Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::db_connect() should be compatible with vB_Database::db_connect($servername, $port, $username, $password, $usepconnect) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::select_db_wrapper() should be compatible with vB_Database::select_db_wrapper($database = '', $link = NULL) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Deprecated: Non-static method vB_Shutdown::init() should not be called statically, assuming $this from incompatible context in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 2294
Okunması gerek! [Arşiv] - Arka BahÇe Forumu

PDA

Tam Sürüm Bilgini Göster : Okunması gerek!


nedo
09-03-2006, 11:57
http://www.ntvmsnbc.com/news/364386.asp

Vaktiniz var ise, 30-40 dakikanızı ayırıp okuyun.

nedo
14-03-2006, 13:25
http://sondakika.milliyet.com.tr/2006/03/14/son/sondun22.asp

Günün haberi: Washington Times'tan. Dikkatle okunmalı.

nedo
15-03-2006, 23:09
http://sondakika.milliyet.com.tr/2006/03/15/son/sonsiy04.asp

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, Şemdinli iddianamesinde Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükünatı'ın da adının geçmesi üzerine biraraya geldiği Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a "bardağın taştığı" mesajını verdi. Özkök'ün "Kendimizi savunmak zorunda kalırsak, bundan başta ekonomi ve AB süreci olmak üzere herkes zarar görür" ifadelerini kullandığı öne sürüldü.

Alti çizili.

Ramo
25-12-2006, 20:30
Bebeğimi görebilir miyim? dedi yeni anne...

Kucağına yumuşak bir bohça verildi ve mutlu anne, bebeğinin minik yüzünü görmek için kundağı açtı ve şaşkınlıktan adeta nutku tutuldu! Anne ve bebeğini seyreden doktor hızla arkasını döndü ve camdan bakmaya başladı. Bebeğin kulakları yoktu...

Muayenelerde, bebeğin duyma yetisinin etkilenmediği, sadece görünüşü bozan bir kulak yoksunluğu olduğu anlaşıldı.

Aradan yıllar geçti, çocuk büyüdü ve okula başladı. Bir gün okul dönüşü eve koşarak geldi ve kendisini annesinin kollarına attı. Hıçkırıyordu...

Bu onun yaşadığı ilk büyük hayal kırıklığı idi;

Ağlayarak: Büyük bir çocuk bana ucube dedi...

Küçük çocuk bu kadersizliğiyle büyüdü. Arkadaşları tarafından seviliyordu ve oldukça da başarılı bir öğrenciydi. Sınıf başkanı bile olabilirdi; eğer insanların arasına karışmıl olsaydı.

Annesi, her zaman ona Genç insanların arasına karışmalısın diyordu, ancak aynı zamanda yüreğinde derin bir acıma ve şefkat hissediyordu...

Delikanlının babası, aile doktoruyla oğlunun sorunu ile ilgili görüştü;

- Hiçbir şey yapılamaz mı? diye sordu.

Doktor : - Eğer bir çift kulak bulunabilirse, organ nakli yapılabilir dedi.

Böylece genç bir adam için kulaklarını feda edecek birisi aranmaya başlandı. İki yıl geçti bir gün babası :

- Hastaneye gidiyorsun oğlum, annen ve ben, sana kulaklarını verecek birini bulduk ancak unutma bu bir sır... dedi.

Operasyon çok başarılı geçti ve adeta yeni bir insan yaratıldı. Yeni görünümüyle psikolojisi de düzelen genç, okulda ve sosyal hayatında büyük başarılar elde etti. Daha sonra evlendi ve diplomat oldu. Yıllar geçti, bir gün babasına gidip sordu:

- Bilmek zorundayım, bana bu kadar iyilik yapan kişi kim? Ben o insan için hiçbir şey yapamadım...

Bir şey yapabileceğini sanmıyorum dedi babası, Fakat anlaşma kesin, şu anda öğrenemezsin, henüz değil...

Bu derin sır yıllar boyunca gizlendi. Ancak bir gün açığa çıkma zamanı geldi...

Hayatının en karanlık günlerinden birinde, annesinin cenazesı başında babasıyla birlikte bekliyordu. Babası yavasça annesinin başına elini uzattı; kızıl kahverengi saçlarını eliyle geriye doğru itti; annesinin kulakları yoktu...

- Annen hiçbir zaman saçını kestirmek zorunda kalmadığı için çok mutlu oldu diye fısıldadı babası...

- ..ve hiç kimse, annenin daha az güzel olduğunu düşünmedi değil mi?

Master
26-12-2006, 01:33
Yine sözü bitirmişsin...Bu saatlerime denk geldi okumak..zarif bir burukluk doğurdu.....

alihoca
26-12-2006, 12:02
Güzel Ramo Hocam;

Ne O?

Sn Master yukarıda vuruyor,
Sen aşağıda..

Buldunuz garibi yüreğine yüreğine vuruyonuz valla.

Master
07-02-2007, 12:10
Hepimiz sürekli suç işliyoruz: Yürürlükte bulunan devrim yasalarına göre şapka giymemek de yasaktır, paşaya paşa demek de!...

Emekli orgeneral Kemal Yavuz geçen gün “bu gidişle Türkiye Cumhuriyeti yirmi sene dayanmaz” demiş. (Az kalsın “Yavuz Paşa” diyecektim de oradan aklıma geldi.)



Kendi fikridir. Biz televizyonda “Amerikan ordusu Bağdat’a giremez çünkü arazi bataklık” diyen, karacı değil havacı paşalar da görmüştük. Amerika batağa saplandı saplanmasına da, o anlamda değil. Eh bu da bir emekli paşa görüşüdür...

Deyip geçemeyiz, çünkü Kemal Yavuz haklı görünüyor.

Ünlü ve yaşlı bir İsveç kültür adamı da (Gunnar Myrdal’ın oğlu Jan Myrdal mıydı yahu, Zülfü Livaneli daha iyi bilecektir) Amerika Irak’a saldırdığı zaman “ölmeden Türkiye’nin bölündüğünü ve Kürdistan Devleti’nin kurulduğunu göreceğim” demişti. Hemen küfür etmeyiniz, üzülerek söylemişti bunu.

Yanılıp da bir Amerikan-İran savaşına girerse Türkiye Cumhuriyeti biter.

Yanılıp da Kuzey Irak’a girerse de, bitmez ama, Amerika bunun bedelini bize öyle bir ödetir ki, 12 Eylül öncesinden beter oluruz ve devlet de gene “biteyazar”... Kıbrıs’a “girince” başımıza neler geldi, otuz üç yıldır yaşadık ve gördük.

Zarar yok, devlet kurmak bizim “hobimiz”, on yedincisini kurarız. Yeni bir devlet kurup da altmış yıl içinde dört kere anayasa değiştirmiş, üstelik sonuncusunu da sağından solundan kurcalayıp tırtıklamış bir ülke olarak, bizde çare tükenmez! Her halk devletsiz de yaşar, biz yaşayamayız. Devleti yoksa Türk de yoktur. Yunan halkı Osmanlı yönetiminde dört yüz yıl dilini de, dinini de korudu, biz bağımsız devletimizde bile korumakta zorlanıyoruz... Fakat kurarız bir yenisini, derme çatma da olsa.

Sonuçta, devletin batması demek, kayıp kıta Atlantis gibi sulara gömülmesi demek değildir ya... Dedem doğduğunda İkinci Abdülhamid’in, amcam doğduğunda Mehmet Reşat’ın, babam doğduğunda Vahdettin’in tebasıydı; Osmanlı devletiyle birlikte ölmediler, nüfus kâğıtları değişti!

Fakat yeni kuracağımız devlet daha “derli toplu” ve daha “küçük” olabilir ha...

Artık buna kim kaçıncı cumhuriyet derse der, halayık becerildikten sonra kapıya kol demiri vurmanın da, cumhuriyetlere numara vermenin de yararı yoktur.

Böylece Avrupa Birliği’nin, dilinin altından daha on yedi yıl önce çıkardığı ve fakat bu fakirden ve emekli başsavcı Vural Savaş’tan başka kimseciklerin farkına varmadığı bakla, ünlü “Antalya önerisi” de gündeme gelir: “Geri kalmış olan doğu bölgelerinizi bırakın, daha gelişmiş olan batınızı, yani Marmara ve Ege’yi birliğe alalım!”

Sevres Antlaşması gereğince Orta Anadolu’ya “hapsedilmiş” bir Türkiye yerine, “batısı kabul edilmiş” yeni ve yarım bir Türkiye... (Kusura bakmayın, şunları “Sevr” ve “Lozan” şeklinde yazarsam kendimi Refii Cevat Ulunay gibi hissediyorum.)

Kürt’e toprak, Ermeni’ye de milyarlarca dolar tazminat vermiş “alil” bir Türkiye... Devekuşu gibi kafayı kuma gömmeyi sevmiş, kendi gerçekleriyle yüzleşmeyi sürekli ertelemiş, buna ancak çok zorlanınca ucun ucun yanaşmış bir Türkiye’nin amansız faturası! Osmanlı İmparatorluğu’nu 1923 yılında Lausanne’da tasfiye ettiğini sanmış, fakat şimdi kendisine “son pürüzler” de temizletilmiş bir Türkiye...

Yutacak mıyız bu zokayı?

Yutmayacağız. Peki ne yapacağız, gargara mı?

Hepimizin naçiz vücudu bir gün elbet toprak olacak da, Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacak mı? Yerlerde sürünen bir ekonomi, okkalı bir dış borç, yetersiz sermaye birikimi, olmayan bir soluyla, berbat eğitim ve sağlık hizmetleriyle, ne doğulu ne batılı saçmasapan yaşama biçimiyle, yıkılmış ve yerine yenisi konulamamış ahlak düzeni, daha doğrusu düzensizliğiyle, herbiri “birer Ogün Samast” olmaya gönüllü milyonlarca işsiz, bilgisiz, becerisiz, kafasız, vahşi ve barbar lumpenproleteriyle nereye kadar gidecek bu ülke? Ne kadar gidecek?

Emekli orgeneral Kemal Yavuz “yirmi yıl” diyor. Bu iyimser bir tahmin mi, kötümser bir tahmin mi?

Haa, aranızda, “ben vapura biner Samsun’a giderim, apoletleri de söker sağa sola telgraf çekerim” diyen varsa görelim bakalım.



Akşam
07/02/2007 Engin Ardıç

janus
08-02-2008, 10:32
Babası öldü.
> Yetim büyüdü.
> Üvey evlat oldu.
> Tutuklandı.
> Hapse atıldı.
> Sürüldü.
> İşsiz kaldı.
> (Şöyle yazıyordu o sıkıntılı günlerde kaleme aldığı günlüğüne: Harcamalarım
> fazla değil, zira gelirim hep az.)
> Hastalandı...
> Böbreklerinden.
> Vuruldu...
> Göğsünden.
> Mesleğinden atıldı.
> İdama çarptırıldı.
> Kardeşleri öldü.
> Çocuğu olmadı.
> Boşandı.
> Karaciğeri iflas etti.

> Evet...
> Mustafa Kemal Atatürk bu.

> Evladı olmayan bir yetimin, duygularını anlatın... Anlatın ki, o yetimin,
> evlatlarımıza bıraktığı hediyenin kıymetini anlasın evlatlarımız.

> Cumhuriyet, çocuklara anlatıldığı gibi, folk lorik bir müsamere coşkusundan
> ibaret değil çünkü... Anlatın ki, kökeninde barınan derin hüznü kavrasınlar.

> İşte liste yukarıda.
> Kısacık ömründe bir insanın başına ne felaket gelebilirse, gelmiş... Bunu
> anlatın.
> Direnen...
> Teslim olmayan ruhu anlatın.

> Korkmasınlar engellerden.
> Korkmasınlar yalnız kalmaktan.
> Korkmasınlar işsizlikten.
> Korkmasınlar parasızlıktan.
> Korkmasınlar alçaklardan.
> Korkmasınlar doğrulardan.

>Yürek dediğin...
> Sadece organ değil arkadaş.
> Bunu anlayın!!!

.....

> Izmir kurtulmus, çok tatli bir yorgunluk, Ankara'ya hareket edecekler...
> Trene binerler ve kompartimana çekilirler. Ertesi gün, yaveri, Atatürk'ün
> kompartimaninin kapisini çalar. Atatürk, yorgun, bitkin bir halde kravatini
> yikamaktadir. Yaveri: 'Pasam bu ne hal, hiç uyumadiniz herhalde; niye
> böylesiniz', der. 'Çocuk, kompartimanima yastikla battaniye koymayi
> unutmussunuz, kolumu yastik yaptim agridi, setremi battaniye yaptim üsüdüm,
> uyumadim kalktim', der. Yaveri: 'Aman Pasam! Birimize haber vereydiniz;
> hemen size bir yastikla battaniye getirirdik', der. Ve bir ülke kurtarmaktan
> dönen komutan tarihi bir cevap verir:'Geç fark ettim, hepiniz en az benim
> kadar yorgundunuz, hiç birinize kiyamadim. Önemli olan benim uyumam degil;
> milletimin rahat uyumasi'.

ATAMIZ SAYESINDE NE KADAR RAHAT UYUYORUZ KI; HALA UYANAMADIK ?

Postayı gönderen birde not düşmüş:
Bir sürü saçma maili 10 kere birilerine gönderip dileklerinizin gerçeklesmesini bekleyeceginize, lütfen bunu iletin !!!!!!!!

buena vista
08-02-2008, 16:46
7.0 Yetmedi mi...



Bir hafta önce türban protestoların sırasında "7.4 yetmedi mi?" pankartını açan sevgili kardeşime seslenmek istiyorum bugün... 20 bin insanın acısı ve cenazesi üzerine politika yapmaya kalkan "o güzel insana" bir çift sorum var. Ey mantosu uzun, aklı kısa kardeşim benim. 7.0 yetmedi mi? Senin okuduğun gazeteler yazdı mı bilmiyorum ama Amerika'nın, hani o gavur ve Hıristiyan Amerika Birleşik Devletleri'nin, hani o Siyonistlerle iş birliği yaptığı için her yerde bayrağını yaktınız ABD'nin Los Angeles şehrinde 7.0 büyüklüğünde bir deprem oldu bacım... Neredeyse bizimkine yakın bir deprem. Bizde ayni şiddetteki bir deprem 20 bin kişi olup 20 bin kişi sakat kalırken, gavur, Hristiyan ve Siyonist dostu Amerika'da sadece 2 kişi yaralandı güzel ablam.Şimdi türbanlı başını ellerinin arasına alıp düşünüyor musun acaba? Sakarya gibi muhafazakar bir bölgede Allah binlerce Muslumanı öldürerek cezalandırıyorsa eğer, Hristiyanlara ve Siyonist dostlarına niye kıyak geçiyor? Seks shoplarıyla, porno filmleriyle tüm dünyaya "seks", "uyuşturucu" ve "günah" ihraç eden bu ülkenin Allah katında ayrıcalığı ne olabilir ki güzel annem? Oysa adım gibi eminim Sakarya'da, Gölcük'te hayatlarını kaybedenlerin çoğu ölmeselerdi eğer sabah ezanı ile birlikte camilerin yolunu tutacaklardı. Üç aylarda oruç tutacak, Ramazan'da devrilmeyen minarelerin ışıklarıyla birlikte senin ağzına adı bile yakışmayan Allah'ın adı ile birlikte oruçlarını açacaklardı. E nooldu şimdi? 7.0 yetmedi mi güzel ninem? Eğer her coğrafya olayını, her doğal afeti bilimin ve aklın süzgecinden geçirmeden böyle yorumlarsan bu ülkenin yarısı her deprem felaketinden sonra dinsiz olur güzel hala kızım...Fay hattında 10 katlı binalara izin veren şapşal belediyecilik anlayısını, deniz kumundan inşaat yapan edebiyatçı muteahhitleri, depreme dayanıklı konut üretme çabalarını, hırsızları, uğursuzları bir kenara bırakıp her şey ilahi kudretin intikamı olarak açıklarsan bu deprem 10 yıl sonra gene aramızdan binlerce "dinsizi" alır gider güzel amca kızım... Beynin var mı bilmiyorum, betonların altında inleyerek can veren 20 bin insanı, kadını, çocuğu ve bebeği bir kalemde günahkar diye silip atan kuş beynini türbanın altında görmek mümkün olamıyor cünkü ama bence bu yazıyı oku ve bütün gece uyumadan düşün.Allah'ın kullarına böyle cezalar verebileceğini hala düşünüyorsan da git Hristiyan ol...Çünkü senin bu mantığına göre Allah onları daha çok seviyor. "Gavurlar" hem senden daha zengin, hem de evleri tepelerine yıkılmıyor.Gani MUJDE------

meraklı
08-02-2008, 22:35
[Bir hafta önce türban protestoların sırasında "7.4 yetmedi mi?" pankartını açan sevgili kardeşime seslenmek istiyorum bugün... 20 bin insanın acısı ve cenazesi üzerine politika yapmaya kalkan "o güzel insana" bir çift sorum var. Ey mantosu uzun, aklı kısa kardeşim benim........Sakarya gibi muhafazakar bir bölgede Allah binlerce Muslumanı öldürerek cezalandırıyorsa eğer, Hristiyanlara ve Siyonist dostlarına niye kıyak geçiyor?
Beynin var mı bilmiyorum, betonların altında inleyerek can veren 20 bin insanı, kadını, çocuğu ve bebeği bir kalemde günahkar diye silip atan kuş beynini türbanın altında görmek mümkün olamıyor cünkü ama bence bu yazıyı oku ve bütün gece uyumadan düşün.Allah'ın kullarına böyle cezalar verebileceğini hala düşünüyorsan da git Hristiyan ol...Çünkü senin bu mantığına göre Allah onları daha çok seviyor..........

Keşke mümkün olsa da çok çok çok daha iri puntolarla yazılabilse...ve yazılanları en körler bile görebilse......

Görebilirler mi acep..????

Şimdi anladığımı teyit etmek gerek...İŞTE SİYASET...(..):

Ramo
08-02-2008, 23:17
Çalışan kadın aldatır", diyen imama vaaz yasağı
http://www.milliyet.com.tr/2008/02/08/son/sonsiy25.asp?prm=0,4238695958349

Master
04-05-2008, 09:40
Bu sütunda vatandaşlık kültürümüzün ve hukukunun gelişimi üzerinde bir tartışma açmak niyetindeyim. Zira bu konu Türk milletinin tarihi serencamını ele almadan anlaşılacak gibi değildir. Şunu peşinen belirtmek gerekir; Türk vatandaşları birçok üçüncü dünyalı ve Müslüman ülkelerin vatandaşlarından çok daha bilinçli, ısrarla daha anayasal ve demokratik haklarının peşinde koşan bir toplum meydana getirir.
1980’lerin başında bir Arap ülkesinde yaptığımız bir seminerde, 1960’larda Türkiye de bulunan bir Sudanlı diplomat salondaki Arap aydınlara; “Benim bundan 15 yıldan evvel gördüğüm Türkiye’nin köylüleri dahi, bizim bürokratlarımız ve okumuşlarımızdan çok daha ötede demokrasi ve vatandaşlık bilincine sahipti” demişti. Bu bir abartma değildir; tarihin ve toplumun bilançosunu çıkarırken olumsuz ve olumlu yönleri bir arada ele almak zorundayız.
Yukarıda sözü geçen Büyükelçi Diyap’ın söylediği bu söze başka boyutları da eklemek lazım. Balkan ülkelerinde dahi uzun bir zaman Türk aydınının serbest fikirli delidoluluğundan hasetle bahsedilirdi. Demek ki sorun sadece özgürlük değil, özgürlükleri kullanacak mantık, bilgi ve sorumluluktur. Hiç şüphesiz ki şu son olanlara bakınca ülkemizin yakın tarihinde çarpık bir gelişmenin olduğunu yadsıyamayız.

Reaya kavramı
Türk imparatorluğunda Romalıların “populus” dedikleri kalabalık kitle, “reaya” deyimi ile karşılanır. Reaya bir çoban tarafından idare edilen bir topluluk, daha doğrusu bir sürüdür. Hiç şüphesiz kelimenin Eski Ahit denen Tevrat ve Yeni Ahit denen İncil’den gelen bir anlamı vardır; Allah’ın yolladığı resuller kitleyi aydınlatır ve sevk eder. Burada İslam toplumunun yöneticisi olan imam ve Batı’daki dux aynı anlamdadır.
Bu anlamda reaya, iki kategorinin yani yöneten ve yönetilenin ilkidir. Yöneten sınıf ise Osmanlı imparatorluğunda “askeri-milites”tir. Şüphesiz, bu sınıfın mutlaka savaşçı olması şart değildir. Bir Türk Osmanlı veziri gibi bir Rum veya Ermeni patriği veya başhaham veya bir Müslüman kadı veya gayrimüslim bir voyvoda bu sınıfa dahildir. “Reaya” da yine her din ve dilden yönetilen kimsedir.
Reaya için ikinci bir dikey ayrım, millet kavramıyla karşılanır. Bu milletin asıl karşılığı dini cemaattir.
Reaya yani Roma’daki populus zümresi toplumun bütün zenginliğinin ve varlığının esasıdır. Osmanlı siyasi düşünürü Kınalızade’nin devlet teorisinde bu durum bir fasit daire ile ifade edilir. Buna daire-i adalet denir.
Reaya bol ürün verir ve bu sayede asker çok alınır. Asker ise kuvvet demektir. Mevcut zenginliği korur, yaptığı savaşlar ve fetihlerle daha çok zenginlik getirir. Ama zenginliği üretecek reayanın hayatını korumak ve çalışmasını sağlamak için adalet gereklidir. “Lustitia est fundamentum regnorum-Adalet mülkün temelidir.” Buradaki mülk sadece idare değil, ama aynı zamanda zenginlik ve devlet demektir.
Osmanlı üçüncü Roma’dır. Devlet teorisine göre; Allah yetkiyi sadece hükümdara vermiştir. Burada Allah’ın inayeti “gratia dei” ile iktidara sahip olan bir başka şahıs veya zümre yoktur. Yani ırsi bir aristokrasi (soylular) ve ruhani zümre yoktur. Bu durum İslam kadar Yahudilik için de söz konusudur. Adaletin aksi durum zulümdür, zulümden kaçınmak gerekir. Zulüm dinin emrince devlet sisteminden uzak olmalıdır.

Allah’ın bir emaneti
Bütün padişah emirnamelerinde eyalet görevlilerine Allah’ın bir emaneti olan reayaya baskı yapmamak, onu mali yönden soymamak emredilir, aksi takdirde cezalandırılacaklardır. Unutmayalım bir yönetici, Roma’daki konsülün veya Avrupa’daki baronun dokunulmazlığına sahip değildir. Bu nedenlerle çok kolay ve sık cezalandırılmış, azledilmiş, hatta idam edilmişlerdir. Buna karşılık hükümdar, reayanın idaresi için dictatur olabilir. Dictaturun karşılığı İslamda istibdaddır.
Bir kişinin her şeye hükmetmesi yani despotluğu gayri kanuni değildir. Hatta bir meziyettir. Müstebit ve istibdadı kınayanlar 19 ve 20’nci yüzyılın Jön Türkleridir. Bunlar İslamın toplum teorisinden değil, Fransız ihtilalinden esinlenmişlerdir.
Reaya Müslüman ya da gayrimüslim olsun şehirde ata binemez, silah taşıyamaz ve vergi vermek zorundadır. Angarya ve paraya dayanan bu vergilerin dine göre miktarlarında fark vardır. Cizye (yani Roma’daki capitatio; Sasani İmparatorluğu’nda gezit, Bizans’ta kephaletikon denen vergi) Osmanlılarda gayrimüslimlerden alınır.
Gayrimüslim reaya birbirinin dinine geçiş yapamaz. Mesela Yahudi ve Hıristiyanlar birbirinin dinine geçemez; bir kompartımandaki gayrimüslimlerin nüfusunun artması istenmez, ancak Müslüman olabilirler. Gene erkekler, Müslüman veya gayrimüslim, yabancı tebaadan gelin alabilir. Ama yabancı ülkeye gelin gönderilemez. Yerli Müslüman kadın gayrimüslim erkekle evlenemez. Gayrimüslim reaya askerlik yapamaz, cizye öder. Ama 19’uncu asırda bu değişti. Gayrimüslimler de subay ve nefer oldu. Mesela, Paskalya’da donanmamız Hıristiyan neferlerin eve gitmesi için limanlarda demir atardı.
Şüphesiz Türkiye yönetimi, bilhassa Tanzimat Fermanı’ndan beri idare hukuku ve ceza hukuku alanında Batı hukukundan getirdiği uygulamalar, mahkeme sistemlerinin değişmesi, öbür yandan gayrimüslim uyrukların ruhani reisler ve kiliselerin yönetiminden sivil kuruluşlara doğru kaymalarıyla büyük değişiklik geçirdi. Tanzimat devri bütün Türk tarihinde ve İslam dünyasında yeni bir dönem açtı, bunun üzerinde duracağız.


Türkiye tarihinde, bütün Rusyalar Çarı olan müthiş Ivan’ın kurduğu tipte bir “okhrana” yani sözde “koruma” adlı terör örgütü yoktur. İşin garibi, gerçek anlamda kurulan siyasi polis teşkilatı bu imparatorluğun son 10 yılında ortaya çıkan ve devletin değil, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bir yan örgütü olan Teşkilat-ı Mahsusa’dır.
Bizim tarihimizde siyaseti, yıkıcı faaliyetleri izlemekle görevli ilk polis örgütünü de Sultan II. Abdülhamid değil, ondan çok evvel Tuna vilayetinin yani bugünkü Bulgaristan’ın valisiyken Mithat Paşa kurmuştur; elhak çok başarılı olmuştur, siyasi polisle hürriyetçiliğin çatışır bir yanı yoktur. Demokrasi dediğiniz asayiş ve tehlikesizlik ortamında yükselir.

Memur hakimiyeti
Türkiye tarihinde 1520’ler Macaristan’ındaki György Dozsa başkanlığında olduğu gibi ya da aynı dönemdeki Alman köylü isyanları gibi örgütlü köylü ayaklanmaları da yoktur. Celali isyanları çoğu zaman eşkıyaların peşine takılan köylüler veya medrese talebeleri ve bir müddet sonra hepsinin başına geçen devletlu paşaların başkaldırısına dönüşmüştür. Kanlı bir şekilde bastırılan hareketler de bir daha tekrarlanmamıştır.
Türk halkı uzun ve meşakkatli bir yoldan geçti. Bununla birlikte mevcut fakirlik ortamı; sefalet ve açlık derecesine inmedi. Topraktan kopuş yanında kırsal alanda zenginleşme ve kanun hakimiyeti ise esas itibarıyla II. Dünya Savaşı sonrasıdır. Lakin Tanzimat döneminden beri bu alanda başlayan değişmeleri gözden kaçırmamalıdır.
Türkiye’de kıt olan toprak değildir, ekilen toprak az olmuştur. Nihayet zirai toprakların çoğuna sahip olan devlet; herhangi bir feodal bey veya baron değildi. Elbette üretimi kontrol eden zümrelerle bizzat üretenlerin konumu farklı idi. Demek ki kontratlar sistemiyle ortaya çıkmış bir hiyerarşi yoktu. Başka bir deyişle Türkiye’nin son altı asrında bir aristokrasi yoktu ve bu yapısal özellik 14’üncü asır sonundan beri fethedilen Balkan ülkelerine de bulaşmıştır. Osmanlılık memur hâkimiyetidir.
Nazari olarak herkes memur olabilirdi. Tabii o kadar kalabalık bir görevli yani Osmanlı deyimiyle “askeri” sınıf mevcut değildi. Rekabet ama kontratlara dayanmayan bir belirsiz statü kavgası bu memurlar sınıfını başkaldırı veya kastlaşmaktan uzak tutmuştur.
Bir tımarlı ne tayin beratıyla ilk anda kesinlikle bir yere yerleşebilirdi ne de o toprağa tasarruf hakkını muhakkak elde tutabilirdi. Küçük tımarlar evlada geçse de vezir ve sancakbeyi hasları ırsi değildi; görevle sınırlıydı. Bu gibi arazi gelirleri doğrudan miras konusu olamaz ancak vakıf statüsüyle evlada gelirden bir hisse bırakılabilirdi.

Ümitsiz bir durum
Mülkiyet elde olmadığı için paşaların çocuklarının bu sabit gelirleri enflasyon karşısında eriyip gitmiştir. Başlangıçta kastlaşmaya kalkanlar, Fatih Sultan Mehmet’in emriyle cellada verildi. Sokullu Mehmed Paşa’nın nepotist yani aileci idaresi bizzat vezirin başını yedi. Köprülüler çok uzun devam edemediler. Nevşehirli Damad İbrahim Paşa’nın yeğenciliği sona erdi. Daha evvel Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin akıbeti de malum. Tanzimat’ta bir aristokrasi kurması mümkün olan Mustafa Reşit Paşa dahi bunu beceremedi.
Türkiye tırmanan insanların imparatorluğuydu. Lakin tırmandıkları yeri kuşaklar boyu elde tutamadılar. Köyden gelen devşirme vezirin torunları İstanbul’un kenar mahallelerinde eriyip gittiler. Bu Balkanlar’da da benzer biçimde tezahür etti. Demokrasi için iyi ama siyasi kültür, kurumlaşma, gelenekleşme için son derece de ümitsiz bir durum. Türkiye demokrasisinin en önemli kusuru ve sorunu bu; kendini nasıl gösterdiği ve nasıl çözülebileceği üzerinde duracağız.

Master
15-03-2009, 08:02
Yılmaz Özdil
yozdil@hurriyet.com.tr


İzmir


Türkiye’den sıkıldığım zaman İzmir’e giderim ben.


Simite gevrek

deriz biz...

Çekirdeğe çiğdem.

Kordon elektrik

aleti değildir.

Kumru da kuş değildir

bizim için...

Yengen’i yeriz.

Sen sigorta dersin...

Biz asfalya deriz.

Uzatmayız...

Gidiyom geliyom deriz.

Domates dediğin, domat işte.

Evimiz isterse 800 metrekare olsun, balkonda otururuz. Hıdrellez filan gibi mazeretler uydurur, sabaha kadar sokaklarda içeriz. Bi oturuşta 60’ar 80’er midye yeriz, istifno severiz, cibez’e bayılırız; gece 3-4 gibi boyoz’a dalmazsak, kan şekerimiz düşer! Boş lafa karnımız toktur bu arada, tırışkadan teyyare gibi atasözlerimiz vardır...

*

Paraşüt kulesinden atlamayana kız vermezler; kızlarımızı da tavlayamazsın ha... Canı çekerse, o seni tavlar! Liseye giden kızının erkek arkadaşının olması kasmaz babaları; kendilerinin de kız arkadaşı vardı lisede... Bak iddia ediyorum, okey şampiyonası düzenlense, İzmirli kadınlar alır kupayı... Erkekleriyle kahveye giderler çünkü... Şaşırdın di mi? Al buna da şaşır, nargile içerler... Askılı giyerler, şortla gezerler, öküz gibi bakarsan, bi çakar, bi de duvardan yersin... Gönül Yazar’ız, Sezen Aksu’yuz; bir gül takıp da saçlarına, çıktı mı deprem sanırdın kantosuna, Karantinalı Despina’yız... Sensin Varoş! Biz tenekeli mahallede bile el ele gezeriz.

*

Erkeklerimiz de fena değildir hani... Detaya girmeyeyim, Ayhan Işık, Metin Oktay, Mustafa Denizli mesela, bi fikir verir sana... Ertuğrul Özkök’ün kırdığı cevizleri okuyoruz; eşi kafasına ütü atmış... Ayıptır söylemesi, Mahsun Kırmızıgül’le Alişan’ı ayırt edemeyiz biz.

*

Gülümseriz.

*

Enginarın başkentidir; İzmirlidir incir. Kazandibi hemşeri... 78 çeşit köftemiz olduğu için, McDonald’s’ın bunalıma girdiği tek şehirdir... Zeytinyağı severiz, dünyanın en boktan durumuna bile düşsek, zeytinyağı gibi üste çıkmayı daha çok severiz... Sana ne birader, keyfimizin káhyasıyız, yazlıklara gitmek için 8 şeritli otoyol yaptık; Güzelbahçe, Seferihisar, Urla, Karaburun, Çeşme, öbür tarafta Dikili, Foça, çipurayız... Pak Bahadur’u özleriz... Durup dururken faytona bineriz, bi yere gitmeyiz aslında, öööle turlarız... Hava güzel, daralırız, okulu ekeriz. Mezun olduktan sonra öğretmeniyle kadeh tokuşturmayan öğrenciyi zor bulursun İzmir’de.

*

Siz sembol diyorsunuz ama, saat kaç diye Saat Kulesi’ne bakanı bulamazsın, altında buluşanlar bile zahmet edip kafasını kaldırmaz, birbirine sorar saati! Rahatızdır... Çocukları Kemeraltı’da kaybederiz, alışverişe devam ederiz, esnaftan biri bulup getirir, çıkışta Kemeraltı Karakolu’ndan alırız... Ağlayıp zırlamak bi yana, çoğu dondurmayı bitirmediği için ayrılmak istemez karakoldan, iyi mi... Aceleye gelemeyiz! Bir sene önceden duyurmaya başla, de ki, 22 Ağustos saat 20’de tiyatro başlıyor... 20.30’da geliriz... Sanatçılar da İzmirliyse, tiyatro zaten 21’de filan başlar... Uçak 6 saat rötar yapsın, istifimizi bozmayız, bizim için ekstra bira içme vesilesidir bu... Kuyruk olmaz, çünkü kuyruk varsa, İzmirli sıkılır, gider. Pratiktir... 201 sokağı bulduysan, yanındaki 202’dir. Tek tek isim vermeye üşeniriz.

*

35’imiz var.

35 buçuğumuz da var.

34 plaka gördük mü, kapışırız... Arkadan sirenleriyle isterse Cumhurbaşkanı gelsin, bana mı sordu, tarladan gitsin, makam arabasına yol vermeyiz.

*

Özetle, arızayız!

*

Erkek çocuklarına en çok "Efe" adı konulan şehirdir orası... Zeybek duyduğumuzda, içimiz cız eder, kalkar oynarız. Hasan Tahsin orada, Kubilay orada, Latife Hanım orada, Zübeyde Hanım bize emanet, bize... Mustafa Kemal de, ağlar kadınlarımız... Sokak sokak, bulvar bulvar, Milli Mücadele Müzesi’dir... İstanbul’daki gibi Birinci Ahmet Çeşmesi falan yoktur orada... Ankara’daki gibi Cinnah Caddesi, Arjantin Caddesi de bulamazsın pek... Recep Tayyip Erdoğan Kavşağı’nı teklif etmez hiç kimse.

*

Bakın, Tayyip Erdoğan dedim, aklıma geldi... Bugün İzmir’de miting yapacakmış Başbakan.

*

Kendisine ev sahibi olarak, Ayla Dikmen’in Kordon’da üstü açık otomobille gezerken söylediği ve Türkiye’nin anca yıllar sonra keşfettiği parçasını armağan ediyorum: "Ben söylerken gülmedin mi? Falımızda ayrılık var demedim mi? Anlamazdın, anlamazdın..."

+++++++++++++

Minik Not : İzmir'li olmanın keyfi ile okudum....

serdarkus
15-03-2009, 22:35
"Alışık olmadığımız bir ‘Genelev Hikayesi’

Toplumun ayarı her geçen gün daha fazla bozuluyor.

Kokuşmuşluk diz boyu.

İlkesizlik deseniz artık bir yaşam biçimi haline geldi.

Her şeyi normal karşılamaya, her şeyi olağan kabul etmeye başladık.

Artık hiçbir şey bizi şaşırtmaz oldu.

Bir yerlere gidiyoruz.

Hem de bilmediğimiz bir meçhule gidiyoruz.

Kimse bu gidişten rahatsız değil.

Tavır koyamıyoruz kimseye.

Yanlışlara bile bile ses çıkarmıyor, her şeyi kabulleniyoruz.

Aşağıda okuyacağınız bir hayat kadınının verdiği tepkiyi bile veremiyoruz.

Lafı çok fazla uzatmaya gerek yok. Okuyun aşağıdaki hikayeyi sonra da kendi kendinize sorun.

Dilerim sorunun cevabını kendinize verebilirsiniz.

******

Menderes’in, Türkiye’yi küçük Amerika yapmaya çalıştığı günlerde, yani 1955-1960’lı yıllarda yaşanmış gerçek bir hayat hikayesidir…

Malatya’nın en canlı sokaklarından biri de, Genelev Sokağıdır…

Gündüz Cumhuriyet Bayramı kutlanmıştı… Gece saat 12’ye yaklaştığı sırada içeriye ağızlarında pipo, sarı saçlı uzun boylu iki kişi ile beraber şık giyinmiş şişman bir adam girdi.

Bu iki yabancı, “Uzman” sıfatıyla bir dost memleketten getirilmişlerdi.

Bir yıldır yakındaki 15.000 nüfuslu bir Anadolu kasabasındaydılar. Kaymakam kasabada böyle bir şey olamayacağını, arzu ederlerse falanca yerdeki ‘Türk Barı’na gitmelerini tavsiye etmişti..

Bunun üzerine iki genç, tercümanlarını da yanlarına alarak önce Malatya’ya, sonra da faytoncunun rehberliğinde buraya gelmişlerdi…

Yani Malatya Genelevine!...

İlk dakikalarda yadırgadıkları bu yer, git gide hoşlarına gitmişti. Akşamdan beri 25 müşteri savmış olan Kezban, gramofona oynak bir plak koymuş, kırmızı mayosunun içinde dönüp duruyordu…

Yabancılar Kezban’ı seyretmeye başladılar. Sonunda Kezban’ı işaret ederek, tercümanlarına bir şeyler dediler…

Tercüman Çaça kadına:

“Mösyöler bayanı istiyor.”

Tercümanı duyan Kezban adamlara şöyle bir baktı…

Sonra, “Müthiş yorgunum anne. Mazur görsünler.”

Cevap tercüme edilince, yabancılardan uzun boylusu sertleşen sesi ile “Ne demek? Böyle yerlerde müşteri reddedilmez” diye diklendi.

Kezban hiddetlenerek;

“Yorgunum efendim!... Laftan anlamaz mısınız siz?”

Tercüman;

“Bu mösyölerin kim olduğunu bilmiyorsun galiba!... Hem bir orospu müşterisinin arzusunu yerine getirmeye mecburdur.”

Kezban; “Ben orospuyum ama, bu mösyöler kim olursa olsunlar, arzularını yerine getirmeyeceğim.”

Diğer kadınlar şaşkın şaşkın ona bakmaktaydılar. Kezban’ı o güne kadar hep para canlısı olarak düşünmüşlerdi. Tercüman yediği hakareti hazmedememişti;

“Senin gibilerinin hakkından polis gelir!”

“Buyrun efendim, polis iki adımlık yerde.”

Şişman tercüman dışarı çıktı. Biraz sonra yaşlıca bir polisle içeri girdi. Ecnebilere karşı daima nazik olmayı, onlara kolaylık göstermeyi vazifesinin mühim bir düsturu sayan polis, Kezban’a;

“Mösyöler seni çiftetelli oynarken bulmuşlar… Demek ki yorgunluk bahane… Şu halde sebep ne Kezban?”

“Sadece istemiyorum.”

“Fakat vazifeni unutuyorsun. Sonra senin için fena olur!”

Genelevin dilberi Kezban, adeta deliye döndü;

“Bana hiçbir şey olmaz, polis bey!...Ben gavurlara orospuluk yapmam polis bey!... Beni nihayet buradan başka bir yere sürebilirsiniz, fakat sürüleceğim yer gene Türk memleketi değil mi?”

Herkes susuyor, iki yabancı alık alık bakıyordu. Kezban ise yumruklarını sallayarak söyleniyordu;

“Ben gavur orospusu değilim, polis bey… Ben Türk orospusuyum!...”

Diğer kadınlar başlarını önlerine eğmişlerdi… Yaşlı polis ise gözlerindeki ıslaklığı göstermemek için, ağır ağır bahçeye çıkarken Kezban hala bağırıyordu;

“Ben gavurun altına yatmam, polis bey!... Ben Türklerin orospusuyum! Gavurun değil!”

Kaderin sillesini yemiş vesikalı Kezban’ın cılız elleriyle ülkemizi işgal eden gavurlara attığı yaman tokadın hikayesi bu!

İşte böyle!...

Birkaç dolar kazanabilmek için yabancıların önünde eğilen bütün politikacılarımıza, iş adamlarımıza, bürokratlarımıza, medya mensuplarına ve ‘Keşke İngilizler’in idaresinde olsaydık’ diyebilen o çok namuslu! Hanım kızlarımıza…

Velhasıl, kadın-erkek bütün vesikasız orospularımıza ithaf olunur!...

Güngör ARSLAN "

AnnE
16-03-2009, 08:27
Bu hikayeyi okuduğum başka bir yerde, yabancı '' uzmanların '' şişman tercumanının Turgut Ozal oldugundan bahsediliyordu. Tabii ki, bu olayın, gercek bir olay mı, yoksa bir internet efsanesi olduğunu bilemediğimiz gibi, tercumanın kim olduğu konusunda da , gercek mi, uydurma mı oldugunu iddaa edemeyiz.

buena vista
17-03-2009, 06:56
Mehmet Tezkan
mtezkan@gazetevatan.com

Başbakan İzmir’i istiyor da.. Peki İzmirli AKP’yi istiyor mu? İzmir’de seçimin gündemi çok farklı.. Ruşen Çakır’ın tespitiyle seçimin gündemi, ‘hayat tarzı’.

İzmirli hayat tarzına düşkün.. Bu yüzden AKP’li başkan adayı Taha Aksoy pazar günü düzenledikleri mitingde kimsenin hayat tarzına müdahale etmeyecekleri sözünü vermiş..

El ele dolaşan sevgililere de, evcil hayvan besleyenlere de müdahale etmeyeceklerini vurgulamış..

Türkiye’nin geldiği yere bakın!
Bir belediye başkan adayı çıkıyor; “beni seçerseniz el ele dolaşan sevgililere müdahale etmeyeceğim” diye oy istiyor..

Sanki hakkı varmış gibi..

Zabıta kuvvetiyle parklara, yollara, insanlara, kılık kıyafete müdahale edebilirmiş gibi..

Ama olmadı mı..

Diğer kentlerde müdahale edildi.. Anadolu’nun çoğu yerinde bırakın sevgilileri eşler bile ele ele, kol kola yürüyemez hale geldi..

İzmir’de niye olmasın?



*


AKP’li başkan adayı Aksoy İzmirli’nin ne kadar hassas olduğunu biliyor..

AKP söyleminin dışına çıkmaya çalışıyor..

Farklı bir kampanya izliyor..

Aksoy oturmuş, seçmenlere; “Özgürce yaşamaktır İzmir” diye başlayan bir mektup yazmış..

İzmirli bir kadın da yine mektupla AKP’li Aksoy’a yanıt vermiş..

O mektup elime geçti..

Bazı bölümlerini birlikte okuyalım..


*


“Mektubunuzu okuduktan sonra uzun uzun düşündüm. Demişsiniz ya ” değişilmez şehirdir İzmir “ diye, sonuna kadar katılıyorum, ancak eklemek istediğim bir şey daha var, aynı zamanda değiştirilemez şehirdir İzmir.”


*


İzmirli kadınların biraz farklı olduğunu, AKP’nin işini çok zor olduğunu bakın nasıl anlatmış..

“Biz İzmir kadınları düşkünüzdür özgürlüğümüze. Türkiye ortalamasının üzerinde ekonomik özgürlüğümüz vardır. Kariyer sahibiyizdir, başarıya odaklıyızdır. Oysa AKP’nin sosyal güvenlik ve iş yasalarındaki düzenlemelerine baktığımızda kadını iş yaşamından koparmaya yönelik olduğu aşikârdır. İş Kanunu ve bazı kanunlarda değişiklik yapan yeni yasayla, çalışan kadınların önüne engeller koyarak, onları ev yaşamına mahkûm bırakmaya çalıştıklarını nasıl unutabiliriz ki? Genel Başkanınızın her gittiği yerde ‘üç çocuk yapın’ mesajları partinizin kadına bakışını özetler halde.”


*


İzmir’de yarış çok farklı.. İzmirli’nin, İzmirli kadının derdi yaşam tarzı..

AKP’nin biçtiği elbiseyi giymeye niyetli değil..

O rolü kabul edemem diyor..

Tabii İzmirli’nin en hassas olduğu konuların başında laiklik geliyor..

İşte mektuptaki o bölüm..


*


“Laikliğin bizim için tartışılması dahi mümkün değildir. Oysa belediye başkan adayı olduğunuz AKP, Anayasa Mahkemesi’nin 11 üyesinden 10’u tarafından laiklik karşıtı eylemlerin odağı olarak tescillenmemiş midir?”


*


Mektup uzun ama İzmirli bir kadının Türkiye’yi nasıl gördüğünü, nasıl algıladığını anlamamız açısından şu bölüm çok çarpıcı..


*


“Sevgili Taha Aksoy; fakirin her gün fakirleştiği, İslami kodamanların kendilerine ve çeşitli modellerle yapılmış türbanlı eşlerine aldıkları siyah büyük arabaları gördüğümde sinirleniyorum. Küçük esnafın besmelesiyle açtığı kepengini siftahsız kapadıklarını duyduğumda içim sızlıyor. Mahalle aralarında bir oy için dağıtılan erzaklarla açlık üzerinden siyaset yapıldığına tanık olup kahroluyorum. Gemiciklere eklenen pırlanta şirketlerini ve bunlara sağlanan imtiyazları işittiğimde tepemin tası atıyor. Her gün yeni bir arkadaşımın işten atıldığı haberi geldiğinde ailelerini nasıl geçindirecekler kaygısı ile uykularım kaçıyor.”


*


Aslında sadece İzmirli kadınlar böyle düşünmüyor..

Türkiye’nin pek çok yerinde aynı duyguları taşıyan milyonlar var..

Ama İzmirlilerin sesi ‘şimdilik’ daha gür çıkıyor..


mektubun tamamina asagidaki linkten ulasabilirsiniz..

http://haber.gazetevatan.com/haberdetay.asp?Newsid=228340

neron
17-03-2009, 07:10
08 Mart kadınlar gününde evlerimize Taha Aksoy tarafından gönderilen mektuba İzmirli bir bayandan cevap lütfen okuyunuz.



Taha Aksoy'a mektup...


Sevgili Taha Aksoy;

Göndermiş olduğunuz mektubunuzu dün itibariyle posta kutumdan almış bulunuyorum. "Özgürce yaşamaktır İzmir" dizesi ile başlayan ve "Asaleti, nazı, edası kadınlarında gizli... Değişilmez şehirdir, İzmir" dizeleri ile sona eren şiiri beğeni ile okudum. Altında herhangi bir şairin imzası olmadığı için bu güzel mısraların size ait olabileceğini düşündüm. Kaleminize sağlık, ne güzel anlatmışsınız...

Mektubunuzu okuduktan sonra uzun uzun düşündüm. Demişsiniz ya "değişilmez şehirdir İzmir" diye, sonuna kadar katılıyorum, ancak eklemek istediğim bir şey daha var, aynı zamanda değiştirilemez şehirdir İzmir...

Beyefendi tavrınızı takdir etmiyor değilim, ancak bir bağımsız aday edası ile gerçekleştirdiğiniz söylemlerinizi anlayamıyorum. Adayı olduğunuz AKP'nin yaptıklarını ve yaptırımlarını biz İzmir kadınlarına nasıl unutturacaksınız, merak ediyorum.

Biz İzmir kadınları düşkünüzdür özgürlüğümüze. Türkiye ortalamasının üzerinde ekonomik özgürlüğümüz vardır. Kariyer sahibiyizdir, başarıya odaklıyızdır. Oysa AKP'nin sosyal güvenlik ve iş yasalarındaki düzenlemelerine baktığımızda kadını iş yaşamından koparmaya yönelik olduğu aşikardır. İş Kanunu ve bazı kanunlarda değişiklik yapan yeni yasayla, çalışan kadınların önüne engeller koyarak onları ev yaşamına mahkum bırakmaya çalıştıklarını nasıl unutabiliriz ki?Genel başkanınızın her gittiği yerde "üç çocuk yapın" mesajları partinizin kadına bakışını özetler halde.

"Mustafa Kemal Atatürk'ün hem İzmir'e hem de kadınlara verdiği değer çıkacaktır karşınıza..." diyorsunuz. Kuşkusuz bu doğrudur. Ancak unutmayalım ki Mustafa Kemal Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet Türkiyesi'nin temel taşlarından biridir laiklik. Ve bizim için tartışılması dahi mümkün değildir. Oysa belediye başkan adayı olduğunuz AKP, Anayasa Mahkemesi'nin 11 üyesinden 10'u tarafından laiklik karşıtı eylemlerin odağı olarak tescillenmemiş midir?

"İçine düşürüldüğü durumdan yakınmadan ayakta kalmaya çalışan güzel İzmir'i ışıltılı günlere kavuşturmak; ekonomi, bilim ve kültürün kalbi haline getirmek İzmir'e olan borcumuzdur..." diyorsunuz... Doğrudur. AKP Hükümeti'nin adeta üvey evlat muamelesi yaptığı, İzmirli'den aldığı vergileri yatırım olarak geri yollamadığı apaçık ortadır. Bu durumda bizlere hükümetin borcu vardır. Ancak bu borcu ödemeleri için illa AKP'ye mi oy vermemiz gerekmektedir? Bu bir üstü kapalı tehdit midir? Mazur görün, ben anlayamadım...

Biz İzmir kadınları güzelliğimizden öte zekamızla anılmayı tercih ederiz. Ve zekanın en önemli unsurlarından biridir hatırlamak... Şimdi kısa bir yakın geçmiş yolculuğuna çıktığımda AKP Genel Başkanınız ile ilgili hatırladıklarım şunlardır;

"Ananı da al git... Askerlik yan gelip yatma yeri değildir... Türkiye terörle yaşamaya alışmak zorundadır... Hem Müslüman hem laik olunmaz. ya Müslüman olacaksın ya laik... Referansım İslam'dır... İki koyun gütmeyenler liderlik yapamazlar... İş bırakma eylemeleri zulümdür, kriz teğet geçti... "
Ve daha onlarcası. Nasıl unutacağız tüm bu sözleri?

Sevgili Taha Aksoy; fakirin her gün fakirleştiği İslami kodamanların kendilerine ve çeşitli modellerle yapılmış türbanlı eşlerine aldıkları siyah büyük arabaları gördüğümde sinirleniyorum. Küçük esnafın besmelesiyle açtığı kepengini siftahsız kapadıklarını duyduğumda içim sızlıyor. Mahalle aralarında bir oy için dağıtılan erzaklarla açlık üzerinden siyaset yapıldığına tanık olup kahroluyorum. Gemiciklere eklenen pırlanta şirketlerini ve bunlara sağlanan imtiyazları işittiğimde tepemin tası atıyor. Her gün yeni bir arkadaşımın işten atıldığı haberi geldiğinde ailelerini nasıl geçindirecekler kaygısı ile uykularım kaçıyor. Soykırım suçlusu Ömer El Beşir'in Atatürk'ün masasında yemek yediğini öğrendiğimde midem bulanıyor. Krizin bizi dibe çektiği şu günlerde memleket meselelerini bir kenara bırakıp meydanlarda vekilleriyle beraber laf yarıştırma telaşına kapılan bir başbakanı gördüğümde ise neden AKP'ye oy vermemem gerektiğini bir kez daha hatırlıyorum.

Tüm bunların dışında kocaman bir soru işareti var kafamda; laiklik karşıtı onca söylemi ve eylemi olan, demokrasiyi kendi kafasına göre yeniden tanımlayan, yazarlara çizerlere açtığı rekor sayıda davanın altına davacı olarak imza atan, kadını ikinci sınıf vatandaş haline getirmeye çalışan, insanlarını bizler ve onlar diye ikiye ayıran bir lidere sahip partiden, gerçek bir İzmirli neden ve nasıl aday olur? İşte ben bunu anlayamıyorum.

SEVGİ VE SAYGILARIMLA...
Ayşe Başak Kaban

Ramo
28-03-2009, 17:18
"1934 yılında soyadı kanunu çıktı, her türk kendine bir soyadı alacaktı.
Herkes kendi soyadını kendisi seçtiği için insanların bütün gizli aşağılık
duyguları ortaya çıktı.
Dünyanın en cimrileri 'eli açık', dünyanın en korkakları
'yürekli', dünyanın en tembelleri 'çalışkan' gibi soyadları aldılar.
Bir mektup yazabilecek zamanda ancak imzasını atabilen bir öğretmenimiz kendisine
'çevikel' soyadının almıştı.Irkçılığın yayıldığı günler olduğundan,
özellikle Türklüğü karışık olanlar ırkçılığı anlatan soyadlarını kapışıyorlardı.
Her türlü yağmada hep sona kaldığım için güzel soyadı yağmasında da sona kaldım.
Bana, ortada böbürlenebileceğim bir soyadı kalmadığından, kendime 'nesin'
soyadını aldım.
Herkes 'nesin' diye çağırdıkça ne olduğumu düşünüp kendime geleyim istedim."

Aziz Nesin

account
03-09-2010, 13:16
Emanete ihanet etmeyin..
>> Halinizden şikayet etmeyin..
>> Büyüğünüze emretmeyin..
>> Boş şeylerde israr etmeyin..
>> Cahillerle sohbet etmeyin.
>> Nefesinizi boşa tüketmeyin..
>> İnsanları bekletmeyin. .
>> Etrafınızı kirletmeyin.
>> Hayatınızı mahvetmeyin. .
>> Kimseye minnet etmeyin.
>> İnsanları yüzüne karşı methetmeyin. .
>> Kimseye küfretmeyin..
>> Kötülüge meyil etmeyin..
>> Malınızı boşa sarf etmeyin..
>> Sırrınızı açık etmeyin..
>> Her şeyi merak etmeyin..
>> Suçunuzu inkar etmeyin..
>> Şerefinizi kaybetmeyin. .

>> Vatanınızi terk etmeyin..



>> İyiliğe niyet edin..
>> Büyüklere hürmet edin..
>> Sıkıntıya sabredin.
>> Aza kanaat edin..
>> Sözünüzde sebat edin..
>> Bildiğinizle amel edin..
>> Hatanızı Kabul edin..
>> Yaramaz ise def edin..
>> Varken tasarruf edin..
>> Alimlerle sohbet edin..
>> Nefsinizle inat edin..
>> Sofranıza davet edin..
>> Zararlıysa men edin..
>> Seviyorsanız ifade edin..
>> Kalpleri fethedin..
>> Misafire ikram edin..
>> Muhtaca yardım edin..
>> Bilseniz de istişare edin..
>> Tehlikeye dikkat edin..
>> Hakkı teslim edin..
>> Unutacaksanız kaydedin..
>> Esirgemeyin lütfedin..
>> Gariplere merhamet edin..
>> Kazanmaya gayret edin..
>> Çalışanı takdir edin..
>> Başarıyı tebrik edin..
>> Mazereti Kabul edin..
>> Her an tevekkül edin..
>> Hastaları ziyaret edin..
>> Çocuğunuzu terbiye edin..

İyiliği emredin..

Kötülüğü terk edin..

>> Herkese tebessüm edin..
>> Güvenseniz de kontrol edin..
>> İnanmayana ispat edin..
>> Fakirleri gözetin..
>> Hayır için sarf edin..
>> Bu yazıyı gönderene de DUA EDİN :)

account
17-09-2010, 10:31
Yerin seni çektiği kadar ağırsın,
Kanatların çırpındığı kadar hafif..
Kalbinin attığı kadar canlısın,
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç...
Sevdiklerin kadar iyisin,
...Nefret ettiklerin kadar kötü..
Ne renk olursa olsun kaşın gözün,
Karşındakinin gördüğüdür rengin..
Yaşadıklarını kâr sayma:
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna; ne kadar yaşarsan yaşa,
Sevdiğin kadardır ömrün..
Gülebildiğin kadar mutlusun.
Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin
Sakın bitti sanma her şeyi,
Sevdiğin kadar sevileceksin.
Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer
Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın.
Bir gün yalan söyleyeceksen eğer;
Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.
Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret,
Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın.
Unutma yagmurun yağdığı kadar ıslaksın,
Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.
Kendini yalnız hissetiğin kadar yalnızsın
Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.
Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin..
İşte budur hayat!
İşte budur yaşamak,
Bunu hatırladığın kadar yaşarsın
Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün
Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun
Çiçek sulandığı kadar güzeldir,
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli,
Bebek ağladığı kadar bebektir...
Ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin,
bunu da öğren..
Can YÜCEL‎"Aşk, bir uçurumdan düşmek gibi bir şey, işte bu yüzden sevgili'ye " yar " denir... Hz Mevlana

account
28-09-2010, 10:45
“Yaşam üzerine fazla geldiği zaman onu zorlama, biraz duraksa, neler olup bittiğine anlam verme. Mutlaka yanlış bir şey oldu ve düşüncelerin ile dileklerin aynı orantıda değildi ve varlığın ile buluşamadı. Sorun yok, sadece bekle. Güneş doğacaktır, çimler yeşerecektir, çiçekler açacaktır, rüzgar esecektir ve yağmur yağacaktır, zorlamaya gerek yoktur, olması gereken kendiliğinden olur! İzlemene devam et, şahitlik güzeldir, hem olayın dışındasındır hem de içinde, o bir dengedir, o anlamlıdır, şahit ol, tanık ol, olan ile bütünleş, güzellik olanların içinden filizlenecektir; zorlamaya gerek yoktur, olması gereken kendiliğinden olur!.. Hayat üçbuçukla dört arasındadır. .. Ya üçbuçuk .., ya da dört dörtlük yaşarsın...” NEYZEN TEVFİK

--------------------------------------------------------------------------------

account
19-10-2010, 10:29
Bu ekim cok özelmiş cunku 5 cuma 5 cumartesi ve 5 pazar varmış
ve hepsi bir arada ancak 823 yılda bir oluyormuş.
Keyfini cıkaralım.:;kahkaha

Ramo
13-12-2010, 18:43
profesör...
Bir profesör konferans vermek üzere salona girmiş.
Ama bakmış ki salon, ön sırada oturan seyis dışında boşmuş.
Konuşup konuşmama konusunda tereddüde düşen Profesör sonunda seyise sormuş:
- Buradaki tek kişi sensin. Sana göre konuşmalı mıyım, yoksa
konuşmamalı mıyım?
Seyis cevap vermiş:
- Hocam ben basit bir insanım, bu konulardan anlamam.
Fakat ahıra gelseydim ve bütün atların kaçıp bir tanesinin kaldığını
görseydim, yine de onu beslerdim.
Bu sözlere hak veren Profesör konferansa başlamiş.
İki saatin üzerinde konuşmuş durmuş, konferanstan sonra da kendini
mutlu hissetmiş,
dinleyicisinin de konferansın çok iyi olduğunu onaylanmasını isteyerek sormuş:
- Konuşmamı nasıl buldun?
Seyis cevap vermiş:
- Hocam sana daha önce basit bir adam olduğumu ve bu konulardan pek
anlamadığımı söylemiştim.
Gene de eğer ahıra gelir, biri dışında tüm atların kaçtığını
görseydim, onu beslerdim,
ama elimdeki tüm yemi ona verip de hayvanı çatlatmazdım.

"Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin karşıdakinin anladığı kadardır."

buena vista
26-12-2010, 20:47
> *"Bellek" üzerine yaptığı çalışmalarla 2009 Nobel Tıp ödülünü alan
> Dr.Jonathan Benson'dan:
>
> "Bugün dünyada Viagra'ya ve meme silikonlarına, Alzheimer hastalığı
> araştırmalarından beş kat fazla yatırım yapılmakta.
> Bu yüzden, birkaç yil sonra etraf dik memeli yasli kadinlar ve sert
> penisli yasli erkeklerle dolacak ama onlar bunun ne ise yaradığını
> hatırlamayacaklar".*

Desmondsaupe
23-09-2021, 19:38
Test

Desmondsaupe
23-09-2021, 19:43
Test