu olduğunu sordum.

Bana bakımevine gidip eşiyle kahvaltı etmek için acelesi olduğunu söyledi. O
zaman eşinin sağlığının nasıl olduğunu sordum.

Eşinin orada uzun bir süredir kaldığını ve Alzheimer hastalığının bir
kurbanı olduğunu anlattı.

Geç kalmış olmasından dolayı "Acaba eşiniz
endişe duyar mı?" diye sordum.

Bana beş yıldan bu yana onun kim olduğunu bile bilmediğini ve kendisini
tanımadığını söyledi.

Şaşırmıştım, "Sizi tanımadığı halde yine de her sabah onu görmeye mi
gidiyorsunuz?" diye sordum.

Elimi okşayarak gülümsedi.

"O beni tanımıyor ama ben hâlâ onun kim olduğunu biliyorum" dedi.

dentist
16-04-2006, 22:52
Bir gün bir tanıdığı büyük filozofa rastladı ve dedi ki; "Arkadaşınla ilgili
ne duyduğumu biliyor musun?"

"Bir dakika bekle" diye cevap verdi Sokrat. Bana birşey söylemeden önce
senin küçük bir testten geçmeni istiyorum. Buna "Üçlü Filtre Testi" deniyor.


"Üçlü Filtre?"

"Doğru," diye devam etti Sokrat. Benimle arkadaşım hakkında konuşmaya
başlamadan önce, bir süre durup ne söyleyeceğini filtre etmek, iyi bir fikir
olabilir.

Birinci filtre: "Gerçek Filtresi"

"Bana birazdan söyleyeceğin şeyin tam anlamıyla gerçek olduğundan emin
misin?"

"Hayır," dedi adam "Aslında bunu sadece duydum ve ...

"Tamam," dedi Sokrat

"Öyleyse, sen bunun gerçekten doğru olup olmadığını bilmiyorsun. Şimdi
ikinci filtreyi deneyelim,"

"İyilik Filtresini"

"Arkadaşım hakkında bana söylemek üzere olduğun şey iyi birşey mi?"

"Hayır, tam tersi ..."

"Öyleyse," diye devam etti Sokrat,

"Onun hakkında bana kötü bir şey söylemek istiyorsun ve bunun doğru
olduğundan emin değilsin. Fakat yine de testi geçebilirsin, çünkü geriye bir
filtre daha kaldı."

"İşe yararlılık filtresi"

"Bana arkadaşım hakkında söyleyeceğin şey benim işime yarar mı?"

"Hayır, gerçekten değil."

"İyi," diye tamamladı Sokrat,

"Eğer, bana söyleyeceğin şey doğru değilse, iyi değilse ve işe yarar,
faydalı değilse bana niye söyleyesin ki?"

Bu, Sokrat'ın iyi bir filozof olmasının ve büyük itibar, saygı görmesinin
sebebiydi.

Yakın ve sevgili herhangi bir arkadaşınız hakkında başıboş konuşmalar
duyduğunuz her sefer bu üç filtre testini kullanmanız sizlere hararetle
tavsiye edilir.

dentist
20-04-2006, 19:37
FİLLERİN ÖNÜNDEN GEÇERKEN, ANİDEN DURDUM, BU DEV YARATIKLARIN SADECE ÖN BACAKLARINA BAĞLI KÜÇÜK BİR İPLE ORADA TUTULDUĞU GERÇEĞİ BENDE ŞAŞKINLIK YARATTI. ZİNCİR YOK, KAFES YOK. FİLLERİN HERHANGİ BİR ANDA, İPLERDEN KURTULUP KAÇMALARI ÇOK KOLAYDI, AMA BİR NEDENLE, BUNU YAPMIYORLARDI.

Filin yanındaki fil eğitmenini gördüm ve neden bu güzel, görkemli hayvanların orada durduklarını ve kaçmaya teşebbüs etmediklerini sordum. "Filler çok küçükken onları bağlamak için bu aynı ipi kullanırız, ve o yaşta, bu ip onları bağlamak için yeterlidir.

Filler büyürken, kaçamayacaklarına inanmaya şartlandılar. İpin hala onları bağlı tutacağına inanıyorlar, bu nedenle asla kaçmaya çalışmıyorlar". Şaşırdım. Bu hayvanlar istedikleri zaman ipleri koparıp kaçabilirlerdi, ama bunu yapamayacaklarına inandıkları için, tam oldukları yere yapışık kalmışlardı.

Filler gibi, kaçımız daha önce bir kez yapamadığımız için herhangi bir şeyi yapamayacağımıza inanarak yaşamda ilerliyoruz .......



**Alıntı**

dentist
21-04-2006, 18:15
Heybeliada'daki Deniz Okulu'ndan mezun olan İsmail Türe, kendi gibi Gelibolulu olan bir genç kıza kaptırır gönlünü. İki sevgili parmaklarına nişan yüzüğü taksalar da, birbirlerini çok seyrek görmektedirler.

İsmail Türe denizaltıda muhabere subayı olarak görevlidir çünkü. Üsteğmenin aklına harika bir fikir gelir; nişanlısına ışıklı mors alfabesini öğretecek, Çanakkale'den geçiş yapacakları geceyi planlı olduğu için önceden bildirecek
ve böylelikle haberleşeceklerdir!..

Boğazı yüzeyden geçmekte olan denizaltının kulesindeki denizciler sigara içmekte, sohbet etmektedirler. Aralarından birinin heyecanlı olduğu her halinden belli olmaktadır. Gelibolu kıyılarına geldiklerinde, karanlık içindeki evlerden birinden bir el fenerinin yanıp söndüğü görülür:
"Seni seviyorum"... Arkadaşları gülümseyerek İsmail Türe'ye bakarlarken, genç aşık elindeki fenerle sevgilisine karşılık vermektedir...

Bu olaydan sonra iki sevgilinin aşkı düşmez olur denizaltıcıların dillerinden. Herkes, haberleşmek için kurulan ışık yolunu konuşur. Arkadaşları "Evlen şu kızla da, buralardan her geçişimizde selamlaşmayı bırak artık" diye takılırlar İsmail Türe'ye.

Denizaltının üstünün ve altının bir olduğu yağmurlu günlerde bile, Çanakkale Boğazı'ndan geçilirken, elindeki fenerle aşk nöbeti tutan yakışıklı denizci gözünü bir an olsun ayırmaz Gelibolu kıyılarından.

Yine bir gün, yirmiyedi yaşındaki Üsteğmen, Çanakkale'den geçecekleri gün ve saati, denizaltının uğradığı bir limandan telefonla haber verir nişanlısına. Ege Denizi'nden Boğaz'a giriş yapacaklarını ve en öndeki denizaltının kulesinde olacağını bildirir. Genç kızın gözüne her zaman olduğu gibi,o gece de uyku girmez. Büyük bir sabırla pencerenin önünde oturmakta ve gözünü hiç kırpmadan denize bakmaktadır. Fenerine yeni pil almış olsa da, arada bir yanıp yanmadığını kontrol eder yine de...

Birden, dev bir karartı belirir suyun üstünde. Güneyden gelen bir denizaltı, penceresinin görüş sahasına girmiştir ... Genç kız pencereyi açar ve gecenin karanlığına uzattığı elleriyle feneri yakıp söndürür. "Seni Seviyorum..." Kulede bulunan denizaltının komutanı Bahri Kunt işareti görünce gülümser:
"Hay Allah, bu kız denizaltıları şaşırdı. Nişanlısının denizaltısı bizim önümüzdeydi..."

Bir anlık tereddütten sonra Birinci İnönü denizaltısının komutanı Bahri Kunt, yanıt gönderilmezse genç kızın telaşlanacağını düşünerek,karşılık verilmesini emreder.
Yanındakilerin "Ne diyelim komutanım?" diye sorması üzerine de şunları söyler: "ebediyete kadar..."
O gece, Üsteğmen İsmail Türe'nin görev yaptığı Dumlupınar, Çanakkale Boğazı'na giriş yapan ilk denizaltı olmuştur. Ama, Gelibolu kıyılarına gelmeden, Nara Burnu açıklarında İsveç bandıralı "Naboland" adlı gemi tarafından çiğnenmekten kaçamamış ve yaralı bir balina gibi acı dolu sesler
çıkararak, Çanakkale'nin karanlık sularında kaybolmuştur.
Her şey bir kaç dakika içinde gerçekleştiğinden, arkadan gelmekte olan Birinci İnönü denizaltısı Dumlupınar'a çarpan geminin yanından habersizce geçerek, Gelibolu'ya ulaşan ilk denizaltı olur.

Genç kız, nişanlısından haber almanın huzuru içinde başını yastığa koyduğunda, genç denizci çoktan dalmıştır "Ebediyete kadar" sürecek olan uykusuna!..

Ramo
22-04-2006, 08:28
Thomas Cook, bir araştırma gezisi sırasında Atlas Okyanusu'nun bir yerinde;
milyonlarca kuşun havada çığlıklarla daireler çizerek uçtuğunu görür.
Kulakları sağır edecek kadar yüksek sesle çığlıklar atan kuşlardan yorulanlar,
okyanusun dev dalgalarına atılarak intihar ederler.
Bu olayı yıllar boyunca birçok balıkçı görür, birçok bilim adamı araştırır.
Kuş bilimcileri yaptıkları araştırmalarda göçmen kuşların farklı yönlerden
gelerek okyanusta bu noktada birleştiklerini keşfederler;
ancak intihar etmelerinin nedenini çözemezler.
Yıllar süren araştırmalar sonucunda bu trajik olayın yaşandığı yerde bir ada olduğunu,
kuşların göç yolu üzerinde bulunan bu adanın deprem sonucunda okyanusa gömüldüğünü bulurlar.
İnsanların yokluğunu bile fark edemedikleri ada;
kuşlar için göç yollarının vazgeçilmez durağıdır.
Kuşlar, binlerce yıllık alışkanlıkla adanın yerini bilmektedirler ve
yıpratıcı bir yolculuktan sonra aradıkları adayı bulamayınca yorgunluktan
bitkin düşen bedenlerini çığlık çığlığa okyanusun sularına gömmektedirler?
Peki ya siz?
Sizin hiç bir adanız oldu mu? Yaşamın uzun göç yollarında size bir yudum taze soluk verecek,
yolunuza dinç devam etmenizi sağlayacak bir adanız var mı?
Bir gün yerinde bulamazsanız, ille de ulaşmak ve sığınmak için başınızın döndüğü ve
dengenizi yitirinceye kadar kanat çırpacağınız bir ada yaratabildiniz mi kendinize?
Sınırsızca her şeyi paylaşabileceğiniz bir dost!
Yola birlikte çıkacak kadar güvendiğiniz bir arkadaş, daima huzur ve mutluluk verecek biri,
ulaşmak için yıllardır uğraş verdiğiniz bir amaç edinebildiniz mi?
şöyle daha bir yakın bakın çevrenize?
Size gelen, sizin gittiğiniz, sizi bulan, sizin bulduğunuz kaç ada var çevrenizde?
Kaç tane durup nefeslendiğiniz ada yaratmışsınız kendinize?


CAN DÜNDAR

dentist
26-04-2006, 19:48
"Hayatımı yeniden yaşayabilseydim eğer; hastayken yatağa girer dinlenirdim...
Ben olmadığım zaman her şey kötüye gidecek diye düşünmezdim...
Gül şeklindeki pembe mumu saklamaz yakardım...
Daha az konuşur, ama daha çok dinlerdim...
Yerler kirlense, masa örtüm lekelense bile daha çok arkadaşımı akşam yemeğine davet ederdim...

Oturma odasında TV seyrederken, patlamış mısır yer,
şömineyi yakmak isteyen birisi olduğunda ona engel olmazdım...
Yerler leke olacak diye korkmazdım...
Bana gençliğini anlatmaya çalışan dedeme daha çok vakit ayırırdım...
Kocamın sorumluluklarını daha çok paylaşırdım...

Saçım bozulmasın diye, arabanın camının açılmasını önlemezdim...
Eteğimin lekelenmesine aldırmadan çimlere otururdum...
TV seyrederken daha az, hayata bakarken daha çok ağlar ve gülerdim...
Ömür boyu “garantilidir” denilen hiçbir şeyi satın almazdım...

Hamileliğimin bir an önce sona erip, doğum yapmayı dilemek yerine, hamile olduğum her anın
tadını çıkarır ve içimde bir canlı yaratmanın ne kadar harika olduğunu fark ederdim...
Bu o kadar nadir bir olay ki, Mucize gibi bir şey...

Çocuklarım beni öpmek istediklerinde, asla "önce git ellerini yüzünü yıka" demezdim...
Onlara daha çok "seni seviyorum", ondan da daha çok "özür dilerim" derdim...
Ama başka bir hayat verilseydi en çok yapacağım şey; her dakikasını değerlendirmek olurdu...

Dikkatle bak!
Gerçekten gör!
Yaşa!
Vazgeçme!
Küçük şeyler için şikayet etme!

Bana benzemeyenler, benden daha çok şeye sahip olanlar ve kimin ne yaptığı beni ilgilendirmezdi...
Bunun yerine, ilişkilerimi güçlendirmeye çalışırdım...
Sahip olduğunuz ruhsal, fiziksel ve duygusal her şey için Allah'a şükredin...
Tek bir hayatınız var ve birgün sona eriyor...
Umarım her gününüzü değerlendirirsiniz.''

Arka'daş
27-04-2006, 12:20
HUZUR


Halkı tarafından çok sevilen bir kral,huzuru en güzel resmedecek sanatçıya büyük bir ödül vereceğini ilan eder.Yarışmaya çok sayıda sanatçı katılır.Günlerce çalışırlar,birbirinden güzel resimler yaparlar.Sonunda eserleri saraya teslim ederler.Tablolara bakan kral sadece ikisinden hoşlanır.Ama birinciyi seçmesi için karar vermesi gerekir.

Resimlerden birisinde bir göl vardır .Göl ,tıpkı bir ayna gibi etrafında yükselen dağların görüntüsünü yansıtmaktadır.Üst tarafta pamuk beyazı bulutlar gökyüzünü süslemektedir.Resim bakanlara mükemmel bir huzur hissi verecek kadar güzeldir.

Diğer resimde de dağlar vardır.Ama engebeli ve çıplak dağlar.Dağların üstünde ki öflkeli gökyüzünden boşanan yağmurlar ve çakan şimşek ise resmi daha da sıkıntılı bir hale sokmaktadır.Dağın eteklerindeki şelale insana gürültüyü ,yorgunluğu hatırlatacak kadar hırçın resmedilmişdir . Kısaca resim pek de öyle huzur verecek türden değildir.


Fakat kral resme bakınca ,şelalenin ardında kayalıklardaki çatlaktan çıkan mini minnacık bir çalılık görür.Çalılığın üstünde ise bir anne kuşun örttüğü bir kuş yuvası göze çarpmaktadır.Sertçe akan suyun orta yerinde anne kuşun kurduğu yuva izleyenlere harika bir huzur ve sakinlik örneği sunmaktadır.

Ödülü kim kazandı dersiniz ?

Tabi ki ikinci resim.Kral bunun nedenini şöyle açıkladı :

“HUZUR HİÇBİR GÜRÜLTÜNÜN,SIKINTININ YADA ZORLUĞUN BULUNMADIĞI YER DEMEK DEĞİLDİR.HUZUR ,BÜTÜN BUNLARIN İÇİNDE BİLE YÜREĞİMİZİN SÜKUNET BULABİLMESİDİR”

dentist
28-04-2006, 00:50
*Küçük kız, kendini bildiği günden beri annesinden büyük bir
şefkat görmüş ve ondan duyduğu sözlerle, pamuk prensesten daha güzel
olduğuna inanmıştı. Ona göre, nur yüzlü ve badem gözlüydü. Bir tanecik
yavrusuydu her zaman. Ama ilk okula başlayınca işler değişti. *

*Arkadaşları, onun hiçde güzel olmadığını, hatta çirkin bile sayıldığını
söylemekteydi. Küçük kız, ilk önceleri onlara inanmadı. Çünkü herkes
birbirini kıskanıyordu. Ama bir kaç yıl içinde gerçeklerle yüzleşti.
Annesinin bir pamuğa benzettiği yüzü, çiçek bozuğu bir cilde sahipti.
"Badem" dediği gözleri ise şaşıydı. Vücudu da bir selviyi andırmıyordu. *

*Demek ki annesi onu aldatmış ve yıllar yılı çekinmeden yalan söylemişti. *

*Genç kızın anne sevgisi, kısa bir süre sonra nefrete dönüştü. *

*Evlenme çağına gelmiş olmasına rağmen yüzüne bakan yoktu. Üstelik de
gözleri, bütün tedavilere rağmen düzelmiyordu. Genç kız, doktorların
gizlice yaptığı konuşmalardan kör olacağını anladığında çılgına döndü ve
kendisini hâlâ çocukluk yıllarındaki ifadelerle seven annesinin bu
yalanlarına dayanamayıp evi terk etmeye karar verdi. *

*Fakat annesi, uzak bir yerde iş bulduğunu söyleyerek ondan önce davrandı.
Ve kazandığı paraları bir akrabasına gönderip, kızına bakmasını rica etti.
*

*Genç kız bir süre sonra görmez oldu. Karanlık dünyasıyla baş başaydı. *

*Bu arada annesini hiç merak etmiyordu. Yalancıydı annesi, ölse bile bir
kayıp sayılmazdı. Bir gün doktorlar, uygun bir çift göz bulduklarını
söyleyerek kızı ameliyat ettiler. Ancak o, gözünü açtığında yine aynı yüzü
görmekten korkuyordu. *

*Fakat kör olmak zordu. En azından kimseye yük olmazdı. Genç kız, ameliyat
sonunda aynaya baktığında, müthiş bir çığlık attı. Karşısında bir dünya
güzeli vardı. Gerçekten de harika bir kızdı gördüğü. *

*Yüzündeki bozukluklar tamamen kaybolmuştu. Çok kemerli olan burnu
düzelmiş, kepçe kulakları normale dönmüş ve yaban otlarını andıran
saçları, dalga dalga olmuştu. *

*Genç kız, yanındaki yaşlı doktora sevinçle sarılarak: *

*- Sanki yeniden dünyaya geldim!. dedi. Yüzümde hiçbir çirkinlik kalmamış.
Estetik ameliyatı siz mi yaptınız? *

*Yaşlı doktor: *

*- Böyle bir ameliyat yapmadık kızım!. diye gülümsedi. Annenin bağışladığı
gözleri taktık. Sen, onun gözünden gördün kendini!.. *

janus
02-05-2006, 07:54
Ne zaman hayatında bazı şeyler taşınamaz hale gelirse, ne zaman
24 saat kısa gelmeye başlarsa, O zaman *mayonez kavanozu ve 2 fincan
kahveyi* hatırlayiniz!

Bir gün bir profesör, masasının üzerinde birkaç kutu olduğu halde felsefe
dersindedir.Ders başladığında, hiçbir şey söylemeden, önüne büyükçe bir mayonez kavanozunu alır ve içerisini tenis topları ile doldurur.Ve öğrencilere kavanozun dolup dolmadığını sorar.

Öğrenciler ittifakla kavonozun dolduğunu ifade ederler,Bu sefer profesör
önündeki kutulardan bir tanesinden aldığı çakıl taşlarını, çalkalayarak
kavanoza döker, böylece çakıl taşları kayarak, tenis toplarının aralarındaki
boşlukları doldurur. Ve öğrencilere tekrar kavanozun dolup dolmadığını
sorar,Onlar da evet" doldu derler.

Tekrar profesör masanın üzerindeki diğer
kutuyu eline alır ve içindeki kumu yavaşça kavanoza döker.
Tabii ki kumlar da çakıl taşlarının aralarındaki boşlukları doldurur. Ve
tekrar öğrencilere kavanozun dolup dolmadığını sorar,Öğrenciler de koro halinde "evet" derler.

Bu sefer profesör masanın *altında* hazır bekleyen 2 fincan
kahveyi alır ve kavanoza boşaltır, kahve de kumların arasında kalan
boşlukları doldurur.

Öğrenciler gülerler!

Profesör öğrencilerin gülüşünü destekleyerek "eveet" diyerek; ben "Bu
kavanozun sizin hayatınızı simgelediğini ifade etmeye çalıştım" der.

Şöyle ki; Bu tenis topları hayatınızdaki önemli şeylerdir;
dininiz,ibadetleriniz, aileniz, çocuklarınız, sıhhatiniz, arkadaşlarınız ve
sizin için önemli olan şeylerdir. Şayet diğer şeyleri kaybetseniz de, bu *önemli şeyler* kalır ve hayatınızı doldurur.

O çakıl taşları ise daha az önemli olan diğer şeylerdir; işiniz, eviniz, arabanız vs.

Kum ise diğer ufak tefek şeylerdir.

"Şayet kavanoza önce kum doldurursanız..." diye, anlatmaya devam eder, "çakıl taşlarına ve özellikle de tenis toplarına yeterli" yer kalmaz.Aynı şey hayatımız için de geçerlidir.

Vaktinizi ve enerjinizi ufak tefek şeylere harcar, israf ederseniz, önemli
şeyler için vakit kalmayacaktır.

Dikkatinizi mutluluğunuz için önem arzeden şeylere çevirin.

Çocuklarınızla oynayın. Sıhhatinize dikkat edin. Eşinizle yemeğe çıkın.
Evinizin ihtiyaçlarını karşılayın.

Öncelikle tenis toplarını kavanoza yerleştirin.
Öncelikleri, sıralamayı iyi bilin.
Gerisi hep kumdur.

Bu ara bir öğrenci parmağını kaldırır ve sorar; "Pekiyii, o iki fincan kahve nedir?"
Profesör gülerek: "Bu soruyu sorduğuna sevindim. Hayatınız ne
kadar dolu olursa olsun, her zaman dostlarınız ve sevdiklerinizle bir
fincan kahve içecek kadar vakit ayırın!" *

dentist
04-05-2006, 20:55
Varmı ötesi?

105

dentist
08-05-2006, 23:08
"Greater Idaho Falls" bilim fuarında bir lise öğrencisi, yöre insanlarını hazırladığı projeyi imzalamaya davet etti. Delikanlı; "dihydrogen monokside" adlı maddenin kullanımının tümüyle yasaklanmasını, mümkün olmadığı takdirde çok sıkı kontrolünü istiyordu. Maddenin zararlarını duvarlara astığı afişle açıklıyordu:

Yoğun terlemelere ve kusmalara sebep olabilir.
Doğaya büyük zararlar veren asit yağmurlarının ana unsurudur.
Gaz haline geçmiş hali, çok ciddi yanıklara sebep olabilir.
Kazara solunması, ciğerlere dolması ölüme yol açar.
Erozyona yol açar.
Otomobil frenlerinin etkinliğini azaltır.
Ölümcül kanser tümörlerinin hepsinin içinde bulunmuştur.

Bir saat içinde tam 50 bilim fuarı meraklısı insan, delikanlının kampanya açtığı standı ziyaret etti. 43 kişi yasaklama isteğini şiddetle desteklediler. 6 kişi kararsız kaldı.

Sadece bir kişi yasaklanması istenen "dihydrogen monokside"nin H2O yani hayatın can damarı "su" olduğunu söyledi. Lise öğrencisinin bu projesi "ne kadar kolay aldatılabiliyoruz" yarışmasının birincisi ilan edildi...!

Delikanlı:
"Amacım, kolayca saptırılmış, saçma bilimsel cümleciklerle insanların nasıl yanlış koşullandırılabileceklerini göstermekti" dedi.

Ramo
27-05-2006, 17:28
Çok soğuk bir kış günü padişah,tebdil-i kıyafet gezmeye karar vermiş.
Yanına baş vezirini alıp yola çıkmış.Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir
adam görmüşler.Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş.
Padişah,ihtiyarı selamlamış:
"Selamunaleykum ey pir'i fani ..."
"Aleykumselam ey serdar'i cihan..."
Padişah sormuş:
"Altılarda ne yaptın?"
"Altıya altı katmayınca,otuz ikiye yetmiyor..."
Padişah gene sormuş:
"Geceleri kalkmadın mı?"
"Kalktık...Lakin.ellere yaradı..."
Padişah gülmüş:
"Bir kaz göndersem yolar mısın?"
"Hemde ciyaklatmadan..."
Padişahla başvezir adamın yanından ayrılıp yola
koyulmuşlar.Padişahbaşvezire dönmüş:
"Ne konuştuğumuzu anladın mı?"
"Hayır padişahım..."
Padişah sinirlenmiş:
"Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım."
Kotkuya kapılan başvezir,padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla dere
kenarına dönmüş.Bakmış adam hala orada çalışıyor.
"Ne konuştunuz siz padişahla..."
Adam,başveziri şöyle bir süzmüş:
"Kusura bakma.Bedava söyleyemem.Ver bir yüz altın söyleyeyim."
Başvezir,yüz altın vermiş.
"Sen padişahı,serdar-ı cihan,diye selamladın.Nereden anladın padişah
olduğunu."
"Ben dericiyim.Onun srtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi."
Vezir kafasını kaşımış.
"Peki,altılara altı katmayınca,otuz ikiye yetmiyor ne demek?..."
Adam bu soruya cevap vermek içinde bir yüz altın daha almış.
"Padişah,altı aylık yaz döneminde çalışmadın mı ki,kış günü
çalışıyorsun,diye sordu.Ben de yalnızca altı ay yaz değil,altı ay da kış
çalışmazsak,yemek bulamıyoruz dedim
Vezir bir soru daha sormuş...
"geceleri kalkmadın mı ne demek?"
Adam bir yüz altın daha almış.
"Çocukların yok mu diye sordu.Var ama hepsi kız .Evlendiler,başkasına
yaradılar,dedim..."
Vezir gene kafasını sallamış.
"Bir de kaz gönderirsem dedi,o ne demek..."
Adam gülmüş.
"Onu da sen bul..."

Ramo
27-05-2006, 17:41
ERKEKLER MELEKTIR MELEEEEKKK ! ISTE ERKEKLERIN BIRER MELEK
OLDUGUNUN
KANITI...

:)) Bir gün ormancının biri dalları nehrin üzerine sarkan ağacın
dallarını
keserken baltasını suya düşürür.

"Aman tanrım" diye bağırdığında bir peri belirir ve "Ne diye
bağırıyorsun
?"der.

Ormancı baltasını suya düşürdüğünü ve yaşamını sürdürebilmek için
o
baltaya ihtiyacı olduğunu söyler.

Peri suya dalar ve elinde bir altın balta ile tekrar belirir.
"Baltan
bu
muydu ?" diye sorar. Ormanci "hayır" diye cevaplar.

Peri suya tekrar dalar ve bu sefer elinde gümüş bir balta ile
tekrar
belirir ve yine sorar. "Baltan bu muydu ?"

Ormancı yine "hayır" diye cevaplar. Peri suya tekrar dalar ve bu
sefer
elinde demir bir balta ile tekrar belirir ve yine sorar. "Baltan
bu muydu
?" Ormancı "evet" der. Ormancının dürüstlüğü perinin çok hoşuna
gider ve
baltaların üçünü de kendisine verir. Ormancı mutlu bir şekilde
evine
döner. Bir zaman sonra ormancı esiyle birlikte nehir boyunca
yürürken
karisi
suya düşer. Ormancı "aman tanrım" diye bağırır. Peri yine
belirir
ve sorar: "Ne diye bağırıyorsun ?"

Ormancı" karim suya düştü der. Peri suya dalar ve Jennifer Lopez
ile
birlikte geri döner."Senin karin bu mu?" diye sorar. Ormancı
"evet" der.
Peri sinirlenmiştir, "Yalan söylüyorsun, gerçek bu değil" der.

Ormancı "özür dilerim peri, ortada bir yanlış anlaşılma söz
konusu. Eğer
Jennifer Lopez için hayır deseydim bu sefer Catherine Zeta-Jones
ile geri
dönecektin, ona da hayır deseydim karımla dönecek ve her üçünü de
bana
verecektin. Ben fakir bir adamım ve üç
karimin sorumluluğunu
taşıyabilecek
durumda değilim. Jennifer Lopez'e evet dememin sebebi budur... Bu
Minik Yorum: Ne zaman bir erkek yalan söylüyorsa
bunun iyi ve
saygın bir nedeni vardır ve bu başkalarının yararı içindir.
Kendileri
için bir şey istiyorlarsa ekmek çarpsındır... :)

Master
27-05-2006, 19:08
Evet Sevgili Ramo hatta Naaaa merttir ...Erkek ;)

account
28-05-2006, 12:27
Sn master

Sol kulağınızı kapatırsanız SAĞ duyulu olursunuz.

alihoca
28-05-2006, 15:23
Sn master

Sol kulağınızı kapatırsanız SAĞ duyulu olursunuz.
Sn Account;

Hoş görünüze sığınarak,
Niyetinizi ya da söylemek istediğinizi anlayamadığımı söylemeliyim.

Biraz açarsanız sevineceğim.

Teşekkürlerimle

account
28-05-2006, 23:49
Evet Sevgili Ramo hatta Naaaa merttir ...Erkek

bodrum anoson kokan rüzgarında tavuk yumurta meselesinin
tavuğun yumurtadan çıktığı sonucunu öğrendim .
Ama horoz nerde niye yok derken üstadım yazdı Naaaaa mert
..erkek bende üstadımdamdan Sağduyulu olmasını istedim hocam
çamurdandan da olsa erkek herzaman merttirr değilmi .
sevgi ve saygılarımla.

alihoca
28-05-2006, 23:53
Sn Account;

Espirinizi yakalayamadığım için özür.
Açıklama için teşekkürler.

Saygılarımla

dentist
29-06-2006, 20:20
Yaşlı kızıldereli reisi kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede
birbiriyle boğuşup duran iki kurt köpeğini izliyorlardı. Köpeklerden
biri beyaz, biri siyahtı ve oniki yaşındaki çocuk kendini bildi bileli
o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlardı.


Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri kurt
köpeğiydi bunlar. Çocuk, kulübeyi korumak için bir köpeğin yeterli olduğunu
düşünüyor, dedesinin ikinci köpeğe neden ihtiyacı olduğunu ve renklerinin
neden illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık. O merakla,
sordu dedesine: Yaşlı reis, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı.

- "Onlar" dedi, "benim için iki simgedir evlat."

- "Neyin simgesi" diye sordu çocuk.

- "İyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik
ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe
ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları.

Çocuk, sözün burasında; 'mücadele varsa, kazananı da olmalı' diye
düşündü ve her çocuğa has, bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi:

- "Peki" dedi. "Sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?"

Bilge reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa.

- "Hangisi mi evlat?
Ben, hangisini daha iyi beslersem!"

dentist
29-07-2006, 14:46
TEVAZU

Bir adam kötü yoldan para kazanip bununla kendisine bir inek alır.Neden sonra, yaptıklarından pişman olur ve hiç olmazsa iyi bir şey yapmış olmak için bunu Hacı Bektas Veli'nin dergâhına kurban olarak bağışlamak ister.
O zamanlar dergâhlar ayni zamanda aşevi işlevi görüyordu. Durumu Hacı Bektas Veli'ye anlatır ve Hacı Bektas Veli- ' helal değildir ' diye bu kurbanı geri çevirir.
Bunun üzerine adam Mevlevi dergâhına gider ve ayni durumu Mevlana'ya anlatır.
Mevlana ise; bu hediyeyi kabul eder.
Adam ayni şeyi Hacı Bektas Veli'ye de anlattığını ama onun bunu kabul etmemiş olduğunu söyler ve Mevlana'ya bunun sebebini sorar..
Mevlana söyle der:
- Biz bir karga isek Hacı Bektas Veli bir şahin gibidir. Öyle her leşe konmaz.O yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz ama o kabul etmeyebilir.
Adam üşenmez kalkar Hacı Bektas dergâhı'na gider ve Hacı Bektas Veli'ye, Mevlana'nın kurbanı kabul ettiğini söyleyip bunun sebebini bir de Hacı Bektas Veli'ye sorar.
Hacı Bektas da söyle der:
- Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise Mevlana'nın gönlü okyanus gibidir.
Bu yüzden, bir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir ama onun engin gönlü kirlenmez.
Bu sebepten dolayı o senin hediyeni kabul etmiştir."
Böylesi tevazu ve incelikle, birbirlerini yermek yerine yüceltebilmeyi becerebilen bir insan olmamız dileğiyle...

dentist
07-08-2006, 15:22
Pers imparatorunun basveziri Buzur Mehir tarafindan 1400 yil once tasarlanan tavla oyunu;
dunyanin en populer oyunlarindan biridir.
Zaman kavramindan alinan ilhamla tasarlanan oyunun zamana
boylesine direnmesi son derece etkileyici. Senenin birligi olarak tavla bir tanedir. 4 kosesi 4 mevsimi,
tavlanin icindeki karsilikli 6'sar hane 12 ayi, pullarin toplami ayin 30 gununu ,siyah -beyaz pullar
gece ve gunduzu, karsilikli 12'ser hane gunun 24 saatini simgeler..
Eski zamanlarda Hint Imparatoru, satranc oyununu Pers imparatoruna,yaninda bir mektup
ile hediye olarak gondermistir. Mektubunda oyunla ilgili hic bir aciklama yapmazken soyle bir mesaj yazmistir.
"Kim daha cok dusunuyor, Kim daha iyi biliyor, Kim daha ileriyi
goruyorsa O kazanir. Iste hayat budur...
Pers Imparatoru donemin en alim veziri olan Buzur Mehir ile bu mesaji paylasarak, ondan oyunu cozmesi ve
kendisinin de karsilik olarak Hint Imparatoruna hediye edilmek uzere baska bir oyun icat etmesini
ister. Vezir haftalarca calistiktan sonra gonderilen satrancin her tas hareketini ve oyunu cozer daha
sonra da on gunde tavlayi icad eder ve imparatora sunar. Hint Imparatoruna tavla oyunuyla birlikte
gonderilmek uzere soyle bir mesaj hazirlanir. "Evet, Kim daha cok dusunuyor, Kim
daha iyi biliyor, Kim daha ileriyi goruyorsa O kazanir. AMA BIRAZ DA SANSTIR. Iste hayat budur..."

SANS SiZDEN YANA OLSUN

Ramo
27-08-2006, 14:52
Lise öğretmeni bir gün derste öğrencilerine bir öneride bulunur.
-Affetme üzerine bir hayat deneyine ne dersiniz?
Yanıt olumlu olunca devam eder;
- O zaman der, yarın hepiniz bir büyük plastik torba ve beşer kilo patatesle geleceksiniz.
Ertesi gün sınıfta her öğrencinin önünde torbaları ve patatesleri gören öğretmen, deneyin ne olduğunu anlatır.
- Şimdi herkes bugüne dek affetmeyi reddettiği her bir kişi için bir patates alsın ve üzerine o kişinin adını yazsın. Sonra da üzerine isim yazdığı patatesleri torbaya koysun.
Kimi öğrenci iki, kimi üç, kimi on on beş patatesi torbalarına koyduktan sonra öğretmen son şartını açıklar;
- Herkes torbasını bir hafta boyunca yanından hiç ayırmayacak. Nereye giderse oraya sırtında taşıyacak.
Aradan iki üç gün geçmeden öğrenciler homurdanmaya başlar. En fazla homurdananlar da torbasında en fazla patates olanlardır haliyle:
- Hocam, vallahi belimiz koptu... Yorgunluktan kımıldayacak halimiz kalmadı...
Öğretmen, şikâyetlerin had safhaya varması üzerine:
- Tamam çocuklar der, her ne kadar bir hafta dolmadıysa da hayat deneyimiz sona ermiştir.
Ardından açıklama yapar:
- Görüyorsunuz ki affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi, ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkum ediyoruz. Affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir."

Ramo
28-08-2006, 21:17
Brooklyn köprüsünde, bir bahar günü , kör bir adam dilencilik yapiyormus.
Dizlerinin dibine bir tabela koymus. Üzerinde "DOGUSTAN KÖR" yaziliymis.
Herkes dilencinin önünden geçip gidiyormus. Bir REKLAMCI bunu görmüs.
Tabelayi almis arkasinabir seyler yazmis, oldugu yere tekrar birakmis.
Ne olduysa olmus... Gelip geçen ve bu tabeladaki yeni yaziyi okuyan herkes,
baslamis dilencinin önündeki sapkaya, habire para atmaya...
Bir cümle yetmis onca kisiyi etkilemeye ve dilencinin sapkasinin kisa sürede
agzina kadar parayla dolup tasmasina... Tabelada söyle yaziyormus :
GÜZEL BIR BAHAR GÜNÜ... AMA BEN BAHARI GÖRMÜYORUM...

dentist
02-09-2006, 20:14
216

Mart 1921 İnönü Ovası İnsanın İflahını kesen buz gibi bozkır ayazında Ethem Çavuş'un sırtı üşüyor, avuçları ise kızgın mermi kovanlarına çıplak elle dokunduğu için alev alev yanıyordu. Top atışı on sekiz saattir durmaksızın sürüyordu. Ethem Çavuş, 75 mm'lik topu durmaksızın dolduruyor, her seferinde besmele çekip keşif kolundan bildirilen menzillere kıyamet yağdırıyordu.

Sandıkta kalan sondan üçüncü mermiyi aldığında bir an duraksadı. Merminin üzerine bir çaput sarılıydı. Çaputu sökerken avucuna kalem büyüklüğünde demir bir çubuk düştü. Çaputun ve çubuğun anlamını çözmeye çalışırken sarı metalden mermi kovanına kazınarak yazılmış yazıya gözü ilişti. Okumaya vakti yoktu. Mermiyi topa sürüp ateşledi. Demir çubuğu cebine, boş kovanını ise bu sefer sandığa değil yere attı. Birkaç dakika sonra soğumuş olan kovanı kaybolmaması için yerden alıp mintanının yakasından içeri attı. Akşam ezanı vaktinde çarpışma durulmuş, mevzileri ileri, düşman hatlarına doğru ilerletme emri gelmişti. Batarya komutanı, Ethem Çavuşa istirahat verdi. İlk iş olarak boş kovanı çıkarıp üzerindeki yazıyı okudu.

Kovanın üzerinde "Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4.Alay 2.Tabur 8.Batarya 26 Rebiyülahir 1339*İnönü" yazıyordu. Birinci İnönü savaşının en kızgın günlerinden birinde düşülmüş not ve mermiyle gelen demir çubuk, İmalat-ı Harbiye atölyelerinde çalışanların bir mesaj istediğini gösteriyordu. Boşalan kovanlar Ankara'daki atölyelere yollanır, oradan tekrar doldurulup cepheye dönerdi.

Üç saat sonra gecenin iyice çökmesiyle savaş tamamen durulmuş, birlikler yeni mevzilerine yerleşmişti. Ethem Çavuş, cebindeki demir çubuğu çıkarıp bir köşeye oturdu. Ucu sivriltilmiş çubuk, bakır ustalarının “kalem” dedikleri, metal üzerine desen oymaya yarayan keskin bir aletti. Eline yumruk büyüklüğünde bir taş alarak hafif tıklamalarla kendi mesajını kovana kazıdı. “Aksekili Ethem Çavuş 8.Alay 3. Tabur 1.Batarya 20 Recep 1339** İnönü”

Beş gün sonra Ankara Atölye'nin bir köşesinde cepheden gelen sandıkları açan kalfa, tezgâhlardan birinde harıl harıl çalışmakta olan ustaya seslendi:
Sesinde, eşi doğum yapmış bir adama bebeğini müjdeleyen ebenin heyecanı vardı. "Kâmil Usta! Müjdemi İsterim! Senin yavru cepheden dönmüş!“. Hepsi sandıkların olduğu kısma koşturarak kovanın üstündeki yazıyı okumak için toplandılar. Tabii ki bu şeref Kâmil Ustaya aitti. Yüksek sesle Ethem Çavuşun notunu okudu. Atölyede bir bayram havası esmişti. Tüm çalışanlar, Kâmil Ustayı yeni baba olmuş biriymiş gibi kutluyor, hayır duaları ediyorlardı. Ustalar, İş tezgâhlarından birinin başında toplandılar. Kâmil Usta kovanın ağzının eğilen yerlerini düzeltip özenle kapsülünü yeniledi. İçine barutunu doldurduktan sonra yeni bir çekirdeği kovanın ağzına oturttu. Mermi hazır olunca, Ethem Çavuşun kovanın içinde geri yolladığı çelik kalemi yeni bir çaputla merminin üzerine sardı. Kundaklanmış mermiyi şefkatle tutarak yeni doldurulan bir sandığa yatırdı. Çalışanlar hep bir ağızdan "Allah kavuştursun" diyip işlerinin başına döndüler. Kâmil Usta, halen açık duran sandığa yatırdığı mermiye hüzünle bakıp "Selametle git aslanım. Allah muvaffak etsin. Çok bekletme bizi" dedi. Kovan, Birinci İnönü savaşı sıralarında üzerindeki ilk notla Kâmil Ustanın eline geçtiğinde bu fikir doğmuştu. Karahisarlı Seyfi Çavuşun başlattığı bu geleneğin süreceğinden emin değildi; ama denemeye değerdi. Nitekim Aksekili Ethem Çavuş umutlarını boşa çıkarmamıştı. Cephede patlayan her merminin kovanı buradaki ustaların elinden geçtiğine göre bir aksilik olmazsa yeniden görüşeceklerdi.

Eylül 1922 - Ankara Bir buçuk yıl içinde kovan sekiz kere daha atölyeye uğradı.*Üzerindeki mesajların sayısı da sekize ulaşmıştı. Mesaj yazanların sekizi de başka alay ve taburlardan farklı kişilerdi. Kovan her keresinde atölyedekilere daha büyük bir coşku yaşatıyor, istiklâl savaşının her zorlu durağından Ankara'ya barut, kan ve zafer kokusu taşıyordu. Türk ordusunun İzmir'e girdiği gün Ankara'da bayram havası eserken kovan yeniden gelmiş, ama bu sefer tüm atölyeyi yasa boğmuştu. Kovanın içinde, çelik kalemin yanı sıra bir mektup ile bir tane de bakır künye vardı. Kovanın üzerine kazınmış dokuzuncu notta; "Karahisarlı Seyfi Çavuş. 4. Alay 2. Tabur 8.Batarya 12 Muharrem 1341*** Banaz" yazılıydı. Atölyedekiler mektubu açıp okumaya koyuldular;


Bismillahirrahmanirrahim. Selamün aleyküm gayretperver ustalar. Allah'a şükürler olsun ki mendebur düşman kaçıyor. Muzaffer Türk ordusu beş gündür durup dinlenmeksizin kâfiri kovalıyor. Güzel İzmir'e, kalplerimizdeki imânımız kadar yakınız artık. İki gün evvel Banaz'daki muharebede bataryamın çavuşlarından Seyfi, kalleş düşmanın kurşunuyla şahadete ermiştir. Cenazesini sıhhiyecilere teslim etmeden önce mintanının içinde bu kovanı buldum. Malumunuzdur ki vefat eden neferin künyesi ailesine yollanır. Lâkin beş gün önce Karahisar’ı ele geçirdiğimizde,Seyfi Çavuş'un ailesinin düşman tarafından katledildiğini öğrendik. Bu kahraman Türk evladı kederini yüreğine gömüp anacığını, babacığını defnedemeden düşmanın peşine düştü. Üç gün sonra kendisi de hakkın rahmetine kavuştu.Kovandaki yazılardan anladığım üzere bu topçu neferlerin bir ailesi de sizler olmuşsunuz. Bu sebeple Seyfi Çavuşun künyesini sizlere yolluyorum.Başınız sağ olsun. Hayır dualarınızı bizlerden, Fatihalarınızı aziz şehitlerimizden esirgemeyiniz. Hakkın rahmeti üzerinize olsun. Yüzbaşı Muhsin Talât 4.Alay 2. Tabur 8. Batarya 14 Muharrem 1341 Salihli”



Mektup bittiğinde tüm personel ağlıyordu. Atölyeye bir ölüm sessizliği çökmüştü. Hiç tanımadıkları halde iki satır yazıyla kardeş oldukları Seyfi Çavuşun ardından Fatiha okuyup amin dediler.

Kamil Usta yutkunarak tezgâhının başına oturdu. Kovanı yeniledi ama bu sefer, minik iki perçinle Seyfi Çavuşun künyesini kovanın dibine çaktı. Yine her zamanki merasimle mermiyi kundaklayıp sandığa yatırdı. Oysa o mermi bir daha düşman mevzilerine gönderilmeyecekti.

Ocak 1923-Ankara Savaşının bitmesinin ardından Ankara'daki mühimmat depolarında sayım ve temizlik yapılıyordu. Sandıklar tek tek açılıyor, mermiler sayılıp yeniden sandıklanıyor, kayda geçirilip daha tertipli bir cephaneliğe gönderiliyordu. Teğmen Hamdi Vâsıf, Kâmil ustanın hazırlayıp kundakladığı mermiyi buldu. Böyle bir anının-belki de yıllarca- sandıkların İçinde kalmasına gönlü elvermedi. Ciddi bir suç işliyor olmayı göze alıp mermiyi evine götürdü. Niyeti, ömrünün sonuna kadar mermiyi bir anı olarak saklamaktı.

29 Ekim 1923 - Ankara Teğmen Hamdi Vâsıf Ankara kalesine çıkan dik sokakları koşarak tırmanıyordu. Soğuğa rağmen kan ter içinde kalmıştı. Yarım saat önce 20:30 sıralarında meclisten, cumhuriyetin ilan edildiği duyurulmuştu. 101 pare top atışıyla cumhuriyet kutlanıyordu ve Seyfi Çavuş'un mermisi bu şöleni kaçırmamalıydı. Yetmiş, belki de sekseninci atışta topçuların yanına ulaşabilmişti. Yüzbaşı Muhsin Talat'ın yanına giderek sert bir asker selamı verdi.
"Hamdi Vâsıf Edirne! Bir maruzatım var komutanım" Yüzbaşı sorar gözlerle genç subaya bakıyordu.
"Evet teğmenim? Sizi dinliyorum"
Teğmen, üniformasının içinden mermiyi çıkarıp yüzbaşıya uzattı.
"Yüzbirinci pareyi en çok bu mermi hak ediyor komutanım. Müsaadenizle bu şerefi ondan esirgemeyelim"

Yüzbaşı Muhsin Talat gözlerine inanamamıştı. Sevinç gözyaşlarını tutamadı. O kadar heyecanlanmıştı ki neredeyse aralarındaki rütbe farkına bakmaksızın genç teğmenin ellerini öpecekti. Mermiyi alıp çekirdeğini dikkatlice yerinden çıkardı. Kovanın tepesine bir bez parçası tepip iyice sıkıştırdı. Subay şapkasını çıkarıp surun üzerine koydu. Mermiyi şapkanın içine yatırdı. Toplar atışlara devam ediyordu. 82, 83, ...97, 98, 99... On dakika kadar sonra, atışları sayan çavuş "Yüzüncüyü attık komutanım" diyince, Muhsin Talat, kovanı topun yatağına kendi elleriyle sürerek ateş emrini verdi. Subayların kılıçlarını çekerek selamladığı o son top sesi Ankara'nın her duvarından yankıyıp dört yıllık istiklâl savaşının tüm hikâyesini anlatmıştı sanki. Rütbe ve mevkilerine bakmaksızın topun başındaki tüm askerler kucaklaşarak birbirlerini kutladı. Son olarak Yüzbaşı Muhsin Talat ile Teğmen Hamdi Vâsıf sarıldılar. Kovan ayaklarının dibindeydi. Yüzbaşı eğilip saygıyla kovanı yerden aldı. Avuçlarının yanmasına aldırmadı bile.

Gazi Kovan ( Top Mermisi Kovanı)

dentist
15-09-2006, 21:02
Yıllar önce, çok uzaklarda bir adam varmış. Bu adam çalışmak amacı ile
çok uzaklara gitmiş ve
yıllarca çalışmış. Sonunda memleketine dönme zamanı gelmiş. Bu çalışma
sürecinde toplam 3000 akçe
biriktirmiş ve evinin yolunu tutmuş.

Evine doğru giderken yolu büyük bir şehirden geçmiş. Yolda yürürken
köşe başında birisi "Bir nasihat bin akçe,
bir nasihat bin akçe" diye bağırıyormuş. Adam düşünmüş: 'Nasıl olur,
bir nasihati bin akçeye satarlar, ben
yıllarca çalıştım ve sadece 3000 akçe biriktirdim' Bu işe pek akli
ermemiş ama merak iste.
Duramamış ve adama bin akçe vererek o nasihati satın almış. 1. Nasihat
" KADERDE NE VAR İSE O ÇIKAR"
ve yoluna devam etmiş...


İlerde yine köse başında başka bir adam bağırıyormuş "bir nasihat bin
akçe" diye. Adam yine dayanamamış bin akçe de o adama vermiş ve ikinci
nasihatı da satın almış. İkinci nasihat da: " GÖNÜL KIMI SEVERSE GÜZEL
ODUR". Son kalan bin akçesi ile de yoluna devam etmiş.


Tam şehrin çıkışında yine köşe başında bir adam bir nasihati bin
akçeye satıyor. Adam bir parasına bakmış, bir de
nasihati satan şahsa, dayanamamış ve kalan son akçesiyle de o nasihatı
satın almış.
Son nasihatte: "HİÇ BİR İŞ ACELEYE GELMEZ". Parasız yoluna devam etmiş.

Şehrin çıkışında büyük bir topluluk ile karsılaşmış. Topluluk telaş
içindeymiş. Yaklaşmış ve oradakilerden birine neler olduğunu
sormuş. Oradan birisi açıklamış, demiş ki: Burada şehrin tüm su
ihtiyacını karşılayan bir kuyu var, ama
kuyunun içinde de canavar var. Canavar suyu tutmuş, göndermiyor.
Aşağıya kim indiyse bir türlü çıkamadı.
Şimdi herkes korkuyor aşağı inmeye" Adam düşünmüş ve ilk satın aldığı
nasihat aklına gelmiş.
"Kaderde ne var ise o çıkar" aşağı inmeye karar vermiş.

Aslında bu nasihatleri herkes bilir ama uygulayabilmemiz için belli
bir bedel ödememiz gerekiyor.
İnince canavar hemen yakalamış ve yerine götürmüş. Demiş ki: "Buraya
gelenlerin hepsine bir soru
sordum ve bilemediler. Eğer sen bilirsen seni serbest bırakırım." Bir
dizine sarışın ve dünya güzeli bir kadın, diğer
dizine de kurbağa koymuş ve "söyle bakalım hangisi güzel?" demiş. Adam
düşünürken aklına
ikinci aldığı nasihat gelmiş ve "gönül kimi severse güzel odur" demiş.

Bu cevap canavarın çok hoşuna gitmiş. Zira canavar, kurbağanın
gözlerine aşıkmış. Adamı salmış ve suyu
bırakmış. Almışlar krala götürmüşler ve ağırlığınca altın vermişler.
Adamımız yoluna devam etmiş ve nihayet evine varmış.


Evinin camından içeri bakmış. Bir de ne görsün; karisi genç biri ile
diz dize oturuyor. Hemen kılıcını
çekmiş ve tam içeri girerken üçüncü nasihat aklına gelmiş "Hiçbir is
aceleye gelmez".

Kılıcını kınına koymuş ve içeri girmiş. Hoş beşten sonra karısına o
genci sormuş. Kadın da:
"bey sen gittiğinde ben hamileydim ve bir oğlumuz oldu. Bu genç senin
oğlun" demiş.

KADERİNİZ ve YOLUNUZ AÇIK OLSUN, HAYAT ACELE ETMEYE GELMEZ.

dentist
24-09-2006, 21:37
bir annenin annece terbiyesi

Aşçılığıyla ün yapmış yaşlı bir kadın, akşam yemeğine
gelecek olan
oğlu ve yeni gelini için yine mutfağına kapanmış,
yemek yapıyordu.

Aynı akşam yemeğe eski bir aile dostu da davetliydi.
Beklenen
misafirler gelip sofraya oturduklarında çok şaşırtıcı
bir durumla
karşılaştılar. Yaşlı kadının o gece yaptığı yemekler
değme
oburların bile iştahını kapatacak kadar berbattı.
Tatlılar un
kokuyordu, patatesler yanmıştı, köfteler ise neredeyse
hiç
pişmemişti. Oğlu, yeni gelini ve aile dostu,
kadıncağıza durumu
fark ettirmemek için ellerinden geleni yaptılarsa da,
yemek
sırasında pek iştahlı göründükleri söylenemezdi.

Nihayet yemek bitti ve yeni evli çift annelerinin
ellerini öperek
evlerine gittiler. Aile dostları ise biraz daha
kaldıktan sonra
gitmeyi düşünüyordu. Oğlu ve gelini gittikten sonra,
yaşlı kadına:

"Senin harika bir aşçı olduğunu adım gibi biliyorum.
Bana söyler
misin, bu geceki yemekler neden o kadar kötüydü? Bence
ya hastasın
ya da bir sorunun var." dedi. Yaşlı kadın gülümseyerek
cevap verdi:

"Hayır, hiçbir şeyim yok. Kasten yaptım. Bu yemekten
sonra oğlum
asla ikide bir annesinin yemeklerini hatırlatıp
karısının kalbini
kıramayacak."

Ramo
12-10-2006, 13:39
DOGRULUK BUYUK BIR ERDEMDIR......

On bir yaşındaydı ve New Hampshire gölünün ortasındaki adadaki
evlerinde ne zaman eline bir fırsat geçse hemen balığa giderdi.

Levrek avı yasağının kalkmasından bir gün önce, babasıyla akşamın ilk
saatlerinde küçük güneş balıklarından yakaladı. Sonra oltasına yem
takıp, oltayı fırlatma talimi yaptı.

Yem suya değdiği zaman gün batımında suda altın haleleler oluşturmuş,
daha sonra gölün üzerinde ay doğmuştu. Oltasının hızla çekildiğini
hissedince, oltaya büyük bir balık geldiğini anladı. Babası oğlunun balığı
çekişini hayranlıkla izledi.

Çocuk sonunda yorgun düşen balığı sudan çıkardı. O güne kadar gördüğü
en büyük balıktı, bir levrek; ama av yasağının kalkmasına sadece saatler
kalmıştı.

Baba oğul güzelim balığa baktılar, pulları ay ışığında ışıl ışıl
parlıyordu. Babası bir kibrit yakıp saatine baktı. Saat on olmuştu. Av
yasağının bitmesine daha iki saat vardı.

Önce balığa, sonra oğluna baktı.
"Suya geri bırakman gerekiyor, oğlum," dedi.
"Baba!" diye itiraz etti çocuk ağlamaklı bir sesle.
"Başka balıklar da var," dedi babası.
"Ama hiçbiri bunun kadar büyük değil!" dedi çocuk.

Göle şöyle bir göz attı. Gölde hiçbir balıkçı teknesi yoktu. Babasının
yüzüne baktı bu kez. Kendilerini hiç kimsenin görmemiş olmasına, kimsenin
ne
balığı yakaladıklarını bilmesinin olanaksız olmasına karşın, babasının
sesinden bu konuda hiçbir ödün vermeyeceğini anlamıştı.

Oltanın ucunu balığın ağzından çekti ve balığı gölün karanlık sularına
bıraktı. Balık suya düşer düşmez, şöyle bir çırpındı ve gözden kayboldu.

Çocuk bir daha bu kadar büyük bir balık tutamayacağından emindi..

Bu olay bundan tam otuz dört yıl önce oldu. Bugün o çocuk New York
City'nin ünlü mimarlarındandır. Babasının küçük evi hâlâ o adadadır. Oğlunu
ve kızlarını hâlâ o adadaki küçük eve balık tutmaya götürür.

Çocuk haklıydı. Bir daha o kadar büyük bir balık tutamadı.

Fakat değerler konusunda bir ikilem yaşadığı zaman hep o balığı gözünün
önüne getirir.

Babasından öğrendiği gibi değerler doğru ile yanlışın ne olduğu
konusunda çok basit bir konudur. Güç olan yalnızca değerlerin
uygulanabilmesidir.

Birileri görmediği zaman da doğru olanı yapabiliyor muyuz? Evet,
küçüklüğümüzde bizlere balığı suya geri bırakmak öğretilseydi, doğru
olanı yapabilirdik. Çünkü gerçeğin ve doğrunun ne olduğunu öğrenmiş
olurduk.

Doğru olanı yapma kararı belleklerimizdeki canlılığını hiçbir zaman
yitirmez. Bu anıyı dostlarımıza ve torunlarımıza göğsümüz kabara kabara
anlatırız.

Fırsatlardan yararlanmak değil, doğru olanı yapmaktır önemli olan.


ÇOCUGUNU ÖYLE KARSILA KI;
eve geldigi zaman, en güzel yere geldigini hissetsin....

ESINI ÖYLE KARSILA KI;
yanina geldigi zaman, en dogru insana kavustugunu hissetsin....

ANNENI ÖYLE KARSILA KI;
dogumundaki agrilari lezzetle takas etsin...

BABANI ÖYLE KARSILA KI;
ömür boyu bir baska evlada imrenmesin...

FAKIRI ÖYLE KARSILA KI;
ona serdiginden büyük, bir dua sofrasi sersin....

ZENGINI ÖYLE KARSILA KI;
Senin gönlünü gördügünde, kendi gönlünün fakirliginden kahretsin.....

Buddha
12-10-2006, 14:44
İSTİKBAL MARŞI

Bakma, dönmez şafak vakti yurttan kaçan o alçak!
Dönmeyip Amerika'da, arlanmaksızın yaşayacak!
O benim milletimin hırsızıdır, yurdu soyacak,
Hortumladıkları benimdir, milletimindir ancak!

Çalma, kurban olayım hepsini ey hırslı çakal!
Gariban halkıma da bir pul bırakacak kadar al!
Olmaz sana götürdüğün paralar sonra helal,
Hakkını vermezsen buradaki ortaklarının behemehal!

Ben ezelden beri aç yaşadım, aç yaşarım!
Hangi hükümet beni kurtaracakmış, şaşarım!
Kurumuş musluk gibiyim, ne akar ne taşarım!
Yırtsam da bir tarafımı, hiç görülmez başarım!

Mali krizler, yoluna örmüşse çelikten bir duvar,
Benim yapacağız, edeceğiz diyen bir hükümetim var!
Bağırsın korkma, nasıl işimize burnunu sokar?
"Avrupa Birliği" denen tekdişi kalmış canavar!

Arkadaş, Meclis'e namusuyla çalışanları uğratma sakın!
İşe aldıracakların, olsun hep sana yakın!
Gelecektir, cezanı vereceği günler hakkın,
Kim bilir belki yarın, belki yarından dayakın!

Yaktığın yerleri "orman" diyerek geçme, tanı!
Çalışanı işten at, doldur kadroya yatanı!
Gözleri açık yatır seni kurtaran atanı,
Satılmadık o kaldı, durma satıver şu vatanı!

Sermaye mutlu olsun, olsa da çevre feda!
Semizlettin Apo'yu, mezarında dönsün Şüheda!
Uydurma kanunlarla Meclis'ten getirin seda!
On bin Yıllık tarihe, yurdum ederken veda!

Cümlenizin bu yurdu yok etmek mi emeli?
Yediğiniz herzelere başka ne demeli!
Oyuverin altını iyice sallansın temeli,
Yurdumun ki, sonunda vatandaş kükremeli!

O zaman durur belki gözümden akan yaşım,
O zaman doğrulur belim, yukarı kalkar başım,
O zaman boşa gitmez yıllar süren uğraşım!
HESABINI VERİP TE GİTTİĞİNİZ GÜN KARDAŞIM,


Dalgalanın dolar gibi sizde şimdi ey suçlular!
Olsun artık soyguncuya vurulacak bir yular,
Ebediyen, öyle yok hesapsız bir iktidar!
Hakkıdır "garip yaşamış vatandaş"ın da gülmek,
Hakkıdır ezilmiş milletimin, aydınlık bir İstikbal!

Cem YILMAZ

darius
08-11-2006, 09:44
Nasreddin Hoca bir gün yabancı bir köyde misafir olur. Cuma günü O'nu kürsüye çıkartırlar. Güzel bir vaaz verir. Herkez pek memnun kalır. Camiden çıkınca Hoca'nın eşeğini getirirler. Köylülerin hepsi ona hizmet etmek için adeta yarışırlar. Hoca eşeğine binerken biraz düşünür. Sonra eşeğin üstüne ters oturur. Herkes hayret eder. Köylülerden biri dayanamayıp sorar :
- Hocam der. Kusura bakma ama eşeğe niçin ters bindiğini sorabilirmiyim?
Hoca tebesüm ederek cevap verir :
- Eğer düz binip önünüze geçseydim siz arkada kalacaktınız. Siz öne geçseydiniz, bu defa ben arkada kalmış olacaktım. Böyle ters binince size arkamı dönmemiş oluyorum. Sebebi bu...

dohol
21-11-2006, 18:27
Hz. Omer arkadaslariyla sohbet ederken, huzura uc genc girerler.
Derler ki :

-"Ey halife, bu aramizdaki arkadas bizim babamizi oldurdu. Ne
gerekiyorsa lutfen yerine getirin."
Bu soz uzerine Hz.Omer suclanan gence donerek :

- Soyledikleri dogru mu diye sorar , Suclanan genc der ki :
-Evet dogru.

Bu soz uzerine Hz Omer;
-Anlat bakalim nasil oldu diye sorar:

Bunun uzerine genc anlatmaya baslar, der ki :

-"Ben bulundugum kasabada hali vakti yerinde olan bir insanim
ailemle beraber gezmeye ciktik, kader bizi arkadaslarin bulundugu yere
getirdi. Afedersiniz hayvanlarimin arasinda bir guzel atim var ki
donen bir defa daha bakiyor, hayvana ne yaptiysam bu arkadaslarin
bahcesinden meyva koparmasina engel olamadim, arkadaslarin babasi icerden
hisimla cikti , atima bir tas, atti atim oracikta oldu.
Nefsime bu durum agir geldi, ben de bir tas attim, babasi oldu.
Kacmak istedim fakat arkadaslar beni yakaladi, durum bundan
ibaret" dedi.

Bu soz uzerine Hz Omer:

-"Soyleyecek bir sey yok, bu sucun cezasi idam.Madem sucunu da
kabul ettin" dedi.

Bu sozden sonra delikanli soz alarak

-"Efendim bir ozrum var" diyerek konusmaya basladi

- "Ben memleketinde zengin bir insanim, babam rahmetli olmadan
bana epey bir altin birakti. Gelirken kardesim kucuk oldugu icin
saklamak zorunda kaldim. Simdi siz bu cezayi infaz ederseniz
yetimin hakkini zayi ettiginiz icin Allah(cc) indinde sorumlu olursunuz,
bana uc gun izin verirseniz ben emaneti kardesime teslim eder gelirim, bu
uc gun icinde yerime birini bulurum" der.

Hz. Omer dayanamaz der ki :

-"Bu topluluga yabanci birisin, senin yerine kim kalir ki?!"
Sozun burasinda genc adam ortama bir goz atar, der ki:

- "Bu zat benim yerime kalir." O zat Hz. Peygamber Efendimizin
(sav) en iyi arkadasarindan daha yasarken cennetle mujdelenen Amr Ibni As'
dan baskasi degildir. Hz.Omer Amr'a donerek,

- "Ey Amr, delikanliyi duydun" der.

O yuce sahabi

-"Evet, ben kefilim" der ve genc adam serbest birakilir.

Ucuncu gunun sonunda vakit dolmak uzere ama gencten bir haber
yoktur. Medine'nin ileri gelenleri Hz. Omer'e cikarak genc'in
gelmeyecegi, dolayisiyla Amr Ibni As'a verilecek idam yerine
maktulun diyetini vermeyi teklif ederler, fakat gencler razi olmaz ve
"babamizin kani yerde kalsin istemiyoruz" derler.

Hz. Omer kendinden beklenen cevabi verir der ki :

"Bu kefil babam olsa farketmez cezayi infaz ederim."

Hz Amr Ibni As ise tam bir teslimiyet icerisinde der ki :

-"Biz de sozumun arkasindayiz."

Bu arada kalabalikta bir dalgalanma olur ve insanlarin arasindan
genc gorunur. Hz. Omer gence donerek derki evladim gelmeme gibi onemli bir
nedenin vardi neden geldin?" Genc vakurla basini kaldirir ve (gunumuz
insani icin pek de onemli olmayan)

"AHDE VEFASIZLIK ETTI" demeyesiniz diye geldim der.

Hz.Omer basini bu defa cevirir ve Amr Ibni As'a der ki :

-"Ey Amr, sen bu delikanliyi tanimiyorsun nasil oldu onun yerine
kefil oldun".

Amr Ibni As Allah kendisinden ebediyyen razi olsun, vakurla
kanimizi donduracak bir cevap verir,

-"Bu kadar insanin icerisinden beni secti.

"INSANLIK OLDU "dedirtmemek icin kabul ettim" der.

Sira genclere gelir, derler ki :

-"Biz bu davadan vazgeciyoruz."

Bu sozun uzerine Hz Omer :

-"Ne oldu, biraz evvel "babamizin kani yerde kalmasin" diyordunuz
ne oldu da vaz geciyorsunuz?" der.

Genclerin cevabi da dehsetlidir :

-"MERHAMETLI INSAN KALMADI" DEMEYESINIZ DIYE ...

Master
21-11-2006, 18:45
Fazla bir şey yazmayacağım... Teşekkür ederim Sn dohol..Defalarca okunmalı...

selchuk
22-11-2006, 09:25
Duygulanmamak elde değil...
çok teşekkürler paylaşımınız için...

dohol
13-12-2006, 20:03
Garip Olaylar ... -
Hepsi gercek.
1. Exxon'a ait bir petrol tankeri Kanada açıklarında battıktan sonra, iki tane deniz ayısı 80.000 dolar harcanarak temizlenmiş ve büyük bir törenle denize bırakılmışlar. Tam 2 dakika sonra herkesin gözleri önünde bir mavi balina deniz ayılarını yemiş..........
(neymiiiş: doğaya asla müdahale etmeyeceksiiiin)

2. New York'ta yaşayan bir psikoloji oğrencisi kız boş odasını bir marangoza kiralar. Amacı onunla konuşup, adamın davranışlarini incelemek. Ama iki hafta sonra marangoz kızı bir balta ile parçalar.......
(neymiiiiş: insanın başına ne gelirse meraktan)

3. Bonn'da iki gosterici, domuzların kesimevi'ne barbarca götürlüp orada kesilmelerini protesto ederken, domuzların bulunduğu yerin kapıları kırılır ve 2000 domuz kaçışırken, iki göstericiyi ezerek öldürürler.......
(neymiiiiş: demek ki domuz domuzluğunu yapar)

4. Amerika'da kadının biri evine gelir ve kocasını mutfakta titrerken görür. Belinden su-kaynatici'ya doğru bir kablo gitmektedir. Kadın hemen kalın bir tahta parcası bulur ve adamın koluna vurarak onu elektrik sokundan ayırmaya çalışır. Adamın kolu iki yerinden kırlır. Sonradan anlaşılır ki, kocası orada mutlu bir sekilde walkman dinliyordur........
(neymiiiiiş: kadın milleti her zaman erkek milletinin mutluluğuna engeldir)

VE SONUNCUSU 5. Iraklı bir terorist postaya bombalı-mektup verir. Posta ücreti eksik ödendiği için mektup kendisine geri postalanır. Herşeyi unutan terorist mektubu açınca parçalanarak ölür......
(neymiiiiş: unutkansan terorist olmayacan)

dentist
15-12-2006, 10:04
STALIN'IN TAVUGU
Stalin en sadist cinayetlerini planladigi calisma
odasina yakin dostlarini toplamis sohbet ediyordu. Votka
siselerinin biri gidip, digeri geliyordu. Kafalar iyice dumanlanmisti.
Stalin kan canagina donmus gozlerini etrafinda dalkavukluk yarisina
girmis adamlarina cevirerek sordu: - Sacini ihtilalde, halk
icinde, devlet yonetiminde, burokraside agartmis dostlarim...
Soyleyin bakalim halkin yonetime bas egmesi, kayitsiz sartsiz itaat
etmesi icin yoneticiler ne yapmali, nasil davranmalidir? Her
dumanli kafadan bir ses cikti..Kimisi adaletten, haktan soz etti..
Kimisi demokrasiden.... Kimisi surgunden, sehpadan,
hapisten... Kitlesel cinayetlerin deha capindaki katili
Stalin, begenmedi adamlarinin izahatlarini... Bir kadeh daha
votka cekerek soyle dedi: - Yonetimi eline geciren hukumdarin
Tanridan pek farki yoktur! Halkin karsinizda bas egip durmasi icin ne
yapmaniz gerektigini durun da su beyinsiz kafalariniza civi gibi
cakayim... Hemen hizmetcileri cagirip emretti. - Cabuk
bana bir tavuk getirin... Aceleyle bir tavuk kapip getirdi
adamlari... Stalin, kafalari iyice dumanlanmis adamlarinin
gozleri onunde basladi canli canli tuylerini yolmaya tavugun,...
Butun tuyleri yolunup cascavlak kalan tavugu odanin ortasina
saliverdi, lider... - Simdi izleyin bakalim nereye gidecek bu
saskin tavuk... Zavalli tavuk bu azaptan kacip kurtulayim diye
aralik kapidan disari canini atayim diyor, soguktan tir tir titriyor...
Masalarin altina giriyor, koseli masa ayaklari canini yakiyor... Duvar
diplerine kosuyor teleksiz, tuysuz kanatlari yara bere icinde
kaliyor... Somineye yaklasiyor tuysuz derisi kavruluyor...
Caresiz, tuylerini yolan Stalin'in bacaklari arasina saklanip,
siginiyor... O zaman Stalin, cebinden bir avuc yem cikarip
onune tane tane ativeriyor yolunmus tavugun...Yemlenen tavuk, Stalin
nereye yonelse pesinden kosuveriyor.. Agizlari bir karis
acik kalan dostlarina bakip, pos biyiklarinin atindan gulerek soyle
diyor Stalin: - Gordunuz mu, Halk dediginiz topluluk bu tavuk
gibidir.Tuylerini yolup al ve serbest birak... O zaman yonetmek kolay
olur... Stalin'in sofra dostlari hayretler icinde kalip " Vay
anasini birader... Adamdaki akila bak..." diye baslarini salladilar...
Bu gercekten olmus mu, yoksa uydurulmus bir oyku mu bilmem.
Ancak "Stalin'in Tavugu" diye bir tabir var...
Bilmem günümüzde bu tavuk hikayesi size hangi olayları hatırlatıyor?

darius
15-12-2006, 10:33
Serçe ile Avcı

Avcının biri bir gün bir serçe avlar, serçe dile gelerek avcıya "Bana ne yapmayı düşünüyorsun" diye sorar, avcı serçeye " seni kesip yiyeceğim" cevabını verir.
Bunun üzerine serçe avcıya "vallah,, benim etim ne kahvaltılık olur, ne de karın doyurur. Fakat eğer beni salıverecek olursan sana üç şey öğretirim, onlar etimi yemekten daha çok işine yarar. Kabul edersen bu üç şeyin ilkini şimdi elinde iken, ikincisini elinden uçup karşıdaki ağaca konunca üçüncüsünü de ağaçtan uçup önümüzdeki tepeye varınca söyleyeceğim" der.
Kuşun teklifine avcının aklı yatar, onu salıvermeye karar verir, "öğreteceğin ilk şeyi söyle bakalım" der. bunun üzerine kuş avcıya "elinden kaçan fırsatlar için hayıflanma" der. Avcı kuşu salıverir. Uçup karşı ağacın bir dalına konunca da ikinci şeyi öğretmek üzere "olmayacak şeye inanma"der. Bu sözlerden sonra kanatlanan kuş avcının önündeki bir tepeye varıp konar, oradan avcıya şöyle der. Ey Bedbaht adam:"Eğer beni kesmiş olsaydın kursağımdan her biri yirmi miskal ağırlığında iki inci çıkaracaktın"der.
Bu sözleri duyan avcı kaçırdığı fırsat karşısında hayıflanarak dudaklarını ısırır. Artık elinden bir şey gelmeyeceği için kuşa "üçüncüyü söyle" der.
Kuş avcıya "Sen ilk iki nasihatimi unuttun üçüncüsünü sana nasıl söyleyeyim ben sana"kaçırdığın fırsatlar için hayıflanma" demedim mi? Oysa sen daha az önce beni elinden kaçırdın diye hayıflanıverdin. "Yine ben sana "olmayacak şeye inanma" demedim mi? Benim etim, kanım ve tüylerimin hepsi tartılsa yirmi miskal çekmez, kursağımda her biri yirmi miskal ağırlığında iki inci nasıl olabilir?" der. ve uçup gözden kaybolur.
Bu hikayenin özü şudur:İnsanoğlu, kendisini aşırı tamahkarlığa kaptırınca basireti kapanarak gerçeği idrak edemez oluyor ve olmayacak şeyi olabilir gibi görüyor.

dohol
06-01-2007, 16:21
Emine gızım,

Benim. Ayşe nenen. Bildin mi? Bildin dabii. Elimde böyüdün a
gızım. Yoğsa şehere oğlumun yanına gitdim diye beni untuveedin
mi? Böğün tam 10 gün oldu köyden ayrı düşeli. Çok özledim
orları. Doktura çıkarttı beni oğlan. Gözümdeki katarağı
aldılar Allah razı olsun. Perde falan galmadı. Çayıra baktım
mıydı, goyunların hepisini görecem. Azcık sıkıldım burlarda.
Halden annayan da olmadığına, köye mektup yazdırayım dedim
göççük toruna.

Canım pek daraldı buralarda. Goca bi köyü bi binaya
doldurmuşlar. Herkesleri kümes gadar evlere tıkmışlar. Bir tek
hamamı güzel benim oğlanın evinin. Hamamdaki çeşmenin kurnası
görsen Eminem, gocaman. Cakuzi kurnası. Bizim gölbaşı gibi
böyük deel, biriki debelencek gadar emme çimiyom içinde zaman
zaman.
Haftaya köyden burlara gelcekler varımış. Çıtırların Hilmi'den
bağ makasını yolla bana. Bizim gelinin tırnaklarını kırkacam.
Bostan çapası gibi olmuşlar, sorduydum, 'kesemiyoz' dedi,
utancından boya sürüyo gariban. Okusun, ilim bellesin diyin
şehere gönderdiydik emme edepsizliği bellemiş benim oğlan.
Eve, gelinin gözü önünde cıbıl gadınlar getiriyo her akşam.
Gadınlar bir oynayyolar, bir güleyyolar sabaha gadar heç
utanmadan. Şükür ki heç çıkmayolar o güçük gara kutudan. Gelin
de accık beceriksiz ya.. Ne etcen gari.. Ocakta tencere
tıngırdatmaya üşeniyo, alıyo bizi hambörger miymiş, ham
börülcemiymiş ney, onu yimeğe götürüyo. 'Ben ham yimek yimem a
gızım..' dedim dinnemedi. Arpaya katsan at yemez, kepeğe
katsan it yemez. Anaaa, gurudum, Cıkcıklar'ın bağındaki
gorkuluk gadar galdım açlıktan. Hele bi dur. O yimeklerin
yanına gara bi su veriyollar da Eminem, içtiydim, dedim
'Allah, yandım anam.' Yanndı genizlerim, köpükler çıktı
ağzımdan burnumdan.

'Şeherin gara suyu gudurttu beni herhal' dedim aklımdan.
Anaam, bi iyi geldi bana o sonnadan. Hergün alıyo torun bana o
gara şişeden bakkaldan. Gerçi masraf çıkarmayam oğlana diyom
emme 'Alacağım bir iğne, çeliğin okkasından bana ne' diyom
sonradan. Zaten hepiciği müsrüf. Akşama gadar kavuruyolar,
sabaha gadar savuruyolar.

Böyük torun helhal evlendi, başka evde yaşıyo dediler. Gayrı
ocağından ayrı yaşamak isteyo dediler. Çağırın göresim var
dediydim. Aaşam gelecekti, bekledim uyuya galmışım. Gece
ayakyoluna galktıydım. Anaa, baktım salonda biri yatıyo.
Usulca yanaştım, gafasına yorganı çekmiş, parlak küpesi upuzun
saçları gözüküyo. 'Hah' dedim. 'Torun sürpüz yaptı. Yeni
gelini de getirivermiş, saçları da küpeleri de pek ışıl ışıl'
derken, yataktan dönüverdii... 'ELLEH.. Gelinin gara gara
sakalları, pos pos bıyıkları var! ! .' Elim ayağım boşanıverdi.
Başladım bağırmaya 'Ecinni fış fış! Ben sana dokunmam kış
kış! ! . Destur Bismillah.. Yaa Alllaaahhhh! ! ..' derkene
bayılmışım. Ayılayazdım, gözümü açdıydım, ecinni bana
'Babanne' diye yapışıverdi, gene bayılmışım. Sonnadan annadım
ki, o yeni gelin deel benim büyük torun Hidayet'miş. 'Sana
dedenin adını verdik. Hidayete ereceğine zıvanadan çıkmışın'
diyip bastonu dehledim gafasına.

Ben eyiyim Emine gızım. Merakta galma. Sade, bazı diyom keşke
gözlerim perdeli galaydı. Belki o perdeden görmüyodum
bunnarı.. Ben yazarım yine sana. Hele kal sağlıcakla.

dentist
16-01-2007, 17:47
Genç kız, el aynasında makyajını kontrol etti; “-Gayet iyi.” dedi. Güzelliğinden emindi. Çevresindeki erkeklerin pervane olmasından zaten biliyordu güzel olduğunu. Hayatın tadını çıkaran, rahat yaşayan biriydi.Cep telefonu çaldığında , akşam arkadaşlarıyla hangi eğlence yerine gideceğine karar vermeye çalışıyordu. Telefondaki numaraya baktı, arayan annesiydi.
- Alo…kızım, nasılsın ?
- İyiyim anne. Ne oldu *
- Sana bir surprizim var.
- Surpriz mi ?
- Evet.Çok eski bir arkadaşım, dostum şehrimize gelmiş….
- Eee kimmiş.
- Kim olduğu surpriz. Fakat, onu senin almanı istiyorum.
- Ben mi ?
- Evet, senin iş yerine yakın olan parkı biliyormuş. Parka gitmesini ve seninle buluşmasını söyledim. Senin de parka gidip onu almanı istiyorum.
- Anne, ben böyle şeyleri sevmem, kendin halletsen.
- Kızım 1-2 saatlik bir işim var. Ayrıca seni bebekliğinden tanıyan bir arkadaşım. Seni görünce mutlaka çok sevinecektir.
- Amaaan. Peki peki… Nasıl tanıyacağım.
-Evden çıkarken üzerine giydiklerini tarif ettim.O parkta bazı oturaklar piknik masası şeklinde. Parkın sinema tarafı girişindeki ilk piknik masasına otur. O gelince seni bulacak.
-Tamam anne ..tamam…
- Kızım senden her gün mü bir şey istiyorum.Üniversiteyi bitireli, hele de işe gireli bir fatura yatırmaya bile göndermedim.
- Hemen darılma, tamam dedim ya…
- O nasıl tamam demekse… neyse, hadi o zaman, izin al da çık, bekletme. Ben de işlerimi bitirip hemen geleceğim.



Genç kız , izin alıp çıktı.Kısa bir yürüyüşten sonra parka vardı. Bu parkta daha önce hiç oturmadığını farketti. Arkadaşlarıyla hep paralı,lüks eğlence yerlerine giderlerdi.
Annesinin tarif ettiği, girişteki ilk masayı buldu, boş olan kısmına oturdu. Masanın diğer tarafında bir köylü kadınla, küçük kız oturuyordu. Onlarla aynı yerde bulunmaktan utandığını hissetti. “-Annemin arkadaşı çabucak gelse de, şunlardan kurtulsam” diye düşündü.
Köylü kadın çekinerek seslendi;
- Afedersin kızım, bir şey sorabilir miyim ?
“Kızım” diye seslenmesi iyice sinirlerini bozdu.
- Ne var, adres mi soracan !..
Sert çıkış karşısında kadın sesini alçalttı;
- Hayır kızım, başka bir şey soracaktım.
- Sizin gibi cahiller ya adres sorar, ya para ister.
Köylü kadının kızaran yüzüne aldırmadı bile. O sırada şık ve lüks giyimli, orta yaşlı bir kadının uzaktan yaklaştığını gördü. “-Nihayet.” diye düşündü. Ayağa kalkıp kadını karşılamaya çalışırken, kadın yanlarından geçip gitti. Somurtarak geri oturdu.
Yanındaki küçük kıza daha sıkı sarılmış köylü kadının gözünden bir damla yaşın süzüldüğünü gördü.Kadın gözyaşını saklamak için diğer tarafa dönünce bir yüzündeki büyük yanık izi göründü. Genç kız manalı manalı güldü;
- Bak kolayca gözyaşı dökebiliyorsun, yüzünde de çirkin bir yanık izi var. Burda ne bekliyorsun geç bir köşeye aç mendilini ağla… Fakat ağlamaya benden bir şey koparacağını sanma, tamam mı…
Kadın dayanamadı;
- Cahil deyip duruyorsun. Ne cahilliğimi gördün. Tanımadığım bir kadına, torununun yanında hakaret mi ettim !
- Oooo... laf yapmayı da biliyormuş
-Anlaşıldı kızım, sen üniversite bitirmiş, çok şey öğrenmiş olabilirsin ama insanlıktan sınıfta kalmışsın. Torunumu okutmak için uğraşacaktım. Fakat seni görünce vazgeçtim.
Yaşlı kadın, küçük kızı alıp masadan kalkarken, boşalan yere doğru şık giyimli bir kadın yaklaştı. Cevap vermek için hazırlanan genç kız zengin giyimli, şık kadını görünce uzaklaşan yaşlı kadına cevap vermekten vazgeçti. Yaşlı kadın geriye bakmaya çalışan küçük kızın başını eliyle engelledi.



Bir süre sonra, genç kızın annesi parkta yanına geldi.
- Merhaba kızım, Zeynep teyzen nerde ?
- Kimse gelmedi anne. En son bir bayan geldi, yanıma oturdu. O da sadece dinlenmek için gelmiş biriymiş.
- Allah Allah !... giyindiklerini çok iyi tarif etmiştim, seni nasıl bulamadı anlamadım. Yanında küçük bir kız olacaktı.
Genç kız bir an durakladı.
-Küçük bir kız mı ?
- Evet
- Anne !. biz zengin, kültürlü insanlarız. Herhalde arkadaşın da zengin, kültürlü biridir, değil mi ?
- Kültürsüz değil ama zengin değil.
- Sakın bana köylü bir kadın olduğunu söyleme.
- Köyden gelen kadına ne denir ki !..
- Oh… iyi iyi, köylü kadınları karşılamaya beni gönderiyorsun.
- Kızım, o kadına bir borcumuz vardı. O zamanlarda borcumuzun karşılığı bir şey veremedik. " - Gün gelir, bir ihtiyacım olduğunda , ben kapınızı çalarım". Dedi ve işte bu gün kapımızı çaldı.
-Ne istiyormuş ?
- Torununu okutmamızı istiyor. Baban şimdi arabayla gelip hepimizi alacak, kayıt için okula götürecek.
- Anne , o köylü kadına ne borcun olabilir ki, anlayamadım ?
Annesi, kızının öfkeli ses tonuna dayanamadı;
- Kızım, sen bebekken biz köydeydik.
- Eee…
- Sana yıllar önce bahsetmiştim, köydeyken evimiz yandı, biz de inekleri,atları,tarlaları neyimiz varsa hepsini satıp köyden göçtük, demiştim.
-Evet, hatırladım.
- O yangınla ilgili bir ayrıntıyı, seni üzülebilir veya seni evde yalnız bıraktığımız için darılabilirsin korkusuyla anlatmamıştık.
- Herhalde şimdi anlatacaksın…
- Baban evde yoktu, ben de su doldurmaya köy pınarına gitmiştim. Lodos mu ne diyorsunuz, işte o rüzğar bazen ters esiyormuş, yukardan aşağı filan. Sen beşikte uyuyorken rüzğar bacadan içeri esince közler ocaklıktan tahtalara sıçramış, yangın başlamış. Pınar yerinden dumanları görüp koştuğumda alevler heryeri sarmıştı. Birazdan yıkılacak gibi görünen eve yine de girmek için atıldığım anda Zeynep teyzen kucağına seni almış olduğu halde dışarı fırladı. O sahneyi hiç unutamam; onun kucağından seni aldığımda o çığlıklar atıyordu…
- Niçin ?
- Seni kurtarırken, sağ tarafı yanmıştı. Gelince görürsün sağ yanağında ağır bir yanık izi var. Çok acı çekti çook. Dur ağlama, seni bu kadar üzeceğini bilmiyordum. Tamam kızım, bak makyajın akıyor, ağlama. Hah !.. baban da geldi. Fakat Zeynep teyzen hala bizi bulamadı…

dohol
12-03-2007, 15:09
Eskiden kadin olmak daha kolaydi.

Kadinlar sadece evde olur, yemek yapar, cocuk bakarlardi.

Sadece esinin geliri dusukse kadin calisirdi ve calisan kadina acinirdi.
Kadin calisiyorsa, evine bakamayacagi dusunulurdu,
zaten kadin bekarken calisiyor idiyse bile evlenince evinin kadini olurdu.
90'li yillara gelindiginde kadin sadece evde olmak istemedi, artik
calismak ekonomik olarak ozgurlesmek istiyordu.



Once universite okumaya ,sonra calismaya basladi. Bu kadinin hosuna gitmisti.

Calisiyor, istedigi gibi harciyor, geziyordu.

Artik calisan kadin evli olmak degil bekar olup gununu gun etmek istiyordu.

Yasasin ozgurluk...

Calisan kadin artik iskolik olmustu, calisiyor ve yuksekliyordu.
Zirveye ulasmisti. Bircok sirkette once orta kademe, sonra ust kademe yonetici kadin oldu.

Doksanlarin sonuna gelindiginde sirketler yalniz ve iskolik 30lu yaslarinda kadinlarla doluydu..

Bu calisan kadina yetmedi, citayi biraz daha yukseltti.

Artik hem evli ve hem de basarili calisan kadin olmaliydi.

Calisan kadin etrafina bakindi. Basarili, parali koca adaylari gozden gecirildi.




Adaylardan kel, sisman ve kisa boylu olanlar hemen elendi.

Ince ruhlu, saraptan anlayan, 14 Subat'ta muthis surprizler
yapabilen, kimsenin bilmedigi yerlerde basbasa tatillere goturen, yasamayi
seven ve bol bol espiri yapanlar hemen kapisildi.

Yurt disindan gelinlikler getirtildi. Otellerde muhtesem dugunler yapilip, Maldivler'e ya da Bali'ye balayina gidildi.



Balayindan sonra calisan kadin hizla is basi yapti.

Gunduzleri toplantidan toplantiya kostururken artik aksam yemegini de dusunmeye baslamisti.

Aksam ne yenmeli, nereye gidilmeli, esinin gomlekleri, pantolanlari utulu mu, kiyafetleri kuru temizlemeciye
gitti mi geldi mi, marketten alinacaklarin listesini cikar, is cikisi git al, eve gel, aksam yemegini hazirla....

Calisan kadin artik mutluydu. Gece yatagi sicacikti.
Uzulunce derdini paylasan, hastalaninca ona bakan, aglayinca destek
olacak bir omuza, goz yaslarini silecek sevkatli ellere sahipti. 15 saat
kosturmak kadina viz geliyordu. Etraf bu sekilde kosusturan, ev ile is
arasi cift vardiya calisan Kadinla doluydu.

Zaman geciyordu. Calisan kadin 35 ine yaklasiyordu.
Biyolojik saati "be bek, be - bek" diye uyari vermeye basladi.

Evet calisan kadin hemen cigliklar atmaya basladi "Bebek de yaparim kariyer de " diye...
Calisan kadinlar hemen sosyetik kadin dogumcularin randevularini doldurdular.

Calisan kadinlar ajandalarina ve islerinin temposuna
uygun zamani secip hemen mikroenjeksiyonla bebek yapmaya basladilar.

1-2 ay sonra guzel haberler sirayla gelmeye basladi,calisan kadinlar hamileydiler.



Calisan kadin hem hamile, hem guzel olmak istedi.
Hemen diyetisyenlere kosulup, ozel hamile diyetleri alindi, bol bol
kivi yenmeye baslandi. Eskisi gibi tatli, tursu, borek, erik aserilmiyor,
karpuz, kivi ve mango isteniyordu gecenin bir yarisi eslerden.

Calisan kadin cocugunu eski usul buyutmeyecekti. Hemen onlarca
hamilelik, bebek buyutme kitaplari alindi, bir cok internet
sitesine uye olundu, Yoga ve anne-baba kurslarina yazilindi.

Calisan hamile kadin artik gun gun takip ediyordu bebeginin gelisimini.
Bugun 43. gun, bebegim uzum tanesi gibi... 59. gun, parmaklari olustu... 89.
gun, bugun ilk defa hickirdi... 210 uncu gunden sonra artik bebegin
matematik zekasinin artmasi icin Mozart dinletilecek.
.. Sonunda mutlu gun geldi.







Calisan kadin artik anneydi. 3-4 aylik izinden
sonra calisan kadin oldurucu diyetlerle zayiflayarak incecik bir sekilde isbasi yapmisti.




Artik basarili bir yonetici, iyi bir es ve anne olarak 24 saat calisiyordu.
Bebek buyudukce, sosyallesmesi icin calisan kadin cumartesilerini
cocuguna ayirdi. Artik tum anneler topluca etkinliklere katilmaya
basladilar. Yas gunu partileri, tiyatrolar,piyano dersleri, basketbol,
tenis ve yuzmekurslarinin biri bitiyor, digeri basliyordu.



Calisan kadina bu da yetmedi. Artik hem calisiyor, hem
iyi bir es olmaya gayret ediyor ve hem de annelik yapiyordu. Calisan
kadin citayi birkez daha yukseltti.
O artik evinde katkisiz, saglikli ekmekler, receller yapmali,
organik gidalarla, vitamini bol sebze yemekleri hazirlamali,
cocuguna ve esine ozel gunlerde pastalar yapabilmeli, bu pastalari cok guzel susleyebilmeliydi.
Butun calisan kadinlar yemek yapma kurslarina kosmaya basladilar.


Evlerine ekmek yapma makinalari aldilar,
toplanti aralarinda bir birlerine yemek tarifleri vermeye
basladilar, "Dun nefis bir cavdarli ekmek yaptim, istersen tarifini
vereyim" "Ben de hafta sonu harika bir pasta yaptim. Evdekiler bayildi. Bir
aksam gelin de size de yapayim" Bakalim calisan kadin bundan sonra citasini nereye yukseltecek?


Gelelim erkege...
Bu surec icerisinde calisan erkek ise citasini hic yukseltmedi.

80 lerde, 90 larda ve 2000 lerde hep TV izliyor,bira iciyor ve maca gidiyordu...

dohol
22-03-2007, 11:33
Şimdilerde şairin tabiri ile yolun yarısına gelmiş olan nesil, çocukluğunu ya da ilk ergenlik yıllarını 1982, yani Özal öncesi yaşamış kişiler.

30 ile 40 yaşları arasındaki Türk insanı üzerinde, yaşadıkları dönemin çok büyük etkisi olmuştur. Onca olumsuzluğa, onca yokluğa rağmen o yıllara karşı müthiş bir özlem taşır içinde. Özlem, çocukluk ya da gençliğe midir yoksa o yılların masumiyeti ve saflığına mıdır bilinmez.

Yıl ya 78 ya da 79. Erkek kardeşim bir- iki yaşında, ben ilkokuldayım. Evimizin karşısındaki müstakil evde üniversiteli gençler yaşıyordu ve ev arada sırada silahlı kişiler tarafından basılıyordu. Biz, kaza kurşununa hedef olmamak için ailecek yerde yatıyorduk.

Polis evlerde olur olmaz aramalar yapıyor diye, babam kütüphanemizdeki tüm sol içerikli yayınları divandaki iki yatağın arasına saklıyordu. Yolda yürürken bile birileri sizi durdurup kimlik soruyordu. Her hafta sonu, evimizin duvarına yazılan yazıları boyuyorduk.

Okuduğum ilkokulun kantininde simit ve Çamlıca gazozu dışında bir şey yoktu, zaten o zamanlar çocuğa haftalık vermek diye bir şey de yoktu. Gene de bakkala gidişlerimde kalan para üstlerini haftalarca biriktirip, tüpte şokella alıyordum. Onca zaman para biriktirilerek alınan ve bitmesin diye gıdım gıdım yenen o tüpte şokellanın tadını hâlâ hiçbir şeyde bulamıyorum.

Ben şanslıydım, babam denizciydi. Seyir dönüşleri bana envai çeşit oyuncak getiriyordu Avrupa’dan. Ama o zamanın çocukları bile bir tuhaftı, ben mahalledekilerle paylaşmayınca o oyuncaktan da zevk almıyordum. Hâlâ gazoz kapaklarını taşla düzeltip, bugünün TASO’larına benzeyen şeyler yapıyordum. Dokuz taş, misket, kukalı saklambaç, hele o “en de tura bir iki üç güzellik”, unutulur gibi değildi. İnşaatlardan sökülen paslı çivilerle oynanan toprağa çivi saplamaca gibi tamamen yokluğun tetiklediği yaratıcılık örnekleri. Sokaklar bizim, dert yok, tasa yok, oyuncak yoktu, olsa da devir hesap devri alacak para yoktu ve eğlence yaratıcılığımıza kalmıştı.

Yaz günleri, sabahtan akşama kadar sokaktaydık. “Sokağa Çıkmak” diye bir deyim vardı. Hayat o kadar güzeldi ki, ilk aşkıma dört yaşında vurulmuştum. Net hatırladığım bir sahne var: Adı Yalın. Babası ona iki tekerlekli bisiklet almış ve bana “Yarın seni de bindireceğim” diye söz vermişti. Bindim mi? Hatırlamıyorum, sonra taşındılar mahallemizden. İkinci aşkım, alt katımızda oturuyordu. Bir gün incir toplayacağız diye, Çengelköy sırtlarında kaybolmuştuk birlikte.

Diyarbakır’lı Kürt bir Karpuzcumuz vardı. Salı Cuma karpuz , kavun getirirdi kamyonla. ”Kavun ye bal ye” diye bağırırdı. Hakikaten de o kavun bal gibiydi. Hele o zamanın çilekleri, bir reçel kaynadı mı, değil apartman mahalleyi sarardı o nefis çilek kokusu. Reçel yapılacak çilek neredeyse bir gün boyunca beş altı kez suyu değiştirilerek kovalarda bekletilirdi toprağı çıksın diye. Üstelik suya da rengi geçmezdi. Şimdi çilekler toprakta yetişiyor ama toprağa değmeden büyüyor. Belki de o yüzden ne tadı var ne de kokusu.

Siyah beyaz ve tek kanallı televizyon, küçücük parmaklarımızın arasında kaybolana dek bıçakla yontulan kalemler –ki kalemtraş kullanmak israftı, sınıflardaki çöp kovası önü kalem açma kuyruklarını unutan var mı?-, plastik ilkel beslenme çantaları ve okula götürülmesi yasak olan muz. Hele iç içe geçen halkalardan oluşan ve her zaman akıtan o plastik bardaklar, kabusumdu benim. Uçlu kalem geldiğinde memlekete, uzay mekiği gibi bakmıştık ve onun ucu da uzay mekiği fırlatma rampası gibi kavrardı kapkalın kalem uçlarını.

Bunların her biri güzel birer anı, 30 lu yıllarını sürenler için. 40 lı yıllarını sürenler için o dönem, terörle özdeş. Zira çoğu Üniversiteyi ya zar zor bitirdi, ya da ayrılmak zorunda kaldı. 50 üzeri için ise hatırlanmak bile istenmeyen günler. Çünkü onlar çocuk okutmak ve yaşam mücadelesi vermek zorundaydı, onca yokluğa, parasızlığa ve kardeş kavgasına rağmen. Sadece çocuklar o yılların tadını çıkardı, sadece çocuklar mutlu ve umarsızdı ve sadece çocuklarda hatırlanası güzellikler bıraktı.

O dönemin çocukları, şimdi çocuk yetiştiriyor. Sahip olamadıkları oyuncaklarla dolu çocuklarının odaları. Yedikleri dayakların inadına seslerini bile yükseltmiyorlar çocuklarına. Dizlerinden, dirseklerinden yara kabugu eksik olmayan o zamanın çocukları, çocuklarından kan alınırken fenalaşıyorlar. Ancak hava karardığında ve babası işten geldiğinde eve giren şimdinin ana babaları, çocuklarını kapı dışarı çıkaramıyorlar, zaman zaman haklı sebeplerle. Annelerinin bir bakışı ile mum kesilen, akşama babana söylerim tehditleri ile büyümüş o çocuklar, bugün kendi çocuklarının psikolojisini bozar diye HAYIR bile diyemiyorlar.

O zamanın çocuklarının, şimdiki çocukları doyumsuz, çoğu bilgisayar başında patates cipsi yediği için şişman, hepsi zehir gibi akıllı ama onca imkana rağmen okulu pek azı seviyor. Çelik çomağı, kukalı saklambacı ve hatta uçurtma uçutmayı bilmiyor. Onların uçurtmaları marketlerde hazır yapılmış olarak satılıyor ve babayla bir Pazar günü saatlerce uğraşarak uçurtma yapmanın zevkini ve yeşil tepelerde uçurtma uçurmanın tadını bilmiyorlar. Okulun açılacağı haftanın öncesinde önceleri zevkle başlayan ama sonra işkence halini alan, defter kaplamanın ne demek olduğundan habersizler, defterlerin kaplanmaya ihtiyacı yok çünkü.

Kağıt onlar için buruşturulup atılabilecek bir şey, defterden kağıt koparmanın nasıl olup da YASAK olabileceğini akılları almıyor.

Hiç dut silkelemediler, bembeyaz çarşaflara ve hiç incir ağacının ince dalına basıp yuvarlanmadılar komşunun bahçesine.

Mutlular mı?

Umarım öyleler.

Peki çocukluklarını bizler gibi, özlemle anacaklar mı?

Umarım...

meraklı
22-03-2007, 19:42
Sayın dohol,

Yazınızı okurken yaşadım...O günlerin keyfini hasretle ve hasetle tekrar andım...evet ozamanlar harclık denen birsey yoktu, okullarda yalnız çamlıca gazoz ve simit vardı. Defterimizden yaprak koparamazdık ve hatta saman defterlerle yaşadık. Şimdiki çocuklar saman kağıdın ne olduğundan bihaber...:confused:

O dönemlerde siyasi çatışmalar vardı, kapımızın önünde can veren gencecik bedenler vardı. Aşağı mahallenin lisesiyle yukarı mahallenin lise öğrencileri sloganlarla yürürlerdi, sonra karsı karsıya gelir silahlar patlardı...:cry: :cry:

Evet, o dönemler tek parklarımız vardı, dizlerimizden oramızdan buramızdan eksilmeyen yaralarımız vardı...Anacığımın korkusundan sökülen yakamı, yırtılan kara önlüğümü bile dikmeyi öğrenmiştim o bacaksız halimle. Maymun gibi dut ağaçlarına cıktık, incir ağaçlarının gevrek dallarından düştük. Elma çaldık, şeftali çaldık...İstanbul'un yeşili vardı, bahçesi vardı, komşusu vardı... İstanbul'un insanı vardı.

Arkadaşlarımız vardı, tek kale maç yaptığımız, çivi oynadığımız. Saklambactan, ebelemeceden kanter içinde kaldığımız arkadaşlarımız vardı.

Tek eğlencem, memur babamın aybaşında aldığı kitaptı. Anacığımla çıktığımız pazardı; çömlekler içinde satılan yoğurtlar vardı, köy yumurtası vardı, domates kokan domatesler, tektip olmayan mis gibi çilekler vardı çamuruyla. Topatan kavunu vardı, kırkağaç, acısu kavunları..amasya elması vardı, yalovanın sulu elmaları, bostan patlıcanları vardı. Mevsimi gelse de yesek diye beklediğimiz sebzeler vardı.

Bayramlarımız vardı el öpüp mendil içinde şeker ya da 50 krş aldığımız. Okul hazırlıklarımız vardı ya hem heyecan duyup hem de sıkıntı yaşadığımız...Ama hepsi çooookkkk güzeldi...

Evet, şimdi çocuklarımızın neredeyse herseyleri var ama........

Ama bekledikleri, heyecan duydukları birsey yok artık. Keyifleri yok, zevkleri yok, herseyden önemlisi sabırları yok...

Evet, umarım onlar da yaşadıkları bu günleri keyifle anabilecek kadar iyi yaşasınlar....

Umarım........:;sihirbaz

Her yaşadığımız anıyı keyifle tekrar tekrar anabilmek ve yaşayabilmek adına bu anlarımız tatlı ve hoş anılara dönüşmesi umuduyla...sevgiyle kalın...:friends:-

dohol
24-03-2007, 16:32
Günlerden bir gün, köylerden birinde, adamın birinin eşeği, kuyunun birine
düşmüş.
Niye düşer, nasıl düşer sormayın. Eşek bu. Düşmüş işte.
Belki kör bir kuyuydu, ağzı tahtayla kapatılmıştı belki, üzerine de toprak
dökülmüştü.
Zamanla tahta çürüdü, zayıfladı, toprakta biten otları yemek isteyen eşeğin
ağırlığını çekemedi ve güm.
Hayvancık saatlerce acı içinde kıvrandı, bağırdı kendi dilinde. Ayıptır
söylemesi, anırdı yani.
Sesini duyan sahibi gelip baktı ki vaziyet kötü.
Zavallı eşeği kuyunun dibinde melul mahzun bakınıyor. Üstelik yaralanmış.
Karşılaştığı bu durumda kendini eşeği kadar zavallı hisseden adamcağız
köylüleri yardıma çağırdı.
Ne yapsak, ne etsek, nasıl çıkarsak soruları havada kaldı.
Sonunda karar verildi ki kurtarmak için çalışmaya değmez.
Tek çare, kuyuyu toprakla örtmek.
Ellerine aldıkları küreklerle etraftan kuyunun içine toprak attılar.
Zavallı hayvan, üzerine gelen toprakları, her seferinde silkinerek dibe
döktü.
Ayaklarının altına aldığı toprak sayesinde her an biraz daha yükseldi .
Ve sonunda yukarıya kadar çıkmış oldu. Köylüler ağzı açık bakakaldı.

Hayat, bazen bizim de üzerimize abanır. Ne bazeni, çoğu zaman.

Toz toprakla örtmeye çalışanlar çok olur.

Bunlarla başetmenin tek yolu, yakınıp sızlanmak değil, düşünüp silkinmek ve
kurtulmak, aydınlığa adım atmaktır.

Kör kuyuda olsak bile...

flz
25-03-2007, 23:33
Babamın bahçesinde iki kafes var. Birisinde, babamın kölelerinin Niniv çölünden getirmiş oldukları bir aslan; diğerinde ise sessiz bir serçecik var.
Her sabah, gün ağarırken, serçe aslana yönelir: " İyi günler, mahpus kardeş!".

Halil Cibran

dentist
26-03-2007, 17:11
O gece mail kutusuna gelen bir notun tüm geleceğini etkileyeceğini nasıl
bilebilirdi kahramanımız. Gönderilen dosyayı açtığında ekranı binlerce gül
kaplamıştı. Her tıklamada yeni bir sayfa açılıyor ve her açılan sayfada
değişik renklerde güller tüm ihtişamıyla gözler önüne seriliyordu. Son
tıkladığında ise ekranda şöyle yazıyordu; "Hiçbirisi senin gibi olamaz.
Seni seviyorum..."
Fulya çok şaşırmıştı. Maili gönderene baktı ama bu isim onda hiç bir
çağrışım yapmamıştı. Sonraki günlerde benzer mesajlar gelmeye devam
etmişti. Her defasında farklı çiçekler kaplıyordu ekranını ve son sayfada
yine aynı şeyler yazıyordu."Hiçbirisi senin gibi olamaz.Seni seviyorum..."
Fulya bu esrarengiz kişiyi merak etmeye başlamıştı. 10.gece gelen mesajı
yanıtlamayı düşündü. İster istemez etkilenmişti. O günlerde kendini çok
yalnız hissediyordu... Kim acaba diye kendi kendine sorarken birden
parmaklarının klavyeye uzandığını farketti.
"Bu çiçekleri bana neden gönderiyorsunuz? Lütfen kimliğiniz hakkında bana
bilgi verirmisiniz?..." Yazdıkları sadece bu kadardı. Ardından iletisini
göndermek için "Gönder" tuşuna bastığında hayatının ne hale geleceğini asla
bilemezdi... Ertesi gece heyecanla mail kutusuna baktı. Yine aynı kişiden
bir mail daha gelmişti.
Yüreği dalgalı denizlere dönmüştü.Aceleci tavırlarla maili açtı. Bu defa
tek sayfalık bir ekran vardı karşısında ve şunlar yazıyordu; "Beni
gerçekten merak ediyorsan yarın öğleden sonra saat 2'de bilgisayarının
başında ol ve msn'in açık olsun..." Fulya o geceyi biraz heyecanlı birazda
huzursuz geçirdi...
Gece boyunca hep bu konuyu düşündü. Kimdi, neyin nesiydi, neden her gün bu
mailleri ona gönderiyordu...Bu soruların cevabını bulamamıştı.
Ertesi gün saat 14.00'te ekranın başındaki yerini aldı ve msn'ide açtı.
Bir süre sonra ilk mesajı almıştı."Merhaba çiçeğim..."
Fulya kalbinin deli gibi atmaya başladığını
hissetti..."Merhaba...Kimsiniz?"

- Sizi tesadüfen buldum.
Bana gelen maillerden birinde sizin de adresiniz vardı.
gizemlicicek@... çok dikkatimi çekmişti. O yüzden size her gece
birbirinden güzel çiçekleri maillemeye başladım.
-Peki ama "hiçbirisi senin gibi olamaz. Seni seviyorum" ne demek oluyor?
-İkimiz de çiçekleri çok seviyoruz değil mi? O zaman birbirimizi de çok
seveceğiz desem herhalde yanlış olmaz.
Fulya ne diyeceğini bilemiyordu.Uzunca bir süre cevap yazamadı.
Sonra;
-Bakalım zaman ne gösterecek. Bu arada kendini biraz tanıtırsan memnun
olacağım.
-Hiç gerek yok...Çünkü sen beni çok iyi tanıyorsun.
Fulya iyice afallamıştı. Cevap yazmak için ekrana baktığında karşı tarafın
çıkmış olduğunu gördü. Bir süre bekledi ama geri dönüş olmadı. Herhalde
elektrikleri kesildi ya da başka bir sorun çıktı"
diye düşündü...
O gece ve sonraki geceler meçhul kişiden hiç mail gelmedi.
Her gün msn'i açıyordu ama orayada gelen giden yoktu. Fulya'nın içi içini
yiyordu. Neler oluyordu? Hiç bir sorunun cevabını bulamamak git gide
sinirlerini germeye başlamıştı. Aradan bir aydan fazla bir zaman geçmişti
ve Fulya bu esrarengiz kişiyi unutmaya başlamıştı.
Bir gün çalıştığı iş yerine sivil polisler geldiler .
Fulyayı arıyorlardı. "Benimle ne işleri olabilir" diye düşünürken odasına
giren polislerden biri kollarına kelepçeyi takı vermişti. "Hey neler
oluyor, ben ne yaptım ki" diye avaz avaz bağırmaya başlamıştı. Polisler
bilgi vermiyordu.Sadece "Bizimle emniyete geleceksiniz"
diyorlardı. Özellikle kollarına vurulan kelepçeler moralini çok bozmuştu.
Neler olup bittiğini çözmesi olanaksızdı. Emniyet Müdürlüğüne gidene
kadar polisler tek kelime bile etmemişlerdi.
Kapısında "Dolandırıcılık Masası" yazan bir odaya girdiğinde hepten
şaşkına dönmüştü. Masadaki görevli polis "Buyrun Fulya hanım oturun"
diyince ilk sandalyeye kendini atıverdi.
-Söyler misiniz neler oluyor? Bu bir şakaysa çok ağır bir şaka oldu.Derhal
bu oyunu kesin ..." Daha lafını bitirmemişti ki kendisine oturmasını rica
eden polisin sert bir ifadeyle "Hep böyledir.Yaparlar ama kabul
etmezler..."
sözleri başını döndürmeye yetmişti. Birden fenalaştı ve olduğu yere
yığılıp kaldı.Gözlerini açtığında bir sedyede olduğunu farketmişti.Boş
gözlerle etrafına bakıyordu.
Biraz sonra kendisini iş yerinden alan polislerden biri yanına geldi.
-İyi misiniz Fulya hanım? Kendinize geldiyseniz artık işimize bakalım.
Güçlükle doğrulmuştu.
Sonra polisinde desteğiyle tekrar o odaya girdiler. Aynı sandalyeye
oturmuştu.
-Fulya hanım, dolandırıcılıkla suçlanıyorsunuz. Banka hesabınızda son 15
gün içinde tam 28 işlem yapılmış. Bu süre zarfında yaklaşık 4 trilyon lira
hesabınıza yatmış ve oradan da başka bir hesaba havale edilmiş.
-Olamaz...Benim böyle şeylerden haberim yok.Bankada 350 milyon liram
var.Bunun dışında da neler olup bittiğini bilemiyorum.
-Fulya hanım,şimdi bize işbirliği içinde olduğunuz kişilerin adlarını
vermenizi istiyoruz.
-Siz neler diyorsunuz? Ne işbirliğinden bahsediyorsunuz?.
-Dolandırıcılık bayan...
Genelde tek başına yapılmaz bu işler.
Ayrıca bu kadar parayı ne yaptığınızı da bize derhal açıklayın.
Fulya hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı.
Hiçbir şeye anlam veremiyordu. Artık ifade verebilecek durumda değildi.
Sinir krizleri geçirmeye başlamıştı.
Birden kendini parmaklıklı bir odada bulmuştu. Dışardan ölü bir ışığın
içeri süzüldüğü rutubetli küçük bir odaydı. O geceyi sabaha kadar ağlayarak
geçirmişti. Sabahın ilk ışıkları küçük pencereden içeri süzüldüğünde gün
ağlıyordu gözlerinde ve üşüyordu... Bir süre sonra kapı açıldı ve bir kadın
polis kolundan tutup kendisini takip etmesini söyledi. 2-3 dakikalık bir
yürüyüş sonrasında tekrar ilk geldiği odaya varmışlardı.

Fulya'nın yüzü solmuştu ve tir tir titriyordu.Polisler ona sıcak bir
fincan çay verdiler.
Önce fincanın sıcaklığıyla ellerini ısıttı sonrada yudum yudum içmeye
başladı.

-Başınız iyice dertte bayan...28 kişinin banka hesabından kendi
hesabınıza havaleler yapmış ve ardındanda 4 trilyonu 3 ayrı hesaba
aktarmışsınız ve bu paralar ertesi gün ilgi hesaplardan çekilmiş.
-Benim hiçbir bilgim yok, ben bir şey bilmiyorum diyebildi..Ardından
sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. -Bugün savcılığa çıkaracağız
sizi ve tutuklanacaksınız.İyisi mi bize yardımcı olun da şu işi çözelim.
Fulya darmadağınık olmuştu.Hiçbir şeye anlam veremiyordu.
Sonra "tutuklanacaksınız"
sözünü hatırlayıp daha da büyük bir korkuya kapıldı.O andan itibaren hiç
konuşmadı. Fulya'yı bir başka odaya aldılar.Yaklaşık 2 saat kadar orda tek
başına kalmıştı. Bu süre zarfında neler olup bittiğini asla anlayamadı.
Sonra bir bayan polis geldi ve kendisini takip etmesini söyledi.
Bu defa bir arabaya binmişlerdi. 10-15 dakika sonrada savcının karşısına
çıkarılmıştı.
Savcı 55-60 yaşlarında babacan tavırlı biriydi. (Nubar Terziyan'ın
gençliği!!!)
-Otur kızım deyişi Fulyanın içini birazcık da olsa rahatlatmıştı.
-Anlat bakalım kızım. Nasıl başladın bu işe? (Nasıl düştün bu yollara?
Nubar Terziyan soruyor))
-Benim bahsettiğiniz işlerle hiç ilgim yok savcı bey dedi.
Banka hesabınız öyle demiyor...
Ne vardı banka hesabında. Neler olmuştu?
-Bakın ayın 13 ünde sarıgül notuyla 750 milyar, 17'sinde beyaz zambak
notuyla 2 trilyon ve 19'unda da siyah lale notuyla kalanını havale
etmişsiniz.SARI GÜL, BEYAZ ZAMBAK,SİYAH LALE... Allahım neler oluyor diye
beynini iyice zorluyordu.
Sarıgül...Beyaz zambak...Siyah lale...Birden irkildi. Bu olamazdı!!! Ona
ilk gelen mesajda hep sarı güller vardı. Sonraki maillerde beyaz zambaklar,
siyah laleler ekranı dolduruyordu.
Ama bu nasıl olabilirdi? Savcıya doğru döndü ve kendisine gönderilen
maillerden bahsetti. Savcı şaşkınlıkla onu dinliyordu.
Maillerin bu işle ne alakası olabilirdi? Savcı ber bir yere telefon açıp
birisinin odasına gelmesini istedi. Bir süre sonra odaya genç bir kız geldi
ve
-Fulya hanım.Siz bu hikayeyinizi baştan sona kadar hiçbir şeyi atlamadan
bana tekrar anlatırmısınız ? dedi.
-Tabi dedi ağlamaklı sesiyle...Sonra olanı biteni anlatmaya başladı. Her
gece gelen maillerden bahsetti. Sarı güllerden ,siyah lalelerden ...
bahsetti.
-Bunların dışında bir şey daha olmalı dedi kız. Fulya herşeyi en ince
ayrıntısına kadar anlattığını sanıyordu.
-Peki. Siz hiç cevap yazdınız mı?
-Evet bir kez yazdım Kim olduğunu merak ettiğimi sormuştum. O da bana bir
sonraki gün msn degörüşelim demişti.
-Yani siz onunla msn'de görüştünüz öyle mi?
-Evet diye cevap verdi Fulya...
Sonra kız savcının yanına gitti ve Fulya'nın duyamayacağı şekilde bir
şeyler anlattı. Sonrada aceleci adımlarla odadan çıktı. Savcı yanına
gelmişti.
-Bak kızım.Eğer anlattıkların doğruysa senin için bir ümit doğabilir.
Yoksa gençliğine yazık olacak...
Fulya hüngür hüngür ağlamaya başladı Savcı başını okşadı ve;
-Koyverme kendini hemen. Dur bakalım bir şeyler bulabilecek miyiz...
Sonra Fulyayı bir başka odaya aldılar.Aradan ne kadar zaman
geçmişti.Dışarda neler olup bitiyordu. Daha ne kadar burada kalacaktı?
Kapı açıldı ve savcı beyle diğer genç kız içeriye girdiler. Yüzlerindeki
ifade Fulya'yı biraz olsun rahatlatmıştı. Gözü ağlamaktan kan çanağına
dönmüştü.
-Hadi bakalım kızım evine gidiyorsun. Fulya ne diyeceğini şaşırmıştı. Yine
ağlamaya başladı.Diğer kız yanına yaklaştı.
-Benim adım Ayşe. Bilgisayar uzmanıyım.İfadeniz üzerine yaptığımız
araştırma sonucu asıl dolandırıcıları tesbit ettik.
-Peki ama bunun benimle ne ilgisi var?. Benim banka hesaplarımın bu işle
ne alakası var? Ayşe gülmeye başlamıştı. -Bakın Fulya hanım sizi msn'de
konuşmaya çağırmasının tek nedeni vardı. O da bilgisayarınızn IP numarasını
öğrenmek... Sonrası onlar için çok kolay oldu.
Bilgisayarınıza girdiler be sizinle ilgili tüm bilgileri ele geçirdiler.
Sonra da başka hesaplardan sizin hesabınıza para aktardılar ve ardından da
sahte isimlerle açtıkları kendi hesaplarına aktarıp buradan paraları
çektiler.
Fulya öylesine şaşkın öylesine çaresizdiki...
-Hadi şimdi evinize gidin ve iyice dinlenin. Yarın sabah sağlıklı bir
şekilde yeniden ifadenizi alacağız.
Ayşenin de yardımıyla dışarı çıktılar. Güneş ışınları gözünü kör etmişti
sanki...Hemen bir taksi çevirip evine gitti. Alelacele kendini banyoya
attı.
Sonra bir fincan kahve hazırladı kendisine.Biraz rahatlamıştı. Sonra
yatağına uzanıp derin bir uykuya daldı. Gece boyunca rüyalarında hep
çiçekler gördü. Çiçekler ona saldırıyor, her içinde bırakıyorlardı.
Uyandığında ter içinde kalmıştı. Hemen kalktı ve ilk iş olarak
bilgisayarın elektrik bağlantısını kopardı.
Perdeyi açıp dışarı baktığında ise hala Gün ağlıyordu gözlerinde.
Üşüyordu...

flz
08-04-2007, 23:20
SEVGİ ÜZERİNE

“Gerçi sarp ve zorludur sevginin yolları.
Ama içinize ateş düştü mü, izlemekten geri durmayın.
Sizi kanatlarının arasına alıp saklamak isterse karşı koyun.
Çünkü bilin ki, bir an gelir, o kanatların arasından bir kılıçtır çekilir ve vurur, inletir sizi.

Gerçi sözleri düşlerinizi darmadağın edebilir, tıpkı kuzey rüzgarının bahçeleri darmadağın ettiği gibi.
Ama sizinle konuştuğu zamanlarda, yine de ona inanmazlık etmeyin.
Çünkü başınıza tacı oturtacak olan da , sizi çarmıha gerecek olan da sevgidir. Serpilip gelişmenizi isteyen de o , budanıp kalmanızı isteyen de O’dur.




Tıpkı püsküllerin mısırı sarışları gibi, sevgi de sizi kendisine sarar.
Soyunmanız ve önünde çıplak kalmanız için zorlar. Soyunuk kalıncaya dek üsteler de üsteler.
Bembeyaz kesinceye dek evirir, çevirir, acı verir canınıza.
Boyun eğdirinceye dek, ezer, yoğurur sizi.



Karşısındakine kendinden başka hiçbir şey vermez Sevgi ve kendinden başka hiçbir şeyi de geri almaz. Ne kendi dışındaki şeylere sahiptir ne de kendisine sahip olunabilir.
Çünkü Sevgi kendi kendini bütünler ve kendi kendine yeterlidir.



Sevginin kendini mutlu kulmaktan öte hiçbir arzusu yoktur.
Eğer sevgiye kapılmışsanız ve tutkularınız olsun istiyorsanız….
Tutkunuz, sevginin içinde erimek olsun….
Tutkunuz, aşırı duygusal davranışların getireceği acıları tanımak olsun…


Ve yüreğinize gömdüğünüz sevgili için iyi bir şeyler dileyip yatın; dudaklarınızda onu yücelten bir şarkı olsun..”

Halil Cibran



…yüreğiniz sıkıştığında, içiniz daraldığında, çıkmaz sokaklarda olduğunuzu sandığınızda; tatlı bir serinlik gelirse içinize, yüzünüzde belli belirsiz bir gülümseme…
Kimbilir???…belki çok yakınınızda, belki çok uzaklarda, sizin için iyilikler dileyen biri olabilir.

dohol
10-04-2007, 10:29
386

***Her kahve aynı tadı tasımaz... Nerede içiyorsan, kiminle içiyorsan ona gore degişir...

***Sahilde oturduğun rüzgarlı bir sonbahar günü, en sevdiğin dostun ağlarken içtigin kahvenin tadı kederlidir... Kahve telvesine yüreginin acısı karışır.

***Bir pazar öğle sonrası annenin "hadi bir kahve yap da içelim" dediği kahve huzurludur... Köpükler annenin göz bebeklerine yansır... Dudağının kıyısında kalan küçük bir gülümsemedir...

***Bir gece vakti zil zurna sarhoş birinin içtiği kahve düşülen kuyudan çıkma cabasıdır... Koyu kıvamlı kahverengi bir ipe tutunur çıkarsın ... çıktığın an uyuyakalırsın... ferahlıktır!!!

****Dostlarla içilen kahve neşedir... Kahkahalar köpüklerin üzerinde yüzer...

***Tek başına gece vakti balkonda içtiğin kahve yalnızlıktır...Acıdır tadı... Ama garip de bir keyfi, lezzeti vardır...

***Baban için yaptığın kahve sevgi doludur... çay bardağında, az şekerli...Kahve gibi görünmez sana... Ama sıcaktır dumanı tüter ve kokusu büyülüdür...

***Beklemediğin bir anda sana uzatılan kahve baskadır... Isıtır insanın...içini...

***Yorgun olduğunda içtigin kahve hafifletir seni... Kendine getirir, unutturur günün ağırlığını...

***Kahve aynı kahvedir belki... köpüğüyle, rengiyle, dumanıyla aynı kahvedir ama icilen kahveler ruhunun süzgecinden geçer ve tadlari degişir...Her kahve aynı değildir bu yüzden...

Ben de sizleri sevgiyle pişirilen bir kahve içmeye davet ediyorum. akşam, öğle öncesi, sonrası ya da gece kahvesi. ne zaman isterseniz.

Dostlukla yudumlayacağımız bir kahve molası vermeye ne dersiniz???

Sizin kahveniz nasıl olsun ???

dohol
24-04-2007, 23:17
Asya'da maymun yakalamak icin kullanilan bir cesit tuzak vardir. Bir

Hindistancevizi oyulur ve iple bir agaca veya yerdeki bir kaziga baglanir.



Hindistancevizinin altina ince bir yarik acilir ve oradan icine tatli bir yiyecek konur. Bu yarik sadece maymunun elini acikken sokacagi kadar buyukluktedir, yumruk yaptiginda elini disari cikaramaz. Maymun, tatlinin kokusunu alir, yiyecegi yakalamak icin elini iceri sokar ve yiyecegi kavrar, ama yiyecek elindeyken elini disari cikarmasi olanaksizdir.



Sikica yumruk yapilmis el, bu yariktan disari cikmaz. Avcilar geldiginde, maymun cilgina doner ama kacamaz. Aslinda bu maymunu, tutsak eden hicbirsey yoktur. Onu sadece onun kendi bagimliliginin gucu tutsak etmistir. Yapmasi gereke tek sey elini acip yiyecegi birakmaktir. Ama zihninde acgozlulugu o kadar gucludur ki bu tuzaktan kurtulan maymun cok nadir gorulur. Bizi tuzaga dusuren ve orada kalmamiza neden olan sey, arzularimiz ve zihnimizde onlara bagimli olusumuzdur. Tum yapmamiz gereken, elimizi acip

benligimizi ve bagimli oldugumuz seyleri serbest birakmak ve dolayisiyla ozgur olmaktir.



Joseph Goldstein

meraklı
26-04-2007, 19:52
Her şey, numaranızdan kendisine küfürlü mesaj geldiğini söyleyen dolandırıcının telefonuyla başlıyor.
07.02.2007 14:57


İstanbul Emniyeti, şimdilerde cep telefonu üzerinden yapılan bir soygun çetesi ile uğraşıyor. Yöntemin bildik tarafları olsa da, akıllara durgunluk veren boyutları da var. İşte cep telefonu ile yapılan soygun:
Sizi cep telefonunuzdan birisi arıyor ve kendini tanıtıyor. Üstelik arayan kişi sizi gizli bir numaradan da aramıyor. Görünen bir numara.
Sizin telefonunuzdan kendisine sürekli küfürlü mesajlar geldiğini belirtiyor. İlgili GSM şirketinden konuyu araştırdığını ve şirketten kendisine mesajların internet üzerinden de sizin numaranız kullanılarak gönderilebileceğini söylediklerini iletiyor.
Kendisinin bu küfürlü mesajlarla ilgili olarak cumhuriyet savcılığına suç duyurusunda bulunacağı bilgisini aktarıyor.
Hemen ardından size bir öneride bulunuyor. "Eğer isterseniz, müşteri temsilcisi ile sizi konferansta görüştürebilirim" diyor.
Ardından ne yapmanız gerektiğini anlatıyor.
"....şu numarayı tuşlayın müşteri temsilcisine bağlanacaksınız, üçlü bir görüşme ile bu sorunun kaynağını bulalım."
Görüşmenin biraz zaman alabileceğini söylüyor ve sizden kapatmamanızı istiyor.

Siz, üzerinize atılmak istenenen iftiradan kurtulmaya çalışma yaklaşımı ile bekleyip duruyorsunuz. Size bazı bilgiler soruluyor, iddia edilen küfürlere ilişkin SMS geçme tarihlerine ve içeriklere ilişkin bilgiler paylaşılıyor. Mümkün olduğu kadar sizin telefonunuzu açık tutmaya çalışıyorlar.

Bu bağlantı, gün içinde bir kaç kez yapılmaya çalışılıyor. Araştırmanın belli bir aşamaya getirilidiği konusunda ikna ediliyorsunuz ve "son bir görüşme" yapılması gerektiği söylenerek yeniden bağlantı kuruluyor.

Bu dolandırıcının kazancı ne?

Ay başı geldiğinizde faturanızı gördüğünüzde gözlerinize inanamıyorsunuz. Çoğu zaman binlerle lira ile ifade edilen bir rakam. Şaşkınlık ve öfke ile ilgili GSM şirketinin müşteri temsilcisini arıyorsunuz. Böyle bir faturanın nasıl olabileceğini öğrenmeye çalışıyorsunuz.

Müşteri temsilcisi, size yaptığınız görüşmenin zamanını ve süresini söylediğinde nasıl dolandırıldığınızı anlamış oluyorsunuz. Uluslararası canlı sex hatlarına bağlandığınızı ve yaptığınız görüşmelerin sürelerini size aktarıyor. Saatlar süren bu görüşmenin karşılığının da faturada gelen rakam olduğu anlatılıyor.Son zamanlarda İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne bu tarz başvurular yoğunlaşmaya başladı. Geçtiğimiz yıl oluşturulan Bilişim Suçları Masası'nın gündemine bir de bu suç eklenmiş oldu.

Alınan bilgiye göre, cep telefonu kullanıcılarına bu kadar yüklü faturalar gelmesine neden olanların ise, bu işten sadece belli komisyon aldığı belirtiliyor.


minicik yorum: eyy teknoloji, sen nelere kaadirsin...:friends:-

dohol
07-05-2007, 16:48
Sözün bittiği nokta…..

Konu: Mimar Sinan



Mimar Sinan


"Bir Mimar Sinan eseri olan Sehzadebasi Cami'nin 1990'li yillarda devam eden restorasyonunu yapan firma yetkililerinden bir insaat muhendisi, caminin restorasyonu sirasinda yasadiklari bir olayi tv'de soyle anlatmasti.



Cami bahcesini cevreleyen havale duvarinda bulunan kapilarin uzerindeki kemerleri olusturan taslarda yer yer curumeler vardi. Restorasyon programinda bu kemerlerin yenilenmesi de yer aliyordu. Biz insaat fakultesinde teorik olarak kemerlerin nasil insaat edildigini ogrenmistik fakat tas kemer insaasi ile ilgili pratigimiz yoktu. Kemerleri nasil restore edecegimiz konusunda ustalarla toplanti yaptik. sonuc olarak kemeri alttan yalayan bir tahta kalip cakacaktik. Daha sonra kemeri yavas yavas sokup yapim teknikleri ile ilgili notlar alacaktik ve yeniden yaparken bu notlardan faydalanacaktik.

Kalibi söktük. Sokmeye kemerin kilit tasindan basladik. Tasi yerinden cikardigimizda hayretle iki tasin birlesme noktasinda olan silindirik bir bosluga yerlestirilmis bir cam siseye rastladik. Sisenin icinde durulmus beyaz bir kagit vardi. Siseyi acip kagida baktik. Osmanlica bir seyler yaziyordu. Hemen bir uzman bulup okuttuk. Bu bir mektup idi ve Mimar Sinan tarafindan yazilmisti. Sunlari soyluyordu. "

Bu kemeri olusturan taslarin omru yaklasik 400 senedir. Bu muddet zarfinda bu taslar curumus olacagindan siz bu kemeri yenilemek isteyeceksiniz. Buyuk bir ihtimalle yapi teknikleri de degiseceginden bu kemeri nasil yeniden insaa edeceginizi bilemeyeceksiniz. Iste bu mektubu ben size, bu kemeri nasil insa edeceginizi anlatmak icin yaziyorum. " Koca Sinan mektubunda boyle basladiktan sonra o kemeri insa ettikleri taslari Anadolunun neresinden getirttiklerini soylerek izahlarina devam ediyor ve ayrintili bir bicimde kemerin insaasini anlatiyordu.

Bu mektup bir insanin, yaptigi isin kalici olmasi icin gosterebilecegi cabanin insan ustu bir ornegidir. Bu mektubun ihtisami, modern cagin insanlarinin bile zorlanacagi tasin omrunu bilmesi, yapi tekniginin degisecegini bilmesi, 400 sene dayanacak kagit ve murekkep kullanmasi gibi yuksek bigi seviyesinden gelmektedir. Suphesiz bu yuksek bilgiler de o koca mimarin erisilmez ozelliklerindendir. Ancak erisilmesi gercekten zor olan bu bilgilerden cok daha muhtesem olan 400 sene sonraya cozum ureten sorumluluk duygusudur

Ramo
17-05-2007, 23:31
Bir zamanlar Anadolu`nun güzel bir yerinde “Güzel” köyü varmış.İnsanlar bereketli topraklar üzerinde ve huzur içerisinde Tanrıya şükrederek yaşarlarmış. Köyün muhtarı bir gün bir iş için İstanbul`a gitmiş. Dolaşırken bir yerde “En Şanslı İnsanlar Cemiyeti” diye bir yazı görmüş. Merak ederek içeri girmiş ve kapıdaki görevliye burasının nasıl bir yer olduğunu sormuş.
Görevli “Burası öyle bir cemiyettir ki, burada bütün insanlar zengin ve mutludur.Hiç kimsenin bir sıkıntısı ve derdi yoktur” demiş.Bu sözlerden çok etkilenen muhtar “Peki herkes buraya girebilir mi ? diye sormuş.Görevli “Evet, şartları yerine getiren herkes girebilir” demiş ve kendisine cemiyetin kuralları ile ilgili bir kitap vermiş.
Köyüne sevinç içerisinde dönen muhtar gördüklerini köylülere anlatmış ve “Bu kitapta yazan şartları uygularsak hepimiz bu insanlar gibi olabiliriz”demiş.
Köyün ileri gelenleri kitabı incelemişler fakat kimse kitaptan bir şey anlamamış.Aralarında tartışırken içlerinden birisi bir fikir ortaya atmış:
“Bizim bu kitapta yazanları yapmamıza imkan yok.Ancak hergün bu cemiyete ürettiğimiz şeylerden bir kısmını verirsek belki ileride bizi alırlar “demiş. Köyün ileri gelenleri bu fikri çok beğenmişler ve köylülerin ürettiği herşeyin yarısının cemiyete gönderilmesine karar vermişler.Köylüler bu kararı sevinerek kabul etmişler.Çünkü hemen herkes ileride verdiklerinden daha fazlasını alacağını düşünüyormuş .Hatta içlerinden bazıları kendilerine sadece yetecek kadar yiyecek ayırmayı geri kalanını bu cemiyete göndermeyi bile teklif etmiş.
Köyün ileri gelenleri bu tekliflerini götürmek üzere cemiyete gitmişler. Cemiyet başkanı. “Bu verdikleriniz için teşekkür ederiz. Ancak bu cemiyetimize girmeniz için yeterli değildir.Öncelikle bir uyum dönemi geçirmeniz gerekir.Bu yıllar alabilir” demiş. Köylüler ne yapmaları ve ne kadar beklemeleri gerekiyorsa her şeye hazır olduklarını söylemişler.
Cemiyet köylülere uzun bir liste halinde uygulanacak bir program vermiş. Köyde artık herkes bu cemiyete ne zaman gireceklerini konuşuyormuş.Herkesin hayali çalışmadan zengin insanlar gibi sorunsuz yaşamakmış.Cemiyet üyeleri arada bir köye geliyormuş ve yapılması gereken şeyleri köylülere bildiriyorlarmış.Köylüler kendilerine ne söylenirse harfiyen yerine getiriyorlarmış.
Ancak yıllar geçtikçe yapılması gereken şeyler daha da çoğalıyormuş.İnsanların ümidi yavaş yavaş kırılmaya başlamış.Bazı köylüler bu cemiyete asla giremeyeceklerini söylenmeye başlamışlar.
Köyün ileri gelenleri “Bu zamana kadar çok şey verdik.Hepsi boşa mı gitsin?Bizi almasalar bile kapılarında yıllarca beklemekten başka çaremiz yok” demişler.
Köylüler ümitsizlik içinde çalışmaya ve ne istenirse vermeye devam etmişler.Ancak bir gün gelmiş ,artık köylünün verecek bir şeyi kalmamış.Köyle ilgili bütün kurallar artık cemiyet tarafından alınıyormuş ve uygulanan programlar yüzünden köylülerin çoğu tarlasını ve hayvanlarını satmış durumdaymış.
Köylülerin artık umut etmekten başka yapacak bir şeyi kalmamış.Güzel köyünün ismini değiştirmişler ve adını Umut koymuşlar.Doğan çocukların isimleri artık Mehmet, Ahmet değil Umut`muş. Ekmeklerinin adı bile Umut olmuş.Köyün girişindeki levhada da şunlar yazıyormuş :
“En Şanslı İnsanlar Cemiyeti Adayı Umut Köyü”

Gozlemci
18-05-2007, 03:29
(Sevgili Ramo'nun izniyle)

Koyluye "Bu cemiyete girmek icin Kitriz adasi sart degil" demis, cemiyetin ileri gelenleri. Koyun akli basinda yaslisi, "inanmayin yigitler, bunlar Kitriz'i sart yaparlar" demis koyluye. Koyluden dolandiricilarin sahi Memet Ali "Bu yasli iyice bunadi, bak neler diyo" diye yapistirmis cevabi. Yillar gecmis, cemiyete girmek icin Kitriz sart olmus. Gormus gecirmis yasli, "simdi Kitriz'i sart yaptilar, birkac yil sonra bizim koyun ahalisinden karalari katlettiniz, bunu kabul edin diye sart getirirler" demis. Dolandiricilar krali Memet Ali heme atlamis "Bakmayin bu bunaga, ne zaman dedigi dogru ciktiki demis." Koylunun, cemiyetten gelecek paralardan gozu donmus, yine Memet Ali'ye inanmis. Sonunda ne mi olmus, bilen yok. Oyun devam ediyor. Koylu akillanir da pazarlik gucunu hatirlarsa, cemiyete uye olur (cemiyet kalirsa) ama Memet Ali'lerin yolundan giderse sonu kotu olur.

Komedyen Groucho Marx: "Beni uyelige alacak hicbir klube uye olmam."

dohol
05-06-2007, 16:10
Adam oğlunun odasının önünden geçerken hayretle bakakaldı. Yatağı güzelce toplanmıştı ve odası hiç olmadığı kadar derli toplu görünüyordu. Sonra adam yastığın üzerine bırakılmış mektup zarfını farketti. Üzerinde -Babama- yazıyordu. Aklından geçen bin bir kötü düşünceyle mektup zarfını açtı ve titreyen elleriyle mektubu okudu:


Sevgili baba;
Sana bu satırları derin bir pişmanlık ve üzüntü içinde yazıyorum. Kız arkadaşımla kaçmak zorundaydım çünkü seni ve annemi yaşanacak rezaletten uzak tutmak istedim. Gerçek tutku ve aşkı ben Joanla buldum ve o öyle tatlı ki anlatamam...
Şunu biliyordum siz onun vücudunun her yerine taktığı küpeleri,derisine işlettiği dövmeleri, kendine has o çılgın giyim tarzını asla ama asla onaylamayacaktınız ve tabi benden çok büyük olmasıda bir sorundu. Fakat benim için bunlar değildi gerçek tutku ve gerçek aşk... Baba Joan hamile! Joanın dediğine göre çok mutlu olacağız. Ormanda kendine ait bir karavanı ve tüm kış yetecek kadarda yakacağı var. Bir sürü çocuğa sahip olma düşüncesi rüyalarımızı süslüyor.
Joan benim gözlerimi esrar gerçeğine açtı ve artık biliyorum ki esrar kimseye zarar vermez. Esrar yetiştirecek ve insanlara pazarlayacağız ve yine bu sayede ihtiyacımız olan kokoin ve ekstaziye ulaşacağız.
Artık tam anlamıyla bilime yalvarıyoruz dualar ediyoruz şu AIDSin çaresi bulunsun ve Joan sağlığına kavuşsun diye.. O kesinlikle iyileşmeyi hakediyor. Endişelenmeyi bırak baba ben 15 yaşındayım ve kendi başımın çaresine bakabilirim. Eminim birgün geri döneceğiz ve sen kendi torunlarını tanıyacak, seveceksin Oğlun Cihad.

NOT: Baba yazdığım mektubun tek kelimesi bile doğru değil. Ben Mehmet'lerdeyim. Sadece sana; masamın üzerinde seni bekleyen karneden daha kötü şeylerin olduğunu hatırlatmak istedim. :)

dohol
17-09-2007, 21:27
Profesör sınıfa girip karsısında duran dünyanın en seçilmiş öğrencilerine kısa bir süre baktıktan sonra, "Bugün Zaman Yönetimi konusunda deneyle karışık bir sınav yapacağız" dedi. Kürsüye yürüdü, kürsünün altından kocaman bir kavanoz çıkarttı. Arkadan, kürsünün altından bir düzine yumruk büyüklüğünde tas aldı ve taşları büyük bir dikkatle kavanozun içine yerleştirmeye başladı. Kavanozun daha başka tas almayacağına emin olduktan sonra öğrencilerine döndü ve "Bu kavanoz doldu mu?" diye sordu. Öğrenciler hep bir ağızdan "Doldu" diye cevapladılar. Profesör "Öyle mi?" dedi ve kürsünün altına eğilerek bir kova mıcır çıkarttı. Mıcırı kavanozun ağzından yavaş yavaş döktü. Sonra kavanozu sallayarak mıcırın taşların arasına yerleşmesini sağladı. Sonra öğrencilerine dönerek bir kez daha "Bu kavanoz doldu mu?" diye sordu. Bir öğrenci "Dolmadı herhâlde" diye cevap verdi. Doğru" dedi profesör ve gene kürsünün altına eğilerek bir kova kum aldı ve yavaş yavaş tüm kum taneleri taslarla mıcırların arasına nüfuz edene kadar döktü. Gene öğrencilerine döndü ve "Bu kavanoz doldu mu?" diye sordu. Tüm sınıftakiler bir ağızdan "Hayır" diye bağırdılar. "Güzel" dedi profesör ve kürsünün altına eğilerek bir sürahi su aldı ve kavanoz ağzına kadar doluncaya dek suyu boşalttı. Sonra öğrencilerine dönerek "Bu deneyin amacı neydi" diye sordu. Uyanık bir öğrenci hemen "Zamanımız ne kadar dolu görünürse görünsün, daha ayırabileceğimiz zamanımız mutlaka vardır" diye atladı. "Hayır" dedi profesör, "bu deneyin esas anlatmak istediği eğer büyük taşları bastan yerleştirmezseniz küçükler girdikten sonra büyükleri hiç bir zaman kavanozun içine koyamazsınız" gerçeğidir". Öğrenciler şaşkınlık içinde birbirlerine bakarken profesör devam etti: "Nedir hayatınızdaki büyük taşlar? Çocuklarınız, eşiniz, sevdikleriniz, arkadaşlarınız, eğitiminiz, hayâlleriniz, sağlığınız, bir eser yaratmak, başkalarına faydalı olmak, onlara bir şey öğretmek! Büyük taşlarınız belki bunlardan birisi, belki bir kaçı, belki hepsi. Bu aksam uykuya yatmadan önce iyice düşünün ve sizin büyük taşlarınız hangileridir iyi karar verin. Bilin ki büyük taşlarınızı kavanoza ilk olarak yerleştirmezseniz hiç bir zaman bir daha koyamazsınız, o zaman da ne kendinize, ne de çalıştığınız kuruma, ne de ülkenize faydalı olursunuz. Bu da iyi bir is adamı, gerçekte de iyi bir adam olamayacağınızı gösterir" Profesör, ders bittiği hâlde konuşmadan oturan öğrencileri sınıfta bırakarak çıktı gitti...

Not: Sayın Emin'in hoş yazısını her zamanki gibi bir nefeste okudum, soruya cevaben yazayım şu an elimde dohol yok ama boyle güzel yazılar yazmaya devam edecekse hemen yarın satmamak üzere bir miktar alabilirim.:)

dohol
19-09-2007, 23:29
AFFET BABACIGIM

Evliliğinden beri evinde kalan babası yüzünden eşiyle sürekli tartışıyordu. Eşi babasını istemiyor ve onun evde bir fazlalık olduğunu düşünüyordu. Tartışmalar bazen inanılmaz boyutlara ulaşıyordu. Yine böyle bir tartışma anında eşi bütün bağları kopardı ve 'Ya ben giderim, ya da baban bu evde kalmayacak' diyerek rest çekti.

Eşini kaybetmeyi göze alamazdı. Babası yüzünden çıkan tartışmalar dışında mutlu bir yuvası sevdiği ve kendini seven bir eşi ve bir de çocukları vardı. Eşi için çok mücadele etmişti evliliği sırasında. Ailesini ikna etmek için çok uğraşmış ve çok sorunlarla karşılaşmıştı. Hala onu ölürcesine seviyordu. Çaresizlik içinde ne yapacağını düşündü ve kendince bir çözüm yolu buldu. Yıllar önce avcılık merakı yüzünden kendisi için yaptırdığı kulübe tipi dağ evine götürecekti babasını. Haftada bir uğrayacak ve ihtiyacı neyse karşılayacak, böylelikle eşiyle de bu tür sorunlar yaşamayacaktı. Babasına lazım olacak bütün malzemeleri hazırladıktan sonra yatalak babasını yatağından kaldırdı ve kucakladığı gibi arabaya attı. Oğlu Can 'Baba ben de seninle gelmek istiyorum' diye ısrar edince onu da arabaya aldı ve birlikte yola koyuldular.

Karakışın tam ortalarıydı ve korkunç bir soğuk vardı. Kar ve tipi yüzünden yolu zor seçiyorlardı. Minik Can sürekli babasına 'Baba nereye gidiyoruz ?' diye soruyor ama cevap alamıyordu. Öte yandan nereye götürüldüğünü anlayan yaşlı adamsa gizli gizli gözyaşı döküyor oğlu ve torununa belli etmemeye çalışıyordu. Saatler süren zorlu yolculuktan sonra dağ evine ulaştılar. Epeydir buraya gelmemişti. Baraka tipindeki dağ evi artık çürümeye yüz tutmuş, tavan akıyordu. Barakanın bir köşesini temizledi hazırladı ve arabadan yüklendiği yatağı oraya itina ile serdi. Sonra diğer malzemeleri taşıdı. En son da babasını sırtlayarak yatağa yerleştirdi. Tipi adeta barakanın içinde hissediliyordu. Barakanın içinde fırtına vardı adeta. Çaresizlik içinde babasını izledi. Daha şimdiden üşümeye başlamıştı. Yarın yine gelir bir yorgan ve birkaç battaniye getiririm diye düşündü. Öyle üzgündü ki Dünya başına göçüyor gibiydi. O bu duygular içindeyken babası yüreğine bıçak saplanmış gibiydi. Yıllarca emek verdiği oğlu tarafından bir barakaya terk ediliyordu. Gururu incinmişti içi yanıyordu ama belli etmemeye çalışıyordu. Minik Can ise olanlara hiçbir anlam veremiyordu. Anlamsızca ama dedesinden ayrılacak olmanın vermiş olduğu üzüntüyle sadece seyrediyordu. Artık gitme zamanıydı. Babasının yatağına eğildi yanaklarını ve ellerini defalarca öptü. Beni affet der gibi sarıldı, kokladı. Artık ikisi de kendine hakim olamıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Buna mecburum der gibi baktı babasının yüzüne ve Can'ın elini tutup hızla barakayı terk etti.

Arabaya bindiler. Can yol çıktıklarında ağlamaya başladı neden dedemi o soğuk yerde bıraktın diye. Verecek hiçbir cevap bulamıyordu, annen böyle istiyor diyemiyordu. Can 'Baba sen yaşlandığında bende seni buraya mı getireceğim' diye sorunca Dünyası başına yıkıldı. O sorunun yöneltilmesiyle birlikte deliler gibi geri çevirdi arabayı. Barakaya ulaştığında 'Beni affet baba' diyerek babasının boynuna sarıldı. Baba oğul sıkı sıkı sarılmış ve çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Oğlu 'Baba beni affet, sana bu muameleyi yaptığım için beni affet' diye hatasını belli ediyordu.. Babası oğlunun bu sözlerine en anlamlı cevabı veriyordu...

'Geri geleceğini biliyordum yavrum. Ben babamı dağ başına atmadım ki, sen beni atasın. Beni bu dağda bırakamayacağını biliyordum

Ramo
20-09-2007, 19:36
Eline sağlık sevgili Dohol.Daha önce okumuş olsamda,her okuduğumda içim ürperir.İnsanları sevdiklerinden ayrı bırakacak seçeneklerden nefret ederim.Umarım hibir insan bu acımasız iskenceye maruz kalmaz.
Saygılarımla

Ramo
04-11-2007, 17:42
Bir zamanlar bir kralın aklına şöyle bir düşünce geldi: "Eğer bir işe ne zaman başlayacağımı; kimi dinleyeceğimi ve yapmam gereken en önemli şeyin ne olduğunu bilseydim, girdiğim her işi başarırdım." Aklına böyle bir fikir düşünce, krallığın dört bir yanına kim kendisine her iş için en uygun vakti, bu iş için en gerekli kişinin kim olduğunu ve yapılması gereken en önemli şeyin ne olduğunu öğretirse ona büyük bir mükafat vereceğini ilan etti. Bilgeler kralın huzurunda toplandı, fakat sorulara verdikleri cevaplar birbirinden tamamen farklı çıktı. İlk soruya cevap olarak; kimileri "her hareketin doğru vaktini bilmek" için önceden günlerin, ayların, yılların yer aldığı bir takvim hazırlamak ve sıkı sıkıya buna uyarak yaşamak gerektiğini söylediler. "Ancak böylece her şey tam zamanında yapılabilir" dediler. Diğerleri ise her hareketin doğru vaktine önceden karar verilemeyeceğini, kişinin kendisini boş eğlencelere kaptırmayıp, hep daha önce olmuş olayları izleyerek lüzumlusunu yapabileceğini iddia ettiler. Başka bilginler de, kral neler olup bittiğine ne kadar dikkat ederse etsin, tek bir kişinin her hareket için en uygun vakte karar vermesinin imkansız olduğunu; kralın, her şeyin en uygun vaktini tespitte ona yardım edecek bir bilge kişiler konseyi kurması gerektiğini söylediler. Fakat bu defa da başka bilginler; "Bir konseyin önünde beklemesi imkansız bazı şeyler vardır, bu işlerin yapılıp yapılmayacağına ancak tek bir kişi anında karar verebilir" dediler. "Buna karar vermek içinse neler olacağını önceden bilmek gerekir. Neler olacağını önceden bilenler de yalnızca sihirbazlardır. Dolayısıyla her hareketin doğru vaktini bilmek isteyen, sihirbazlara danışmalıdır." İkinci soruya da aynı şekilde türlü türlü cevaplar geldi. Kralın en "fazla ihtiyaç duyduğu, en gerekli kişiler" bazılarına göre danışmanlar; bazılarına göre papazlar; bir kısmına göre hekimler; daha başka bir kısmına göre ise savaşçılardı. Üçüncü soruya, yani "en önemli işin ne olduğu" konusuna gelince; bazıları dünyadaki en önemli şeyin bilim olduğunu söyledi. Bir kısmı savaşta ustalaşmak; daha başkaları da dinî ibadet dediler. Bütün cevaplar birbirinden farklı çıkınca, kral bunların hiçbirisini kabul etmeyip hiç kimseye de ödül vermedi. Ama hâlâ doğru cevapları aradığı için, bilgeliğiyle ünlü bir münzeviye danışmaya karar verdi. Münzevi, hiç ayrılmadığı bir ağaç kovuğunda yaşar, yanınaysa sade halktan başkasını kabul etmezdi. Bu yüzden kral üstüne sıradan elbiseler giyerek kendisini halktan biri gibi göstermeye çalışarak yola düştü. Münzevinin kovuğuna yaklaştıklarında atından indi ve muhafızını da geride bırakıp yola devam etti. Kral yaklaşırken münzevi, kovuğunun önüne çiçek tarhları kazıyordu. Geleni gördü, selamlayıp kazmaya devam etti. Münzevi mecalsiz ve zayıf birisiydi; küreğini toprağa her sokuşunda bir parçacık toprak çıkarıyor, soluk soluğa kalıyordu Kral yanına gelip şöyle dedi. "Ey bilge münzevi, size üç sorunun cevabını almak için geldim: Doğru şeyi doğru zamanda yapmayı nasıl öğrenebilirim? En fazla muhtaç olduğum, dolayısıyla diğerlerinden fazla ilgi göstermem gereken insanlar kimdir? En önemli ve her şeyden önce kendimi vereceğim işler nelerdir?" Münzevi, kralı dinledi, ama cevap vermedi. Avuçlarına tükürüp kazmaya devam etti. "Yoruldunuz" dedi kral. " Küreği bana verin de biraz dinlenin." Münzevi; "Sağ olun" diyerek küreği krala verdi, yere oturdu. Kral iki tarh kazdıktan sonra durup sorularını tekrarladı. Münzevi yine cevap vermeden ayağa kalktı, elini küreğe uzattı ve; "Biraz dinlenin; bir parça da ben çalışayım." Dedi. Fakat kral küreği ona vermeyip kazmaya devam etti. Bir saat geçti, bir saat daha... Güneş, ağaçların ardından batmaya başladı. Sonunda kral küreği toprağa saplayarak konuştu: "Ey bilge kişi... Senin yanına sorularıma bir cevap bulmak için geldim. Eğer cevap vermeyeceksen, söyle de evime gideyim". Münzevi; "Buraya koşarak birisi geliyor, dedi. Bakalım kimmiş?" Kral da arkasını döndüğünde bir adamın koşarak kendilerine doğru geldiğini ve karnına bastırdığı ellerinin altından kan sızdığını gördü. Yaralı adam onların yanına ulaşınca, kendinden geçercesine inledi, sonra da bayılıp yere düştü. Kral ve münzevi, hemen adamın üstündeki elbiseleri çıkardılar. Karnında büyük bir yara vardı. Kral yarayı elinden geldiğince yıkadı, mendiliyle ve münzevinin havlusuyla sardı. En sonunda kan durdu, adam kendisine gelince içecek bir şey istedi. Kral dereden taze su getirip ona verdi. Bu arada akşam olmuş hava soğumuştu. Kral, münzevinin de yardımıyla yaralı adamı kovuğa taşıyarak yatağa yatırdı. Yatağa uzanan adam gözlerini kapatıp derin bir uykuya daldı. Kral koşuşturmaktan ve yapmış olduğu işlerden öylesine yorulmuştu ki eşiğe çöktü ve uyuyakaldı; kısa yaz gecesi boyunca deliksiz bir uyku çekti. Sabah uyanınca nerede olduğunu, yatakta uzanmış, şaşkın gözlerle ve dikkatle kendisine bakan yabancının kim olduğunu uzun süre hatırlayamadı. Kralın uyandığını ve kendisine baktığını gören adam; "Beni affedin" dedi, zayıf bir sesle. Kral; "Sizi tanımıyorum, üstelik affedilecek bir şey yapmadınız ki" dedi. "Siz beni tanımıyorsunuz, ama ben sizi tanıyorum, dedi yataktaki adam... Ben, kardeşini astırdığınız ve mallarını elinden aldığınız için sizden öç almaya yemin etmiş bir düşmanınızım. Tek başınıza münzeviyi görmeye gittiğinizi öğrendim ve dönerken yolda sizi öldürmeye karar verdim. Ama akşam olduğu halde dönmediniz. Ben de sizi arayıp bulmak için pusuya yattığım yerden çıkınca muhafızlarınıza rastladım, beni tanıyıp yaraladılar. Onlardan kaçtım, fakat yaramdan çok kan akıyordu. Yaramı sarmasaydınız kan kaybından ölürdüm. Ben sizi öldürmek istedim, siz ise hayatımı kurtardınız. Eğer yaşarsam şimdiden sonra en sadık köleniz olup size hizmet edeceğim ve oğullarıma da aynı şeyi emredeceğim. Affedin beni." Kral, düşmanıyla bu denli kolay barıştığı ve onun dostluğunu kazandığı için çok mutlu oldu; onu affetmekle kalmayıp uşaklarını ve kendi doktorunu gönderip onun tedavisini yaptıracağını söyledi. Ayrıca mallarını iade edeceğine de söz verdi. Yaralı adamla vedalaşan kral, kapının önüne çıkıp münzeviyi aradı. Gitmeden önce, sormuş olduğu sorulara cevap vermesini bir kez daha rica etmek istiyordu. Münzevi dışarıda, bir gün önce kazmış oldukları tarhlara çiçek tohumları ekmekteydi. Kral ona yaklaştı ve şöyle dedi: "Sorularıma cevap vermeniz için size son defa yalvarıyorum!.." Yorgun dizlerinin üstünde çömelmiş olan münzevi, gözlerini kaldırıp krala baktı ve; "Cevabınızı aldınız ya" dedi. "Nasıl aldım? Ne demek istiyorsunuz?" Diye sordu kral. "Anlayamıyorsunuz" diye cevapladı münzevi. "Dün eğer benim dermansızlığıma acımayıp şu tarhları kazmasaydınız, gidecek ve şu adamın saldırısına uğrayacaktınız. Ve yanımda kalmadığınıza pişman olacaktınız. Yani en önemli vakit, tarhları kazdığınız vakitti. En önemli kişi bendim ve en önemli işiniz bana iyilik yapmaktı. Daha sonra bu adam yanımıza koşarak geldiğinde, en önemli vakit onunla ilgilendiğiniz vakitti, çünkü eğer onun yaralarını sarmasaydınız, sizinle barışmadan ölecekti. Dolayısıyla en önemli kişi oydu, en önemli iş de onun için yaptıklarınızdı. * Bundan sonra şu gerçeği unutmayın: Tek önemli vakit vardır. İçinde bulunduğunuz an. O an en önemli vakittir, çünkü sadece o zaman elimizden bir şey gelebilir... En önemli kişi; kiminle beraberseniz odur. Zira hiç kimse bir başkasıyla bir daha görüşüp görüşmeyeceğini bilemez... Ve en önemli iş; iyilik yapmaktır. Çünkü insanın bu dünyaya gönderilmesinin en önemli sebebi budur."

dohol
09-11-2007, 15:14
Üç dört yaşlarımdayken gönlümce oyun oynamak için eve misafir gelmesini beklerdim. Annem misafir yanında toleranslı davrandığından, normal zamanda oynayamadığım bütün oyunları oynardım. Misafirlere gülümserken bana bakan gözlerinden ateşler saçan annem sabırla beklerdi. Ben de sabırla beklerdim ve derin bir mutlulukla bu kutsal zamanın keyfini çıkarırdım.

İkimiz de kaçınılmaz sonu beklerdik; bedelin ödetildiği ve bedelin ödendiği zamanı. Annem misafirleri kapıdan uğurlarken ben de gider divana otururdum. Sinirle kapıda görünen annem yanıma yaklaştığında vücudumun çeşitli yerlerinde tokatların acısını hissetmeye başlardım. Bedel bazen iki üç tokat olurdu, bazen tokatlar silsilesi. Acırdı ama önemi yoktu; ben olası sonucu kabul ederek oyunumu oynamayı seçmiştim.

Bu satırları yazarken amacım annemi acımasız bir kadın olarak göstermek ya da acılarla geçen çocukluğumun edebiyatı değil. Annem, yetiştirildiği ortam ve psikolojik durumu göz önünde bulundurulduğunda, harika annelik yaptı. Çocukluğum, amcalarla, dayılarla, halalarla eğlenceli ve hareketli geçti. Bu satırlar, seçimlerimizle, vazgeçişlerimizle ve ödediğimiz bedellerle alakalı. "Her seçim bir vazgeçiştir" ve "Her seçim bir bedel tercihidir". Küçük Berna için "Oyun oynamayı seçmek koşullu anne sevgisinden vazgeçiştir" ve "Oyun oynamayı seçmenin bedeli dayaktır".

Altı yaşıma kadar hep pencereden seyrettim dışarısını. Sokağımız yokuştu ve oyun oynamaya müsait değildi. Altı yaşımdan sonrası ise, Üsküdar'a taşınmamızla birlikte, eve zorla sokulduğum bir dönemdir. Altı yaşıma kadar geçen ev içi dönemimin bedeli hayatım boyunca yaptığım hiperaktif aktivitelerdir. Sonrasının bedeli ise; hala sürekli burkulan bir sol ayak bileği, inşaatlardan kum tepelerine atlamanın neden olduğu diz problemleri, geçmesi çok uzun zaman alan yaralar ve babayla karşı karşıya gelişlere neden olan özgürlük sınırı problemleridir.

Üniversite bitmeden sevdiğim adamın evlenme önerisini kabul ettiğimde, eleştirilere ve toplumumuza özgü bazı dedikodulara maruz kalmayı da kabul etmiş oluyordum.

Boşanmayı seçtiğimde, avukatımın da belirttiği gibi, Türk toplumunda boşanmış kadın olmanın zorluklarını yaşamayı da seçiyordum.

Yaşam bana çok küçük yaşta her seçimin bir bedeli olduğunu öğretti. Bu bedel bazen küçük düşmektir, alay edilmektir; bazen eleştirilmek, toplum dışına itilmektir; bazen, töre cinayetlerimizde olduğu gibi, canını vermektir. Bedel her ne olursa olsun, bir seçim yapmak ve bu seçimin sorumluluğunu almak her gün ölmekten iyidir. Ölüm sadece fiziksel bir olay değildir, yaşamının sorumluluğunu almayan bireyler soluk alıp veren vücutların oluşturduğu toplulukları yaratırlar. Vazgeçmemeyi ve bedel ödememeyi seçen bireylerden oluşan bu topluluklar çok rahat yönetilirler, çok kolay manipüle edilebilirler.

"her ödülün bir bedeli vardır" derler. Bedeli olmayan bir ödül mümkün değildir; çünkü yaşamın tabiatı dualitedir; erkek, dişi; yin, yang; gece, gündüz; yaz, kış gibi.

Hiç bedel ödememek güzel bir özlemdir lakin bir ütopyadır. Bu özlem kalbimde yer almaya devam ederken ben de seçimlerimi yapmaya devam ediyorum; sonra da dayak yiycem... :)

dohol
06-12-2007, 19:08
Önemli Ders 1
Birinci ve de en önemli ders. Okuldaki ikinci ayımda, hocamız test
sorularını dağıttı. Ben okulun en iyi öğrencilerinden biriydim. Son soruya
kadar soluk almadan geldim ve orada çakıldım kaldım. Son soru şöyleydi:
"Hergün okulu temizleyen hademe kadının ilk adı nedir?.."
Bu herhalde bir çeşit şaka olmalıydı.Kadını yerleri silerken hemen hergün
görüyordum. Uzun boylu, siyah saçlı bir kadındı.50'lerinde falan olmalıydı.
Ama adını nerden bilecektim ki!..Son soruyu yanıtsız bırakıp kağıdı teslim
ettim.Süre biterken bir öğrenci, son sorunun test sonuçlarına dahil olup
olmadığını sordu."Tabii dahil" dedi, hocamız..

"İş yaşamınız boyunca insanlarla karşılaşacaksınız. Hepsi birbirinden farklı insanlar.
Ama hepsi sizin ilginiz ve dikkatinizi hakeden insanlar bunlar. Onlara
sadece gülümsemeniz ve "Merhaba" demeniz gerekse bile..

" Bu dersi hayatım boyunca unutmadım. Hademenin adı da.. Dorothy idi."

Önemli Ders 2
Yağmurda otostop!..Bir gece vakti geceyarısına doğru Alabama otoyolunun
kenarında duran bir zenci kadın gördüm.Bardaktan boşanırca yağan yağmura
rağmen, bozulan arabasının dışında duruyor ve dikkati çekmeye çalışıyordu.
Geçen her arabaya el sallıyordu.Yanında durdum. 60'lı yıllarda bir beyazın bir zenciye hem de
Alabama'da yardıma kalkışması pek olağan şeylerden değildi.Onu kente kadar
götürdüm. Bir taksi durağına bıraktım. Ayrılırken
ille de adresimi istedi verdim. Bir hafta sonra kapım çalındı. Muazzam bir
konsol televizyon indiriyordu adamlar. Bir de not ekliydi, armağanda..
"Geçen gece otoyolda bana yardımınıza teşekkür ederim. O korkunç yağmur sadece
elbiselerimi değil, ruhumu da sırılsıklam etmişti. Kendime güvenimi yitirmek üzereydim,
siz çıka geldiniz. Sizin sayenizde ölmekte olan kocamın yatağının başucuna
zamanında ulasmayı başardım. Biraz sonra son nefesini verdi. Tanrı bana
yardım eden sizi ve başkalarına karşılık beklemeksizin yardım eden herkesi kutsasın!..

En iyi dileklerimle...

Bayan Nat King Cole."

Önemli Ders 3
Size hizmet edenleri hep hatırlayın..
Bir pastanın üç otuz cente satıldığı günlerde 10 yaşında bir çocuk pastaneye girdi.
Garson kız hemen koştu.. Çocuk sordu: "Çukulatalı pasta kaç para?.." "50 cent!.."
Çocuk cebinden çıkardığı bozukları saydı..Bir daha sordu: "Peki dondurma ne kadar.."
35 cent" dedi garson kız sabırsızlıkla... Dükkanda yığınla müşteri vardı ve
kız hepsine tek başına koşuşturuyordu. Bu çocukla daha ne kadar vakit
geçirebilirdi ki... Çocuk parasını bir daha saydı ve "Bir dondurma alabilir
miyim lütfen" dedi. Kız dondurmayı getirdi. Fişi tabağın kenarına koydu ve
öteki masaya koştu. Çocuk dondurmasını bitirdi. Fişi kasaya ödedi.Garson kız
masayı temizlemek üzere geldiğinde, gözleri doldu birden.Masayı sanki akan
yaşları temizleyecekti. Boş dondurma tabağının yanında çocuğun bıraktığı 15
centlik bahşiş duruyordu...

Önemli Ders 4
Yolumuzdaki engeller...
Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine
kocaman bir kaya koydurmuş, kendisi de pencereye oturmuştu. Bakalım neler
olacaktı?. Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, saray
görevlileri birer birer geldiler, sabahtan öğlene kadar. Hepsi kayanın
etrafından dolaşıp saraya girdiler. Pek çoğu kralı yüksek sesle eleştirdi.
Halkından bu kadar vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyordu.Sonunda bir
köylü çıkageldi. Saraya meyve ve sebze getiriyordu. Sırtındaki küfeyi yere
indirdi, iki eli ile kayaya sarıldı ve ıkına sıkına itmeye başladı. Sonunda
kan ter içinde kaldı ama, kayayı da yolun kenarına çekti. Tam küfesini
yeniden sırtına almak üzereydi ki, kayanın eski yerinde bir kesenin
durduğunu gördü. Açtı... Kese altın doluydu. Bir de kralın notu vardı
içinde...altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir" diyordu kral. Köylü,
bugün dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders almıştı. "Her engel,
yaşam koşullarınızı daha iyileştirecek bir fırsattır..."



Önemli Ders 5
Önemli olan vermektir...
Yıllar önce hastanede çalışırken, ağır hasta bir kız
getirdiler. Tek yaşam şansı beş yaşındaki kardeşinden acil kan nakli idi.
Küçük oğlan aynı hastalıktan mucizevi şekilde kurtulmuş ve kanında o
hastalığın mikroplarını yok eden bağışıklık oluşmuştu. Doktor durumu beş
yaşındaki oğlana anlattı ve ablasına kan verip vermeyeceğini sordu. Küçük
çocuk bir an duraksadı. Sonra derin bir nefes aldı ve "Eğer kurtulacaksa,
veririm kanımı" dedi. Kan nakli ilerlerken, ablasının gözlerinin içine bakıyor
ve gülümsüyordu. Kızın yanaklarına yeniden renk gelmeye başlamıştı, ama küçük
çocuğun yüzü de giderek soluyordu... Gülümsemesi de yok oldu. Titreyen bir
sesle doktora sordu:

" Hemen mi öleceğim?.."

Küçük, doktoru yanlış anlamış, ablasına vücudundaki bütün kanı verip, öleceğini sanmıştı.

dentist
01-01-2008, 12:17
SANS YAVER OLUNCA
Kanuni Sultan Süleyman, kızı Mihrimah Sultanı; zekî, hırslı, gelecegi parlak bir devlet adamı olan Rüstem Pasa’ya vermek
istiyormus. Rüstem Pasa bu sırada Diyarbakır valisiymis. Saraya damat olacagı duyulunca hakkında bir sürü dedikodu üretilmis.
Bunların en önemlisi, Rüstem Pasa’da cüzam hastalıgı bulundugu iddiasıymıs. Kanuni, sarayın hekimbasını çagırarak cüzam
hastalıgının en çok tanınan belirtisinin ne oldugunu sormus. Hekimbası, cüzamlı bir kimsede bit barınamayacagını söylemis.
Bunun üzerine Diyarbakır’a adamlar gönderilmis. Bunlar gizlice Rüstem Pasa’nın çamasırlarını kontrol etmisler ve bu sırada bir
bite rastlamıslar. Böylece Rüstem Pasa’nın cüzamlı olmadıgı anlasılmıs.
Bu olay üzerine devrin bir saîri su iki dizeyi yazmıs:
“Olacak bir kimsenin bahtı kavı, talihi yâr
Kehlesi’ dahi mahallinde onun ise yarar.”
(Bir kimsenin bahtı açık, sansı da yaver olursa, onun biti bile yerinde, zamanında ise yarar, yükselmesine yardım eder.)
Kehle: Bit.

Ramo
24-01-2008, 20:17
Bayan Richel dersler başladığında 5. sınıf öğrencisi David i gözlemlemiş,onun diğer çocuklarla oynamadığını giysilerinin kirli,saçlarının da oldukça dağınık olduğunu görmüş ve yadırgamıştı. Bayan Richel, David ‘in dosyasını incelemeye karar verdi.İncelediğinde oldukça şaşırdı;çünkü 1.Sınıf öğretmeni” David zeki ve neşeli bir çocuk ödevlerini düzenli olarak yapıyor ve arkadaşları ondan çok memnun” diyordu. 2.Sınıf öğretmeni;”Mükemmel bir öğrenci,fakat annesinin amansız hastalığı onu üzüyor ve sanırım evdeki yaşamı çok zor” diyordu. 3.Sınıf öğretmeni;”Annesinin ölümü onun için çok zor oldu.Babası ona yeterince ilgi göstermiyor ve eğer bir şeyler yapılmasa evdeki olumsuz atmosfer onu etkileyecek” diye yazmıştı. 4.Sınıf öğretmenine gelince o;”David içine kapanık ve okula ilgi göstermiyor.Hiç arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor.”demişti.Şimdi Bayan Richel sorunun ilk aşamasını çözmüştü. Öğrenciler ona güzel kağıtlara sarılmış süslü kurdelelerle paketlenmiş öğretmenler günü hediyeleri getirdiğinde kendisini daha kötü hissetti.Çünkü David in armağanı kaba,kahverengi bir kesekağıdına gelişigüzel sarılmıştı.Bu basit paketi diğer öğrencilerin önünde açmak ona acı verdi.Birkaç taşı düşmüş,sahte taşlardan yapılmış bileziği ve üçte biri dolu parfüm şişesini görünce öğrenciler gülmeye başladılar.Fakat öğretmen bileziğin ne kadar zarif olduğunu söyleyerek parfümden de birkaç damlayı bileğine damlatarak onların bu gülmelerini bastırdı. O gün okuldan sonra David ,öğretmeninin yanına gelerek “Bayan Richel,bugün hep annem gibi koktunuz “ dedi. Çocuklar gittikten sonra öğretmen uzun uzun ağladı.Sonraki günlerde David e özel bir ilgi gösterdi.Onunla çalışırken David in zekasının tekrar canlandığını hissetti; ona cesaret verdikçe çocuk gelişiyordu.Yıl sonunda David sınıfın en çalışkanı ve kendisinin en sevdiği öğrencisi olmuştu.Bir yıl sonra kapısının altında bir mektup buldu.Bu mektup David dendi,gördüğü en iyi öğretmenin kendisi olduğunu yazıyordu. Ondan ikinci bir mektup alıncaya kadar altı ay geçti.O 2. mektubunda ;liseyi bitirdiğini ve okurken sınıfındaki üçüncü en iyi öğrenci olduğunu ve Bayan Richel in hayatın da gördüğü en iyi öğretmen olduğunu yazıyordu. Bayan Richel dört yıl sonra David den bir mektup daha aldı.Üniversitede okuduğunu ve en iyi derece ile mezun olmak için çaba göstermesi gerektiğini yazıyordu.Bayan Richel hala onun tanıdığı en iyi öğretmendi. Bir dört yıl daha geçti.Ve Bayan Richel bir mektup daha aldı;David iyi bir derece ile üniversiteden mezun olduğunu ,ama daha ileriye gitmek istediğini yazıyordu.Ve Bayan Richel yine onun tanıdığı en iyi öğretmendi.Bu kez mektubun altındaki imza biraz daha uzundu,adının altında “Tıp Doktoru” unvanı eklenmişti. Bayan Richel ,o yılın ilk baharında ,David den bir mektup daha aldı.David bu mektupta ,çok iyi bir kızla tanıştığını ve onunla evleneceğini yazmıştı.Birkaç yıl önce babası da öldüğü için Bayan Richel den düğünde damadın anne ve babası için ayrılan yere oturmasını teklif ediyordu.Bayan Richel ,bu nazik teklifi memnuniyetle kabul etti.Ve tahmin edin ne oldu...Bayan Richel o törene giderken birkaç taşı düşmüş o bileziği taktı ve tabi ki yıllar önce öğretmenler gününde bileğine sürdüğünde annesi gibi koktuğunu söylediği parfümü de sürmeyi ihmal etmedi Birbirlerini sevgiyle kucaklarken David öğretmeninin kulağına “Bana inandığınız ,kendimi özel hissetmemi sağladığınız ve beni hayata döndürdüğünüz için çok teşekkürler Bayan Richel”diye fısıldadı.Bayan Richel gözünde yaşlarla ona karşılık verdi: “Ben sana teşekkür ederim,yanılıyorsun ,seninle karşılaşıncaya kadar ,ben öğretmenliği bilmiyormuşum...”dedi.

dentist
25-02-2008, 12:50
Bir zamanlar köyün birine bir adam gelmiş ve tanesi 10$dan maymun alacağını söylemiş.

Köyde çok maymun olduğu için köylüler sevinçle ormana koşup maymunları yakalamaya başlamışlar.

Adam, binlerce maymunu 10$ dan satın alınca ortalıkta maymunlar azalmış, yakalaması zorlaşmış.

Köylüler tam maymun yakalamaktan vazgeçecekken adam tanesine 20$ vereceğini söylemiş.

Tekrar heveslenen köylüler tekrar maymunları yakalamaya başlamışlar.

Bir süre sonra da fiyatı 25$a çıkarmış. Ancak bırak yakalamayı, maymuna rastlamak bile çok zorlaşmış.

Bunun üzerine adam fiyatı 50$ a çıkardığını, ancak kendisinin işi olduğu için şehre gitmesi gerektiğini, yardımcısının onun yerine alım yapacağını söylemiş.

O yokken yardımcısı köylülere demiş ki; şu büyük kafesteki maymunlar var ya ben onların tamamını size tanesi 35$ dan satayım, siz de adam gelince ona 50$ dan satarsınız.

Köylüler bütün birikimlerini bir araya toplayarak bütün maymunları satın almışlar.

Sonra ne adamı ne de yardımcısını bir daha gören olmamış.

:**:

Ramo
29-02-2008, 19:59
Kırlangıcın biri, bir adama aşık olmuş. Pencerenin önüne
konmuş, bütün cesaretini toplamış, röfleli tüylerini kabartmış,
güzel durduğuna ikna olduktan sonra, küçük sevimli gagasıyla cama
vurmuş. Tık..... Tık......Tık....

Adam cama bakmış. Ama içeride kendi işleriyle uğraşıyormuş.
Meşgulmüş! Kimmiş onu işinden alıkoyan? Minik bir kırlangıç!
Heyacanlı kırlangıç, telaşını bastırmaya çalışarak, deriiin
bir nefes almış şirin gagasını açmış, sözcükler dökülmeye başlamış.
Hey adam! Ben seni seviyorum. Nedenini niçinini sorma. Uzun
zamandır seni izliyorum. Bugün cesaret buldum konuşmaya.Lütfen
pencereyi aç ve beni içeri al.Birlikte yaşayalım.

Adam birden parlamış: Yok daha neler? Durduk yerde sen de
nerden çıktın şimdi? Olmaz, alamam, demiş. Gerekçeside pek sersemceymiş:
Sen bir kuşsun! Hiç kuş, insana aşık olur mu?
Kırlangıç mahçup olmuş.Başını önüne eğmiş.Ama pes etmemiş,

Bir süre sonra tekrar pencereye gelmiş, gülümseyerek bir kez daha
şansını denemiş: Adam, adam!Hadi aç artık şu pencereni.Al beni
içeri! Ben sana dost olurum. Hiç canını sıkmam!
Adam kararlı, adam ısrarlı: Yok ,yok ben seni içeri alamam
demiş.Biraz da kaba mıymış, neymiş lafı kısa kesmiş. İşim gücüm var,
git başımdan.

Aradan bir zaman geçmiş, kırlangıç son kez adamın penceresine
gelmiş: Bak soğuklar da başladı, üşüyorum dışarıda. Aç şu pencereyi
al beni içeri.Yoksa, sıcak yerlere göç etmek zorunda kalırım.Çünkü
ben ancak sıcakta yaşarım.Pişman olmazsın, seni eğlendirirm.
Birlikte yemek yeriz, bak hem de sen de yalnızsın' yanlızlığını paylaşırım, demiş.

BAZILARI GERÇEKLERİ DUYMAYI SEVMEZMİŞ! Adam bu yalnızlık
meselesine içerlemiş.
Pek bir sinirlenmiş: Ben yalnızlığımdan
memnunum,
demiş. Kuştan onu rahat bırakmasını istemiş.
Düpedüz kovmuş.

Kırlangıç, son denemesinden de başarısızlıkla çıkınca,
başını önüne eğmiş,
çekip gitmiş. Yine aradan zaman geçmiş.
Adam, önce düşünmüş, sonra kendi
kendine itiraf etmiş:
Hay benim akılsız başım; demiş.Ne kadar
aptallık ettim! Beklenmedik bir anda karşıma çıkan bir dostluk
fırsatını teptim. Niye onun teklifini kabul etmedim ki? Şimdi böyle
kös kös oturacağıma, keyifli vakit geçirirdik birlikte.
Pişman olmuş olmasına ama iş işten geçmiş. Yine de kendi
kendini rahatlatmayı ihmal etmemiş: Sıcaklar başlayınca, kırlangıcım
nasıl olsa yine gelir. Ben de onu içeri alır, mutlu bir hayat sürerim.
Ve çok uzunca bir süre, sıcakların gelmesini beklemiş. Gözü yollardaymış.
Yaz gelmiş, başka kırlangıçlar gelmiş.
Ama......
Onunki hiç görünmemiş.
Yazın sonuna kadar penceresi açık beklemiş ama boşuna.
Kırlangıç yokmuş! Gelen başka kırlangıçlara sormuş ama gören
olmamış.

Sonunda danışmak ve bilgi almak için bir bilge kişiye gitmiş.Olanları anlatmış.
Bilge kişi gözlerini adama dikmiş ve demiş ki:
'KIRLANGIÇLARIN ÖMRÜ 6 AYDIR....'

HAYATTA BAZI FIRSATLAR VARDIR, SADECE BİR KEZ ELİNİZE GEÇER VE DEĞERLENDİRMEZSENİZ UÇUP GİDER!
HAYATTA BAZI İNSANLAR VARDIR, SADECE BİR KEZ KARŞINIZA
ÇIKAR; DEĞERİNİ BİLMEZSENİZ KAÇIP GİDERLER!
VE ASLA GERİ DÖNMEZLER!

Dikkatli olun....
Farkında olun.....
Ve bir düşünün bakalım;
Acaba siz bugüne kadar pencerenizden kaç kırlangıç kovaladınız?

Ramo
01-03-2008, 16:31
Bu aktivite esnasında, bir erkeğin gerçek mutfak hünerine tanıklık ederiz. Bir erkek, mangal başına geçmek için gönüllü olduğunda, aşağıda detaylandırılan bir seri olay yaşanır:


ERKEK
1. Erkek mangalı ve mangal kömürünü çıkartır.
KADIN
2. Kadın ızgarayı temizler.
3. Kadın bakkala gider.
4. Kadın kasaba gider.
5. Kadın fırına gider.
6. Kadın salatayı ve sebzeleri hazırlar.
7. Kadın pişirilecek etleri hazırlar.
8. Kadın, etleri bir tepsi üzerine, gerekli malzemeler, baharatlar, vs ile dizer.
9. Kadın temiz ızgarayı ve hazırladığı tepsiyi, mangalın başında elinde birasıyla dikilen adama getirir.

10. Adam etleri ızgaranın üzerine yerleştirir.
11. Kadın içeri geçip, masayı hazırlar.
12. Kadın sebzelerin pişmesini kontrol eder.
13. Kadın tatlıyı hazırlar.
14. Kadın tekrar dışarı çıkar ve kocasına etin yanmakta olduğunu haber verir.

15. Adam çok pişmiş eti ızgaradan alır ve kadına verir.
16. Kadın tabakları çıkartır, masaya dizer.

17. Adam içkileri doldurur.
18. Kadın masayı toplar, kahve hazırlamaya gider.
19. Kadın kahve ve tatlı ikram eder.
20. Yemekten sonra, kadın masayı toplar.
21. Kadın gider bulaşıkları yıkar, mutfağı toparlar.

22. Adam mangalı olduğu yerde bırakır, çünkü içinde hala yanan kömürler vardır.
23. Adam karısına bugün mutfak işi yapmamaktan dolayı mutlu olup olmadığını sorar.
24. Karısının şaşkın bakışları karşısında, kadınları mutlu etmenin imkansız olduğu kararına varır.
--
Bir seyin imkânsiz olduguna inanirsaniz,

akliniz bunun neden imkânsiz oldugunu size

ispatlamak üzere calismaya baslar.

Ama bir seyi yapabileceginize inandiginizda,

gercekten inandiginizda,

akliniz yapmak üzere cözümler bulma konusunda

size yardim etmek için calismaya baslar


Dr. David J. Schwartz

dentist
10-03-2008, 20:11
Kocanızı nasıl eğitirsiniz?

Bir dediğinizi iki etmeyen, itaatkâr bir kocanız mı olsun istiyorsunuz? İşte sizi sonuca götürecek yöntem.

Evin orasına burasına dağılmış kirli çamaşırlardan... Bir omlet uğruna muharebe alanına çevrilmiş mutfak manzaralarından... Randevu yerine sanki Yemen’den geliyormuşçasına geç kalmalardan... Anahtardan dosyaya, tıraş losyonundan cep telefonuna kadar ne kaybedilse, sizi sorumlu tutan tavırlardan... Uzun lafın kısası, tertipten, düzenden nasibini almamış, dağınık, aklı bir karış havada kocanızdan yorulup, sıkılıp, usandıysanız... “Bir mucize formül bulsam da şunu şöyle bir yeniden yaratsam.” diyenlerin imdadına yetişen bir kitap ABD’de piyasaya çıktı.

Tipik şikâyetler

Kitabın yazarı, ABD’li gazeteci Amy Sutherland, ne bir ilişki uzmanı ne de evlilik danışmanı. Kendisinin, “Savsak kocanızı nasıl hayallerinizdeki ideal eşe dönüştürürsünüz?” tarzında, bir çeşit Güzin Abla haline geliş macerası hem komik hem ilginç. Amy’nin 12 yıllık evlilik geçmişlerine rağmen hâlâ âşık olduğu kocası Scott, pek çok hemcinsi gibi unutkan, dalgın, ihmalkâr, her yere geç kalmayı seven, kararsız ve değişken bir mizaca sahipti. Amy de kimi zaman homurdanarak, bağırıp azarlayarak kendince bir yol tutturdu. Ancak bütün bu serzenişleri işe yaramadı. Evlilik danışmanı da derdine çare olmadı.

Tam umudunu kesmişken

Meseleyi çözmekten umudunu kesen Amy’nin hayatı ve erkeklere bakış açısı, konuyla son derece alakasız bir proje sayesinde değişti. O dönemde egzotik hayvan eğitmenleri hakkında yazması gereken bir kitap vardı. Bu nedenle hayvanların yaşadıkları değişimi anlamak amacıyla Kaliforniya’ya gidip gelmeye başladı. Bu eğitimler sonucunda, sırtlanlar bir emirle tek ayakları üzerinde dönüşler yapıyor, pumalar tırnaklarını kestirmek için pençelerini uzatıyor, denizaslanları burunlarının ucunda top oynatıyor, babunlar kaykay kullanıyordu.

Amy uzun eğitim süreçlerini izlerken, kafasında sihirli bir ampul yandı. Yırtıcı, egzotik yaratıklar bütün bu imkânsız hareketleri, davranış biçimlerini yapabiliyorlarsa; bu tekniklerin, evdeki bambaşka bir tür üzerinde de olumlu sonuçlar verebileceğini düşündü. Acı ama gerçek... Bu farklı tür, inatçı ama sevimli kocası Scott’tan başkası değildi.

Film teklifleri aldı

Amy Sutherland, bu garip deneyini ve kendince elde ettiği başarıyı ilk olarak 2006’da, The New York Times gazetesinde kısa bir makale olarak yayımladı. Makalesi o yılın, elektronik postayla en çok gönderilen hikâyesi seçildi.

NBC’nin ünlü ‘The Today Show’una konuk oldu. Hollywood’dan film teklifleri aldı, hatta bir tanesini kabul etti. Son olarak Şubat 2008’de ‘Shamu Bana Hayat, Aşk ve Evlilik Hakkında Ne Öğretti? Hayvanlardan ve Eğitmenlerinden İnsanlar İçin Dersler’ adlı kitabı piyasaya çıktı.

Koca eğitiminin temel kuralları

Olumlu davranışı takdir ettiğinizi belli edin. Kirli sepetine bir tek çorap bile atsa teşekkür edin.

Hoşunuza giden bir şey yaptığında bir öpücükle, sevdiği bir yemekle, vs. ödüllendirin.

Unutmayın! Tepkinin iyisi de kötüsü de davranışı körükler.

Hoşunuza gitmeyen tavırları sabırla görmezden gelin.

Sakın boşu boşuna dırdır etmeyin! İşe yaramaz.

Azarlamak, bağırmak sadece erkeğin sıkıcı huylarını müzminleştirmeye yarar.

Etrafa atılmış kirli çamaşır sadece kirli çamaşırdır. Kişisel olarak algılamayın!

Kocanızı sizden çok farklı, bambaşka bir tür gibi kabullenin. Böylece objektif olabilirsiniz.

Hatayı kendinizde de arayın. İşe yaramayan stratejileri değiştirin.

İlgisini başka yöne çekin. Örneğin, mutfakta dolaşmaması için salona cips ve bira hazırlayın.

Ders 1: Yaklaştır

Amy’nin egzotik hayvan eğitmenlerinden öğrendiği temel ders, beğendiği davranışı ödüllendirmek, beğenmediğini ise görmezden gelmekti. Dırdır etmek, azarlamak söz konusu değildi.

Kaliforniya’dan Maine’deki sıcak ama dağınık yuvalarına döndüğünde, Amy, Scott’a tamamen farklı davranmaya başladı. Örneğin, Scott çamaşır sepetine kirli tişört mü attı, hemen teşekkür etti. İkinci kirli çamaşır için öpücükle ödüllendirdi. Bu arada yatak odasının yerinde duran kirli yığınının üstünden, tek bir ters laf bile etmeden usulca geçip gitti. Zamanla fark etti ki Scott, Amy tarafından takdir edilmenin keyfini çıkarırken etraftaki kirli yığınları da küçülmeye başladı. Bu yöntemin adı ‘yaklaştırma’ydı.

Ders 2: Sabret

Eğitmenin beğenmediği davranışlara en ufak bir tepki vermemesinin adı ise ‘en az güçlendirici sendrom’. Zira pozitif ya da negatif herhangi bir tepki, davranışı körüklemekten başka bir işe yaramaz. Oysa hiçbir tepki verilmediğinde, o davranış biçimi zamanla yok oluyordu. İşte bu nedenle Amy kendini çok zor tutsa da hoşuna gitmeyen tavırlara kayıtsız kalmaya karar verdi.

Ders 3: İmkânsız kıl

Uyguladığı üçüncü teknik ‘uyuşmaz davranış’ kavramıydı. Bu yöntem, dikkati başka bir noktaya çekerek, istenmeyen davranışın yapılmasını engellemeye, mümkünse imkânsız kılmaya yönelikti. Amy bu tekniği kendisi yemek pişirirken Scott’ı mutfaktan uzak tutabilmek için kullandı. Ayağının altında dolaşmaması için salonun uzak bir köşesine bir çanak cips ve salsa sos koydu, parlak fikri tabii ki işe yaradı.

Ders 4: Kişisel alma

Dördüncü kural ise hataları asla kişisel olarak ele almamaktı. Eskiden Scott’ın münasebetsiz tavırlarını hakaret gibi ya da değer görmediğinin işareti olarak algılayan Amy, buna da son verdi. Eğitmenlerin mottosunu benimsedi: ‘Hata hiçbir zaman hayvanda değildir.’

Böylece kendi tepkilerini ve yanlışlarını da tahlil etmeyi öğrendi. Scott’ın kimi içgüdüsel tavırlarının köklü ve değişmez olduğunu kabullendi. Artık eskiye oranla, sivri uçları biraz daha yontulmuş bir kocası ve daha hoşnut olduğu bir evliliği vardı.

Üstelik bu durumu anlayan kocası, üzerinde böyle bir teknik uygulanmasından hiç gocunmadığı gibi, taktiği kapıp Amy üzerinde denemeye başlamıştı.

dentist
19-03-2008, 00:43
Bundan 30-40 sene evvel filinta gibi bir delikanli olarak ilk tayin yerim olan Erikli Köyü Saglik Ocagi'ni kurmak için gitmistim. ''Hazir ugramisken.' deyip, Kaymakam Bey elime bir kagit tutusturmustu. Çiçek asisina dair bir emir vardi. Çantami, ilaçlarimi, ignelerimi yeniden gözden geçirdikten sonra atima binerek Erikli Köyü'nün yolunu tuttum. Ikibuçuk saat at sirtinda yol aldiktan sonra Köye ulastim. Köyde beni muhtar karsiladi.

-Hos geldin beg...

-Hos bulduk, dedim.

-Hayirdir?

-Asi yapacagim da..

-Ne asisi?

-Çiçek..

-Çok eyi.. insanlara mi?

-Tabii insanlara.

-Zor begim!

-Nedenmis o?

-Olmazlar da ondan begim..

-Ama salgin var!

-Buraya salgin neyin ugramaz beyim.

-Sen köylüyü topla!

Biraz sonra baktim, köyün korucusu hem düdügünü öttürüyor hem de bagiriyor:

- Ey ehali gasabadan pangaci geldi... Sizinnen gredi lafini konusacak!

- Yahu ben bankaci filan degilim, dedim.

-Sen bilmen begim asi-masi dirsek birtekini topliyamak, isin içine para lafini gatacan ki millet toplana...

Biraz sonra köyün biricik, isli ve rutubetli kahvesi tiklim tiklim doluydu. Ayaga kalktim:

- Köylü kardeslerim, dedim. Simdi sizlere, insanligi mahveden, girdigi yerde felaketler meydana getiren bir konudan bahsedecegim...

Ön tarafta oturmakta olan pala biyikli biri :

- Begim, ilkin girediden agnat, sonama hekayeni agnadin, dedi.

Kizdim:

- Ben buraya krediden bahsetmege gelmedim!

Muhtar araya girdi:

-Yahu, digneyin hele... Bakin, size memur bey çiçekden bahsedecek, dedi.

-Ne çiçegi? diye köylüler sordular.

-Hastalik çiçegi

-Ganiser mi bu?

-Yoo, dedim.

-Olese niye diyniyek begim?

-Ama, çiçek de öldürür ...

Arka taraftan bir ihtiyar ayaga kalkarak:

- Begim, dedi, camiye gidecam, ne diyeceksen çabik de!

- Size çiçek asisi vurmaga geldim.

Hepsi birden ayaga firladilar:

- Ne asi mi? diye bagirdilar.

Sonra muhtara dönerek:

- Ula Iriza, bosuna ismini Dönek Iriza gomamislar, bizi gandirdin gene, dediler.

- Yahu köylü kardeslerim, durun yahu, size çiçegin neler yaptigini anlatayim, ndan sonra gidin.

- Yoh begim yoh. Biz biliyok. Çoh duyduk bu lflari. Bu hasdalik naaparmis, erkesi öldürürmüs.. Asi olmazsak, tüm ev halki givrana givrana ruhunu teslim idermis. Garnimiz tok beyim bu Iaflara, tok... Biz, inne minne vurdurmuyok.

-Yahu, bu igne degil, çizik.

-Cizik mizik. Anlamak biz öyle seyden.

Kahve bir anda bosaldi. Muhtar:

- Dimedim mi begim? dedi, bunlar furdurmazlar diye.

-Neden?

-Bilmem emme, furdurmazlar isde. ama gönlün galmasin, gel bana fur!

Iyice canim sIkilmisti. Çantamdan, ilaci ve igneyi çikarirken muhtar:

-Beyim, agridiyosa, az fur ha! dedi.

-Yahu iki çizik atacagim.

-At begim at, emme isden güçden galmayim da...

Korka korka uzatti kolunu. Asisini yaptim:

-Hani acidi mi? diye sordum.

-Yoo, sinek issirir gibi oldu. Yok begim, su köylü milletinde akil denen sey yoh. ökümat bu kaddar mesarif etsin, asici göndersin, sen gel asi olma da gaç.

Kalkti, kahvecinin kolundan yapisti:

-Gel buraya, dedi.

O koskoca adami görecektiniz, sanki ameliyat edecekmisizi gibi korkuyordu.

-Giyma baa mikdar, giyma ba mikdar, diye yalvariyordu.

-Gel buraya, alti üstü iki cizik.

-Gurban miktar, su duvardaki senin ciziklarin hepsini silem, tek baa giyma!

Sinirimden,deli gibi firlamisim adamin üzerine. Muhtar, o sirada kahveciyi yere yikmisti. Bana:

-Bogazina bas, bogazina! diyordu.

Sinirimden ne yaptigimi bilmiyordum. Adamin bogazina basmisim...

-Fur simdi, memur efendi, golunu eyicene yakaladim, gaçamaz!

Adam, bir debeleniyor, bir bagiriyor ki, demeyin gitsin:

- Baa acimiyosunuz, bari çoluguma çocuguma aciyin....

Asi yapmaga muvaffak oldum.

Etti iki...

-Var misin memur efendi?, dedi muhtar.

-Neye?

-Yakalayak su herifleri!

Yeni mezun, ideal bir saglik memuru, baska ne düsünebilir ki:

-Varim, dedim.

Çiktik kahvenin önüne. Daha biz içerde kahveciyle cenklesirken, bir tek kimse kalmamis ortalikta, Sanki, pasif korunma varmis gibi, herkes evine kaçmis, kapisini sürgülemis...

-Sööle bi dönek begim, belki bir iki denesini dutarik.

Ayni bir avci gibi, sokaklardan adimlarimizin ucuna basa basa yürüyorduk. Çesmenin basinda ellilik bir adam su içiyordu... Muhtar:

- Sen surdan dolan, ben burdan, kisdiralim, dedi.

Çesmenin arkasindan dolandim. Adam bizi görünce basladi kaçmaya, hem de ayakkabilarini çesmenin basinda birakarak... Adam kaçar, biz kovalariz. Bir tarlayi boydan boya astik... Ne de olsa gençlik var , adami tarlanin öte basinda yakaladim. Adam, hem soluyor, hem de:

-Beyim, ben seni öteki dünyada nerede bulam? diyor.

-N'apacaksin beni öteki dünyada?

-Gunahmis begim, gunah!...

-Ne günahmis

-Zorla is yaptirmak... Kul hakki...

-Kim dedi bunu?

-Köyün hocasi didi..

-Isine geldigi gjbi anliyorsun da..

Demeye kalmadan muhtar da yetismisti.

Ikimiz iki yandan, adami karga tulumba yiktik yere ve asisini yaptim. O gün aksama kadar ancak bes kisinin asisini yapabildim... Ama köyü en az on kere turladiktan sonra. Muhtar:

-Artik kimse disari çikmaz beyim, dedi.

Yorgun argin kasabaya döndüm. Dogruca kaymakamin evine gittim:

-Olmadi efendim, dedim.

-Ne olmadi?

-Asi. Köylüler asi olmuyorlar.

-Baytari götürmedin mi?

-Hayvan asisi degil bu kaymakam bey!

Güldü:

-Toysun daha, dedi. Bizim memlekette, köylere asi vurmaga gidecegin zaman baytari da yaninda götüreceksin!

-Vallahi bir sey anlamadim efendim.

-Anlamazsin, anlamazsin... Yarin giderken baytari da götür o bilir isini!..

Ikinci gün, ayni köye baytarla gittik.

Köylü nasil egiliyor baytarin önünde, nerdeyse yere kapanacaklar .Daha bizi kahveye oturmadan iki tepsi yemek gelmisti. Içinde sadece kus sütü eksIk... Biz, kahvelerimizi içtigimiz anda, köyün meydanligi, ineklerle, öküzlerle, buzagilarla dolmustu. Hatta, öne geçmek için bir birbirleriyle kavga ediyorlardi. Baytar:

-Hazir misin? diye sordu.

-Hazirim, dedim.

Ayaga kalkti:

-Köylüler, diye bagirdi, son günlerde, insanlarda olan ve insanlardan sigirlara

bulasan bir hastalik, çevrenin tüm sigirlarini kasip kavurmaktadir .

Köylüler:

-Abooov, dime baytar efendi diye hayretle gözlerini açtilar.

-Bu hastalik, geçen ay içerisinde, ilçemizden dörtyüz hayvanin ölümüne sebep oldu...

-Aman baytar efendi, ocagina düstük!...

-Simdi kollarinizi sivayin? Sizin asilarinizi, saglik memuru arkadas, sigirlarinizinkini de ben yapacagim!


Sanki, altina hücum varmis gibi, köylü masama saldirdi. Dün, zorla asi yaptigimiz kahveci kolunu siyirmis:

-Fur begim, diyordu

-Sen dün oldun, dedim.

-Fur begirn, fur, artik mal göz çikarmaz ya! Iki kere olursak daha eyi olur.

-Dün neden zorluk çikariyordun?

-Ne bilem ben begim. Sen heç heyvan lafi etmedin ki!

-Sigirlar sizden kiymetli galiba?

-Sen ne diyon begim? Köy yerinde, hazina ilazim... Nirde bizde bes kurus, Bi de sigir ölürse, o zaman bizde kriz baslar!..


Alıntıdır...

buena vista
06-04-2008, 14:11
Olaylar ve İnsanlar

h.pulur@milliyet.com.tr

RİVAYET odur ki! Abbasi hükümdarı Harun Reşid’in “Cafer” adında bir veziri varmış, vezir itibarlı Bermeki aşiretindenmiş...
Bir gün Harun Reşid ile başveziri kırda bayırda, bağda bahçede dolaşmaya çıkmışlar.
Bir elma ağacı görmüşler, ama ağaç yüksek, tırmanıp koparmak mümkün değil...
Hikâye bu ya, hükümdar Harun Reşid, başvezirine “kıyak” yapmış, diz çökmüş, Cafer, hükümdarın omzuna basıp birkaç elma koparmış. Bahçıvan uzaktan seyrediyormuş; yanlarına gelince Harun Reşid adamı kutlamış, böyle elmalar yetiştirdiği için ödüllendirmek istemiş:
“Dile benden ne dilersen!”
Bahçıvan boynunu bükmüş:
“Bu başveziriniz Cafer var ya, ikimiz de aynı aşiretteniz, Bermeki aşiretinden. Sizden ricam benim kaydımı bu aşiretten silin.”
* * *
BAHÇIVAN o kadar ısrar etmiş ki, sonunda Harun Reşid kaydını silmiş...
Zaman geçmiş, başvezir Cafer işi azıtmış, hükümdarın arkasından komplolar kurup kendi aşiretinin hanedanını başa geçirmeye çalışmış...
Durumu anlayan Harun Reşid emretmiş:
“Başta Cafer, bu aşiretten kim varsa boynunu vurun!”
* * *
BİR süre sonra cellatlar gelmiş, yanlarında bahçıvan:
“Efendim, bu da aynı aşiretten ama, elinde sizin fermanınız var, aşiretten çıkarmışsınız...”
Harun Reşid hatırlamış:
“Yahu sen niye bu aşiretten çıkmak istemiştin?”
“Bu Cafer’in iki elma için hükümdarın omzuna bastığını görünce, bu adamın çıkarı için yapmayacağı iş yok, bana da zararı dokunmasın diye, beni bunlardan atın, dedim.”
Kıssadan hisse...
Ey kendilerini hükümdarın en yakını sananlar, bir gün bakarsınız ki kelle gitmiş...
Tabii iki binli yıllarda kelleler hikâyedeki gibi koparılmıyor.
* * *
RAHMETLİ İ. Gündağ Kayaoğlu’nun “Temel Koleksiyonu”ndan...
Temel, yanında yavuklusu Fadime, köye gidiyorlar. Fadime’nin sırtında bir küfe, Temel’in sırtında büyük bir küp; bir elinde değnek, öbür elinde bir tavuk, önünde de keçi...
Yol gelmiş fındıklığa dayanmış, Fadime itiraz etmiş:
“Ben seninle puradan geçmem!”
“Niye?”
“Bağa bi şe yaparsın.”
Temel lahavle çekmiş:
“Ula Fadime sen deli misun, elim kolum dolu nasıl yaparum?”
Fadime başını sallamış:
“Yaparsun yaparsun, elindeki o değneği yere çakup keçiyi bağlarsun, küpü de tavuğun üzerine kapadun mu tamamdır!”
Kıssadan hisse...
Aman Fadime gibi etraflı düşünmeden erkeklerin lafına kanmayın...
Hele karşınızdaki Temel ise, üstelik politikacıysa...
Keçiyi de bağlar, tavuğu da kapar, sonrasını düşünün...
* * *
OLAY Erzurum’da geçer, Tebriz kapısından aşağı inişte bir kamyonet zorlukla durur; şoför fırlar, yerden bir taş kapıp tekerleğin önüne koyar; trafik polisi yetişir:
“Burada durulur mu?”
“Aman ağabey zaten zor durmuşum, fren tutmuyor!”
“Ne demek, frensiz araba olur mu, üstelik farlardan biri de kırık!”
“Ağabey, taş sıçradı kırdı!”
“Ulan silecekler nerede?”
“Vallahi mehellede uşaklar çalmış!”
“Ver ehliyet ruhsatını!”
“Ne ruhsatı, ağamın ehliyetini beraber kullanırıh, bende değil!”
Polisin tepesi atar, çıkarır makbuzunu, 500 lira ceza yazar...
Erzurumlu boynu bükük:
“Ağam 500 lira vermesine verelim de suçumuz ne onu anlayak!”
Kıssadan hisse...
Yediğiniz haltları unutur, sonra da “Bu da neyin cezası?” diye sorarsınız.

dentist
16-04-2008, 11:56
HAYATTA KARARLAR BIRER KIBRIT' TIR



Adamin biri,

Bilge bir kral olmakla un salmis olan kralin yanina gider.

Krala sunu sorar

'Efendim soyleyin bana hayatta ozgurluk var midir? '

Kral 'Elbette' der,

'Kac bacagin var senin? '

Adam soruya sasirarak 'Iki efendim' der.

Kral 'Pekala, tek bacaginin ustunde durabilir misin? '

'Elbette' diye cevap verir adam.

Kral 'O halde hangi bacagin ustunde duracagina karar ver'.

Adam biraz dusunur ve sol bacagi ustunde durmaya karar verir.

'Tamam' der kral

'Simdi de oteki bacagini kaldir.'

Adam sasirir 'Bu imkansiz kralim' der.

'Gordun mu? ' der kral '

Ozgurluk budur.

Sadece ilk karari almakta ozgursun.

Ondan sonrasinda degil.'

dohol
01-05-2008, 16:20
Kanuni Sultan Süleyman, adamlarıyla birlikte avlanmaya çıkmıştı. Bir ceylanın peşinden koşarlarken zamanın nasıl geçtiğinin ayırdına varamadılar.

'Biz nerelere geldik böyle?' diyerek çevrelerine bakındıklarında hava kararmaya yüz tutmuştu.

Gök kararmakla kalmamış, şiddetli bir rüzgar ve ardından da savruntulu bir yağmur bastırmıştı. Hünkar ve adamları, bu dağ başında bulabildikleri bir kulübeye kendilerini zor attılar.

Sığındıkları kulübede, geçimini odunculuk yaparak sağlayan yoksul bir köylü yaşıyordu. Adamcağız bu Tanrı konuklarını içeri aldı, onlara elinden geldiğince yardımcı olmaya başladı.

Padişah kendini özellikle tanıtmak istememişti; ama yoksul oduncu onun kim olduğunu anlamakta gecikmedi. O nedenle ocağa büyük büyük odunlar atıp kulübeyi iyice ısıttı.Bir de sıcacık çorba ikram etti.

Dışarıda hem ıslanıp hem üşüyen padişah ve adamları bu durumdan pek memnun kalmışlardı. Geceyi orada rahatça geçirdiler. Hatta padişah bir ara çevresindekilere, 'Doğrusu şu ateş bin altın eder' diye de söylendi.

Ertesi gün yola çıkmadan önce padişah oduncuya önce memnuniyetini bildirdi:

'Efendi! Bizi ihya ettin. Harlı ateşin sayesinde geceyi pek rahat geçirdik' dedi ve sordu:

'Söyle bakalım borcumuz ne kadar?'

Oduncu, kırk yılda bir eline geçen bu olanağı değerlendi ve parayı biraz yüksek söyledi:

'Bin bir altın yeter, beyzadem' dedi.
'Çok fazla istemedin mi?'diye soran padişaha.
'Yemek ve yatak bedeli bir altın,ateşin bin altın ettiğini de zaten siz söylediniz.'dedi.

Padişah adamın kıvrak zekası karşısında gülümsedi ve bin altını ödedi.

ATEŞ PAHASI sözü buradan gelir.

dohol
06-06-2008, 10:03
Harun Reşit savaşta esir aldığı düşman Generale :
-Hayatını bağışlarım ama bir şartım var , der.'Kadınlar hayatta en çok ne ister?' budur bilmek istediğim.......

Bu sorunun yanıtını getir ; kurtar kelleni der.
General sorar soruşturur bu çetin sorunun yanıtını aramaya başlar ve Kafdağındaki bir cadının bunu bildiğini öğrenir....Günlerce gecelerce at koşturur, adıyı bulur ve sorar:
-Kadınlar hayatta en çok ne ister?
Korkunç cadı yanıt için öyle bir şart ileri sürer ki yenilir yutulur cinsten değil.....
-Evlen benimle!!!!.....O zaman öğrenirsin ancak istediğini...
Bu ölümcül teklifi kabul eder General ve doğru yanıtı alır almaz koşar Harun Reşit'e ve :
-Kadınlar en çok kendi özgür iradeleriyle hareket etmek ister!.
Harun Reşit Generalin hayatını bağışlar ancak cadıyada evlenmek için söz vermiştir.
Neyse evlenirler.İlk gece General bir bakar ki , o korkunç cadı dünyalar güzeli bir afete dönüşmüş karanlık odada.....Konuşur cadı :
- Benim kaderim böyle...Günün sadece yarısı güzel olabilirim, iğer yarısı çirkinim der.Ne dersin?Geceleri seninleyken mi güzel olayım,yoksa gündüzleri dışardayken mi?.....
General düşünür ve :
- Sen bilirsin kararı kendin ver der.İşte o an korkunç cadı sonsuza dek güzel bir kadın olarak kalır....
Peki bu öyküden çıkarılacak 3 ders nedir???

1.Kadınlar en çok kendi özgür iradeleriyle hareket etmek isterler.


2.Özgür iradesiyle hareket eden bir kadın her zaman güzeldir.


3.İster güzel olsun, ister çirkin olsun her kadın aslında bir cadıdır. :)


Hayatınız seçtiğiniz kadındır.......

Zevkli bir kadına rastlarsanız zevkiniz,

bilgili bir kadına rastlarsanız bilginiz,

zeki bir kadına rastlarsanız zekanız gelişir.

Hayat kat kattır.Babil'in Asma Bahçeleri gibi teraslar halinde yükselir ve bir terastan bir terasa sizi kadınlar götürür.

Ve bugün durduğunuz teras,seyrettiğiniz manzara,

gördüğünüz hayat yanınızdaki kadının terası,manzarası ve hayatıdır.....

Hayatınız seçtiğiniz kadındır......

Ramo
30-06-2008, 10:35
Bir gün ormancının biri dalları nehrin üzerine sarkan ağacın dallarını keserken baltasını suya düşürür.

"Aman tanrım" diye bağırdığında bir peri belirir ve 'Ne diye bağırıyorsun ?'der. Ormancı baltasını suya düşürdüğünü ve yaşamını sürdürebilmek için o baltaya ihtiyacı olduğunu söyler.

Peri suya dalar ve elinde bir altın balta ile tekrar belirir. 'Baltan bu muydu ?' diye sorar.

Ormanci 'hayır' diye cevaplar. Peri suya tekrar dalar ve bu sefer elinde gümüş bir balta ile tekrar belirir ve yine sorar. 'Baltan bu muydu ?'

Ormancı yine 'hayır' diye cevaplar. Peri suya tekrar dalar ve bu sefer elinde demir bir balta ile tekrar belirir ve yine sorar. 'Baltan bu muydu ?' Ormancı 'evet' der.

Ormancının dürüstlüğü perinin çok hoşuna gider ve baltaların üçünü de kendisine verir.

Ormancı mutlu bir şekilde evine döner.

Bir zaman sonra ormancı eşiyle birlikte nehir boyunca yürürken karisi suya düşer. Ormancı 'aman tanrım' diye bağır! ır.

Peri yine belirir ve sorar: 'Ne diye bağırıyorsun ?' Ormancı' karim suya düştü der.

Peri suya dalar ve Jennifer Lopez ile birlikte geri döner.'Senin karin bu mu?' diye sorar. Ormancı 'evet' der.

Peri sinirlenmiştir, 'Yalan söylüyorsun, gerçek bu değil' der. Ormancı 'özür dilerim peri, ortada bir yanlış anlaşılma söz konusu. Eğer Jennifer Lopez için hayır deseydim bu sefer Catherine Zeta-Jones ile geri dönecektin, ona da hayır deseydim karımla dönecek ve her üçünü de bana verecektin. Ben fakir bir adamım ve üç karimin sorumluluğunu taşıyabilecek durumda değilim. Jennifer Lopez'e evet dememin sebebi budur...

Bu hikâyeden alınacak ders: Ne zaman bir erkek yalan söylüyorsa bunun iyi ve saygın bir nedeni vardır ve bu başkalarının yararı içindir. Kendileri için bir şey istiyorlarsa ekmek çarpsındır... :)

dohol
08-07-2008, 15:17
HAYATINIZ SEÇTİĞİNİZ KADINDIR

Harun Reşit savaşta esir aldığı düşman Generale :

-Hayatını bağışlarım ama bir şartım var , der.
'Kadınlar hayatta en çok ne ister?' budur bilmek istediğim.......Bu
sorunun yanıtını getir ; kurtar kelleni der.

General sorar soruşturur bu çetin sorunun yanıtını aramaya başlar ve
Kafdağındaki bir cadının bunu bildiğini öğrenir....Günlerce gecelerce
at koşturur , cadıyı bulur ve sorar:

-Kadınlar hayatta en çok ne ister?

Korkunç cadı yanıt için öyle bir şart ileri sürer ki yenilir yutulur
cinsten değil.....

-Evlen benimle!!!!. ....
O zaman öğrenirsin ancak istediğini...


Bu ölümcül teklifi kabul eder General ve doğru yanıtı alır almaz koşar
Harun Reşit'e ve :

-Kadınlar en çok kendi özgür iradeleriyle hareket etmek ister!.

Harun Reşit Generalin hayatını bağışlar ancak cadıyada evlenmek için
söz vermiştir.
Neyse evlenirler.İlk gece General bir bakar ki , o korkunç cadı
dünyalar güzeli bir afete dönüşmüş karanlık odada.....Konuşur cadı :

- Benim kaderim böyle.... Günün sadece yarısı güzel olabilirim , diğer
yarısı çirkinim der.Ne dersin? Geceleri seninleyken mi güzel olayım ,
yoksa gündüzleri dışardayken mi?.....

General düşünür ve :

- Sen bilirsin kararı kendin ver der.İşte o an korkunç cadı sonsuza
dek güzel bir kadın olarak kalır....

Peki bu öyküden çıkarılacak 3 ders nedir???

1.Kadınlar en çok kendi özgür iradeleriyle hareket etmek isterler.
2.Özgür iradesiyle hareket eden bir kadın her zaman güzeldir.
3.İster güzel olsun, ister çirkin olsun her kadın aslında bir cadıdır. :)

Hayatınız seçtiğiniz kadındır...... .Zevkli bir kadına rastlarsanız
zevkiniz, bilgili bir kadına rastlarsanız bilginiz , zeki bir kadına
rastlarsanız zekanız gelişir.Hayat kat kattır.Babil' in Asma Bahçeleri
gibi teraslar halinde yükselir ve bir terastan bir terasa sizi
kadınlar götürür.Ve bugün durduğunuz teras , seyrettiğiniz manzara ,
gördüğünüz hayat yanınızdaki kadının terası , manzarası ve
hayatıdır..... Hayatınız seçtiğiniz kadındır......

Ramo
03-09-2008, 19:43
Bir gün New Yorkta bir grup iş arkadaşı yemek molasında dışarıya

çıkarlar, gruptan biri kızılderilidir yolda yürürken insan kalabalığı siren

sesleri yolda çalışma yapan işçilerin araçlarının çıkardığı gürültü

araçların korna sesleri arasında ilerlerken kızıldereli kulağına cırcır

böceği sesinin geldiğini söyler ve aranmaya başlar arkadaşları bu

gürültünün

arasında bu sesi duyamayacağını kendisinin öyle

zannettiğini söyleyip yollarına devam ederler.

aralarından bir tanesi inanmasa da onunla birlikte aramaya devam

eder. Kızılderili caddenin karşısına doğru yürür arkadaşı da

arkasından takip eder ve o binaların arasında bir kaç tutam yeşilliğin

arasında gerçekten bir cır cır böceği bulurlar.

arkadaşı kızıldereliye senin insanüstü güçlerin var bu sesi nasıl

duydun diye sorar, kızıldereli ise bu sesi duymak için insanüstü

güçlere

sahip olmaya gerek olmadığını söyleyerek arkadaşına kendisini

izlemesini

söyler. kaldırıma geçerler ve kızıldereli cebinden çıkardığı bozuk

parayı

kaldırımda yuvarlayarak atar, bir çok insan bozuk para sesinin

ceplerinden

düşen bir paramı diye sesin geldiği yöne doğru bakar

kızıldereli arkadaşına dönerek, gördünmü önemli olan nelere değer

verdiğin

ve neleri önemsediğine bağlıdır.

herşeyi ona göre duyar , görür ve hissedersin der

Ramo
05-09-2008, 22:56
İhtiyar balıkçı, Karayipler'de 85 gün olta salladıktan ve eve eli boş döndükten sonra bir gün iyice açılıp "büyük balık"ı yakalar.


Lâkin kıyıya dönerken, yedeğine aldığı, teknesinden yarım metre daha büyük olan bu "kılıç", yol boyu kan kokusuna gelen canavar köpekbalıklarınca didik didik edilir. Bu korkunç mücadeleden elinde kala kala dev balığın iskeleti kalmıştır.
Kan revan içinde, uykusuz ve bitkin sahile yanaşırken,
"Beni adamakıllı yendiler... Hem de ne yeniş"
diye geçirir içinden. Sonra silkinir ve yüksek sesle şunu söyler:

"Yenilmedim aslında, belki biraz fazla açıldım, o kadar..."


Hayat yolculuğumuz da öyle değil midir?
Kimi için güzel bir kadındır
"büyük balık", kimi için zengin bir damat...
İyi bir hayat... Hayırlı evlat...
Ya da müstakil ev, son model araba, sınırsız servet...
Kimi, "büyük balık"ı hiç göremeden ölür.
Kimi, bir kez tuttu mu, bir daha açılmaz hiç...
Onunla gömülür.
Kimi ise; yaşam denilen, şakaya gelmez deryanın dalgalarında yalpalana yalpalana arar büyük balığı bir ömür boyu...


Açıldıkça bulma şansıyla birlikte artar, yitirme ihtimali...
Zor bulanlar, çabuk yitirir bazen...
Acımasızca yağmalanır ve sonuçta elde bir kılçıkla kalakalırlar.
Yenilgi değildir onlarınki aslında...
Olsa olsa biraz fazla açılmışlardır.
Ama insanlık, kısmen de, onların fazla açılması
sayesinde ilerler.
Ünlü romanın esin kaynağı olan balıkçı
Gregorio Fuentes 104 yaşında ölmüştü.


"Ensesinde derin kırışıklıklar olan sıska adam",
Dünyaya veda etmeden önce, Ankara'da hafızama son
bir ağ atıp geçmişti.

Bir şişe rom karşılığı çektirdiği son fotoğraflarına bakarken, "Keşke bu fırtınalı yolculuğun sonunda hepimiz ayni şeyi yüksek sesle söyleyebilsek" dedim kendi kendime:

"Yenilmedim aslında, belki biraz fazla açıldım, o kadar..."

Ramo
16-09-2008, 19:38
Ulubir kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy göstermiş. Baharilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış.Yağmurların ve güneşin etkisiyle müthiş bir hızla büyümüş ve neredeysekavak ağacı ile aynı boya gelmiş. Bir gün dayanamayıp sormuş kavağa:

-Sen kaç ayda bu hale geldin ağaç?

-On yılda, demiş kavak.

-On yılda mı? Diye gülmüş ve çiçeklerini sallamış kabak.

-Ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim bak!

-Doğru, demiş kavak.

Günlergünleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgârları başladığında kabaküşümeye sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça da aşağıyadoğru inmeye başlamış. Sormuş endişeyle kavağa:

-Neler oluyor bana ağaç?

-Ölüyorsun, demiş kavak.

-Niçin?

-Benim on yılda geldiğim yere, iki ayda gelmeye çalıştığın için.

1.Ders: Çalışmadanemek harcamadan gelinen nokta başarı sayılmaz. Kolay kazanılan, kolaykaybedilir. Her işte alın teri ve emek şarttır.

dohol
08-10-2008, 17:40
BİR MÜDDET ZEYTİN YİYECEĞİZ, SONRA...

Kendisini karşılayan sekretere; Nazif Beyle görüşmek istediğini söyledi.
Bunun üzerine sekreter birden ciddileşti: "Nazif Bey mi?" dedi. "Evet,
Nazif Bey!"diye cevap alınca, hüzünlü bir ses tonuyla "Nazif Beysizlere
ömür efendim, onu kaybedeli dört yıl oldu."dedi. Hiç beklemediği bu
haberle bir acı saplandıyüreğine. "Ya, öyle mi??" diyebildi sadece.
Hicranlıbir suskunlukla bir müddet öylece kalakaldı. Gözlerine hücum
eden yaşlar yanaklarından süzülüp göğsüne damladı. Kendisini toparlayıp
"Onun adına görüşebileceğim bir yakını var mı acaba?"diye sordu. "Evet
var, oğlu Selim Bey....". Titrek bir sesle "Öyleyse Selim Beyle
görüşebilir miyim?" dedi. Görevli hanım, insanda saygı uyandıran bu
kibar beyefendiye, "Selim Bey oldukça meşgul bir insan,randevusuz
görüşmek pek mümkün olmuyor; ama ben yinede kendisine bir haber
vereyim." dedi ve telefona yöneldi.. Sonra "Kim diyelim efendim?" diye
sordu. "Kendimi ona ben tanıtmak istiyorum kızım." cevabı üzerine
sekreter dahili telefonu çevirdi. Daha sonra mütebessim bir çehreyle,
"Selim Bey sizinle görüşmeyi kabul etti, lütfen beni takip edin." dedi.

Beraber merdivenden çıktılar. İnce bir zevkle döşenmiş geniş bir
salondan geçip büyük bir kapının önünde durdular, sekreter kapıyı
açarak, 'Buyurun!' dedi. O da içeri girdi. Kendisini ayakta bekleyen
vakur ve mütebessim gence doğru hızlı adımlarla yürüdü, elini uzatarak,
"Merhaba, ben Prof. Dr. Mehmet Baydemir." dedi. "Bendeniz de Selim
Cebeci? Lütfen buyurun, oturun." dedi, genç iş adamı. Mehmet Bey,
kendisine gösterilen yere oturur oturmaz "Yirmi üç yıl, tam yirmi üç
yıl? Vaktiyle bana burs verip okumama vesile olan insanın elini öpmek
için bu ânı bekledim." dedi ve dudakları titredi, gözleri doldu. "Ama o
büyük insanın elini öpmek nasip değilmiş, bunun için ne kadar üzgünüm
anlatamam." Yaşarmış gözlerini kuruladıktan sonra Selim Beye döndü:
"Fakat en azından o büyük insanın mahdumunun elini sıkmaktan da
bahtiyarım." Misafirin bu sözleri üzerine Selim Bey yerinden fırladı,
kulaklarına inanamıyordu. Kelimelerinin her biri birer hayret nidâsı
gibi dizildi cümlelerine: "Mehmet Baydemir demiştiniz değil mi, Tosyalı
Mehmet Baydemir mi?" Profesör, delikanlının bu heyecanlı haline bir
anlam veremeyerek başıyla "Evet" dedi. Bunun üzerine Selim Beyin gözleri
sevinçle parladı. "Babamla sizi uzun yıllar aradık; ama bulamadık."
dedi.

Profesörün yanına gelerek iki eliyle elini tuttu, candan bir dost gibi
sıktı ve "Sizi karşıma Allah çıkardı." dedi. Bu sözler profesörü çok
şaşırtmıştı. "Uzun yıllar beni mi aradınız? Peki ama neden?" dedi. Selim
Bey gülen gözlerle profesöre bakarak "Bizdeki emanetinizi vermek
için..." deyince, profesörün şaşkınlığı iyiden iyiye arttı. "Emanet mi?"
dedi. Selim Bey cevap vermeden yerine geçip telefonu çevirdi.
Karşısındakine "Gelebilir misiniz?" deyip telefonu kapattı. Mehmet Bey,
şaşkın gözlerle Selim Beye bakarken kapı çalındı, odaya iyi giyimli bir
bey girdi. Selim Bey ona yanına gelmesini işaret etti, sonra kulağına
bir şeyler fısıldadı. Gelen kişi bir şey söylemeden geldiği kapıya
yöneldi. O çıkarken Selim Bey, misafiriyle tatlı bir sohbete başladı.

Sohbetleri koyulaştıkça, çehrelerindeki şaşkınlık, yerini birbirlerine
hasret kırk yıllık ahbapların yeniden buluşmalarındaki sevinç, samimiyet
ve güvene bırakmıştı. Mehmet Bey yurt dışındaki tahsilinden,
araştırmalarından ve yirmi üç yıl boyunca her yıl büyüyen memleket
hasretinden bahsetti. Sonra Nazif Beyin duvardaki portresini göstererek,
"Bu günlerimi şu büyük insana borçluyum." dedi. "Bana yalnızca maddî
destek vermedi, mânen de beni hiç yalnız bırakmadı. Yurt dışında tahsil
görürken yanlışa her yeltendiğimde hayalen yanımda hazır oldu. 'Sana
bunun için burs vermedim.' diyerek bana istikamet verdi. Ona her
namazımda dua ediyorum." dedi ve gözlerini Nazif Beyin duvardaki
fotografına mıhladı. Sonra gözleri portrenin altındaki ilk anda mânâ
veremediği diğer tabloya kaydı. Son derece şık bir çerçevenin içinde,
bazı yerleri yamalı ve tamir görmüş oldukça eski bir çift çorap
duruyordu. Biraz daha dikkatli baktığında çerçevede bazı cümlelerin de
sıralandığını fark etti: "Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra..." Selim
Bey, kendisine bir soru sorduğu için başını ona çevirdi; fakat aklı
tabloda kalmıştı. Selim Beye cevap verirken tabloya bir daha baktı.
İkinci cümle de birinci cümle gibi üç nokta ile bitiyordu: "Bir müddet
sabredeceğiz, sonra..." İyice meraklanmıştı. Bu ilk görüşmeleri
olmasaydı, yanına gidip tabloyu iyice inceleyecekti; fakat bu uygun
düşmez, düşüncesiyle yalnızca sohbet arasında göz ucuyla merakını
gidermeye çalışıyordu. Ancak her seferinde biraz daha artan bir merakın
içinde kalıyordu. Üçüncü cümlede: "Bir müddet yürüyeceğiz, sonra..."
diye yazıyor ve altta böyle birkaç cümle daha sıralanıyordu. Artık aklı
hep tablodaydı. Sonunda dayanamayıp, "Selim Bey merakımı mazur görün. Şu
tabloya bir mânâ veremedim." Selim Bey kendisine has bir gülüş ile
misafirine baktı, derin bir nefes alarak: "Malumunuz, babam varlıklı bir
insandı. Oldukça iyi bir hayatımız vardı. Sonra ne olduysa her şeyimizi
kaybettik. O zenginlikten geriye hiçbir şey kalmadı. Köşkümüzdeki
hizmetçiler de gitti. Yemekleri artık annem yapıyordu. Hatırlıyorum da
bir sabah, kahvaltıya sadece zeytin koyabilmişti. O zengin
kahvaltılarımıza bedel, yalnızca zeytin... Şaşkınlık içinde, 'Başka bir
şey yok mu?' diye sormuştum. Bu soru karşısında annemin hüngür hüngür
ağlayışı gözümün önünden hiç gitmiyor. Annemin ağlayışına mukabil babam:
'Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra...' dedi ve durdu, güçlü bakışlarını
üzerimizde gezdirdi, 'Alışacağız.' dedi. Ve iştahla bir zeytin alıp
ağzına attı.

Birkaç gün sonra haciz memurları gelip köşkümüzü de elimizden aldılar.
Kenar bir mahallede küçük, eski bir eve taşındık. Doğru dürüst bir
eşyamız da kalmamıştı. Annem bezgin bir sesle: 'Bu evde hiçbir şey yok!
Burada nasıl yaşayacağız.' diye haykırdı. Bunun üzerine babam: 'Bir
müddet sabredeceğiz, sonra alışacağız.' dedi . Gittiğim özel okuldan
ayrılmış, bir devlet okuluna yazılmıştım. Sabahleyin okula servisle
gitmeyi umarken, babam elimden tuttu, 'Bu ilk günün, okula beraber
gideceğiz.' dedi. Yürümeye başladık. Okul oldukça uzak gelmişti bana,
yorulup geride kaldığımı hatırlıyorum. Babam kim bilir hangi düşüncelere
dalmıştı. Geride kaldığımı fark etmemişti. Biraz sonra fark edince bana
döndü. İsyan dolu bakışlarımı yüzünde gezdirdim. Bir an bana ızdırapla
baktıktan sonra, yanıma geldi. Bir şey söylemesine fırsat vermeden,
kızgın aynı zamanda nazlı bir tavırla, 'Yoruldum.' dedim. Babam oldukça
sakin bir şekilde: 'Bir müddet yürüyeceğiz, sonra alışacağız.' dedi.
Babam her sabah erkenden çıkıyor, geç saatlerde ancak dönüyordu.
Döndüğünde ise küçük odaya çekiliyor, bazen saatlerce orada kalıyordu.
Çoğu zaman buradan gözyaşları içerisinde çıktığını görüyordum. Bir gün,
merakıma yenilip babamın küçük odasına girdim. Yerde bir seccade,
seccadenin üzerinde de bir tespih vardı. Duvarda ise Arapça bir ibarenin
altında şu yazı vardı: 'Allah borcunu ödeme niyetinde olanın kefilidir.'
Babamın dediği gibi oldu, zor da olsa zamanla alıştık. Bu hal birkaç
yıl sürdü.

Bir gün babam eve çok farklı bir yüz ifadesiyle geldi. Ağlamaklı bir yüz
ifadesi vardı. Her birimize bir paket getirmişti. Köşkten ayrıldığımız
günden beri ilk defa paketlerle eve geliyordu. Bizi bir araya topladı.
'Bugün, benim için ne mânâya geliyor biliyor musunuz?' dedi, kelimeleri
boğazına düğümlendi, gözlerine yaşlar hücum etti. Sözlerini kesmek
zorunda kaldı. Her birimize hediyelerimizi teker teker verdi ve bizi
ayrı ayrı kucaklayıp yanaklarımızdan öptü, kendisi de bir koltuğa o
turdu. Cebinden gazeteye sarılı bir şey çıkardı. O sırada da ağlıyordu.
Hepimiz şaşkınlık içinde babama bakıyorduk. Gazeteyi açtı, içinden bir
çift yeni çorap çıkardı. Bu gözyaşlarıyla, bir çift çorabın alâkasını
kurmaya çalışırken babam, beklemediğimiz bir şey yaptı. Çorabı burnuna
götürdü, kokladı, kokladı. Arkasından hıçkırarak ağlamaya başladı.
Hepimiz şok olmuştuk, tek kelime bile söylemeden bekledik. Babam nihayet
kendisini topladı ve 'Bir zaman önce, büyük bir borcun altına girmiştim.
Borcumu ödeme niyetiyle yeniden çalışmaya başladığım zaman kendi kendime
'bütün kazancım, borçlarımı ödeyinceye kadar alacaklılarımın hakkıdır.
Onların hakkını vermeden ayağıma bir çorap almak bile bana haram olsun.'
demiştim. Bugün ise, Allah'ın yardımıyla, borcumu bitirdim. Artık
kimseye tek kuruş borcum kalmadı." dedi. Sonra gözyaşları içinde
ayağındaki çorapları çıkarıp yeni çoraplarını giydi. Ben de o eski
çorapları hem aziz bir baba yadigârı, hem de bir ibret nişanesi olarak
sakladım. Bu çoraplar her gün bana: 'Paralarını ödeyinceye kadar bütün
kazancım alacaklılarının hakkıdır.' diyor". Selim Beyin bakışları
bilinmez âlemlere dalarken o, nemlenen gözlerini kuruladı, sonra dönüp
duvardaki siyah-beyaz fotografa hayran hayran baktı. "Babanız
sandığımdan da büyükmüş Selim Bey. Ben olsaydım öyle müreffeh bir
hayattan sonra anlattığınız gibi bir darlıkta, herhalde çıldırırdım."
Selim Beye döndü ve "Siz ne yapardınız?" diye sordu. Selim Bey kendisine
has tebessümü ile: "Bir müddet zeytin yerdim, sonra..." dedi ve
gülümsedi.

O sırada kapı çalındı, biraz önceki beyefendi elinde bir kutuyla içeriye
girdi. Kutuyu Selim Beyin masasına bırakıp çıktı. Selim Bey yerinden
kalkıp kutuyu alarak Mehmet Beye uzattı. 'Buyurun, yıllarca size vermek
istediğimiz emanetiniz.' dedi. Mehmet Bey bilinmez duygular içerisinde
kutuyu açtı. İçinden kadife bir kese çıktı. Keseyi açıp içini kutuya
boşalttığında merakı iyiden iyiye arttı. Keseden birkaç tane cumhuriyet
altını ile bir not çıkmıştı. Mehmet Bey hassasiyetle katlanmış kâğıdı
açıp okumaya başladı. Sevgili Mehmet Bey oğlum, Bazen istediğimizi
yaparız, çoğu zaman da mecbur olduğumuzu... Tahsil hayatınız boyunca
size burs vermeyi taahhüt etmiştim. Ancak eğitiminizin son altı ayında
size burs verme imkânını bulamadım. Bir müddet sonra imkânlarıma yeniden
kavuştum; lâkin bu sefer de size ulaşamadım. Dolayısıyla size borçlandım
ve borçlu kaldım. Eğer böyle bir borcu gözyaşı ve ızdırapla ödemek
mümkün olsaydı, ben bu borcu fazlasıyla ödemiş olurdum. Zira sevgili
oğlum, bu altı aylık zaman diliminde bursunu verememenin ızdırabıyla kaç
gece ağladım onu Rabb'im bilir. Her neyse, bursunuzu tarihlerindeki
değeriyle altına çevirdim. Bu altınlar sizindir. Bunlar elinize
ulaştığında, borçlarımın tamamını ödemiş olacağım. Sevgilerimle, Nazif
Cebeci. Mehmet Bey neye uğradığını şaşırmıştı. Bu büyük insanın yüceliği
karşısında bir çocuk gibi yalnızca ağlıyor, ağlıyordu. Selim Bey de bir
hayli duygulanmıştı. Onun da yanaklarından yaşlar süzülüyordu. Bir ara
yaşlı gözlerle babasının siyah-beyaz portresine baktı. Kendisine
yıllarca hüzünle bakan gözleri, bu sefer sevinçle bakıyor gibiydi.

dohol
10-10-2008, 19:52
DERDiNi KARINLA PAYLAŞ...


SONRA, HEM DERDiNLE HEM DE

KARINLA UGRAŞ...:))))




Ramo ya mail için tşk.

Ramo
12-10-2008, 10:30
Eski bir çiftlik evini tamir etmekle uğraşan marangoz, işteki ilk gününü zorluklarla tamamlamıştı. Arabasının patlayan lastiği, işe bir saat geç gitmesine neden olmuş, elektrikli testeresi iflas etmiş, bütün gün çalışıp didindikten sonra evine dönmek üzefre arabasına bindiğinde arabası çalışmamıştı.

Evin sahibi, çalışkan ustanın başına gelenlere üzüldü ve onu evine bırakmaya karar verdi. Kötü bir gün geçiren marangozun pek keyifli olduğu söylenemezdi. Yol boyunca neredeyse hiç konuşmadılar. Araçtan indiklerinde , usta , ev sahibini içeri davet etti. Adam bu nazik teklife hayır demedi.

Eve doğru yürürlerken, marangoz küçük bir ağacın önünde kısa bir süre durdu ve dallarının uclarına her iki eliylede dokundu. Kapı açıldığında ise suratı şaşırtıcı bir şekilde değişti. Güneş yanığı yüzünü kocaman bir tebessüm kapladı. İki küçük çocuğunu sevgiyle kucaklarken , eşine de kocaman bir öpücük vermeyi ihmal etmedi. Hoşsohbet ve neşeli bir adam olup çıktı.

Bu değişime bir anlam veremeyen ev sahibi, kendisini uğurlayan marangoza bunun nedenini sordu ve en çok da ağacın dallarına neden dokunduğunu merak ettiğini söyledi.

"O benim dert ağacım" dedi usta. "İşimde ister istemez bazı sorunlarla karşılaşıyorum ama şundan eminim ki bu sorunlar evime , eşime ve çocuklarına ait değil. Bunun için her akşam eve döndüğümdei sorunları o küçük ağaca asıyor, sabah isşe giderken de tekrar alıyorum.
Ama komik olan ne biliyormusunuz ? Sabahları onları aldığımda, akşamki kadar çok olmadıklarını görüyorum."

Sizlerde iş hayatınızdaki sorunlarınızı sevdiklerinize hissettirmeyin.

Ramo
17-10-2008, 22:04
80'ine merdiven dayamış yaşlı baba ile onu ziyarete gelen -45 yaşında
ve saygın bir işi olan- oğlu salonda oturuyorlardı.
Hal-hatırdan, çoluk-çocuktan, havadan-sudan sahbet ettikten sonra oğlu
susmuş, ayrılmanın sinyalini vermişti. O anda üzerinde oturdukları sedirin
yanındaki pencerenin pervazına bir karga kondu..
Yaşlı baba kargaya gülümserek biraz baktıktan sonra oğluna sordu:
- Bu ne oğlum?

Oğlu şaşkın, cevapladı:
- O bir karga baba.

Yaşlı baba kargaya biraz daha baktıktan sonra yine sordu:
- Bu ne

oğlum?

Oğlu daha da şaşkın, yine cevapladı:
- Baba, o bir karga

Karga hâlâ pervazda, komik hareketlerle başını sağa sola çeviriyor,
başını yan yatırıyor, havaya bakıyor, sonra başını yine onlara
çeviriyordu. Yaşlı baba üçüncü defa sordu:
- Bu ne?

Oğlunun şaşkınlığı sabırsızlığa dönmüştü:
- O bir karga baba, üç oldu soruyorsun. Beni işitmiyor musun ?!

Yaşlı baba dördüncü defa da sorunca oğlunun sabrı taştı ve sesini
yükseltti:
- Baba bunu neden yapıyorsun?
Tam dört defadır onun ne olduğunu soruyorsun, sana cevap veriyorum ve sen
hâlâ sormaya devam ediyorsun.
Sabrımı mı deniyorsun ?!

Babası -yüzünde hâlâ bir gülümseme- yerinden kalktı, içeri odaya gitti
ve elinde bir defterle döndü. Bu bir hâtıra defteriydi.
Oturdu, sayfalarını karıştırdı ve aradığını

buldu.
Sevgiyle gülümseye devam ederek sayfası açık bir vaziyette defteri oğluna
uzattı ve o sayfayı okumasını söyledi:

'Bugün 3 yaşındaki minik yavrumla salondaki sedirde otururken
yanıbaşımızdaki pencerenin pervazına bir karga kondu.
Oğlum tam 23 defa onun ne olduğunu sordu. 23 soruşunda da ona sevgiyle
sarılarak, onun bir karga olduğunu söyledim.
Rahatsız olmak mı? Hayır! Onun sorusunu masumca tekrar edişi içimi
sevgiyle doldurdu...

Ramo
30-10-2008, 19:48
Coban´in biri dere kenarinda koyunlarini otlatiyormus. Tam o anda yanina bir Cherokee Jeep yanasmis. Brioni gomlek Cerruti ayakkabilar giyen Ray-Ban gozluklu ve YSL kravatli bir surucu asagiya inmis ve cobana sormus.

Eger kac tane koyunun oldugunu bilirsem bana onlardan bir tanesini verirmisin?

Coban bir adama birde koyunlarina bakmis 'Tamam' diye cevap vermis.

Genc adam arabasini park etmis telefonunu bilgisayarina baglamis bir NASA sitesine girmis GPS´ini kullanarak yeri taramis bir database ve logaritma ile doldurulmus 60 excel tablosunu acmis ve 150 sayfalik bir rapor basmis.

Cobana donmus Tam olarak 1586 adet koyunun var demis.

Coban 'Dogru' diye cevap vermis 'Koyununu alabilirsin. ' Genc adam koyunu almis ve jeep´inin arkasina koymus.

Bu sefer coban genc adama donmus 'Eger senin ne is yaptigini bilirsem koyunumu geri verirmisin?' diye sormus.

Adam 'Evet neden olmasin' diye yanitlamis. 'Sen Dunya Bankasi´nda Danismansin' demis coban.

Adam sormus 'Nasil oldu da bildin?'. Coban Cok basit diye cevap vermis.

Buraya cagrilmadan geldin bu birrr..

Ikincisi benim bildigim bir seyi bana soylemek icin benden bir koyunumu istedin.

Ucuncusu yaptigin hicbir seyden anlamiyorsun cunku kopegimi aldin!

Alıntı

ahmetunalcam
01-12-2008, 15:51
Şiir ve öykülerimi yayınlarken ismimi deklemenizi rica ediyorum.
Şair-Yazar : Ahmet Ünal ÇAM

Genç kız, el aynasında makyajını kontrol etti; “-Gayet iyi.” dedi. Güzelliğinden emindi. Çevresindeki erkeklerin pervane olmasından zaten biliyordu güzel olduğunu. Hayatın tadını çıkaran, rahat yaşayan biriydi.Cep telefonu çaldığında , akşam arkadaşlarıyla hangi eğlence yerine gideceğine karar vermeye çalışıyordu. Telefondaki numaraya baktı, arayan annesiydi.
- Alo…kızım, nasılsın ?
- İyiyim anne. Ne oldu *
- Sana bir surprizim var.
- Surpriz mi ?
- Evet.Çok eski bir arkadaşım, dostum şehrimize gelmiş….
- Eee kimmiş.
- Kim olduğu surpriz. Fakat, onu senin almanı istiyorum.
- Ben mi ?
- Evet, senin iş yerine yakın olan parkı biliyormuş. Parka gitmesini ve seninle buluşmasını söyledim. Senin de parka gidip onu almanı istiyorum.
- Anne, ben böyle şeyleri sevmem, kendin halletsen.
- Kızım 1-2 saatlik bir işim var. Ayrıca seni bebekliğinden tanıyan bir arkadaşım. Seni görünce mutlaka çok sevinecektir.
- Amaaan. Peki peki… Nasıl tanıyacağım.
-Evden çıkarken üzerine giydiklerini tarif ettim.O parkta bazı oturaklar piknik masası şeklinde. Parkın sinema tarafı girişindeki ilk piknik masasına otur. O gelince seni bulacak.
-Tamam anne ..tamam…
- Kızım senden her gün mü bir şey istiyorum.Üniversiteyi bitireli, hele de işe gireli bir fatura yatırmaya bile göndermedim.
- Hemen darılma, tamam dedim ya…
- O nasıl tamam demekse… neyse, hadi o zaman, izin al da çık, bekletme. Ben de işlerimi bitirip hemen geleceğim.



Genç kız , izin alıp çıktı.Kısa bir yürüyüşten sonra parka vardı. Bu parkta daha önce hiç oturmadığını farketti. Arkadaşlarıyla hep paralı,lüks eğlence yerlerine giderlerdi.
Annesinin tarif ettiği, girişteki ilk masayı buldu, boş olan kısmına oturdu. Masanın diğer tarafında bir köylü kadınla, küçük kız oturuyordu. Onlarla aynı yerde bulunmaktan utandığını hissetti. “-Annemin arkadaşı çabucak gelse de, şunlardan kurtulsam” diye düşündü.
Köylü kadın çekinerek seslendi;
- Afedersin kızım, bir şey sorabilir miyim ?
“Kızım” diye seslenmesi iyice sinirlerini bozdu.
- Ne var, adres mi soracan !..
Sert çıkış karşısında kadın sesini alçalttı;
- Hayır kızım, başka bir şey soracaktım.
- Sizin gibi cahiller ya adres sorar, ya para ister.
Köylü kadının kızaran yüzüne aldırmadı bile. O sırada şık ve lüks giyimli, orta yaşlı bir kadının uzaktan yaklaştığını gördü. “-Nihayet.” diye düşündü. Ayağa kalkıp kadını karşılamaya çalışırken, kadın yanlarından geçip gitti. Somurtarak geri oturdu.
Yanındaki küçük kıza daha sıkı sarılmış köylü kadının gözünden bir damla yaşın süzüldüğünü gördü.Kadın gözyaşını saklamak için diğer tarafa dönünce bir yüzündeki büyük yanık izi göründü. Genç kız manalı manalı güldü;
- Bak kolayca gözyaşı dökebiliyorsun, yüzünde de çirkin bir yanık izi var. Burda ne bekliyorsun geç bir köşeye aç mendilini ağla… Fakat ağlamaya benden bir şey koparacağını sanma, tamam mı…
Kadın dayanamadı;
- Cahil deyip duruyorsun. Ne cahilliğimi gördün. Tanımadığım bir kadına, torununun yanında hakaret mi ettim !
- Oooo... laf yapmayı da biliyormuş
-Anlaşıldı kızım, sen üniversite bitirmiş, çok şey öğrenmiş olabilirsin ama insanlıktan sınıfta kalmışsın. Torunumu okutmak için uğraşacaktım. Fakat seni görünce vazgeçtim.
Yaşlı kadın, küçük kızı alıp masadan kalkarken, boşalan yere doğru şık giyimli bir kadın yaklaştı. Cevap vermek için hazırlanan genç kız zengin giyimli, şık kadını görünce uzaklaşan yaşlı kadına cevap vermekten vazgeçti. Yaşlı kadın geriye bakmaya çalışan küçük kızın başını eliyle engelledi.



Bir süre sonra, genç kızın annesi parkta yanına geldi.
- Merhaba kızım, Zeynep teyzen nerde ?
- Kimse gelmedi anne. En son bir bayan geldi, yanıma oturdu. O da sadece dinlenmek için gelmiş biriymiş.
- Allah Allah !... giyindiklerini çok iyi tarif etmiştim, seni nasıl bulamadı anlamadım. Yanında küçük bir kız olacaktı.
Genç kız bir an durakladı.
-Küçük bir kız mı ?
- Evet
- Anne !. biz zengin, kültürlü insanlarız. Herhalde arkadaşın da zengin, kültürlü biridir, değil mi ?
- Kültürsüz değil ama zengin değil.
- Sakın bana köylü bir kadın olduğunu söyleme.
- Köyden gelen kadına ne denir ki !..
- Oh… iyi iyi, köylü kadınları karşılamaya beni gönderiyorsun.
- Kızım, o kadına bir borcumuz vardı. O zamanlarda borcumuzun karşılığı bir şey veremedik. " - Gün gelir, bir ihtiyacım olduğunda , ben kapınızı çalarım". Dedi ve işte bu gün kapımızı çaldı.
-Ne istiyormuş ?
- Torununu okutmamızı istiyor. Baban şimdi arabayla gelip hepimizi alacak, kayıt için okula götürecek.
- Anne , o köylü kadına ne borcun olabilir ki, anlayamadım ?
Annesi, kızının öfkeli ses tonuna dayanamadı;
- Kızım, sen bebekken biz köydeydik.
- Eee…
- Sana yıllar önce bahsetmiştim, köydeyken evimiz yandı, biz de inekleri,atları,tarlaları neyimiz varsa hepsini satıp köyden göçtük, demiştim.
-Evet, hatırladım.
- O yangınla ilgili bir ayrıntıyı, seni üzülebilir veya seni evde yalnız bıraktığımız için darılabilirsin korkusuyla anlatmamıştık.
- Herhalde şimdi anlatacaksın…
- Baban evde yoktu, ben de su doldurmaya köy pınarına gitmiştim. Lodos mu ne diyorsunuz, işte o rüzğar bazen ters esiyormuş, yukardan aşağı filan. Sen beşikte uyuyorken rüzğar bacadan içeri esince közler ocaklıktan tahtalara sıçramış, yangın başlamış. Pınar yerinden dumanları görüp koştuğumda alevler heryeri sarmıştı. Birazdan yıkılacak gibi görünen eve yine de girmek için atıldığım anda Zeynep teyzen kucağına seni almış olduğu halde dışarı fırladı. O sahneyi hiç unutamam; onun kucağından seni aldığımda o çığlıklar atıyordu…
- Niçin ?
- Seni kurtarırken, sağ tarafı yanmıştı. Gelince görürsün sağ yanağında ağır bir yanık izi var. Çok acı çekti çook. Dur ağlama, seni bu kadar üzeceğini bilmiyordum. Tamam kızım, bak makyajın akıyor, ağlama. Hah !.. baban da geldi. Fakat Zeynep teyzen hala bizi bulamadı…
Şair-Yazar : Ahmet Ünal ÇAM

alihoca
01-12-2008, 18:51
// Şoför Ali

Yaşlı, ezik, bitkin görünüşlü yaşlıca adam bir kahvehaneye girdi. Yoksul elbiseleri ilk bakışta dikkat çekiyordu. Kasanın yanı başında oturan şişman adam onu görünce yanındakilerle sohbeti kesti. Kahvehanenin içine doğru ilerleyen yaşlı adama kısa bir süre daha baktıktan sonra bir el işaretiyle çaycı çırağını yanına çağırdı, yanındakilerin de duyduğu bir ses tonuyla kızarak söylendi;

-Oğlum, dikkat etsene, dilenci giriyor sen uyuyorsun. Müşterileri rahatsız etmeden çıkar şunu dışarı.

-Hemen patron.

Çırak hızlı adımlarla yaşlı adamın yanına gitti. Şişman adam onu takip ediyordu. Yaşlı adamla konuşan çırağın dönüp kendisine doğru geldiğini görünce, yanındakilere dert yanarak elini cebine attı;

-İşte bazıları böyle yüzsüz oluyor. Para koparmadan gitmeyecek anlaşılan.

Cebinden çıkardığı bozuklukları gelen çırağa uzattı;

-Ver şu parayı da gitsin.

Garson, elini paraya uzatmadı;

-“Dilenci değilim” diyor patron.

-Ne istiyor o zaman, çay mı içecekmiş? İçsin de gitsin o zaman, napalım.

-Yok patron, ‘Destan şeklinde şiirlerden okurum veya isteyen olursa öyküler anlatırım’ diyor. Üç-beş kuruş veren olursa onla geçiniyormuş.

-Ooo, çıkar dışarı çıkar. Bir de onunla uğraşamam.

Arkadaşları müdahale etti;

-Bırak be İzzet, bırak anlatsın bakalım. Baksana eski toprak belki değişik bir şeyler anlatır, kahvehaneye de renk katar, fena mı?

Birkaç kişi birden ısrar edince kıramadı onları;

-İyi hadi, çağır yanımıza gelsin bakalım.

Çırak haber verince, yaşlı adam gözünde bir parıltıyla, bir umutla yanlarına geldi;

-Selamünaleyküm.

-Aleyküm selam.

Şişman patron uyanık biri olduğunu gösteren bakışlarla;

-Amca sağ elin hep ceketinin cebine, çok paran var da çalmasınlar diye sıkı sıkı tutuyon galiba.

Yaşlı adam, konuşan adamın gözlerinin içine baktı, sonra soruyu duymamış gibi davrandı. Şişman adam devam etti;

-Bak amca, anlatacağın öykü hoşumuza gitmezse bizden beş kuruş çıkmaz haaa !

-Beğenmezseniz ben zaten para istemem zaten.

-Ne anlatacan bakalım, ne öykülerin var.

-73 harbinden öyküm vaaar.

-Çok eski amca bırak onları.

-Kurtuluş savaşından vaar, Çanakkale`den var…

-Onlar da çok eski amca. Daha yeni daha renkli öykülerin yok mu?

-Hepsi yaşanmış, hepsi heyecanlı be, ‘renkli renkli’ diye ne demek istiyon ki?

Birisi sırıttı;

-Gün değişti amca artık artislerin hikâyelerini dinliyor millet.

Yaşlı adam kaşlarını çattı, ayağa kalkmaya çabalayarak söylendi;

-Yok onlardan bende.

Şişman patron, arkadaşlarına doğru gülerek;

-Yahu benim babamın Kore savaşı yıllarında yaşadıkları bundan daha iyi hikâyedir. Ben size babamın hikâyesini anlatırım merak etmeyin.

Yaşlı adamın tekrar gözü parladı, kalktığı sandalyeye tekrar yerleşerek sordu;

-Baban Kore’de mi savaştı?

Şişman adam bir kahkaha attı;

-Yok be amca, adamı güldürme. Babam da benim gibi uyanıktı, askerden yırtmayı başarmış.

Arkadaşları şişman adamın bu sözlerine gülerken, yaşlı adamın kaşlarının çatıldığını fark etmemişti. Yaşlı adam, öfkesini saklamaya çalışarak sordu;

-Nasıl yapmış bunu uyanık baban?

-Ooo, sen `öykü anlatacam` diye geldin, bize öykü anlattırıyorsun.

-Sen anlat hele, benim de bir hikâyem vardır elbet.

-Anlat hele İzzet, biz de merak ettik, anlat.

-İyi iyi, tamam. Öyle uzun bir şey değil canım. Dedemin tanıdığı doktor varmış şehirde. Babamın bacağını sargıya almış, götürmüş doktora.

-Bir yanlışın olacak, Kore için çağrılırken, baban asker ocağında mıydı, değil miydi?

-Askerdeydi ama Kore’ye asker gönderileceği lafları çıkınca hemen izne memlekete gelmiş. İzindeyken de dedem ona sahte bir doktor raporu çıkarttırmış. Hükümetin asker kararı aldırıp, asker göndermesi sırasında bacağı kırık göründüğünden kurtarmış paçayı.

-Olur mu öyle şey, doktor verir mi böyle bir rapor!

-Amca, sen parayı bol verirsen olur, bal gibi olur.

-Sen bunu duyunca üzülmedin mi?

-Amca, babam yaşındasın ama kusura bakma çok safsın ya. Ne üzülecem, gidenlerin kimisi öldü, kimisi kolu, ayağı kopuk geldi. Babam da öyle olsaydı iyi mi olurdu.

-Bana bak, savaşta ölene şehit derler, (İçini çekerek, zorlukla söylendi) savaşta kolu-ayağı kopana da gazi derler. Onlar olmasaydı, sen burda rahatça….

-Bırak bunları amca bırak, ta Kore’deki savaştan bahsediyoruz. Bize ne yahu.

-Askerden kaçmanın bahanesi mi bu! Savaşa karşı çıkmak başka ama devletin bir savaşa girdiyse, karar verdiyse, kaçmak…

Şişman adamın yanındakiler, kötü bir şey söyleyeceğini hissettikleri yaşlı adamı susturdular;

-Amca, sen kendi hikâyeni anlat bakalım.

-Pekâlâ. Ben size Kore’de savaşan Şoför Ali’nin öyküsünü anlatacağım.

Şişman patronun, gülerek “-Aman kısa olsun amca, savaş mavaş bizi korkutur” diye seslenmesini duymazlıktan geldi, devam etti;

-Türk birlikleri, savaşın en korkunç mücadelelerinin olduğu yerlere gönderiliyordu. Şimdi bakmayın Amerikalıların bize sırt döndüklerine, nankörlük yaptıklarına, Kore savaşında Türkler olmasaydı çok büyük kayıplar vereceklerdi. Bir keresinde Çinliler Kunuri’de ani bir saldırıyla, 8. Orduya bağlı Amerikalıların 2. tümeninin çevresini sarmaya başlamış, çok zor durumda bırakmışlardı. Geri çekilmek istiyorlar ama Çinlilerin yoğun saldırısından geri de çekilemiyorlardı. 2. Tümen düşerse, 8.ordunun tamamının da zorda kalacağı, çevresinin sarılabileceği söyleniyordu. 2. Tümene geri çekilme vakti kazandırmak için, beş bin Türk askeri, sonu ölüm olduğu bilindiği halde Çinlilerle Amerikalıların arasında gönderildi. Türk birliği yok olana kadar Amerikalıların kurtarılması planlanmıştı. Hatta Birleşmiş Milletler kuvvetlerinin başkumandanı Mac Arthur’un bu görevden sonra Türk Tugayını kırmızı çizgiyle çizdiği ve kayıp olarak gösterdiği sonradan öğrenilmişti. Bu kadar imkânsız görülen görevde Türk birliklerinin çevresi dört defa Çinlilerle sarılmış ve onlar da dört defa kendilerini saran Çinlileri yararak kurtulmayı başarmıştı. Türklerin, kahramanlıkları kadar yaralılarını bu zor şartlarda geride bırakmamaları da Amerika ve Avrupa gazetelerinde günlerce yazılmıştı.

-Amca amca, güzel anlatıyorsun da, görmüş gibi anlatıyorsun. Hayırdır, sen de mi ordaydın? Gazeteleri de gördün mü?

Çevredekiler dikkatlice dinlemeye başladığı halde, bu soru üzerine gülümsediler. Yaşlı amca sakince cevap verdi;

-Ordaymış gibi anlatınca daha heyecanlı olmuyor mu? Hem Amerikan gazetelerinden alınan haberler bizim gazetelerde de yayınlandı, hiç merak edip okumadınız mı?

Kısa bir sessizlikten sonra devam etti;

-Yaralılarını da taşımışlar diyorduk ya, işte şoför Ali’nin de hikâyesi bu kısımla ilgili. Sivilde şoförlük yaparmış Ali. Canı tez biriymiş. Öyle ki, düşman cephesinden atılan el bombalarından herkes kaçarken, o hemen alıp geri atıyormuş. Böyle çok arkadaşını kurtarmış. Ama bir keresinde, alıp geri atmak istediği el bombası erken patlamış. Ali’nin sağ kolunu götürmüş.

Yaşlı adam, söylediklerinin etkisini bekler gibi kısa bir an durmuş. Bu duraklamayı fırsat bilen kahvehanenin patronu İzzet, diğer insanlardan tepki görmek de istemediğinden sesini fazla yükseltmeden söylenmiş;

-Ya, gördün mü, dönüşte şoförlük de yapamaz artık.

Yaşlı adam, nemli gözlerini ona dikip yine kısa bir süre sessizce bakmış, sonra;

-Haklısın, yapamadı.

-Sen tanıyor muydun yoksa amca, yaşadı mı böyle biri?

-Çankırılıydı, bizim köylüydü.

-Eee, güzel öyküymüş amca, al bakalım paranı.

Yaşlı adam, kahvehane sahibinin önündeki sehpaya koyduğu paralara bakmamaya çalışmış, arkalardan birinin seslendiği soruyu dinlemiş;

-Sonra nolmuş şoför Ali’ye. İş bulmuş mu?

-Allah bilir, benim duyduğum bu kadar.

Yaşlı adam ayağa kalkmış, başka bir şey demeden dönüp uzaklaşmaya başlamış.

-Heey, amca öyküne para verdik alsana.

Geldiğinden beri, sağ elini hiç cebinden çıkarmayan yaşlı adam, sol elini istemem şeklinde sallayıp, dudaklarında acı bir tebessümle cevaplamış;

-Senin paranı istemem.

Eline sehpadaki parayı alıp yaşlı adamın peşine koşan kahvehane sahibi, yaşlı adama öfkeyle seslenmiş;

- Ne demek ‘senin paranı istemem’ al şu parayı.

Yaşlı adam aldırmadan devam etmeye kalkınca hakarete uğradığını düşünüp, kolundan asılmak istemiş;

-Dur bakalım, aaa… Bu da ne!...

Yaşlı adamın, cepten zorla çekilen, ceket sağ kolundan yere bezler düşmüş. Çevredekiler o zaman yaşlı adamın sağ kolunun olmadığını görmüşlerdi.

Yaşlı adam sol yumruğunu sıkarak, kolunu çekiştiren adama bir an baktı. Sonra eliyle ceketinin cebinden bir gazi madalyasını çıkarıp göğsüne taktı. Çatık kaşları, küçümser bakışlarıyla şişman patrona son kez baktıktan sonra, arkasındakilerin şaşkın bakışlarına aldırmadan, yürüyüp gitti.

Ahmet Ünal ÇAM //

dentist
01-12-2008, 20:11
Orta yaşlı kadın, evin içinde telaşlı bir haldeydi. Eşyaların yerini değiştiriyor, örtüleri düzeltiyor, arada bir mutfağa gidip pişmekte olan yemeğe bakıyor, tekrar salona dönüyordu. Sokaktan gelen her seste pencereye koşuyor, her duyduğu kapı zilinde de, başkasının zili olduğunu anlayıp üzülüyordu.


Başka şehirde iş bulan oğlu, hem uzak yerde olduğundan hem de izin alamadığından 2 aydır gelememişti. Orta yaşlı kadın, büyük bir özlemle oğlunun gelmesini ümit ediyor, kulağı zil sesinde, ayak sesinde telaşla bekliyordu. Her anneler gününde, çocuğunun ona “Anneciğim, annler günün kutlu olsun” diyerek, boynuna sarılmasına öyle alışmıştı ki, sanki oğlu kapıdan giriverecek ve koşup boynuna sarılacaktı, sonra da onun için hazırladığı tatlılardan yiyecekti. Oysa oğlu geleceğini söylememişti ki. Kadın, boynu bükük düşündü, “-ya gelmezse, ya izin alamadıysa.” İçini özlem dolu bir alevin yalayıp geçtiğini hissetti.


Kadın sabahtan hazırlığa başlamıştı.. Telaşlı halini gören eşi, sorup durmuştu;” Bu telaşın niye?” diye ama cevabını bir türlü alamamıştı. Sonunda da kadın; “-Bu gün evde işim çok, sen git-gez biraz” diye ısrar ederek, eşini rica-minnet dışarı çıkarmıştı. “Ya, telaşımın nedenini anlarsa, ya saatlerce beklediğim halde oğlum gelmezse” diye düşünmüştü. “Gelmezse” düşüncesiyle bir daha yüreği titremişti.


Saatler geçip gidiyordu, öğlen olmak üzereydi; “-Gelemiyorsan, bir telefon et bari, ‘anneciğim’ de..” İçinde sıkıntı armaya başlamıştı; “-Anneler gününü kutlamak için bir telefon bile etmeyecek mi acaba? Ben böyle bekliyorum ama o belki hatırlamadı bile. ‘Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur’ sözü anneler için de geçerli olur mu hiç. Olamaz canım, bir telefon eder en azından. Hoş telefon yetmez, özledim yavrumu, kara gözlerini, yaramaz gülüşünü. Hıh.. yaramaz, dediğimi duysa yine darılır, ‘Beni çocuk gibi sevme’ der. Sanki nasıl seveceksem…”

Çocuğunu düşündükçe, onunla konuştuğunu düşündükçe yüzü gülüyor, farkında olmadan bir anda neşeleniyordu. Sonra duvardaki saate gözü takılıyor, yeniden durgunlaşıyordu. “-Gelmeyecek, telefon bari etse..” diye düşündü istemeye istemeye. “-Sesini bari duymuş olurum”. Tam böyle düşünürken, cep telefonunun sesiyle irkildi, omuzlarında bir yorgunluk, bakışlarında bir burukluk telefona uzandı., ekranına baktı, arayan oğluydu.

Sevinmeli miydi? sevinemedi. …acaba …acaba gelemeyeceğini söylemek için mi aramıştı. Telefonda kutlayıp geçecek miydi anneler gününü, sarılamayacak mıydı yavrusuna?

Açtı telefonu;

-Alo..

-Alo, nasılsın anneciğim?

-Sağol yavrum, sen nasılsın?

-İyiyim anneciğim.

-Ne yapıyorsun, işler nasıl?

-Biraz zor oldu ama alıştım, hem bu şehre, hem de işe alıştım.

-Öyle mi yavrucuğum.

Söylemiyordu işte ne telefonda kutluyordu, ne de gelmiyeceğini söylüyordu. Sonunda dayanamayıp sordu;

-İzin aldın mı yavrum?

-Evet anneciğim, izin aldım. Sen nerden bildin.

-Nerden mi, anneler günü için izin almadın mı?

-Ha, anneler günü doğru ya. Anneler günün kutlu olsun anneciğim.

-Sen sen.. bunun için izin almadın mı?

-Ah anneciğim, çok sevdiğim, benim için çok önemli bir bayanı görmeye gideceğimi söyledim. Şefim de izin verdi. Şimdi onun yanına gidiyorum.

Orta yaşlı kadın durakladı, sesine hakim olmaya çalıştı.

-Öyle mi, nasıl biriymiş bu?

-Anneciğim, emin ol bana, senin daha önce yaptığın yemeklerden daha lezzetlisini, daha önce yaptığın tatlılardan daha tatlısını yapmıştır, beni bekliyor şimdi.

-Ben… şey… tamam yavrucuğum. Şey, umarım o da seni seviyordur.

-Sevdiğine eminim anne, zaten bu ilk iznimi sırf onu görmek için aldım. Babam nerde anne?

-Dışardaydı yavrum. Hah.. kapı çalıyor, sanırım baban geldi.

-Tamam anne selam söyle, ben de mis gibi kokuların geldiği, dünya da en çok değer verdiğim bir dünya güzüelinin kapısındayım.

-Tamam yavrum, söylerim. Sonra yine ara yavrum. Allah’a emanet ol.

Telefonu kapattı. Oysa ne kadar özlemişti oğlunu, ne kadar görmek istiyordu. Kapıya eli uzanırken, gözünden süzülen yaşlara engel olamıyordu.

Kapıyı açtığında, boynuna atılan oğlunun “-Canım anneciğim, anneler günün kutlu olsun!” diye bağırması sanki bir rüya sahnesiymiş gibi geldi. Oğlu; “-Anneciğim, seni sevindirecek bir sürpriz yapayım dedim, lütfen ağlama” dese de, annesi sevinçten hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.


Ahmet Ünal ÇAM

meraklı
12-01-2009, 18:17
Bir padişah acemi bir köle ile gemiye binmişti. Köle hiç deniz görmemiş,
geminin mihnetini tatmamıştı. Ağlamaya, inlemeye basladı. Tir tir
titriyordu. Avutmak için çok uğraştılar, ama bir türlü sakinleşmedi.
Padişahin keyfi kaçtı. Herkes aciz bir vaziyetteyken gemide bulunan yaslı
bir adam padişahın huzuruna çıktı,
' Müsaade buyurursanız ben onu sustururum' dedi. Padisah da ' Lütfetmis
olursunuz' dedi.

Yaslı adam emretti, köleyi denize attilar. Köle birkaç kere suya battı
çıktı. Sonra saçından yakaladılar, gemiden tarafa çektiler. Köle gemiye
yaklaşınca iki eliyle dümene asıldı, oradan gemiye çıktı, bir köşede uslu
uslu oturmaya başladı.

Yaşlı adamın yaptığı iş padişahı hayrete düşürdü, ' Bu isteki hikmet nedir'
diye sordu.

Yaslı adam cevap verdi:
- Köle evvelce suya batmayı tatmamıştı. Gemideki selâmetin kıymetini bilmiyordu. İşte huzur ve saadet de böyledir, bir felâket görmeyen kimse , huzurun kıymetini bilemez.

*** *** ***

Ewt efenim, kıymet; kıymetin anlamını bildikçe değerlidir, keyiflidir,bilenin göz ardı edemeyeceği, bilmeyenin bir türlü anlayıp kabul edemeyeceği ama habire eleştireceği dir.

Kıymetlerimizin kıymetini, kıymetli tutabildikçe kıymetlenelim ve kıymetlerimizi var edebildikçe keyiflenelim. Alabildiğimiz her nefes gibi, konuşabildiğimiz her söz gibi, paylaşabildiğimiz her dost gibi...

Sağlıkla kalın, hoş kalın :friends:-

Ramo
15-04-2009, 18:57
Bursa'da zamanında Müslüman bir zat bir çeşme yaptırmış. Eski adı yahudilik yol ağzı, bugün ki adı Arap Şükrü muhitinde, ve başına bir kitabe eklemiş, "her kula helâl, müslümana haram"... Tabii başkent, Osmanlı karışmış, bu nasıl fitnedir diye...

Efendime söyleyeyim, gitmişler kadıya şikâyete, yaka paça yakalanmış adam huzura getirilmiş, bu nasıl fitnedir, dini islam ahalisi müslüman olan koca devlette, sen kalk hayrattır, sebildir diye çeşme yap, ama suyunu müslümana yasakla... Olcak iş midir, nedir sebebi, aklını mı yitirdin? diye çıkışmışlar adama...

Adam müsade buyrun sebebi vardır, lakin ispat ister, delil şarttır der... Kadı kızar: "Ne delili, ne ispatı, sen fitne çıkardın müslüman ahalinin huzurunu kaçırdın katlin vaciptir!" der. Ama bir yandan da merak eder, nedir gerekçen diye sorar, adam bir tek Sultan´a derim diye cevap verince, karışır yine ortalık. Söz Sultan´a gider, adam saraya yaka paça götürülür...


Padişah sinirlenir ama diğer yandan da meraklanır : "De bakalım ne diyeceksen, bu nasıl iştir ki, hem çeşmeyi yaparsın, hem de her kula helâl, bir tek müslümana haram yazarsın..."

- Adam başı önünde delilim vardır, lâkin ispat ister

- Ya dediğin gibi sağlam değilse delilin?

- O zaman hükme kıldan incedir boynum sultanım

- Eeee

- Sultanım her hangi bir havradan (sinagog´dan) bir rastgele haham ı izahsız yaka paça tutuklayın, bir hafta bakın neler olacak..

Dediği yapılmış adamın, tüm azınlıklar bir olmuş, başlarında museviler, "Ne oluyor, bu ne zulüm, bizim din adamımıza biz kefiliz, ne gerekirse söyleyin yapalım, o masumdur, gerekirse kefalet ödeyelim..." efendim çevre ülkelerden bile elçiler gelmiş, elçiler mektup üstüne mektup getirmiş,

Bir hafta dolunca: Sultan´ım artık bırakmak zamanıdır demiş adam, haham bırakılmış, azınlıklar mutlu, bu sefer sultana teşekkürler, hediyeler, az zaman geçmiş ki adam aynı işi herhangi bir kiliseden bir papaz için yaptırınız sultanım demiş.


Aynı işlemle, aynı usulle bir papaz derbest edilmiş, yaka paça alınmmış pazar ayininden, aynı tepkiler artarak devam etmiş. Haftası dolunca da serbest bırakılmış. Mutluk ve sevinç gösterileri daha bir fazlalaşmış, teşekkürler, şükranlar... Levantenler din adamlarına kavuşmanın mutluluğu ile daha bir sarılmışlar birbirlerine.

Sultan: "Bitti mi?" demiş adama.

- "Sultanım son bir iş kaldı, sonra hüküm zamanıdır izninizle" demiş.

- Şimde nedir isteğin?

- Efendim başkentimiz Bursa'nın en sevilen, en sözü dinlenilen, itimad edilen alimini alınız mimberinden,

dedikleri gibi olmuş, Ulucamiinin imamını, cuma hutbesinin ortasında almışlar... Yaka paça götürmüşler...

Ve ne olmuş bilin bakalım ?


Bir Allah'ın kulu, tek bir olumlu kelâm etmemiş, ne oluyor, siz ne yapıyorsunuz hiç olmasa vaazı bitene kadar bekleyeydiniz, dememiş. Peşinden giden olmamış, arayan soran olmamış...

Geçmiş bir hafta, nerde imam diye gelen giden olmamış... Aptal ve cahil bir imam atanmış yerine, ne konuştuğunu kulağının duymadığı yobaz cinsinden, halk halinden memnun, başlamış bir dedikodu, o geçen hafta derbest edilen koca âlim için;

-bizde onu adam, hoca bellemiştik,

- kimbilir ne haltlar etti de tutuklandı...

- vah vah acırım arkasında kıldığım namazlar...

- sorma sorma...

Padişah, kadı ve adam izlemişler olanı biteni, padişah;

- eee ne oalcak şimdi adam

- bırakma zamanıdır, bide özür dileyip helallik almak lazımdır hocadan

- "haklısın" demiş padişah, denilenin yapılması için emir buyurmuş ve adama dönmüş, adam başı önünde;

- ey büyük sultanım, siz irade buyurunuz lütfen, böylesi müslümanlara SU HELÂL edilir mi?

Sultan acı acı tebessüm etmiş;

- "Hava bile haram, hava bile..." demiş...



Çıkarılacak ders: BÖYLE HER ŞEYE SUSKUN KALAN KOYUN GİBİ BİR MİLLETE BÖYLE BİR ÜLKE, HARAM DEĞİLSE BİLE EN AZINDAN FAZLA....

Master
16-05-2009, 07:34
Sevgili Ramo ;) Yukarıdaki yazınıza...

Yılmaz Özdil
yozdil@hurriyet.com.tr


İstanbul Valisi Muammer Güler misin, ağlar mısın?


Okula gaz bombası atıldı.


Demek ki...

Milli Eğitim, okul kurmuş oraya.

Öğretmen atamış.

*

Otobüs durağı var...

Belediye sefer koymuş yani.

*

Cami var.

Diyanet, imam göndermiş.

*

Anons yapıyordu dün minareden: "Sayın halkımız, polise taş atmayı bırakın, yıkım durdurulmuştur!"

*

Polis karakolu var iyi mi...

İçişleri Bakanlığı kondurmuş.

Ki, etrafı kolaçan etsin...

Yasadışı işler olmasın.

*

Semt polikliniği zaten vardı...

Devlet Hastanesi de var artık.

Sağlık Bakanı açtı, geçen sene.

Şelaleli gölü var hastanenin.

*

PTT’si var.

Devlet bankası şube açmış.

*

Yapılmaması ve dolayısıyla yıkılması gereken evlere bakıyoruz... Doğalgaz bağlanmış, elektrik bağlanmış, su bağlanmış, telefon bağlanmış, internet kafesi var, dünyaya online, asfaltı cillop gibi, metro geliyor, kanalizasyonu var...

Çöpü toplanıyor.

*

E biri bana izah edebilir mi lütfen...

"Kaçak" bu işin neresinde?

*

Sonra gidip, "N’aapmışın lan sen gizli gizli!" diye vatandaşın kıçına tekme atıyorlar... Suratına filan su sıkıyorlar.

XXXX

Minik Not : Yarın 2 eklememle beraber bir DEVE kalıbında sorum olacak...

Master
17-05-2009, 10:23
Evet 2 ilave



Şükrü KIZILOT
skizilot@yaklasim.com




Yasaya uyan yine cezalandırıldı


BAŞLIĞI okuyanların çoğunun şaşıracağını sanmıyorum.

Olsa olsa, "Acaba hangi olay?" diye merak edeceklerdir.

Gerçekten, bu ülkede yasalara uymak yıllardır sorun olmaya başladı.

Birçok kişi, yasalara uymayanların adeta ödüllendirildiğini görünce, "Bütün suçum yasalara uymak mı?" diye serzenişte bulunuyor.

Bu konuda sayısız örnek var.

SON ÖRNEK

Harçlarla ilgili...

Harçlar Kanunu'nda yapılan bir düzenleme ile yasalara uyanlar yine cezalandırıldı!..

Bilmeyenleri de göz önüne alarak, basit bir örnekle açıklayalım.

(A) inşaat ve (B) inşaat, sahip oldukları arsalar üzerine, birer (ya da birden fazla) bina inşa etmişler.

Her iki inşaat da Ocak 2009'da bitmiş. Hemen ardından, tapu kayıtlarında "arsa" olarak gözüken gayrimenkulleri, "bina" vasfına dönüştürülmesi yani cins düzeltmesi (tashihi) yaptırmaları gerekiyor.

Bunun için hem (A), hem de (B) inşaatın; bina metrekare inşaat maliyetleri + arsa payları üzerinden hesaplayacakları toplam bina vergi değerini beyan edip, binde 15 oranında harç ödemeleri gerekiyor. Her ikisinin de ödeyeceği harç 160 bin TL'dir.

BAKIN NE OLMUŞ

(A) inşaat, kurallara uymak suretiyle, Ocak 2009'da, beyan zorunluluğunu yerine getirmiş ve hesaplanan 160 bin TL harcın, 60 bin TL'sini de ödemiş. Bu durumda ödeyemediği 100 bin TL harç, vergi dairesince gecikme zammı uygulanmak suretiyle tahsil edilecek.

(B) inşaat ise, kurallara uymamış ve 1 TL dahi ödememiş.

CEZALANDIRILAN HANGİSİ?

Hadi bilin bakalım... Bu iki firmadan cezalandırılan hangisi?

(B) inşaat yani "1 TL dahi ödemeyen firma" diyenler, kaybettiler.

Bir kanun çıktı ve o kanunla 28 Şubat 2009 tarihine kadar, mükellefiyetini yerine getirmeyen (B) firmasına, "100 TL harç öde yeter" denildi (Bkz. 28 Şubat 2009 tarihli Mükerrer Resmi Gazete'de yayımlanan 5838 sayılı Kanun'un 17, 32/18. ve Geçici 6. maddeleri).

60 bin TL ödeyen ve 100 bin TL borcu kalan (A) firmasına ise, "Bu yasa seni ilgilendirmiyor. Hiç bildirmeseydin 100 TL ödeyecektin. Sen bildirimde bulunduğun için kalan 100 bin TL borcunu, faiziyle birlikte öde" denildi.

YASAYA UYMAK SUÇ MU?

(A) firması yetkilileri, çıldıracak duruma gelerek sordular; "Biz yasaya uyduk ve zamanında bildirimde bulunduk hatta toplam 160 bin TL harcın 60 bin TL'sini de ödedik. Şimdi yasaya uyduk diye kalan 100 bin TL'yi ve bir de faizini mi ödeyeceğiz? Yasaya uymayan (B) firması sadece 100 TL harç ödeyecek. Yasaya uymakla suç mu işledik?"

Evet... Hadi bakalım bu soruya tatmin edici bir cevap verin...

Veremezsiniz...

Ortada birbirinin benzeri iki olay ve ödenecek 160 biner TL harç var.

(A) firması, yasalara uymak suretiyle beyanda bulunduğu için 160 bin TL, (B) firması da yasalara uymayıp, beyanda bulunmadığı için 100 TL ödeyecek.

Diyeceksiniz ki "Olmaz böyle şey!"

Oldu bile...

+++++++

DÜN İçişleri Bakanı Beşir Atalay, İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Osman Güneş ve Emniyet Genel Müdürü Oğuz Kağan Köksal'a bir çağrı yaptım.

Normal olarak böyle yazılar yayımlandığında, kendilerine hitap edilen kişiler en azından bir kibarlık gösterip ararlar ve "Gerekeni yapacağız" gibisinden, çoğu zaman tutulmayacak sözler verirler.

Bu kez böyle olmadı.

Dün bu yazıyı yazdığım saate kadar (15.32) deyim yerindeyse bu ismi ve makamı büyük beylerden "tık" çıkmadı.

Elbette kendileri meşguliyetlerinden başlarını kaldıramamış olabilirler, anlayışla karşılamak gerek.

Ama emirlerinde maaşlarını bizim ödediğimiz vergilerden alan onlarca görevli var; içlerinden bir tanesine rica edip, yalandan da olsa bir açıklama yaptırabilirlerdi.

Yapmadılar, çünkü büyük olasılıkla başında bulundukları bakanlığı ve emniyet teşkilatını ele geçirmiş bir çeteyle mücadeleyi göze alamıyorlar.

Bu çete, dün yazdığım gibi ancak Emniyet görevlilerinin ulaşabileceği, Uğur Dündar ve eşine ait kişisel bilgileri müptezel bir yayın organına servis etti.

Bunu yapan kişileri yakalamak, İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah için bıyıklarına briyantin sürmek kadar kolay bir iş aslında.

Ama o da belli ki bu çetenin faaliyetlerinden yılmış, uğraşamıyor.

Yoksa daha haberin yayımlandığı sabah bu işi çözmüş, kamuoyuna devletin elindeki kişisel bilgileri sızdıranları enselerinden yakalamış olurdu.

Değerli beyler! O koltuklarda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının ödediği vergiler sayesinde oturuyorsunuz. Bunun karşılığını vatandaşlara hizmet ederek ödemek zorundasınız.

Tekrarlıyorum: Bunu yapanların kimler olduğunu hemen ortaya çıkarmazsanız, siz de bu suçun ortağı olursunuz.

++++++

Minik Soru : Demokrasi istemekten önce istenmesi gereken nedir ????!!!

Master
17-05-2009, 11:07
Özdemir İNCE



Köy enstitüleri ve imam hatip okulları (1)


MARDİN'in Bilge adlı köyünde şehit edilen, 24 yaşındaki köy imamı Kazım Ozan için Allah'tan rahmet dilerim.

Ahmet Hakan'ın "Erkek Çalıkuşu" unvanını verdiği genç imam, hakkında yazılanlardan çıkan sonuca göre, Türkiye'nin çok muhtaç olduğu "tür"den bir imamdı. Ruhu şad olsun!

* * *

İmam-hatip okulları öğretmen/imam çatışmasına girmeyecek, öğretmen ile birlikte el ele cumhuriyet için çalışacak aydın ve çağının çağdaşı imamlar yetiştirmek amacıyla kurulmuştu.

Köy enstitülerinden yetişen köy öğretmenleri de "aydın ve çağının çağdaşı" olan, imam hatip mezunu genç imamlarla işbirliği yapacaklardı.

Alın size toplumsal barış!

Toprak reformu yapılacak, çiftçi topraklandırılacak, böylece ağa ve mütegallibenin kurduğu egemenliğin zincirleri kırılacaktı.

Aydın imam ile köy enstitülü köy öğretmeninin işbirliği sayesinde şeyh ve şıhların otoritesi kırılacak, tarikat ve cemaatlerin egemenliği sona erdirilecekti.

Alın işte size toplumsal barış!

Bu düzen kurulup 1960'a kadar devam edebilseydi, Türkiye 70'lerin başında çağ atlardı. Hem sanayisi kurulur, hem tarımı yükselir, hem de vatandaşlar aydınlanırdı.

Bunun sonunda, bir türlü kurulamayan demokrasi kurulur ve kök salardı.

* * *

Ama olmadı: CHP içinde yuvalanmış ağa, mütegalibe ve mürteci takımı, ilerici ve devrimci kanadın bütün plan ve projelerini sabote etti. Bu sabotaj 1938'den önce de vardı. Atatürk'ün ölümünden sonra iyice etlendi butlandı ve örgütlendi.

Prof. Dr. Çetin Yetkin, "Karşıdevrim, 1946-1950" adlı kitabında "Meclis'teki toprak ağalarının, Osmanlı artıklarının neden bu tasarıya karşı çıktıkları ve bu karşı çıkış sürecinde DP'yi kurdukları daha iyi anlaşılacaktır" (s. 211) diye yazmaktadır.

Çetin Yetkin, "Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu"nun başına gelenleri anlatırken bunları söylemektedir.

Köy enstitülerinin kuruluşunun Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ile çok yakın ilişkisi vardır (s. 235). Toprak reformundan sonra Çiftçi Ocakları kurulacak ve böylece Cumhuriyet'in toprak mülkiyetiyle ilgili altyapı devrimi gerçekleşmiş olacaktı.

Bu devrim sürecinde köy enstitüsü mezunu köy öğretmeninin köylüye önderlik etmesi düşünülüyordu.

* * *

Toprak reformu, çiftçi ocakları ve köy enstitüleri sayesinde Devrimci Cumhuriyet projesinde çok önemli adımlar atabilecekti. Bu proje CHP'nin tek parti döneminde içerden sabote edildi. İnönü'nün bu süreçte oynadığı olumsuz rol çok dikkat çekicidir.

Demokrat Parti iktidarı köy enstitülerini kapattıktan, Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu'nu rafa kaldırdıktan sonra kendi karşı projesini yürürlüğe koydu. Bu projenin ana ekseni ve orta direği imam hatip okullarıydı. Son 60 yıllık yakın tarihimizi anlamak isteyenler bu yazının konu edindiği ilişkiyi mutlaka anlamak zorundadır.

Artık gerçek nedenleri bulacak doğru dürüst araştırmalar ve bilimsel yorumlar yapılsın!


++++

http://www.yaziyaz.com/dergi/2007/04/koy-enstituleri/

1947 sonunda, Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsünü,’’benzer okullar olduğu’’ gerekçesiyle kaldırdı. Enstitülerin can damarı kesilmişti…


Hasan Ali Yücel yıllarca komünistlik suçlaması ile mahkemelerde süründü. İsmail Hakkı Tonguç, Yücel sonrası gelen tüm bakanlar tarafından sürüldü ve en son olarak resim öğretmenliğine atandı. Daha sonra emekli ettirildi. Tonguç,1960 yılında, Hasanoğlan Köy Enstitüsüne yaptığı son yolculuk sonrasında geçirdiği iç kanama dolayısı ile vefat etti.


CHP, Hasanoğlan kapatıldıktan sonra, İlahiyat fakülteleri ve İmam Hatip açılmasına izin verdi. Buna rağmen 1950 seçimlerini kaybetti.

İktidara gelen DP,1953’te tüm Köy Enstitülerini kapattı. Solculuk bahanesiyle ve büyük toprak sahiplerinin baskısıyla Köy Enstitüleri’nin 13 yıllık serüveni sona erdi.

++++
Minik Üstü Not :
Tanıyanlar bilir siyaset açılımlı konuşmaları sevmem, zira GS lılık taraftar olmak adına bana yetiyor...!! Demokrasi İstemi kadar, Tarafsız, Endişeşiz Eğitimli İNSAN olmak çok daha önemli....

'' Tarafsız İNSAN olmak Doğrulardan arındırır.Zira Gerçek TEK '' Hindistanda ki okuldan kalan bir söz....

dentist
12-06-2009, 15:15
Atlas Okyanusuna düşen Air France uçağını geç kalarak kaçıran bir İtalyan kadının trafik kazasında öldüğü bildirildi.

İngiliz Times gazetesinin İtalyan ANSA ajansına dayandırdığı haberde, İtalya'nın Bolzano-Bozen bölgesinde yaşayan emekli Johanna Ganthaler'in, Brezilya'da eşiyle birlikte tatil yaptığı ve 31 Mayısta Rio de Janeiro havaalanına geç kalarak düşen Air France uçağını kaçırdığı belirtildi.

Çiftin, kazadan bir gün sonra Rio'dan kalkan bir uçak bulmayı başardığı, ancak daha sonra Avusturya'nın Kufstein bölgesinde trafik kazası geçirdiği kaydedildi.

Yoldan çıkan araçlarının karşı yönden gelen bir kamyonun altına girdiği kazada, Johanna Ganthaler'in yaşamını yitirdiği, kocasının ise ağır yaralandığı ifade edildi.

Not: Black list var elinde sanırım Azrail in :)

dohol
02-07-2009, 09:35
İş adamı tıraş olurken bir yandan da berberiyle sohbet etmektedir. Derken, kapının önünden ağır ağır geçmekte olan paspal bir çocuk görürler. Berber, iş adamının kulağına fısıldar;
'Bu çocuk var ya, dünyanın en aptal çocuklarından biridir! Bak; dikkat et şimdi...'
Berber çocuğa seslenir:
'Ali, buraya gel!'
Bunun üzerine çocuk sakince dükkâna girer ve yüzündeki aptalca sırıtmayla berberi selamlar. Berber işadamının kulağına sessizce, 'bak şimdi' diye fısıldar ve bir elinde beş yüz bin, diğer elinde beş milyonluk bir banknot olduğu halde çocuğa sorar:
'Hangisini istiyorsan alabilirsin?'
Çocuk dalgın dalgın bir beş yüz bine bir de beş milyona bakar ve sonunda beş yüz binlik banknotu hızlıca çekerek berberin elinden alır. Berber işadamına döner ve gülerek:
'Gördün mü? Sana söylemiştim.' der.
Tıraş bitince işadamı sokağa çıkar ve az ileride kendi kendine oynayan Ali'yi görür. Yanına giderek, neden beş milyonluk değil de, beş yüz binlik banknotu aldığını sorar. Çocuk hiç de aptalca olmayan bir sırıtmayla yanıt verir :
- Eğer beş milyonluğu alırsam oyun biter!'

Master
16-09-2009, 11:56
İKİ ANEKDOT VE İKİ DERS

Zeka
Juan, motosikleti ile Meksika sınırına gelir. Arkasındaki iki büyük çantayı gören sınır polisi şüphelenir ve içinde ne olduğunu sorar.
Juan, "Yalnızca kum" diye yanıt verince polis, "Aç bakalım çantaları" der.
Juan çantaları açar, polis didik didik kontrol etmesine rağmen kumdan başka bir şey bulamaz çantada! Bununla yetinmeyen polis, gece yarısına kadar kumu her tür tahlilden geçirtir ancak saf kumdan başka bir şey yoktur! Polis, çantalarını Juan'a geri verir ve sınırdan geçmesine izin verir.
Ertesi gün Juan Motosikletinin arkasında iki büyük çantayla tekrar sınırda belirir. Polis Juan'ı gene durdurur, didik didik arar, bir şey bulamaz ve Juan'ı serbest bırakmak zorunda kalır.
Bu olay, polis emekli olana dek yıllarca devam eder !
Bir gün emekli polis Meksika'da bir barda otururken Juan'ın içeri girdiğini görür ve derhal yakasına yapışır;
-"Senin yıllardır bir şeyler kaçırdığından eminim. Çıldıracağım, geceleri uyku uyuyamıyordum senin yüzünden. Lütfen anlat bana ne kaçırdığını. Aramızda kalacağına emin olabilirsin."
Juan gülümseyerek yanıtlar: "Motosiklet"

İlk ders:
DETAYLA BOĞUŞURKEN ÖZÜ KAÇIRMAYALIM :)

***

Esas Akıl
Bir akıl hastanesini ziyareti sırasında, adamın biri sorar:
- Bir insanın akıl hastanesine yatıp yatmayacağını nasıl belirliyorsunuz?
Doktor:
- Bir küveti su ile dolduruyoruz. Sonra hastaya üç şey veriyoruz. Bir kaşık, bir fincan ve bir kova. Sonra da kişiye küveti nasıl boşaltmayı tercih ettiğini soruyoruz. Siz ne yapardınız?
Adam:
- Ooo ! Anladım. Normal bir insan kovayı tercih eder. Çünkü kova kaşık ve fincandan büyük.
- Hayır, der doktor. Normal bir insan küvetin tıpasını çeker.

İkinci ders:
SADECE BİZE SUNULANLARIN DIŞINDA ÇÖZUM BULMAKTIR AKIL.

ahmetunalcam
01-10-2009, 08:10
:mad:

ar_de_
01-10-2009, 11:48
KÜÇÜK BİR TEBESSÜM

Küçük kız, hüzünlü bir yabancıya gülümsedi.

Bu gülümseme adamın kendisini daha iyi hissetmesine sebep oldu. Bu hava içinde yakın geçmişte kendisine yardım eden bir dosta teşekkür etmediğini hatırladı.

Hemen bir not yazdı, yolladı. Arkadaşı bu teşekkürden o kadar keyiflendi ki, her öğlen yemek yediği lokantada garson kıza yüklü bir bahşiş bıraktı.

Garson kız ilk defa böyle bir bahşiş alıyordu. Aksam eve giderken, kazandığı paranın bir parçasını her zaman köşe basında oturan fakir adamın şapkasına bıraktı.

Fakir adam öyle ama öyle minnettar oldu ki. İki gündür boğazından aşağı lokma geçmemişti. Karnını ilk defa doyurduktan sonra, bir apartman bodrumundaki tek odasının yolunu ıslık çalarak tuttu. Öyle neşeliydi ki, bir saçak altında titresen köpek yavrusunu görünce, kucağına alıverdi.

Küçük köpek gecenin soğuğundan kurtulduğu için mutluydu. Sıcak odada sabaha kadar koşuşturdu. Gece yarısından sonra apartmanı dumanlar sardı. Bir yangın başlıyordu. Dumanı koklayan köpek öyle bir havlamaya başladı ki, önce fakir adam uyandı, sonra bütün apartman halkı.

Anneler, babalar dumandan boğulmak üzere olan yavrularını kucaklayıp, ölümden kurtardılar. Bütün bunların hepsi, beş kuruşluk bile maliyeti olmayan bir tebessümün sonucuydu.

-ALINTI-


PENCERE

Genç bir çift, yeni bir mahalledeki yeni evlerine taşınmışlar. Sabah kahvaltı yaparlarken, komşu da çamaşırları asıyormuş. Kadiın kocasına ´ Bak, çamaşırları yeterince temiz değil, çamaşır yıkamayı bilmiyor, belki de doğru sabunu kullanmıyor.´ demiş. Kocası ona bakmış, hiçbir şey söylememiş, kahvaltısına devam etmiş. Kadın, komşusunun çamaşır astığını gördüğü her sabah aynı yorumu yapmaya devam etmiş. Bir ay kadar sonra, bir sabah, komşusunun çamaşırlarının tertemiz olduğunu gören kadın çok şaşırmış ´Bak´ demiş kocasına ´ çamaşır yıkamayı öğrendi sonunda, merak ediyorum, kim öğretti acaba ?´

´Ben bu sabah biraz erken kalkıp penceremizi sildim´ diye cevap vermiş kocası. Hayatta da böyle değil midir ? Başkalarını izlerken gördüklerimiz, baktığımız pencerenin ne kadar temiz olduğuna bağlıdır. Birini eleştirmeden ve hemen yargılamaya davranmadan önce zihin durumumuza bakmak ve ´iyi´ olanı görmeye hazır olup olmadığımızı farketmek güzel bir fikir olabilir ...

-ALINTI-


BAKIŞ AÇINIZDA FARKLILIKLAR OLUŞTURUN

Hayvanat bahçesindeki tek kangurunun, kapatıldığı yerden çıkıp, bahçede dolaştığını gören yetkililer, hemen bir önlem aldılar. Kangurunun zıplama yeteneği bildiklerinden, onun bulunduğu bölümün çevresindeki tel örgü duvarı iki metre daha yükselttiler.
Fakat sabah uyandıklarından, kangurunun yine dışarı çıktığını ve hayvanat bahçesindeki yollarda gezindiğini gördüler.
Yetkililer, aldıkları önlemin yetersiz olduğunu anladılar ve iki metre yükselttikleri tel örgülerin boyunu iki metre daha yükselttiler.
Fakat ertesi sabah, bu önlemin de yeterli olmadığını gördüler. Çünkü kanguru, kapatıldığı bölümden yine çıkmış, hayvanat bahçesinde yine özgürce dolaşıyordu.
Başka bir önlem düşünemeyen hayvanat bahçesi yetkilileri, çareyi yine tel örgülerin yüksekliğini artırmakta buldular. Kangurunun kaldığı bölümü çevreleyen tel örgülerin yüksekliğini bu kez on beş metreye çıkardılar.
Hayvanat bahçesinde kangurunun yanındaki bölümde kalan deve, komşusunun çevresindeki tel duvarın hemen her gece yükseltilmesi karşısında daha fazla dayanamadı ve sordu:
Kanguru kardeş, bu durumun sonu ne olacak böyle?
Senin bölümün çevresindeki tel örgünün boyunun yükseltilmesi ne zamana kadar sürecek dersin?
Kanguru bir yandan gülerken, bir yandan da deveyi yanıtladı:
Yetkililer bahçe kapısını geceleri kilitlemeyi öğreninceye dek!..

-ALINTI-


YAPTIKLARINIZIN FARKINA VARIN

Kimya hocası bir deney sırasında öğrencilerine ders vermek amacıyla, 'Hiç gözlem yapmıyorsunuz.Ezbere hareket ediyorsunuz.Yaptıklarınızın farkına varın ve ona göre hareket edin' dedikten sonra masanın üzerinde duran iğrenç kokulu sıvının içine parmağını daldırdı ve ağzına götürdü.Öğrencilerden de yaptıklarını aynen tekrar etmesini istedi.Öğrenciler,isteksiz bir şekilde ama karşı gelmemek için söyleneni yaptılar.Yapar yapmaz da hepsinin yüzlerinde acı dolu bir ifade belirdi.

Bunun üzerine öğretmen öğrencilerini yeniden uyardı:
'Bir daha söylüyorum:Gözlem yapmıyorsunuz.Eğer dikkatli bakmış olsaydınız,ağzıma götürdüğüm parmağın sıvıya batırdığım parmak olmadığını fark ederdiniz...'

-ALINTI-


ÖNYARGILAR GÖRÜŞÜMÜZÜ KAPATABİLİR

Uzaklarda bir köyde, kocası, çocuğu doğmadan ölmüş, tek başına yaşayan hamile bir kadın vardı. Kadın, kendisine arkadaş olması için dağda yaralı olarak bulduğu bir gelinciği evinde beslemeye başladı.

Gelincik kadının yanından bir an bile ayrılmazdı. Her ne kadar vahşi bir hayvan olsa da, oldukça uysallaşmıştı. Gelincik kadını çok sevmişti.

Birkaç ay sonra, kadının çocuğu doğdu. Tek başına tüm zorluklara göğüs germek ve yavrusuna bakmak oldukça zordu.

Günler geçti. Kadın bir gün birkaç dakikalığına da olsa evden ayrılmak ve yavrusunu evde bırakmak zorunda kaldı. Gelincikle bebek evde yalnız kalmışlardı. Kadın, gelincik bebeğine zarar verir mi diye, aslında endişeliydi… Ama mecburdu. Aradan biraz zaman geçti ve anne eve geldi. Gelinciği ve kanlı ağzını gördü! Anne çıldırmışçasına gelinciğe saldırdı ve oracıkta öldürdü hayvanı. Tam o sırada içerdeki odadan bir bebek sesi duyuldu. Anne odaya yöneldi…. Ve odada beşiği, beşiğin içindeki bebeği ve bebeğin yanında duran parçalanmış yılanı gördü.

KEN BLACHARD


BAKIMA MUHTAÇ BİRİ

Dr. Paul Ruskin, öğrencilerine yaşlanmanın psikolojik belirtilerini öğretirken onlara şu olayı okur: “Hasta ne konuşuyor, ne de söylenenleri anlıyor. Bazen saatlerce anlaşılmaz şeyler geveliyor. Zaman, yer ya da kişi kavramı yok. Yalnız, nasıl oluyorsa, kendi adı söylendiğinde tepki veriyor. Son altı aydır onun yanındayım, ne görünüşü için bir çaba sarf ediyor ne de bakım yapılırken yardımcı oluyor. Onu hep başkaları besliyor, yıkıyor ve giydiriyor. Dişleri yok, yiyeceklerin püre halinde verilmesi gerekiyor. Gömleği salyalarından dolayı sürekli leke içinde. Yürümüyor. Uykusu sürekli düzensiz. Gece yarısı uyanıp çığlıklarıyla herkesi uyandırıyor. Çoğu zaman mutlu ve sevecen, fakat bazen ortada bir sebep yokken sinirleniyor. Biri gelip onu yatıştırana kadar da feryat figan bağırıyor.”

Bu olayı okuduktan sonra, Ruskin öğrencilerine böyle birinin bakımını üstlenmek isteyip istemediklerini sorar. Öğrenciler bunu yapamayacaklarını söylerler.

Ruskin, kendisinin bunu büyük bir zevkle yaptığını ve onların da yapması gerektiğini söyleyince öğrenciler şaşırırlar. Daha sonra Ruskin hastanın fotoğrafını dolaştırmaya başlar. Fotoğraftaki doktorun altı aylık kızıdır...

Dr. Ruskin, Amerikan Tıp Birliği Dergisindeki makalesinde, gülünç bir yanlış anlamanın insana nasıl tamamen farklı bir perspektif kazandıracağını anlatmaktadır.

ALLEN KLEIN


BAKIŞ AÇISI

Vincenzo yine bir ödül kazanmış, ödülünü alıp kameralara poz vermiş.Ardından klubüne uğramış, eşyalarını toplayıp otoparktaki arabasının yanına doğru yürümüş.O sırada yanına bir kadın yaklaşmış.Vincenzo´yu kutladıktan sonra ona küçük bir bebeğini olduğunu,bebeğin çok hastalandığını ve hastane masraflarını karşılayamadığını onun her gün biraz daha ölüme yaklaştığını anlatmış, bir çırpıda.Kadının anlattıkları Vincenzo´yu çok etkilemiş.Hemen çek defterini çıkarmış ve turnuvadan kazandığı paranın bir bölümünü yazıp imzalamış.Çeki kadına uzatmış. O sırada kadına "umarım bebeğinin iyi günleri için harcarsın" demiş.Ertesi hafta Vincenzo klupte öğle yemeğini yerken Golf derneği´nin birüyesi yanına yaklaşmış ve "otoparktaki çocuklar, geçen hafta siz turnuvayı kazandığınız gün bir kadının yanınıza yaklaştığını ve sizinle konuştuğunu söylediler" demiş."Evet" demiş Vincenzo, "bunun nesi garip ?"."Garip değil tabi ki" demiş adam," ama size bir haberim var o kadın bir sahtekarmış.Sizin gibi zengin kişilere yaklaşıp hasta bir bebeği olduğunu söyleyip para koparırmış. Korkarım sizden de koparmış." Vincenzo şaşkınlıkla " yani ölümü beklenen bir bebek yok mu ?" demiş."Yok" demiş adam."İşte bu hafta duyduğum en iyi haber" demiş Vincenzo. İşte buna bakış açısı farkı diyoruz. Kimi parasını kaybettiğine üzülür ama kimi de Vincenzo gibi ölümü bekleyen bir bebek olmamasına sevinir.Aynı pencereden dışarı bakan iki kişiden biri sokaktaki çamuru, diğeri gökyüzündeki yıldızları görebilir.Seçim bizlere aittir.

-ALINTI-


DUYGUSAL VE ZİHİNSEL KELİMELER

Bir söz senin içine işlediği zaman, zihninde farklı bir iklime, farklı bir yaklaşıma, farklı bir vizyona neden olur. Aynı şeye başka bir isimle hitap et, ve göreceksin: Bir şey hemen değişir.

Duygusal kelimeler var ve zihinsel kelimeler var. Zihinsel kelimeleri gitgide bırak. Daha ve daha da çok duygusal kelimeleri kullan. Politik kelimeler var ve dinî kelimeler var. Politik kelimeleri bırak.

Hemen çatışma yaratan sözler var. Sen onları söylediğin an, münakaşa olur. Öyleyse asla mantıksal, tartışmacı dili kullanma. Sevginin, şefkatin, aşkın dilini kullan; böylece münakaşa olmaz.

Eğer kişi bu yönde farkında olmaya başlarsa, olağanüstü bir değişimin meydana geldiğine tanık olur. Eğer kişi yaşamda biraz dikkatli olursa, birçok ıstırap önlenebilir. Bilinçsizce kullanılan tek bir kelime uzun bir mutsuzluk zinciri yaratabilir.

Ufacık bir değişim, sadece çok küçük bir dönüş ve o, birçok fark yaratır. Kişi çok dikkatli olmalı ve mutlaka gerekli olduğu zaman kelimeleri kullanmalıdır. Bulaşık kelimelerden kaçın. Taze, tartışmaya yol açmayan, tartışmacı değil ama doğrudan senin duygularının ifadesi olan kelimeleri kullan.

kişi bir kelime uzmanına dönüşebilirse, kişinin bütün hayatı tümüyle farklı olacaktır. Eğer ki bir söz ıstırap, kızgınlık, çatışma, ya da tartışmaya neden oluyorsa, bırak onu. Onu taşımanın ne anlamı var? Onu daha iyi bir şeyle değiştir.

En iyisi sessizliktir. Sonraki en iyiler ise şarkı söylemek, şiir, aşktır.

OSHO

Master
07-10-2009, 11:06
BÜYÜK İSKENDER, FELSEFENİN DUAYENİ SAYILAN ARISTO' YA BİR MEKTUP YAZAR.

''ZAPTETTİĞİM TOPRAKLARDAKİ İNSANLARI TAHAKKÜMÜM ALTINDA TUTABİLMEK İÇİN NELER YAPMALIYIM ''
DIYE GÖRÜŞÜNÜ SORAR;

1- ÜLKENİN İLERİ GELEN İNSANLARINI SÜRGÜNE Mİ GÖNDEREYİM?

2- ÜLKENİN İLERİ GELEN İNSANLARINI HAPSE Mİ ATAYIM ?

3- ÜLKENİN İLERİ GELEN İNSANLARINI KILIÇTAN MI GEÇİREYİM?

ARİSTO' NUN CEVABI :

1- SÜRGÜNDE TOPLANIP SANA KARŞI BAŞKALDIRIRLAR,

2- HAPİSHANELER MİLİTAN YUVASI OLUR, KONTROLDEN ÇIKAR,

3- ONLARDAN SONRAKİ KUŞAK İNTİKAM HIRSIYLA BÜYÜR, TAHTINI SALLAR.

ÇÖZÜM OLARAK ŞU NASİHATI VERİR:

''İNSANLARIN ARASINA NİFAK TOHUMLARI EKECEKSİN,
BİRBİRLERİYLE SAVAŞINCA HAKEM OLARAK KENDİNİ KABUL ETTİRECEKSİN,
AMA ANLAŞMAYA GİDEN BÜTÜN YOLLARI TIKAYACAKSIN. ''

Minik Tşk : email ile gönderip sunmama katkıda bulunan paylaşımcı dostluğa...

ar_de_
22-10-2009, 14:12
( netten ... anlamlı ... )


Gülümseyerek “Erkekler çok komik” dedi. Bunun kabahat mi, yoksa övme mi belirttiğini anlamadığım için, “Gerçekten doğru” diye cevap verdim.

- Kocam tam bir Othello! Bazen onunla evlendiğime üzülüyorum.

Anlamayarak baktım. “Açıklamandan…” diye söze başlayacak oldum. “Haa, senin duymadığını unutmuşum” diye sözüne devam etti:

- Üç hafta kadar önce kocamla alandan geçip eve yürüyordum. Bana çok yakışan siyah bir şapkam vardı ve yürümekten yanaklarım pembeleşmişti. Bir ışığın altından geçerken, esmer bir adam bana baktı ve aniden kocamı kolundan tuttu. “Ateşinizi verebilir misiniz?” dedi. Alexander kolunu çekti, eğildi ve şimşek gibi bir hızla yerden aldığı tuğla ile adamın kafasına vurdu. Adam yere yığıldı. Korkunç bir şey!

- Kocanı ansızın ne gibi bir şey öyle kıskanç yaptı?

Omuzlarını silkti. “Söyledim ya, erkekler komik.”

“Hoşça kal” deyip çıktım, köşede kocasıyla karşılaştım. “Merhaba” dedim; “İnsanların kafalarını kırmaya başladığını duydum.”

Gülmeye başladı.

- Anlaşıldı, karımla konuştun. Çok şanslıydım. O tuğla hemen elime geldi. Yoksa bir düşün: Cebimde bin beş yüz ruble vardı ve karım elmas küpelerini takmıştı.

- Seni soymak istediğini mi zannettin?

- Karanlık bir köşede adamın biri sana yanaşıyor. Daha ne beklersin?

Şaşkın şaşkın odadan ayrıldım ve yürümeye devam ettim. “Sana bugün yetişmek imkansız” diye bir ses duyup döndüm baktım ve üç haftadır görmediğim bir arkadaşımı gördüm:

- Aman Tanrım! Senin başına ne geldi?

Hafifçe gülümsedi.

- Birtakım delilerin başıboş dolandığından haberin var mı? Üç hafta önce biri bana saldırdı. Hastaneden bugün çıktım.

Ani bir ilgiyle sordum:

- Üç hafta önce mi? Alanda mı duruyordun?

- Evet. Çok saçma bir şey. Alanda oturuyordum. Canım çok sigara içmek istiyordu. Kibrit yok. On dakika filan sonra bir bey, yanında yaşlı bir kadınla sigara içerek geliyordu. Yanına gittim, koluna dokundum ve en kibar tavrımla, “Ateşinizi verebilir misiniz?” diye sordum. Sonra ne olduğunu düşünebiliyor musun? Deli yere eğildi, bir şeyi kaptı, bir dakika sonra ben kafam kanar halde, kendinden geçmiş, yerde yatıyordum. Herhalde gazetede okudun?

Ona baktım ve içtenlikle sordum:

- Gerçekten bir deliyle karşılaştığına inanıyor musun?

- Eminim.

Bir saat sonra kent gazetesinin eski sayılarını merakla karıştırıyordum. En sonunda aradığımı buldum, kaza sütununda kısa bir not:

İçkinin etkisi altında

Dün sabah, alanın bekçileri, bir bankın üzerinde kimliğinden iyi bir aileden olduğu anlaşılan bir genç adam bulmuştur. Aşırı içkili olmanın sonucunda, yere düşüp kafasını yakınındaki tuğlaya vurarak yaralandığına inanılmaktadır. Haşarı gencin ana-babasının üzüntüsü derin olmalı.

A. AVERCHENKO

dohol
27-10-2009, 16:38
Bertolt Brecht ve SARI ÖKÜZ

Hani bize Koyun dediler ya....

Ormanın birinde...

Aslanlar toplanmış.

"Yahu" demişler, "Hesapta kralız, açlıktan öleceğiz birader....

Maymuna saldırsak, ağaca kaçıyor; fillere saldırsak, fazla büyük...

Ceylanlar hızlı, yetişemiyoruz; kuşa dalsak, uçuyor,

ee balık yakalayacak halimiz de yok...

N'aapsak?"

Bir tanesi "En iyisi, ÖKÜZLERE SALDIRALIM" demiş,

"iri yarı görünüyorlar ama ne pençeleri var, ne dişleri diş... Tam dişimize göre!"

Olur mu? Olur.

Hücum!

Ama evdeki hesap çarşıya uymamış;

Öküz, öyle yabana atılacak hayvan değilmiş meğer...

Organize oluyorlar, topluca savunma yapıyorlar, püskürtüyorlarmış.

Aslanlar aç bilaç.

N'aapsak, n'aapsak?

"Tilkiye danışalım" demişler.

Tilki "kolay" demiş,

"beni, öküzlerin yaşadığı zengin otlakların prensi yapın, işinizi halledeyim..."

Kabul etmişler.

Tilki, elinde beyaz bayrakla öküzlere gitmiş,

"saygıdeğer öküzler" demiş,

"aslında aslanlar uysaldır, sizi de çok seviyorlar... Ama

Şu aranızdaki SARI ÖKÜZ var ya, sarı öküz, İŞTE SORUN O...

Görünce tahrik oluyorlar, canları çekiyor, VERİN ŞU SARI ÖKÜZÜ,

KURTULUN KARDEŞİM, HUZUR İÇİNDE YAŞAYIN!"

Öküz heyeti düşünmüş taşınmış,

"BANA DOKUNMAYAN YILAN BİN YAŞASIN"

mantığıyla, verivermişler sarı öküzü...

Aslanlar da afiyetle yemiş.

Bir gün, iki gün....

Tilki gene gelmiş.

"Bakın gördüğünüz gibi, saldırılar kesildi, mutlu mutlu yaşıyorsunuz" demiş ve

eklemiş: "Ama şu BENEKLİ ÖKÜZ var ya, benekli öküz,

o burada olduğu sürece size rahat yüzü yok arkadaş, canları çekiyor, VERİN, KURTULUN!"

Öküz heyeti düşünmüş,

"OTLAĞIN SELAMETİ İÇİN"

teslim etmiş benekli öküzü..

Üç gün, dört gün...

Tilki gene gelmiş.

KUYRUĞU UZUN OLANI...

BURNU BEYAZ OLANI...

TOMBUL OLANI...

Tek tek alıp, gitmiş.

Otlak seyrelmiş.

Aslanlar semirmiş.

Bir gün... Tilki gelmemiş!

Gerek kalmamış çünkü.

Direkt Aslan gelmiş.

"Hanginizi istiyorsam, canım hanginizi çekiyorsa, onu vereceksiniz, adamı hasta etmeyin" demiş.

Otların arasında tir tir titreyen, tek tük kalmış öküzler,

"KEŞKE SARI ÖKÜZÜ VERMESEYDİK" demiş ama İŞ İŞTEN GEÇMİŞ.
*
İşte böyle çocuklar...

Öküzlük böyle bir şeydir.

Bu hikaye sebebiyle, dünyaca ünlü Alman şair ve tiyatro yazarı Bertolt Brecht aklıma geldi...

Bir şiirinde aynen şunları yazmıştı:

“NAZİLER ÖNCE KOMÜNİSTLERİ TUTUKLADILAR; KOMÜNİST DEĞİLİM DİYE SES ÇIKARMADIM.

SONRA YAHUDİLER’İ TUTUKLADILAR, YAHUDİ DEĞİLİM DEDİM, SESİMİ ÇIKARMADIM.

SOSYAL DEMOKRATLARI TUTUKLADILAR, SAVUNMAK BANA MI KALDI DEDİM, SESİMİ ÇIKARMADIM.

SIRA BANA GELDİĞİNDE ETRAFTA TUTUKLANMAMA SES ÇIKARACAK KİMSE KALMAMIŞTI!”

AnnE
29-10-2009, 11:38
7,3 Milyar Isik Yili Sonra, Einstein'in

-7,3 Milyar Isik Yili Sonra, Einstein'in
Teorisi Hala Gecerli

Ankara (a.a) - 29.10.2009 - Amerikali Astronomlar, Nasa'nin Fermi Gama
Isini Uzay Teleskobuyla Yapilan Olcumlerin, Albert Einstein'in Uzay-zaman Yapisi
Konusundaki Teorisinin Hala Gecerli Oldugunu Ortaya Koydugunu Belirttiler.
Uzay Teleskobunun Ilk Yilinda Yaptiklari Gozlemleri Nature Dergisinde
Yayimladiklari Makalede Anlatan Bilim Adamlari, Uzayin En Uzak Noktalarinin Ustun
Cozunurluk Ve Hassasiyetiyle Haritasini Cikaran Fermi'nin Bu Sure Zarfinda Isigin
En Yuksek Enerjiye Sahip Bicimi Olan Binden Fazla Somut Gama Isini Kaynagi
Belirledigini Kaydettiler.
Evren Simdiki Yasinin Ortalarinda Iken Bir Yildizin Patlamasindan Dogan
Degisik Enerjilere Ve Dalga Boylarina Sahip Gama Isinlari Arasindaki Hizi Olcen
Bilim Adamlari, 7,3 Milyar Isik Yili Seyahatten Sonra Bu Isinlarin Hepsinin De
Fermi Uzay Teleskobunun Tespit Cihazlarina Saniyenin Onda Dokuzu Surede
Geldiklerini Belirlediler.
206 Astronomun Ortak Calismasinda, Gama Isinlarinin Hizinin Olcmenin
Modern Fizigin Ilkelerini Test Icin Hala En Onemli Saptamalardan Birisi Oldugu
Belirtilerek, Bu Olcumlerin Einstein'in 1905'te Acikladigi Gorelilik Teorisinin,
Isik Hizi Sabittir Ve Rengi, Enerjisi, Yonu Veya Sizin Nasil Hareket
Ettiginizden Bagimsizdir Ilkesini Dogrular Nitelikte Oldugu Kaydedildi.
Stanford Universitesinden Peter F. Michelson, Calismanin, Einstein'in
Hala Hakli Oldugunu Dogruladigina Ve Siddetli Enerjinin Isik Hizinda Degisiklige
Yol Acacagini One Suren Yeni Gorelilik Teorilerini Ortadan Kaldirdigina Dikkat
Cekti.
(int-bur-sp)
11:54 29/10/09

--aa--

meraklı
16-01-2010, 21:42
BARDAĞI YERE BIRAKIN

Profesör elinde içi dolu bir bardak tutarak dersine başladı

Herkesin göreceği bir şekilde tutuyordu ve ardından sordu :

"Bu bardağın ağırlığı sizce ne kadardır?"

'50gm!' .... '100gm!' .....'125gm'

..diye öğrenciler yanıtladı.

"Bardağı tartmadıkça gerçekten ben de bilemem," dedi profösör, "ama, benim sorum şu ki :

"Bu bardağı böyle birkaç dakikalığına tutsaydım ne olurdu?"

'Hiçbir şey' ...diye yanıtladı öğrenciler.

"Tamam peki 1 saat boyunca tutsaydım ne olurdu?" diye sordu profesör bu kez.

"Kolunuz ağrımaya başlardı efendim" diye öğrencilerden biri yanıtladı

"Haklısın, peki şimdi ben 1 gün boyunca tutsam ne olurdu?"

"Kolunuz iyice ağrır, kas spazmı, batar vs gibi sorunlar yaşardınız ve hastaneye gitmek zorunda kalırdınız!"... tüm öğrenciler çeşitli yorumlar
yaptı ve gülüştüler

"Çok iyi. Peki tüm bu sorunlar olurken bardağın ağırlığında bir değişme olur muydu?" diye sordu profesör.
"Hayır.." diye yanıtladı herkes

Peki o zaman kolun ağrımasına ve kas spazmına neden olan neydi?"

Öğrenciler bulmaca çözermişçesine düşünmeye başladılar.

"Acıdan ve ağrıdan kurtulmak için ne yapmam gerekir bu durumda?"diye tekrar profesör sordu.

"Bardağı bırakın düşsün!" diye öğrencilerden biri yanıt verdi.

"Kesinlikle!" dedi, profesör.

"Hayatın problemleri de böyle bir şeydir. Onları kafanda birkaç dakika tutarsın. Bir sorun yokmuş gibi görünür. Uzun bir süre düşünürsün. Başınız ağrımaya başlar.

Daha uzun düşünün. Artık seni bitirmeye ve hiçbir şey yapamamana neden olur.


Hayatınızdaki mücadeleleri ve problemleri düşünmek önemlidir,
Fakat DAHA ÖNEMLİSİ onları her günün sonunda, uyumadan önce yere bırakmaktır (bardak gibi). Bu şekilde strese girmez, ve her gün taze bir beyin ile uyanır ve her konuyla ve yolunuza çıkan her mücadele ile başa çıkabilecek güçte olursunuz!

Bu yüzden bugün ofisten ayrıldığınızda, Sevdiklerinize şunu hatırlatın :

'Bardağı yere bırakın bugün!' :friends:-




Alıntı