Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::db_connect() should be compatible with vB_Database::db_connect($servername, $port, $username, $password, $usepconnect) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Strict Standards: Declaration of vB_Database_MySQLi::select_db_wrapper() should be compatible with vB_Database::select_db_wrapper($database = '', $link = NULL) in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 1095

Deprecated: Non-static method vB_Shutdown::init() should not be called statically, assuming $this from incompatible context in /home/arkabahc/public_html/forum/includes/class_core.php on line 2294
Tencere [Arşiv] - Arka BahÇe Forumu

PDA

Tam Sürüm Bilgini Göster : Tencere


Sayfalar : [1] 2

Ramo
23-02-2006, 20:11
Oktay EKŞİ oeksi@hurriyet.com.tr

Hani ifade özgürlüğü?


ROMAN yazarımız Orhan Pamuk ile Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hırant Dink hakkında dava açıldı diye kıyamet koparan, ‘Ülkenizdeki ifade özgürlüğü, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) istediği ölçütlere uygun hale gelmedikçe siz Avrupa Birliği üyesi olamazsınız’ diye tepemizde tokmak döven Avrupalı entelektüeller merak ediyoruz neredeler?

Baştan söyleyelim:

Orhan Pamuk’un hiçbir gerekçe, hiçbir kanıt göstermeden kendi ulusunu (yanlış anlamayın, Türk ulusunu demek istedik) alenen suçlaması nedeniyle dava açılmasına zaten karşı idik. Pamuk’un "Türkler bir milyon Ermeni, 30 bin Kürt öldürdü" anlamındaki sözleri gülüp geçilecek ve çok çok acınacak bir şeydi.

Hırant Dink hakkındaki davanın bizce bir temeli vardı. Ama o, en sonunda özür dileyen bir açıklama yaptı. O zaman da mesele bize göre bitti.
Devamı
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/3975549.asp?yazarid=1&gid=61

Ramo
25-02-2006, 10:25
2070’ten su mektubu

2002 yılının Nisan ayında "Cronicas de los Tiempos" dergisinde yayınlanan "2070 Yılından Mektup Var" adlı makaleyi, Türkçe'ye çeviren TEMA, çevre bilincinin artırılması amacıyla bu makaleyi internet kullanıcılarına e-posta olarak göndererek, dikkat çekmeye çalışıyor.

Bir kişinin ağzından, 2070 yılındaki çevreyi ve susuzluk nedeniyle yaşanan olayların anlatıldığı makalede, "50 yaşıma henüz girdim fakat görünüşüm 80 yaşında gibi. Ciddi böbrek sorunum var çünkü yeterince su içmiyorum. 5 yaşımdayken yarım saat boyunca duş almaktan çok hoşlanıyordum. Şimdi ise vücudumuzu temizlemek için mineral yağlı havlular kullanıyoruz. Önceleri, kadınların güzel saçları vardı. Şimdi ise su kullanmadan temiz tutmak için kafamızı kazıtmak zorundayız. 20 litre su için sokaklarda saldırılar çok yaygınlaştı. Önceleri, yetişkinler için önerilen su içme miktarı günde 8 bardaktı. Şimdilerde, sadece yarım bardak için izinliyim. Halkın dış görünüşü korkunç. Cilt kanseri, mide ve bağırsak ve idrar yolları hastalıkları ölümlerin ana nedeni. Bebekler özürlü, mutasyona uğramış ve fiziksel bozuklukla doğuyorlar. Hükümet soluduğumuz hava için (yetişkin bir insan için günde 137 metreküp) bizi ödeme yapmak zorunda bırakıyor. Bunu ödeyemeyenler havalandırılmış bölgelerden kovuluyorlar" deniliyor.

Ramo
25-02-2006, 10:36
Ben anlamam borsadan,arsadan.Mademki arka bahçe inşaatı başladı az bilgimizle bilgi karmaşası yaratacağımıza hemen bahçenin ücra bir köşesine çeklip tencereyi kurup sevgiden,hayattan,gönülden,basından ordan burdan lezzet kaynatmaya karar verdim.Gönüldaşlarımın kurduğu bu yeşil alanın yapılanmasında azcık katkım olursa mutlu eder beni.Gel şurdan tut hocam diyen yok ama illaki de güzel şeylere davet beklememeli.
Velhasıl dibi derin kendi kara,altı ateş bu tenceremizin kaynamasında bizimde herkesden çalı çırpı beklerim.Sevgiyle kalınız.

Ramo
25-02-2006, 11:56
http://arsiv.hurriyetim.com.tr/hur/turk/98/03/26/html/01htm.jpg

Ey Ahali;
Resimleri olan zatı muhteremleri bir dönem çok izledik çok gördük.O günkü gazatelerde şu kadar memleketi dolandırdılar,şu kadar para çarptılar.şu kadar hayali fatura bastılar falan filan yazıldı.Sonra ingiltereye kaçtıkları yazıldı çizildi,Asalım keselim şu kadar hapis naraları attık.
Hakikaten meram ettim bunlar hapisteler mi? yoksa bizim paracıklarla aşklarını mı tezelerler hele bir deyiverin.

Ramo
26-02-2006, 10:29
Yazarlar

26 Şubat 2006
Bekir COŞKUN bcoskun@hurriyet.com.tr

Buz kırıldığında...


ÇOĞU emekli bürokrat. Doğa Koruma Vakfı’nı kurdular. Aralarında müsteşarlar, genel müdürler, daire başkanları var. Vakfın Başkanı, eski Milli Parklar Genel Müdürü Nevzat Ceylan.

Öbür çevrecilere hiç benzemiyorlar.

Devlet geleneğinden gelen alışkanlıkları sürdüğü için birbirlerine "Sayın" diyorlar.

Her zaman kravatlılar ve koyu takımları üzerlerinde.

Konuşmaları ne konuda olursa olsun bir sürü kanun numarası geçiyor içinde. Terfi ve kıdeme göre birisi kıpırdadığında öbürleri ayağa kalkıyor. Ve biraz sonra diyelim ki "2158’in geçici E bendine göre..." diye başlıyorlar...

Devamı:
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/3990181.asp?yazarid=2&gid=61

Ramo
28-02-2006, 22:15
İnternetten elektrik hırsızlığı

Diyarbakır'da internet aracılığıyla dijital elektrik sayaçlarının program şifrelerini kırarak, haksız kazanç elde ettikleri iddia edilen 28 kişilik şebeke ortaya çıkarıldı.

Edinilen bilgiye göre, bir ihbarı değerlendiren Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şubesi ekipleri, Diyarbakır başta olmak üzere bazı illerde dijital elektrik sayaçlarının program şifrelerini internet aracılığıyla kırarak, abonelerin tüketimini az gösteren bir şebekeye yönelik operasyon düzenledi.

Yaklaşık 4 ay boyunca gizlilik içerisinde
yürütülen çalışma sonucunda, Mardin'in Kızıltepe ilçesinden şebekeyi yönlendirdiği bildirilen 26 yaşındaki S.D. ve şebeke üyeleri Ş.K, M.B, M.Ş.E, M.T, M.V.Ç, M.A.Ç, M.Ş.Ç, İ.Ç, A.B, S.U ve V.R. gözaltına alındı.
Devamı:
http://www.sabah.com.tr/gun140.html

Bizim Milletimiz bunlara akıllı der vessalam...

Ömmes
01-03-2006, 01:39
Merhaba Ramo hocam,

Hrant Dink hakkında dava açılmasına sebebiyet veren makale sizde varsa, buraya tam metnini kopyalayabilir misiniz? Ben aradım bulamadım ve tam olarak ne dediğini merak ediyorum.

Ramo
01-03-2006, 19:05
Arıyorum

Karamanoğlu Mehmet Bey'i arıyorum
Göreniniz, bileniniz, duyanınız var mı?
Bir ferman yayınlamıştı;
"Bu günden sonra divanda, dergahta, bargahta, mecliste, meydanda
Türkçe'den başka bir dil konuşulmaya" diye


Hatırlayanınız var mı?
Dolanın yurdun dört bir yanını
Çarşıyı, pazarı, köyü, şehri.
Fermana uyanınız var mı?


Nutkum tutuldu, şaşırdım merak ettim.
Dolandığınız yerlerdeki Türkçe olmayan isimlere;
Gördüklerine, duyduklarına inananınız var mı?


Tanıtımın demo, sunucunun spiker,
Gösteri adamının showman, radyo sunucusunun disjokey,
Hanım ağanın, first lady olduğuna şaşıranınız var mı?


Dükkanın store, bakkalın market, torbanın poşet,
Mağazanın süper, hiper, gross market,
Ucuzluğun damping olduğuna kananınız var mı?


İlan tahtasının bilboard, sayı tabelasının skorboard,
Bilgi afişinin brifing, bildirgenin deklarasyon,
Merakın, uğraşın hobby olduğuna güleniniz var mı?


Bırakın eli, özün bile seyrak uğradığı
Beldelerin girişinde welcome
Çıkışında good bye okuyanınız var mı?


Korumanın, muhafızın body guard,
Sanat ve meslek pirlerinin duayen,
İtibarın, saygınlığın prestij olduğunu bileniniz var mı?


Sekinin, alanın platform, merkezin center,
Büyüğün mega, küçüğün mikro, sonun final,
Özlemin, hasretin nostalji olduğunu öğreneniniz var mı?


İşhanımızı plaza, bedestenimizi galeria,
Sergi yerlerimizi center room, show room,
Büyük şehirlerimizi mega kent diye gezeniniz var mı?


Yol üstü lokantamızın fast food,
Yemek çeşitlerimizin mönü
Hesabını adisyon diye isteyeniniz var mı?


İki katlı evinizi dubleks, üç katlı komşu evini tripleks
Köşklerimizi villa, eşiğimizi antre,
Bahçe çiçeklerini flora diye koklayanınız var mı?


Sevimlinin sempatik, sevimsizin antipatik,
Vurguncunun spekülatör, eşkıyanın mafya,
Desteğe, bilemediğimiz koltuk çıkmaya, sponsorluk diyeniniz var mı?


Mesireyi, kır gezisini piknik,
Bilgisayarı computer, hava yastığını air bag,
Eh peh olasıcılar, oluru, pekalayı, okey diye konuşanınız var mı?


Çarpıcı, önemli haberler, flash haber,
Yaşa, varol sevinçleri, oley oley,
Yıldızları star diye seyredeniniz var mı?


Vırvırık dağının tepesindeki köyde,
Cafe show levhasının altında,
Acının da acısı kahve içeniniz var mı?


Toğrağımızı, bayrağımızı, inancımızı çaldırmayalım derken,
Dilimizin çalındığını, talan edildiğini,
Özün el diline özendiğine içi yananınız var mı?


Masallarımızı tekerlemelerimizi, ata sözlerimizi unuttuk;
Şarkılarımızı, türkülerimizi, ninnilerimizi kaybettik;
Türkçe'miz elden gidiyor, dizini döveniniz var mı?


Karamanoğlu Mehmet Bey'i arıyorum
Göreniniz, bileniniz, duyanınız var mı?
Bir ferman yayınlamıştı;
Hayal meyal hatırlayıp da,
Sahip çıkanınız var mı?

Malesef yazarı hakkında bilgi bulamadım.Bir dost TRT 2 de Ekrem Ataer in olduğunu söyledi ama.Araştırmalarım sonucu ona da ait olmadığını öğrendim.
Eeee ne diyeceğiz. Şairini bilen varmı?

Ramo
01-03-2006, 20:05
“Irak halkının karar verdiği sistem ne ise biz de ona evet deriz” diyen Gül, Barzani’nin başkanlığını kelime oyunuyla kabul etti.

“Hayır” diyemeyiz

“dIŞ politikada nüanslar, söylediğimiz kelimelerin yorumu çok önemlidir” diyen Dışişleri Bakan’ı Abdullah Gül, Barzani’yi başkan olarak tanıyacaklarını şu ifadeyle açıkladı: “Irak halkı ‘Anayasam bu’ dedikten sonra bizim öyle değil böyle olması gerekir deme hakkımız olmaz. ”

Mesaj verilmedi...

DIŞİŞlerİ Bakanlığı sözcüsü Namık Tan da açıklamasında kelime oyunu yaptı. Tan, Barzani görüşmesinde Irak’ta federasyonla ilgili yapılanma ve Türkiye’nin bunları tanıması konularının gündeme gelmediği gibi bir mesaj verilmesinin de söz konusu olmadığını iddia etti.

Devamı>>>>

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/manset.asp?nta=7055&altid=9355

Ramo
01-03-2006, 20:11
İslam''dan Evanjelist program çıkarmak


Bir mürşit yaratılarak onun üzerinden kitlelere ulaştırılan Cemaatçi İslam yorumu, sözde savunucularının elinde bir yozlaşma ve aynı zamanda bir yozlaştırma aracı olarak kullanılıyor. Hulki Cevizoğlu''nun Perşembe günü yayınlanan Ceviz Kabuğu programında bunu anladık.


Cemaatler eliyle Müslümanlaştırılan birey, özgür iradesini de kayıp ederek, zihnen köle olmayı hürleşme olarak algıladığından, tartışmalara ve sorgulamalara karşı duyarsız olabiliyor. Nitekim AKSİYON Dergisinin "İsa''nın yeryüzüne geleceği" haberi Gülen cemaati tarafından hiç sorgulamasız kabul edildiği gibi, dini duyarlıklarını yüksek sandığımız öteki cemaatler tarafından da tuhaf karşılanmamıştır.
Hele Suat Yıldırım denilen Hoca''nın herkesi (en başta derginin okuyucularını ve elbet de Fetullah Gülen''i) İsa etrafında buluşmaya davet etmesi bile sineye çekilebilmiştir.

Bu durum, cemaatçi aklın dışavurumudur.
Kitle kontrol aracı olarak bu İslami öğreti, dünya siyasetini yönetenlere önemli işler görüyor. Hıristiyan ayetlerle İslam-Kur''an ayetlerinin iç içe verilmesi, Müslüman müminleri ötekilere yakınlaştırmayı amaçlamaktadır. Nitekim mevcut Amerikan yönetiminin Hıristiyan Evanjilist mezhebiyle bizimkiler arasında Hz.İsa ortak paydası üzerinden ittifak sağlanmış görülüyor. Her şeyden evvel Evanelizmin "Tanrıyı kıyamete zorlamak" teorisiyle cemaatçi söylem birbiriyle örtüşüyor.

"Evanjelist geleneğe göre, kıyametin kopmasından önce Hz. İsa''nın yeryüzüne ikinci kez gelmesi gerekmektedir. Hz.İsa''nın gelmesiyle, kendini kurtarıcı olarak kabil eden evanjelist Hıristiyanların ruhları cennete yükselecek, iyiler ordusunun başındaki Hz. İsa ile Deccal arasındaki Armagedon savaşının sonunda Hz İsa savaşı kazanacak ve yeryüzüne barış getirecektir. İsa''nın dünyaya dönebilmesi için de belirli şartların gerçekleşmesi gerekiyor. Öncelikle Yahudilerin İsrail''i kurmaları, Küdüs''ü tekrar başkent yapmaları, Mescid-i Aksa''nın yıkılıp yerine 3.Süleyman Tapınağı''nın tekrar kurulması, İsrail devletinin sınırlarının Nil''den Fırat''a kadar uzanması bunlardan bazılarıdır.

Ahmet GÜRSOY
Yazının Devamı :>>>
http://www.yenicaggazetesi.com.tr/yazar.asp?id=3

Ramo
01-03-2006, 22:40
Toplumda giderek artan şiddet olayları, okulları da sardı. Şubat ayı içinde,
1 öğretmen ile 8 öğrenci hayatını kaybederken, 36 öğrenci ve öğretmen yaralandı

İlköğretim okulları ve liselerde şiddet tırmanışa geçti. Yurdun hemen her kentinden ilköğretim ve lise öğrencileri arasında tabancalı ve bıçakla kavgalar ürkütücü boyutlara ulaştı. İlköğretim çağındaki çocuklar ellerinde bıçak ve tabancalarla polise yakalandı. Kolay tahrik olan gençlerin şakaları ve kıskançlıkları bile ölümlere yol açtı. Şiddet sadece okullarla sınırlı kalmıyor. Aralarındaki anlaşmazlıkları okul dışına da taşıyan öğrenciler, birbirlerini bıçaklamaktan çekinmiyor. Polis kayıtlarına göre sadece Şubat ayı içinde Bursa, İzmir, Muğla, Diyarbakır, İstanbul, Trabzon, Konya, Mersin, Kütahya, Elazığ, Tekirdağ, Afyonkarahisar, Adana, Balıkesir, Manisa, Samsun'daki ilköğretim okulları ve liselerde 26 olay meydana geldi. Olaylarda 1 öğretmen ile 8 öğrenci hayatını kaybederken 36 öğrenci ve öğretmen yaralandı.


Kızları da sardı

Okullardaki şiddet erkekler kadar kız öğrencileri de etkisi altına aldı. Olayların en çok meydana geldiği Adana'da kız öğrenciler de kan döktü. 17 Şubat'ta Sıtkı Kulak İlköğretim Okulu 7.sınıf öğrencisi 16 yaşındaki O.K., 'Sigara içiyor' diye hakkında dedikodu yaptığı gerekçesiyle aynı yaştaki 7.sınıf öğrencisi Y.A.'yı kolundan ve bacağından bıçakladı. Son olarak Adana'da dün Kurttepe Endüstri Meslek Lisesi 2.sınıf öğrencisi 17 yaşındaki M.P., sırrını başkalarına anlattığı gerekçesiyle 8 yıllık arkadaşı aynı yaştaki K.S. ile tartıştı. Tartışmanın büyümesi üzerine K.S., arkadaşı M.P.'yi karnından bıçakladı. Hastaneye kaldırılan M.P. tedavi altına alındı.


Uzmanlar ne diyor?

Uzman psikiyatristlere göre, okullardaki olayların ana nedeni sevgi eksikliği. Genellikle parçalanmış ailelerin çocukları, yeterince sevgi ve ilgi görmeyince kendilerini bu şekilde ispat etmeye çalışıyor. Bazı televizyon dizileri ve toplum içinde yaşanan huzursuzluklar (aile içi şiddet ve boşanmaların artması), insanların ekonomik güçlükleri nedeniyle tahammülsüzlükleri ve öfkeli oluşları da olaylara neden oluyor. Bıçaklama, öldürme haberlerinin her gün medyada gündemde tutulması şiddetin daha küçük yaşlara inmesine yol açıyor.

kaynak yeni Çağ

Ramo
02-03-2006, 15:38
Memur zeytini bir lokmada yemesin

Memura ek ödeme öngören tasarının Bütçe Komisyonu görüşmelerinde, AKP'li Karaman, 'Biz zeytini bir lokmada yemezdik, onlar da öyle yesin' dedi.
Devamı:
http://www.milliyet.com.tr/2006/03/02/ekonomi/axeko02.html

Korkuyorlar alışırda daha fazlasını isterse diye...

Ramo
03-03-2006, 14:56
http://www.rmaden.somee.com/cavap.jpg

Ramo
03-03-2006, 18:22
Ancak bizde mi olur? Yoksa başka ülkelerde böyle şeyler oluyormu?Oluyorsa Qunnies Rekorlarına giren ülke de böyle bir olay hangisi?
-Velhasıl bizim tencere saçayağına kondu konalı,medyada tencere kıvamında haber eksik olmuyor arkadaşlar.

İstanbul Devlet Opera ve Balesi Müdürü yine değişti. Yeni müdür Kerim Soysal koltuğuna oturur oturmaz damadını usulsüz yolla kadrosuna aldığı iddialarıyla karşı karşıya kaldı. İşte olayların perde arkası...

Devamı:

http://www.sabah.com.tr/cp/gnc108-20060225-101.html

Ramo
04-03-2006, 17:08
2003 yılında Batı finans sermayesinin yeniden gelişmekte olan ülkelere doğru akmaya başlamasıyla 2003 baharından itibaren Türk Lirası yeniden aşırı değerlenmeye başladı. TL’nin aşırı değerlenmesi hem cari açığı ve dış borçları patlatarak 1994 ve 2001 benzeri bir krizin şartlarını hazırlayacaktı, hem de ihracatı kârsız, ithalatı ucuz hale getirerek büyümeyi ve istihdamı olumsuz etkileyecek, Türk sanayiindeki sermaye birikimi sürecini sekteye uğratacak ve nihayetinde Türk sanayiini çökertecekti.

Bu tehlikeyi daha 2003 yılında tespit ederek Türk kamuoyunu bu konuda uyarma görevini kesintisiz olarak yerine getirdim. “Enflasyon düştü, döviz bollaştı, piyasalara istikrar geldi” çığlıklarıyla perdelenen sinsi bir sürecin yavaş yavaş sanayii çürüttüğünü, ülkeyi yoksullaştırdığını, insanımızı işsiz bıraktığını, Türkiye’nin bu kadar değerli bir TL ile yaşayamayacağını üç yıldır ulaşabildiğim her platformda ısrarla söyledim. Ne var ki büyük sermayenin Batı sermayesi ile olan girift ilişkileri, son dönemde sanayide kaybetmesine karşılık finanstaki yatırımlarından iyi kazanması ve bunun geçici olduğunu idrak edememesi, Türkiye’de gerçek anlamda bir iktisat camiasının bulunmaması ve en önemlisi hükümetteki, bürokrasinin zirvelerindeki ve medyadaki Amerikan kuşatması sebebiyle araba devrilmeden tedbir almak mümkün olmadı. 2001 devalüasyonundan itibaren her geçen gün Türkiye daha da yoksullaşırken, işsizlik daha da artarken, Türk sanayii ve tarımı içten içe çürüyüp erirken ve Türkiye’nin dış bocu dağ gibi yığılırken hükümetler, bürokrasi, Amerikan güdümlü medya ve bir kısım iş çevresi ortalığı “Ekonomide görülmemiş başarı!” haykırışlarıyla inlettiler. Haykıranların sesi o kadar yüksek çıkıyordu ki, bunlara inananlar bile oldu. Meselâ yeniden siyasete girmeyi planladığı söylenen eski cumhurbaşkanlarından Süleyman Demirel ekonomide olmayan başarıdan hisse dağıtmaya kalktı, başarının asıl sahibinin AKP değil IMF olduğunu söyledi (Bu konuda şu yazıma bkz: "Demirel-Babacan İttifakı ve Gerçekler").

Tabiî yalancının mumunun yatsıya kadar yanacağı gerçeğini Türkiye’yi 2001’den beri uyutmak için estirilen görülmemiş yalan ve propaganda rüzgârı da değiştiremedi, emek-yoğun olduğu için aşırı değerli TL’nin ortaya çıkardığı rekabet gücü kaybını en ağır şekilde yaşayan tekstil-konfeksiyonda artık bıçak kemiğe dayandı. Bazılarının “Türkiye hâlâ tekstille mi uğraşacak?” diye akıl sattığını duyuyorum. Doğru, Türkiye ile aynı zamanda tekstile giren Güney Kore şimdi ağır sanayi devi, ama Türkiye 24 Ocak kararlarıyla beraber karma ekonomiye, planlamaya ve sanayileşmeye elveda deyip son yirmi yılını finans oyunlarıyla kaybettiği için tekstil Türkiye’de hâlâ hayati önemi haiz. Türkiye’de tekstil ve konfeksiyon sınaî katma değerin altıda birini, ihracatın üçte birini, sınaî istihdamın ise % 40’ını gerçekleştiriyor. Türkiye bugün doğru makroekonomik politikalarla yeniden planlı kalkınma ve sanayileşme atağı başlatsa bile tekstil ekonomideki önemini en az on yıl daha korur. Kaldı ki bugün böyle bir durum da söz konusu değil. Bugün için Türkiye tekstil ve konfeksiyonun yerine hiçbir şey koyamaz, dolayısıyla tektsil ve konfeksiyonun çöküşü Türk ekonomisi için yıkım anlamına gelir.

Bakalım tekstil-konfeksiyon nasıl bir 2005 yılı yaşamış? Sektörün 2005 yılı üretiminin 2004’ün aynı ayına göre yüzde değişim oranları 2005 boyunca şu şekilde seyretmiş: Ocak -13, Şubat –5, Mart 8 (Nasıl olduysa ), Nisan –24, Mayıs –7, Haziran –8, Temmuz –17, Ağustos –19, Eylül –11, Ekim –13, Kasım –8, Aralık –4 (Tekstil üretiminde daralma 2004 Aralığında başladığı için Aralık 2005’teki küçülme oranı düşük çıkmış.) 2005’te konfeksiyonda durum daha da kötüydü. Bir önceki yıla göre yüzde değişim oranlarından bunu açıkça görüyoruz: Ocak +9, Şubat –7.5, Mart –7, Nisan –15, Mayıs –21, Haziran –6, Temmuz –6, Ağustos –22, Eylül –23, Ekim –10, Kasım –19, Aralık –7. Başka bir emek-yoğun sektör olan deride üretim daralmasının boyutu daha da büyük, % 30’larda. Görüldüğü gibi üretim bazında çok ciddî bir daralma söz konusu. Eğer katma değer, yani ücret ve kâr olarak bakılırsa daralmanın boyutları çok daha büyük. 2003-2005 yıllarını birçok sanayici pazar kaybetmemek, yılların şirketine kilit vurmamak, elemanlarını işsiz bırakmamak için cebinden para koyarak, zararına satarak geçirdi. Birçok şirkette de işçiler daha düşük maaşa razı oldukları gibi, aylardır maaş alamadan çalışan binlerce işçi de var.

Bu daralmanın tek bir sebebi var: Türk Lirasının döviz karşısında % 50 küsur oranında aşırı değerli olması. Yani mesle çözümsüz değil, ve teorik olarak çözüm Türkiye’yi yönetenlerin elinde. Artık bıçak kemiğe dayandığı için tekstil-konfeksiyon sektörü sorunlarını iletmek için başbakandan randevu talep etti. Sorunların en başında Türk Lirasının aşırı değerli olması geliyor. Ne var ki bu mevcut IMF programının temel taşı. 2000 yılından beri Türkiye’yi yangın yerine çeviren IMF’nin elindeki tek vitrinlik başarı enflasyonu düşmesi, o da kurun düşük kalmasının sonucu. Tektsilcinin ikinci şikayet konusu enerjiden SSK primine kadar üretim üzerindeki kamu kökenli aşırı yük. İyi de, bu da doğrudan doğruya IMF programının diğer temel taşı olan millî gelirin %6.5’i kadar faiz dışı bütçe fazlası şartının bir sonucu. Kısacası, 2001’den bu yana sanayicinin ayağına pranga olan ne varsa IMF’nin eseri.

Hükümet ciddî bir ikilemle karşı karşıya. Bir yanda IMF, bir yanda tekstil sektörü. Daha doğrusu bugün tekstil sektörü, yarın hemen hemen bütün sanayi. Hükümet derdine çare bulamazsa tekstilcinin eylem yapmasına falan da gerek yok. “Bizim gücümüz buraya kadar” deyip kapıya kilit vurmaya, işçisine yol vermeye başlarsa Türkiye yangın yerine döner, bu yangına da hiçbir hükümet dayanamaz. Görüyorsunuz, bazı cahillerin iddia ettiği gibi yalnızca dışarıdan Türkiye’ye döviz pompalamakla, sıcak para sokmakla ekonomi düzelmiyor. Ekonomik kriz de sadece devalüasyon demek değil ve şu anda döviz kurlarının makûl bir seviyeye yükseltilmesi dışında sanayiii, tarımı, dolayısıyla Türk ekonomisini kurtarmanın başka yolu yok.

Yazının devamı için>>>
http://www.selimsomcag.org/article.asp?artID=311&catID=1

Ramo
04-03-2006, 17:10
Reel sektör enflasyona sevinmedi
Bursa Ticaret ve Sanayi Odası (TSO) Yönetim Kurulu Başkanı Celal Sönmez, ''Girdi fiyatlarında üreticinin feryatları dikkate alınmadığı ve bindiğimiz dalı kestiğimiz sürece, enflasyondaki düşüşe sevinmenin çok da anlamı yok'' dedi.


Yazının devamı>>>http://www.haberturk.com/news/219017.html

Ramo
04-03-2006, 23:05
Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener’e bağlı Tütün, Tütün Mamülleri ve Alkollü İçkiler Piyasası Düzenleme Kurulu Başkanı Niyazi Adalı, devletin, özellikle çocukları ve gençleri içki, kumar ve uyuşturucu gibi zararlı maddelerden korumak zorunda olduğunu ifade ederek, “Sosyal devlet olmanın olmazsa olmaz koşulu budur.

Devlet kapısına, bacasına dikkat etmelidir. Sokağına sahip çıkmalıdır. Nitekim mücadele edilmektedir” diye konuştu. Adalı, bu noktada mevcut iktidarla birlikte önemli adımlar atıldığını vurgulayarak, Kurul’un bugünkü durumuna dikkat çekti ve “Kurula işlerlik kazandırıldı” dedi.

http://www.vakit.com.tr/index.php?sayfa=haber&haber=5159

RAINBOW
04-03-2006, 23:45
2003 yılında Batı finans sermayesinin yeniden gelişmekte olan ülkelere doğru akmaya başlamasıyla 2003 baharından itibaren Türk Lirası yeniden aşırı değerlenmeye başladı. TL’nin aşırı değerlenmesi hem cari açığı ve dış borçları patlatarak 1994 ve 2001 benzeri bir krizin şartlarını hazırlayacaktı, hem de ihracatı kârsız, ithalatı ucuz hale getirerek büyümeyi ve istihdamı olumsuz etkileyecek, Türk sanayiindeki sermaye birikimi sürecini sekteye uğratacak ve nihayetinde Türk sanayiini çökertecekti.

Bu tehlikeyi daha 2003 yılında tespit ederek Türk kamuoyunu bu konuda uyarma görevini kesintisiz olarak yerine getirdim. “Enflasyon düştü, döviz bollaştı, piyasalara istikrar geldi” çığlıklarıyla perdelenen sinsi bir sürecin yavaş yavaş sanayii çürüttüğünü, ülkeyi yoksullaştırdığını, insanımızı işsiz bıraktığını, Türkiye’nin bu kadar değerli bir TL ile yaşayamayacağını üç yıldır ulaşabildiğim her platformda ısrarla söyledim. Ne var ki büyük sermayenin Batı sermayesi ile olan girift ilişkileri, son dönemde sanayide kaybetmesine karşılık finanstaki yatırımlarından iyi kazanması ve bunun geçici olduğunu idrak edememesi, Türkiye’de gerçek anlamda bir iktisat camiasının bulunmaması ve en önemlisi hükümetteki, bürokrasinin zirvelerindeki ve medyadaki Amerikan kuşatması sebebiyle araba devrilmeden tedbir almak mümkün olmadı. 2001 devalüasyonundan itibaren her geçen gün Türkiye daha da yoksullaşırken, işsizlik daha da artarken, Türk sanayii ve tarımı içten içe çürüyüp erirken ve Türkiye’nin dış bocu dağ gibi yığılırken hükümetler, bürokrasi, Amerikan güdümlü medya ve bir kısım iş çevresi ortalığı “Ekonomide görülmemiş başarı!” haykırışlarıyla inlettiler. Haykıranların sesi o kadar yüksek çıkıyordu ki, bunlara inananlar bile oldu. Meselâ yeniden siyasete girmeyi planladığı söylenen eski cumhurbaşkanlarından Süleyman Demirel ekonomide olmayan başarıdan hisse dağıtmaya kalktı, başarının asıl sahibinin AKP değil IMF olduğunu söyledi (Bu konuda şu yazıma bkz: "Demirel-Babacan İttifakı ve Gerçekler").

Tabiî yalancının mumunun yatsıya kadar yanacağı gerçeğini Türkiye’yi 2001’den beri uyutmak için estirilen görülmemiş yalan ve propaganda rüzgârı da değiştiremedi, emek-yoğun olduğu için aşırı değerli TL’nin ortaya çıkardığı rekabet gücü kaybını en ağır şekilde yaşayan tekstil-konfeksiyonda artık bıçak kemiğe dayandı. Bazılarının “Türkiye hâlâ tekstille mi uğraşacak?” diye akıl sattığını duyuyorum. Doğru, Türkiye ile aynı zamanda tekstile giren Güney Kore şimdi ağır sanayi devi, ama Türkiye 24 Ocak kararlarıyla beraber karma ekonomiye, planlamaya ve sanayileşmeye elveda deyip son yirmi yılını finans oyunlarıyla kaybettiği için tekstil Türkiye’de hâlâ hayati önemi haiz. Türkiye’de tekstil ve konfeksiyon sınaî katma değerin altıda birini, ihracatın üçte birini, sınaî istihdamın ise % 40’ını gerçekleştiriyor. Türkiye bugün doğru makroekonomik politikalarla yeniden planlı kalkınma ve sanayileşme atağı başlatsa bile tekstil ekonomideki önemini en az on yıl daha korur. Kaldı ki bugün böyle bir durum da söz konusu değil. Bugün için Türkiye tekstil ve konfeksiyonun yerine hiçbir şey koyamaz, dolayısıyla tektsil ve konfeksiyonun çöküşü Türk ekonomisi için yıkım anlamına gelir.

Bakalım tekstil-konfeksiyon nasıl bir 2005 yılı yaşamış? Sektörün 2005 yılı üretiminin 2004’ün aynı ayına göre yüzde değişim oranları 2005 boyunca şu şekilde seyretmiş: Ocak -13, Şubat –5, Mart 8 (Nasıl olduysa ), Nisan –24, Mayıs –7, Haziran –8, Temmuz –17, Ağustos –19, Eylül –11, Ekim –13, Kasım –8, Aralık –4 (Tekstil üretiminde daralma 2004 Aralığında başladığı için Aralık 2005’teki küçülme oranı düşük çıkmış.) 2005’te konfeksiyonda durum daha da kötüydü. Bir önceki yıla göre yüzde değişim oranlarından bunu açıkça görüyoruz: Ocak +9, Şubat –7.5, Mart –7, Nisan –15, Mayıs –21, Haziran –6, Temmuz –6, Ağustos –22, Eylül –23, Ekim –10, Kasım –19, Aralık –7. Başka bir emek-yoğun sektör olan deride üretim daralmasının boyutu daha da büyük, % 30’larda. Görüldüğü gibi üretim bazında çok ciddî bir daralma söz konusu. Eğer katma değer, yani ücret ve kâr olarak bakılırsa daralmanın boyutları çok daha büyük. 2003-2005 yıllarını birçok sanayici pazar kaybetmemek, yılların şirketine kilit vurmamak, elemanlarını işsiz bırakmamak için cebinden para koyarak, zararına satarak geçirdi. Birçok şirkette de işçiler daha düşük maaşa razı oldukları gibi, aylardır maaş alamadan çalışan binlerce işçi de var.

Bu daralmanın tek bir sebebi var: Türk Lirasının döviz karşısında % 50 küsur oranında aşırı değerli olması. Yani mesle çözümsüz değil, ve teorik olarak çözüm Türkiye’yi yönetenlerin elinde. Artık bıçak kemiğe dayandığı için tekstil-konfeksiyon sektörü sorunlarını iletmek için başbakandan randevu talep etti. Sorunların en başında Türk Lirasının aşırı değerli olması geliyor. Ne var ki bu mevcut IMF programının temel taşı. 2000 yılından beri Türkiye’yi yangın yerine çeviren IMF’nin elindeki tek vitrinlik başarı enflasyonu düşmesi, o da kurun düşük kalmasının sonucu. Tektsilcinin ikinci şikayet konusu enerjiden SSK primine kadar üretim üzerindeki kamu kökenli aşırı yük. İyi de, bu da doğrudan doğruya IMF programının diğer temel taşı olan millî gelirin %6.5’i kadar faiz dışı bütçe fazlası şartının bir sonucu. Kısacası, 2001’den bu yana sanayicinin ayağına pranga olan ne varsa IMF’nin eseri.

Hükümet ciddî bir ikilemle karşı karşıya. Bir yanda IMF, bir yanda tekstil sektörü. Daha doğrusu bugün tekstil sektörü, yarın hemen hemen bütün sanayi. Hükümet derdine çare bulamazsa tekstilcinin eylem yapmasına falan da gerek yok. “Bizim gücümüz buraya kadar” deyip kapıya kilit vurmaya, işçisine yol vermeye başlarsa Türkiye yangın yerine döner, bu yangına da hiçbir hükümet dayanamaz. Görüyorsunuz, bazı cahillerin iddia ettiği gibi yalnızca dışarıdan Türkiye’ye döviz pompalamakla, sıcak para sokmakla ekonomi düzelmiyor. Ekonomik kriz de sadece devalüasyon demek değil ve şu anda döviz kurlarının makûl bir seviyeye yükseltilmesi dışında sanayiii, tarımı, dolayısıyla Türk ekonomisini kurtarmanın başka yolu yok.

Yazının devamı için>>>
http://www.selimsomcag.org/article.asp?artID=311&catID=1


Tekstil konusunu içeren yukarıdaki bilgilendirmeniz oldukça güncel bir nabız tutma bence sevgili ramo...

Tekstil sektörü her ne kadar içler acısı bir konumda olsa da şu sıralar....bunun bu şekilde gideceğine inanmamaktayım..;

Sektörü bire bir temsil eden hisselerin de...!!


Yeter ki mümkün mertebe ileri bir tarihe dönük bir tercih ve sabır ile sessiz bir şekilde beklenilmesi bilenebilsin..

Buzdağının çoğu aşağıdadır ve de mümkünatı yok görünmez...

Sevgi ve saygılarımla...

Ramo
04-03-2006, 23:47
Indiana'da okullarda Linux işletim sistemi kullanılması ve öğrencilere bu sistem üzerinden eğitim verilmesi kararı alındı. Proje kapsamında 300 bin bilgisayara Linspire işletim sistemi yüklenecek


Indiana'da okullarda Linux işletim sistemi kullanılması ve öğrencilere bu sistem üzerinden eğitim verilmesi kararı alındı. Proje kapsamında 300 bin bilgisayara Linspire işletim sistemi yüklenecek.


Bugün dünya genelinde kullanılan masaüstü bilgisayarların yüzde 90'ında Windows işletim sistemi yüklü. Bill Gates'in yönetiminde yola devam eden ve en büyük başarısının uyguladığı pazarlama stratejisi olduğu ileri sürülen Microsoft, her ne kadar büyük bir pazar payına sahip olsa da zorlayan işletim sistemleri var. Bunlardan en önemlisi Linus Torvalds'ın tohumlarını attığı Linux. 400'den fazla türevi bulunan Linux işletim sistemi, sunucu sistemlerdeki başarısı ve kararlılığı ile kendini kabul ettirmiş durumda. Her ne kadar Linux'un Microsoft'a değil, Unix'e rakip olduğu, masaüstünde yaygınlaşması için biraz zamana ihtiyaç olduğu kabul edilse de, son kullanıcıları Linux'a yönlendirmek için çalışmalar yapılmakta.

Okulda Linux'la tanışacaklar

Gün geçmiyor ki, çeşitli ülkelerde, okullarda, kamu kurumlarında veya bankalarda Linux işletim sistemine geçiş kararı alındığını okumayalım. Son gelen haberlerden biri, Amerika'nın Indiana Eyaleti'nden. Indiana'da yüksek okullardaki bilgisayarlara Linux işletim sistemi yüklenmesi ve öğrencilere bu sistem üzerinden eğitim verilmesi kararı alındı. Bu çerçevede, Linux temelli bir işletim sistemi olan Linspire şirketi ile anlaşma yapıldı. 3 yıl sürecek bu proje kapsamında toplam 300 bin bilgisayara Linspire işletim sistemi yüklenecek. Bu kararın alınmasındaki en önemli etken, maliyet. Windows işletim sistemi ile Microsoft Office yazılımlarının yüksek maliyetli oluşu, açık kaynaklı Linux türevi yazılımlara yönelişi hızlandırıyor.

Yazılım maliyetinden tasarruf

Lindows işletim sistemiyle birlikte bilgisayarlarda, internet güvenlik yazılımları, kablosuz ağ (Wi-Fi) yazılımları, anında mesajlaşma yazılım çözümü (MSN, ICQ, AOL uyumlu), dijital müzik uygulamaları, dijital fotoğraf yönetimi yazılımı ve web yayıncılığı araçları ücretsiz yüklenecek. Diğer yandan, Linux kullanıcıları Microsoft Office yazılımını aratmayan Star Office ve OpenOffice gibi yazılımları internetten ücretsiz indirip kullanabiliyorlar. Microsoft Office yazılımı Türkiye'de 509 USD + KDV'den (792,22 YTL) satılıyor.

http://www.yenisafak.com.tr/arsiv/2005/agustos/09/bilisim.html

-------------------------------------------------------------
Biz çok zengin bir ülkeyiz.ABD fakir eee aramızda bir fark olsun.Bütün okullarımızda canı gönülden Bil gates efendinin uşağı,pardon uzmanı gibi Micrasoft ürünlerini öğreteceğiz diye öğretmenlerimiz harıl hurul çalışır.İlk öğretimden başlıyarak,marifetli excel,güzel boyayan paint,yada word filan falan öğreteceğiz diye anamız ağlar.Bunları bilmeyenlere,bilişim yada bilgisayar teknolojilerine uzak dağ ayuları gözü ile bakarız.
-Tabi ki bu kadar çabamızı karşılıksız bırakmayan bil Gates efendi her yıl bakanlığımızı ziyaret eder.Anlı şanlı programlarından ve bu programlarını iyice ezberleyen Türk evlatlarının gelecek te yaratacağı mucizeleri ballandıra ballandıra anlatır.Hiç mucize filan görüldüğü yoktur ama.Bil efendi yeni bir proje kapmış,çekinide cebine almış,mis gibi kahvesini tüttürüp özel uçağı içinde söylenir."Şu Türkler ingilizce bile öğrenemiyordu.Onca yıl ders görmelerine rağmen sayemde windows,pencere öğrendiler canım"

bikmisbroker
05-03-2006, 13:57
İran'a Mart'ta saldırı planlıyor. Neden Mart?

İsrail ve ABD'li Neoconlar'a göre İran Mart ayında ilk nükleer denemesini
gerçekleştirecek. Tahran, ABD ve İsrail'in "önleyici saldırı"sına karşı da hazırlık yapıyor. Devrim Muhafızları Hava Kuvvetleri Komutanlığı, Sahap*3 füze birimlerine, mobil füze rampalarını saldırı tehditlerine göre hareket hâlinde tutmalar talimatı verdi. Bu talimat üzerine gece yürütülen çalışmalarla füze rampaları, Kirmanşah ve Hamedan'a, yedek rampalar ise İsfahan ve Fars bölgelerine nakledildi. ABD'nin Rusya ve Çin'le birlikte Türkiye, S. Arabistan ve Mısır'ın yanına almaya çalışmasının, saldırı seçeneklerinin masada olduğunu açıklamasının, İsrail'in saldırı hazırlıklarını açıktan yürütmesinin ve her ün "İran'a izin vermeyeceklerini" yetkili ağızlardan duyurma gereği hissetmesinin nedeni bu.



Bir anda dünyayı yeni bir savaş atmosferine soktular. Telaş ve paranoya yayıyorlar. Ortadoğu'daki tek nükleer güç İsrail, nükleer silâhlarla ilgili hiçbir uluslararası sözleşmeyi kabul etmeyen İsrail, nükleer tesislerinin denetlenmesine izin vermeyen İsrail, sanki sadece İran nükleer çalışma yapıyormuşçasına son derece arsız bir savaş yaygarası yapıyor. Bu ne masumiyet böyle?



Mart-Haziran arası İran'ın belli merkezlerine saldırı planlıyorlar. Papa bile, Rusya ve Çin'e çağrı yaparak İran konusunu yeniden düşünmelerini istedi. İran, Arapların yapamadıklarını yapıyor, Batı bankalarından paralarını çekip Asya bankalara yatırıyorlar. Savaş için bütün adımları atıyorlar. İki ay içinde İran'ın ne kadar tehdit olduğuna dâir şaşırtıcı iddialar yayılacak.

Peki, neden Mart? Neden İran'ın Mart'ta nükleer deneme yapacağı iddia diliyor? Ya da ABD ve İsrail dünyaya neden Mart ayını işaret ediyor?
Neden Türkiye, Mısır ve S.Arabistan'ın da nükleer silah edinebileceği gündeme getirilip bölge ülkeleri korkunç bir silahlanma yarışına itiliyor?
Çünkü Mart'ta İran'ın nükleer silah çalışmaları kadar önemli, ABD ekonomisine nükleer saldırı anlamına gelecek bir başka durum var; Tahran, 2004 yılında aldığı, petrol ticaretinde dolar yerine Euro'yu kullanmaya, bir petrol borsası oluşturmaya, "Petrodolar" tekelini kırmaya yönelik kararını Mart'ta ygulayacak. İran Petrol Borsası Mart'ta açılacak. Petrol ticaretinde dolar yerine Euro kullanılacak. Amerikan imparatorluğunun can damarına ağır bir saldırı yapılacak. ABD ekonomisi için kıyamet senaryosu asıl o zaman konuşulur olacak. Uluslararası petrol ticareti üzerindeki ABD/İngiliz tekeli kırılacak. New York ve Londra'daki petrol borsası ağır darbe yiyecek. Amerikalıların kontrolünde olan ve dünya petrol piyasasını belirleyen Londra'daki Uluslararası Petrol Borsası ile New York Mercantile Exchange (NYMEX) panikte...



İran'ın tezini Çin de destekliyor. Japonlar da Euro kullanmaya istekli. Dolar rezervlerini düşürmek için yol bulmuş olacaklar. Euro'ya kaçışın yaygınlaşması, Rusya'nın, Avrupa'nın, Japonya'nın ve bazı Arap ülkelerinin de petrol piyasasında Euro'yu tercih etmeye başlaması ne anlama geliyor?
Ticaretini büyük oranda Avrupa, Çin ve Japonya ile yapan Rusya, enerji piyasasında Euro'ya dönerse ne olur? Doların değer düşüşüne karşı petrol üreticisi Arap ülkelerinin Euro'yu da alternatif görmeleri halinde ne olur? Doların değer düşüşü birçok ülkeyi Euro'yu tercih etmeye zorlayacak. Bu durum giderek kârlı bir işe dönüşecek. Bütün bunlardan hareketle dolardan kaçış başlarsa ABD'ye para akışını dramatik biçimde azaltırsa Amerikan ekonomisi ne hale gelir?

Mart ayının hikmeti burada. İran Mart'ta nükleer deneme yapacak yaygarasının arkasında bu tehlike var. Euro'ya endeksli İran Petrol Borsası ABD için nükleer silahtan daha tehlikeli. "Terörle mücadele" adı altında dünyanın kaynaklarını eline geçirmeye girişen ABD, aynı ekonomik savaşı sürdürüyor.

Ama saldırganlaştıkça çöküyor!
Saim KAYADIBI Associated with the School of Govt& Intl. Affairs/IMEIS PhD in aw, University of DURHAM, UK. Tel: 0044-7950430821

Ramo
05-03-2006, 18:29
Türkiye büyüyor mu, yok mu oluyor?
Yiğit Bulut

27/02/2006 Radikal
'Gerçekten büyüyor' diyorsanız; patronlar, sivil Toplum kuruluşlarının başındakiler ve en önemlisi 'sıcak para döngüsü' dışında kalan halk neden feryat ediyor?
Etmiyor mu? İşte size Rifat Hisarcıklıoğlu'nun son günlerde yaptığı açıklamadan çıkarımlar, lütfen bir göz atın. Ne mi diyor Hisarcıklıoğlu? Söylediği çok açık; üreten kesim yok oluyor, Türkiye tamamen ithal ürünleri tüketen, üretenin cezalandırıldığı bir ülke haline geliyor. Cari açık 2006'da kaldırılamayacak şekilde patlayacak. Daha açıkçası; ekonominin sağlam olması gereken bacakları tek tek kırılıyor. Bu noktada bir başka sese, cuma sabahı TV programımıza katılan TİM Başkanı Oğuz Satıcı'ya kulak verelim; 'Türkiye, 1875 Osmanlı'nın son günlerine geri dönüyor. Kontrolsüz ithal mallar, Gümrük Birliği'nin de etkisiyle yerli üreticinin belini kırarken, düşen kur üreteni cezalandırıyor. Bu iki örnek sonrası cumartesi bana gelen bir telefondan bahsetmek istiyorum. İMKB'de de işlem gören, Türkiye'nin en büyük üreticilerinden olan bir şirketin 'yöneticisi' beni aradı ve telefonda neredeyse ağlayarak 'Artık dayanamayacağım, işçi çıkarmamak için zorlanıyoruz ama sona yaklaştık' diyerek derdini aktardı. Söylediklerinin hepsi doğruydu ve feryatları kendi şirketi için değil, yok olan, dönüştürülen 'üreten Türkiye' i içindi.
Sevgili dostlar, 'sıcak para i' ile bugüne gelen, yakıtı 'üreten' olan yapı için tespitleri ve feryatları sizlere aktardım. Bu noktada aklıma takılan bazı detayları da çıkarımlar halinde sizlere aktarmak istiyorum.
İşte tespitlerim.
- Cari açık ve dış ticaret açığında rekorlar kıran, yani parasını değerli kılarak ithal mallarını kendi ülkesinde ucuz hale getiren, döviz kurunun sıcak para girişi ile devamlı düşen bir trend içinde kalmasını sağlayan her ülke; kısa vadeli tanımlanmış bir gözlem aralığında büyür.
- Evet, son 3 yılda 'açıklanan veriler' bir büyüme rekorudur ama dünyanın ilk ve tek cari açık ve dış ticaret açığı ile sağlanmış (aynı anda bu dinamiklerin de rekor kırdığı) bir büyüme rekorudur. Bu aslında büyüme değil, cari açık ve dış ticaret açığı gibi iki önemli değişkeni dibine kadar zorlayan ve ekonomiyi orta ve uzun vadede sakat bırakacak bir ilüzyondur.
- Bu büyüme Türk üreticisinin büyümesi değil, Türkiye'ye mal satan yabancı üreticilerin büyümesidir.Türkiye'ye 2003 yılında 100 birim mal satan bir yabancı üretici 2004 ve 2005 yılında yüzde 15-20 arasında büyüyerek 115-120 birim mal satar hale gelmiştir. Bu denklem değişikliği o firmanın Türkiye'deki rakibinin de kapanmasına, iflas etmesine yol açmıştır. Böyle büyüme olur mu? Dünya üzerinde kendi üreticisini yok ederek büyüyen bir ülke örneği daha var mı?

Devamı:>>>http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=179830

Ramo
06-03-2006, 20:27
Kemal Derviş, aşırı değerli lira tehlikesine dikkat çekti

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) Başkanı Kemal Derviş, Türkiye'nin önündeki tehlikenin, aşırı değerlenmiş bir Türk parası olduğunu söyledi.
Derviş, CNN Türk televizyonunda katıldığı programda, Türkiye'nin 5 yılda çok önemli işler başardığını ve bundan gurur duyulması gerektiğini söyledi.
Enflasyonun düşürüldüğünü, rant kavgası içindeki bir ekonominin gerçek kar arayan bir ekonomiye dönüştüğünü, bankacılık sisteminin büyük oranda temizlendiğini anlatan Derviş, ''bugün farklı bir sorunla karşı karşıyayız, istenmeyen bir sermaye akımıyla karşı karşıyayız'' dedi.
Dünyada aşırı likiditenin yer aradığına dikkati çeken Derviş, bununla Türkiye'nin tek başına başedemeyebileceğini, ancak en azından minik vergilerle azaltabileceğini ifade etti.
Sıcak paranın kuru aşırı değerlendirerek içerideki üreticinin yarışma gücünü kıstığını ve uzun dönemde hasar verdiğini anlatan Kemal Derviş, şu görüşleri dile getirdi:
''Sıcak para girişini durduramasak da azaltalım. Piyasalar böyle işliyor, (yapılacak bir şey yok) demek doğru değil.
Piyasalar fahiş hatalar da yapabilir. Devlet bu noktada devreye girmeli ve piyasalara yön vermeli.
http://sondakika.milliyet.com.tr/2006/03/06/son/soneko28.asp

Ramo
07-03-2006, 22:06
Uzayda pilimiz bitti

Havada infilak eden Türksat 1A'nın yerine gönderilen Türksat 1B'nin yakıtı normalden 10 ay önce bitti. Türksat 2C'de de aynı tehlike var


ANKARA - Türkiye'nin, fırlatılırken infilak eden Türksat 1A ile başlayan uzay macerası, aynı şanssızlıklarla devam ediyor. Türksat 1A'nın yerine devreye sokulan Türksat 1B de normal süresinden en az 10 ay önce devre dışı kaldı. Aynı tehlike 44 yakıt tüpünden 12'si arızalı durumda olan Türksat 2A için de söz konusu olabilir. Türksat 1B'nin yerine iki yıl içinde yeni uydu yerleştirilmezse Türkiye'nin yörüngedeki hakkını kaybetme tehlikesi var.
Türkiye'nin ilk uydusu Türksat 1A uzaya fırlatılırken arazılanıp düştü. Onun yerine 1994 Ağustos'ta uzaya gönderilen Türksat 1B (T1B) uydusu da ekim ayında hizmete başladı. T1B, 42 derece doğu pozisyonuna oturtulurken 1996'da uzaya fırlatılan Türksat 1C uydusu da 31.3 dereceye yerleştirildi. Kısa süre sonra iki uydunun yeri birbiriyle değiştirildi. Değiştirme işlemleri sırasında T1B'nin yakıt tüketiminin arttığı tüplerin ömrünün kısaldığı ileri sürüldü. 2004 Haziranı'nda 'eğimli yörüngeye' giren T1B'in bu yılın ocak ayında tümüyle kullanılamaz hale geldiği öğrenildi.

Kullanıcılar kaydırıldı
Türksat Genel Müdürü Osman Dur, geçen yıla kadar yüzde 28 doluluk oranıyla çalışmakta olan T1B uydusundaki kullanıcıların Türksat 1C ve Türksat 2A uydularına kaydırıldığını, şu an için T1B'de hiçbir kullanıcı kalmadığını belirtti.
Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu raporunda, uydunun ömrünün 2007 yılının üçüncü çeyreğinde sona ereceği belirtilirken, Dur, Ekim 1994 tarihinden itibaren hizmet vermekte olan T1B'nin normal ömrünün 10 yıl, eğimli yörüngedeki ömrünün iki yıl olduğunu söyledi.


Türksat 2A da tehlikede
Öte yandan Türkiye, uzaydaki en yeni uydusu olan ve 2001 Şubatı'n da uzaya fırlatılan Türksat 2A uydusunda da birtakım şanssızlıklar yaşıyor. Birinci şanssızlık, bu uydunun 36 transponderinden 22'sinin, çok pahalı yatırım gerektiren frekanslara sahip olması nedeniyle tercih edilmemesi ve boş kalması oldu. İkinci şanssızlık ise uydunun yakıt tüplerinde yaşandı.
Bu uyduda 36 asıl, sekiz de yedek yakıt tüpü bulunuyor. Gerek uydunun uzaya fırlatılışı, gerekse uzaya gönderildikten sonraki süreçte asıl yakıt tüplerinden dördü ve yedek sekiz tüpün tamamı yanarak kullanılamaz hale geldi. Uydunun toplam 15 yıl olan ömrünü oldukça kısaltması beklenen bu durum nedeniyle Türkiye'nin sigorta şirketlerinden sadece 12 milyon dolarlık tazminat alabildiği belirtildi. Sigorta şirketi ile yapılan sözleşmeye göre, 260 milyon dolara mal olan uydu bedelinin tamamının alınabilmesi için 12 değil 17 tüpün devre dışı kalmış olması gerektiği öğrenildi.


Zamana karşı yarış
Türkiye'nin, uzayda tahsis edilen ve aktif olarak kullanılan iki pozisyondan biri halen T1B uydusunun bulunduğu 31.3 derecede. Türkiye'nin bu pozisyondaki haklarının kaybolmaması için, iki yıl içinde bu yörüngeye yeni bir uydu fırlatılması gerekiyor. Aksi takdirde herhangi bir ülke veya şirket bu pozisyona uydu yerleştirebilecek.
Türksat Genel Müdürü Osman Dur, iki yıllık sürenin, uydunun uzay çöplüğüne fırlatılması ile başlayacağını ve henüz uyduyu yörüngeden çıkarmadıklarını hatırlatarak "Geçtiğimiz günlerde sonuçlandırılan ihaleyle yapımı Fransız Alcatel firmasınca üstlenilen Türksat 3A uydusu 1.5-2 yılda tamamlanıp halen Türksat 1C'nin bulunduğu 42 derece doğu pozisyonuna yerleştirilecek. T1C de T1B'den boşalacak 31.3 derece pozisyonuna nakledilecek. Türkiye'nin T1B'nin bulunduğu yörüngedeki hakkı kaybolmayacak" diye konuştu.


DEVAMI:http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=180622

Ramo
08-03-2006, 23:55
http://www.rmaden.somee.com/babaogul.jpg

Ramo
10-03-2006, 19:48
İSO Başkanı Tanıl Küçük, YTL’deki değerlenmenin sanayinin genelinde sorunları tetiklediğini savunarak "Aşırı değerli YTL’nin nedenini de bulamıyoruz. Petrol mü, altın madeni mi bulduk da böyle oldu? Cari açık finansmanında sorun yok deniyor. Peki nereye kadar yok? Nereye kadar sürer bu durum"diye konuştu.

İSTANBUL Sanayi Odası (İSO) Başkanı Tanıl Küçük, sanayide sadece belli sektörlerde değil genelde ciddi güçlük olduğunu söyledi ve başta hükümet olmak üzere tüm tarafların elbirliği yaparak çözüm adımları atmasını istedi. Tanıl Küçük, makro ekonomik verilerdeki iyileşmeleri takdir ettiklerini, ancak YTL’nin bu kadar değerlenmesine de anlam veremediklerini belirterek "Aşırı değerli YTL’nin nedenini bulamıyoruz. Ne yaptık da bu kadar değerlendirdi. Petrol mü, altın madeni mi bulduk? Cari açık finansmanında ’sorun yok’ deniyor. Peki nereye kadar yok? Nereye kadar sürer bu durum" dedi.

REEL SEKTÖRE YANSIMADI:

Tanıl Küçük, yıllık enflasyonun 37 yıl sonra yüzde yüzde 7.7’ye indiğini, mali disiplinden taviz verilmediğini, faizlerin düştüğünü, bütçe performansının son derece iyi olduğunu söyledi ve şöyle devam etti: "Özelleştirmede tarihi adımlar atıldı. Doğrudan yatırım girişi fevkalade boyutlarda. Takdirle karşılıyoruz ama bu olumlu veriler reel sektöre olumlu yansımadı. Değerli YTL mali politikalardaki bu başarıyı destekledi reel sektöre ise köstek oldu."

İYİLER İTHALATLA İYİ:

Türkiye ekonomisinde 2002, 2003, 2004, 2005 yıllarında yaşanan büyümelerde sanayicilerin büyük katkısı olduğunu söyleyen Tanıl Küçük, şöyle konuştu: "Bu performans devam edecek sanılıyor. Ancak bu üretim ve ihracat artışları atıl kapasiteler devreye girdiği, verimlilik arttığı için oldu. Şimdi sanayicinin yatırım yapması gerekiyor. Bu noktada da kárlılık önemli sorun olarak önüne çıkıyor. Kár edemediğimiz için yatırım yapamıyoruz. Bizim derdimiz 4 yıllık performansın devamını sağlamak. İmalat sanayiinde belirli sektörlerde görülen iyileşmeler incelendiği zaman bunların ithalat ağırlıklı üretim yaptıkları görülüyor. Yani iyiler aslında ithalatla iyi durumdalar. İthalat yapıyorlar çünkü, maliyet ve fiyat tutturamıyorlar."

HEM ÇİN HEM YTL VURUYOR:

Devamı>>>>
http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/4054696.asp?gid=69

Ramo
10-03-2006, 21:04
CAVİT Çağlar geçmişin siyasetçisi ve ülkemizin en büyük birkaç sanayicisinden biri.

Alanı tekstil. Bursa’daki dev fabrikalarında aklınıza gelen her şeyi üretiyor. Ekonomideki son gelişmeler sonrasında dün Çağlar’ı aradım. Acaba ne yapıyor, ne düşünüyordu, öğrenmek istedim. Aramaz olaydım! İşte söyledikleri:

"Sıcak para Türkiye’yi soyuyor. Bizi sıcak para ve düşük kur öldürdü. Benim dört fabrikam var. Yeşim, Sifaş, Polylen ve Nergis. Üretimin yarısı ihraç ediliyor, yarısı iç piyasada satılıyor. Hepsi de dünya markası ve dünya devi. Fabrika binalarının toplam kapalı alanı 1 milyon metrekare. Fabrikalarıma her gün 500 otobüs gelip işçilerimi getiriyor. Çoğu kadın. Her gün dört ton yoğurt, 16 bin ekmek tüketiyoruz. Kreşimde işçilerimin bin çocuğunu besliyorum. Bordrolu ve SSK’lı 14 bin işçi çalıştırıyorum. Ayrıca Bursa’da fason olarak yaklaşık 20 bin kişiye iş veriyorum. 34 bin kişi ekmeğini benden sağlıyor. Son üç yılda 2 milyar dolar ciro yaptım. Yarısı ihracattır. En ileri teknolojiyi kullanıyoruz."

Asıl feryat bu sözlerden sonra başlıyor:

"Bu düşük kurlarla bu iş gitmez. Türkiye’ye gelip hepimizi soyan sıcak para bizi öldürdü. Dolar 1.600 olmazsa biz tümüyle batacağız. Son üç yıldır bu koşullar altında zararına çalışıyorum. Hayatımda ilk defa, bir yılı aşkın süredir işçilerimin SSK primini yatıramıyorum.

Kullandığımız doğalgaza bir yılda yüzde 46 zam yaptılar. Ucuz elektrik vermiyorlar. Bu maliyetlerle biz batmak üzereyiz. Bu fabrikaları benden alın, ne yaparsanız yapın diye rica ediyorum, sesimi duymak istemiyorlar. Kuru arttıramıyorsanız, hiç değilse yükümüzü biraz azaltın diye yalvarıyoruz, ses yok. Dayanma gücüm kalmadı. Bir sanayici böyle açık konuşur mu? Ben konuşuyorum... Çünkü ben durursam Bursa çökecek, ülkemizin tekstil sektörü büyük yara alacak. On binlerce aile işsiz kalıp sokağa salınacak.

Ülkeye sıcak para getiriyorlar. Bu para yatırıma değil borsaya ve faiz vurgununa geliyor. Gittiği anda ekonomi zaten çökecek. Ben görevimi yapıyorum. İş ciddidir. Lütfen çözüm bulsunlar."

Emin Çölaşan


yazının Devamı

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/4054433.asp?yazarid=5&gid=61

buena vista
11-03-2006, 10:44
GÖRÜYORSUNUZ; dünyada "komünist devrimi" yumurta atarak yapmaya kalkan ilk millet olduk.

Başbakan’a yumurta atan dördü tutuklu dokuz genç, "Sol bir devrim yapıp, komünist devlet kurmak" suçundan yargılanmaya başlandılar, Allah korudu memleketi.

Komünizm dünyayı tehdit ederken ve nükleer başlıklı füzeler mevzilere yerleştirilirken, asıl devrim silahının bizim kümeslerde olduğunu nereden bilecektik.

Tavuklar "Gıt-gıdak" dediklerinde ben "Komünizm geliyor..." diye kaçmaz mıydım.

***

Ya o çocukları asmaları darağaçlarına...

Suçları "komünist devlet" kurmaktı, üzerlerinde yumurta yakalanmadığı halde.

"Devleti yıkmak suçu" deyince düşünürüm, hangisi devleti yıkmaktır:

Maliye Bakanı’nın oğlunun özel KDV indirimli, teşvikli, primli, gensorulu, dosyalı, şaibeli likit yumurtası mı?..

Yoksa ülkesindeki sorunları, yoksulluğu, açlığı ve umutsuzluğu dile getirmek için demokratik hakkını kullanan, tepkisini yumurta atarak dile getiren gençler mi?..

Birincisinin dokunulmazlığı var da, ikincilerin yok...

Hangi zihniyet bitirdi bizi?..

Hangi zihniyet yüzünden 14 milyon yoksul, 1.5 milyon aç insan... İşsizlikten ağlayan 1 milyon üniversite mezunu genç ve sokağa atılmış 250 bin çocuk...

***

Yumurtadan omlet yapıldığını bilirdim de "komünist devrim" yapılacağı hiç aklıma gelmemişti.

O zaman komünizm tehlikesinin kaynağı tavuklardır.

Ki ben de öyle düşünüyorum; yoksulun tavuğunu elinden alarak yasaklayıp holdinglerin tavuğuna devlet desteği verirseniz "azılı komünist" olur insanlar.

Sevmezler devletlerini.

Ne memleket onlarındır, ne onlar memleketin.

Ve bir gün, "Başbakan’a yumurta attıkları için komünist bir devrim yapmak suçundan" yargılanırlar.

Eski yasaya göre ise idam edilmeleri gerekiyordu, yumurta ile komünist devrimin yapılabildiği memlekette.

Bundan böyle ne zaman yumurta görsem kaçmaz mıyım?..

Siz de öyle yapın...

Bekir COŞKUN bcoskun@hurriyet.com.tr

Ramo
15-03-2006, 22:51
DÜNYA HALİ
--------------------------------------------------------------------------------

Dünya nüfusunu, mevcut halklarin nispetlerini muhafaza ederek,
100 kisilik
bir köy kadar küçültebilseydik bu köy söyle olacakti:

57 Asyali
21 Avrupali,
14 Amerikali (Kuzey,Orta,Güney) ve 8 Afrikali .
Bunlarin 52'si kadin , 48'i erkek olacakti.

30 beyaz , 70
beyaz (+ + )olmayan,

30 Hiristiyan, 70 Hiristiyan olmayan,

6 kis i bütün servetin % 59'una sahip olacakti ve bunlarin hepsi
ABDkökenli olacakti.
20 kisi iy evlerde yasayacakti,
30 kisi okuma-yazma bilecekti,
1'i ölmek üzere , 1'i de dogmak üzere olacakti.
1 kisi bilgisayar sahibi,
1 kisi de (evet, sadece 1 kisi) üniversite mezunu olacakti.
Simdi sunlari göz önünde bulundurun:
Eger bu sabah hastalikli degil de saglikli uyanmis iseniz, 1 hafta
sonrasini göremeyecek olan 1 milyon insandan daha sanslisiniz.
Bir harp tehlikesiile, iskence görmek ihtimali ile, aç kalma
korkusu ile karsi karsiya degilseniz, 500 milyon insandan daha
iyisiniz.
Tutuklanmaktan , iskence görmekten yahut öldürülmekten korkmadan
ibadethaneye gidebiliyorsaniz 3 milyar kisiden daha iyi bir
sansa sahipsiniz.
Buzdolabinizda yiyeceginiz , üzerinizde elbiseniz ve basinizi
sokup
uyuyabileceginiz bir eviniz varsa,
dünyadaki insanlarin % 75'inden daha zenginsiniz.
Bankada ve cüzdaninizda para varsa, dünyanin en imtiyazli % 8'i
arasindasiniz

Anneniz, babaniz sag ise, siz bu dünyada nâdir kisilerden
birisiniz.
Birisi sizi düsündü ve bunu gönderdi, çünkü okuma yazma bilmeyen
2milyar kisiden biri degilsiniz.
Paraya ihtiyacin yokmus gibi çalis .
Kimse seni üzememis gibi sev .
Kimse seni seyretmiyormus gibi danset .
Kimse seni dinlemiyormus gibi sarki söyle .

Veya...... sen gene her zaman yaptigin gibi nereye oldugunu
bilmeden,
kanter içinde kosmaya ve hayattan sikayet etmeye devam et.

buena vista
18-03-2006, 08:53
İMKB'de geçekleştirdiği işlemler yüzünden borsanın en büyük spekülatörü olarak adlandırılan îlhami Suaydın'ın aracı kurumu Erciyes Menkul Değerler sürekli olarak kapatıldı. Sermaye Piyasası Kurulu (SPK), Erciyes Menkul Değerler'de 1995 yılında yapılan usulsüz işlemler nedeniyle alınan kararının ardından, kurumdaki müşterilerin hisseleri ve paralarının geri verilerek hesaplarının kapatılmasını istedi. Karar SPK Başkan Yardımcısı N. Hülya Kemahlı tarafından Erciyes Menkul Değerler'e tebliğ edilirken, gönderilen yazının giriş bölümünde özetle şöyle denildi:

Hesapları kapatacak
"Kurulumuzun 17 Mart 2006'daki toplantısında Ankara 5'inci İdare Mahkemesi'nin 8 Nisan 2002 tarihli davanın reddi ve Danıştay 13rüncü Dairesinin 11 Şubat 2005 tarihli onama kararı çerçevesinde, şirketinizin sermaye piyasası faaliyetlerinin sürekli olarak durdurulmasına karar verilmiştir. Sahip olduğunuz alım-satıma aracılık belgesi iptal edilmiştir. Söz konusu karar, SPK'nın 7 Mayıs 1996 tarihinde aldığı şirketinizi kapatma kararının uygulanması sonucunda alınmıştır.
Faaliyetlerinize 17 Mart 2006 saat 12'den itibaren son vermeniz gerekmektedir''

SPK, kapatma kararının ardından, Erciyes Menkul'ün esas sözleşmesinin en geç 3 ay içinde değiştirilerek sermaye piyasası faaliyetlerini kapsamayacak şekilde düzeltilmesini istedi.
Kurul, ayrıca müşterilerin hesaplarındaki para ile hisse senetlerinin diğer aracı kurum ve bankalara nakit virman yapma isteğinde bulunması halinde bunların karşılanmasına da hüküm verdi. Mutabakat sağlanamayan müşterilerin hesaplarında yer alan hisse ve nakit paraların Merkezi Kayıt Kuruluşu ve Takasbank nezdindeki hesaplara bloke edilmesi istendi.

1991' de kuruldu 33 çalışanı var
Kapatma kararının ardından 1991 yılında kurulan, şu anda 3 şube ve 33 personelle faaliyetlerini sürdüren Erciyes Menkul Değerler'in faaliyetleri noktalanmış oldu. îlhami Suaydın'ın yüzde 99.96 hisesine sahip olduğu şirketin yönetiminde yine Şuaydın Ailesi bulunuyordu. Bir dönem İMKB'nin en etkili aracı kurumları arasında gösterilen
Erciyes Menkul'ün toplam varlığı 2005 yılı 9 aylık bilançosuna göre 2 milyon 99 bin YTL düzeyinde bulunuyor. Şirket geçen yılın ilk 9 aylık döneminde 54.2 milyon YTL esas faaliyet geliri elde ederken, net zararı 81.1 bin YTL düzeyinde oldu. 2.1 milyon YTL sermayesi olan Erciyes'in özsermayesi ise 1.29 milyon YTL düzeyinde bulunuyor.(Vatan)

buena vista
18-03-2006, 12:12
Hilal YÜKSEL/SİVAS, (DHA)

SİVAS’ın Şarkışla İlçesi’nde Mustafa Karakuş, “Neden benim önümde yürüdün'' diye kızdığı gelini 36 yaşındaki Fatma Karakuş'u sopayla dövdü. Karakuş gözaltına alınırken, başına aldığı sopa darbeleriyle görme kaybı yaşayan Fatma Karakuş'un tedavisi sürüyor.
Bugün sabah saatlerinde meydana gelen olayda, iki çocuk annesi Fatma Karakuş, evde sobayı yakmak için odaya girerken iddiaya göre arkasından gelen kayınpederi Mustafa Karakuş'u farketmeyerek kapıyı kapattı. Öfkeyle kapıyı açıp odaya giren Mustafa Karakuş, “Neden benim önümden yürüdün. Ayıp olduğunu bilmiyor musun?'' diyerek elindeki sopayla gelini Fatma Karakuş'u dövmeye başladı.
Başına gelen sopa darbeleriyle bayılan Fatma Karakuş, kaldırıldığı Şarkışla Devlet Hastanesi'nde ilk müdahalenin ardından Sivas Sultan 1’inci İzzettin Keykavus Devlet Hastanesi’ne sevk edildi. Fatma Karakuş polise verdiği ifadede, “Kayınpeder beni sürekli dövüyor. Her defasında beni dövmek için mutlaka bir bahane buluyor. Bu kez de onun önünden yürüdüm diye dövdü'' diye konuştu.
Başına aldığı darbeler sonucu görme kaybı yaşayan Karakuş'un tedavisi sürerken, kaçan kayınpeder Mustafa Karakuş yakalanarak gözaltına alındı. Karakuş'un görme kaybının düzelme ihtimalinin bulunduğu belirtilirken, olayla ilgili soruşturma sürüyor.(Milliyet)

Ramo
19-03-2006, 18:52
SPK’dan internetten ’yalan yorum’a ceza

ANKA

Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) bir internet sitesinin forum kısmına Frigo-Pak Gıda Maddeleri Sanayi ve Ticaret şirketi hisseleriyle ilgili olarak "voltran532" rumuzuyla "gerçeğe aykırı" yorum ve tavsiyeler yazan Volkan Güngör adlı kişiyi 10 bin 980 YTL para cezasına çarptırdı.

SPK, Volkan Göngör’ün Frigo-Pak Gıda Maddeleri Sanayi ve Ticaret A.Ş.’yle ilgili olarak hisse.net adresli internet sitesinin forum kısmına "voltran532" kullanıcı adıyla "yönlendirici nitelikte, gerçeğe aykırı, objektif olmayan, subjektif içerikli yorum ve tavsiyelerde bulunduğunu" belirledi. SPK daha önce "izinsiz olarak yatırım danışmanlığı faaliyeti verdiğini" tespit ettiği internet sitelerinin sahiplerine çeşitli cezalar uygulamıştı. İlk kez bir internet sitesinin forum kısmına görüşlerini yazan bir kullanıcı para cezası aldı.

Kaynak

http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/4106241.asp?gid=69

hakan
19-03-2006, 19:19
Nasil bir yorum yapilmista ceza kesilmis.

Benim anladigim kadariyle sirket haberi üzerinde degisiklik yapmis.

Yoruma ceza kesilmis deyince olay farkli boyutlara gidiyor.

dentist
19-03-2006, 19:25
Olay araştırdığım kadarı ile yorum değil yalan haber cezası bahsi geçen nickli üye bizzat spk nın haberini değiştirerek yalan haber yayınlamış ...
Arka BahCe Forum kurallarını her üyemizin okuyup itina ile uygulayacağından kuşkum yok, dolayısı ile rahatsız olacak bir şey de yok kanımca.

Ramo
19-03-2006, 21:35
Ankara (AA)- Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen, Türkiye'nin dış ticaret açığının, 2005 yılında yüzde 25 artarak 42.9 milyar dolara ulaştığını bildirdi. Tüzmen'in, DYP Hatay Milletvekili Mehmet Eraslan'ın yazılı soru önergesine verdiği yanıta göre, Türkiye'nin dış ticaret açığının 2000 yılından sonra izlediği seyir şöyle: ''2000 (26.7 milyar dolar), 2001 (10 milyar dolar), 2002 (15.5 milyar dolar), 2003 (22.1 milyar dolar), 2004 (34.4 milyar dolar) ve 2005 (yüzde 25 oranında artarak 42.9 milyar dolar)''

Devamı>>>
http://haber.mynet.com/detail_news/?type=Economy&id=N3580&date=18Mart2006

Ramo
20-03-2006, 20:43
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, zaman zaman cari açığın büyüdüğünün konuşulduğunu belirterek, ``Doğrudur, bana göre bu, aynı zamanda olumlu bir haberdir`` dedi...

devamı

http://www.skyturk.tv/h_53448_2.html

buena vista
21-03-2006, 06:27
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/4116375.asp?yazarid=91

Ramo
30-03-2006, 10:25
Emin ÇÖLAŞAN ecolasan@hurriyet.com.tr

İsyan provaları


DİYARBAKIR’da olanları izliyoruz. PKK yandaşları, devlete ve Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı açıkça isyan provası sergiliyor. Kente özel harekát timleri, askeri birlikler, panzerler yığılmış durumda.

Benzer olaylar başka kentlerimizde de oluyor. Adana, Mersin, İstanbul, İzmir, Hakkári, Van, Siirt... Ve Yüksekova, Şemdinli gibi ilçeler...

İsyancılar, talimatları AB ülkelerinden yayın yapan Roj TV’den alıyor.

"Yürüyün, yakın, yıkın, açık dükkánları tahrip edin..."

PKK’nın televizyonu bugün Danimarka’dan yayın yapıyor. Dün Belçika, İngiltere, İsveç gibi AB ülkelerinden yapıyordu.

Biz işte bu AB’nin peşinden koşuyoruz, yalvarıyoruz.

Ama bir televizyon kanalını susturmaya gücümüz yetmiyor... Çünkü AB, karşısında nasıl zayıf, kişiliksiz, onursuz olduğumuzu bizden çok daha iyi biliyor ve görüyor.

AKP tarafından AB’ye yaranmak için çıkarılan yeni yasalar sonrasında polisin, askerin, tüm güvenlik güçleriyle birlikte yargının da eli kolu bağlandı.

Diyarbakır’da dükkánlar, bankalar yakılıp yıkılıyor, işyerleri ve kamu kurumları taşlanıyor, polisler yaralanıyor, ortalık ateşe veriliyor. Çok acıdır, valilik binası güvenlik güçlerince kuşatılıyor. İsyan provası yapanlar sağlık ocağını bile taşlıyor.

Taş ve ateş yağmuru altında polis ne yapıyor?.. Daha doğrusu ne yapabiliyor?


Devamı>>
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/4169821.asp?yazarid=5&gid=61

Ramo
09-04-2006, 10:35
GAZETECİ VEDAT YENERER'İN YAZISI SONUNA KADAR OKUYUN

Petrol yoksa çıkartma ruhsatı neden vermiyorsunuz ..?!..

Değerli okurlar, geçenlerde Türkiye-Suriye sınırında uydu

verilerine göre petrol denizi olduğu iddiasını yazmıştım.

Yazı sonrasında Silopi de madencilik yapan Beşir Yılmaz aradı.

Yazacaklarımı lütfen iyi okuyun!...

Beşir Yılmaz telefonda .. "Vedat bey, gelin

Silopi' de Cudi eteklerine sizi götüreyim de petrolü kendi

gözünüzle görün!.."diyerek feryat ediyordu.

"Nasıl yani!.." diye sorduğumda anlatmaya başladı..

"Biz aileden madenciyiz.Irak sınırında yaklaşık 300 km

ya da bir başka deyişle yaklaşık 150 milyon ton asfaltit

madeni buldum.. Bu madeni bir süre resmi olarak işlettikten sonra

devlet 1978 yılında kamulaştırıyoruz" diyerek el koydu.

Rezervin de 50 milyon ton olduğu iddia edildi.Madem asfaltit

rezervi az, neden el koyuyorsunuz.



Dünyanın neresine giderseniz gidin asfaltit

maddesi bulunan her yerin altında petrol vardır.Silopi 'nin altı da

petrol denizidir.Yaz aylarında etraftaki ocaklardan resmen petrol

akar ve Hezil çayına karışır. Gelin görün! Sadece petrol değil,

burada çok zengin uranyum Ve nikel madeni de var" - Nereden biliyorsunuz?

"Türkiye'deki analizlere güvenmediğim için madenin her tarafından örnekler

alarak

Almanya'ya bizzat götürdüm ve analiz yaptırdım. Raporları gönderdim size (

Sonuçlar elimde

Yatağan ve Tunçbilek''e göre iki misli rakamlar var) dünyanın en önemli

uranyum

madenlerinden birisi buradadır ve aktif haldedir.." Beşir Yılmaz'ın

anlatacak o kadar çok şeyi

var ki makineli tüfek gibi art arda sıralıyor.



Ben de zaman zaman araya girip soru soruyorum -Petrol olduğunu nereden

biliyorsunuz? "Bu bölgede İngilizler 1967-87de petrol aramışlar.Açılan

kuyulardan gökyüzüne doğru 100 metre kadar petrol fışkırmış.Ardından

kapatmışlar ve betonlamışlar.

Benim madenimin yanında da bu kuyudan var ve vanasını gelin birlikte

açalım eğer beton ve

civa basıp tıkamadılarsa bakalım ne kadar petrol fışkıracak.

Dönemin köylüleri arasında hâlâ yaşayan görgü tanıkları var ve petrolün

100 metre kadar fışkırdığını görenler var.



"Beşir Yılmaz konuştukça pür dikkat dinlemeye devam ediyorum.." Vedat bey,

asfaltit maddesi olan her yerde petrol vardır.Eğer petrol yoksa bana neden

petrol çıkartma ruhsatı vermiyorlar?Musul ve Kerkük' ün rakımı 80-100 metre

civarındadır.Cudi Dağı'ndaki

petrolümüz resmen Irak'a doğru akıyor ve başta İngilizler ve ABD bunu

biliyor..



Beşir Yılmaz bugünlerde Silopi' ye bile zor gider hale gelmiş.

Devlet kamulaştırılacak diye el koyduğu madeni şimdi Turgay Ciner 'in

sahibi olduğu Park Holding'e devretmiş. Durum böyle olunca,Yılmaz da dava

üstüne dava açmış ve yürütmeyi durdurma kararı aldırmış. Eğer tekrar el

konulursa AİHM''ye

başvuracakmış.Kısacası madeninin peşini bırakmıyor ama artık bölgedeki

aşiret ağaları da onun peşini bırakmaz hale getirilmiş..Bütün dava

tutanakları elimde okudukça dehşete

kapılıyorum.Şimdi sıkı durun...



Beşir Yılmaz Başbakan Tayyip Erdoğan' a bu durum üzerine başvurmuş

ve dilekçe vermiş dilekçede aynen şöyle yazıyor.."Bürokrasi ve çeteler

milletin hak ve hukukunu aramaktan bezdirmiştir.



Televizyonda ve basındaki konuşmalarınızda "hortumcu çetelerin ve

bürokrasinin üstüne gidilecektir" diyorsunuz Millet buna çok seviniyor..

25 yıldır gasp edilen madenimiz çete ve

bürokratların, anayasa, kanunlar ve insan hakları hiçe sayılarak

ihale yolu ile peşkeş çekiliyor.



Allah'a ve sizin yüksek adaletinize sığınıyorum.Beşir Yılmaz

devlet tarafından el konulan mallarını ve

bunun karşılığında devletin verdiği parayı yazıya eklemiş..

1- 35 km yol yaptım.

2- 500 bin ton hazır çıkarılmış kömürüm var.

3- 3,5 milyon metreküp hafriyat yapılmış.

4- Mazot tankları.

5- Dinamit ambarı.

6- Kantar ve kantar binası.

Resmi olarak bana ait olan ve vergisini ödediği

madenimde Bugüne kadar yaptığım işler vehalen bulunan demirbaş

ve çıkarılmış maden içinde 5.800.800 TL. (Buna resmen gasp ve

devlet terörü denir!)



Beşir Yılmaz Başbakan Erdoğan'a yazdığı dilekçede devam ediyor.

"Bu para halen bankada duruyor. Buna rağmen Türkiye Kömür

İşletmeleri ihaleyi adamlarına ve hortumculara peşkeş çekiyor"

Beşir Yılmaz' ın bu başvurusuna Başbakan Erdoğan bugüne kadar cevap

vermemiş.

Beşir Yılmaz'dan al ve ABD bağlantılı şirketlere ver.

Uranyum konusu da bir başka skandal.Güneydoğu resmen petrol denizi

üzerinde ve Türkiye ABD Firmalarının peşinde "bize petrol bul" diye

yalvarıyor... İddialar devam ediyor:.6 mühendisin kafaları kesildi. TPİK

diye Türkiye

Petrolleri'nin kurduğu bir kurum yurt dışına petrol arama işlerine

giriyor ve bugüne kadar milyar dolar zarar ediyor.



Beşir Yılmaz diyor ki:



"Kimin hain kimin işbirlikçi olduğunu anlamak çok kolay!

Eğer bölgede petrol yok ise neden bana petrol çıkartma ruhsatı verilmiyor.

Ruhsat verin 800 metreden petrolü çıkartmazsam ben bu ülkeyi terk ederim.

MTA yıllar önce sondaj yaptı 480 metrede su bulundu ve ardından delici

aletin ucu kırıldığı için sondaja son verildi.Herkes bilir sudan sonra

petrol gelir. Biz yerli teknoloji ile 1200 metreye kadar sondaj

yapabiliriz kimseye ihtiyacımız yok. İzni versinler siz görün petrol

nasıl fışkıracak.. "



Bu görüşmemizden bir gün sonra Beşir Yılmaz tekrar

aradı ve Soma'da görevli bir mühendis ile görüşmemi isteyerek telefon

numarasını verdi. Adını burada yazmak istemiyor.Mühendis ile görüşmemde

daha da çarpıcı gerçekler çıktı ortaya.Altı ay kadar önce Cudi dağları

eteklerinde bulanan 6 insan iskeletinin ne olduğunu bilip bilmediğimi

sordu.

Ben de "bilmiyorum" dedim. Mühendis ekledi "Bu iskeletler

18 Yıl önce Cudi Dağı'nda kaybolan 6 Türk petrol mühendisininiskeletleri.

Kafaları kesilerek öldürülmüş.."

Dondum kaldım.Ne diyeyim.Kendisi de mühendis olduğu için yalan

söylemiyordur diye düşündüm..Ardından devam etti..

"Vedat bey Türkiye maden bakımından dünyanın en zengin ülkesi. Siz Ödemiş



yakınlarındaki Bozdağ 'ın dünyanın en büyük altın rezervi olan dağlarından

biri olduğunu biliyor musunuz? Ama bu madenleri

kimse çıkaramaz. Hatta bu konunun üzerine giden gazeteciler öldürüldü.

Uğur Mumcu ve Çetin Emeç'in öldürülmeden kısa bir süre önce bu madenler

üzerine gittiğini biliyorsunuz her

halde..."

İlgiyle dinledim. O kadar çarpıcı şeyler anlattı ki, yazmaya

sayfalaryetmez.İddiaların hepsinin belgeli olduğunu söyleyen bu

mühendis,gazete ve televizyon kanallarında hiçbir gazetecinin bu yönde bir

haber yapamadığını ve milletin resmen uyutulduğunu örneklerle anlattı.



Beşir Yılmaz'a son sözüm " Bana anlattıklarınızı Genelkurmay''a

anlatınız mı?"oldu. Aldığım cevap da aynen şöyle.. " Vedat bey her şeyi

belgeleriyle birlikte bir kaç kez askeri büyüklerimize anlattım ama

bugüne kadar bir arpa boyu ilerleme kaydedemedik!"..



Ne diyeyim, bu milleti korumaya yemin etmiş olanlar utansın!..

Son sözüm: "ABve ABD , PKK''yı boşu boşuna

özellikle bu bölgede güçlendirip milletin başına bela etmedi.

Bölgeye gelecek barış ortamı Türkiye''yi ekonomik olarak uçuracak

gelişmelere gebedir!.."

alihoca
09-04-2006, 15:15
Sevgili Ramo Hocam;

Mevcur iktidar ve mensubu olduğu zihniyatın seçimler öncesi dönemde yani muhalefet döneminde, devleti ve mevcut iktidarlara yıkıcı eleştiriler yönelttiği bir çok konu vardır. Hepimizin bildiği ve şahit olduğu bu eleştiriler özellikle medyada ve sanal misyonerler tarafından 'postama gelen bir e mail' notu ile tüm forumlarda boy boy yayınlanmıştır.

Bu eleştirilerin en başında petrol ve madenlerimizin geldiğini hepimiz biliyoruz. Madenlerimizin de en başında da Dünya'da en önemli rezervlere sahip olduğumuz bor konusu gelmektedir.

Seçimler öncesi değişiverdiğini, hatta gelişerek değişiverdiğini deklere ederek, bir merkez partisi adayı olarak, ABD yanlısı bir siyaset izleyeceğini açıklamıştır. İş bu beyan ve açıklamaları ABD ziyaretleri sırasında BBC gibi DÜnya medyaları önünde tekrarlayarak, ABD Başkanından dahi icazet almayı da başarabilmiştir. Tabii bu arada kendisine ve Ülkemize biçilen 'Ilımlı İslam' modeline de sımsıkı sarılmayı ihmal etmemiştir.

Ne varki, Başkan Busch ve Ekibini ikna etmeyi başaran Hükümetimiz Dünyada gelişen olaylar karşısında ABD karşıtı politikalar izleyerek, gelişmek bir yana değişmediğini adeta sergilemiştir diyebiliriz.

Bu kısa tespitler sonrasında; 363 Milletvekili gibi ezici bir çoğunlukla iktidar olan mevcut hükümetimiz, Ülkemizi Öncelikle İslam Alemininin liderlliğine oturtacak, sonrasında tüm dünyada vazgeçilmez bir güç konumuna yükseltecek olan, petrol ve bor başta olmak üzere madenlerimizi çıkartmayı ve kullanmayı NEDEN seçmemiştir?

Vazgeçilemez enerji kaynağı olan petrol ve bor madenlerine sahip olmanın ne büyük bir silah olduğunu, Hükümetimizin bilmediğini iddia etmek sanırım zordur. Türban gibi ezeli ama eski silahına bile bugünlerde muhtaç hale gelip, yer yer kullanmaya başladığını gözlemlediğimiz Hükümetimizin yerden yüzmetre fışkıracak bir petrolü ve Dünyayı kendimize muhtaç bırakacak bor madenlerini NEDEN kullanmasın ki?

Ayrıca enerji için çıkan savaşları yakından yaşadığımız bir dönemde ABD'nin çoğunluğunu kullanmamayı seçtiği Ulusal Petrol Rezervleri haricinde, Rusya Egemenliği atındaki Orta Asya Petrollerini bile ABD'li Petrol şirketleri aracılığı ile çıkaran, Ülkemize döşenen boru hatları ile bunları Dünya'ya satan bir ABD, neden Türk Petrollerini çıkarmasın ki?

Azarbeycan petrole sahip olmasına rağmen, çıkan petrolün satışından ancak yüzde otuz, kırk oranında yararlanabilmektedir. Buradan da anlayacağımız gibi petrol gelirinin yüzde yetmişine yakın bir oranını petrolü çıkaran, başta ABD'li şirketlerin elde ettikleri bir durumda bizdeki petrolü çıkarmayışları pek akla yakın gibi gelmiyor diyebiliriz sanırım.


Bir farklı bakış olarak değerlendirirsen sevineceğim.
Saygılarımla

Ramo
13-04-2006, 23:14
Bir lise öğrencisinin pilsiz ve şarjsız yanmasını sağladığı el feneri, bir sallamayla 10 saat çalışıyor.


Türkiye'de ve dünyada ilk defa seri üretime geçen pilsiz ve şarjsız el fenerinin bir öğrencinin projesi olduğunu vurgulayan satış sorumlusu Metin Yıldız, "Teknik lisede okuyan bir öğrenci, bobin arasından geçen bir mıknatıs sistemiyle elektrik üretmeyi başararak el fenerinde uyguladı. Daha sonra bu projeyi İstanbul Elektrik Firması'na gönderdi. Burada arkadaşlarımızın yaptığı çalışmalar sonucu da olumlu çıktı. Pil ve şarj cihazı kullanamaya gerek kalmadan hazırlanan sistemde, sadece bir kez sallamak yeterli oluyor. Bir kez salladığınız el fenerinin elektrik enerjisi yaklaşık 10 saat gidiyor" dedi.


Almanya'da katıldıkları bir fuarda bu ürünü gösterdiklerini belirten Yıldız, "Almanlar hayretler içinde kaldı ve bizden talepleri oldu. Bunu yapan bir lise öğrencisi, yani bir Türk'ün başarısıdır. Şimdi İstanbul Elektrik Firması tarafından seri üretime geçen bu el feneri ileriki dönemlerde maden ocaklarında kullanılan kasklara da monte edilecek. Bu sistem sayesinde pillerden oluşan çevre kirliliği ortadan kalkıyor. En iyisi ise aldığınız el fenerini ömürlük kullanabiliyorsunuz" şeklinde konuştu.

Bir dönemlerin köy enstütüleri gibi malesef cumhuriyetin sanayi devrimi ruhunu taze tutan bu okullarımızda yatırımsızlıktan ve ilgisizlikten can çekişmekte.
Zaman zaman böyle güzel başarılı çalışmalar çıksada artık.Eğitim ve teknoloji olarak bir terkedilmişliği yaşamakta.
Oysa bir gelişmiş ülkede en çok üzerinde durulan,çok önem verilen okullar bunlar.İtalya dada gördükki 24 saat vatandaşın yaşlısı genci hizmetindeler.Sertifikasyon programlardan tutub akademik programlara kadar giden bir eğitim tarzında çalışıyorlar.Bulundukları bölgenin ekonomik yapısı ile ilişkilendirilmişler ve bu konuda yapıacak her türlü planlamada görev alıyor.söz alıyorlar.Meslek odaları ile çalışmaları inanılmaz. sanki ortak hareket ediyorlar.
Bir meslek lisesi öğretmeni olarak inanın kıskandım onları.
-Biz ise sanayimize tek yetişmiş elaman yetiştiren bu kanalları tıkadık.Köy enstütüleri gibi onuda siyasi bir inatlaşmaya kurban verdik.Üretmeyen bir toplum olarak çok büyük sıkıntılarını çekeceğimiz günler uzak durmuyor.Bir beyaz atlı prensin gelip,kötü cadıların eline düşen eğitimimizi kurtarmasını bekler olduk...

buena vista
16-04-2006, 09:56
http://www.milliyet.com.tr/2006/04/16/pazar/axpaz01.html

buena vista
16-04-2006, 10:58
Bekir COŞKUN bcoskun@hurriyet.com.tr



BAŞKOMİSER, memurları toplayıp gerekli talimatı verdi:

"Arkadaşlar... Polis teşkilatı memleketin huzur ve asayişini teminle mükelleftir. Şüpheli varil görüldüğünde derhal işlem yapılacak. Sayın Valimiz Muammer Bey ve Sayın Emniyet Müdürümüz Celalettin Bey’in emirleriyle bir varil görüldüğünde..."

Polisler sordular:

"Yakaladığımızda karakola mı celp edelim amirim?.."

"Kimi?.."

"Varili..."

"Eee tabii..."

"Ya kaçarsa?.."

"Varil kaçar mı ulan?.."

"Bu kadar gizli işi tek başına becerdiğine göre demek ki ne variller vardır..."

"O zaman önce ayağına ateş edilecek..."

"Varilin?.."

"Eeee tabiii... Kaçtığına göre demek ki ayağı var..."

*

Vatandaşlar da "Burada bir varil var, öyle karşıda duruyor" ihbarlarıyla katkıda bulundular.

Polis o varillere de el koydu.

Çarşı esnafı ise "Bizim çöp bidonumuzu kim almışsa, onun..." şeklinde açıklama yaptı.

*

Çevre Bakanı da her varil bulunduğunda koştu. Medya da koştuğu için bakan varillerin başında özlü konuşmalar yaptı:

"Bu varil..."

Çevre Bakanı olarak atık varilleri yeni gördüğünden aklına kuş gribi konuşması geldi. Varillerin uçamamasına canı sıkıldı, yeniden aldı:

"Bu varil..."

Sonunda yakaladı:

"Bu varil, gördüğünüz gibi tehlikeli duruyor..."

Herkes dönüp varile baktı.

O ise aklına Çanakkale Harbi’ni getirip, heyecanlanarak adeta haykırdı:

"Arkadaşlar....."

Uyuklamakta olan Vali ile Emniyet Müdürü, bu sese "Buyrun beyefendi..." diye koştular.

*

Ve kazdıkça yeni yeni variller çıkıyor.

Kazdıkça toprağın altına gömülmüş, tehlikeli, atık, çürümüş biz çıkıyoruz.

buena vista
17-04-2006, 12:04
Gregoryen Takvimi’nin 101. günü olan 11 Nisan, Parkinson hastalığını bulan İngiliz doktor James Parkinson’un doğum günü. Bunun içindir ki, 11 Nisan "Dünya Parkinson Günü" olarak ilan edilmiş.

Sevgili Durul Gence aklıma geldi, birkaç yıldır başı Parkinson’la dertte. Telefon ettim "Ne haber, Melda nasıl, sevgili kızın Elvin nasıl" diye. "Herkes bomba gibi, ben de bomba gibiyim" deyip bastı kahkahayı. "Çıkar ağzından şu baklayı" dedim. "Tam üzerine bastın, sağlığımın sırrını taze baklada buldum. Beni bakla ayağa kaldırdı, inanmazsan gel de gör" dedi. Ver elini Ankara, Gazi Osman Paşa Kırlangıç Sokak’taki 5 No’lu tripleks villa. Eskiden kapıda "Gence Çocuk Yuvası" yazardı. Şimdi bir de "Durul Gence Sanat Kursları" tabelası asılmış. Müzikten resme, klasik baleden Latin danslarına, pilatesten aerobiğe, yogaya kadar ne istersen var. "Ritim Atölyesi" yazılı kapıyı açtım, Durul baterisinin başındaydı. Kucaklaştık, bir daha kucaklaştık. Hey gidi Durul Gence hey... Gözün kör olsun Parkinson, e mi?..

Durul’la Sheraton Ankara Oteli’nin "Brasserie One" restoranına gittik. Yürürken ayakları sürüyor, sol kolu titriyordu. Durul, kendine çorba, yeşil salata ve yoğurtsuz zeytinyağlı bakla söyledi. İyice duygusal olmuştu, eski günleri anarken hemen gözleri sulanıyordu. İki saat sonra yemekten kalktığımızda bir mucizeye gözlerimle tanık oldum. Aynı Durul keklik gibi sekiyordu, titremelerden eser yoktu.

- Şaşırma Yenerciğim, sakin ol. Parkinson teşhisi konulduğunda hayatım altüst oldu, neredeyse depresyona girecektim. Ama, zaman geçtikçe onunla yaşamayı, savaşmayı öğrendim. Bir dostumuzun tavsiyesiyle taze baklayı keşfettim ve hayatım değişti. Beni kollarımdan çeken sırtımdaki maymun, taze bakla yedikten sonra kayboluyor. Kuru bakla ve favanın hiçbir faydası yok, illa tazesi olacak. Melda ve evimizdeki bakıcı kadın her gün benim için zeytinyağlı taze bakla pişiriyor. Zeytinyağlı taze baklayı üzerine yoğurt koymadan yedikten 2 saat sonra bütün titremeler, kasıntılar kayboluyor. Yaklaşık 4 saat huzur içindeyim, keklik gibi sekiyorum, kızımla dans ediyorum. Taze bakla, bana Parkinson olduğumu unutturacak kadar iyi geliyor, o gece çok iyi uyuyorum. Bir de bakla çayı varmış, onu da bulup denemek istiyorum.

- Temel Reis ıspanak yedikten sonra ne hale geliyorsa, ben de öyle oluyorum. Sen de kendi gözlerinle şahit oldun, şaşkınlıktan dilini yutacaktın. Melda bütün bunları her gün gözleriyle gördüğü halde, hálá bana inanamıyor, bilimsel açıklama bekliyor. Bu hastalık hayat boyu tedavi ve bakım gerektirdiği için, benim kadar sevgili eşim Melda ile biricik kızım Elvin’in psikolojilerini de olumsuz etkileyebilirdi. Ama hem onlar, hem de bütün yakınlarım benim en büyük desteğim oldu. Hareketlerim biraz yavaş ama, şimdilik kendi işimi kendim yapabiliyorum. Bateri ve öteki ritim aletlerini çalarken biraz ağrım oluyor ama, yine de çalabiliyorum. Ailemin yardımı ve kendime olan güvenle, Parkinson’un üstesinden geleceğime inanıyorum. İlaçlarımı muntazaman kullanıyorum, fizik tedavimi de eksik etmiyorum.

Temel Reis gibiyim

Türk pop müziğinin ünlü bateristi Durul Gence, eşi Melda Hanım’ın pişirdiği zeytinyağlı baklayı yoğurtsuz yediği zaman Parkinson hastalığıyla ilgili sorunlarının 4-5 saat süreyle yok olduğunu söylüyor. Durul Gence, Yener Süsoy’a "Temel Reis’in ıspanağı varsa, benim de baklam var. Ama taze olacak. Kurusu ve favası işe yaramıyor" diye konuştu. (Fotoğraflar: Sinan ÖZBALKAN )

Günde 250 gram bakla iyi gelir

Parkinson Hastalığı Derneği Başkanı Prof. Dr. Önder Akyürekli, 1942 İzmir doğumlu. 1977’de Türkiye’nin ilk "Nöroloji Yoğun Bakım Ünitesi"ni Ege Üniversitesi’nde kurdu. 24 yıldır Parkinson ve Hareket Bozuklukları ve Nörootoloji-Nörooftalmoloji Ünitesi’nin yönetimini sürdürüyor. Hocam, ne diyorsunuz Durul Gence’nin bakla savaşı için?

- Taze bakla, önemli ölçüde "Dopamin"in öncül maddesi olan "L-Dopa" içeriyor. Taze baklanın 40 gramında 135 gram L-Dopa var, çok yüksek. Yoğurtsuz olmak kaydıyla günde 250 gram zeytinyağlı taze bakla yiyen hastanın bozulan hareketleri düzelebiliyor. Ama bakla asla tek başına ilaç değildir, normal Parkinson hastalığı ilaçlarıyla birlikte alınmalıdır. Ayrıca taze baklanın fazla yenmesi, hastalarda istem dışı huzursuz hareketlerin çıkmasına neden olabiliyor. Parkinson hastalarının yiyeceklerinin iyi ayarlanması gerekir. Dopamin ilaçları, aç karnına ve bol su ile alınmalıdır. Proteinli gıdalar ilaçların mideyi terk etmesini geciktirdiği gibi, beyindeki etkileri azalır.

Bu nedenle hasta, proteinli gıdaları akşamları ilaç alımından 1-1,5 saat sonra yemelidir. Geçtiğimiz yıllarda, sigara içenlerin Parkinson’a yakalanma risklerinin, içmeyenlere göre daha düşük olduğu yolunda yayınlar vardı. Sigaradaki nikotinin, beyinde eksilmiş olan Dopamin düzeyini arttırdığı ileri sürülüyordu. Ancak son bilimsel araştırmalar, sanılanın tam tersine sigaranın son derece zararlı olduğunu kanıtladı. Sigaranın sağlık için son derecede zararlı olduğu, birçok ölümcül hastalığa yol açtığı zaten kesin olarak belirlenmiş durumda. Son yıllarda kahve ve yeşil çayın Parkinson’a karşı koruyucu etkisinin olabileceğine dair veriler elde edildi ama, henüz kesin değil.

Ölümcül bir hastalık değil

- Parkinson hastalığı, beyinde hareketlerle ilgili hücrelerin hızlı yaşlanmasıdır. Hayatı etkilediği halde, yaşamı tehdit etmez, ölümcül değildir. Parkinson, beyinde "Dopamin" adlı maddenin yapıldığı sinir hücrelerinin kaybı ya da dejenerasyonu sonucu ortaya çıkar. Eksilen Dopamin’i yerine koymak için ağızdan veya damardan verildiğinde bariyerleri aşıp beyne geçemiyor. Onun yerine, engeli aşan ön maddesi L-Dopa verilir. Hastalık genellikle çok sinsi ve yavaş biçimde başlar. Hastalar çoğu zaman hastalığın başlangıç tarihini kesin olarak söyleyemez. Çoğunda ilk belirti, bir el veya el parmağında titremedir. Kimi hastada ilk belirti yazı yazarken harflerde küçülme veya yüzde donuk ifadedir. İstirahat halinde görülen "tremor" yani titreme, saniyede 3-7 vuruşludur. Her titreme de Parkinson hastalığı anlamına gelmez. Parkinson’un nedeni kesin bilinmemekle birlikte, yüzde 5 kadar genetik yönü vardır. Hareket bozukluklarının belirmesinden 3-4 yıl önce çoğu hastada koku hissi kaybolur. Bazılarında ise yıllar önce uykunun rüya dönemlerinde huzursuzluk, bağırıp çağırma, yanındaki eşine vurma, yataktan düşmeler olur.

Tenise, futbola devam

- Parkinson hastalarında tıbbi tedavinin yanı sıra, fizik tedavi, beden eğitimi de çok önemlidir. Fiziksel olarak zinde olan hastaların uzun hastalık seyriyle daha iyi başa çıktıkları bilinen bir gerçektir. Hastalar normal hareket açıklığına kavuşmak amacıyla, tüm eklem ve kaslarını her gün kısa sürelerle çalıştırmalıdırlar. Bu çalışmaların hastayı aşırı derecede yoracak kadar ağır olması ya da uzun sürmesi şart değildir. İsterse, sabit duran bisiklet ya da kürek çekme aletlerinden yararlanabilir. Eskiden beri yapmaktan hoşlandığı tenis, futbol gibi faaliyetleri varsa, bunları sürdürmelidir. Çünkü, bu tür sporlarda öğrenilmiş hareketler, içgüdüsel olarak yapılan hareketlere oranla Parkinson’dan daha az etkilenir. (Hürriyet)

YENER SÜSOY

bikmisbroker
17-04-2006, 18:20
Vaktiniz olduðunda ve de sesli olarak mutlaka izleyin......


> BU SITEDE TURKCE OLARAK IYI BI SEKILDE ANLATILMIS.
> BAKMANIZI SIDDETLE TAVSIYE EDIYORUM...

>
>

> http://freehost16.websamba.com/pentagonym/pentagon.htm

Ramo
17-04-2006, 20:38
İslamabad terzisinin bilinmezleri


Pakistan'ın atom bombasının babası Abdul Kadir Han, dünyanın en büyük nükleer kaçakçısı. Han İran'a atom bombası sırlarını satınca, ülkeyi ABD'nin hedefi yaptı. İşte Han'ın benzersiz hayat öyküsü...
İslamabad terzisi

Pakistan'ın atom bombasının babası ve dünyanın gelmiş geçmiş en büyük nükleer tüccarı Abdul Kadir Han'ın yanında James Bond çırak kalır Kuzey Kore atom bombalarını büyük ölçüde ona borçlu. İran'ı nükleer güç yapan da o. Tam Libya'yı da kulübe sokuyordu ki bir 'aksilik' tüm planlarını alt-üst etti

Önümüzdeki haftaların birinde portresini çizeceğimiz, romanları insanda Pireneler'e yaslanmış bağların konyağı kadar gizemli tatlar bırakan John Le Carre neden ona el atmadı; hala cevabını bulamadık. Oysa gizli servislerin en yetenekli ajanlarına taş çıkartan maceraları ve on milyonlarca dolarlık servet edinmesini sağlayan entrikalarıyla, kesinlikle bestseller olacak bir roman malzemesi o. Abdul Kadir Han'dan söz ediyoruz. Pakistan'ın nükleer bombasının babası. Dünyanın en büyük nükleer kaçakçısı. İran'a atom bombası sırlarını satan ve şimdi ABD'nin hedefi durumuna getiren tüccar bilim adamı. (Rastlantıya bakın; "Time" dergisi durdu durdu, haftalarca araştırıp yaşam öyküsünü ezberlediğimiz adamı, tam da bu satırları kaleme aldığımız sırada kapak konusu yaptı...) Dominique Lapierre-Larry Collins ikilisinin ("Paris Yanıyor mu", "Yasımı Tutacaksın", "Ey Kudüs" ve son olarak 11 Eylül saldırılarını konu alan "New York Yanıyor mu" belgesel romanlarını yazanlar) insanın soluğunu kesen "Bu Gece Özgürlük" kitabını okuyanlar ya da onun beyaz perdeye uyarlamasını izleyenler hatırlayacak. Aynı şekilde, silahsız direnişin mucidi Mahatma Gandhi'nin hayatını konu alan filmi seyretmiş olanlar da (Richard Attenborough yönetmiş, Gandhi'yi Ben Kingsley oynamıştı. Baş kadın oyuncu da gençliğimde düşlerimin kahramanı ya da ilahesi Candice Bergen'di. Laf aramızda, sonra "On" filmiyle Bo Derek alacaktı onun yerini. Hani, Maurice Ravel'in Bolero'sunun eşliğinde sevişen "femme fatale." Neyse- Deriiiin bir iç çekmeyle ve hüzünlendiren "Galiba yaşlanıyoruz" itirafıyla geçiştirelim. Gandhi filmi, 1983'te 8 dalda Oscar ödülü almıştı.)

ÇOCUK GÖZÜYLE GÖÇ
Hindistan'ın İngiltere'den bağımsızlığını söke söke kopardığı ama din savaşıyla bölündüğü, Muhammed Ali Cinnah liderliğindeki Müslümanlar'ın Pakistan adıyla ayrı devlet kurduğu 1947'nin o kaos günlerinde, Bhopal'de 11 yaşındaki bir çocuk, çevresinde olup biteni dehşetle izliyordu. Hindular'ın katliamından kaçmaya çalışan binlerce Müslüman, can havliyle garı doldurmuştu. Vagonlardan yayılan çürümüş ceset kokusu tüm kente çökmüştü. 5 yıl sonra yollara düşme sırası onlara geldi. Rajastan çölünü kateden trenle Pakistan'a giderken, bir Hintli sınır muhafızı cebindeki dolmakalemi çekip aldı. Birkaç damla gözyaşı süzüldü yanaklarından. O dolmakalem, Hindistan'da kalan ağabeyinin armağanıydı. Pakistan'a varınca, milyonlarca mülteci gibi başlarını sokacak ev derdine düşen Han ailesini rüzgar Karaçi'ye sürükledi. Dış mahallelerden birinde derme çatma bir eve yerleştiler. Abdul Kadir Han, "üstün zekalı" denecek kadar yetenekliydi. 1960'da devlet onu burslu olarak Batı Berlin'e gönderdi. (Gel de yine anma John Le Carre'yi; Han gittiğinde Berlin Duvarı henüz inşa edilmemişti ama kent ajan kaynıyordu. Han nükleer bilgilerini uluslararası pazarda satışa çıkaracağı yıllarda gizliliği koruma önlemlerini tasarlarken, 1960'ların Berlin gözlemleri çok işine yarayacaktı. ) Batı Berlin'den sonraki durağı Hollanda'nın Delft Üniversitesi oldu, ardından da Belçika'daki Louvain Üniversitesi. Sonunda metalurji mühendisi diplomasını cebine koydu. Kusursuz Almanca ve Flamanca da öğrenmişti.

Abdul Kadir Han her şeyini çok basit görünen bir makineye borçlu. Tamburu ses hızıyla dönen 2 metrelik çamaşır makinesi düşünün. İçine uranyum heksaflüorür koyun. Biraz bekleyin. Sonra makinenin üstünde biriken parçacıkları toplayın. Bunu aynı tip binlerce makineyle binlerce kez tekrarlayın. Alın size nükleer bomba yapmaya yeterli miktarda zenginleştirilmiş uranyum

Amsterdam'daki Urenco konsorsiyumunun santrfüj araştırmaları yapan laboratuvarında iş buldu. O günlerde tanıştığı, Hollanda kökenli bir Güney Afrikalı kıza, yani bir "Boers"e vuruldu. Evlendiler. 18 Mayıs 1974'te sadece onun değil tüm Pakistan'ın hayatını değiştirecek haber geldiğinde, Urenco'nun laboratuvarında 2 yılını doldurmuş ve çevresine güven vermişti. O gün Pakistan'ın can ve kan düşmanı Hindistan ilk atom bombası denemesini başarıyla gerçekleştirdiğini dünyaya duyurdu. İslamabad'da kıyamet koptu. Başbakan Zülfikar Ali Butto'nun konuşmasını tüm Pakistanlılar şimdi bile ezbere tekrarlıyorlar: "Gerekirse kuru ot yiyeceğiz, gerekirse ondan bile vazgeçeceğiz ama mutlaka nükleer bombaya kavuşacağız." Butto'nun dramatik konuşması Han'ın yurtseverlik duygularını şaha kaldırdı. Çocukluğunda ailesiyle birlikte Hindistan'dan Pakistan'a göç ederken, bir sınır muhafızının ağabeyinin anısı dolmakaleme el koymasını anımsadı ve hıncı daha da bilendi. Hemen Başbakan'a mektup yazıp yaptığı işi anlattı, "Emrinizdeyim" sözcüğüyle noktayı koydu. Butto'nun cevabı "Acele gel" oldu. Ve Urenco'nun mühendisi birden ortadan kayboldu. Birkaç ay sonra İslamabad'da ortaya çıktığında, koltuğunun altında çalıştığı laboratuvarda geliştirilen santrfüjlerlerin planları vardı. Sonsuz yetki verildi. Sınırsız bütçe de. Hemen -onun adını taşıyan- bir laboratuvar kuruldu: "Khan Research Laboratory." Tek görevi vardı; binlerce ama binlerce santrfüj üretmek. Sonra Han'ın James Bond'a nal toplatacak günleri başladı. Gerekli parçaları nerelerden bulacağını biliyordu. Urenco'ya malzeme veren şirketlerin listesini de çalmıştı. Güvenlik nedeniyle sürekli gözaltında tutulan o şirketlerle temasa geçebilmek için eski iş ve okul arkadaşlarının yardımıyla bir dizi paravan şirket kurdu. Birkaç yıl sonra o arkadaşlarını, İsviçreli Friedrich Tinner'i, Hollandalı Henk Slobos'u, İngiliz Peter Griffin'i paraya boğacaktı. Şirketler ihtiyaç duyulan "hassas" parçaları fiyatına bakmadan topluyordu. Ama almak yetmiyordu, Pakistan'a ulaştırmak da gerekiyordu. Küresel rüşvet ağı oluşturdular: Armatörleri, gümrükçüleri, bürokratları, yollarına taş koyabilecek herkesi satın aldılar. 10 yıl sonra 1984'te ilk uranyum zenginleştirme fabrikasının kurdelasını keserken hayatının en mutlu, en gururlu ve de en onurlu gününü yaşıyordu. Pakistan'ın Muhammet Ali Cinnah'tan sonra en büyük kahramanı olmuştu. Sadece okullara, caddelere değil, futbol kulüplerine bile adı veriliyordu. Tüm kentleri dev posterleri süslüyor, evlere, işyerlerine, devlet dairelerine, hatta otomobillere fotoğrafları asılıyordu. O günleri müthiş bir keyifle şöyle özetleyecekti: "Batı'nın süper güçleri, Pakistan gibi yoksul ve geri bir ülkenin, uranyum zenginleştirme tekellerini delik deşik edeceğini akıllarından geçiremezlerdi." Han paha biçilmez bilgisini daha sonra dünya pazarındaki ama özellikle ve de öncelikle İslam coğrafyasındaki potansiyel alıcıların hizmetine sundu. Elbette, zengin olma hırsının bu kararında etkisi vardı ama tek neden değildi; siyasal görüşleri ve inancının da hayli önemli payı bulunuyordu. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'nın Mısırlı Başkanı Muhammed El Baradey ilerde onu şöyle anlatacaktı: "Han sadece para için çalışmıyordu. Onun için ideoloji de önemliydi. Hatta paradan bile önemli ve öncelikli."

Han servetinin kaynağını şöyle anlatıyordu: "Ne yoluma çıkan bir kahvede çay içmeye kalktığımda, ne arabam bozulduğunda tamircide, hatta ne de çocuklarım için uçak bileti almaya kalktığımda, elimi cebime atıyorum. Herkes 'Hediyemiz olsun' diyor. Pakistanlılar böyle işte. Allah onlardan razı olsun."

Doğruydu. Pakistanlılar'ın "Yarı ilah" mertebesine yükselttikleri adam, iyi tanıdığı Batı'dan nefret ediyordu. Şöyle diyordu: "Tüm Batı ülkeleri sadece Pakistan'ın değil, İslam'ın da düşmanıdır." Ve ekliyordu: "Bir İslam ülkesinin atom bombasına sahip olmasına yardım etmek asla suç değildir!" Bilin bakalım ilk müşterisi kim oldu? Elbette İran. Yıl: 1987. İran'ın o sıralar askeri nükleer programı çıkmaz sokaktaydı. Bir türlü uranyumu zenginleştiremiyordu.

İRAN'A İLK SİFTAH
Han ilk temastan sonra Tahran'a gitti ve "P-1" santrfüjünün planlarını verdi. İlkel modeldi bu. İranlılar çalıştıramadı. Han daha sonra iki konteynerle 500 santrfüj yapmaya ve küçük de olsa bir nükleer tesis kurmaya yetecek parça gönderdi. Karşılığında da nakit olarak 3 milyon dolar aldı. İki valiz dolusu "Yeşil", Dubai'de elden teslim edildi. Bu siftahtan sonra Dubai'yi kurduğu "Scomi Precision Engineering" adlı şirketin operasyon merkezi yaptı. Başına da oğlu gibi sevdiği bir Sri Lankalı getirdi: Buhari Seyyid Abu Tahir. 34 yaşındaki kara kuru genci "Bana ulaşmak isterseniz onunla temasa geçmeniz yeterli" güvencesiyle tüm "müşterileri"yle tanıştırdı. Sonra 1990 Ekim'inde ikinci müşteri göründü: Saddam Hüseyin. Irak o sıralar Kuveyt'i işgal etmişti ve ABD "Ya çık ya çıkarırım" diye tehdit ediyordu. Yine İslam dayanışması dürtüleriyle Han ona santrfüj ve atom bombası planları satmayı teklif etti. Ancak Saddam yanıt vermedi. CIA'nın kendisine tuzak kurmuş olmasından kuşkulanmıştı. Han omuz silkip yeni pazarlara yöneldi. Oltaya Kuzey Kore takıldı. Ona önce 1992'de plutonyum fabrikası sattı, ardından santrfüj karşılığı Pakistan'a 20 orta menzilli füze kazandırdı. Kuzey Kore'yi Suriye, Mısır ve Suudi Arabistan'ın izlediği söyleniyor. Ama yalanlıyorlar. Günahları boyunlarına. Ve nihayet Han'ın da sabırsızlıkla beklediği müşteri kapıyı çaldı: Libya. Han'ın adamları ile Libyalılar arasında ilk görüşmeler nerede yapıldı dersiniz? İstanbul'da! Onu Kazablanka ve Dubai'deki buluşmalar izledi. Görüşmelerde Libya heyetine Başbakan Yardımcısı Muhammed Matuk başkanlık ediyor ve Han'ı sınıyordu: Sözüne güvenilebilir mi? Kader ortaklığı yapılabilir mi? Cihazları gerçekten işe yarıyor mu? Han müşterisinin kuşkularını gidermek için 1998 başında 20 tane

Batı istihbarat servisleri henüz kesin kanıt bulamadılar ama Abdul Kadir Han'ın El Kaide'nin çekirdeğinde yer alan "Leşker El- Toyba" örgütünün üyesi olmasından kuşkulanıyorlar. Ve bir cevapsız soru onlara soğuk terler döktürüyor: Han acaba Usame Bin Ladin ya da adamlarıyla bağlantı kurdu mu?

"P-1" santrfüjünü Libya'ya ulaştırdı. Yanında 200 kadar santrfüj üretmeye yetecek malzemeyi de. Bu parçalarla Trablus'un banliyösü Al-Asham'daki uranyum zenginleştirme fabrikası kuruldu. O yılın, 1998'in 28 Mayıs'ında Pakistan ilk nükleer denemesini yapınca, başta Libya olmak üzere tüm müşterilerin Han'la ilgili son kuşkuları da atom bombasının mantar biçimindeki dumanları gibi dağıldı. Kaddafi hemen bin santrfüj birden sipariş etti. Ama gelişmiş modelden, yani P-2 sınıfından olacaktı. Her P-2 santrfüjünde 100 parça olduğu düşünülürse, 1 milyon parça anlamına geliyordu bu! Han siparişi karşılayabilmek ve CIA'nın dikkatini çekmemek için malzemelerin üretimini Avrupa ve Asya'da bir düzine fabrikaya dağıttı. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı raporlarına göre, aralarında epey Türk üretici de vardı! O fabrikalar da hammaddeleri 30 ülkeden sağlıyorlardı. İşin büyüklüğünü düşünün. Libya'ya ilk teslimat 2002 sonunda gerçekleşti. Kaddafi'den bir sipariş daha geldi: Santrfüj yedek parçaları üretecek anahtar teslimi fabrika istiyordu. Hanhem fabrikayı kurmayı, hem de çalıştıracak elemanları yetiştirmeyi taahhüt etti. Bir grup Libyalı staj için Malezya, İspanya ve Güney Afrika'ya gönderildi.

KAÇAKÇILIK FAALİYETLERİ
Kaddafi'nin son derece gizli fabrikasının adı bile konulmuştu: "Shop 1001." Ancak kağıt üstünde kaldı. 4 Ekim 2003'te Alman bandıralı "BBC China" gemisi İtalya'nın Toranto limanına yanaştı. İngiliz MI6 ve CIA'nın talebiyle İtalyanlar gemideki Libya'ya teslim edilecek 5 sandığa el koydular. İçlerinde santrfüj parçaları vardı. Ve Kaddafi 19 Aralık 2003'te dünyayı şaşırtan bir açıklama yaptı: "Libya'nın atom bombası üretmeyi hedefleyen programı vardı ama artık vazgeçiyordu." Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı hemen Trablus'a denetçilerini gönderdi. Onları CIA ve MI6 ajanları izledi. Trablus'a birkaç kilometre uzaklıktaki Canzur kasabasında gizli bir tesiste Libyalılar'la buluştular. Kaddafi'nin adamları iki plastik poşet verdiler. İçlerinde atom bombasının montaj ve kullanım şemaları vardı. Ve de poşetlerin üstünde geldikleri yerin adresi yazılıydı: "Good Looks Tailor, Islamabad." Abdul Kadir Han'ın terzisi! (John Le Carre'nin 'Panama Terzisi' romanı bile bu kadar gerilimli değildi.) Sonra ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Armitage, Pakistan'a gidip Devlet Başkanı -Beşiktaş fanatiği- General Pervez Müşerref'e bir dosya uzattı. Ve 4 Şubat 2004'te Pakistan TV'leri yayınlarını kestiler. Ekranda Abdul Kadir Han belirdi: "Sevgili kardeşlerim. Bu konuşmayı kendi kararım ve özgür irademle yapıyorum ve sizlere en içten pişmanlık duygularımı iletmek istiyorum. Evet, ben nükleer füzelerimizin planlarını yabancı ülkelere sattım. Lütfen beni bağışlayın." Ertesi gün de Müşerref göründü ekranlarda: "Ulusal kahramanımızın bazı hataları oldu. Ama onları kabul ettiğine göre, ben de kendisini affediyorum." ABD de Pakistan ordusunun Usame Bin Ladin'le savaşa daha yoğun ve de daha samimi katkısı karşılığı Han'ı sorgulamaktan vazgeçip dosyasını -şimdilik- kapattı. Nükleer kaçakçılık faaliyetlerinden kimbilir kaç on milyon dolarlık nakit paranın yanı sıra Pakistan'da 6 villa ve bir düzine restoran, İran'da Hazar kıyısında muhteşem ev, Londra'da malikane, Fransa ve İsviçre'de şatolar, Güney Afrika'da uçsuz bucaksız arazi, Dubai'de gökdelen, Mali'de 5 yıldızlı otel sahibi olan Han bir yıldır evinde göz hapsinde. Ve sırça köşkünde volta atarken her gün en az 10 kez aynı cümleyi tekrarlayor: "O Hintli sınır muhafızı ağabeyimin armağanı dolma kalemimi almayacaktı..."

Ömmes
17-04-2006, 21:07
Sen önce kendini kurtar!


Birisiyle tanışıyorsun; daha ismini bile tam öğrenmeden seni çözmeye kalkıyor: "Dur, sakın söyleme: Akrepsin değil mi?" Tabii, kişiliğimi bir dakikada analiz edebildin; çünkü ben, tek hücreli canlılar kadar basit bir yapıya sahibim. Bak, bu da hücre çekirdeğim.

Hadi var sayalım teorin doğru; doğduğum gün, gökyüzündeki bazı yıldızlardan gerçekten de etkilendim. Ama ben, kişiliğimin geri kalan yönlerini de yılın diğer dönemlerinde, yani gökyüzünde başka yıldızlar varken edindim. Buna ne diyeceksin?

Astroloji gibi klasiklerle uğraştığım yetmezmiş gibi, şimdi de yeni moda felsefeler ve inançlar arasında sıkışıp kaldım. Nereye dönsem karşıma ya bir Reiki ya da bir Feng Shui çıkıyor.

Hayret! Bazıları kendilerini yeni bir inanca ne kadar da kolay kaptırıveriyorlar. Birisinden bir şeyler duyuyorlar veya bir kitap okuyorlar, bütün düşünceleri ve davranışları değişiyor.

Yeni moda inançlar, genellikle, o paketleri hatmetmiş bir takım felsefe kuyumcuları tarafından pazarlanıyor. Bu kişiler, ne hikmetse, bütün mesailerini insanları aydınlatmaya ve ruhlarını huzura kavuşturmaya adamışlar.

Önce, usul usul yaklaşıp, sizi yokluyorlar; felsefelerinden tatlı bir doz verip, yiyor musunuz diye bakıyorlar. Eğer olumlu tepki verirseniz; o masum paketlerden, ne kadar aşırı uçların çıkabildiğine şahit oluyorsunuz.

Yok, mızıkçılık edip söylenenleri tartışmaya başlarsanız, kapı suratınıza kapanıyor: "Eğer böyle konuşuyorsan, henüz hazır değilsin demektir..."

Neye hazır değilim yahu? Hakkında düşünmeden, bilimselliğini sorgulamadan ve sağduyuma danışmadan, aklımı bir felsefeye emanet etmeye mi? O halde haklısın; gerçekten buna hiç hazır değilim.

Zaten iç huzur ve aydınlanma, onların anlattığı kadar ucuza elde edilebiliyorsa söyleyin, ben bütün dükkânı satın alayım!

Süslü ambalajlarını bir yana bırakıp incelediğinizde; moda inançların, öyle ahım şahım mesajlar içermediklerini, hatta herkes tarafından bilinen temel doğruları yeniden ısıtıp önümüze koyduklarını görüyorsunuz.

Aslında, farklı felsefelerle ilgili kitaplar okumanın ve onlardan ilham almanın kimseye zararı yok. Ama iş, dini ayinleri andıran toplantılara katılmaya ve kendi vücut sıvını içerek sağlığa kavuşmak gibi abuk sabuk uygulamalara gelince, oyunun adı değişiyor. O noktadan sonra aydınlanma yolculuğu bitiyor, inanç turizmi başlıyor.

Bana sorarsanız; o eşik geçildikten sonra yapılmaya çalışılanlar, eski dinlerin, binyıllardır uyguladıkları misyonerlik faaliyetlerinden çok da farklı değil.

Gelin, size böyle bir misyonerlik hikâyesi anlatayım: Eskimoları Hıristiyan yapmak isteyen rahipler, ciddi bir sorunla karşılaşmışlar. İncil'e göre; Hıristiyan olmanın ilk koşulu, kişinin kendisini günahkâr olarak görmesidir. Oysa Eskimolar, mutlu insanların oluşturduğu huzurlu bir toplulukmuş. Günah ve din gibi kavramları da bilmiyorlarmış.

O nedenle misyonerler; Eskimolara önce günahı ve sevabı öğretmişler. Sonra da günahlarından kurtulmak için Hıristiyanlığı kabul etmelerinin şart olduğunu anlatmışlar.

Böylece Eskimo, mutluluğa ulaşmak için önce mutsuz olması gerektiğini kavramış.

Fıkra bu ya; Kuzey Kutbu'nda misyoner rahiple Eskimo sohbet ediyorlar. Eskimo sormuş:

- Eğer benim Tanrı'dan ve kutsal kitaptan haberim olmasaydı, günahkâr olur muydum, cehenneme gider miydim?

- Hayır, bilmeseydin gitmezdin.

- Peki, o zaman neden bana söyledin?...

Yanlarında olsaydım, misyonerin söyleyemediklerini Eskimo kardeşimin kulağına ben fısıldardım: "Çünkü onun asıl niyeti ruhunu kurtarmak veya seni günahlarından arındırmak değil, masum bir inancı kendi çıkarı için kullanıp otoritesini yaymak. Mümkünse, sırtından para kazanmak."

İster eski bir din olsun, isterse de yeni moda bir akım; bence, herkes inancını birey olarak yaşamalı ve inancının gereklerini önce kendi hayatına uygulamalı.

Bunu yapmadan, başkalarının hayatlarını yönlendirmek isteyenlere ise söylenecek tek bir şey kalıyor:

"Sen önce kendini kurtar. Merak etme; biz başımızın çaresine bakarız."

Hakan Yaman

Ramo
18-04-2006, 14:55
Hikaye bu ya;

Vaktiyle Ege`nin bir yöresinde tüm çevreyi titreten, astığı astık, kestiği
kestik bir efe varmış. Boylu, poslu ve çok da yakışıklıymış ama hiçbir kıza
gönül vermediği gibi kızlara bağlanırım diye mümkün mertebe soygunlar
dışında
köylerden de uzak durmaya çalışıyormuş.

Gel zaman git zaman, bizim efe şeytana uymuş ve gece şehre yalnız inmiş.
Şehrin
ileri gelen zenginlerinden bir Rum, efe` yi korkudan evinde ağırlamış..
Zengin
Rum`un güzel ve işveli kızını gören bizim efe de kıza deli gibi tutulmuş.

Sabah dağa dönen efenin günleri, artık hep kızı hayal etmekle geçiyormuş.
Adamları ile eskisi kadar ilgilenmediği gibi artık soygunlara da pek iştahlı
katılmaz olmuş. Dağda otoritesinin azalacağından korkan efe, kızı babasından
istemeye karar vermiş. Öyle ya; Kızın babası zengin.. Evlenip şehre
yerleşirse
hayatı da
kurtulacak ve dağda ihtiyarlamak zorunda kalmayacak.

Kızı babasından ister ama kız, ailenin tek kızıdır ve babasının şartları
vardır.
Kızın babası "İlk şartım; Madem benim damadım olacaksın. O zaman bizim gibi
kültürlü, medeni olmalısın. Önce bıyıklarını keseceksin ve dağda bir ay öyle
Efelik yapacaksın. Sonra diğer iki şartımı da yerine getirirsen kız senin!"
diye
şart koşar. Bizim efe celallenir "Bıyıksız efe mi olur lan?!" diye bağırır,
kızar ama adam Nuh der peygamber demez. Kaçıracak ama kız da babasının
sözünden
çıkmamaktadır. Efe ne yapsın? Tek çare babayı memnun etmekten geçiyor.

Güç de olsa bıyıkları keser. Ama bu kez dağda otoritesi sarsılmaya başlar..
Adamları " Efem bu ne iştir?" derler. Efe de bir kıza tutulduğunu ama
babasının
bu şartı öne sürdüğünü söylese de adamları inanmazlar.

Bir ay sonra kızın babasına gider ve ilk şartı
yerine getirdiğini söyler. Kızın
babası, bu kez; " Senin niyetinin ciddi olduğunu anladım. Benim kızım için
çeyiz
dizmek gerek. Dağdaki tüm altınlarını bana getireceksin. Nasıl olsa kızımı
aldığında benim mallarımın tamamı senin olacak." Efe çaresiz dağa çıkar,
adamlarının hisselerine düşen altınları da borç olarak alır. Sözünde
duracağının
nişanesi olarak da tüfeğini arkadaşlarına verir, tabancası ile şehre gelir.
Kızın babasına paranın tamamını verir. Kızın babası da " Nikah yapılmadan
evimde
oturamazsın. Söz yüzüğü takma törenine kadar benim bahçıvanım Yorgo ile
kulübesinde kalırsınız." diyerek efe`yi Yorgo`nun kulübesine gönderir. Yorgo
da
çam yarması gibi bir heriftir ama efe`den çekinir. Yorgo ile efe bir müddet
aynı
kulübede yaşarlar.

Aradan bir süre geçtikten sonra efe kızın babasının karşısına dikilerek; Söz
takma töreninin hala niye
yapılmadığını sorar. Kızın babası da "Yarın bir
ziyafet veriyorum. Şehrin tüm ileri gelenleri katılacaklar. Sen de o
toplantıya
katılacaksın ve herkesin önünde benden kızımı istersin. Ben de herkesin
şahitliğinde kızı sana veririm. Kimse bana kızını korkudan verdi demez." der
ve
efe de kabullenir ama arkadan üçüncü şart gelir; "Sen dağda yaşamaktan insan
içine pek çıkmamışsın. Böyle kaba konuşma ve yürüme ile olmaz. Benim kız
sana
yürümeyi ve kibar konuşmayı öğretsin de; bizi törende mahcup etme!" der.

Efe için son şart çok ağır gelmiştir ama kızı almak için tek yol bu
kalmıştır.
Kızdan vazgeçse dahi, artık dağa da çıkamayacaktır. Dağdakiler, alacaklarını
isteyeceklerdir. Çaresiz, son şartı da kabul eder ve ne kadar ağır gelse de
kızdan yürüme, kibar konuşma derslerini alır..

Akşam konakta büyük bir ziyafet vardır.. Şehrin tüm ileri gelenleri
ile efenin
dağdan gelen arkadaşları toplanmışlardır. Bizim efe de şehirliler gibi
giyinir
ama görünüşü, duruşu, konuşması itibariyle artık eski efe değildir. Yemekte
herkes gözlerine inanamamaktadır. Efe yemek esnasında "Kuşum Aydın " gibi
yürüyerek kızın babasının önüne gelir ve "Ben efe ...... olarak, herkesin
şahitliğinde kızınıza talibim." der.

Kızın babası ise " BENİM İ...NE` YE VERİLECEK KIZIM YOK ! " diye kestirip
atar.

* * *
Galiba AB yolunda Efe(!) gibi olacağız.

* " Terörle mücadele yasasını değiştirin. " dediler. Yasayı değiştirdik,
terörle
mücadele edemez hale geldik. Artık teröristler, İstanbul`da, Mersinde,
İzmir`de
kısacası her yerde yürüyüş yapar hale geldiler. ( Şu anda, ABD de veya AB de
El
kaide yandaşları Usame Bin Ladin resimleri ile gösteri yürüyüşü yapabilir
mi? )
Oysa biz, hala da şehitler veriyoruz.

*
" 48 saatlik gözaltı süreniz uzun kısaltın." dediler. 24 saate düşürdük.
Kendileri ise Londra Metro saldırılarından sonra 28 güne çıkardılar.

* " İfade özgürlüğünü genişletin ." dediler. Atalarımıza sövenleri
yargılayamazken ( O. PAMUK `un davasının hangi kanuna dayanarak düştüğünü
açıklayabilecek hukukçu var mı? ) Kendileri Ermeni soykırımı olmamıştır
diyenleri yargılayabiliyorlar.

* " Dil özgürlüğünü genişletin." dediler. Genişlettik, Kürtçe, Zazaca
kursları
açtık. Kendileri (Hollanda) sokakta başka dillerin konuşulmasını yasaklamaya
çalışıyorlar.

* " Her türlü şartı yerine getirseniz dahi, sizin ülkeniz ve nüfusunuz çok
büyük
olduğundan son kararda AB nin hazmetme kapasitesine (İngilizcesi tam bu
anlamı
vermiyor ama gazetelerde bu şekilde tercüme ediliyor.) göre sizi alıp
almayacağımıza karar vereceğiz." diyorlar. Kahin değilim ama
yaptıkları
çalışmalara göre, Türkiye AB`nin tahmini müzakere süreci sonunda küçülmüş
iki
Devlet veya Federasyon olacaktır. İnanmayan Sayın Osman DİYADİN` in Ben
şehit
miyim, Hain mi?.. adlı kitabını ve bu haftanın (3 Şubat 2006) TEMPO
dergisini
okusun. Adamlar Diyarbakır Kürtlerin başkentidir diyebiliyorlar. Artık
hangisini
hazmedebilirlerse onu alırlar. (Peki bu kadar verdiğimiz sivil - asker
şehitlerimiz mi? diye sormayın nasıl olsa onlar Türk` tü (!) )

* "Güney Kıbrıs Rum Kesimi için; Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanıyın, yoksa
giremezsiniz! " diyorlar. Bizimkiler yakında tanıyacaktırlar. Daha doğrusu
tanımak zorundadırlar. Tanıdığımızda ise; KKTC`den vazgeçtiğimiz gibi,
bağımsız
bir ülkenin toprağını da silah zoru ile 33 sene işgal altında tutmuş
olacağımızdan(!) 33 yıllık işgal tazminatı ödeyeceğiz. (Louzidiu davası
benzeri)
Yetmedi; 1973 Barış
harekatında ölen Rum askerleri için dahi tazminat
ödeyeceğiz. Tüm bu tazminatları ödeyebilmek için herhalde Trakya`yı versek
yine
ödeyemeyiz. (Ya bizim şehitlerimiz? diye sormayın nasıl olsa onlar Türk` tü
(!)
)

* " Ermeni soykırımını biz tanıdık. Siz de tanıyın, yoksa giremezsiniz!"
diyorlar. Haklı olmamız veya bizim insanlarımızın soykırıma uğramış olması
önemli değil. Önemli olan onların tanımış olmaları. Yoksa, "Sizi aramıza
almayız." diyorlar. Diyelim ki tanıdık; bu kez haksız yere katil millet
olarak
damgalanacak ve korkunç tazminatlar ödeyeceğiz. Tazminatların peşinden
toprak
talebi de gelecek. (Ermenilerce şehit edilen atalarımız mı? nasıl olsa onlar
Türk` tü (!) )

* " Azınlıklar ve Din özgürlüğünde adım atmalısınız! " dediler. Henüz biz
adım
atmadan Misyoner radyolarını kurdular (İstanbul`dan dinlenebilen Müjde FM),
her
gün 24
saat Hıristiyanlık propagandası yapılıyor. Aynı derginin (TEMPO) 51.
sayfasında da Watch Tower İncil ve Dua Örgütünün verilerine dayanarak
Türkiye`de
1679 Protestan misyonerin görev yaptığını, 243 kişinin Hıristiyanlaştırılıp
vaftiz edildiği belirtiliyor. Hepimiz bir gecede hıristiyanlaşsak bile bizi
aralarına kabul etmezler.

* " Özelleştirmeleri hızlandırın." dediler. Biz kıçımızdaki donumuzu bile
satmaya kalkışıyoruz.

(Atatürk Samsun`a çıktığında Madenler yabancılarda idi, Şehir hatları
yabancılarda idi, Demiryolları, sanayii yabancılarda idi. (Hatta T. ÖZAKMAN
Şu
Çılgın Türkler kitabında Konya`dan askeri birliği taşıyan trenin
makinistinin
Rum olduğunu, Türklere bu işin öğretilmediğini yazar.)

Artık kesinlikle eminim ki, biz de Efe`nin akıbetine uğrayacağız..


Alıntı Netten yazanın ellerine sağlık.
--

Lider dediğin önde yürüyen değil, yol gösteren olmalıdır.

Sizler, yani yeni Türkiye'nin genç evlatları! Yorulsanız dahi beni takip edeceksiniz... Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler, asla ve asla yorulmazlar. Türk Gençliği gayeye, bizim yüksek idealimize durmadan, yorulmadan yürüyecektir. Mustafa Kemal ATATÜRK

bikmisbroker
19-04-2006, 10:11
FARE ÖYKÜSÜ


Evin minik faresi, duvardaki çatlaktan bakarken çiftçi ve eşinin mutfakta bir paketi açtıklarını gördü. Kendi kendine:
- "İçinde hangi yiyecek var acaba ?" diye düşündü.

Bir süre sonra gördüğü paketin bir fare kapanı olduğunu anladığında yıkılmıştı.
- "Evde bir fare kapanı var!, evde bir fare kapanı var!" diye bağırarak telaşla bahçeye fırladı.

Minik fareyi telaş içinde gören tavuk, umursamaz ve bilgiç bir tavırla başını kaldırdı ve gıdakladı:
- "Zavallı farecik...Bu senin sorunun benim değil. Bana bir zararı olamaz küçücük kapanın" dedi.

Tavuktan destek bulamayan farecik bu sefer telaşla domuzun yanına koştu ve,
- "Evde bir fare kapanı var!, evde bir fare kapanı var!" diye adeta çırpındı. Domuz anlayışla karşıladı ama,

- "Çok üzgünüm fare kardeş ama dua etmekten başka yapacağım bir şey yok. Dualarımda olacağından emin ol" dedi.

Minik fare çaresizlik içinde ineğe döndü ve ,
- "Evde bir fare kapanı var, evde bir fare kapanı var!" dedi.

İnek ;
-"Bak fare kardeş, senin için üzgünüm ama beni ilgilendirmiyor." dedi.

Sonunda farecik, başı önde umutsuz şekilde eve döndü. Çiftçinin fare tuzağı ile bir gün tek başına karşılaşmak zorunda olduğunu anladı.

O gece evin içinde sanki ölüm sessizliği vardı. Minik farecik aç ve susuzdu. Tam yorgunluktan gözleri kapanacaktı ki birden bir ses duyuldu.
Gecenin sessizliğini bölen gürültü, fare kapanından geliyordu.
Çiftçinin karısı, ne yakalandığını görmek için yatağından fırladı ve mutfağa koştu.
Karanlıkta kapana, zehirli bir yılanın kuyruğunun kısıldığını fark edememişti.

Kuyruğu kapana kısılan yılanın canı yanıyordu ve aniden çiftçinin karısını ısırdı.

Çiftçi, karısını apar topar doktora götürdü. Doktor, zehiri temizledi sardı. Çiftçi karısını eve getirdi, yatırdı.
Karısının ateşi yükseldi ve bir türlü düşmüyordu. Kadıncağız ateş ve ter içinde kıvranıp duruyordu.

Böyle durumlarda taze tavuk suyunun gerekli olduğunu herkes bilir, çiftçi de bıçağını alıp bahçeye koştu.

Karısı taze tavuk suyu çorbasını içti, biraz kendine geldi.
Karısının hastalığını duyan komşular ziyarete geldiler.

Onlara ikram etmek için çiftçi domuzunu kesti.

Çiftçinin karısı gittikçe kötüye gidiyordu. Yılan, belli ki çok zehirliydi. Birkaç gün sonra çiftçinin karısı iyileşemedi ve öldü.

Cenazesine çok sayıda kişi gelince hepsine yeterli et sağlamak için çiftçi ineği mezbahaya yolladı.

Fare tüm bu olanları büyük üzüntü ile duvardaki deliğinden izledi.

Birisi, sizi ilgilendirmediğini düşündüğünüz bir tehlike ile karşı karşıya ise hepimizin aynı tehlikede olabileceğini hatırlayalım.

Hepimiz yaşam denilen bu yolculukta yer alıyoruz.
Diğerimiz için bir gözümüzü açık tutmalı ve diğerlerini cesaretlendirmek için çaba harcamalıyız.



--
Asıl önemli olan ve memleketi temelinden yıkan, halkını esir eden, içerideki cephenin suskunluğudur.
Mustafa Kemal Atatürk

Ramo
19-04-2006, 21:21
'Türk ekonomisinin önündeki ANA RİSK, yüksek cari açık'

IMF ve Dünya Bankası'nın hafta sonunda ortaklasa düzenleyeceği yıllık Bahar Toplantıları öncesinde IMF'nin yayımladığı Dünyanın Ekonomik Görünümü raporunda, Türkiye'nin yüksek cari açığı, ekonominin önündeki ana risk olarak gösterildi.

Raporun Türkiye'ye ilişkin verilerinde, büyümenin bu yıl yüzde 6, gelecek yıl da yüzde 5 oranında gerçekleşeceği tahminine yer verildi. Türkiye'de tüketici enflasyonu beklentisi de, bu yıl için yıllık ortalama yüzde 6,5, 2007 için de yüzde 4,4 olarak dile getirildi.

Türkiye'de bu yılki cari açık da, gayri safi yurtiçi hasılanın yüzde 6,5'i olarak tahmin edildi. Bu oranın, gelecek yıl yüzde 6,1'e gerilemesinin beklendiği ifade edildi.

Raporun Türkiye bölümünün girişinde, ''2005'te devam eden olağanüstü büyüme oranının, 2006'da yumuşayarak yüzde 6 olarak gerçekleşmesi bekleniyor. Ekonominin önündeki ana risk, yüksek cari açık'' denildi.

Raporda, beklenenin tersine Türkiye'de büyümenin, giderek artan ölçüde iç talebe ve özellikle yatırıma dayalı geliştiği belirtilirken, dış cari dengenin olumsuz yönde ilerlediği ve buna yüksek petrol fiyatlarının önemli ölçüde etki yaptığı kaydedildi.

Türk Lirası'nın da giderek reel değer kazandığına işaret edilirken, Türkiye'ye artan sermaye girişinin, kısmen ülkede iyileşen temel göstergelerden, kısmen de küresel likidite fazlalığından kaynaklandığı anlatıldı.

Öte yandan, Dünyanın Ekonomik Görünümü raporunun enerji fiyatlarına ilişkin bölümünde yer alan bir tabloda, dünyada en pahalı benzinin Türkiye'de satıldığı ve en fazla akaryakıt vergisinin Türkiye'de alındığı belirtildi.

(19 Nisan 2006 Çarşamba) Net Haber

AnnE
20-04-2006, 14:24
AKŞAM GAZETESİ 16.04.2006
Engin Ardıç
Muestro sinyor el Rey Mustafa



Azınlık yayınları arasında, Yahudi cemaatinin çıkardığı 'Şalom' gazetesi de var, belki duymuşsunuzdur. Bana da gönderiyorlar. Gönderiyorlar, çünkü piyasada bulmak deveye hendek atlatmaktan daha zor.

Bu haftalık gazete Türkçe yayınlanıyor, fakat bazı sayfaları Ladino, yani eski İspanyolca ve İbranice 'kırması' dilde... Yahudi cemaatinin anadili bu, taa 1492 yılında İspanya'dan koparıldıktan, Kral Ferdinand ve Kraliçe Isabella tarafından kovulduktan sonra da ısrarla ve titizlikle koruduğu anadili... Zamanla içine elbette Türkçe kelimeler de girmiş, ortaya 'flor de menekşe', 'kofitikas de pırasa' gibi hoşluklar çıkmış.

Aha size kültür çeşitlemesi, kültür farklılığı... Beş yüz küsur yıldır bu topraklarda bizimle içiçe yaşayan bu insanların alt kimliği bu, üst kimliği de Türklük. Hatta, sapına kadar Osmanlılık. Sizden benden çok daha fazla Osmanlılık.

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı bu insanlar, askere de gidiyorlar vergi de veriyorlar. (Kaçıranını bilemem, ben size her vergi kaçıran bir Yahudi mükellefe karşılık gene vergi kaçıran bin Müslüman mükellef göstereyim!)

Üstelik 1492 yılından beri de İstanbullu bu insanlar, hepimizden daha İstanbullu... Köyden yorganı toplayıp 1992 yılında Harem İskelesi'ne ya da Topkapı Garajlar'a inmiş değiller!

Az buçuk İspanyolca çakıyorum ya, Ladino yazıları kafamı gözümü yara yara okumaya çalışıyorum.

Fakat bu dili Türk alfabesiyle, yani Türkçe okunduğu gibi yazdıkları için önceleri zorlandım, baktım, bu gidişle İspanyolcam bozulacak yahu!

Bunlar meğer modern İspanyolca'da 's' okunan 'z' sesini de bizim gibi çıkarırlarmış, 'h' okunması gereken 'j' harfini de gene 'j' okurlarmış... Buna karşılık, 'paharo' okunan kelimeyi 'paşaro' şeklinde söylüyorlar, ünlü müzik toplulukları Los Paşaros Sefaradis, sefarad kuşları... 'Muher' okunan kelimeyi 'mujer' şeklinde kullanıyorlar, 'muço' yerine 'munço', 'nuestro' yerine 'muestro', 'senyor' yerine 'sinyor' diyorlar İtalyan gibi...

Bir zamanlar İstanbul'da tanıdığım bir İspanyol kızı, 'bir Türk Yahudisi'yle konuşmak, zaman tüneline girip Cervantes'le konuşmak gibi' demişti.

Fakat gene de bir Sefarad ile bir çağdaş İspanyol, bizim Azeri kardeşlerimizle anlaştığımızdan çok daha iyi anlıyor birbirini. İspanyolca (Kastilya lehçesi) beş asırda çok az değişmiş. Örneğin büyük Kastilyalı şair Jorge Manrique taptaze duruyor... No tardes, muerte, que muero... Quiereme pues que te quiero... Ven porque viva contigo... Ven aqui, pues ya que muero... 'Ölüm, geç kalma, gel de öleyim artık, seninle yaşayayım, sev beni çünkü severim seni' diyor adam... 1479 yılında yazmış bunu, Yahudiler henüz oradalar...

Ne güzel bir 'flamenco' türküsü olurdu gitarlı mitarlı, bizim 'cırcırböceği Diego' da ne güzel söylerdi bunu kimbilir?

Bu Şalom Gazetesi'nin ayda bir verdiği bir de eki var, o kafadan Ladino dilinde... 'El Amaneser'... Şafak demek.

Son sayısını karıştırıyordum, irkildim.

Yok canım, korkmayın, 'İran devleti yıkılsın' falan dememişler. Onlarda kebapçı garsonluğundan gelip de cumhurbaşkanı olan yok.

İstanbul'da basılmış eski bir kitaptan sözeden bir yazı... Haham Avram Abenyakar'ın 'Şivhe a'Ari' isimli eseri (ne demekse?)... Sanırım Tevrat'ın 'kabala' yani mistik yorumundan sözediyor... Kapağının 'faksimilesini' de koymuşlar... 'Enprimido en Kostandina' diyor... Hayim Eliya Pardo yayınlamış, 'el ke vende livros en Yeni Han'... Yeni Han'da kitap satan Hayim Efendi...

Kitabın basım tarihi, Musevi takvimine göre 5526, Batı takvimine göre 1765...

Ve kitap kimin devrinde yayınlanmış? 'Debasho el governo de muestro sinyor, el Rey Mustafa'...

Efendimiz, kralımız Mustafa'nın yönetimi altında!...

Sözü edilen Mustafa, padişah Üçüncü Mustafa... Üçüncü Selim'in babası... Birinci Abdülhamid'in ağabeyi...

Osmanlı Türk hükümdarına biat etmiş, ona sığınmış, ona güvenmiş, kendisinden 'efendimiz, kralımız' şeklinde sözetmiş insan, dini ve dili ne olursa olsun, BENİM İNSANIMDIR. İsterse ateşe tapsın, hiç farketmez.

Yahudi cemaatine teşekkür ediyorum, kim olduğumu, nereli olduğumu, nereden geldiğimi bana bir kez daha hatırlattığı için. Fakat hep birlikte nereye gittiğimizi bilemem, çünkü onlar da bilmiyorlar.

Ramo
20-04-2006, 15:52
“Hıçkırık”

Nereden çıktı bu hıçkırık diyeceksiniz. Haklısınız benimde hıçkırık ile ilgili bildiğim “Hıçkırık tuttu beni ağ balık yuttu beni…” den başka bir şey yok. Yok ama Amerikan Büyükelçimiz Nabi Şensoy beyefendiyi fena halde hıçkırık tutmuş.

Dışarıda görevli iken Amerikan menfaatlerini, emekli olunca da Türkiye’de Amerikan menfaatlerini savunma ile sorumlu büyükelçilerimizden hıçkırıktan başka bir şey de beklemiyoruz.

Nabi Şensoy’a göre Amerika ile Türkiye arasındaki sorunlar “hıçkırık” gibiymiş.
Yani Çuval Geçirme Operasyonu hıçkırıkmış.
Tele far’da katledilen Türkmenler Türk değil hıçkırıkmış.
PKK’nın ABD tarafından eğitilmesi ve Türkiye’de istikrarsızlık yaratması hıçkırıkmış.
Amerikanın federasyon dayatmaları hıçkırıkmış.
Amerikanın Ermeni Soykırımı dayatmaları hep hıçkırıkmış.
Kaderimiz bu galiba, kırk yıl yurt dışında sözde Türkiye adına görev yapan bu zatların kimin adına görev yaptıklarını emekli olduktan sora ki TV konuşmalarından anlıyoruz. Hani emekli generaller de bunun tersini yaptıkları için kızıyoruz ya . Onlar da emekli olduktan sonra daha milliyetçi oluyorlar. Hiç olmazsa emekliliklerinde gerçekleri savunuyorlar. Ama bazı büyükelçilerimiz var ki hem görevde iken hem de emekli olduktan sonra hıçkırıyorlar.
Nabi Şensoy beyefendi hıçkırmak ile kalmamış başka daha neler dememiş ki. İngiltere’nin ABD için yaptığı görevleri Türkiye’nin yapabileceğini söylemiş. Bizi Amerikan yalakalık hiyerarşisin de rütbe kazandırmaya çalışıyor. Biz İngiltere’den daha yalaka olabiliriz demeye getiriyor. İngiltere eski başbakanı Margaret Theacer zamanında İngiltere’de “He said, She said”, “He did, she did” sözcükleri ile yapılmış komediler vardı. Yani Amerikan başkanı söyledi arkasından İngiltere başbakanı yaptı anlamında, alaylara konu olmuştu. Bu durum İngiliz halkını bile rahatsız etmişti.
Nabi Şensoy dışarıda bunları söylerken içerde ki Amerikan uzantıları boş durmuyor. Şimdilerde ABD’nin İran’a muhtemel saldırısını cepheden savunamadıkları görülüyor. Onun için kendilerine yeni taktik yol arayışları içerisindeler. Hamas ziyareti ve Filistin meseleleri üzerinden hareket ederek Türkiye’de İran düşmanlığını kışkırtıyorlar. Kürt aydınlarının PKK savunusunun arkasında duran bu diplomasi muhabirleri sürekli PKK ve Hamas meselelerini karşı karşıya koyuyorlar.Yani Amerikanın söylediğini başka yolar ile tekrarlıyorlar. Hamas meselesi için Türk Devletini Amerika’dan özür dilemeye zorluyorlar. Sanki ABD çuval meselesinde bizden özür diledi de bizde onlardan Hamas ziyareti için özür dileyeceğiz.
Hıçkıran büyükelçi istemiyoruz.

Mustafa Kemal’in büyükelçilerini çok özlüyoruz. Savunulması çok önemli hususları kıt imkanlar ile savunan o yiğit insanları.
Kaynak:Bülent Esinoğlu

Ramo
03-05-2006, 21:06
Şunun şurasında üç beş günlüğüne mohaç seferine çıktık Tuna diyarlarında volta attık.
Forumdaşlarımız zahmet edipte bizim dibi kara Tencere nin altına iki odun atmamışlar çorba kaynamamış.Tek söz GÜSDÜM...

Ramo
03-05-2006, 21:07
Metazori tarih (2) Mine Kırıkkanat (Vatan, 03.05.2006)

Renè Descartes, "Gerçeği incelemek isteyen, hayatında hiç olmazsa bir kez, herşeyden kuşku duymalıdır," der. Descartes kimdir? Bugün "batılı" diye özetlediğimiz akılcı düşünce sistematiğinin kurucusu, adıyla anılan kartezyen mantığın babası. Başka bir deyişle çağdaş batı, uygarlık ölçütünü, bilimden düşünceye, "kuşkuyla başlayan sorgu" üzerine kurmuştur.

Kuşku duymak ve sorgulamak, demokrasinin de temel mantığıdır. Niçin düşünce ve ifade özgürlüğü esastır demokraside? Tartışmak için. Tartışma dediğiniz nedir? Karşıt ve farklı fikirlerin barış ortamında özgürce boy ölçüşmesi. Bu ölçüşmede ağır basan görüşün topluma mal edilmesine de zaten demokrasi denir.

Fransa parlamentosu, uzun yıllardan beri ulusu demokratik anlamda temsil niteliğini taşımıyor. Ulus devlet olan Fransa''nın, Katolik''i, Protestan''ı, Yahudi''si, Müslüman''ı, dinsizi, Avrupalı''sı, Afrikalı''sı, Asyalı''sı ile çokkültürlü ve çokırklı bir halkı var. Oysa parlamentoda yalnızca beyaz ırk ve Yahudi/Hıristiyan kökenli Fransa temsil ediliyor. 5 milyon Arap kökenli Fransız''dan ilaç için biri, ne yasamada yer alabiliyor, ne yürütmede. Arap ve siyah Afrikalı Fransızlar ne mecliste temsil ediliyor, ne senatoda. Keza iktidar odaklarında, herkes akça pakça, göçmen kökenliler de (örneğin Ermeniler...) beyaz ırktan.

İşte kendi halkına yabancı, kendi ülkesinin sorunlarına Fransız kalan bu meclis, 18 Mayıs''ta "Ermeni soykırımını inkâr yasağı" yasa tasarısını görüşecek.

Oysa tasarı, her şeyden önce Fransız uygarlığının temeli, kartezyen mantığın inkârı anlamına geliyor. Eğer yasalaşırsa, meclis, ülkenin yalnız siyasal kültürüne değil, demokrasinin esasına da tecavüz etmiş olacak. Çünkü soykırım konusunda gerçeği bulmak için gerekli kuşkuyu ifade özgürlüğünü, dolayısıyla demokrasinin olmazsa olmazı tartışmayı ortadan kaldırıyor.

Ama tasarı yasalaşsın ya da yasalaşmasın, Türkiye ile Fransa ilişkilerini dinamitlemeden önce, Fransa''da polemik yaratacak, siyasal erkle tarihçileri karşı karşıya getirecek.

O Fransız tarihçiler ki, daha altı ay önce siyasileri hedef alan bir bildiri yayınlayarak: "Tarih din değildir. Tarihçi hiçbir dogma, yasak, tabu tanımaz. Özgür bir devlette, tarihi gerçek hakkında ne parlamento, ne de adliye karar verebilir," demiş ve Ermeni soykırımını tanıyan ilk yasa dahil, Fransa parlamentosunun 1990''dan beri çıkardığı 4 "metazori tarih" yasasının iptalini istemişlerdi.

Yeni tasarı, öncelikle 19 tarihçiden oluşan bu bilginler grubunu karşısına alıyor. Yanılmıyorsam, Yahudi cemaatini de.

Çünkü Ermenilerin davası, kanıtlanmamış Ermeni soykırımını, kanıtlanmış Yahudi soykırımına yapıştırmak, böylece tazminat konusunda da Yahudi soykırımı hukuki örneğinden "nemalanmak". Soykırım anma günü olarak 24 Nisan''ı seçmeleri de raslantı değil, çünkü 25 Nisan''da anılan Yahudi soykırımına "arefe"den yamanıyorlar. Yahudiler, bu otlakçılığın farkında. Tasarıya arka çıkmaları düşük ihtimal.

Ayrıca, isyan homurtuları yükselen 63 milyonluk Fransa''da, halkın sorunlarına çözüm üretmek yerine 400 bin Ermeni''nin "soykırım" saplantısıyla uğraşan bir parlamentonun, "Ekmek yoksa çörek yiyin!" diyen Marie Antoinette''in siyasal erkinden farkı yok. Sonu malum.

Türkiye, böyle köşeye sıkışmaz. Kendi halkına Fransız bazı politikacılar, asıl demokrasiyi köşeye sıkıştırıyor.

Bu ülkede bugüne kadar Ermeni soykırımını inkâr eden pek yoktu. Olmadan yasaklanan inkâr, ancak inkâra yarar ve eninde sonunda "soykırım yok" tezini revaçta kılar.

Gerekeni elbette yapalım, ama soğukkanlı olalım. Zaman lehimize çalışıyor.

Ramo
03-05-2006, 21:09
Güngör Uras (Milliyet, 02.05.2006)

Telaşlanmaya gerek yok. Dolar bu... Bugün düşer, yarın kalkar... Bir ara dolar o kadar düştü ki... 1 euro karşılığı 1.36 dolar veriliyordu. Derken dolar ayağa kalktı. Güçlendi. Bir ay önce bir euro karşılığı 1.18 dolar verilir oldu. Dün dolar gene düştü. Zayıfladı. 1 euro karşılığı 1.26 dolar oldu.
Görüyorsunuz ki, "Düşmez kalkmaz bir Allah !" Koskoca dünya lideri ABD''nin parası bile sık sık düşüyor. Düşüyor da sonra gene kalkıyor. Düştüğü yerde kalmıyor.
Bundan kim yararlanıyor? Bundan para spekülatörleri yararlanıyor.
Perdenin arkasında ne var? Geçmişi unutalım. Şimdilerde dolar neden düşüyor?

ABD''de faiz oranlarının yükselmesi dolara güç katıyor. Dolar faizi yükselince dolara talep artıyor. O zaman dolar fiyatı artıyor. ABD Merkez Bankası Başkanı, bundan sonra faiz oranlarının artırılmayacağının işaretini verdi.

Neden çok

Buna karşılık AB ülkelerinin faiz oranlarının artırma ihtimalinden söz ediliyor. İşte bu dolara talebi gevşeten, euroya ilgiyi artıran bir neden. Ama tek neden değil, çünkü başka nedenler var.
ABD''de enflasyon oranı, işsizlik ve iç talep göstergeleri gibi göstergeler iyi görüntü veriyor. Bu göstergelere göre ABD ekonomisi iyi durumda. Ama ABD''nin bütçe açığında ve de dış ticaret açığında iyileşme yok. Kötüleşme var.
ABD''nin dış politikasındaki başarısızlık güven bunalımına yol açıyor. Irak savaşının ne olacağı belli değil. İran''ın alanıp alanmayacağı belli değil.
Dolara güvenini yitiren ülkelerin döviz rezervlerinden dolar satarak yerine euro satın almaları gündemde. Hele hele Çin ve diğer Asya ülkeleri bunu yaparsa, ortalık karışır. İşte bunu düşünenler dolardan euroya geçiyor. Altın satın alıyor. İşte bunun için altın fiyatı dün 660 dolara ulaştı. Euro/dolar paritesi 1.2670 oldu.
Bunlar ABD''nin kontrolü dışında doların değerini düşüren nedenler. Ama ABD de doların değerini isteyerek düşürebilir.
ABD yönetimi uzun süredir Çin ve Asya ülkelerinin rekabetine karşı bu ülkelerden faiz oranlarını yükseltmelerini, para birimlerinin değerini yükseltmelerini istiyor. Bunun için baskı yapıyor.

ABD''nin işine geliyor
Çin az da olsa faizi yükselterek bir adım attı. Bu gelişmede ABD mallarının rekabet gücü kazanabilmesi, ABD''de Çin ve Asya ülkelerinin mallarının ABD pazarına giriş hızının durması, doların değer kaybına bağlı. Doların euro karşısındaki kaybı, ABD''nin Avrupa malları karşısındaki rekabet gücünü de yükseltecek. Bunun için ABD doların değer kaybından üzülmüyor. Belki de seviniyor. Merkez Bankası Başkanı herhalde, "Zamanı gelince faizleri biraz artırır, doların değerini gene ayarlarım" diye düşünüyordur.
Bu tablo bizi nasıl etkiler? İhracatımızda özellikle tekstil ve giyim malı ihracatımızda euronun payı büyük. İthalatta doların ağırlığı var. Bankalarımızın ve özel sektörün dış borçları dolar borcu ağırlıklı. Bu nedenle bizim reel kesim dediğimiz iş çevreleri bu tablodan memnundur.
Tasarrufunu dolara bağlayanların ise, telaş etmelerine gerek yok. Dolar bu... Bugün düşer, yarın kalkar...

Süvari
04-05-2006, 11:47
Aşkın zamanı mı var.....

Düşününce herşeyin zamanı yokmu?
Örneğin İstanbul katırını pardon vapurunu seç resimlerini görüyorum.

Nerden geldiyse aklıma. Acaba hergün en kalabalık saatte gidene bunu sormak ne demek...
Adam vapurun kalkış saatinden ister 10 dakika ister 15 gelsin aynı zaman zarfını iskelede dikilerek bekleyince. Örneğin 18:30 vapuru saat 18:28 gibi yanaşınca hurra 2 bin kişinin koşuşturmasını görmekten bıkan birine sormayın...
(Kadıköy vapurundan örnektir)

Tüp geçit bitince (Biterse, bitermi... bakalım) kim artık saat 8 vapuru için Kadıköye gidece yada üsküdara. Üsküdar vapurunu pek kullanmasamda yanından geçerken İETT otobüsümü vapurmu bazen karıştırırım penceresinden bakınca.

Hangi katırını seçecekki İstanbul halkı. Mesela işportacıların yada belediyeye kayıtlı simitçi mısırcı baloncunun arasında vapurun yanaşmasını ''bekleyecek yer'' arayan halka mı?.
Dedim ya vapurlarla uğraşacağımıza acaba raylı sisteme geçişin hızlandırılması daha mühim olmayacakmı?

Belki de farketmeyecek. Bir şehir ki düşünün örnek verilebilecek Pendik Kadıköy gibi bir minübüs hattı olsun 400 e yakın minübüsün estirdiği terör ile taşınan yüzbinlere soracağız. Bu katırı seçtikde ötekileri ne yapacağız demezlermi.

Modern şehrin güzelliğine bu kadar duyarsız olan belediye anlayışı anket yapıyor hangi vapur güzel....

Cağaloğlu Babıali deyim gözlerimi kapadım.
Malesef gürültü yada sessizliği dnlemek için değil. TOZdan açamıyorum gözlerimi. Önce taşları söken belediyem sonra 1 haftaya yerleştirdi. Ara arada taşların boşlukları için İNCE kum döküyor. Sarı gri tozdan faydalanmamak için sakın gelmeyin buraya. Otobüslerin arkalarından o kamuflaj tozu insana hedef gizlemek için motoruna mazot püskürttüğümü M48T2 tanklarını hatırlatıyor. Allah razı olsun ama eski ile farkı yok çukurlar çok değil 36 saatte eski çukurluklarını yakaladılar.

Nerden geldik geriye dönelim... TV lerde de aman vapurumu geri istiyorum aman nostaljimi geri verin sesleri. Günde neredeyse milyona yakın insanı taşıyan bir sistem nostalji değil aklın yolu ile yapılmalı. Boğazda dolanan küçük motorların kirliliğine dikkat çeksek.
Ama İstanbullu ne yapsın vapurun saydığım ve saymayı unuttuğum yanlışlıklarından dolayı motoru tercih ediyor. Bakarsınız yarın da motorunu seçeriz İstanbul un. Seçmece bunlar....

Dedim ya İstanbullu ne yapsın. 8 kişilik oturma yerinde 12 kişi yanaşabilirmisiniz demesine mi taksın yoksa vapur çıkışında berkaç yapmadan topu geçiremediği işportacılaramı taksın.

Gitmek mi zor kalmak mı zor diye bir şarkı daha vardı...
Belki de seçmek daha iyi. Ben ettim kendim ettim olsun.

buena vista
05-05-2006, 19:59
SIRTIMDAKİ o çok eski sopa izi sızladı.

Aslında sırtımda sopa izi yok. Doğrusunu isterseniz zaten sızı da sızı değil.

O benim öğrencilik günlerimden kalan ve her "üniversiteli" gündeme geldiğinde sağ omzumda hissettiğim bir anının acısıdır, hiçbir sızıya benzemiyor.

Önceki günkü resimlere baktım; İstanbul Üniversitesi’nin yemekhanesinin "özelleştirilmesini" istemeyen öğrencilerin protestosunu polis bastırıyor.

Bir çocuk yerde.

Dört polis birden tekmeliyor.

Sonra yüzünü gösteriyorlar, bir kan çanağı ve üniversiteli ağlıyor.

*

Sizin hukukunuz böyle midir?..

İstanbul’u çeteler aldı.

Kadınlar sokaklarda çantalarını taşıyamıyorlar. Yanındaki karısının çantasını boynuna asmış, yine de korka korka yürüyen erkekler görmüştüm Ortaköy’de.

Yağmalandı, tükendi İstanbul.

Hırsızlara teslim ettiniz koca uygarlıklar kentini.

Polis?...

Yok...

Ama üniversiteli çocuklar kendi yemekhanelerindeki yemeğin kalitesine tepki duydular diye yiğitçe abandınız üzerlerine, kahramanca dövdünüz, yüzlerini kan içinde bıraktınız ve huzuru sağladınız.

Öyle mi?..

*

Bizden öncekiler ve bizim kuşaklar Türkiye’yi berbat ettiler, gördünüz dostlar.

"Üniversiteli" bizim umudumuzdur.

Biz dört gözle onların gelmesini, bu cennet yurda el koymalarını ve bizim ihanetimizi bağışlamalarını bekleriz.

Onların sırtlarındaki kötü mirasın çekilmez ağırlığı yetmiyormuş gibi, o tekmeler ne hakla?..

Türkiye’yi soydular, dağı-taşı-denizleri çaldılar. Çeteler VIP salonlarından geçiyor. Eşkıya teslim aldı sokaklarımızı. Gecelerimizi sabıkalılara verdiniz de servetleri ile beş yıldızlı otellerde düğünler yapmaya başladılar.

Dört polis bir küçük bedeni tekmelerken bunları düşündüm.

Ben bilirim; o üniversiteli de unutamayacak. Böyle her fotoğraf gördüğünde, anılarındaki sopa bir kalkacak bir inecek.

Sızlayacak sağ omzu.( Bekir Coskun) Hürriyet

Ramo
05-05-2006, 21:24
Evet, türban simgedir! Can Dündar (Milliyet, 04.05.2006)

Ben üniversitedeyken bıyıklıydım.
Bıyık sevdiğimden mi?
Hayır!
Yakıştığından?
Hayır!
Bıyıklıydım, çünkü bıyık yasaktı.
12 Eylül, YÖK aracılığıyla hem öğretim üyelerine, hem öğrencilere bıyığı yasaklamıştı.
Bize tıraş dersi verenlere öyle kolay lokma olmadığımızı göstermek, kesmemekte direnen hocalarımızı sahiplenmek için hemen hepimiz bıyıklıydık.
Bıyık bir simge miydi?
Evet!
Possa solcuyduk, sarkıksa sağcı, imam bıyığıysa İslamcı...
Ne zaman kestik?
Yasak kalktığı zaman...
* * *
Evet, türban da bir siyasal simgedir.
Demirel'in fötr'ü, Ecevit'in kasketi kadar "temsili bir simgedir."
Toplumsal iletişimin zayıf olduğu baskıcı toplumlarda herkes, simgeleri aracılığıyla konuşur birbiriyle...
Cem Uzan yolsuzlukla suçlandığı dönemde saflığı simgeleyen bembeyaz bir gömlekle çıkıyordu kitlelerin karşısına...
Baykal, Ecevit'e karşı gençliğini kanıtlamak için kot giyiyordu.
Meclis'te bir milletvekili "laiklik simgesi" kravatını beline bağlıyordu.
Çiller askerle dağa çıkarken oğlunun botunu giyiyordu.
Simgeler konuşuyordu.
* * *
Bu anlamda türbanın siyasal bir simge olduğunu tekrarlayıp durmanın bir yararı yok.
Onu simge olmaktan çıkaracak şey, ardındaki soruna çözüm bulmaktır.
"Arabistan'a gitsinler" demek çare değil.
Aynı ses 40 yıl önce de "Komünistler Moskova'ya" demişti. Bu, solcuları Moskova'ya göndermeye değil, gençleri kamplaştırıp sokaklara dökmeye yaradı.
"Türbanlılar Arabistan'a" çağrısı da aynı işe yarar.
Nitekim Erdoğan'ın "Sen git Arabistan'a" cevabıyla amaç hasıl olmuş, kamplar yerlerine kurulmuş, tribüne oynayanların gösterisi başlamıştır.
"Komünistler Moskova'ya gitsin", "Türbanlılar Arabistan'a",
"Kürtler Barzani'nin yanına..."
Sadece sürgün müdür, siyasetçinin üretebildiği çözüm?
* * *
Beni asıl şaşırtan, doğrudan kadınların canını yakan bir konunun sürekli erkekler arasında tartışılıp durması...
Baba baskısıyla örtünmeye zorlanan onlar...
Gönüllü örtündüyse de okul kapısında düşman gibi görünen onlar...
Türbanı çıkarıp peruk takmaya zorlanarak ikiyüzlülüğe itilen onlar...
Okuldan atılıp bu kez de koca baskısının koynuna atılan onlar...
"Örtün" ya da "Açıl" diye itilip horlanan, üzerlerinden siyaset yapılan onlar...
"Siz ne hissediyorsunuz?" diye hiç sorulmayan o kızlar, kadınlar, kendileri adına ya da kendilerine karşı konuşarak prim yapmaya çalışan erkeklerin malzemesi, pasif izleyicisi konumundalar.
* * *
Çözüm için ne Demirel'e ne Erdoğan'a ihtiyacımız var.
70 model kamplaşmalara, laf cambazlıklarına, ucuz polemiklere karnımız tok artık...
Kimsenin sürülmesine de razı değil gönlümüz...
Asıl ihtiyacımız olan şey "empati"...
Karşımızdakinin derdini, mesajını, kaygısını anlayabilmek...
Hayata bir de onun penceresinden bakabilmek...
Herkesin birbirine saygı içinde, özgürce var olabileceği ortak bir yaşam için çözümler üretebilmek....
Siyasetin işidir bu...
Yapabilen büyür, yapamayan gider: Suudi Arabistan'a değil; tarihin çöplüğüne...

Ramo
06-05-2006, 18:17
Oktay Ekşi (Hürriyet, 06.05.2006

SATIR aralarını okumaktan aciz olsanız, söylenenlere, yapılanlara hemen kanabilirsiniz.

Örneğin, Diyarbakır’ın bilinen Belediye Başkanı Osman Baydemir’in birkaç gün önce Askeri personelin çocuklarını okula götüren otobüsü havaya uçurmaya kalkan alçaklar için söyledikleri ilk bakışta "Aferin" demeye davet ediyor insanı.

Başkan;

"Hakkári’de gerçekleşen ve en fazla çocukların zarar gördüğü patlama için, saldırganlar her kimse derhal özür dilemeli ve böyle bir saldırı bir daha tekerrür etmemelidir" demiş.

Ne güzel... Ne kadar insancıl, ne kadar medeni bir bakış değil mi?

Gördüğünüz gibi adını vermeden PKK’yı azarlıyor, "yanlış yaptınız" diyor.

Ama, "şiddeti, alamayı, adam öldürmeyi" yani yasa dışılığı değil onun sadece çocuklara zarar verenini kınıyor. Örneğin devletin meşru güçlerine mensup birileri öldürülürse ona ilişkin bir üzüntüsü yok. Çünkü bu tür öldürmeleri belli ki o da istiyor.

Ama devletin meşru güçleri, terör örgütü mensuplarını öldürünce fena halde üzüntü duyuyor. Onların cenazelerini belediye ambulansı ile taşıyor. Bingöl’de mart ayında yapılan operasyonlarda 14 terörist öldürülünce, bunların cenazelerine katılanlara "Acınızı paylaşıyoruz" diyor, "cesaretleri için onlara teşekkür ediyor", bir gün sonra da yeni öldürülen teröristleri kastederek;

"Bir gün önce bu kentin, bu bölgenin acısı 14 idi. Bu saat itibarıyla 16’dır ve belki bir saat sonra kaygımız o ki, bu daha fazlalaşabilir" diyordu.

Sadece o değil, diğerleri de Baydemir’in ilk bakışta insanda olumlu bir izlenim bırakan ama asıl amacı tamamen farklı olan sözleri gibi sözler söylüyorlar, eylemlerde bulunuyorlar.

Örneğin, Demokratik Toplum Partisi (DTP) Eşbaşkanı Ahmet Türk, "Operasyonlar dursun, PKK da eylemsizlik kararı vererek güçlerini sınır dışına çeksin" diyor (22 Mart 2006 Hürriyet). Tüm dağdakileri ve 35 bin kişinin katili Abdullah Öcalan’ı kapsayan bir "genel af" çıkartılmasını istiyor.

Bunları okuyan zanneder ki Türk, huzur ve barış olsun diye uğraşıyor.

Lafta öyle, ama gerçekte "Devletin meşru gücüne karşı silah kullananlara dokunulmasın, hiçbirinden hesap sorulmasın... Silahlarını bırakmak gibi bir sorumlulukları da olmasın... Paşa paşa Kuzey Irak’a gitsinler. Sonra gelip bu ülkede ellerini kollarını sallayarak yaşasınlar" diyor.

Ne güzel muhabbet... Ne güzel barış isteği değil mi?

Biz bu konuda önce Leyla Zana ve arkadaşlarının hapisten çıktıktan sonraki sözlerini ve davranışlarını değerlendirirken aldandık. Örneğin, Şırnak’ın Beytüşşebap İlçesi’nde PKK’lılar tarafından şehit edilen Murat Akman isimli erin ailesine başsağlığı ziyaretinde bulunmalarını saygıyla karşıladık. Ama sonra öğrendik ki onlar "şehit düşen bir erin evini" değil, "yanlışlıkla öldürülen bir Kürt’ün ailesini" ziyaret ediyorlar.

Yer yok, örnek çok... Ama artık bunlara aldanacak kadar enayi de artık yok.

Ramo
12-05-2006, 23:03
Nişanımla hapse girerim

Saffet KORKMAZ/ANKARA

CHP milletvekili Gülsün Bilgehan, Fransa’nın en büyük devlet nişanı Legion d’Honneur’un kendisine verilmesinin ardından Fransızları sert şekilde uyardı. Bilgehan, "Soykırıma karşı çıkanlara ceza verecek tasarıyı kabul ederseniz, ilk beni hapsetmeniz gerekecek. Hem de verdiğiniz nişanla birlikte" dedi.

İSMET İnönü’nün torunu, CHP Ankara Milletvekili Gülsün Bilgehan, bir zamanlar dedesinin yaptığı gibi Fransızlara karşı diplomatik savaş veriyor. Fransa’nın en büyük devlet nişanı olan Legion d’Honneur’un kendisine verilmesinin üzerinden birkaç gün geçmesinin ardından Bilgehan, Fransızlara "Soykırıma karşı çıkanlara ceza verecek tasarıyı kabul ederseniz, ilk olarak beni hapse atmanız gerekecek. Hem de verdiğiniz bu nişan ile birlikte" uyarısı yaptı. TBMM Başkanı Bülent Arınç, Fransa Meclisi’nin, Ermeni soykırımına karşı çıkanların hapis cezası almasını öngören tasarıya karşı mücadele vermeleri için Meclis adına bir heyet belirledi. Heyette Bilgehan ile birlikte CHP İstanbul Milletvekili Onur Öymen, TBMM Dışilişkiler Komisyonu Başkanı Mehmet Dülger ve AKP Kastamonu Milletvekili Musa Sıvacıoğlu yer alıyor. Bilgehan, heyetle Fransa’ya gitmeden önce soykırım tasarısına yönelik savaşını başlatmıştı. Kendi deyimiyle mektup ve telefonlar aracılığıyla ’saldırıya’ geçmişti. Bilgehan, son iki gündür de Fransa Meclis Başkanı, siyasi grup başkanları, Fransa Senatosu’nda çoğunlukta olan sağ partinin grup başkanı ve sosyalist grup üyeleri ile ’cephede’ görüştü.

NİŞAN ÇOK VAR

Geçen hafta kendisine Legion d’Honneur nişanı verildiğini öğrendiğini, ancak henüz almadığını belirten Bilgehan, bu olayla soykırım tasarısını birbirine karıştırmamak gerektiğini söyledi. Bilgehan, "Cephede savaşırken bu olayı düşünemem. Henüz almadığım bir nişanı geri de veremem" dedi. Bilgehan, büyüdüğü Pembe Köşk’ün nişanlarla dolu olduğunu da anımsattı.

250 BİN ERMENİ OYU

Bilgehan, iki günlük temaslarına ilişkin tespitini, "En üst düzeydeki politikacılar bile tasarıyı savunamıyorlar. Pek çoğunun tasarıdan haberi bile yok. Çaresizlik ve şaşkınlık içindeler" sözleriyle açıkladı. Görüşmelerde mutlaka Atatürk ve dedesi İsmet İnönü’den bahsettiğini kaydeden Bilgehan, Fransızlara, şu uyarıda bulunuyor:

"250 bin Ermeni oyu için 70 milyon Türke savaş açtınız. Bu da yetmedi, soykırım tezini reddeden dünyanın bütün bilim adamlarına, aydınlarına, tarihçilerine de savaş açıyorsunuz. Eğer bu tasarıyı kabul ederseniz, ilk beni hapsetmeniz gerekecek. Hem de Legion d’Honneur nişanı ile. Bu düzenleme Fransa’nın ayıbı olacak."
Kaynak:
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/4401010.asp?m=1&gid=69

buena vista
13-05-2006, 08:08
Zeynep GÖĞÜŞ



29 Mart günü Brüksel Havaalanı’nda koşuştururken torba biçimindeki çantamın fermuarını çekmeyi unuttuğumdan içinden cüzdanımı götürdüler. Uçağa binmeden önce oğluma Tenten kitabı almak için girdiğim kitapçının kasasında fark ettim cüzdanın uçtuğunu. Allah’tan uçağa binmemiştim ve kredi kartlarını iptal ettirebilecek zamanım kalmıştı. Filmi geriye sarınca cüzdanı kimin nasıl çaldığını da hatırladım ama iş işten geçmişti. Irkçı durumuna düşmemek için bölge tespitimi açıklamayacağım ama belli bir ırka ait oldukları belli olan iki delikanlının alışveriş ettiğim havaalanı dükkanında oynadıkları şaşırtmaca sonucunda gitmişti cüzdan.

Cüzdanımda nakit olarak 200 Euro ve miktarını tam olarak hatırlayamadığım YTL vardı.

* * *

Aradan zaman geçti, Brüksel’den Zeynel Lüle aradı. Nüfus kağıdım ve ehliyetim konsolosluktaymış, cüzdan ise bu gibi durumlarda havaalanı polisinde kalırmış. Bu haftaki son gidişimde havaalanının kayıp eşya bürosuna uğrayıp bulunan cüzdanı istedim. Cüzdanı verdikten sonra "Biraz daha bekleyin parayı getireceğiz" dedi bir polis memuru.

Nasıl yani, diye sordum, hırsız cüzdanımdaki parayı almamış mı?

Para gelince durum anlaşıldı. Hırsızlar cüzdanımdaki 200 Euro’yu ve kredi kartlarını çalmışlar, ama benim gıcır gıcır 152 Yeni Türk Liramı almaya tenezzül etmemişlerdi.

YTL’nin değerini ne kadar yüksek tutarsanız tutun yurtdışındaki imajı bu kadarmış demek ki...

İşte şaka ile karışık ulusal gururumun incindiği nokta burası oldu.

Lütfen, "Her şakanın altında bir gerçek gizlidir" lafını unutmadan okuyalım bunu.

* * *

Ulusal gururun ne zaman incineceği belli olmaz demiştim.

Bir de şu Atatürk Orman Çiftliği vakası var. Fakat bu seferki vaka hırsızın YTL’yi küçümsemesine benzemiyor, olay çok daha ciddi.

Hayatının bir dönemini Ankara’da geçirmiş olan herkesin anılarında yeri olan Atatürk Orman Çiftliği etrafında bir dolap dönüyor bir süredir. İki yıllığına ASKİ’ye kiralanan çiftlik alanları kira sözleşmesi süresi bitmesine rağmen geri verilmeyip başka bir formülle 10 yıllığına daha belediyeye kiralanıp üzerine bazı inşaatlar yapılmak isteniyor.

Bunda ne var diyebilirsiniz. Hayvanat Bahçesi ise belediye işletsin diye düşünebilirsiniz. Ama mesele bu değil. Mesele, oldukça büyük bir kitlenin paylaştığı, "Ankara yönetiminin bu girişimdeki gerçek amacının Atatürk Orman Çiftliği’nin adındaki Atatürk’ün çıkarılması olduğu" düşüncesi...

Bu satırların yazarı dahil insanlar böyle bir kuşkuya kapılabiliyorsa demek ki ciddi bir güven bunalımı söz konusu. Biliyor musunuz, bu da insanın ulusal gururunu incitiyor, hem de bu sefer çok ciddi incitiyor. (Hürriyet)

Süvari
13-05-2006, 09:16
YTL nin değeri ile ilgili olduğunu sanmıyorum...
Sonuç olarak dünyanın hiçbiryerinde olmayan döviz bürolarının Brükselde de olmadığına adım kadar eminim. Eğer Türkiyede her köşe başı döviz büfesi yada ayaklı döviz büroları olmasa ve sizde uruguay parasını bir turistten çalsanız ne yapardınız. Manava yada işportacı hamdinin kabul etmediğini varsayarsak (Bugünlerde dolar kabul ediyorlar) bankaya gitme riskindense bırakmayı tercih ederim. Üstelik euroarınızı da götürmüşken kısa günün karı ne diye risk alsınlar.
YETİNMEYİ bilmek herkes için olduğu gibi bu hırsızlar içinde geçerlidir.
Bu erdeme ulaşmışlar demekki. (Bir bilenin sözüdür.)
Ulusal gurur para ise bunu zaten nüfusumuzun %80 ine ulaşan dolar taşıma dolarla fiatlama dolarla kiralamaya dönen kendi halkımıza yada yöneticilerimize sormalıyız.
Elin hırsızına DEĞİL.

Saygılar sevgiler.

(tersimden mi kalkmışım bu sabah bilmem)
(..): sustum

buena vista
13-05-2006, 17:56
YTL nin değeri ile ilgili olduğunu sanmıyorum...
Sonuç olarak dünyanın hiçbiryerinde olmayan döviz bürolarının Brükselde de olmadığına adım kadar eminim. Eğer Türkiyede her köşe başı döviz büfesi yada ayaklı döviz büroları olmasa ve sizde uruguay parasını bir turistten çalsanız ne yapardınız. Manava yada işportacı hamdinin kabul etmediğini varsayarsak (Bugünlerde dolar kabul ediyorlar) bankaya gitme riskindense bırakmayı tercih ederim. Üstelik euroarınızı da götürmüşken kısa günün karı ne diye risk alsınlar.
YETİNMEYİ bilmek herkes için olduğu gibi bu hırsızlar içinde geçerlidir.
Bu erdeme ulaşmışlar demekki.
Ulusal gurur para ise bunu zaten nüfusumuzun %80 ine ulaşan dolar taşıma dolarla fiatlama dolarla kiralamaya dönen kendi halkımıza yada yöneticilerimize sormalıyız.
Elin hırsızına DEĞİL.

Saygılar sevgiler.

(tersimden mi kalkmışım bu sabah bilmem)
(..): sustum


Sevgili Süvari,

Yok yok öyle degil..Tersten kalkmanizla ilgili olamaz..
Zeynep hanimin yazilarini firsat buldukca okuyorum, diger gazete yazarlarininki gibi..
Hanimefendinin gururu Türk parasinin degerine mi, taninmis olmamasina mi endeksli?
Hayir, sanmiyorum..Yazinin o kismi hanimin calistigi gazeteye uygun bicimde..Sanki bundan önce
TL``nin imaji ve degeri cok iyiymis gibi..
AB ortak para birimi Euro``ya gecmeden Italya``da US dolar ve Alman Mark``i disindaki
paralar gecmezdi..!! Ispanya``da keza..Ulusal paraya cevirmede zorlanirdiniz .
Ben kendi ülkemde Isvicre parasini TL`ye cevirmek icin banka banka dolastigimi unutmadim..
Hanimefendi nüfus kagidi ve ehliyetinin, gururunu inciten TL``nin kendisine geri dönmesine
mütesekkir olmali..
Benim alintida esas vurgulamak istedigim, yazinin Atatürk Orman Ciftligi ile ilgili olan
bölümüdür.
Bu arada, benim de ulusal gururumun incinmesinin nedeni, ATATÜRK adinin gectigi,
heykelinin ve büstünün dikildigi yerlerdeki soygunun boyutudur.
Saglik ve sevgiyle kalin..

buena vista

Süvari
13-05-2006, 19:58
Sn Buena vista,
O konuya girersem forum adabına uyamamamaktan korktum. O yüzden birşey yazmadım.
Sadece size fazlası ile katıldığımı belirteyim.

(Tehlikenin Farkındayım. Ama tehlike bunun farkındamı...)

chem73
20-05-2006, 18:27
Öğretmenler memur mu entelektüel mi?

Zaman zaman aklıma takılan sorulardan biri meslek gruplarının bizdeki temsilcileriyle yeryüzündeki temsilcileri arasındaki farktır.
Örneğin, bizdeki hukukçular evrensel hukuku savunmak için mücadele etse, hukuksuzluğa dirense, durum böyle perişan olur muydu? Aynı şeyi öğretmenler için de düşünürüm. Öğrenimin içeriği yeryüzünde "yaratıcılığı geliştirme" noktasına geldi, bizde ise hala "devlete memur yetiştirme" anlayışına sabitlenmiş, erimeye devam ediyor.
Denk düştüğünde Anadolu'daki öğretmenlerle sohbet imkanı buluyorum. En son bu fırsatı Balıkesir'de yakaladım.
Bu gezi, gelişmiş ülkelerin öğretmenleriyle bizimkiler arasındaki farkları biraz daha netleştirmeme yardımcı oldu.
Öğretmenlik zihinsel uğraştır. Öğretmen de bir bilgi teknisyenidir. Öğrenimi, mezun olduğu yüksek okul yıllarıyla sınırlı değildir. Alanındaki gelişmeleri izleyen, irdeleyen, yargılayan bir beyin işçisidir. Kısacası ömür boyu sürecek entelektüel bir yaşamın sahibidir. Öğretmenler bu özellikleriyle, Batı'da her türlü yeniliğin öncüsü olmuş, ülkelerin zihinsel gücünü temsil etmiştir. Bir meslek grubu olarak değil, toplumsal bir zihinsel egzersiz merkezi olarak görülmüşlerdir.
Entelektüel bir uğraş olan öğretmenlik, bizde ise uzun zamandır eprimiş memurluk haline gelmiş. Öğretmen, bırakın ilgi alanının çağa paralel gelişmelerini izlemeyi, eskilerde öğrendiğini bile unutur olmuş. Yeryüzünde entelektüel kadroları oluşturan eğitimciler, bizde az maaşa yaşam çilesi çeken sıradan devlet memuru rolüne indirgenmiş; daha da vahimi bu rol öğretmenlerce de neredeyse benimsenmiş.





Yabancı dil bilmeyen, alanındaki yenilikleri ve yerli, yabancı basını izlemeyen, enerjisi alınmış günlük bir yaşamı tekrarlayarak paslanan, kamunun maaş bordrosunda da sürekli hırpalanan, hırpalandıkça yaşam kalitesi düşen ve bunu da bir mazeret olarak kullanan koca bir topluluk.
Yabancı dil bilen, mesleğine ilgisini taze tutan, yerli, yabancı basını izleyen, dünya vatandaşı öğretmenlerin ise bu dar açıda bunalıp, layık olduğu yaşamı kotardıkları da bir gerçek. Ama onlar çok azınlık.
Dünyada entelektüel bir iş olan öğretmelik, Türkiye'de aynı işi kalıplaşmış bir şekilde tekrarlayan rutin bir yeknesaklığa inmişse, bunu nasıl aşabiliriz? Koca bir memur yığınından yeniden entelektüel bir ordu nasıl yaratabiliriz? Değişimi hızlandırmak ve yaygınlaştırmak istiyorsa, Türkiye'nin temel sorularından ve sorunlarından biri bu.
Cumhuriyet tarihinin neredeyse en uzun müsteşarlıklarından birini yapmış eski bir eğitimcinin dediği gibi, bizde lise eğitiminin bilgisi öğrenciye aslında altı ayda öğretilebilir. Ancak lise eğitiminin amacı eğitim değil, demokrasiden mahrum edilmiş cumhuriyete militan yetiştirmektir.
Demokratik değerlere inanmış bir dünya vatandaşlığı bu amacın dışında ve uzaklarında seyreder.
Seyrettiği için de, öğrenci ve öğretmen neyin, niçin, nasıl öğretildiğini bilemez. Başta kendiniz olmak üzere etrafınızdaki herkese sorun bakalım, "integral hesabı" neye yarar, niye öğreniriz, bize niye öğretilir? İnsan, ölçüp biçtikçe doğayı yönetir hale gelir. Bilimin amacı bilinmeyeni bilinir hale getirmektir. Bu nedenle evrenin yasalarını bulan fizik, bilimlerin babasıdır. Ölçüp biçmenin nirvanası fizikte gerçekleşir. Newton'un bulduğu integral hesabı da, eğri büğrü alanlar da dahil yerküreyi ve evreni ölçmemize yarar. Siz bunu sadece bir matematik formül olarak algılayıp doğal gerçeğinden koparınca, integral hesabı, insanoğlunun sanayi dönemindeki en parlak keşfi olmaktan çıkıp kezzaplı bir işkenceye dönüşür.
Memuröğretmen yaratıcılıktan uzak, bürokratik zihniyeti sürdürür. "Büyüklerine" karşı hal ve tavrı önemser ama patent sayısını artıracak çocuklar yetiştirmeyi amaçlamaz. Çocuk oyunlarına bile yenilerini ekleyemez.
Türkiye hızla silkinecekse, memuröğretmen kitlemizi nasıl entelektüel öğretmene dönüştüreceğimizin formülünü bulmalı. Yoksa insan kalitesini yükseltmemiz mümkün olmaz.
Türkiye gerilerde kaldıysa, bunun önemli nedenlerinden biri öğretmenini entelektüellikten koparıp, zor durumdaki bir memura dönüştürmesiydi.

Mehmet ALTAN

Ramo
20-05-2006, 22:20
Bankalara bireysel kredi borcu bulunan tüketici sayısı 2005 yılı sonunda 5.8 milyona yaklaşırken, bankaların yasal takibe aldığı borçlu sayısı ise 244.5 bine yükseldi.

Türkiye Bankalar Birliği'nin, geçen yılın ikinci üç aylık döneminden itibaren toplam 37 bankanın verilerinden olmuşturmaya başladığı Tüketici Kredileri Raporu açıklandı. Rapora göre geçen yılın son dokuz aylık döneminde, 7 milyon 52.5 bin tüketici toplam 32 milyar 218 milyon YTL'lik tüketici kredisi kullandı. Bu dönemde borcunu ödemeyen 12 bin 708 tüketici idari takibe, 112 bin 452 tüketici ise yasal takibe alındı. Geçen yılın ikinci üç aylık döneminde 2 milyon 790 bin olan kredi kullanan tüketici sayısı üçüncü üç aylık dönemde 3 milyon 205 bine kadar yükseldikten sonra, son çeyrekte ise önemli ölçüde azalarak 1 milyıon 57 bine kadar düştü.

Böylece 2004 yılı sonunda 3 milyon 534 bin olan bankalara borçlu tüketici sayısı 2005 yılı sonunda 5 milyon 770 bin kişiye kadar yükseldi. Tüketici kredisi borçlarının bakiyesi ise 28 milyar 265 milyon YTL olarak gerçekleşti. İdari takipteki tüketici sayısı 10 bin 887, yasal takipteki tüketici sayısı ise 244 bin 464 kişi olarak açıklandı.
2005 yılının son dokuz aylık döneminde bankalardan 285 bin 665 kişi 5 milyar 301 milyon YTL'lik taşıt kredisi, 242 bin 582 kişi 11 milyar 635 milyon YTL'lik konut kredisi, 6 milyon 519 bin 520 kişi ise 15 milyar 235 milyon YTL'Lik ihtiyaç kredisi kullandı. 2005 sonu itibariyle bankalara 503 bin 701 kişinin toplam 6 milyar 147 milyon YTL'lik taşıt, 315 bin 780 kişinin 12 milyar 389 milyon YTL'lik konut, 4 milyon 861 bin kişinin de 9 milyar 372 milyon YTL'lik ihtiyaç kredisi borcu bulunuyordu.

Geçen yıl tüketici kredisi kullananların 1 milyon 551 bin kişiyle büyük bölümünü ücretliler oluşturdu. Ücretliler toplam 12 milyar 254 milyon YTL'lik kredi kullandı. Tüketici kredisi kullanan serbest meslek sahiplerninin sayısı 179 bin kişide kalırken, diğerlerinin ise mesleği sınıflandırılmadı. 32 milyar 217 milyon YTL olan söz konusu dönemde kullanılan tüketici kredilerinin 3 milyar 890 milyon YTL'sini serbest meslek sahipleri, 16 milyar YTL'lik kısmını ise diğerleri kullandı.
Minik Yorum:Borç yiğidin kamçısıdır

Kaynak http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/4445897.asp?gid=52

bikmisbroker
20-05-2006, 22:49
http://www.nakednews.com/ (http://www.nakednews.com/)
Linkini Tikliyorsunuz ve BORSA haberleri de dahil olmak uzere Butun Haberleri ZEVK ile izliyorsunuz..

(Not;Isterseniz uye de olabilirsiniz, "Nothing to hide" (Saklayacak birseyimiz yok) slogani ile ciddi ciddi program yapiyorlar, tek fark, spikerler haber akisi icerisinde ciplak kaliyorlar..)

bikmisbroker
20-05-2006, 23:37
Bir baska link daha vermistim ama sildim..

Ramo
21-05-2006, 11:06
40 bin kişi şeyhin ayak izlerini aradı

Diyarbakır'da Nakşibendi şeyhi Abdurrahman'ı anmak için gelen 40 bin kişi, şeyhin ayak izlerinin bulunduğunu iddia ettikleri tepede izleri aradı, şifalı diyerek yerlere ot sürdü


Diyarbakır'ın Çınar ilçesinde 96 yıl önce 57 yaşındayken ölen Nakşibendi şeyhi Aktepeli Abdurrahman'ın türbesinde dün yapılan anma etkinliğine yaklaşık 40 bin kişi katıldı.
Türbenin karşısında yer alan ve müritlerinin "şeyhin ayak izinin bulunduğunu" söylediği tepeye binlerce kişi tırmandı ve buradan topladıkları otları yere sürüp hasta tedavisinde kullanmak üzere evlerine götürdü.
Diyarbakır'ın yanı sıra çevre illerden binlerce Nakşibendi tarikatı mensubu, erken saatlerden itibaren Aktepe köyüne geldi. Büyük bölümünü kadınların oluşturduğu tarikat mensupları, türbede Şeyh Abdurrahman'ın mezarına kapanarak dua etti, mezarın üzerinde bulunan yeşil örtüleri öperek, yüzlerine sürdü. Bazı kadınlar çocuklarına şeyhin mezarını öptürdü. Kapıdaki görevlilerin örtülerin öpülmemesi için uyarması da sonuç vermedi.

Dilek taşları yapıştırdılar
Türbenin içinde olduğu gibi dışında da izdiham yaşandı. İçeriye girebilmek için sıra bekleyen kadınlar ve genç kızlar, önünde dizilerek dua ettikten sonra öptükleri duvara kapanıp dileklerinin yerine gelmesi için taş yapıştırdı. "Günah, yanlış yapıyorsunuz" diyen görevliler, ziyaretçilerin yapıştırdığı taşları duvardan topladı.
Türbeyi ziyaret eden binlerce tarikat üyesi, daha sonra şeyhin ayak izinin bulunduğunu öne sürdükleri tepede ayak izi arayıp topladıkları otları yere sürerek dua ettiler. Daha sonra otları birbirlerinin sırtlarına sürdüler.

Torunu yalanladı
Şeyhin torunu Altan Tarhan, tepenin şifa dağıttığına ilişkin iddiaların asılsız olduğunu, 3 yıl önce bazı kadınların rüyalarında "Şeyh Abdurrahman'ın bu tepeye çıktığı ve dua ettiğini, tepedeki otların şifalı olduğunu" gördükleri için tepeye çıktıklarını söyledi.
Tarhan, "Türbeye taş yapıştırılmasını, türbe duvarına el yüz sürülmesini engellemeye çalışıyoruz, ancak önüne geçemiyoruz" dedi.

AB'den yardım talebi

Aktepe Köyü Derneği Başkanı Avukat Mehmet Işık, "Köye gelenlerin rahat etmesi için bir proje hazırladık ve Avrupa Birliği'ne gönderdik. Kabul edilirse, köyde gelenler için yeni yerler açılacak, tuvaletler yapılacak, iş merkezi kurulacak" dedi.
http://www.milliyet.com.tr/2006/05/21/guncel/axgun01.html
RAMAZAN YAVUZ Diyarbakır DHA

Minik Yorum: Nereye gidiyoruz.Ata ne demişti


ATATÜRK NE DEMİŞTİ:

Medeniyet tarikati Türkiye; şeyhler, dervişler memleketi olamaz.
Ölülerden yardım ummak medeni bir topluluk için lekedir. Mevcut
tarikatlerin gayesi kendilerine tabi olan kimseleri dünyevi ve
manevi hayatta mesud etmekten başka ne olabilir? Bugün ilmin,
fennin bütün şümulüyle medeniyetin göz kamaştırıcı ışığı karşısında
filan ve falan şeyhin irşadıylamaddi ve manevi saadeti arayacak
kadar iptidai insanların Türkiye medeni topluluğunda olabileceğini
asla kabul etmiyorum.

Arkadaşlar, efendiler ve ey millet iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti
şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru,
en hakiki tarikat, medeniyet tarikatidir. Medeniyetin emir ve talep
ettiğini yapmak insan olmak için kafidir.

Ramo
26-05-2006, 23:19
İstanbul Atatürk Havalimanı kargo bölümünde çıkan yangında henüz soğutma çalışmaları sürdüğü için akıbeti bilinemeyen kilolarca altın ve gümüşün yanı sıra 15 milyon dolarlık paranın küllü kalıntılarına dahi ulaşılsa Amerikan Merkez Bankası parayı yenileyerek sahibine teslim edecek.
-Bunun bir örneğini Aralık 2003’te Ankara’da yanan Modern Çarşı esnaflarından biri yaşadı ve yanmış 3 bin 400 dolarını paketleyip gönderdiği FED’den bir çek alarak kaybını telafi etti.
Amerikan Merkez Bankası’nın (FED) doların itibarını koruma konusundaki hassasiyeti, İstanbul Atatürk Havalimanı kargo bölümünde çıkan yangında henüz akıbeti bilinemeyen 15 milyon dolar için de umut kaynağı oldu.
Ankara’da kül olan Modern Çarşı’da esnaf Attila İmirlioğlu, yanan 3 bin 400 dolarının külünü paketleyip gönderdiği FED’den 15 ay sonra bir çek alınca çok şaşırmıştı.
Halen için için yanmaya devam eden Atatürk Havalimanı Kargo bölümünde soğutma çalışmaları devam ettiğinden akıbeti bilinemeyen kilolarca altın ve gümüşün yanı sıra İngiliz Sigorta Loyd’s of London’a gönderilmek üzere kargo şirketine teslim edilen 15 milyon dolar da bulunuyor. Çelik kasaların yanı sıra oda büyüklüğünde kasaların da bulunduğu kargo bölümünde yangın ve tehlikeli duman tehlikesinin tamamen sona ermesinin ardından, İngiltere’den gelecek sigorta ekspertizleri durumu değerlendirecek. Ancak Amerikan Express’in Türkiye’den nakit para transferini gerçekleştiren Erktrans Şirketi, sigorta aracılığıyla muhtemel kayıp dolarlarını geri alamazsa bile, FED’e başvurduğunda dolarlarını yenileyebilecek.

***** MODERN ÇARŞI DA DOLARLAR YANMIŞTI

Çünkü benzeri bir durum miktarı çok daha düşük bile olsa Ankara’da yanan Modern Çarşı’da da yaşanmıştı. 24 Aralık 2003’te Modern Çarşı jenatörden kaynaklanan bir yangınla tamamen kullanımaz hale gelirken 25 dükkan yanmıştı. Çarşı esnaflarından Atilla İmirlioğlu, yangında hasar gören ve sankaların kabul etmediği 3 bin 400 dolarını paketleyip FED’e göndermiş ve umudunu kesmeye başladığı bir sırada, 15 ay sonra adına yazılı bir çekle ABD Merkez Bankası’na kendisine 3 bin dolarını iade etmişti. İmirlioğlu, elindeki yanık euroları değiştkirebileceği bir muhatap bulamazken, aynı durumdaki 4.5 milyar TL’lik banknotu da Merkez Bankası aracılığıyla 15 gün içinde değiştirebilmişti.

http://www.milliyet.com.tr/2006/05/26/son/sontur21.asp

Minik yorum:Bu devirde bavulla yada uçakla para taşımak hala varmı..?

chem73
27-05-2006, 12:04
Her millet layık olduğu palavrayı dinler


Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener, Türkiye'de 18 milyon kişinin yoksulluk sınırının altında yaşadığını söyledi.
Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Ali Babacan, Türkiye'nin azgelişmiş ve fakir bir ülke olduğuna dair iddiaların tamamen ortadan kalktığını söyledi.
Son beş on gün içinde gazetelerde okuduğumuz bu saptamalardan hangisi doğru?
Yüzde yüz çelişkili oldukları için ikisinin de doğru olması mümkün değil. Ya 18 milyon kişinin aç ve sefil yaşadığı bir Türkiye var. Ya azgelişmişlik ve fakirliği ardında bırakmış bir ülke. Azgelişmişlik ve fakirliği ardında bırakmış bir Türkiye'de 18 milyon aç ve sefil insan yaşayamaz. Eğer 18 milyon kişi aç ve sefil yaşıyorsa Türkiye azgelişmişlik ve fakirliği ardında bırakmış olamaz.
Doğru mu, yanlış mı?
Bakanlar gelir gider, gazeteciler kalır.
Çok uzun yıllar gazetecilik yaptım. Çok palavra dinledim. Vardığım sonuç şu: Her millet layık olduğu palavraları dinler.
Eğer bir politikacı açık şekilde doğru olmayan bir şey söylediğinde ona "Söylediğiniz doğru değil beyefendi (veya hanımefendi)" demezseniz size yalan söylemeye devam eder. Sizi her duyduğuna inanan, her yalanı yutan bir salak sanır. Sessizlik derinleştikçe yalanlar devleşir.

Palavralar eskittim
Bizde doğru konuşmayana, bakansa veya sizi bit gibi ezecek bir pozisyondaysa, pek "Doğru konuşmuyorsun ahbap, biz de o kadar salak değiliz birader" demezler.
Demek lazım halbuki. Demezseniz, hem ona hem de kendinize kötülük yapmış olursunuz. Siz palavra dinlemeye, o palavra atmaya devam eder. Sağlıksız bir durum.
Bu konuda en fazla iş meslektaşlarıma düşüyor. Ama, maalesef, gazeteciler güçlü politikacılar ve işadamları karşısında, genelde, aşırı saygılı veya çekingendirler. Kabul ediyorum. Eskisinden daha az saygılıdırlar. Ve eskiden olduğundan daha çok agresiftirler. Ama yeteri kadar değil.
"Siz Türkiye'nin azgelişmiş ve fakir bir ülke olduğuna dair iddialar tamamen ortadan kalktı diyorsunuz, kabine arkadaşınız Şener Türkiye'de 18 milyondan fazla insan fakirlik sınırında yaşıyor diyor. Bu tutarsızlığı nasıl açıklıyorsunuz? Bu sizin söylediğiniz milletin zekâsına bir hakaret, sefalet içinde yaşayanlarla alay etmek değil mi?"
Böyle soruları sormayı alışkanlık haline getirirsek doğruların dozunda büyük bir yükselme olduğunu hep birlikte göreceğiz.
En zor soruları nezaketle ve güler yüzle sormak. Dünyanın belki de en güvenilir haber kanalı BBC World'ün prensiplerinden biri budur.
Ama, neden bizi aptal yerine koyup açıkça doğru olmayan şeyleri doğruymuş gibi söylüyorlar?
Sanıyorum bize saygı duymadıkları için. İnsan saygı duyduklarını aldatmaz çünkü.
Ve yeteri kadar bilge, kalender ve çelebi olmadıkları için.

mmunir@milliyet.com.tr

chem73
27-05-2006, 12:28
http://www.yenisafak.com.tr/erd_bay_agar.jpg

bikmisbroker
27-05-2006, 18:01
NÜFUS MÜDÜRLÜĞÜNDEN GERÇEK İSİMLER


>Okşa Bırak
>Ayşe Donsuz
>Kaymak Bal
>Rüştü Düzer
>Çetin Ceviz
>Eyüp Sazan
>Kurban Etyemez
>Yaprak Döner
>Keleş Koyun
>Olgun Portakal
>Turgut Tatlımuhalebici
>Yağmur Sağnak
>Güven Kurtul
>Yosma Alver
>Selma Veren
>Şeyime Gündoğdu
>Dünya Malıdüzdür
>Jandarma Kızkaçıran
>İncil Tevrat
>Hayati Kopya
>Fikri Faiz
>Behçet Becerir
>Sabit Ayar
>Nazik Emer
>Satılmış Dönekoğulları
>Aman Vermez
>Fatma Donukara

Ramo
27-05-2006, 20:13
Yaşıtı iki genci sokak ortasında tabancayla öldüren liseli A.A.'nın, "Cihan kız arkadaşım için 'benim artığımla çıkıyor' diyordu. Sokakta bin 600 YTL'ye aldığım tabancayla ateş ettim" dediği iddia edildi.

Samsun Anadolu Lisesi öğrencisi Cihan Semizoğlu ile yanında bulunan arkadaşı Ahmet Genc'i okul yolunda kurşun yağmuruna tutarak öldüren lise son sınıf öğrencisi 17 yaşındaki A.A., cinayeti itiraf etti ve pişman olduğunu söyledi. Cinayetten yaklaşık 18 saat sonra geceyarısı, suç aleti tabanca ve 4 mermiyle polise teslim olan A.A. önce susma hakkını kullanacağını, ifade
vermeyeceğini söyledi. Ancak daha sonra Cumhuriyet Başsavcısı Ahmet Gökçınar'a ifade verdi. İddiaya göre A.A. cinayeti aynı zamanda sınıf arkadaşı olan kız arkadaşı Ş.E.O. yüzünden işlediğini anlattı; cinayete kadar gelişen olayları şöyle sıraladı,

http://www.vatanim.com.tr/root.vatan?exec=haberdetay&tarih=27.05.2006&Newsid=78701&Categoryid=7

Minik Yorum:Çakallar vadisi çocukları bunlar.Yüzlercesi aramızda.
Özlü sözlerinide yazalım: Kahraman sonunu düşünmez...

alihoca
28-05-2006, 00:02
Her millet layık olduğu palavrayı dinler

Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener, Türkiye'de 18 milyon kişinin yoksulluk sınırının altında yaşadığını söyledi.
Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Ali Babacan, Türkiye'nin azgelişmiş ve fakir bir ülke olduğuna dair iddiaların tamamen ortadan kalktığını söyledi.
Son beş on gün içinde gazetelerde okuduğumuz bu saptamalardan hangisi doğru?
Yüzde yüz çelişkili oldukları için ikisinin de doğru olması mümkün değil. Ya 18 milyon kişinin aç ve sefil yaşadığı bir Türkiye var. Ya azgelişmişlik ve fakirliği ardında bırakmış bir ülke. Azgelişmişlik ve fakirliği ardında bırakmış bir Türkiye'de 18 milyon aç ve sefil insan yaşayamaz. Eğer 18 milyon kişi aç ve sefil yaşıyorsa Türkiye azgelişmişlik ve fakirliği ardında bırakmış olamaz.
Doğru mu, yanlış mı?
Bakanlar gelir gider, gazeteciler kalır.
Çok uzun yıllar gazetecilik yaptım. Çok palavra dinledim. Vardığım sonuç şu: Her millet layık olduğu palavraları dinler.
Eğer bir politikacı açık şekilde doğru olmayan bir şey söylediğinde ona "Söylediğiniz doğru değil beyefendi (veya hanımefendi)" demezseniz size yalan söylemeye devam eder. Sizi her duyduğuna inanan, her yalanı yutan bir salak sanır. Sessizlik derinleştikçe yalanlar devleşir.

Palavralar eskittim
Bizde doğru konuşmayana, bakansa veya sizi bit gibi ezecek bir pozisyondaysa, pek "Doğru konuşmuyorsun ahbap, biz de o kadar salak değiliz birader" demezler.
Demek lazım halbuki. Demezseniz, hem ona hem de kendinize kötülük yapmış olursunuz. Siz palavra dinlemeye, o palavra atmaya devam eder. Sağlıksız bir durum.
Bu konuda en fazla iş meslektaşlarıma düşüyor. Ama, maalesef, gazeteciler güçlü politikacılar ve işadamları karşısında, genelde, aşırı saygılı veya çekingendirler. Kabul ediyorum. Eskisinden daha az saygılıdırlar. Ve eskiden olduğundan daha çok agresiftirler. Ama yeteri kadar değil.
"Siz Türkiye'nin azgelişmiş ve fakir bir ülke olduğuna dair iddialar tamamen ortadan kalktı diyorsunuz, kabine arkadaşınız Şener Türkiye'de 18 milyondan fazla insan fakirlik sınırında yaşıyor diyor. Bu tutarsızlığı nasıl açıklıyorsunuz? Bu sizin söylediğiniz milletin zekâsına bir hakaret, sefalet içinde yaşayanlarla alay etmek değil mi?"
Böyle soruları sormayı alışkanlık haline getirirsek doğruların dozunda büyük bir yükselme olduğunu hep birlikte göreceğiz.
En zor soruları nezaketle ve güler yüzle sormak. Dünyanın belki de en güvenilir haber kanalı BBC World'ün prensiplerinden biri budur.
Ama, neden bizi aptal yerine koyup açıkça doğru olmayan şeyleri doğruymuş gibi söylüyorlar?
Sanıyorum bize saygı duymadıkları için. İnsan saygı duyduklarını aldatmaz çünkü.
Ve yeteri kadar bilge, kalender ve çelebi olmadıkları için.

mmunir@milliyet.com.tr

Sn Chem73 Hocam;

Bu haberi daha da önemli kılan bu haberi yorumlayanın fikirlerinde yaşanan gelişim ve değişim sürecidir.

Fethullah Gülen'e duyduğu büyük sevginin yanısıra seçimlerde AKP'ye verdiği desteğin yanı sıra, iktidarın ilk günlerinde;

//AKP iktidara geldiğinde, birçok gözlemci gibi ben de Türkiye'nin yeni bir Özal dönemine gireceğini ummuştum.//

Diyebilen bir yazar ve yorumcunun bugünkü; AKP'li Sn Başbakan ve Bakanımız hakkında ki yorumları yazarımızın düşünce çizgisindeki değişim ve gelişimi göstermesi bakımından ilginç olsa gerektir.

Süvari
28-05-2006, 06:34
Malesef hocam milletimiz LAYIK olduğu yazarları okuyor. Yada okutturuluyor.

Layık olamadıklarımızı bir bir vurdurduk.

alihoca
28-05-2006, 15:04
Sevgili Süvari;

Üzerinde şöyle beş on gün yoğunlaşabilmek mümkün olabilse eğer,

Sn. Metin MÜNİR ve Sn. Cüneyt ÜLSEVER'in

2001 Yılından bugüne değin yazdıklarına projektör tutarak, bu yazarların Doğan gibi bir medya devinin içine seçilip yerleştirilmesinin nedenleri hakkında az çok kanaat sahibi olmamızı sağlayacak çok önemli ipuçlarına ulaşabiliriz gibi geliyor bana.

Ramo
28-05-2006, 21:10
Vergilerinizin dağılımını bilmek ister misiniz?


Dört bakanlık ve 22 üniversitenin toplam bütçesi Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bütçesine eşit. Evet, her isteyene camilerde yer olsun ama istemeyene bile bir okul sırası varsa eğer

Bana ulaşan bir istatistik” rapora bakarken nedense hiç şaşırmadım. Çünkü rakamlar, Türkiye'mizin ta kendisi, gerçeğini gösteriyor zaten. Ama yine de sizlerle paylaşmak dürtümden uzak kalamadım. Rakamlarla uğraşmak için hiç de uygun görmeyeceğiniz bu güzel pazar gününüzü mahvedeceksem, kusura bakmayın lütfen. Benim tek yazabildiğim gün bugün.

Evet, ülkemizin panoraması rakamlarla ifade edildiğinde durum özetle şöyle:

Güzel Türkiye'miz hastahanelerinde sadece 189 bin yatak kapasitesi var. Ama 26 milyon kişinin aynı anda namaz kılabileceği camimiz hizmette. Önümüzdeki bir, iki yıl içinde yapılması gerekli görülen sağlık kuruluşu ve hastahane sayısı toplam 30 - 40 diye ifade edilirken, inşaatı sürmekte olan cami sayısı 1340'a ulaşmış.

Şu durumda, 353 kişiye bir cami düşerken 60 bin kişiye bir hastahane düşmekte.

Aralarına girmek için göbek çatlattığımız AB ülkelerinden Almanya 70 bin sağlık kuruluşu ve 8 bin kilise, Fransa ise 60 bin sağlık kuruluşu ve 9 bin kiliseyle vatandaşlarına hizmet götürmekte. Kütüphane sayısına gelince, Almanya'da 11 bin 332, Fransa'da 4 bin. 70 milyon nüfuslu Türkiye'mizde ise bu sayı 1435. Ve bu kütüphanelerin birçoğunun da gerçekten ciddi anlamda donanmamış olduğunu, muhtelif kütüphane idarecilerinden ve gönüllülerinden gelen mail'lerden ben biliyorum.

Devlet tiyatromuz ülkemizde sadece 13 ilde var. Diyanet'e bağlı Kuran kursu sayısı ise 82 ilimizde de mevcut olup sayısı 3 bin 852.

ATO'nun yaptırdığı bir araştırmaya göre, 14 bin 403 cami yaptırma derneğinin bulunduğu Türkiye'de, sadece 1 opera, 1 bale, 10 heykel, 18 resim, 18 sinema, 38 tiyatro derneği bulunuyor.

Diyanet İşleri Başkanlığı'nın 1997 yılında 66 trilyon olan bütçesi, 2006 yılında 1.2 katrilyona çıkmış. 8 bakanlığın toplam bütçesi Diyanet İşleri Başkanlığı'ndan daha az.

Ancak, 4 bakanlığın ve 22 üniversitenin bir araya getirilen toplam bütçesi Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bütçesine eşit geliyor.

GÖNÜL İSTERDİ Kİ...

Çok belli ki, siyasi iktidarlar ülkenin eğitimini ve sağlığını, yani vatandaşın ancak konusunun özeli olan eleman ve malzemeyle tefriş edilmiş mekanlarda istifade edebileceği, çağdaş medeniyetin gereği bu iki temel ihtiyaç unsurunu gözardı etmişler, buna mukabil din” inançlarını, dört duvarlı maddesel şekilcilikle kuvvetlendirmişler.

Halbuki Allah her an ve mekanda, inananın yüreğinde, zihninde, ruhunda var. Allah'a varmak için, kulun öncelikle kendi içindeki 'yol'u aşması gerekir. Yoksa, kimler var, bilirim, tekkeden, camiden çıkmaz ama 'gönül gözü' kapkaranlıktır.

Gönlüm ister di ki, 2006 yılında her isteyene camilerde bir yer olsun, şimdi olduğu gibi. Ama, her ihtiyacı olana da hastahanelerde bir yatak, isteyene ve istemeyene dahi bir okul sırası, öğretmen olsun. Gönlüm daha çok şey isterdi ama bu sayfaya sığmaz.

Nermin Bezmen/akşam

http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=41401,10,129

Ramo
06-06-2006, 15:23
ANKARA(ANKA)

Eryaman’da düzenlenen operasyonla ortaya çıkan Atabey Grubu’nun oluşturulmasına neden olan e-mail, Özel Kuvvetler Komutanlığı’nda görevli Yüzbaşı Murat E.’nin bilgisayarından çıktı.
Terörle Mücadele ekiplerince el konulan bilgisayarda bulunan ve "Tayyipin Danışmanları" başlıklı e-mailde Başbakan Erdoğan ve danışmanları hakkında çeşitli iddialar bulunuyor.
Murat E.’nin Askeri Savcılıkta verdiği ifadesinde de anlattığı Atabeyler oluşumuna neden olduğu belirtilen e-mailde Başbakan Erdoğan’ın en yakınındaki kurmayları şöyle anlatılıyor:

***** "MÜCAİT ARSLAN:

Aradan yıllar geçti. (1994’te) Öldürülen Kürt işadamının bir başka yeğeni bugün Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın danışmanı. Öyle sıradan bir danışman değil ama; 10 Aralık 2002 tarihinde, Beyaz Saray’da ABD Başkanı Bush ile AKP Genel Başkanı R.T. Erdoğan’ın yaptığı toplantıya katılan birkaç isimden biri. Babası milletvekili. Babası bir dönem insan hakları meseleleriyle çok yakından ilgiliydi; dernek başkanıydı; fırsat buldukça da İstanbul-Ankara belediyelerinin köprü, yol ihalelerini alırdı. Ailece S-300 Mercedese biniyorlar...Danışmanın üniversite mezunu bile olmadığı söyleniyor. Başbakan Erdoğan’ın bu danışmana özel bir sevgisi olduğu biliniyor"

***** "CÜNEYD ZAPSU:

Bu danışman Güneydoğu’nun en büyük Kürt aşiretinin üyesi. Dedesi ilk Kürtçe tiyatro eseri yazan bir edebiyatçı. Ehl-i Sünnet dergisinin sahibi.
Türkçe-Kürtçe yayınlanan ’Jin’ dergisinin önde gelen isimlerinden. Danışmanın halası, faili meçhul bir cinayete kurban giden Kürt hareketinin önde gelen isimlerinden Musa Anter’in eşi. Danışmanın eniştesi öldürüldüğünde Abdullah Öcalan başsağlığı mesajı yayınladı.
Öldürülen bu Anter’in yeğeni milletvekili de yine faili meçhul bir cinayete kurban gitti. Danışman yakın akrabaları gibi Doğu ve Güneydoğu’da gezmiyor. O’nun bir ayağı hep Amerika’da. Orada da sıradan yerlere gitmiyor. Örneğin bugünlerde, Florida Tampa’da ABD Askeri Komuta Merkezi’nin bulunduğu Mac Dill Hava Üssü’ne sık sık uğradığı söyleniyor.
Biliyorsunuz, ABD’nin Irak işgalini komuta ettiği 9 merkezden biri burası. TÜSİAD üyesi bu danışman, Başbakan Erdoğan’ın özellikle yurt dışındaki tüm resmi-özel görüşmelerinde bulunuyor.
Erdoğan’ın ’aklının yarısı’ olduğu iddia edilen bu danışman, işin tuhaf anı, daha çok Korkut Özal’a yakın.

***** MAĞAZA KROKİLERİNİN NEDENİ

Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın Danışmanı (BİM marketlerin sahibi) Kürt Teali Cemiyeti’nin Kurucu Üyesi, Kürt Hevi Cemiyeti’nin Kurucusu ’Kürdistan’da Kürt’ten başka hiçbir millet yoktur’ diyen Abdurrahim Zapsu’nun torunudur.
Alman vatandaşı olduğu için milletvekilli adayı olmadığı belirtilen Cüneyd Zapsu AKP’nin kurucu üyesi ve ’Türkiye yalnızca Türklerin değildir.. Bu düzenin koruyucusu olmamız mümkün değil.. Ata’ya saygı duruşunda sap gibi ayakta durmaya gerek yok.. Bu hukuku hazırlayanlar bu düzenin kaldırılmasının maşası olacak...’ diyen Tayyip’in danışmanıdır.
Yaşadığı sürede Türklere her fırsatta kin kusan babaannesi Hidayet Zapsu, Kürt isyanlarının baş aktörü olan Bedirhan aşiretine mensuptu.
BİM’in de sahibi olan Cüneyt Zapsu’ nun halası PKK’nın ve Apo’nun akıl hocası Musa Anter’in karısıdır. Zapsu’nun şirketlerinde, Kürt Teali Cemiyeti’nin başkan ve mensuplarının torunları yönetici olarak görev yapıyorlar.
Şeyh Sait’in öcünü alıyorum, aldım... Şeyh Sait ve taraftarları gerçek şehittirler’ diyen, Şeyh Sait’in dava arkadaşı Abdurrahman Zapsu’nun torunu Cüneyt Zapsu icraatlarıyla da görülüyor ki, dedesinin kin ve intikam duygularını başarıyla devam ettiriyor.
AKP Genel Başkan Yarımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat ise Şeyh Sait’in torunudur. BİM’den alınan her ürün hainlerin gücüne güç katmaktadır. Komik değil mi mahvolmuşuz biz"

***** "ÖMER ÇELİK:

Bu danışman aslen Diyarbakırlı. Ama doğum yeri başka. Fakat Kürt olduğunu saklamıyor. Gazi Üniversitesi Kamu Yönetimi mezunu. Dil bilmiyor sayılır. Bir dönem radikal İslamcıydı. Yaşar Kaplan’ın aylık Düşünce Edebiyat dergisinde editörlük yaptı. Buradan daha ılımlı, Ali Bulaç’ın Bilgi ve Hikmet Dergisi’ne geçti.
Ali Bulaç sayesinde R.T. Erdoğan ile tanıştı. Sonra Yeni şafak gazetesine geçti, köşe yazarı oldu. Bir ara Dinç Bilgin grubunda, sonra Aydın Doğan grubunda ve son olarak da Uzan grubunda çalıştı... Yoksuldu; üniversitede yurtta kalıyordu; şimdi lüks otellerden çıkmıyor, 100 bin dolarlık jeeplere biniyor. Bekar. Kırık bir aşk hikayesi var. Yazmam ama...
Meclis kulisinde dedikodu yapmayı seviyor: iki yıl önce Lale Mansur ile flört ettiğini söylüyordu, şimdi de Deniz Akkaya ile 6 ay birlikte olduğunu... Sohbetleri renkli olsa da, AKP Grubu bu danışmanı hiç sevmiyor. Öyle ki, ’Grupta ikinci tezkereyi geçirmek için, Amerika’yı göklere çıkaran konuşmaya kızıp hayır oyu verdim’ diyen AKP milletvekilleri var! Bu danışman-milletvekili Başbakan Erdoğan’a özellikle Ortadoğu konusunda danışmanlık yapıyor...

***** EGEMEN BAĞIŞ:

Babası Güneydoğu’da bir şehrin belediye başkanıydı. O ise Beyaz Saray’ın yeminli müşaviriydi. Nerden nereye... ABD vatandaşı olduğu iddia ediliyor. Ama şimdi o hem danışman hem milletvekili.
Uzatmayalım. Başbakan Erdoğan’ın tüm danışmanlarının Kürt olmaları tesadüf mü? Öyle kabul edelim! Peki hepsinin bir şekilde ABD ile yakın temas içinde olmalarını nasıl açıklayacağız? Bilmem. Ama bildiğim şudur: Ağrı Diyadin DEHAP ilçe Başkanı Mehmet Nuri Sarı’nın, Abdullah Öcalan’a ’Sayın’ dediği için 2 yıl 1 ay hapse mahkum edilmesinin bugün hiçbir anlamı yoktur. Türkiye, içindeki düşmanını yanlış yerlerde arıyor; biraz kafasını kaldırıp yukarıya bakması gerekiyor..."
http://www.milliyet.com.tr/2006/06/06/son/sontur23.asp

Minik Yorum:Vay be!

Ramo
08-06-2006, 22:25
Türkiye'nin "canlı at ve eşek" ithalatının arttığı ortaya çıktı. Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen, DYP Hatay Milletvekili Mehmet Eraslan’ın hayvansal ve bitkisel ürün ithalatına ilişkin önergisini yanıtladı.

Tüzmen, 2003 yılında 1 milyon 512 bin dolar değerinde 170 baş, 2004 yılında 1 milyon 351 bin dolar değerinde 177 baş ve 2005 yılında da 1 milyon 567 bin dolar değerinde "canlı at, eşek ve katır" ithal ettiğini bildirdi. Aynı dönemde Türkiye’nin 585 dolar değerinde bir baş canlı domuz ithal ettiği de Tüzmen’in verdiği Gümrük Giriş Tarife Cetveli’nde yer aldı. Türkiye’nin son üç yılda senelik ortalama 12 milyon kilogram kahve, kahve kabuk ve kapçıkları ithal ettiği belirtilirken, çay ithalatının da arttığı belirlendi.

http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/4544146.asp?gid=52

Minik Yorum:Bizim memlekette soyu mu tükendi...?

Ramo
11-06-2006, 12:41
GAZZE - Filistinli Galiye ailesinin yaz sezonunu Gazze'nin kuzeyindeki Beyt Lahiye sahilinde piknik sefasıyla açma planı kana bulandı. Önceki gün İsrail gemilerinden fırlatılan füzeler ailenin altı ferdini alıp götürdü. 48 yaşındaki aile reisi Ali Galiye, iki eşinden biri olan 30 yaşındaki Raise, altı ve 18 aylık iki bebekleri, 15 ve dört yaşındaki kızları İlham ve Sabirin sahilde can verdi. Ailenin hayatta kalan üç çocuğundan biri olan sekiz yaşındaki Hadil ile Ali'nin ikinci eşi Hamdiye yaralandı.
Boynundan yaralanan Hadil, hastanede henüz travma halindeyken faciayı şöyle aktardı: "Büyük bir patlama oldu. Koşmaya başladım. Babam, biraz ötede yatıyordu. Herkesin koştuğunu gördüm. Ben de ailemi, anne ve babamı aramak için koştum. Sonra beni hastaneye getirdiler. Aileme dönmek istiyorum. Onlar evde beni bekliyor." Hadil'in "Baba, baba" diye koşarken kumlara kapaklandığı görüntüler televizyonlarda defalarca yayımlandı. Galiye ailesi, çocukları karne başarılarını kutlamak için sahile götürmüştü.


Lider ve başbakan evlat edindi
Dün plaj kurbanlarının cenazesine binlerce kişi katılırken, Hadil'in ailesini toprağa verişine can dayanmadı. Babasının yüzünü öperek af dileyen küçük kız, "Ailemi kaybetmeyi hak edecek ne yaptım" diye haykırdı. Defalarca bayılan ve kolonyayla kendine getirilen Hadil'i Filistin lideri Mahmud Abbas ile Başbakan İsmail Haniye evlat edindi. (Dış Haberler)

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=189898

Minik Yorum:Kandan kına yakılmaz..

buena vista
11-06-2006, 14:17
Yalçın DOĞAN


PRAG'ın ünlü alanındaki saat kulesinde, saat başı oniki figür çıkıyor. Onlardan biri ölümü temsil ediyor. Ölümü temsil eden figür, Türk olarak anılıyor.

Fransız panayırlarında kafasına üç top atılıp devrilmek istenen bir bez bebek var. Bebeğin adı Türk kafası.

Bazı Batılı ressamların tablolarında Türkler şeytan suratlı ve kuyruklu.

Bunlara sanatın çeşitli dallarını, roman ve öyküleri, politik anektodları, tarihsel tahlilleri eklemek mümkün. Biz Türkler'le ilgili Batı'nın kafasındaki Türk imajı hiç parlak değil.

ÖZGENTÜRK'ÜN FİKRİ

Bu imaja karşılık, Türkiye'nin AB isteği.

Tam bu noktada yönetmen Ali Özgentürk ilginç bir filme imza atmak istiyor. Filmin adı, Kaçın Türkler Geliyor.

Özgentürk'ün projesi şu. Türkiye'nin AB'ye girmesi ile ilgili olarak, Avrupalı on-onbeş yönetmenin bakışını içeren, her yönetmenin tasarlayacağı on-onbeş dakikalık kısa filmlerden oluşan bir film.

Avrupa'nın deneyimli yönetmenlerinin Türkiye üzerine düşüncelerinin bu filmde buluşması tasarlanıyor. Türk denildiğinde, bu insanlar ne düşünüyor? Hala şeytan suratlı varlıklar mı, yoksa farklı kültürlerden gelerek, çatışmaları önleyerek, bir arada yaşamayı öğrenme fırsatı mı?

YÖNETMENLERE MEKTUP

Ali Özgentürk bunları soruyor. Sorularını mektuba döküyor ve 21 ünlü yönetmene gönderiyor.

Mektup gönderilen yönetmenler arasında Bernardo Bertolucci, Emir Kusturica, Bertrand Tavernier, Ken Loach, Lars Von Trier, Michael Redford, Wim Wenders gibi dünya çapında isimler var.

Kolaylık olsun diye, Özgentürk Türkiye ile ilgili yirmi soru hazırlıyor ve projesiyle birlikte bu yönetmenlere gönderiyor.

Projenin Türkiye bölümünde ise, Türk yönetmenler var. Yani, Kaçın Türkler Geliyor filmi, iki yönlü. Bazı Türk yönetmenler de, yine kısa filmlerle, bizim toplumdan kesitler sunacak.

Film, Türk ve Avrupalı yönetmenlerin ortak yapımı biçiminde.

Ali Özgentürk pek çok uluslarası festivale katılmış, pek çok ödül kazanmış bir yönetmen. Bu projesi de, yaşadığımız süreçte çok anlamlı.

Umarım, Türkiye'de bu projeye, dolayısıyla bu filme sahip çıkacak birileri bulunur. Filmi destekler.

Böyle bir film, eğer gerçekleşirse, Türkiye'nin AB yolunda, kazanımlar elde ettiği elli tane resmi toplantıya bedel.(Hürriyet)

chem73
12-06-2006, 16:05
Yoğun çalışmam gereken günlerdeyim. Buna rağmen bir tatlı avareliğin ılık tembelliği gerinip duruyor içimde.
"Yarın sabah erkenden kalkar, çalışırım", diyorum kendi kendime. Sabahleyin, "hele bir yol gazeteleri okuyayım, sonra hemen oturur çalışırım", diyorum. Gazeteleri okuyorum, "bir kahve içeyim de", diyorum. Kahveyi içiyorum, "bir sigara daha yakayım da", diyorum. Sigara bitiyor, "telefon etmek için bir arkadaşa söz vermiştim, telefon edeyim de", diyorum.
***
Sonra saate bakıyorum, öğleye yaklaşıyor. "Şimdi başlarsam çalışmaya, araya öğle yemeği girecek, en iyisi yemeği yedikten sonra", diyorum. Yemekten sonra "kahveyi içeyim de" diyorum...
Ve sonra, "çıkıp şöyle bir dolaşayım da", diyorum, "akşama çalışırım"... "Gece çalışırım, sabah çalışırım"...
Yaramaz bir okul kaçağının tüm kaytarmacılığıyla yüreğimin ta kökünde sinsi bir huzursuzluk, yitirip duruyorum zamanı.
***
Bu arada sıçan yuvasına benzer, karmakarışık bir yığın akılsızlıkla tutarsızlık çarpıyor gözlerime. Açık seçik, aydınlık ve yetenekli beyin sayısı; ne kadar da az görünüyor.
Kulağıma çalınan sözcükleri, kişilerden koparıp gerçek anlamlarına indirgiyorum. Örneğin:
- Bu gidişin sonu ne olacak beyefendi?
Sorusu, şimdilerde pek moda. Herkes geleceği çözümleyecek bir falcı arıyor gibi.
Bu gidişin sonu ne olacak?
Aslında bu:
- Benim sonum ne olacak, demektir. Yani daha sıkıntıya mı düşeceğim, yoksa daha rahat mı edeceğim?
Bu merak politik bir çerçeve içinde konuyor ortaya...
***
Kimi de:
- Halk zor durumda, diyor. Yahut halk çok zor durumda...
Bu da aslında:
- Ben zor durumdayım, demek...
* * *
"Henüz halk ne olup bittiğini anlamıyor", demek; ne olup bittiğini ben anlamıyorum, demek.
"Halka sahip çıkmak gerekir, yahut halka yararlı olmak gerekir", demek; politikada önemli bir kişi olmayı özlüyorum, demek.
***
Bazıları da:
- Türkiye kalkınıyor, diyorlar.
O da, ben kalkınıyorum anlamına geliyor.
***
Ve son toplamda, "Bu gidişin sonu ne olacak, halk zor durumda; henüz ne olup bittiğini tam anlamıyor, halka sahip çıkmak gerek" cümlesini şöyle çevirmek doğru düşüyor:
- Benim sonum ne olacak? Büsbütün sıkıntıya mı düşeceğiz, yoksa daha rahat mı edeceğiz? Ne olup bittiğini tam anlayamıyorum. Bir şeyler yapmayı, önemli bir kişi olmayı özlüyorum.
***
Bu konuda, yurtsever bir görüntü arkasında, birçok kişi hem kendisine bir danışman arıyor, hem de konuşma süresince beyinsel değerini kanıtlamaya uğraşıyor...
Söylenenleri hemen somut dile çevirme oyununa öyle alıştırdım ki kendimi; çok eğlenceli istekler ve eğilimler yakalamaya başladım.
***
Biri, bürokrasiden yakınarak:
- Sıkıştım kaldım, elimden tutacak kimsem yok ki, diyorsa; işimi rüşvet vermeden yürütmek istiyorum, forsun varsa bana yardım etsene, demek istiyor.
***
Rüşveti verip işi kurtaran, açıktan verdiği paradan canı yanmışsa:
- Bu memleket batar, yahut batmış, diyor.
O, aslında, "her işi rüşvetle yaptırırsam ben batarım", yahut "battım vallahi", demek...
***
Memleketin battığı, bir de televizyonda sevilen bir dizi başlayacağı sırada elektrik sönünce; yahut tam banyoda sular kesilince akla geliyor.
Karşımdaki:
- Bu memleket battı kardeşim, dedi mi; içimden, "demek ki banyoda sabunluyken susuz kaldı", yahut "tam Şehir ve Adam'ı izleyecekken, elektrik kesildi", yahut "rüşvet vermek için keseyi açtı", diye düşünüyorum...
Biraz kurcalıyorum; yakınmasını örneklerken:
- Dün tam banyoya girdim, sular kesildi, diyor.
Yahut:
- Bir ruhsat almak için üç bin papeli dayandık, diyor.
***
Kadınların konuşmalarında ise, çeviriyi daha bir değişik yapmak gerek. Onların da bütün konusu, "Kim kimi koynuna aldı, kaça aldı?"dan ibaret...
- Kızı zengin bir ailenin çocuğu istiyormuş.
Çevirisi:
- Erkek, kızı çok paraya alacak koynuna...
***
- Kızı namuslu bir çocuğa verdiler. Zengin değil ama geleceği parlak...
Çevirisi:
- Erkek, kızı, bedavadan aldı koynuna, ama ileride ödemesini yapacak.
- Kocam kürk hediye etti bana...
Çevirisi:
- Bedavadan girmiyorum koynuna.
***
- Çok bahtsız kadınmışım çok, on yılda bir çöpünü görmedim.
Çevirisi:
- Bedavadan giriyoruz koynuna...
***
Yüksek sosyeteden, mahalle kıyısına kadar kadın çevreleri; genellikle bu piyasayı konuşmaya meraklı. Yani "Kim kimi aldı, kaça aldı koynuna?"
***
"Türkiye'nin sonu ne olacak? Memleket battı mı?" konuşmalarının çevirisi ile seks ve evlilik dedikodularının çevirisini yan yana getirince; insan yaşamını kısacık bir metinde özetlemek, kolaylaşıyor:
- Kaç para kazanacağız, kaç paraya yatacağız? İyi mi yaşayacağız, kötü mü yaşayacağız?..
Onca nutuk, kitap, arantı, vaat, yemin, çaba, direnç, böylesi bir merakta biçimleniyor gibi...
"Hangi düzen, bu temel meraka daha sağlam bir cevap verir" teması ise, çağımızın en büyük tartışması.
***
Kişi kendine sormalı:
- Kaç para kazanıp, kaç paraya yatıyorum?
Cevap olumsuzsa, veya kazık kokuyorsa:
- Bunun sonu ne olacak? Bu memleket batıyor! Diye verip veriştireceksin.
Cevap olumluysa ve kazığı sen atmış görünüyorsan:
- Her şeye rağmen Türkiye kalkınıyor, hızlı bir uyanma var; çok da karamsar olmayalım, diyeceksin...
Önemli bir kişi olmak ihtirasın şahlanınca da, sık sık tekrarlayacaksın:
- Halka sahip çıkmak gerek, halkı kurtarmak gerek...
***
Oturup çalışacağıma, böyle çevirilerle gerinip esneyen bir avareliğe vuruyorum kendimi. Biliyorum ki, aydın kişi olmaya kalkmak; Ortadoğu toplumlarında kazığı peşin peşin yemek demek. Ne diye o acıyla boyuna:
- Memleket batıyor! Diye bağırayım...
Tuzu kuru olanlar da:
- Batmıyor! Diye bağıracaklar.
Batıyor mu, batmıyor mu?
- Vallahi, onu saygıdeğer poponuza sorunuz, diye cevap vermeye de dilim varmıyor.
Kimininkine batıyor, kimininkine batmıyor. Kimi de neyin neresine battığının farkında değil.
***
Bir sabah, yahut bir öğle, yahut bir gece, yine kapanır odama, başlarım kâğıtlarla dövüşmeye.
Yaşamak kazık yemekle eşdeğer olunca; bizler için tek soylu uğraş kalıyor, o da oturup kitap yazmak.
Oysa işte, yarım yüzyıllık bir yaşam serüveninden sonra; bazen çekiyor insanın canı avarelik etmeyi. Sanki kâğıt, makinede beyaz beyaz dururken; buna hakkımız varmış gibi...
—————————
Not: 29 yıl önce yazılmış bir yazı... "Gölgelerin Gölgesi"nden...

Çetin ALTAN/Milliyet

Ramo
12-06-2006, 21:38
Erkekler kadın oluyor, kadınlar erkek...

Dünün ilericileri, bugün "muhafazakâr..."

En hızlı dinciler, faiz söz konusu oldu mu; hoşgörülü...

MHP'liler artık Nazım Hikmet okuyor...

Komünistler "ulusalcılığı" keşfetti!

Beşiktaş'ın kaptanı, parayı kapınca Fenerbahçeli...

Podyumdan para kazanan mankenler şöhret uğruna boksör...

Dönüp bana soruyorlar; "Sen nesin, necisin?"

Şaşırıyorum...



***

Emperyalist devletler, "özgürlük ihracatçısı..."

Silah tüccarları, barış güvercini...

Savaş karşıtları "terörist..."

Mercedes'li adamlar, görünürde yeşil karta muhtaç!

Mafya tetikçileri "serbest meslek sahibi..."

Sermayedarlar emeğin savunucusu, sendika liderleri sermayenin...

Balerinler göbek atıyor, arabeskçiler arya söylüyor...

Bütün gençler yaşlı, yaşlılar genç!

Dönüp bana soruyorlar; "Sen kimsin, kimlerdensin?"

Afallıyorum...


***

Bütün köylüler kente akıyor; kentlilerin tek umudu ise kapağı köye atmak!

Vakıflar ticaret yapıyor...

Hastaneler sağlık satıyor...

Parasız okumak, cehaletle eş...

Oksijeni "bar"a düşürdüler, su çoktan kirlendi!

Üreten değil, satan kazanıyor...

Satacak mal bulamayan kendini satıyor!

İhbarcılara trilyonlar yağıyor...

Katiller şehit ilan ediliyor, şehitler katil!

Dönüp bana soruyorlar; "Ya sen?"

Bunalıyorum...


***

Değerlere sarılmak tutuculuk oldu; ilkeli olmak dinozorluk...

Halkçılara, "Popülist!" yaftası asıldı.

Laikler dinsiz, cumhuriyetçiler gerici ilan edildi.

Devrimcilik; kimilerine göre aptallık!

Devletçilik tu kaka...

Milliyetçilik, feodallik!

Dönüp bana soruyorlar; ilkelerin ne?

Kahroluyorum!

Yanlış tanı
Financial Times'da Türkiye ekonomisiyle ilgili bir yorum yayınlandı:

"Bugün yaşanan sıkıntıların nedeni, hükümetin ekonomiyi arka plana atması!"

Bu "tanı"ya sadece gülünür...

Tam tersine; piyasalarda işlerin iyi gittiği günlerde hükümetin ekonomiyle hiçbir ilgisi yoktu... Ne zaman ki hükümet, "Merkez Bankası ataması" ile ekonomide fiilen devreye girdi, o zaman dengeler bozuldu!

Ama bunu yabancılara anlatabilmek o kadar zor ki...

Mustafa Mutlu Vatan

http://www.vatanim.com.tr/root.vatan?exec=yazardetay&Newsid=79709&Categoryid=4&wid=102

account
13-06-2006, 09:37
Ahlaksız teklife saygın ret!
13.06.2006 / Eyüp Can / Yorum





Sirmen, Yuvacık teklifini ilk Alarko’ya yaptı reddettik!

Soru şu: Zenginlikle saygınlık arasında birebir bir ilişki var mı?

Alarko Holding Yönetim Kurulu Başkanı İshak Alaton’a sorarsanız; "Var, hem de nasıl!"

Geçen hafta Yiğit Bulut ile birlikte İshak Alaton’u ziyarete gittik.

Aslında ziyaretimizin amacı Yiğit Bulut’un Referans’ta yazdığı iki yazıda Alarko Holding’e yönelttiği sorularla ilgiliydi.

Fakat İshak Bey o her zaman ki filozofça üslubuyla, Yiğit’in sorularının teknik kısmını CEO’su Ayhan Yavrucu’ya pas etti ve bize yukarıdaki felsefi soruyu sordu.

Meğer aynı soruyu 2 Haziran’da Bahçeşehir Üniversitesi’nde katıldığı "İş Dünyası ve Liderlik" başlıklı konferansta sormuş.

Ve bakın ne cevap vermiş.

"Dünyanın en zengin ülkeleri aynı zamanda en şeffaf, en saygın ülkeler. Sıralamada altlara doğru indikçe, yönetimi şeffaf olmayan, bürokrasisi kapalı kapılar ardında çalışan, yolsuzlukları cezalandırmayan, saygınlıkta geri kalmış ülkeleri buluyorsunuz..."

Alaton’un bahsettiği sıralama Birleşmiş Milletler'in Saygınlık Endeksi’nden.

Endekse göre saygınlıkta birinci ülke Finlandiya. Sonra İskandinav ve Kuzey Avrupa ülkeleri geliyor. Alaton’un Fahri Konsolosluğu’nu yaptığı Güney Afrika ise 53. sırada.

Peki ya Türkiye?

İshak Bey’i dinliyoruz: "Alt sıralarda, git, git, git 84. sırada Türkiye var. Bu bana çok elem, sıkıntı veren bir gerçek."

Peki Türkiye neden saygın değil?

Alaton’a göre bunun sebebi toplumsal.

"Hepimiz hatalıyız. Bizler kavgacı bir toplum olageldik. Hep kavga ediyoruz. Suhuletle sorunlarımızı çözme metotlarını çocuklarımıza öğretmiyoruz. Taviz vererek, orta yolu bularak sorunları halletmek bize zül gibi görünüyor. Politika sahnesine bir göz atın. İktidar partisine destek vermek cumhuriyet tarihimiz boyunca hiçbir muhalefet partisi mensubunu aklının köşesinden bile geçmedi. İktidara gelenler uzlaşma aramak yerine iktidar sarhoşu oldu. Sonuçta ortaya vatandaşına güvenmeyen ve şeffaf olmayan bir siyaset ve yönetim anlayışı çıktı."

Arkasından hemen şu çarpıcı karşılaştırmayı yapıyor: 1950 yılında Türkiye’nin kişi başına geliri 200 dolardı. Aynı yıl nükleer savaşta yıkılmış Japonya’da kişi başına milli gelir 130, Kore’de ise 65 dolardı. Yani 50 yıl önce bir Türk üç Koreli'ye bedeldi. Sonradan Kore’de iç savaş başladı Türk askeri yardıma gitti. Kore yıkıma uğradı, ikiye bölündü daha da fakirleşti.

Peki ya bugünkü rakamlar?

Alaton, "bugünkü rakamlar bana mutsuzluk ve hüzün veriyor" diyor.

Çünkü Japonya’da kişi başına milli gelir 40 bin, Kore’de 24 bin Türkiye’de ise 4 bin dolarlar civarında. Bugün, maalesef bir Koreli altı Türk’e bedel.

İşte bu tablo öğrenciler karşısında filozofça konuşmayı tercih eden saygın iş adamı İshak Alaton’u kahrediyor ve çaresizlik içinde ekliyor: "Saygın değilseniz zengin de olamıyorsunuz. Fakir kalıyorsunuz. Fakir kalınca da saygın olmakta zorlanıyorsunuz. Tam bir fasit daire!"

Peki bu fasit daireden İshak Alaton’un kendisi nasıl çıktı?

Alaton, çok çarpıcı bir anekdotu anlatmaya başlamadan önce soruya soruyla karşılık veriyor: "Para kazanmak gerekli de, yeterli mi? Bence değil. Çok erken yıllarımda İsveç’ten yeni gelip Üzeyir Garih ile yola çıktığımızda, para kazanmanın ötesinde bir hedefin gerekli olduğunu anladık; o hedef saygınlık. Şirketimizin şeffaf, saygın ve güven veren bir müessese olmasına önem verdik. Gölgeli, şüpheli, şaibeli işlerden mümkün olduğu kadar kaçındık. O yollara girmedik. Alarko bugün Türkiye’nin ilk beş şirketi içinde değil. Olmak için de zorlamadık kendimizi. Kafi derecede büyük. Ancak son derece saygın. Bugün Türkiye’nin en saygın ilk üç şirketi arasında Alarko var."

Ve işte saygınlığa giden yolda çarpıcı bir örnek.

"Yıllar önce İzmit Büyükşehir Belediye Başkanı Sefa Sirmen bir projeyi konuşmak için bugün sizinle oturduğum bu odaya geldi. Üzeyir Garih ile birlikte kendisini dinlemeye başladık. Bize İzmit Belediyesi su projesini Alarko ile yapmayı teklif etti. Projeyi dinler dinlemez Üzeyir ile ben göz göze geldik. İkimiz de aynı anda içimizden ‘bu iş tezgah’ diye geçirmişiz. Nitekim Sirmen bakışmalarımızdan bu işi yapmak istemediğimizi anladı. Karşılıklı teşekkür ettik ve bir daha da görüşmedik."

Alaton’un anlattıklarını hayret içinde dinledim.

"Yani 75 milyon dolara mal olabilecekken 940 milyon dolara tamamlanan ve devleti milyarlarca dolarlık zarara uğrattığı için 9 kişinin 6 yıl mahkumiyetine sebep olan Yuvacık Barajı teklifi ilk size mi geldi?" dedim.

Başını sallayarak, "dur daha bitmedi" dedi.

Asıl anlatmak istediğim şu. Bu projeyi yapanlar 6 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bir muhabir ceza alanlara soruyor "ne diyeceksiniz" diye.

Cevap şu: Maalesef Türkiye’de iş yapanların başına böyle şeyler geliyor!

Bunu duyduğumda inanın beynimden vurulmuşa döndüm. Ve kendi kendime sordum. Eğer biz bu projeyi kabul etmiş olsak ve tüm bunlar benim başıma gelse ne yapardım?

İnanın yerin dibine girmeyi tercih ederdim!

Tüm bu diyalogda İshak Alaton’u en çok yaralayan ne olmuş biliyor musunuz?

Mahkumiyet alanların bu işi "iş yaşamında böyle şeyler olur" diyerek "normal" karşılaması.

Ne dersiniz "zenginlikle saygınlık arasında birebir bir ilişki yok mu?"

Ramo
14-06-2006, 19:44
Pilot uzun boylu ben kısa kaldım..

Memlekette hosteslik kızlara kıran girdiğinden Türk Hava Yolları uçaklarını uçuramıyormuş..

Yaz tarifesi yüzünden yeni seferler konmuş.. Lakin orta yerde hostes yokmuş.. "Sınav açalım" demişler..

Birinci şart da başvuracak adayın 1.65'ten kısa olmaması..

Ben yetkililerin yalancısıyım.. Ne kadar "yer cücesi" varsa bu sınava üşüşmüş..

Sanki "Tarzan Pigmelere Karşı" filmi çekiliyor da kısa boylu figüran aranıyor..



***

Bu memleketin kızları da az numaracı değil yani..

Sınava başvuran kızların çoğu el kadar ama müracaat formundaki "Boy hanesine" göğüslerini gere gere 1.65 yazmışlar..

"Amaaan sanki gelip de boyumuzu mu ölçecekler?" diye düşünmüşlerdir..

Aday kızların hepsine numaracı diyemem.. Bazıları da "Topuklu ayakkabıyla 1.65'i geçiyorum.." fikrinden gitmiştir..

Bahane nedir?
Ancak sınav komisyonundakilerin boy ölçecekleri tutmuş.. Bakmışlar ki gelenlerin çoğu kantodaki "fındık kurdu" tarifine uyuyor..

Almamışlar tabii..

THY yöneticileri hosteslik kız beğenemeyince uçaklar vaktinde kalkıp konamaz olmuş.. İki gün önceki Ankara-Kayseri seferindeki saatler süren rötar böyle açıklanıyor..

Ankara ile Kayseri arası karayolundan üç saat.. Ama milyonluk Kayseri'den Ankara'ya direk uçak yok.. Önce İstanbul'a uçuyor, oradan aktarma yapıp Ankara'ya geliyorsun..

Karayolundan üç saat süren bir yolu sen dört saate çıkarıyorsun.. Üzerine bir de üç beş saat rötar ekleyip, bahaneyi hostes yetmezliğinde buluyorsun..

Öte yandan hangi akla hizmet ettiği belli olmayan uçağın Uşak'tan İstanbul'a boş gidip geliyor..

Yazın nüfusu bir milyonu geçen Bodrum'a ise Ankara'dan direk uçağın yok.. Severim böyle akılları..


***

Şu ikram meselesine gelince..

Hostes olsa ne olur olmasa ne olur? Verdiğin bayat bir sandviç ile bir bardak meşrubat.. Belli ki bu ikramı THY yönetimi çok önemsiyor..

"İkramsız uçak, çalgısız düğüne benzer.." diye düşündüğünden uçak uçuramıyor..

Bir sandviçin ne kadar önemsendiğini gösteren şey de birinci sınıf yolcularına fazladan bir bardak portakal suyu ikram edilmesidir..

Dramatik anlar
O bir bardak portakal suyu o kadar önemlidir ki "ikinci sınıf yolcular, birinci sınıftakileri portakal suyu içerken görmesin.." deyip, aradaki perdeleri kapatırlar..

Perde kapanmış what fayda?

İkinci sınıftaki yolcular daha hostes perdeleri çekerken anlar ki birinci sınıfta portakal suyu dağıtımı var..

İkinci sınıfa bir mahzunluk, bir hüzün çöker.. Kimi yolcular "Keşke iki misli ücret ödeseydim de o portakal suyunu ben de içebileydim.." diye düşünür..

Hostesler başka türlü duyguların içindedir.. "Sizden portakal suyunu esirgeyen biz değiliz.. Lütfen anlayın.." ezikliğini yaşarlar..

Yolcularla göz göze gelmemeye çalışırlar..

İşte THY yönetiminin ısrarlı olduğu boy meselesi bu noktada önem kazanıyor..

1.65'ten uzun boylu hostesler yolcu ile göz göze gelmemenin kolayını bulur.. Bagaj kutularına bakar.. Tepe lambalarını sayar..

Sağa sola baktığında ise başını eğmedikçe yolcu ile yüz yüze gelmez..

Boy kısa oldu mu dert başlar.. Başını sağa çevirirsin A, B,C sıraları.. Sola çevirirsin E, F, G sıraları.. Çaresiz birinden biriyle göz göze gelirsin..

Bakışlarınla "portakal suyu" ikramını açıklayamazsın.. Uzun boylu hostes ısrarının bilimsel açıklaması budur..


***

Ben bu yüzden bunalıma girip tarım ilacı içen hostes kızlar tanıyorum.. (Tuh bana!)

Yine de kızlarımızın kısa boy yüzünden bu meslekten elenmesini hoş karşılamıyorum..

En azından bu gerekçenin açıklanmasında bir "hor görme" var ki 1.56 boyundaki anneden doğma biri olarak bana ters gelir..

Üstelik yaş ilerledi.. Anam şimdi iki santim daha çekti.. Yani hosteslik sınavına zıplaya zıplaya girse almazlar..

Niza çıkacak..
Benim korkum bu meselenin memleketi siyaseten germesi.. Kemalistler, laikler haklı olarak;

"Koskoca Atatürkümüz, minnacık Latife Hanım'ı eş olarak beğenir de bu yöneticiler 1.65'ten aşağı boydaki kızları nasıl beğenmez.." diyecekler..

Doğrudur.. Atatürkümüz'ün boyu 1.70 kadardı ama dönemin insanlarına göre ortadan uzun sayılırdı..

O dönemin fotoğraflarına bakın.. Atatürk'ü boydan geçen bir iki paşa vardır.. Biri Fahrettin Altay ki süvariydi, ata bindiğinde ayakları yere sürürdü..

Diğer paşalar, kalpaklarıyla beraber Atamız'ın kulak hizasında..

O Atatürk gitti Latife Hanım'ı aldı.. Yan yana durduklarında Latife Hanım ancak çene hizasına geliyordu.. Hem topuklu kundura giydiği halde..

Ben boyunu 1.45 tahmin ediyorum, diyelim ki yanıldım.. 1.50 olsun..

Demek ki dört dil bilen Latife Hanım bugün yaşasa ve THY hosteslik sınavına girse kazanamayacaktı..


***

Göklerdeki gururumuz Sabiha Gökçen Hanım'a ne demeli? Adını koca koca havaalanlarına verdiğimiz hanımdan söz ediyorum..

Atatürkümüz "İlk Türk kadın pilotu bu hanım olacak" dediğinde şimdikilerin aklına uyup boyunu ölçseydi bugün Sabiha Gökçen diye birini tanımayacaktık..

Boy meselesine itirazım bu yüzdendir..
Selahattin Duman

THY yönetimi, sonu gelmez rötarlar için acele başka bahane bulmalı, kızlarımızı boydan yana horlayıcı ifadeler kullanmamalı..

Bizim kızlar belli bir yaşa kadar boya gider, ondan sonra enden büyümeye başlar.. Tepeye koyacaklarına yanlara koyarlar..

Bunun da üç bilimsel sebebi vardır.. "Kısır, humus ve ev mantısı.."

Kızlarımızın genetik yapısını bunlar belirler.. Değiştirmek mümkün değildir.. Bunları bilelim, kızlarımızı "hostes olamazsınız" deyip hor görmeyelim..

S'il vous plait..

Selahattin Duman
http://www.vatanim.com.tr/root.vatan?exec=yazardetay&Newsid=79858&Categoryid=4&wid=1

Ramo
15-06-2006, 10:31
Kemal Abi'miz (Kemal Unakıtan) komik bir insan... Her koşulda yüzümüzü güldürmesini biliyor. Nitekim dün de güldürdü. Nasıl mı? Borsa'da yaşanan çöküşe çok kızmış... Sorumlusunun yerli oyuncular olduğuna karar vermiş... Tehdidini savurmuş;
"Yerli oyuncular kısa vadeli kâr peşinde koşup yaptıkları işlemlerle yabancıların da kafasını karıştırıyorlar. Hareketlerine dikkat edip ekonominin görüntüsünü bozmasınlar. Bozarlarsa ne olur? O zaman ben de yapacağımı biliyorum."
"Kısa vadeli kâr peşinde" koşmak gibi affedilmez suç işleyen! yerli oyuncular bu tehdit karşısında ne yapacak? Bilemeyiz ama bir iş yöneticisi dostumuzun yaptığı yorumu size aktaralım:
"Bu, işadamına kâr peşinde koşma... Santrfora gol atmak için uğraşma... Kemal Unakıtan gibi siyasetçilere kendi cebini değil vatandaşın cebini düşün demek gibi abes bir şey. Onun da ötesinde komik. Yerli ya da yabancı olsun, adam borsada niye oynar? İlk olarak tabii ki kâr etmek için. İkinci olarak da bu kârı en kısa zamanda elde etmek için. Herhalde hiç kimse borsaya, ülke ekonomisine katkım olsun, çorbada benim de tuzum bulunsun diye girmez..."

Fıkra Cüneyt Arcayürek'ten... Delikanlı, kızın babasına sakin şekilde:
- Aslında formalite ama yine de kızınızı resmen sizden istiyorum, demiş...
- Formalite olduğunu kim söyledi, demiş kız babası...
- Jinekolog, demiş delikanlı...

Melih Aşık
http://www.milliyet.com.tr/2006/06/15/yazar/asik.html

Ramo
17-06-2006, 10:17
Bağımsız Eğitimciler Sendikası Genel Başkanı Gürkan Avcı, Milli Eğitim Bakanlığı"nın AB uzmanlarınca işgal edildiğini öne sürdü.
Milli Eğitim Bakanlığı"nın hemen bütün birimlerinde Avrupalı bir uzmanın görev yaptığını belirten Gürkan Avcı, “Yıllardan bu yana Türkiye"den umudunu kesmiş olan insanlara her gün görmeleri gereken "pembe bir rüya" gibi empoze edilen Avrupa Birliği, ülkemizin en temel unsurlarından olan MİLLİ EĞİTİM"i tam anlamıyla işgal etmiş bir konuma gelmiştir” dedi.

Milli Eğitim Bakanlığında uzman sıfatıyla çalışan AB tarafından gönderilmiş kişilerin doğal olarak sözü geçer bir konumda çalıştıklarını belirten Avcı, “Her alanda olduğu gibi eğitimde de dudak uçuklatan maddi destekler sunan Avrupa Birliği, aktardığı paraların yönlendirilmesini kendi eline almıştır. Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde bulunan iletişim, inşaat, iş piyasası, müfredat geliştirme, mekanik sektör, ulusal kalite sistemi, yaygın eğitim, uluslar arası satın alma ve daha birçok alanda yapılan çalışmaların yönlendirilmesi, gönderilen euroların hatırına AB tarafından atanan yüksek maaşlı uzmanlar tarafından yapılmaktadır. Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde kısa ve uzun dönemli çalışacak şekilde ve belirtildiği gibi AB tarafından belirlenen uzmanların sayısı, 100"e yaklaşmıştır” şeklinde konuştu.

AB KREDİLERİ, MEB"E FAİZLİ VE HAZİNE GARANTİLİ VERİLİYOR
Gürkan Avcı, sözlerini şöyle sürdürdü: “Avrupa Birliği"nin zararlı tohumları eğitim sistemimizi 100 kadar farklı proje ismiyle ekilmeye başlamıştır. Eğitim Sistemimize damardan girmek isteyen AB, uygulamaya sokulan Temel Eğitime Destek Projesi"ne 100 milyon euro aktarmıştır. Bu proje kapsamında Diyarbakır"da gerçekleştirilen seminer ile, 50 öğretmene "AB standartlarını yakalama"nın püf noktaları öğretilmiştir(!).

Yine 59 milyon euro ile bütçelendirilen ve 51 milyonu AB hibesi olan Mesleki Eğitim ve Öğretim Sisteminin Güçlendirilmesi Projesi de uygulamaya sokulmuştur. Ayrıca, 14 milyonu AB hibesi olan ve 18.5 milyon euroluk bütçe ile uygulamaya sokulan Mesleki ve Teknik Eğitimin Modernizasyonu Projesi kapsamında Türkiye"ye gelen AB uzmanları, eğitim müfredatının düzenlenmesi ve öğretmenlerin AB normlarına göre yetiştirilmesi çalışmalarını yürütüyor. Kaldı ki tüm bu projelerin az bir kısmı hibe olmakla birlikte büyük bölümü hazine garantisi ile Milli Eğitim Bakanlığı"na faizli borç olarak veriliyor.

KOLAY KURTULAMAYACAKLAR
Yapılanların adının, kelimenin tam anlamıyla eğitim sistemine çomak sokmak olduğunu söyleyen Gürkan Avcı, “Bir zamanlar ABD"li uzmanların hizaya sokmak istediği Milli Eğitim, bugün AB"nin belirlediği uzmanlara teslim edilmiştir. AB uzmanlarının bilgi birikimlerine sahip olan ve diplomalarının duvarda asılı kalmasına seyirci kalınan kendi uzmanlarımızın aranıp sorulmaması, kendilerine alanlarında iş verilmemesi ise, ayrı bir utanç tablosu olarak sergilenmektedir. Bu vebalin altına girmek kolay, yükünün altından sıyrılmak ise o kadar kolay olmayacaktır.
AB"ye üyelik isteği ve hırsı, Türk ulusunun bir talebi olarak sergileniyor. Halbu ki, aç karnını doyurmak için "Avrupa ülkesi olsunda neresi olursa olsun" düşüncesindeki vatandaş, Avrupa Birliği kriterlerinden bir tanesini bile söylemekten uzak yaşıyor Avrupa"ya. Öte yandan, Avrupa Birliği"nin kullanmaya yer ve zaman bulamadığı paraların akıtıldığı Milli Eğitim Bakanlığı, "Avrupa Birliği normlarını, hedeflerini ve eğitim anlayışını kabul ediyoruz" diyebiliyor.

BEYİN GÖÇÜNE ÇANAK TUTULUYOR
Avrupa Birliği"nin hibe adı altında sunduğu paraların, Türkiye"ye köklü yerleşme amacı taşıdığını ileri süren Gürkan Avcı, “Sayıları 100"e yakın AB uzmanının işgal ettiği Milli Eğitim Bakanlığı, belki de onlardan daha yetenekli olan kendi insanlarımızı unutarak beyin göçüne çanak tutmaktadır” dedi.

AB tarafından yapılan yardımlar karşılığında Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde; Temel Eğitime Destek Projesi kapsamında 27, Türkiye"de Mesleki Eğitim ve Öğretim Sisteminin Güçlendirilmesi Projesi kapsamında 42 ve Türkiye"de Mesleki ve Teknik Eğitimin Modernizasyonu Projesi kapsamında da 3 uzman bulunduğunu belirten Gürkan Avcı, “AB"li uzmanların işgaline yeşil ışık yakan Milli Eğitim Bakanı kendi insanına kapılarını kapatırken, yılların kanayan yarası beyin göçünün önünü açmaktadır. Avrupalıların, daha doğrusu euroların hatırına kendi aydın insanını küstüren ve Türkiye"den kaçmalarına yol açan bir bakanın, ülke geleceğini düşündüğünden söz edilemez” şeklinde konuştu.

SEÇME BÜROKRATLARA AVRUPA TATİLİ
AB"nin eğitim sistemine öngördüğü dayatmalar çerçevesinde Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde bulunan "seçme" bürokratların bilgi ve birikimlerini artırmak amacıyla haftalar boyunca Avrupa ülkelerine gönderildiğini de söyleyen Gürkan Avcı, “Bir yandan Avrupalı uzmanları bünyene sokacaksın, diğer yandan "Git Avrupa"yı gör" diye gönderdiğin "seçme" kişilerin konaklamasına, iaşesine, uçuşuna artı harcırah ekleyerek milyonları harcayacaksın. Avrupalı zaten Avrupasını uzmanları aracılığıyla burada tanıtmıyor mu? Daha ne öğreteceksin? Buna Amerika"yı yeniden keşfetmeye soyunmak derler” dedi.

AB, İŞE YARAMAYAN PROJELERE PARA VERİYOR
Türkiye"de yırtık ayakkabılar ile karları yararak okula ulaşma mücadelesi veren çocuklar bulunduğunu belirten Avcı sözlerini, “Parasızlıktan zorunlu eğitimine devam edemeyenlerin varlığı gözler önündeyken, sistemi renkli kutulara sokmanın hiçbir yararı olmaz. Öğretmen ve öğrenciler aracılığıyla topluma çevre bilinci aşılamak amacıyla hazırlanan ve Yeşil Kutu denilen, içerisinde öğretmen el kitabı, video kaset, interaktif tabloların, çizgi filmlerin yer aldığı bir CD-Rom dağıtmak ile Türkiye yeşillenmez. Öğretmenlerimiz ağır ekonomik şartlar altında kıvranırken, çağdışı eğitim sistemi yüzünden öğrencilerimiz bolca sıfır çekerken, eğitimin asıl sorunları çözüm beklerken, çok geniş kapsamlı ele alınması gereken konuların boyalı kutular içerisine sıkıştırılarak iş yapar görünmesi, Milli eğitim Bakanlığı"nın çok çabuk AB dümen suyuna girdiğini göstermektedir.

Bağımsız Eğitimciler Sendikası olarak, öncelikle bütün çocuklarımızın okula isteyerek gitmelerine fırsat yaratılmasını istiyoruz. Ek konuların daha sonra gönüllü olarak benimseneceği düşüncesindeyiz. Milyarların görünüş değiştirmek adına (göz) boyamalarda kullanılması yerine, acil çözüm bekleyen eğitim sorunlarına yatırılmasının daha yararlı olacağını düşünüyoruz” şeklinde tamamladı.
http://www.internethaber.com/news_detail.php?id=26692

bikmisbroker
17-06-2006, 15:37
> >> >>Çocuk peltektir. Ögretmen tahtaya " kedi sütü iç
> >>>> >>" yazar ve çocuða
> >>>> >>okumasini söyler.
> >>>> >>Çocuk okur:
> >>>> >>"Tedi tütü it"
> >>>> >>Ögretmen azarlar çocugu.
> >>>> >>"Bir daha oku der"
> >>>> >>Çocuk tekrar okur:
> >>>> >>"Tedi tütü it"
> >>>> >>Ögretmen sinirlenir bagirir
> >>>> >>"Düzgün oku sunu" der.
> >>>> >>Çocuk tekrar okur, ama nafile.
> >>>> >>Ögretmen bu kez döver çocugu ve "oku" der.
> >>>> >>Çocugun canina tak etmistir.
> >>>> >>Öfkeyle haykirir:
> >>>> >>"Anatini tittimin... tediti! Ittene tu tütü

buena vista
23-06-2006, 08:37
Piyasalar döviz ve faizle uğraşırken, TÜSİAD iki iyi eğitilmiş bürokrat tarafından (Dr. Şeref Saygılı ve Cengiz Cihan) kaleme alınmış bir rapor yayımladı. Eğitim ve Sürdürülebilir Büyüme: Türkiye; deneyim, riskler ve fırsatlar. Konu son derece önemli.
Hatta son günlerde yaşadığımız mali piyasalardaki dalgalanmayı bile ilgilendiriyor. Türkiye daha fazla ihracat yapabilse, ya da yüzde 7-8 büyüme hızı dış açığa neden olmasa, bu son dalgalanmadan daha az etkilenmez miydik? Tabii ki evet. O zaman raporun önemi daha da iyi kavranıyor. Çünkü rapor eğitime önem vererek daha yüksek ve sürdürülebilir bir büyüme yapısına kavuşabileceğimizi gösteriyor.
Öncelikle şunu belirtelim, Türkiye ekonomisinde büyüme ve verimlilik artışı performansları gayet zayıf. Aşağıdaki ilk tabloda da bu görülüyor. Öteden beri Türkiye ekonomisinde büyüme yatırımlarla elde edilmiş. Hatta krize kadar olan dönemde bu giderek artmış. Fakat kriz sonrası en önemli yapısal değişim olarak, bunun yerini verimlilik artışı almış. Hâlâ Türkiye'de verimlilik artışının büyümeye katkısı Fransa, Almanya ve İsveç'ten düşük. 30 yıllık perspektiften bakıldığında da tüm gelişmiş ülkelerden düşük.
Türkiye verimlilikte dünya liginde 30 yıl önce, İsviçre 108.8 ile birinciyken, yüzde 20.4 ile 41. sıradaymış. 2002 yılında Lüksemburg 165.8 ile birinci sıradayken, verimlilik performansı 18.3'e düşmesine rağmen Türkiye 40. sıraya yükselmiş. Yani ülkemizde verimlilikten bahsetmek olanaksız. Krizin ise olumlu etkileri olmuş.

İnsan sermayesi katkısı
Büyümeye insan sermayesi katkısı da ülkemizde düşük. Nasıl olsun ki? Hiç önem vermiyoruz. Aşağıdaki, ikinci tabloda da görüldüğü gibi, Türkiye'de hâlâ nüfus sınırlı eğitime sahip. Nüfusun üçte ikisi ilkokul mezunu, dörtte biri de ortaöğretim. ABD'de nüfusun yüzde 40'ının, Almanya'da dörtte birinin üniversite mezunu olduğu göz önüne alınırsa, ülkemizde işgücünün ne denli niteliksiz olduğu ortaya çıkar. Kısacası, ülkemizde büyüme konusunda ne nitelikli işgücü yaratıyoruz, ne de eldeki nitelikli işgücünü verimliliği artırmaya yönelik kullanıyoruz.
Oysa, büyümenin temelinde sadece yatırım yer almaz. İnsan sermayesinin yüksek olduğu tüm ülkelerin refah düzeyleri de yüksektir. Yatırım tek seferde tüketilirken, insan sermayesi sürekli üretime katkıda bulunur. Bu nedenle sürdürülebilir büyümeyi aslında insan sermayesi sağlar. Konuya devam edeceğiz.






hgunes@milliyet.com.tr

bikmisbroker
23-06-2006, 17:47
Japonlar aşağıdaki net adresinde bir meteorun Dünya'mıza çarpmasını sanal olarak gerçekleştirmeye çalışmışlar.Ürpermemek mümkün değil!!! Bir beş dakikanızı bu filmi seyretmeye ayırınız ..
^^Size ^^ ın yanındaki büyük ekran resmini tıklayarak olayı tam-ekran
seyredebilirsiniz..


www.youtube.com/watch?v==3JHdYBet_4Q#

bikmisbroker
23-06-2006, 17:57
>Linke tıklayıp izleyin, İtalyanlarla ne kadar çok ortak yönümüz varmış.
>
>
> http://tcc.itc.it/people/rocchi/fun/europe.html
>

Ramo
23-06-2006, 23:25
Şemdinli kararı


BİR hukuk devletinde mahkeme kararları yüreklerde bazı kuşkular yaratırsa bu yargıya olan güveni ciddi şekilde sarsar.

Hukuk devleti de bundan yara alır.

Şemdinli davasında Van Mahkemesi’nin verdiği karar da kafalarda bazı soru işaretleri oluşturuyor.

Van Mahkemesi’nin kararına hukukçuların duydukları kuşkulardan ilki şöyle:

"Birden çok sanıklı davada, belirlenmiş kurallar dışında, bir sanık hakkında davanın ayrılıp diğerleri hakkında davanın sürdürülmesi ve karar verilmesi yerleşmiş kurallara uygun değildir."

Oysa mahkeme bu konuda bir sakınca görmedi ve sanıklardan birinin kararını bir sonraki duruşmaya bıraktı.

Mahkemenin hızı konusunda da kuşkular var.

Olay son derece karmaşık. Bombalama var, ölüm var, olaylar var. Karmakarışık böyle bir davanın 3 duruşmada çözümlenmesinin olanaksız olduğunu vurguluyor hukukçular.

Mahkemenin bu kadar seri hareket etmesi, adil yargılamayı acaba nasıl etkiledi?

Bir başka düşündürücü durum da şöyle özetlenebilir.

1 Haziran’daki duruşmada sanıkların tahliyesini isteyen üye hákim Ferhat Erbaş’ın izne ayrılmasından sonra 15 gün içinde 2 duruşma yapılması ve karar verilmesi...

Hukukçular şu noktaya dikkat çekiyor:

"AB ile belli çevrelerin, yargılamayı ancak sanıkların mahkûm edilmeleri durumunda adil sayacakları yolunda hava yaratmaları başlı başına bir tehlikeydi. Yaratılan böyle bir ortam, adil yargılamayı olumsuz yönde etkilemiştir."

Bazı insanlar ise bu sonuçlardan 30 Ağustos’a dönük bir operasyon izlenimi doğduğunu öne sürüyor.

Hiç kuşkusuz, yargının her zaman böyle hızlı işlemesi hepimizin özlemidir.

Ancak bu kararların kuşku uyandırmaması, hukuka gölge düşürücü nitelikte olmaması koşuluyla.
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/4631790.asp?yazarid=39&gid=61

Tufan Türenç

buena vista
24-06-2006, 09:46
Bekir COŞKUN bcoskun@hurriyet.com.tr


YAKIT bitince Türkler gösterge saatine tokat atarlar, ki tank dolu göstersin.

Önce hafif, sonra hızlı iki tokat attım mazot göstergesine.

Mazot gözükmedi.

Geçen hafta "Pako" teknesiyle Sisam Adası açıklarındaydık ve denizin ortasında mazot bitmişti.

Herkes gösterge saatine tokat attı sırayla.

Sıra bana geldi.

İki şaplak patlattım.

Mazot yok.

En yakın marinadaki teknik adamı aradık, "Gösterge saatine bir-iki vurun" dedi.

Sırayla yeniden vurduk...

*

Antalya, Kemer, Kaş, Kalkan, Fethiye, Marmaris, Bodrum, Kuşadası, Didim, Çeşme, İzmir, Ayvalık...

Bu sene turistler gelmediler.

Turist yok.

Plajlar boş, oteller boş, restoranlar boş...

Çünkü halkımız, turistlerin buraya "becerilmek" için geldiğine inanıyordu. Kimisi dağa kaçırarak, kimisi hesap pusulasıyla, kimisi fabrika halısını antik halı diye satarak, kimisi turistleri dolandırarak, kimisi kandırarak yapıyordu bu işi.

Ve bu sene turistler gelmediler.

Hiç düşündünüz mü; bu beton yığınlarıyla, foseptik olarak kullanılan deniziyle, turizmi ahlaksızlık sayan yönetimleriyle, kirli-pis-görgüsüz ülkeden biz kaçmak istiyoruz, turist niye gelsin?...

Bundan böyle gittikçe azalarak tümden gelmeyecekler turistler.

Bir ahmaklığın sonucudur bu.

*

Mazot bitti.

Turizmcilerin ve turizmden 20 milyar dolar bekleyenlerin tartışmaları, demeçleri, suçlamaları, önerileri, dizlerine vurmaları, ah’lar, of’lar ise sadece saati tıklatmak.

(.......)

Sıra bana geldiğinde iki şaplak daha patlattım, göstergenin ibresi yerinden kıpırdamadı.

Mazot yok.

Yol arkadaşım Metin Sertoğlu sırasını bekledi, iki tane patlattı, yana çekildi.

Sıra bana geldi...

chem73
28-06-2006, 01:15
Sınavlar...


Sınavları geçmek için, hiç merak etmedikleri konuları, örneğin "devletler hukukundaki değişimleri"; odalara kapanarak sabahlara kadar ezberlemeye çalışan genç yakınlarımın durumlarını gördükçe, doğrusu içim sızlıyor.
Hiç merak etmediğin bir konuyu hafızlayarak, sınavlarda başarı sağlamaya uğraşmak; tam bir cehennem azabı...
***
Sınavlar, sınavlar, sınavlar... Üniversiteye giriş sınavları; fakültelerden birine kapağı attıktan sonra, sınıfları geçme sınavları; fakülteyi bitirip, son modaya göre kepleri havaya atabilme sınavları...
Hepsi tamam da; ancak asıl sorun şu:
- Ne olmak için, nereye varmak için?
***
Gençlerden daha önceki kuşakların da, bir ömür çaba harcadıkları değişik alanlar var; örneğin "tıp", örneğin "arkeoloji", örneğin "eczacılık", örneğin "hukuk", örneğin "gastronomi"...
Bendenizin uzaktan gördüğüm kadarıyla; genç dostların merak edip sevdikleri ne bir meslek, ne bir bilim alanı var. Özlemleri, herhangi bir fakülteden bir diploma aldıktan sonra, rahat ve imrenilecek bir hayat yaşamak...
***
Rahat ve imrenilecek bir hayat yaşama özlemi...
O zaman da, kimin rahat ve imrenilecek bir hayat yaşadığına inanılıyorsa; o modelin, hangi bedelleri ödeyerek o düzeye geldiği merak edilmemeli mi?
Bendenizin yine uzaktan gördüğüm kadarıyla genç dostlar; TV şöhretleri dışında, biyografisini merak ederek örnek aldıkları pek bir kimse yok.
Ve sınavları geçmek için bir zorlanma, bir zorlanma...
***
Lise sıralarındayken kim sever ki, ders çalışmayı...
Biyoloji dersinde kelebeklerin, "gündüz kelebekleri, akşam kelebekleri, gece kelebekleri" diye 3'e ayrıldığını ezberleyeceksin de, ne olacak?
***
Yıllar ve yıllar sonra, benim öğrenciyken hiç merak etmediğim konuları; kimlerin merak edip de, o ders kitaplarını yazmış oldukları takılmıştı aklıma.
O kitapları yazanlar, benim hiç merak etmediğim konuları neden merak etmişlerdi?
Hepsi de salak mıydı onların; yoksa ben mi farkında değildim, kimin neyi neden merak ettiğinin?
***
Kimin neyi merak edip de, o alanda okul kitaplarına kadar geçen eserler verdiği sorusu, beynime kancalandığında; gördüm ki değişik alanlarda görkemli bahçeler yaratmış, altın beyinli insanlar da var...
Onlar, yeryüzünden geçerken hayatı hak etmeye uğraşmış insanlardı ve incelemeye değer, anıtsal bir biyografileri vardı.
***
Üniversiteler, rahat ve imrenilecek bir hayat sürmenin asansörleri değil; çalışmayı sevdiğin bir alanda, görkemli bahçeler yaratmış altın beyinli insanlar dünyasının tadına varabilme sofrasıydı.
Zaten o sofrayı paylaşmak da, o sofradan geçmek de; "kara bahtım, kör talihim" sızlanmalarına karşı, bir hayli sigortalıyordu hayatları...
***
Hukuk, özellikle de "kamu hukuku doktrinleri", bambaşka bir gözlük takar insanın gözlerine ve o gözlükle gerek Türkiye'ye, gerek yeryüzündeki 5 kıtaya baktığında; Fransız İhtilali'nden sonra ortaya çıkmış, bir yığın "şarlatanlık virüsü" görürsün...
Ankara Hukuk Fakültesi'ndeki hocalarımdan biri de, evrensel hukuk bilginlerinden Ernst Eduard Hirsch'di. Fakülteyi bitirme sınavlarında bana özel olarak şu soruyu sormuştu:
- Fatalizm ile determinizm arasındaki fark nedir?
Şayet her iki kavram arasındaki fark, Türk kamuoyunun bilincinde de berraklaşmış olsaydı; politikada gerilimler yaratan bir yığın boş gaz tenekesi gürültüsü, kendiliğinden çok sesli çağdaş bir orkestranın çaldığı bir senfoniye dönüşürdü.
***
Her olayı, doğa üstü bir gücün iradesine bağlayarak, kaçınılmaz olarak "kader" diye açıklayan "fatalizm"...
Ve gerek doğa olaylarını, gerek insan davranışlarını; gözlemler sonucu saptanmış bir "neden"e bağlayan ve hangi "neden"lerin, hangi "sonuç"ları yarattığını, deneylerden geçirerek doğal yasalarını formülleştiren "determinizm"...
Örneğin "madenler ısıtılınca genişler" gibi, "su, sıfır derecede buza dönüşür" gibi; "köylü ağırlıklı toplumlar, savunma harcamalarını yüksek tuttuklarında, bireylerin yaşam kalitesini çağdaşlaştıramaz" gibi...
***
Yargıtay Onursal Başkanı, Doç. Dr. Sami Selçuk'un kulakları çınlasın; Ceza Hukuku'nun önemli ilkelerinden biri de "bir masumu haksız yere cezalandırmaktansa, bir suçluyu cezasız bırakmanın yeğlenmesi" gerektiğidir.
Çünkü "hukuk"un amacı, toplumun ortak huzurunu güvence altında tutmaktır.
Toplumun ortak huzurunu güvence altında tutma amacını taşıyan yasaları; çiğnemiş ve ortak huzuru bozmuş bir suçluyu cezalandırmak isterken; bir yanılgı sonucu, bir masum kişi cezalandırıldığında; yargı da toplumda kaygı ve güvensizlik yaratmış olur.
***
Bir cinayet davasında, hangisinin gerçek katil olduğu kanıtlanamamış 2 sanık varsa ve suçu da sürekli birbirlerinin üstüne atıyorlarsa...
Yargıç, "bir masumu cezalandırmak yerine, bir suçluyu cezasız bırakmak yeğlenmelidir" ilkesi sonucu; her 2 sanığı da beraat ettirebilir.
***
Terör olaylarının yaygınlaşması nedeniyle kolluk kuvvetleri, kuşkulandıklarını diledikleri gibi gözaltına alıp sorguya çekmeye kalktıklarında, toplumun ortak huzurunu bizzat depremlemeye başlamış olmazlar mı?
Ve akla şu soru gelmez mi:
-"Yönetenler"le "yönetilenler"den oluşan bir devlette; kolluk kuvvetleri, öncelikle toplumun ortak huzurunu mu güvence altında tutmaktan sorumludurlar, yoksa öncelikle "yönetenler"in huzurunu mu?
***
Görünüşe bakılırsa bizde öncelikle "yönetenlerin" huzurunu güvence altında tutmak, toplumun ortak huzurunu güvence altında tutmaya ağır basmakta...
AB'nin kapısında bekleyip durma süresi, boşuna bulmayacak 20 yılı...
***
Genç dostların sınavları... Rahat ve imrenilen bir hayat yaşamak umuduyla... Ve model sadece TV şöhretleri de değil, politik bir liderliğe de epey özeniliyor galiba...
***
Dileriz genç dostlar da, günün birinde "ne umduk, ne bulduk" demesinler...

Çetin ALTAN

Ramo
28-06-2006, 21:56
Pazartesi akşamı Kanaltürk'te Fethullah Gülen'in uzun süre bir numaralı adamı, onun kuruluşlarının da hissedarı ve yöneticisi olan Nurettin Veren'in konuşması vardı.

Gülen adına siyasetçilere ve medyaya yakınlaşma görevlerini de üstlenen (ünlü liderlerle fotoğraflarını da gösteren) ve daha sonra "Fethullah Hoca"nın dini nasıl kendine göre şekillendirmek istediğini, kendisine "peygamberler üstü, yarı Tanrı" kimliği kazandırmaya çalıştığını ve okullarına giden gençlerin beyninin yıkandığını görünce tenkitlere başladığını anlatan Nurettin Veren bu noktadan sonra ise hisselerine, sahte imzayla el değiştirildiğini söyledi...

Devletin içinde hakimiyet kurmuş devlet gibi bir örgüt olduğunu...

Bütün FEM dershanelerinde dinleme cihazları bulunduğunu ve Gülen'in en yakın arkadaşlarını bile dinlettiğini. Okullarda, dershanelerde Gülen cemaati toplantıları yapıldığını. "Abi"lerin cemaatin ideolojisini benimsetmek üzere öğrencileri baskı altında tuttuğunu...

Bu okullara çocuklarını iyi niyetle gönderen velilerin sonradan "Bizi beğenmeyen, dinimizi, inancımızı sorgulayan gençler olarak geri döndüler" dediğini...

Gülen'in müritlerinin kedisi, köpeği gibi her dediğine uyarak yerlerde oturduğunu...

İsmi de Fethullah Gülen tarafından verilen Asya Finans'ın kuruluşunda Tansu ve Özer Çiller'in desteğini...

Gülen'in Hıristiyanlık-Yahudilik ve Müslümanlığı birleştirerek bir dünya dini kurmayı amaçladığını...

Müritlerine "O Amerika'dan bile kafanızdakileri okur, sizi görür" dendiğini, oysa bunun "Tanrı'ya şirk koşmak" anlamına geldiğini... Son peygamberin Muhammed olduğu bilindiğine göre İslam'ı bile manipule ettiğini...

Fethullah Gülen okullarında yetişenlerin ABD'ye gönderilerek Türkiye'ye döndüklerinde iyi konumlara daha kolayca gelmesinin sağlandığını.

Bir dönem, cemaatin erkeklerine "devlette daha kolay yükselmek için başı açık kadınlarla evlenmeleri" şartının konduğunu...

Neden susmuş?
Anlattı, anlattı. "Fethullah Gülen örgütünün zarar verdiğine inanıyor musunuz" sorusu ile Kanal'ın yaptığı ankete programın sonunda 81 bin kişi katılmıştı ve sonuç "yarı yarıya inanıyor"; yüzde 50'ye yüzde 50 çıktı.

Buna karşılık Nurettin Veren "O 'hayır' oylarının çoğu cemaatten geliyor. Asker disipliniyle katılmışlardır" gibi bir açıklama yaptı.

Programa mesajlarıyla katılan izleyiciler arasında "duyduklarından dehşete düştüğünü" söyleyenler olduğu gibi "Nurettin Veren 35 yıl neden susmuş" sorusunu soranlar da vardı.

Veren, bu soruya yüksek sesle "Evet ben toplu hipnozdan ancak uyandım. Cemaatin gidişini beğenmediğimi, raydan çıkıp ihanet noktasına varacak şekilde stil ve tarz değiştirdiğini, okullardan mezun olanların "Fethullahçı" yapıldığını onlara da söyledim. Ve bu görevi de cemaatin içindeki safların uyanması, herkesin gerçekleri öğrenmesi için yapıyorum" cevabını verdi.

Vakıf bağışlarıyla kurulan Şifa Hastanesi'nin nasıl holding olabildiğine, cemaatin kısa sürede bu kadar zenginleştiğine de dikkati çekerek...

Özellikle "Emniyet" teşkilata ile bazı önemli devlet kurum ve kuruluşlarında "Gülen'ci" bir anlayışın hızla yayıldığının söylendiği günlerde çok önemli açıklamalardı.

Ftogram yakında Kanaltürk'te yeniden yayınlanacakmış, merak ediyorsanız hâlâ izleme şansınız var.

http://www.vatanim.com.tr/root.vatan?exec=yazardetay&tarih=28.06.2006&Newsid=80846&Categoryid=4&wid=4

Ruhat Mengi

chem73
29-06-2006, 11:54
http://www.yenisafak.com.tr/arsiv/2006/haziran/19/tkivanc.html

'Şifreyi çözüyorum', 'Şifrelerin Şifresi' ve 'Kitabın Orta Yerinden linkleri ile birlikte okunmalı

Ramo
29-06-2006, 14:57
Son yapılan zamla benzinin litre fiyatının 3 YTL'yi geçmesine tepkiler sürüyor. Alem FM'de sabah programı yapan Nihat Sırdar'ın öncülük ettiği 'korna çalma' eylemi, trafiğinin yoğun olduğu noktalarda ilgi görüyor.
3 haftadır protesto için sabah 08.00'de 1 dakika süreyle korna çalanlara, her geçen gün bir yenisi ekleniyor. Benzinin litre fiyatı 3 YTL'yi geçince, protestoya destek verenlerin sayısı da hızla arttı.
Alem FM'de program yaoan Nihat Sırdar ardı arkası kesilmeyen benzin zamları ve yüksek akaryakıt vergisine karşı üç hafta önce sürücüleri eyleme çağırdı.
İlk günlerde az sayıda sürücünün destek verdiği eylem bugünlerde hızla yayılıyor. Korna çalmaktan çekinenler ise dörtlü flaşör yakıyor.
Özellikle son zamla, benzinin litre fiyatı psikolojik sınır olan 3 YTL'yi geçince, sürücülerin protestoya desteği arttı.
Ancak hiçkimse, eylemden sonuç alınacağına ihtimal vermiyor. Nihat Sırdar ise eylemin zamlara tepkisiz kalanları uyandıracağı umudunda.

*****Benzin fiyatları 3 YTL'yi de geçti
Yurtdışında petrol fiyatları 70 dolar sınırında dengeye oturmasına karşın içerde dolarda yaşanan dalgalanmalar araç sahiplerini vurmaya devam ediyor.
Benzin fiyatlarına haziran ayında ikinci kez zam yapılırken, pompa fiyatları bu kez 3 YTL'yi de geçti...
Uluslararası piyasalarda petrol fiyatlarında yaşanan yükselişler durdu durmasına ama Türkiye'deki akaryakıt zamları durmadı. Yükselen dolar kurunun etkisiyle benzine art arda zam yapılırken, sadece son 35 gündeki zam oranı yüzde 8'e dayandı. Enflasyon hedefinin yüzde 5 olduğu Türkiye'de, yılbaşına göre depo doldurmanın maliyeti ise yüzde 18 oranında arttı.

*****

Süvari
30-06-2006, 13:15
Geçen seneye oranla benzin tüketiminin azalmış olduğunu okumuştum geçen gün.
Ancak korna çalma eylemini hiç beğenmedim. Bir korna çalındığında yanınızda yürüyen bir yayanın nasıl bir işkence çektiğini düşünmek gerek. Ayrıca gereksiz korna çalanların üstüne yürümek yada ağzıma geleni söylemek bağırmak gibi birçok tepki vermiş olmam nedeniyle benim gibi yumuşak bir adamı bile çıldırtabilecek bir eylem hem sakıncalı hemde bir işe yaramaz.
Pahalı bulan ya arabasını kullanmayacak ki hafta da bir gün bile kullanmaya çekiniyorum artık zaten ne kullanacak yer nede artık bende yürek kaldı. Artık duruyor tüm yollar. Halen duble yol kavşak derdinde olan hükümetimiz toplu taşıma ve raylı sistemleri ne zaman politik tercih yapar ozaman kurtuluruz.

Bana kalırsa öncelik kaçak benzin ve elektrik üzerine gitmek olmalı. Özelleştirme bunu çözecek tek yol. Kaçak benzine uygulanan cezalar artırılmalı.

Benzin için ise tavsiyem küçük arabalar alınmalı, gaz pedalına ralliciler gibi değil nazikçe basılmalı. :;ders

Ramo
01-07-2006, 00:08
Ajanslara yansıyan ve Cumhuriyet''te 25 Haziran 2006''da yayımlanan haber, ''''AKP''nin demokrasinin olanaklarından yararlanarak İslamo-faşist bir darbe hazırladığını, Bush yönetiminin bunu göremediğini'''' yazıyor. Amerika Güvenlik Politikası Merkezi''nin değerlendirmesi böyle. Cumhuriyet''te bu köşede bu konuyu son iki yılda en az 20 defa yazdım ve İslamcı Siyaset ve Cumhuriyet adlı kitapta yayımladım. (*)

- ABD''nin Güvenlik Politikası Merkezi''nin yazdıklarını Türkiye''de sağcısı, solcusu, liberali, ulusalı, gayri millisi, bölücüsü bilmeyen yok. ABD kendi destekleyerek getirdiği yönetimi mi eleştiriyor? Bunu yaparak ''''kendini karşı cephede mi göstermek istiyor''''?

- ABD ile birlikte, içimizde onunla işbirliği yapan ''''kimi gayri milli sermaye çevreleri'''' , kendini karşı cephede göstererek şaşırtma yapmak, kafa karıştırmak için mi bunları pazarlıyor?

- Amerikan Güvenlik Politikası Merkezi, neden S. Arabistan''da İslamo-faşist bir rejim var; ABD bunu düzeltmek için elinden geleni yapmıyor; Bush yönetimi bunu görmüyor mu demiyor?

ABD için Türkiye''de veya S. Arabistan''da İslamo-faşist bir rejimin bulunup bulunmaması hiç önemli değildir. Daha doğrusu bir İslam ülkesinde ''''şeriat düzeninin bulunup bulunmaması onları hiç ilgilendirmez'''' . Onları, o ülke yönetimlerinin, ''''ABD''nin dediklerini yapıp yapmamaları ilgilendirir''''.

- İran''da şeriat düzeni vardır;

- Suudi Arabistan''da bu düzen İran''dan daha katı uygulanır.

İran ABD için gerici, insan haklarının bulunmadığı, demokrasiden uzak bir düşman olarak hedef gösterilir; buna karşılık S. Arabistan için böyle şeyler hiç söylenmez; ABD ile aralarında ''''stratejik bir işbirliği'''' vardır.

- Aralarındaki tek fark İran''ın antiemperyalist olması ve ABD''nin dediklerine uymayan politikasıdır. İran mevcut şeriatçı düzeni koruyarak, S. Arabistan gibi ABD''nin dediklerini yapan bir arka bahçe olmayı kabul etse, anında Washington''ın stratejik ortağı haline dönüşür. Şeriatçı düzeninin sözü bile edilmez.

- O zaman ABD için esas mesele, İslamo-faşistlik değil ''''Amerikacılık ve anti Amerikacılık'''' meselesidir.

Niye şimdi pazarlanıyor?
- AKP hükümeti, ABD''ye çok yakın, her türlü işbirliğine hazır. Daha dün Cüneyt Zapsu Amerikalılara, ''''Niye bizi daha iyi kullanmıyorsunuz'''' demedi mi? O halde mesele ne?

- AKP, Necmettin Erbakan ''ın ''''İslamcı ama anti Amerikan politikalarına alternatif olarak'''' desteklenmedi mi? Hem de Türkiye''deki gayri milli sermaye çevreleri ile işbirliği yapılarak bu sonuca ulaşılmadı mı? Serbest piyasa olarak en serbestini getirdiler; özelleştirmenin, Amerika''nın rüyasında bile göremeyeceği uygulamasını yaptılar.

ABD''nin istediği biçimde AB ile her türlü tek yanlı bağlar kuruldu. 3 Ekim 2005''te Washington, AKP hükümetine Brüksel''de destek için her şeyi yapmadı mı? O zaman sorun ne? Nereden çıktı bu İslamo-faşist saçmalığı!..

Olasılıkları yüksek sesle düşünelim...
1) ABD, piyasadaki sermaye partililerden bir koalisyon mu üretmek istiyor? Çok zor... Halk artık onlara güvenemiyor ki.

2) AKP döneminde Türkiye''de Amerikan karşıtlığının yüzde 90''a yaklaşması mı ABD''yi ürküttü.

3) Yoksa AKP''nin tabanında, yönetimin Amerika ile çok yakın işbirliğine karşı tepkilerin artması mı ABD''yi alternatif aramaya götürüyor?

TSK gerekçesi, en saçması...
Ama Amerikan raporundaki TSK gerekçesi en saçma olanı. TSK''nin temelde Atatürkçü kimliğine karşı, AKP''nin TSK için bir tehdit oluşturmasına ABD''nin itiraz etmesidir. Herhalde bu itiraz ulusalcı, Cumhuriyetçi ve Atatürkçü bir ordu kimliğine olamaz. Amerika da bütün bunlara karşı değil mi?

Bu konuda Washington''ın Brüksel ile beraber çalıştıklarını işin içinde olanlar iyi bilirler.

Amerikan Güvenlik Politikası Merkezi''nin değerlendirmeleri ABD''nin izlediği politika ile taban tabana zıt. Yoksa Aziz Yıldırım gibi, AKP de geri çekilip, anlı şanlı bir biçimde iktidara yeniden getirilmek mi isteniyor? Amerika''nın AKP''ye karşı TSK''nin yanında duruş pazarlaması kafamı biraz karıştırdı da...

Erol Manisalı
Cumhuriyet

buena vista
29-07-2006, 10:10
Bekir COŞKUN bcoskun@hurriyet.com.t


SAVAŞMAK yiğit ve mert insanların işi olmalı.

Savunmasız kadınlardan, çocuklardan, masum insanların yaşadığı yuvalarından uzakta bir yerde.

Ama bu Ortadoğu savaşları öyle değil.

Cephesi yok.

Yatak odaları havaya uçuyor, mutfaklar vuruluyor, beşikler isabet alıyor, kadınlar ölüyor, çocuklar-bebekler parçalanıyor.

*

Savaş mert-yiğit insanların işidir.

Bu savaşanlar mert-yiğit değil.

Bir yanda düzenli orduları kışlalarında miskin miskin otururken, vur-kaç taktiği ile kadınların ve çocukların arasına saklanan Arap örgütleri...

Türk şoförler de dahil, sivilleri televizyon kameraları karşısında bıçakla kesecek kadar "savaş ahlakından" yoksunlar.

En büyük vuruşlarıydı; sivillerin dolu olduğu uçakları sivillerin dolu olduğu bir ticaret merkezine sokmak...

PKK bile "bebekleri öldürme" eğitimini Lübnan ve Suriye’deki o ünlü terör kamplarında almıştı.

En büyük savaş taktikleridir bunların; uyuşturucu verilmiş gençlerin karnına bomba paketlerini sarıp, her şeyden habersiz sivillerin otobüsünün içinde patlatmak.

Öte yanda; İsrail...

Savaşın tüm insanlık dışı yöntemlerini kullanmaktan kaçınmayan, kadın-çocuk tanımayan bir ahlaksızlık...

Varlığını barışla değil, savaşla sürdürmeyi seçmiş, kendi çıkarları söz konusu ise asla insani değerleri tanımayan bir ahlak dışı stratejisi...

*

Siviller günlerdir işte bu ikisinin arasında kaldılar.

Korkaklık ile ahlaksızlığın...

Kadınlar-çocuklar Arap örgütleri için birer kalkan, İsrail için ise hedef...

Doğada hayvanlar dahi kavgalarında düşmanlarını yuvalarından uzaklaştırmaya bakarlar.

Bunlar yuvaları cephe yaptılar, gazeteler vurulmuş salıncaklarla, beşiklerle dolu.

Ajanslar, parçalanmış, ama elinde hálá bebeğini tutan çocukların görüntüsünü geçtiler dün.

Çünkü savaş yiğit-mert insanların işidir.

Ve savaşın dahi bir ahlakı vardır.

Ama korkaklık ile ahlaksızlık savaştığında, işte böyle oluyor.

chem73
29-07-2006, 15:33
Dünyanın en büyük imparatorluğunu kuran Moğol hükümdarı Cengiz Han, 4'ü resmi, 500 ise kendine ait kadına sahipti. Cengiz Han'a göre Tanrı kadını nasıl yaratmış

Tanrı erkeğin
Kaburgasından kadını
Yaratmak istediğinde
Ona nasıl bir
Huy vereceği konusunda
Hayli
Terededdüt etti.
O sırada Tanrı'nın yanına
Bir yılan sokuldu.
Tabii görevinin
Değiştirilmesini
Rica etti.
Tanrı ona cevap verdi.
Hayır sen bundan sonra da
Karnının üzerinde sürünmeye
Devam edeceksin.
Şu anda ben,
Yeni çok yönlü
Ve asla hareketleri
Tahmin edilmez bir varlığı
Yaratmayı düşünüyorum.
Burada bana senin huyunun
Özellikleri de gerekecek."
Ve Tanrı,
Bir kasede
Güneşin parlayan IŞINLARINI,
Pınarın SERİNLİĞİNİ,
Çiçeğin GÜZELLİĞİNİ,
Kuş tüyünün ZARİFLİĞİNİ,
Son baharın CÖMERTLİĞİNİ,
Kelebeğin AŞIKLIĞINI,
Kuğunun VEFASINI,
Bukalemunun DEĞİŞKENLİĞİNİ,
Rüzgarın KARARSIZLIĞINI,
Bulutun SULU GÖZLÜLÜĞÜNÜ,
İneğin UYSALLIĞINI,
Eşeğin İNADINI,
Saksağanın GEVEZELİĞİNİ,
Tilkinin KURNAZLIĞINI,
Toplayarak oraya
Azıcık
Yılanın ÖFKE, SİNSİLİK
Ve KİNCİLİĞİNİ eklemiştir.
Bütün bu özellikleri,
Özen ve itina ile karıştıran
Tanrı, böylece muhteşem
KADINI yaratmıştır.
Bu yarattığı varlığı,
Törenle erkeğin ellerine
teslim eden Tanrı,
Bir de öğütte bulunmuştur.
"Çok akıllı,
Ve özellikle de ihtiyatlı ol.
Bu varlıkta sen mutluluğu
ve sınırsız hüznü
Desteği,
Ve aynı zamanda yıkımı
Bulabilirsin.
Eğer kadını,
İdare edemezsen
O zaman muhakkak,
Onun davranışlarında kötü özellikler
Ağırlık basacaktır.
Her zaman hatırla.
Erkeğin üstünlüğü,
KUVVETİNDE
Düşünce gücündedir.
Bunların kaybı
Senin kadın önünde
Bitirir.


Muhtar Şahanov'un Cengiz Han'ın Sırrı adlı kitatıbından alındı.

buena vista
29-07-2006, 22:35
ABD'NİN Los Angeles kentinde bir mahkeme, Kasım 2005'te yeğeninin iki yaşındaki Alman çoban köpeğini başından bıçakla yaralayan 31 yaşındaki Hugo Vargas'ı 9 yıl hapse mahkûm etti. Kamuoyuna yapılan açıklamada cezanın hayvanlara kötü muamele edenlerle ilgili yasalar çerçevesinde verildiği belirtildi.

buena vista
30-07-2006, 09:25
http://www.vatanim.com.tr/root.vatan?exec=pazarvatan_detay&hkat=1&hid=9992

chem73
05-08-2006, 00:42
Meteorolojik ısı 40, politik ısı 100, ömürsel ısı ölçüm dışı

Hiçbir politik gözdağıyla frenlenemeyen acımasız ağustos sıcaklarında; kebapçı dükkânlarında döner çevirip duran aşçı dostlar benzeri, ekmeğini kazanmak için kan ter içinde çalışanların sayısı kaç milyon kişidir, bilemiyorum.
Kümesin horozluğunu elde tutma, yahut kümesin horozluğunu ele geçirme hırsındaki nutukçu esnafının bildiğini de, hiç sanmıyorum.
***
Şunu da unutmamak gerek, beterin beteri var; Irak'ta, Filistin'de, Güney Lübnan'da doğmuş ve ne yapacağını bilememenin şaşkınlığında, çırpınıp durmak gibi...
Her ne kadar onların başlarındaki horozlar da, ülkelerini, bağımsızlıklarını, inançlarını kurtaracaklarını söyleseler de; evleri barkları darmaduman olmuş kadınlar, gözyaşı çığlıklı bir perişanlık içinde...
***
Özellikle Şark'ta, politikacı esnafının sürekli dopinglediği kahramanlık, yiğitlik, fedakârlık, öldükten sonra mükafatlanma falan, hepsi tamam da...
Objektif bir gözle hayata bakıldığında, bir de püfür püfür esen Fındıklı kıyılarındaki beyaz örtülü bir masanın az ötesinden, palamarlarını çözerek kalkışa hazırlanan dev gibi bembeyaz bir turist gemisi var.
***
O gemide olmak, yahut Lübnan'da olmak...
Böylesine insaf ve vicdan dışı, Azrail uçurumlu bir zıtlık mı olmalı aynı takvimi paylaşan insanlar arasında?
Şimdiye dek böyle bir sorunun yanıtı:
- Ne yapacaksınız hayat bu, idi.
Oysa bilenler biliyor ki, "hayat, hiç de bu değil"...
***
Buhar gücüyle, kömür enerjisinin keşfinden önce; yelkenli teknelerde kürek çeken forsalar da, hayatın bir cilvesi olarak görüyorlardı kendi yaşamlarını...
Şimdi belki de, Tophane rıhtımından kalkmakta olan dev gibi bembeyaz turist gemisindeki yolculardan biri, 500 yıl önceki forsalardan birinin torununun, torununun, torununun, torunu...
***
Irak, yahut Filistin, yahut Güney Lübnan'da pes perişan olmuş kadınlardan birinin, ancak 500 yıl sonraki bir torunu mu, binebilecek dev gibi bembeyaz bir turist gemisine?
Yok yahu...
50 yıla kalmaz oralarda da Araplarla Yahudiler, güle oynaya birlikte çıkmaya başlarlar uzay tatillerine...
***
Keşke kadınsız kahkahasız, erkek erkeğe kahvelerinin simgelediği köylü ağırlıklı Şark toplumları; bu kadar çok kanlı fireler vermeseler, 50 yıl sonra oralarda da evrenselleşecek bir cümbüşle buluşmak için...
***
Kızım Zeynep'le, dev gibi bembeyaz turist gemisinin kalkışını izliyoruz...
Öyle bir gemide süvari olmak, Ortadoğu'da sarıklı sakallı bir İslam politikacısı olmaya bin basar...
Öyle bir gemide lokanta mutfaklarının "şef"i olmak da, Türkiye'deki siyasal partilerden birinin il başkanı olmaya bin basar...
Bunu çakmış olanları; ne ağustosun sıcağı çarpar, ne nutukçuların tabutlu bombalı demagojileri...
***
Derken bizim Burhan'ın getirdiği cep telefonu... Haber Türk kanalından Tolga:
- Yılmaz Çetiner'i kaybettik, diyordu.
***
Yılmaz'ı Ankara'da tanıdığım, Bayar, Menderes ve Köprülü ağırlıklı yıllar...
İstanbul basını, İsmet Paşa iktidarından uzaklaşmış, yeni liderlerin şahlanan nutuk ve demeçleriyle hemhal...
Yılmaz da, İstanbul'dan gelme yaşdaş ve meslektaşlarıyla sürekli Ankara Palas salonlarında...
***
Bendeniz ise, Bülent Ecevit ile Ulus'ta ve fırsat buldukça da, Kürdün meyhanesiyle Şükran Lokantası'nın Cahit Sıtkı'lı, Orhan Veli'li, Melih Cevdet'li, Fethi Giray'lı, Mehmet Kemal'li çok ayrı bir dünyası içindeyim. Devlet Tiyatrosu Çemberler'i oynuyor.
Kızım Zeynep 10 yıl sonra doğacak...
***
Tolga telefonda:
- Yılmaz Çetiner'i kaybettik, diyordu.
Dev gibi bembeyaz turist gemisi kalktı...
Şu sırada yine kim bilir ne haberlerle, ne demeçler fışkırıyordu ekranlarla radyolardan...
***
Buzlanmış beyinler ortamının içinde tıkılı kalmak, yahut kalmamak...
Aşk acıları, yalnızlık acılarını, para sıkıntıları, makam hırsları, horozluk yarışları...
***
Yahya Kemal'in mısraları dalgalanıyor gibiydi Marmara'da:
Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
Sonra da Orhan Veli'nin mısraları:
Ölürüz diye mi üzülüyoruz?
Ne ettik, ne gördük şu fani dünyada
Kötülükten gayrı?
Ölünce kirlerimizden temizlenir,
Ölünce biz de iyi adam oluruz;
Şöhretmiş, kadınmış, para hırsıymış,
Hepsini unuturuz.
***
İnsanın kızıyla baş başa, kalkıp açılmaya başlayan dev gibi gemilere bakması, birtakım şiirleri de hatırlatıyor insana...

Çetin ALTAN

Ramo
09-08-2006, 00:16
Terör örgütü, yurt savunması için görevli subay, astsubay ve erlerin canını almak, alamazsa yılgınlaştırmak amacıyla sistemli eylemlerini sürdürüyor.



Dünya kamuoyu, elbette öncelikle İsrail ile Lübnan'daki Hizbullah örgütü arasındaki savaşın feci bilançosu ile meşgul. Ya ülkemizin güneydoğusunda olanlar?



Ateş düştüğü yeri yaktığı için, bizim kayıplarımız yalnızca bizi mi ilgilendiriyor?



Bu yazıyı yazmak için bilgisayarın başına oturduğum dün öğle saatlerinde, hafta başının ilk yarım gününün terör bilançosunu yansıtan haberlerinin başlıkları şöyleydi:



. Şemdinli'de ilçe girişindeki polis noktasına atılan iki roketten birisi yola diğeri polis noktası önündeki koruma duvarına isabet etmiş, çok şükür can kaybı olmamıştı.



. Beytüşşebap ilçesinde görevli Astsubay Levent Çelik , evine giren maskeli 2 kişi tarafından öldürülmüş, 8 yaşındaki oğlu ayağından yaralanmıştı.



. Uludere ilçesinde yola tuzak yerleştirmeye çalışan bir terörist, elindeki patlayıcının infilak etmesi sonucu parçalanarak ölmüştü.



. Gümüşhane'nin Şiran ilçesinde operasyondan dönen konvoya terör örgütü tarafından açılan çapraz ateş sonucunda şehit edilen bir astsubay ile 2 erin cenazeleri doğum yerlerinde toprağa verilmişti.



Her gün sıradan olaylar gibi bölgedeki valilerin resmi açıklamalarıyla duyurulan bu tür haberlerin, kamuoyunda neden olduğu öfke birikiminin artarak büyüdüğünün elbette AKP de farkında.



Temmuz ayının sonunda bir gün içinde 7 şehit haberiyle sarsılan ülke gündemini yatıştırma çabası içinde asıp kesen Erdoğan , terör odağının yuvasına, yani Kuzey Irak'a müdahale gibi, çok büyük iddiaların sahibi olduğu için, şimdi sarf etmiş olduğu sözlerin altından nasıl kalkacağını hesap edemiyor.



Bu nedenle de, kendi medyasını, uydurulmuş haberlerle kamuoyunu oyalamak için görevlendiriyor. Bu nedenle özel bir büronun tam gün çalıştığı izlenimini edinmeyi gerektirecek ürünlerle karşılaşıyoruz.



Örnek mi istiyorsunuz?



Başbakan Erdoğan'ın ABD Başkanı Bush 'a telefon ederek ''terör örgütü ile ortak mücadelenin koşullarını'' görüştüğünü bildiren bir haber yayımlanmıştı ya geçen hafta.



O habere göre Başkan Bush, bu görüşe çok olumlu yaklaşmıştı ve hem ABD'den hem de Türkiye'den birer koordinatörün görevlendirilmesi üstünde karar verilmişti.



Dahası bizim medyamız, ABD'den bir emekli generalin bu görevi üstlenebileceğini içeren yorumlar yaparak işbirliğine alacakaranlık bir askersi görünüm bile vermişti.



İliştirilmiş medya ürünü haber, öteki gazete ve televizyonlarca da sahipleniledursun, dün



Washington'daki ilgililer konuyu mutlaka irdelemiş olmalılar ki, bizim ''yetkili'' kaynağımız, Erdoğan-Bush görüşmesinde böyle bir konunun gündeme bile gelmediğini resmen açıklamak gereğini duydu .



Bitmedi..



Her gün bir şehit haberi, günaşırı al bayrağa sarılmış bir tabut arkasından gözyaşı döken analar.



Ve sonsuzluğa yolcu edilen vatan evladının ardından, kanının yerde bırakılmayacağı sözünü vererek yapılan uğurlamanın birikimi, öfke yığınları.



MHP Genel Başkanı Bahçeli 'den, Abdullah Gül'ün memleketi Kayseri'in Tekir Yaylası'ndaki geleneksel Zafer Kurultayı için toplanmış 400 bini aşkın seçmen önünde, iktidarı başına meydan okuyan sözler:



''Nefesimiz her zaman AKP nin ensesinde olacak. Bölücülüğe verilen cesaretin, canların ve şehitlerin hesabını mutlaka vereceksiniz.''



İki arada bir derede kalan AKP'nin iliştirilmiş basını, bu tür sözlerin kamuoyu üstündeki ağırlığından iktidarı kurtarmak amacıyla ordunun görevlendirildiği izlenimini yaratacak uydurma emirlerden söz etmekle kalmıyor; o sözler üstüne düşsel yorumlar da kurmaya kalkışıyor.



Bu uydurulmuş haber-yorumlardan sonuncusunun balonunu, dün bizzat Dışişleri Bakanlığı'nın resmi açıklaması söndürmek zorunda kaldı.



Pazar günkü Yeni Şafak'ta Mehmet Ocaktan imzası ile yayımlanan haberde, Dışişleri Bakanı Gül 'e atfen şu ifadelere yer verilmişti:



''Özellikle 7 şehit verdikten sonra ne gerekiyorsa yapılması için ordumuza yazılı talimat verdik. Ne ihtiyacınız varsa verelim dedik. Kanun mu, işte Terörle Mücadele Yasası'nı çıkardık ve bu alanda hiç bir eksik bırakmadık.''



İktidarın iliştirilmiş basınının, terörle savaşı savsaklayanın ordu olduğunu utanmadan yazan, bu sözleri için ''doğruyu yansıtmamaktadır'' açıklamasını yapmak zorunda kaldı.



Doğrudur. Halkımız, terörle mücadele için ne gerekiyorsa yapılması için görevli hükümete elinden gelen desteği veriyor. Ama, o mücadelenin koşullarını göze alacak bir başbakanın olmadığını da -ne yazık ki- görüyor.

Orhan Birgit (Cumhuriyet, 08.08.2006)

Ramo
09-08-2006, 00:21
Halkımızın küçümsenemeyecek bir bölümünün Mustafa Kemal Atatürk ''e, silah arkadaşlarına, biz bağımsız bir ülke olarak yaşayalım diye canlarını verenlere karşı minnet borcu, gönül borcu ödemek, saygı göstermek yerine, nankörlük ettiğini düşünüyorum. M. Kemal, silah arkadaşları, bağımsızlık savaşı olmasaydı bugün ne durumda olabileceğimiz düşünülüyor mu? İnsanda biraz vicdan, kadirşinaslık, düşünme yetisi olmalı.

1950''ler sonrasında Türkiye''yi yönetenleri, yönetmeye yeltenenleri bir gözden geçirin. Özür dilerim, cim karnında nokta bile olamayacakların hangi makamlara, hangi orunlara geldiklerine bakın. Türkiye, bağımsız bir cumhuriyet olmasaydı, bu kişilerin bırakın milletvekili, bakan, TBMM başkanı, başbakan, cumhurbaşkanı olmalarını, çoğunun adları bile duyulmaz, kimi kamu kuruluşunda şef bile olamaz, küçük bir işletme sahibi, taşra avukatı, sıradan bir öğretim görevlisi olarak kalırlardı. Cumhuriyet''e olan borçlarını ödemek bir yana, Cumhuriyet''in kazanımlarını yok etmeye çalışmak, nankörlük dışında başka hangi sözcükle tanımlanabilir? Ya da aşağılık kompleksinin bir görüntüsü, bir tezahürü, tepkisi olarak nitelendirilebilir. Yalnız ülkeyi yönetmeye yeltenenlerin değil, tüm vatandaşların, M. Kemal, bağımsızlık savaşı, Türkiye Cumhuriyeti olmasaydı, maddi ve manevi olarak günümüzde ne durumda olabileceklerini zaman zaman öngörmeleri gerekir.

Yalnız politikacıların, Türkiye''nin üst düzey yöneticilerinin değil, özel sektörün, bankacılık kesiminin de, zaman zaman, kısa vadeli çıkar hesaplarını bir yana bırakıp, kendilerini bugünkü konumlarına getirenin Türkiye Cumhuriyeti olduğunu unutmamaları gerekir. Ortaklık kurdukları yabancı şirketler, savundukları IMF programı, kendilerini güvence altına alacağını düşündükleri AB değil, Türkiye Cumhuriyeti onlara hayat vermiştir. Varlıklarını da ancak Türkiye Cumhuriyeti ile sürdürebileceklerdir. Ufak hesaplarla, kısa vadeli görüşlerle, dış güçlerin ayartılarına (iğvasına) kapılarak yanlış yapmamalıdırlar. Yanlış hesapların uzun vadede maliyeti kendilerine çok ağır olur. Yabancı güçlerin sesyayarlığı, bazı sivil toplum örgütlerine yakışmaması bir yana, tehlikeli sonuçlar doğurur.

Halkımızın Türkiye Cumhuriyeti''ne, Lozan bağımsızlığına sahip çıkması gerekir. Adam sen deciliğin, kendini kandırmanın, korkaklığın, ödlekliğin, aymazlığın bir maliyeti vardır, mutlaka ödetirler. Emperyal güçler adım adım Ortadoğu''da planlarını gerçekleştirirken, yeni siyasal haritalar çizerken, yeni bir Ortadoğu düzeninden söz ederlerken, gözleri kapatıp, bana dokunmayan yılan bin yaşasın anlayışı ile davranmak, hatta yılana yardımcı olmak, sadece aymazlık değil aynı zamanda budalalıktır. Özür dilerim ülkede ufak üçkâğıtlar açıp, buradaki başarıları, zekâ, işbitiricilik, yönetişim, vizyon gibi sözcüklerin arkasına sığınmak da bir kandırmacadır.

Nankörlük bazen isyan ettiriyor. Hele hele bu ülkenin kaynak aktardığı, yoktan var ettiği, yaşam koşulları, halkın geniş kesimine göre çok yüksek olanların, dış güçlerle işbirliği yapmaları, onların desteği ile kısa süreli çıkar peşinde koşmaları, isyan ettiriyor. Sadece nankörlük değil, haksızlık da isyan ettiriyor. Bırakın geçmişte, bugün bile özveriyle, zor koşullar altında, bu ülke ayakta dursun diye çaba gösterenler varken, bazı politikacıların, kimi işadamlarının, öğretim görevlilerinin, kamu hizmetlisi bilincine varamamış bürokratların, medyanın büyük bölümünün davranışı isyan duygusunu güçlendiriyor.

Günümüzde Atatürk''ün bir resim, bir büst, bir heykel olarak görülmesi, Atatürk''ü dillere persenk edip sonra Atatürk''ün tüm eserlerinin yıkılışına seyirci kalmak da, bir tür çifte standart, içtensiz davranış olarak tepki doğuruyor.

Atatürkçülükte özgür, bağımsız yaşama vardır, onur vardır, cesaret vardır, savaşım (mücadele) vardır, haksızlığa isyan vardır, ülkeyi, insanını yüceltmek vardır. Türkiye''yi insanı ile birlikte dünyanın en saygın ülkesi haline getirmek vardır. Akılcı davranış alalaması ya da aldatmasıyla ödün vermek, baş eğmek, ödleklik yoktur, kendi saygınlığını koruyamamış kişiler ülkenin saygınlığını da koruyamaz. İşte kanıtı, 1950''den sonra bizi yönetenlerin büyük bölümünün sergilediği davranış.

Nankörlüğün, aymazlığın, haksızlığın, kokuşmuşluğun bir bedeli vardır. Bu bedel, bir şekilde ödenir, ödetirler. Çevremizde yaşanan olaylar, haritalar, siyasal açıdan Ortadoğu''yu yeniden biçimlendirme girişimleri, şehit cenazeleri, BOP-GOP söylemleri bizi uyarmıyorsa, topraklarımız tümüyle elimizden gittiğinde, başımıza bomba yağdığında mı uyanacağız?

--Öztin Akgüç (Cumhuriyet--

Ramo
10-08-2006, 15:46
Sıcaklar değil chat çarpıyor

Hayallerindeki aşkı internet ortamında arayanları, sadece aşk beklemiyor. Sahte fotoğraflar ve yalanlarla karşısındakini kandıran sanal dolandırıcılar giderek artıyor. Bu dolandırıcılara ve şifre hırsızlarına dikkat, çünkü insanın başına dert açıyor.




Dikkat! Chat çarpar

İnternette yeni tanıştığınız biriyle sohbet ettiğinizi ya da hayatınızın aşkını bulduğunuzu düşünürken sakın çarpılmayın. Çünkü tetikte bekleyen sanal dolandırıcıların sayısı her geçen gün artıyor.

Yurdumuzun internet buldu mu sohbete dalan sohbetsever evlatları, geçtiğimiz haftalarda büyük bir şok yaşadı. Bir dekan, internet üzerinden tanışıp uzun süre sohbet ettiği ve evlenme hayali kurduğu ancak yüz yüze hiç görüşmediği Bursalı bir kadına, 135 bin dolar gönderdikten sonra dolandırıldığını fark edip şikâyette bulunmuştu. Haliyle, olay basının ve halkın çok ilgisini çekti, çünkü 'chat' dediğimiz internet sohbetleri, evine mütevazı bir bilgisayar alıp bir de internet bağlatan herkesin bulaştığı bir ortamdı. Evinde bilgisayar ve internet bulunmayanların ise internet kafeleri doldurup dünya milletlerinin yalnız kalplerine "I kiss you," mesajlarıyla romantik anlar yaşattıklarını, yıllar önce, İnternet Mahir vakasında öğrenmiştik. Dünya çapında binlerce kadının gönlünü "I kiss you," mesajlarıyla çeldiği için ABD'ye davet edilip televizyonlara çıkartılan İnternet Mahir'i hatırlamıyorsanız, Google'da ismini aratıp hikâyesini kesinlikle öğrenmelisiniz. Hafta sonunuza keyif katacağından emin olabilirsiniz.

AH ŞU ERKEKLER
Nihayetinde maskülen bir kütle olan ABD ordusunun içinde iletişimi sağlamak amacıyla icat edilen ve çok gizli bir askeri proje kabul edilen interneti, bugün dünya çapında bir sohbet ve arkadaş bulma mekanizmasına çevirip karizmasını resetleyenler, yine erkeklerden başkası değil. Rivayete göre, ABD ordusu interneti icat etmeden 10 yıl önce bir bilimadamı dünyadaki bütün bilgisayarları birbirine bağlayacak internet benzeri bir sanal ağın temellerini atar. Ancak buluşunu açıklamadan önce gerekli testleri yapmak isteyen bilim- adamı, üniversitedeki genç ve güzel bir asistan hanımın bilgisayarını da bu ağa bağlamıştır. Böylece bilgisayardan bilgisayara ilk sohbet başlar ve önceleri sadece proje hakkındaki detayları içeren sanal sohbetler, yavaş yavaş duygusal bir derinlik kazanır. Ancak bilimadamının karısı durumu fark eder. Kocasının ofisini basıp bilgisayarları beysbol sopasıyla parçalar ve kocasına da sanal ağ hakkında yeni bir çalışma yapmayı yasaklar. Bu efsanede gerçek payı var mı, bilinmez ama gönül ilişkisi arayışlarını internete taşıyan erkekler, bugünün sanal dolandırıcılarına da ekmek kapısı açmış oldu. Artık kadın erkek demeden, hayallerindeki aşkı internet üzerinde arayan insanların sayısı 10 milyonlarla ifade ediliyor. Ama internette onları sadece aşk beklemiyor. Sahte fotoğraflarla, yalan ifadelerle, özel casus programcıklarla bu insanları kandırıp zarar vermeyi hedefleyen sayısız dolandırıcı ve sapkın da pusuda yatıyor.
Cem SANCI

buena vista
12-08-2006, 09:27
Bekir COŞKUN bcoskun@hurriyet.com.tr



SEVGİ ve merhameti kuşaktan kuşağa anneler taşıdılar.

Çocuklar sokakta düşse, dillerinde endişe, ellerinde bir tutam pamukla koştular anneler.

Ve "Yapma", "Etme", "Günahtır", "Yazık" diye diye, sevginin-merhametin ilk tohumlarını ekmeye çalıştılar çocuklarının yüreğine.

Ya çoğu babalar?..

Komşunun çocuğunun gözünde patlatılmış bir yumrukla mutlandılar.

Kaba kuvveti "erkeklik" sayan minik minik şovlarla, çocuklarını vurdulu kırdılı dünyanın birer ferdi olmaya hazırladılar.

Anneler merhameti, babalar merhametsizliği kuşaktan kuşağa taşıdılar.

*

Dünkü Danıştay Cinayeti Davası’nda, kapının önünde gazetecilere nutuk atan sanığın babasını dinlerken böyle düşündüm.

İşte bir baba...

"Milletin değerlerine saygı duymayanlara, millet hak ettikleri dersi şu şekilde, ya da bu şekilde verecektir" diyordu gazetecilere.

Gördüğünüz gibi bu baba "milletin değerlerine saygı" istiyor.

Oğlu, milletin en yüce mahkemesini tabancayla basmış, bir yüksek yargıcı öldürmüş, öbürlerini yaralamış...

Baba böyle bir evlat yetiştirdiği için milletten özür dileyeceğine, saygı dersi veriyor hepimize.

"Saygıya" devam:

"Bu memlekette din düşmanı var, Kuran düşmanı var, millet düşmanı var..."

Ne diyebiliriz ki...

Baba, Milli Eğitim’de müfettiş...

Müfettiş olunca bildiği çok oluyor:

"Adı Mehmet, Mustafa olan birçok Ermeni ve Rum var memlekette. Bunlar laiklik adı altında bu milletin değerlerine ihanet ediyorlar..."

Ben eminim o kapının önünde konuşurken, içerde hákim karşısındaki oğlu, bu konuşmaları çok dinlemiştir.

Ve babası gibi düşünmüştür.

İyi ki ne kadar adı Mehmet ya da Mustafa olan varsa vurmakla işe başlamadı oğul...

*

Babalar...

Elbette bizlere fazileti, gururu, insan olmanın yüce yükümlülüğünü öğreten... Başımızı okşaya okşaya kafalarımızın içini donatan, yüreklerimizde birer mabet gibi yaşayan babalardan söz etmiyorum.

Siz ayırt edersiniz.

Ama bu babalar işte böyle yaptılar.

Kini, nefreti kazıdılar oğullarının beynine...

Sevgisizliği ve merhametsizliği taşıdılar kuşaktan kuşağa...

Ramo
12-08-2006, 21:39
Ahmet Hakan yazdığı bir makalesinde"Radikal islamcı olduğum günlerde herkesin kendisine göre bir din anlayışı olduğunu gördüğümde,ve karşı anlayışıda kafir olarak değerlendirdiklerini gözlemlediğimde de döndüm diyordu.

Yusuf İslam, Müslüman ülkelerine yaptığı gezinin ardından "Allahım sana şükürler olsun bunları görmeden müslüman olduğum için" diyordu.

Malesef içine yüzlerce fitne dikilmiş,birçok anlayısın,bir çok değerin eğrisiyle doğrusuyla kirlettiği bir islam inancımız oluştu.Bu oluşum islam inancını kirletmekte,temel öğretileri sarsılmakta başta da bu inancın insanlarına zararlı bir dinamite dönüşmekte.

İslam bilime ve felsefeyi dışlamış,gücünden faydalanan kitleler din baronları üretmiş,kitabı esasından ayrılmış birilerinin güdümünde şekil,esas bulur olmuş,bu esaslar efendisine hizmet ettiği sürece doğru değerler olarak önem kazanmıştır.

Bilimi sanatı terk eden zümrelerin yaşadığı bölgeler,ülkeler,alanlar her daim yokluğun fakirliğin,şiddetin kanın deryası ola gelmiştir.Fitne öğretileri ile susturamadıklarını hain,kafir ilan ederek güçlü silahlar satın alıp halkının karşına dikilen bu anlayışın vatanlarının da sınırları özgürlükleri hep tartışılmıştır.Birilerinin silahlarını deneme, sahaları haline gelmiştir.
Sadece kendi ağalıkları yürüsün diye, islam dini, din satan ,şarlatanların ucuz malı olmuştur.

Nasılmı düzelir sorusu zor bir soru olup, ekonomi kuralı gereği yeterli din alıcısı bulamadıklarında diye söyleyip.
Bir değer de biz satmayalım.
Saygılarımla

Ramo
14-08-2006, 10:22
ALTIN Nokta ve Ortak Nokta adıyla 23 bankanın ortak kullanıma açtığı ATM makinelerinde işlem yaparken, bakiye öğrenmek için bile döviz üzerinden komisyon ödemek zorunda kalınabiliyor. Bazı bankalar, ortak kullanıma açık ATM’lerden yapılan işlemlere uygulanan komisyon oranlarını kendi üstlenirken, bazıları tüm maliyeti müşterinin sırtına yüklüyor.

TOPLAM 15 bin 531 Otomatik Para Çekme Makinesi’nin (ATM) bulunduğu Türkiye’de, bankaların ortak kullanıma açtığı makinelerden işlem yaparken, gizli komisyona dikkat etmek gerekiyor. 6’sı Altın Nokta, 17’si de Ortak Nokta olmak üzere toplam 23 bankanın ortak kullanıma açtığı ATM makinelerinde işlem yaparken, bakiye öğrenmek için bile döviz üzerinden komisyon ödemek zorunda kalınabiliyor. Bazı bankalar, ortak kullanıma açık ATM’lerden yapılan işlemlere uygulanan komisyon oranlarını kendi üstlenirken, bazıları tüm maliyeti müşterinin sırtına yüklüyor. İşlem sırasında uygulanan komisyonla ilgili her hangi bir uyarı yapılmaması da, müşterilerin "ekstre şoku" yaşamasına neden oluyor.

KOMİSYONDA FARKLI TARİFE: Arkadaşımız Ayşegül Akyarlı Güven’in yaptığı araştırmaya göre, Akbank, Garanti, Vakıfbank, Fortis, Koçbank ve Yapı Kredi’nin birlikte oluşturduğu ’Altın Nokta’, toplam 6 bin 500 ATM’den oluşuyor. 1998 yılında oluşturulan "Ortak Nokta"da ise toplam 17 banka yer alıyor. HSBC, Bank Asya, Albaraka Türk, Denizbank, Finans, Oyak, Citibank, Kuveyt Türk, TEB, Tekstil, Tekfen, Türkiye Finans Katılım, Alternatif, Anadolu, Bank Europa, Şeker ve MNG Bank’ın oluşturduğu "Ortak Nokta"nın ATM sayısı da 3 bin 200’ü buluyor. Kart kullanıcılarının bu sisteme dahil tüm ATM’lerden bakiye sorup, para ve nakit avans çekebilmesini sağlayan bu sistemlerde, genel bir komisyon tarifesi de bulunmuyor.

DÖVİZ ÜZERİNDEN ÜCRET: Bu bankalardan Akbank, Bank Asya, Vakıfbank ve Albaraka Türk, ortak kullanıma açık farklı bankaya ait ATM makinelerinden nakit ve nakit avansın yanı sıra bakiye öğrenmek isteyen müşterilerine de komisyon bedeli yansıtıyor. Bunlardan, Bank Asya, Vakıfbank ve Albaraka Türk, müşteriye yansıtılan bu komisyon bedelini döviz cinsinden belirliyor. Ortak ve Altın Nokta ATM’lerinden sadece nakit ve nakit avans çeken müşterilerine komisyon bedeli yansıtan bankalar arasında ise Koç Bank, Yapı Kredi, Garanti, Denizbank, Citibank, Teb, Tekstil Bank, Türkiye Finans Katılım Bankası ve Anadolubank yer alıyor. Buna karşın, Fortis, Finansbank, HSBC, Oyak Bank, Tekfen Bank, Alternatif Bank, Bank Europa ve Şeker Bank, MNG gibi bankalar ise farklı bankaların ATM makinelerinden yapılan işlemlere herhangi bir komisyon yansıtmıyor. Diğer bankalara ödenen komsyonları kendileri üstlenme yoluna gidiyor.

UYARI YOK: Farklı bankaların ATM’lerinden gerçekleştirilen işlemlerde hesaplara yansıtılan komisyon bedelleriyle ilgili herhangi bir uyarıda bulunulmuyor. Müşteriler, bu bedelleri hesap ekstresinde ’farklı şubede işlem bedeli’ olarak görebiliyor. Sistem içinde yer alan tüm bankaların müşterileri tarafından farklı ATM’lerde gerçekleştirilen işlemler için birbirlerinden ücret aldığını söyleyen bankacılar, fiyat tarifesindeki farklılığı bankaların ATM sayısına bağlıyor. ATM sayısı az olan bankaların yeni ATM yatırımı yapmak yerine diğer bankaların yansıttığı ücretleri üstlenme yoluna gittiğini de savunan bankacılar, "ATM sayısı fazla olan bankalar bu yolla yatırımlarını bir gelir kapısına dönüştürebiliyor. Az ATM’li bankalar da yeni yapılacak ATM yatırımlarının yükünden kurtulmuş oluyor" dediler.

Hangi banka ATM’sinden başka bankaya kaça yararlandırıyor?

ALTIN NOKTA

Koçbank: Koçbank’ın kartlarıyla farklı bankaların Ortak Nokta ATM’leri bakiye öğrenmede kullanıldığında herhangi bir komisyon ödenmiyor. Ancak, Yapı Kredi Bankası’nın dışındaki diğer bankalara ait Altın Nokta ATM’lerinden nakit ya da nakit avans çekimlerinde işlem başına 2 YTL’lik komisyonlar hesaplara yansıtılıyor.

Fortis: Fortis müşterileri, diğer bankalara ait Altın Nokta ATM’lerinden gerçekleştirdikleri işlemler için herhangi bir komisyon ödemiyor. Komisyonu banka üstleniyor.

Akbank: Bankanın kartlarıyla farklı bankalara ait Altın Nokta ATM’lerinden gerçekleştirilen işlemlerde, müşteriler komisyon ödemek zorunda kalıyor. Bu da, bakiye öğrenmede 250 kuruş, nakit ya da nakit avans çekimlerinde işlem başına 2.5 YTL olarak hesaplara yansıyor.

Garanti: Farklı bankalara ait ATM’lerinden gerçekleştirilen nakit çekim işlemlerde, işlem başına 3 YTL’lik komisyon bedelleri müşterilere yansıtılıyor.

Yapı Kredi: Koç Bank dışındaki diğer bankalara ait Altın Nokta ATM’lerinden gerçekleştirilen nakit çekimlerinde işlem başına 2 YTL komisyon alınıyor.

Vakıfbank: Farklı bankalara ait ATM’lerden gerçekleştirilen bakiye sorgulama işlemi için 9 sent, nakit çekimlerde de işlem başına 90 sent komisyon alınıyor.

ORTAK NOKTA

Bank Asya: Farklı bankalara ait Ortak Nokta ATM’lerinden nakit çekimlerde yüzde 1 komisyon ve 60 sent çekim ücreti hesaplara yansıtılıyor. Bakiye sorgulamak için ödenen komisyon ise 15 sent oluyor. Kredi kartından nakit avans çekebilmek için ise yüzde 2.5’luk komisyonu ve 50 kuruşluk nakit çekim bedelini gözden çıkartmak gerekiyor.

HSBC: Farklı bankaların ATM’lerinden gerçekleştirilen işlemlerde, komisyonu müşteriye yansıtmıyor. Kendi üstleniyor.

Albaraka Türk: Farklı bankaların ATM’lerinden gerçekleştirilen nakit çekimlerinde 60 sent ve yüzde 1 komisyon alınıyor. Bakiye sorgulamalarda ise bu komisyon 15 sent oluyor.

Denizbank: Farklı bankalara ait ATM’lerden gerçekleştirilen nakit çekimlerinde yüzde 1 komisyon ve 50 kuruş hesaplara yansıtılıyor.

Finansbank: Ortak Nokta ATM’lerinden gerçekleştirilen işlemlerde, komisyonu kendi üstleniyor. Müşterilerine yansıtmıyor.

Oyakbank: Ortak Nokta ATM’lerinden gerçekleştirilen işlemlerde, komisyonu kendi üstleniyor. Müşterilerine yansıtmıyor.

Citibank: Farklı ATM’lerden gerçekleştirilen işlemlerde nakit avans için en az 2.50 YTL olmak üzere işlem başına yüzde 3.5 komisyon alıyor. Kredi kartı ödemelerinde ise 1.95 YTL komisyon yansıtılıyor.

Kuveyt Türk: Farklı ATM’lerden gerçekleştirilen para çekimlerinde işlem başına yüzde 2 komisyon alıyor.

TEB: Ortak nokta ATM’lerinden gerçekleştirilen para çekimlerinde 1 YTL’lik işlem ücreti alıyor.

Tekstilbank: Kredi kartından nakit çekim için yüzde 3 komisyon ve 1 YTL’lik ücret alıyor. Para çekim ve bakiye sorgulamak için herhangi bir ücret almıyor.

Tekfenbank: Ortak Nokta ATM’lerinden gerçekleştirilen işlemlerde, komisyonu kendi üstleniyor. Müşterilerine yansıtmıyor.

Türkiye Finans Katılım Bankası: Farklı bankaların Ortak Nokta ATM’lerinden gerçekleştirilen para çekimlerinde yüzde 1.5 komisyon olarak hesaba yansıtıyor.

Alternatif Bank: Ortak Nokta ATM’lerinden gerçekleştirilen işlemlerde, komisyonu kendi üstleniyor. Müşterilerine yansıtmıyor.

Anadolu Bank: Ortak Nokta ATM’lerinden gerçekleştirilen işlemlerde, komisyonu kendi üstleniyor. Müşterilerine yansıtmıyor.

Bank Europa: Ortak Nokta ATM’lerinden gerçekleştirilen işlemlerde, komisyonu kendi üstleniyor. Müşterilerine yansıtmıyor.

Şekerbank: Ortak Nokta ATM’lerinden gerçekleştirilen işlemlerde, komisyonu kendi üstleniyor. Müşterilerine yansıtmıyor.

MNG: Ortak Nokta ATM’lerinden gerçekleştirilen işlemlerde, komisyonu kendi üstleniyor. Müşterilerine yansıtmıyor.

Kaynak:
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/4917108.asp?m=1&yazarid=18&gid=69&srid=3047&oid=1

Ramo
16-08-2006, 23:16
Özdemir İnce (Hürriyet, 15.08.2006)
Hazırlayan : GüneşVural



İSRAİL devletini, 1919 Paris Konferansı’nda, İngiliz ve Fransız emperyalizmi ile Arap milliyetçiliği kurdu. ABD’nin işbirliği ile.

Paris Konferansı’nda Osmanlı İmparatorluğu paramparça edilip, cetvel ve pergelle Arap devletleri ve mandalıkları kurulmasaydı İsrail devleti de kurulamazdı. Günümüzü anlamak için bu gerçeği hiçbir zaman unutmamak gerekir! Biri ötekinin diyetidir!

VERSAILLES TOHUMU

Dünya, Paris Barış Konferansı’nı 1919 Haziranı’nda Versailles’da (Versay) imzalanan Alman Antlaşması’yla anımsar. Ama o dünya aynı konferans bağlamında Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalayan Sevres (Sevr) Antlaşması’nın imzalandığını anımsamaz. Bu "o dünya"ya Sevres paranoyasından söz eden Türkler de dahildir. Sevres’i bilmeden günümüzü anlayamayız!

Paris Barış Konferansı’nda Avrupa ve Ortadoğu’nun sınırları yeniden çizildi ve böylece yeni düşmanlık ve savaş tohumları ekildi. Hitler’i ortaya çıkartan Versailles Antlaşması’dır.

SÖZ DİNLEYEN ARAP

Daha önce sözünü ettiğim "Paris 1919" adlı kitaptan İngiltere Başbakanı Lloyd George’la ilgili bir alıntı yapacağım: "Anadolu’da Helenik dünyanın dirilmesi, Filistin’de yeni bir Yahudi uygarlığının oluşması, Süveyş’in güvene alınması, Hindistan yolunun her türlü tehditten arındırılması, ’Verimli Hilal’ topraklarında, Dicle-Fırat vadilerinde sadık ve söz dinleyen Arap devletlerinin olması, İngiltere’nin İran’dan aldığı petrolün korunması ve bir takım yeni kaynakların doğrudan İngiltere kontrolü altında olmasıyla ilgiliydi. Amerikalılar nezaket gösterip orada burada bazı mandalar üstlenecekler" (S. 375) ve Fransa mümkün olduğunca Ortadoğu yağmasından uzak tutulacaktı.

1916’da Fransa ile Sykes-Picot anlaşması yapılmıştı, ama Fransa’ya neden kazık atılmasındı?

Picot ile Sykes’tin 1916 yılında yaptığı plana göre: Suriye kıyısıyla bugün Lübnan olan yerlerin çoğu Fransa’ya veriliyor, İngiltere de orta Mezopotamya’nın, Bağdat yöresinin ve güneyde Basra bölgesinin doğrudan denetimini alıyordu. Filistin uluslararası bir yönetime veriliyordu. Bugünkü Suriye, Irak’ın kuzeyinde Musul bölgesi ve Ürdün’deki yerel Arap liderleri, kuzeyde Fransızların, güneyde de İngilizlerin denetimi altında yönetim sağlayacaklardı.

Bilindiği gibi Haşimi aşiretinden ve Peygamber soyundan Mekke Şerifi Hüseyin, 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı’ya karşı ayaklandı. Oğullarından Faysal’ın akıl hocası İngiliz Lawrence idi. Sonuca bakın: Suriye Fransız mandası yapıldı; Irak’ın başına Faysal kral oldu; Ürdün’ün başına kardeşi Abdullah geçti; Filistin İngiliz mandası oldu; Mekke Emiri Hüseyin, Arap dünyasını yönetecek bir Haşimi hanedanı kurmak istiyordu, ama 1924 yılında Hicaz tahtını da kaybetti. Hicaz’ı alan İbni Suud kendi adıyla bir krallık kurdu: Suudi Arabistan yani.

TARİHE KÜFREDİN!

Bu işler olurken, Lübnan ve Filistin neden Suriye’ye bağlanmıyor diyenler çıktı, ama dinleyen olmadı. Bu yetmiyormuş gibi İngilizler, Yahudilere yeni bir dünya vaat eden ve vatan olarak Filistin’i gösteren Balfour Deklarasyonu’nu yayınladılar.

Bu kısa özetten ben "Paris Konferansı’nda Osmanlı İmparatorluğu paramparça edilip, cetvel ve pergelle Arap devletleri ve mandalıkları kurulmasaydı İsrail devleti de kurulamazdı" sonucuna varıyorum.

Anlattığım gerçeklere dayanamayıp bana küfredenler, bana değil tarihe küfretsinler!

Ramo
18-08-2006, 23:31
Ekonomi, faiz-kur tuzağından bir türlü çıkamıyor. Aşırı değerli YTL den kurtulamıyor.. Temmuz ayından sonra yeniden girmeye başlayan sıcak para, tekrar kurların gerilemesine YTL nin aşırı değer kazanmasına neden oluyor.. Şimdi , son 4 yıldan beridir konuştuklarımızı değerli YTL sorunlarını sil baştan konuşmak gerekiyor.

Değerli YTL nin bir sorunu “ sürdürülebilir büyüme “ konusunda ortaya çıkıyor..

Yüksek faiz düşük kur üretim ve büyümeyi ithalata bağımlı yaptı.. Üretimde ithalata dayalı bir yapı oluştu..

2004 yılında aramalı ithalatın toplam ithalat içindeki payı yüzde 67.3 idi.. Bugün bu pay yüzde 72.7 ye ulaştı.

Ocak ayından Haziran ayına kadar geçen 6 aylık dönemde aramalı ithalatı 17.9 oranında arttı.. Aynı dönemde sanayi üretimindeki artış yüzde 2.8 oldu.. Aramalı ithalatının daha hızlı artışı, üretimin giderek ithalata daha çok bağımlı bir yapı kazandığını gösteriyor.

Türkiye sürekli olarak döviz kurlarını düşük tutarak, ithalata dayalı büyümeyi sürdüremez.. Sürdürmeye kalktığı için Bu defa ihracatta rekabet gücümüz düşüyor.. Cari açık artıyor. Dış borç stoğu artıyor. Reel faizler yüksek seyrediyor. Yatırım hacmi daralıyor.. İşsizlik artıyor..
Yazının Devamı

http://www.esfenderkorkmaz.com/180806buyume.html

Ramo
19-08-2006, 20:55
Öğrencilere tavsiye edilen '100 Temel Eser'i her yayınevi kendi ideolojisine göre çevirmiş. Andersen Masalları 'Bir varmış bir yokmuş, Allah'ın kulu çokmuş' diye başlıyor. Heidi'nin dedesi 'Türk' olmuş...

İSTANBUL - Milli Eğitim Bakanlığı'nın (MEB) ilköğretim öğrencileri için tavsiye ettiği '100 Temel Eser'de büyük başıbozukluk var. Bakanlık denetim yapmadığı için eserleri isteyen yayınevi basabiliyor, kitaplarda olayların anlatımı kitabı basan yayınevinin ideolojisine göre değişiyor.
Bir klasik haline gelmiş çocuk kitaplarında kahramanlara Türkçe isim veriliyor. Yabancı yazarların kitaplarında günler 'Hayırlı sabahlar'la başlıyor. Yabancı eserlerde, çevirmenlerin isimlerine de rastlamak mümkün değil.

Anton Çehov değişti
MEB, 2005'te ilköğretim öğrencilerinin okuması için '100 Temel Eser' tavsiye etti. Bakanlık kitapların listesini ilan ettikten sonra yayınevleri bu 100 kitaptan bazılarını basarak öğrencilerin kullanımına sundu. Bu yayınevlerinden biri de Damla Yayınevi. Yayınevi 50 kitaptan oluşan bir set hazırladı. Bu sette yer alan bazı kitapların anlatımlarında sık sık İslami söylemler kullanıldı.
Yayınevinin 100 Temel Eser kapsamında bastığı Anton Çehov'un hikâyelerinin bulunduğu kitaptaki 'Acı' isimli hikâyede Grigoriy, karısına 'Sabret güzelim! Allah'ın yardımıyla hastaneye varır varmaz bu sancılardan kurtulacaksın' diye sesleniyor. 32. sayfada ise Grigoriy şöyle konuşuyor: "Allahım bu ne tipi! Sen ne dersen olur Allahım; ama ne olur bana yolumu kaybettirme..."
Kaval isimli hikâyede 78. sayfada çiftlik kâhyası Meliton ve çoban köylülerde yaşanan değişimi konuşuyor. Meliton değişimi şöyle açıklıyor: "Çünkü çok günah işlemeye başladık. Allah'ı büsbütün unuttuk, onun için... Böyle giderse elbette kötü son gelir... Kendimizi bilmenin, aklımızı başımıza toparlamanın zamanı şimdi."


Pinokyo: Allah rızası için
Oscar Wilde'ın 'Multu Prens' isimli kitabında Miller ve Hans 'Hayırlı sabahlar' diye selamlaşıyor. Kitabın sonunda ise, Kaz, 'Yüce Allahım diye bağırdı sonra da suya doğru koşmaya başladı' cümlesi yer alıyor. Pinokyo kitabı da yer yer değiştirilmiş. 23. sayfada Pinokyo 'Allah rızası' için ekmek istiyor, 39. sayfada ise Ateş Yiyen'e 'Allah sizden razı olsun' diyor. Andersen Masalları-I'de 'Bülbül' masalı, 'Bir varmış bir yokmuş. Dünyada Allah'ın kulları pek çokmuş' şeklinde başlıyor.
Polyanna'nın 15. sayfasında Polly Teyze, Polyanna'ya şöyle bir cevap veriyor: "Benimle böyle konuşman hayret verici. Soruna gelince, Allah'ın bana bahşettiklerinin değerini bilirim."
Bir başka yayınevi Nehir Yayınları da '100 Temel Eser' kapsamında paket halinde 45 kitap hazırladı. Bunlardan Pinokyo'da, Pinokyo'nun marangoz babası Gephetto'nun ismi Galip Dede olarak değiştirilmiş. Galip Dede'nin başındaki püsküllü bere ise sarık olarak adlandırılıyor. Orijinal hikâyede Heidi'nin dedesinin adı Alm iken aynı yayınevinin bastığı Heidi kitabında İsviçre'de yaşayan adamın adı Alp Dede olmuş.


Bandrolden kaçınma yolu
Uzmanlar ve akademisyenler, yayınevlerinin, '100 Temel Eser'
adıyla, bandrolsüz basmak için 96 sayfanın altına düşürüp bastığı ve kısalttığı kitaplardan bir hayli rahatsız. Kitap Çevirmenleri Meslek Birliği Yönetim Kurulu üyesi Tuncay Birkan, çevirmen ya da yayınevinin metne katmak istediklerinin 30-40 yıllık çeviri ahlakına uymadığını söyledi. Birkan, şu tepkiyi gösterdi:
"Bu, ideolojik bir çarpıtma. Ayrıca bu '100 Temel Eser'i herkes basıyor. Üstelik basılanların çoğu tam metin değil. Dünyanın her yerinde eserlerin kısaltılmış hali basılıyorsa bu kitabın üzerine not düşülüyor. Ama burada yapılmıyor. Okuyucu kandırılıyor. Anne-babaların dikkat etmesi gerekiyor. Birçok yayınevi '100 Temel Eser'i ticari kaygıyla basıyor. Bu kitaplarda ortada gerçekten bir çeviri yok. Ayrıca kitaplarda kimin çevirisinden alındığı da yazılmalı."


'Kitaplar bir araç'
İstanbul Bilgi Üniversitesi Türk Dili Birimi öğretim görevlisi Nilay Yılmaz da, her yayınevinin istediğini yaptığını ve kitapların anlatımlarının çevirmenin yorumuna kaldığını söyledi. Yılmaz, "Her çevirmen veya yayınevi kendi ideolojisini yansıtırsa, çocuklar ilköğretim yaşında okudukları o kitapları ileride okumak istemeyebilir. Kitapları aldığınız zaman ideolojisiyle birlikte alıyorsunuz. Bir araç gibi kullanılıyor bu kitaplar. Ayrıca kitap, 96 sayfanın altında olunca bandrol gerekmiyor. Bu yüzden asıl metinleri bir hayli kısaltıyorlar."

Kaynak
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=196195

buena vista
20-08-2006, 08:31
http://www.milliyet.com.tr/2006/08/20/yazar/dundar.html

Ramo
21-08-2006, 21:04
Değerli dostlar, çok samimi olarak bütün içtenliğimle söylüyorum; Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin hiçbir döneminde bu kadar “tehlike sınırına yakın”, bu kadar “güçsüz”, bu kadar “aciz bırakılmış” olmadı. Küreselleşme, Avrupa Birliği, Gümrük Birliği gibi bize parlak gösterilen kavramlar bir taraftan içimizi kemirip özelleştirme adı altında 80 yıllık birikimlerimiz ile oluşan tesislerimizi elimizden alırken, dış politikamız tamamen AB ve ABD güdümünde eriyip gidiyor, hatta gitti. Yıllardır övünürüz “NATO’nun ABD’den sonra en büyük ordusuyuz” diye, o da maalesef içi boş bir söylem çıktı. İsrail Orta Doğu’yu işgal ederken, İran “meşru hakkım” diyerek Kandil’i vururken; biz taş dahi atamadan ABD’den izin bekliyoruz. "Ordu” dediğinizi duyar gibiyim, ordu ne yapsın! Kuvveti harekete geçirecek siyasi otorite olmayınca!

Değerli dostlar, dikkat ederseniz yukarıda “Cumhuriyet tarihinin en kötü dönemini yaşıyoruz" dedim. Aynı günleri geçirdiğimiz ama başımızdaki çatının adı “Türkiye Cumhuriyeti” olmayan bir dönem daha var; Osmanlı’nın son yılları.

Peki o günler mi, yoksa bu günler mi daha kötü? Bugünleri yaşayarak biliyorsunuz ama gelin o günleri farklı kaynaklardan derlediklerim ile bir kere daha hatırlayalım ve kararı sizlere bırakalım.

Yiğit Bulut

Devamı
http://www.referansgazetesi.com/haber.aspx?HBR_KOD=47908&ForArsiv=1

Ramo
26-08-2006, 16:44
Günlerdir elektrik kesintileri ve basında zam haberleri izledik durduk.
Ülke genelinde kaçak elektirik oranlarına göz atalım.

Şanlıurfa % 66.7

Diyarbakır % 62.7

Hakkari % 62.5

Mardin % 59.3

Van % 58.0

Şırnak % 52.0

Batman % 51.0

Muş % 50.0

Bitlis % 48.0

Siirt % 48.0

Kastamonu % 4,

Trabzon %5,4

Giresun %3,5

İşte kaçak elektirik tablosu. İnanılmaz boyutlarda birileri kullandığı elektriğin parasını ödemezken birileri kuzu kuzu ödüyor.Malesef kaçak kullananın yani hırsızın ödemesi gerekenide ödüyor.Bölgesel olarak olaya baktığımız da ödeme yapmayanlar doğu illeri.
Bizde ödemesek diyeceğim ama,ikinci gün elektriğimiz kesilir.Elektiriğe zam gelmiş.Demek ki kaçak daha da arttı dünayanın en pahalı petrolünü ve elektriğini kullanmaya devam.Bu kadar hırsızlığa göz yumup parasını başka bir şekilde başkalarından çıkarmaya çalışan zihniyetide başarılarından dolayı kutlamak gerekir.Bunları görüp hala susan milletimizinde sabrına, alnından öpülür.Saygılarımla

Ramo
28-08-2006, 21:46
Kaç zaman var ki, şehirlerimiz kırlarımız İslam'ın kişilik eğitiminden yoksun bir hayatı paylaşıyor. Bir tür 'Cahiliye'yi yaşıyoruz. Bu tarumar edilmiş ortama bir de küresel ahlakın hedonist damarı nüfuz ettiğinde, ortaya, kadınların - erkeklerin - çocukların savrulduğu bir ortam çıkıyor. Türkiye'nin sancılı kişilik haritasının MR'ı çekildiğinde ortaya İslamsız’lığın fotoğrafı çıkacak. Güldünya’ların dramı incelenirken asıl bunun üzerinde yoğun yoğun düşünmek gerekiyor. Töre cinayetleri ve aile içi şiddet, medyada büyük alarma sebep oluyor. Muhtemelen AB ilişkileri ile paralel biçimde, medya, töre cinayetlerinin üstüne gidiyor. Ve muhtemelen, töre cinayetlerinin üzerine gitmenin, "kadın hakları” sorununa da çözüm yolunda bir pencere açması umuluyor.

“Güldünya” haberlerini okuyan modern, şehirli kadınlarımızın taa içten “vah vah” diyecekleri muhakkak.

***

Belli ki Anadolu’da kadın olmak zor.

İki evli bir köylü vatandaşa soruyor televizyon gezgincisi:

-Niye iki evlendin amca?

Cevap tahmin edileceği gibi:

-İki evlenmesem bu çifte çubuğa kim gidecek, zerzevatı kim sulayacak, inekleri kim sağacak!!!

Bir anne aynı gezgin televizyoncuya;

-İki kızımız vardı, sattık onları, diyor. Sattık!!! Anne!!! İçselleşmiş bir dram...

Ağır işçi, ırgat, maraba kadın, ne dersen de... Tarlada, ahırda, evde, mutfakta, gece, gündüz hep o vardır, uyanıktır, ayaktadır, hizmettedir.

Kadın dövülür mü? Dövülür. Kadın azarlanır mı? Elbet, normal işleyiş gibidir bu. “Sus be kadın!” en saygın ilişkilerin içinde yer alır. Bir İtilmiş - Kakılmış ilişkisidir bu...

Tecavüzde kadın her halükarda bedel öder, ırzıyla, bazan canıyla... Erkek bazan öder. Anlaşma halindeki gayri meşru ilişkilerde de kadın ilk mağdurdur.

Evliliklerde yöresel güç etkilidir. Para gibi, ağalık gibi etkiler, zaman zaman kadınların dünyasını da darmadağın eder, erkeklerin dünyasını da... Sevgiler tırpanlanır gider.

***

Ama kadınlık, şehirlerde, büyük şehirlerde de zordur. Hatta kadınların en özgür kabul edilecekleri dünyada zordur kadınlık.

Aile içi şiddet, kimi zaman bilim adamlarının evlerinden ses verir, kimi zaman sanat dünyasının, kimi zaman büyük mal - mülk sahiplerinin...

Kadın ve ekonomi, kadın ve medya dediğinizde, cinsellik sömürüsü gelir oturur gündeme. Kadın vücudu metalaşır, insanların cinsel duygularını harekete geçiren bir malzeme haline gelir. Otomobil lastiğinin reklamı yapılırken kadının vücudu sergilendiğinde kadın hakları zirveye çıkmış olmakta mıdır değil midir?

Televole programlarında sergilenen kadın - erkek trafiği, daha doğru ifadeyle el değiştiren kadınlar, çok sağlıklı bir kadın statüsüne mi işaret etmektedir?

British Council adına “Medya ve Toplumsal Katılım” başlıklı araştırmayı yapan Ankara Üniversitesi Araştırma Görevlisi Mine Gencel Bek çarpıcı ama bilinen bir gerçeğe ulaşıyor:

“Kadın bedeniyle hiç ilgisi bulunmayan haberlerde bile kadın bedeninin teşhir edildiğini görüyoruz. Kadınlar haberlerde daha çok görüntüleriyle, güzellikleriyle varlar. Çoğu zaman bir sağlık haberi bile kadın bedenini teşhir eden fotoğraflar eşliğinde sunulabiliyor. Ayrıca kadın vali gibi meslek sahibi kadınlarda cinsiyetleri özellikle vurgulanıyor.” Yani, bir yerde ‘kadın hakları’nı savunur roller üstlenen medya, bir başka yerde kadın bedeni üzerinden rant devşiren bir güç haline geliyor. Görüntülü medya, reytingi kadın bedeni üzerinden yapıyor, basılı medya ise tiraj hesabını kadın cinselliği ile doğrultmaya çalışıyor.

Yani Anadolu’da kadın öyle, büyük şehirlerde böyle... Kadının statüsü müthiş bir zaaf içeriyor.

***

-Buna karşılık medyanın kimi yaklaşımlarında “Namus Belası’ndan bir kurtulsak...” türü söylemler var. Kadın tecavüz sonucu veya nikah dışı ilişki ile hamile kaldığı çocuğu doğursa mesela...

-Ah kadın ekonomik özgürlüğünü kazansa, diye başlıyor kimi söylemler... O zaman evlerde bir haklar bildirgesi imzalanır ve herkes hakkına razı olur!!!

-Medya teşhir ede ede, kamuoyu önünde döve döve terbiye eder belki bu şiddet tutkunlarını ve gelenek mahkumlarını...

-Kanunlar çıkarırsak, en ağır cezalar verilirse, uçan kaçan kurtulmazsa kanunların elinden kimse cesaret edemez kadınların kılına dokunmaya...

-Bir de Mor Çatılar kurulursa... Sığınma evleri bulunursa her ilde, ilçede, kasabada... Kadın koca dayağı yememek için kaçmayı düşündüğünde sığınacak bir yeri olursa... ***

Olmuyor.

-Bir kere küresel kültürün ana damarlarından birini oluşturan cinsel serbestlik, ona bağlı tüketim alanları, kadını her gün daha çok bedeni ile gündeme gelmeye zorluyor. “Namus” kavramı aşındırıldıkça, kadının payına saygınlıktan daha çok, cinsellik bakımından “daha çok tüketilmek” düşüyor.

-Kaldı ki, namus kavramı aşındırılamıyor; çünkü insanın temel kanuniyetleri içinde yer alan “neslin devamı”, karşı cinslerin birbirine aidiyetleri noktasında özel duyarlılıklar oluşturuyor.

-Tecavüz sonucu hamile kalınan çocuk doğurulursa sorun hallolmuyor. O çocuk orada, bir utanç belgesi gibi duruyor.

-Kadın, aile dışında aradığı özgürlük yolculuklarında mutluluklar bulmuyor. Mor Çatılar bugüne kadar mutluluk yuvaları olmadı. Özgürlük tutkusu ile yola çıktığında kadın yalnızlığa ya da başka ezginliklere mahkum oluyor.

-Aile içi ilişkiler, haklar bildirgesi ile sağlıklı hale getirilemiyor. Haklar bildirgesi girişimi, ev ortamını mahkeme ortamına dönüştürüyor ve bundan ne kadın ne erkek mutluluk duyabiliyor.

-Boşanmalar çığ gibi büyüyor. Aile Mahkemeleri, boşanma davalarına doydu, kusacak hale geldi. Bu gerçekten yola çıkıldığında, eğer aile, insan soyunun devamı için en hayati yapı ise, ve o yapı kadın - erkek birlikteliği ile mümkünse, demek orada bir toplumsal urlaşma söz konusu... Kadının rollerinde savrulma var, erkeğin rollerinde savrulma var, demek ki.

-Ve medya ilgisi...

Medya eğer, kadınlık - erkeklik dünyaları ile, cinsel bir malzeme bulmuş olmanın coşkusu ile ilgilenmiyor, hakikaten insani bir amaç içinde bulunuyorsa bile, insanlar en azından teşhir edilmenin sıkıntısını yaşıyorlar. “Aile mahremiyeti” medya sunağında kurban edilmiş oluyor. Kaldı ki, medya, bu alanda bile bir tutarlılık içinde değil. Medya neye karşı, neyi savunuyor, hangi dünya görüşünden yola çıkıyor? Bunların hepsi derin kuşkular içeriyor. Medya pratiği ise, reyting canavarının karnını doyurabilmek için en çılgın kadın sömürüsünü sergiliyor.

***

Çıkış nerede?

Çıkış yeni bir kişilik inşasında...

Yeni bir eğitimde...

Yeni insanda...

Bunu, bu ülkenin kadınını erkeğini, küresel bir anaforun içine atarak gerçekleştiremezsiniz. Eğer öyle yaparsanız, memleket cehenneme döner. Binlerce, yüzbinlerce Güldünya üretirsiniz. Ve onların kanlarına ellerini bulaştırmış babalar, analar, kardeşler üretirsiniz.

Yanlış bir özgürlük tanımı, yönlendirmesi, alır genç kadınları, TV’lerin kadın programlarından, sokakta kurşunlanmaya, ya da, büyük şehirlerin batakhanelerinde ona buna yem olmaya, varoşlarında sefaletle boğuşmaya götürür.

Türkiye, kadın ve aile politikalarında yanlışları oynamanın bedelini ödüyor. İş gerçekten dramatik hale geldi.

Yeni insan, yeni bir kişilik inşası...

Bunun için yepyeni bir toplumsal eğitim.

Kadını ve erkeği insan olarak gören, insan olmakta kadın ve erkek arasında hiçbir fark gözetmeyen, erdemli kadını erdemsiz erkeğe tercih eden, yani farkı erdemde arayan bir yeni anlayışla...

Hiç kuşkusuz o, İslam’la olacak.

Gelenek yanlış oluştu. Kıran kırana oluştu.

İslam tam da bunları değiştirmek için geldi.

İslam, ilk geldiğinde de Arap toplumunun geleneklerini yeniden inşa etti. Baba öldüğünde oğula miras kalan kadın anlayışını yıktı attı İslam. Kadına zulmü yırttı attı. Kadına izzeti sundu. Kimse, yanlış gelenekleri İslam’la aklamaya, ya da yanlış gelenekleri İslam’ın üzerine yıkmaya kalkmamalı. İslam hiçbir erdemsizliği onaylamıyor, ‘erkek erdemsizliği’ne dönüşen ‘erkek egemenliği’ni de onaylamıyor.

Ama kaç zaman var ki, şehirlerimiz kırlarımız İslam’ın kişilik eğitiminden yoksun bir hayatı paylaşıyor. Bir tür ‘Cahiliye’yi yaşıyoruz. Bu tarumar edilmiş ortama bir de küresel ahlakın hedonist damarı nüfuz ettiğinde, ortaya, kadınların - erkeklerin - çocukların savrulduğu bir ortam çıkıyor. Türkiye’nin sancılı kişilik haritasının MR’ı çekildiğinde ortaya İslam’sızlığın fotoğrafı çıkacak. Güldünya’ların dramı incelenirken asıl bunun üzerinde yoğun yoğun düşünmek gerekiyor.
Alıntıdır

buena vista
03-09-2006, 08:39
Tarım arazileri ve su kaynakları termik santralle tehdit altında kalan Saray ilçesinden Ayşe Nine: "Öleceğim yarın öbür gün, kemiklerimi kepçeye mi doldursunlar? Kız, ben ister miyim termik santral hiç?"


'Ayçiçeklerimizi öldürtmeyeceğiz!' '

Saraylılar, ilçelerinde yapılacak termik santrale karşı tek vücut olmuş durumda. Yüksek oranda kükürt içeren kömürün tarım arazilerini ve su kaynaklarını yok edeceğini öne süren ilçe halkı, kamuoyuna 'İkinci Bergama olmaya hazırız' mesajını veriyor.

Haber ajansları Tekirdağ-Saray Termik Santrali ihalesini Başat Enerji'nin kazandığı haberini geçtiğinde, o küçük ilçede yaşayan 40 bin kişi bu kez yıllardır gördükleri kâbusun gerçek olduğunu anladı. Devlet 'enerjide dışa bağımlılığı' azaltmaktan dem vuruyor ve santralin en geç beş yıl içinde tamamlanacağını duyuruyordu. Her defasında ihaleye çıkan ve şimdiye kadar kimsenin teklif vermediği Saray Termik Santrali, bu kez gerçek olacaktı. Hem de ilçedekilerin yaşamlarını, köylerini, ayçiçeklerini, eşsiz doğalarını kurban alarak. Can havliyle kurdular Saray Doğayı Koruma ve Temiz Çevre Derneği'ni. Havaya, su kaynaklarına, doğaya, canlı cansız her şeye zarar verecek bu fosil yakıt canavarını ilçelerinde istemediklerini haykırmaya başladılar. 5 bin kişinin katıldığı 'Termik Santrale Hayır' mitingi, o güne kadar birlikte davranma iradesini pek de göstermeyen Trakya halkının verdiği 'İkinci Bergama geliyor' çığlığıydı bir bakıma. Biz de İstanbul'a 150 kilometre uzaklıktaki Saray'ın yolunu tuttuk, bu çığlığı duyarak. (Sabah)
MÜJGÂN HALİS

Ramo
12-09-2006, 19:24
Nereden nerelere (http://www.hazine.gov.tr/stat/yillik_stok_GNP.htm)

1985 yılında 7 milyon ytl olan iç borç
1995 yılında 1,4 milyar ytl
1999 yılında 22,9 milyar ytl
2001 yılında 122,2 milyar ytl
2002 yılında 149,9 milyar ytl
2005 yılı sonunda 244,8 milyar ytl
2006 Haziran ayı sonunda 249,7 milyar ytl olmuştur.

Peki iç borç stokunun milli gelire olan oranı neymiş, ne olmuş:
1985 yılında %19,7 olan oran
1995 yılında %17,3
1999 yılında %29,3
2001 yılında %69,2
2002 yılında %54,5
2005 yılı sonunda %50,3 olmuştur.

buena vista
16-09-2006, 08:13
Mizgin Özbek 9 yaşındaydı. Batman'ın Balbaşı köyünde yaşıyordu.
5 Eylül Salı günü Batman'dan okul ihtiyaçlarını almak üzere abisinin kullandığı Renault ile yola çıktı. Böbrek hastası olan annesi de şehirde doktora görünecekti. Öne anne, arkaya Mizgin yerleşti.
Umurlu Köprüsü'ne geldiklerinde korucu olduğunu sandıkları silahlı bir sivil arabayı durdurdu, "Nereye gidiyorsunuz?" diye sordu.
"Batman'a hastaneye" dediler.
"Benim arkadaşım da hasta. Bizi de bırakın" dedi adam...
Arkadaşına seslendi. Ağaçların arkasından, iki çuval taşıyan, silahlı bir adam daha geldi. Çuvalları bagaja koyup Mizgin'in yanına oturdular.
Kim oldukları sorulunca "Korucuyuz" dediler.
45 dakika sonra, yol üzerinde bir panzer belirdi. İhbar almışlardı. Megafonla "Dur" dediler. Araçtaki iki kişi silahını şoföre çevirip "Durma. Anneni ve kardeşini öldürürüz" diye bağırdı. Araç panzeri sollamaya kalkınca da ateş başladı.
Şoför direksiyonun altına attı kendini, anne onun üzerine kapaklandı.
3-4 dakika süren çatışmadan sonra araçtan çıkarıldıklarında annenin vücudunda 3 kurşun vardı.
Mizgin ise ölmüştü. Yüzünün sol tarafı tamamen parçalanmış, bacakları kırılmış, parmakları yanmıştı.
Görevliler onun cesedini saçlarından çekerek çıkardılar arabadan...
Genelkurmay, çuvallardan tüfek ve el bombaları çıktığını açıkladı.
Valilik "Araçtaki iki PKK'lının el bombası atıp uzun namlulu tüfeklerle ateş etmeleri üzerine çatışma çıktığını" söyledi.
İHD ise "Bomba atıldığına dair bir emare yok. Sağ yakalanabilirlerdi" dedi.
Pazartesi okula gidecek olan Mizgin, koltuğuna oturan tanımadığı 2 adamın kaderine ortak olmuştu.
* * *
Onun acısı dinmeden, bir başka Mizgin'in, 13 yaşındaki Mizgin Demir'in ölüm haberi geldi bölgeden...
O da Diyarbakır Bağlar'daki alçakça bir patlamada, annesi ve 3 kardeşiyle birlikte can vermişti.
Dün Milliyet'te Ümran Avcı'nın haberinde okumuşsunuzdur:
8 yaşında lösemiye yakalanmıştı Mizgin... Ama tedaviye verecek para nerede? Babası Ankara'da bir barda davul çalarak eve para yollamaya çalışıyordu. Büyük ağabeyi çocuk yaşta baba olmuş, sabah derse, öğleden sonra tamirciye gidiyordu.
Mizgin'in 4 küçüğü daha vardı; en ufağı 11 aylık...
Saçları dökülmüştü. İşte o zor anda devreye LÖSEV girmiş, Mizgin'in tedavisini üstlenmişti. Tedavi sonucu 4 ay önce saçları yeniden çıkmaya başlamıştı küçük kızın...
10 gün önce yeni bir eve taşındılar. Yoksulluk ve hastalıkla geçen 13 yıldan sonra yeni bir hayat başlayacaktı.
Zulüm, yol vermedi.
Evde telefon olmadığından Ankara'daki babaya ancak jetonlu telefondan verebildiler acılı haberi:
Karısı ile 4 çocuğunu kaybeden babanın Diyarbakır'a dönecek parası yoktu cebinde... Akrabadan toplanan parayla geldiğinde çocuklarının cenazesi kalkmıştı bile...
O cehennemden sağ kurtulan oğlu Barış'a koştu hemen...
Onun da yüzde 70 sakat kalacağını öğrendi.
Barış sakatlanmıştı Diyarbakır'da...
Kan kanserini yenen Mizgin'se kanlı bir teröre yenilmişti.
* * *
Mizgin, "müjde" demekmiş.
Son 10 günde 2 Mizgin'in yaşadığı 2 felaket, Güneydoğu'da müjdelere hâlâ ne kadar uzak olduğumuzu hatırlattı bize...
Sakatlanan Barış'ı yaşatmak için, Kürdüyle Türküyle el ele vermenin tam zamanıdır şimdi...

can.dundar@e-kolay.net

chem73
17-09-2006, 12:59
Ekonominin iyiye gittiğini, ülkenin büyüdüğünü anlamak için ben “boşanma haberlerine” bakarım.

İstatistikler kurudur.

Yüzdeler yavandır.

Canlı, yanıltmaz, kesin göstergeler; yüksek sosyeteden Cem Bey’in karısına “11 trilyon lira nafkayı” bir kalemde ödeyerek boşanması, yine yüksek sosyeteden lokum vücutlu Ceyla Hanım’ın kocasından “8 trilyon nafaka alarak” evliliğe son vermesidir.

Ekonomi büyümezse...

İşadamları da büyümez.

İşadamları büyümezse...

Yaşı daha yeni 35’e gelmiş lokum vücutlu karılarına “11 trilyon... 8 trilyon nafakayı...” bir defada ödeyip, 24 yaşında ilik vücutlu sevgili bulamazlar, İtalya’da Roma’ya, Fransa’da Paris’e, İngiltere’de Londra’ya “genç sevgilileri ile” uçamazlar.

Büyüyoruz.

Üst üste 4 yıldır.

Yiye yiye...

Şişe şişe...

Büyüyoruz.



***

11 trilyon bastırıp karı boşamaktan nasibini alamamış, üniversiteden aldığı maaşa talim eden ekonomi profesörlerinin, “Büyüme sanaldır, kağıt üstündedir” diye demeç vermesine kulak asmayın.

İnanmayın.

Ciddiye de almayın.

Siz bakmayın memurların maaşımızı “Hiç değilse 1000 YTL yapın” diyerek yollara dökülüşüne ve işçilerin “geçinemiyoruz” diye ağlayıp sızlanmasına...

Türkiye’de 22 milyon insan!

Günde 4 dolarla geçiniyor!

Büyüme varsa eğer “niçin bu yoksul insanların hayatında bir iyleşme” görülmüyormuş!

Fakir edebiyatı!

Modası geçmiş ideoloji!

Bu yılın altı ayında; Türkiye’de lokum vücutlu taze dul Ceyla Hanım ile 24 yaşında ilik vücutlu genç kıza aşık olmuş yeni dul Cem Bey gibi insanlarımızın bindiği lüks otomobil Porsche, Audi, BMW, Land Rover, Jaguar, Mercedes gibi otomobiller yüzde kaç arttı biliyor musunuz?

Yüzde 54 arttı.

Ağzının tadını bilen Cem Bey ile lokum vücutlu Ceyla Hanım gibilerin tercih ettiği ve 21 milyar liraya satılan Sub-Zero’nun “132 şişelik çelik kavları” da kapış kapış gidiyor.


***

El işçiliğiyle yapılmış.

Fiyatı 54 bin YTL..

Yani 54 milyar TL...

Buzdolabından almak istediği için yazılıp sıraya giren Cem Beyler ile Ceyla Hanımlar da 9 aydır sıra bekliyorlar. Panasonic’in 262 ekranlık dünyanın en büyük plazma TV’si, Swarovski taşlı 12 bin YTL (12 milyar lira) fiyatlı televizyonları, tanesi 20 bin euroya Vertu marka cep telefonları, üstünde pırlantalar olan ve 30 bin YTL (30 milyar lira) satılan Rado marka lüks saatleri, Burberry firmasının Manor Modeli 6 bin YTL (6 milyar lira) kadın çantaları da kapış kapış gidiyor. Başbakanımızın eşi Emine Erdoğan’ın 710 milyon lira ödeyerek alıp giydiği Louis Vuitton marka eşarplar da yok satıyor.

Sattıkça ekonomi büyüyor.

Yiye yiye gelişme...

Şişe şişe büyüme...

Necati Doğru (17.09.2006)

Ramo
28-09-2006, 12:15
Yazarlar / Güler Kömürcü

Milli davamız Kerkük'ten önemli notlar



Bu satırları Kuzey Irak'tan yazıyorum, AKP Balıkesir Milletvekili Turhan Çömez ve CHP Tokat Milletvekili Sayın Orhan Diren (Bu geziyi milletvekillerimiz başarıyla organize ettiler) ile birlikte pazartesi akşamı Erbil'e geldik, Salı ve çarşamba gününü Türkmeneli'nin kalbi Kerkük'te geçirdik, perşembe tekrar Erbil ve derken cuma vatana, Dersaadet'ime kavuşmuş olacağım.


Geçtiğimiz günlerde Kara Kuvvetleri Komutanımız İlker BAŞBUĞ'un da vurguladığı gibi Türkiye'nin dış politikada birinci dereceden öncelikler arasında yer alan Kerkük'e yaptığımız bu gezi, süreç itibarıyla derin stratejik açılımlarla yüklü. Şimdi, uzatmadan size ilk durak Erbil'den izlenimlerimi, ardından Kerkük notlarımı sunmak istiyorum:


BARZANİ DANIŞMANI AYNI ZAMANDA AKP DELEGESİ Zagros Grup'a ait Laveen Havayolları ile pazartesi akşam Erbil'e geldik ve sürpriz (!)havaalanında bizim ekibi gazeteci-işadamı İlnur ÇEVİK karşıladı, hangi kimliğiyle biliyor musunuz; kendi tanımıyla-KÜRDİSTAN DEVLETİ adına Türk ekibine hoş geldin dedi. Yanında ise Barzani'nin Dış İlişkiler yöneticisi Rawand Darvesh vardı. Bendeniz kanım buz tutmuş vaziyette Türkiye'nin ve de tüm dünyanın KÜRDİSTAN Devleti olarak kabul etmediğini İlnur Çevik beye hatırlatmama rağmen, beyefendi biz kabul etmesek de konuşmasının devamında Kürdistan Devleti vurgusunda ısrar ederek, Erbil'de yaptığı mükemmel işlerden, bu işlerinin cirosunun 110 milyon doları aştığından, Barzani Ailesi ile olan yakın dostluğundan, Barzanilere de yıllardır danışmanlık yapmanın verdiği gururdan bahsetti. Bu arada Türk Genelkurmay'ının Güneydoğu politikalarına da sert eleştiriler getirmeyi ihmal etmedi.


ERBİL'DEN KANDİL'E DOLMUŞ VAR Bitmedi, işadamı-gazeteci ve de Barzani dostu İlnur Çevik bey dediler ki: 'Eğer PKK'nın Kandil Dağı'ndaki kamplarına gitmek isteyen olursa Erbil'den bir taksiye binip-Kandil-demeniz yeter.'

Kuzey Irak'tan Kandil'e ulaşmak bu kadar kolaymış işte efendim... Meraklısına...


Bu arada İlnur ÇEVIK beyefendi tüm bu görevlerinin (!)haricinde AKP Büyük

Kongre DELEGESI olarak da faaliyetlerde bulunuyormuş. Evet, ne diyorsun ey okuuuur? NE!


Erbil'de çeşitli gruplarla sohbet ederken öğrendik ki burada hala faaliyette bulunan, PKK'ya hizmet-destek sunan ofisler mevcut imiş. Soralım hemen: ABD'li yetkililer bize-Türkiye'ye güya PKK ile mücadelede destek verecek öyle mi? Peki ya Kürt Federe Bölgesi ERBİL'deki PKK'ya destek-hizmet ofislerini nasıl açıklayacak birileri?


Ve geldik Kerkük'e... KERKÜK'ün hali içler acısı, sokaklar iç savaş vurgunu, özellikle Kürt gruplardan Türkmenlere yönelik saldırıların arkası kesilmiyor, diğer yanda Araplarla-Kürtler de birbirine girmiş. Sürekli bombalar patlıyor, silah seslerine kısa bir süre sonra kulağınız alışıyor. KERKÜK BAĞDAT'laşmış kısacasi, peki Türkmen kardeşlerimizin hali?!


Bu arada hemen belirtmeliyim ki Balıkesir Milletvekili Çömez'in de bizzat açıkladığı gibi bizler (Erbil'den sonra) 'Kerkük'te de dolaşırken KÜRT mahallerinde PKK'nın bazı yan kuruluşlarının ofislerinin bulunduğunu gördük. Vekillerimiz ÇÖMEZ ve Sayın DİREN bu bilgiyi Kerkük'teki İngiliz ve ABD'li konsolosluk yetkilileriyle yaptığımız görüşme esnasında dile getirip, Irak'ın patronlarına (!!!)sunarak -kayıtlara geçmesini- sağladılar. Peki sorarım size ey okur, Türkiye'nin, Ankara'nın bu cüretkarlara, bu tehditlere karşı ne zaman sabrı bitecek?!


Kerkük'te sayısız Türkmen Grubu'yla görüştük, Türkmen kardeşlerimiz Ankara'ya, sizlere feryatla seslerini duyurmaya çalıştılar, diyorlar ki: 'Kürtlerin arkasında ABD var ve Kürtler Kerkük'e el koymak üzere, bizim yanımızda ise kimse yok. Neredesin Türkiyem?


Kerkük gezimiz, bu gezide yapılan kritik görüşmeler tarihe düşülen notlardır, devamı yarına...

İlnur Çevik
27 Haziran 1952 yılında Ankara'da doğdu. İlkokula İngiltere Londra'da başlayıp, orta öğrenimini TED Ankara Koleji'nde tamamladı. 1968 yılında TED Ankara Koleji'nde okurken TÜBİTAK yarışmasında ikincilik ödülü aldı. 1973 yılında İngiltere Warwick Üniversitesi İşletme ve Bilgisayar Bölümü'nü bitirdi. Aynı yıl Turkish Daily News gazetesinde çalışmaya başladı. 1984 yılında Turkish Daily News Gazetesi Genel Yayın Müdürü oldu. Halen bu görevi sürdürmektedir. Gazetecilik kariyeri süresince İndra Gandhi, Muhammed Erşad, Hüsnü Mübarek, Muammer Kaddafi ile röportajlar yaptı. Çevik, 1990 yılında Türk-Amerikan Dernekleri Asamblesi'nin "Üstün Hizmet" ödülünü aldı. 1994'te Türk-Amerikan Dostluk Konseyi "Üstün Habercilik ve Yorum Yapma" özel ödülünü aldı. İlnur Çevik, 1991-1993 yılları arasında Başbakan Süleyman Demirel'in özel danışmanı olarak ABD Başkanı George Bush, Alman Şansölye'si George Kohl, Fransız Cumhurbaşkanı Francois Mitterand ve İngiltere Başbakanı John Major gibi önde gelen liderlerle yapılan özel görüşmelere katıldı. Bu dönemde Süleyman Demirel ile Kuzey Irak'taki Kürt liderler arasında koordinasyon sağladı. Çevik halen Kanal 7 Televizyonu'nda her hafta kendi hazırlayıp sunduğu "Dünyadan Yansımalar" adlı programını sürdürmekte ve yine aynı kanalda yayınlanmakta olan "Başkent Kulisi" programında yer almaktadır. ZAMAN gazetesindeki TERS AÇI köşesinde yazılarını yazmaktadır. İlnur Çevik evli ve 5 çocuk sahibidir.

Ramo
30-09-2006, 13:17
Çok keyifli,farklı bir bakış açısı ile yazılmış

ABD yönetimine hakim olduğu görülen askeri-endüstriyel kompleks, son 20 yılda zaman zaman savaşa dönen, özellikle son 6 yıl içinde 11 Eylül saldırısı ve Irak işgali ile dünya düzenine hâkim olan gerilim dinamiğinin tek kazanını oldu.

Eksik kalan başlığı tamamlayalım. ABD Başkanı Eisenhower'in Ocak 1961'de yaptığı "Ulusa Veda" konuşmasından birkaç cümle; “... Muazzam boyutlardaki askeri kurumlaşma, silah endüstrisi ile işbirliği içindedir. Bu Amerika için yeni bir durum. Yarattığı sonuç iktisadi, siyasi hatta manevi olarak her kentte, her eyalette, her hükümet dairesinde hissedilmektedir. Askeri yapı ile endüstrisi arasındaki sıkı ilişkilerin kasıtlı ve kasıtsız olarak yetki dışı kullanımına karşı tetikte olmalıyız. Bu yeni oluşumun ağırlığının haklarımızı veya demokrasimizi tehlikeye atmasına izin veremeyiz."

devamı >>>>
http://www.referansgazetesi.com/haber.aspx?HBR_KOD=50568&YZR_KOD=97&ForArsiv=1

29.09.2006 / Yiğit Bulut

buena vista
01-10-2006, 09:28
Bekir COŞKUN bcoskun@hurriyet.com.tr


YABAN kuşları sürü sürü gelmeye başladılar.

Yuvaları olan göllerin, sazlıkların, sulak alanların üzerinde daireler çizip aşağıya baktılar.

Su yok...

Çığlıklar ata ata dönüp durdular.

Asırlardır genlerine yerleşmiş yuvalarının adresi dışında nereyi bilirler, nereye giderler bilemem...

Ama büyük olasılıkla sağa-sola koşuştura koşuştura ve sonunda yurtsuz, bitkin ve yorgun, telef olmak üzere çekip gittiler.
*

Resmi rakamlara göre; Türkiye son elli yılda, 2.5 milyon hektar sulak alanının 1.3 milyon hektarını kaybetti.

Doğrusunu isterseniz ben her zaman Orta Asya’yı Türklerin kuruttuğuna inanırım.

Kanıt; işte Anadolu...

DSİ’nin açtığı kurutma kanalları... İktidarların sulak alanları, hatta gölleri kurutup kurutup oy karşılığı köylüye dağıtması... Tüm dünyanın yasakladığı fıskıye ile sulama yöntemi... Önüne gelenin yeri deldiği yüz binlerce artezyen kuyusu... Daha birçok akılsızca-ahmakça uygulama yüzünden Anadolu kuruyor.

Akşehir, Beyşehir, Tuz Gölü, Seyfe, Eşmekaya, Kulu, Sağla, Sultan Sazlığı, Kastel Gölü, Gavur Gölü, Bafa...

Kimisi artık yok, kimisi birer küçük bataklık.

Yeraltı sularına birçok bölgede 10-40 metrede ulaşılıyordu, artık su 200 metrede bulunabiliyor. Bir-iki sene sonra suya ulaşmak olanaksızlaşacak, çünkü yeraltı sularının bir de alt sınırı vardır.

Ve bu gidişle kaçınılmaz sondur:

Susuzluk...
*

İşte o zaman...

İşte o zaman bu topraklarda yaşayan insanlar tıpkı o göçmen kuşlar gibi sağa-sola koşuşturacaklar.

Ama su yok...

Çığlıklar ata ata dönecekler...

Kurumuş çatlak çatlak toprağa, beyaz toza dönmüş ovalara-yaylalara, artık yaşanamayacak kasabalara, köylere, beldelere bakıp, o yuvalarını yerinde bulamayan kuşlar gibi şaşkın olacaklar.

Göçmen kuşlar gelmeye başladılar.

Çığlıklar ata ata dönüp durdular.

Tıpkı onlar gibi; siz nereye gideceksiniz, bilemem...

buena vista
01-10-2006, 11:36
Atatürk Üniversitesi (AÜ) Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi ve Asılsız Soykırım İddialarıyla Mücadele Derneği Başkanı Yrd. Doç. Dr. Savaş Eğilmez, ''Fransa, 1945 Yılında 1.5 milyona yakın Cezayirliyi katletmiştir. Üstelik bu bir iddia değil belgelerle fotoğraflarla, filmlerle apaçık ortada olan büyük bir gerçektir'' dedi.
Yrd. Doç. Dr. Savaş Eğilmez, Fransa Parlamentosu gündemine geçen mayıs ayında gelen ve oylama yapılmadan görüşmenin bittiği sözde Ermeni soykırımının inkarının cezalandırılmasına ilişkin yasa tasarısının, Fransız Sosyalist Partisi milletvekillerinin girişimiyle, 12 Ekimde görüşülmek üzere yeniden gündeme alındığını söyledi.
Teklifin ''1917 olayları soykırım değildir'' şeklinde görüş bildirmeyi, 1 yıla kadar hapisle cezalandırmayı öngördüğüne dikkati çeken Eğilmez, şöyle devam etti:
''AB Türkiye'yi 301. maddenin değişmesi için sürekli sıkıştırırken, Fransa sözde Ermeni soykırımına karşı çıkanlar için hapis ve para cezası getiriyor. Türkiye'ye 301'le demokrasi dersi veren Avrupa Birliği'nin Fransa'ya nasıl tepki göstereceği büyük bir merak konusu. O kadar ahlaksız ve iki yüzlü bir olay ki insanın aklı almıyor. Bu yasa tasarısını gündeme getiren ülkenin tarihinin ne kadar kanlı olduğu, tarihe bakıldığında net bir şekilde görülmektedir.'' Fransa'nın Ermeni meselesinin ortaya çıkmasında tahrik ve teşvikinin önemli rol oynadığını belirten Eğilmez, şunları kaydetti:
''Bu meselede Fransa'nın asıl gayesi Türkiye üzerinde ekonomik ve siyasi bir hakimiyet kurmaktı. Çünkü Fransa kendinden başka hiçbir devleti ve milleti düşünmeyen dünya üzerindeki en ırkçı devletlerden biridir. Bu meseleden hemen sonra aynı devlet 1945 yılında 1.5 milyona yakın Cezayirli'yi katletmiştir. Üstelik bu bir iddia değil belgelerle fotoğraflarla, filmlerle apaçık ortada olan büyük bir gerçektir.'' Eğilmez, tüm vatandaşların Fransa'nın bu tutumuna bireysel tepkisini göstermesi gerektiğini belirterek, söz konusu yasa tasarısını Fransız Parlamentosu gündemine getiren Sosyalist Parti Lideri François Hollande'nin ''fhollande@assemblee-nationale.fr'' adresine mail gönderilebileceğini söyledi.

CEZAYİR'DE UNUTULAMAYAN TÜRK İMAJI...
Halen Arapça'yla birlikte Fransızca'nın konuşulduğu Cezayir'de Osmanlı'ya karşı geçmişten gelen bir minnet ve sevgi duyuluyor.
Türklere karşı hissettikleri iyi niyet duygularının her fırsatta dile getirildiği Cezayir'de Türk rakamlarına göre 600 bin, Fransız rakamlarına göre 2 milyon Türk asıllı Cezayirlinin yaşadığı tahmin ediliyor.
Başkent Cezayir'in üç büyük hastanesinin adının İstanbullu, İzmirli ve Mustafa Paşa olması, Osmanlı ve Barbaros Hayreddin Paşa'ya olan sevginin göstergesi olarak Barbaros, Hayreddin, Uluçali ve Osmani gibi soy isimlerinin kullanımının yanısıra; Hazneci, Demirci, Başterzi, Barutçu, Sabuncu, Silahtar gibi Osmanlı'dan kalma meslek adları da Cezayir'de aile isimleri olarak taşınıyor.
Cezayir'de Türk asıllı olmanın önemli bir asalet göstergesi olduğunu belirten AÜ Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Eğilmez, ''Osmanlı Cezayir'de minnetle anılırken, Fransızlar Cezayir'de yaptıkları zulümlerle anılıyor. Bu durum görmezlikten gelinemez'' diye konuştu.

yorum:Fransa`nin verecegi yanit ne olabilir ki?

janus
05-10-2006, 00:23
Avrupa Sigorta Endustrisi Ekonomik Buyume Ve Gelismeye Onemli Katki Sagliyor.

Son Yayinlanan Rakamlar Toplam Yatirimlarin 6,300 Milyar Euro’dan Fazla Oldugunu Gosteriyor.

Cea Tarafindan Hazirlanan Yeni Yayin, Politika Yapicilara Endustrinin Topluma Ve Ekonomiye Daha Fazla Katkida Bulunmasina Izin Verecek Tavsiyelerde Bulunuyor.

Avrupa Parlamentosu’nda 5 Ekim’de Duzenlenecek Bir Resepsiyonla
Tanitilacak Rapor, Avrupa Birligi Liderleri Icin 2007 Yilinin Basinda Beklenen Lizbon Stratejisi’nin Yillik Ilerleme Raporu Oncesinde Destekleyici Bir Metin Ozelligi Tasiyor.

Cea Sigortacilarin Ve Tuketicilerin Gercek Ihtiyaclari Ile Daha Uyumlu Bir Duzenleme Cagrisinda Bulunuyor. Ozellikle, Komisyon’un Solvency Ii Projesinin, Kusursuz Ekonomik Risk Temelli Solvency Sistemi Araciligi Ile Sermayenin En Uygun Dagitimini Cesaretlendirme Firsatini Yakalamasi Gerektigi Vurgulaniyor. Daha Etkin Sermaye Dagitimi Ile Ifade Edilen, Isletmelerin Ve Toplumun Daha Dusuk Maliyetle Daha Iyi Korunabilmesi Olarak Karsimiza Cikiyor.

Devlet Tarafindan Saglanan Sosyal Guvenlik Goz Onune Alindiginda, Politika Yapicilarin Kamu – Ozel Sektor Isbirligini Tesvik Etmesi Gerekiyor.

Avrupa’nin Yaslanan Nufusu Reform Ihtiyacini Arttiriyor. Sigortacilar Sosyal Guvenlik Icin Uygulanabilir Sistemler Saglayan Guvenilir Ortaklar Olarak Kamu Mali Sektoru Uzerindeki Baskilari Hafifletiyor. Sigorta Sektoru, Istikrarli
Ve Hayat Boyu Gelir Seviyesi Garanti Ederek Ve Demografik Degisimin Etkisini Sinirlandirarak Devlet Butcelerine Onemli Katkida Bulunuyor.

-matriks-

buena vista
08-10-2006, 18:16
Fransa'nın Türkiye'nin "Ermeni soykırımı"nı tanımasındaki ısrarı Cezayir'de büyük tepki yarattı. Fransa'nın "Cezayir soykırımı"nı tarihçilere havale ederek tanımayı reddettiği ve çifte standart uyguladığı vurgulanıyor. Cezayir basını, Fransa'yı tarihi çarptırmakla suçlarken eskiden 100 bin olarak verilen Ermeni kurbanların sayısının 1.5 milyona çıkarıldığına dikkat çekti.

Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac'ın "Ermeni Soykırımı"nın tanınması AB üyeliği için kriter olduğu yolundaki açıklamasının ardından Fransa Ulusal Meclisi'nin "Ermeni soykırımı"nı inkarı suç sayan yasa tasarısının gündeme alması Cezayir'de de tepki ile karşılandı. Cezayir'de Fransızca yayınlanan L'Expression gazetesi, Cezayir'deki katliamları soykırım olarak tanımayı reddeden Fransa'yı çifte standart uygulamakla suçladı.

CHİRAC, KRALDAN KRALÇI

L'Expression gazetesi, Tarık Ramzi imzalı yazısında Jacques Chirac'ın Türkiye'nin "Ermeni soykırımı"nı tanınmasını isterken aynı hakkı Cezayir'e vermeyi reddettiğini belirtti.

Chirac'ın Ermenistan ziyareti sırasında Türkiye'nin "soykırım"ı tanımasını AB üyeliği için kriter haline getirdiğine dikkat çekilen yazıda, Chirac'ın "kraldan kralçı" gibi davrandığını, Brüksel'in böyle bir koşulu öne sürmediğini kaydetti.

ÇAĞRIYI FRANSA'YA YAPSIN

Oysa Chirac'ın gönüllü olarak askerlik yaptığı Cezayir'de sömürgeci Fransa tarafından 132 yıllık işgal sırasında işlenen suçların tanınmadığına işaret edilen yazıda Chirac'ın Türkiye'den "yanlışları"nı kabul ederek büyük bir ülke olduğunu göstermesini isterken aynı çağrı Fransa'ya yapmadığının altını çizdi.

Türkiye'ye yöneltilen suçlamalarda rakamların çarptırıldığını, manipülasyon yapıldığını belirten gazete "Kısa bir süre öncesine kadar kurbanların sayısı 100,000 idi. Şimdi ise bu rakam 1,500,000'e kadar şişirildi" ifadesini kullandı.

Cezayirli gazete, Chirac'ın tarihi yeniden yazarak çifte standart uyguladığını belirterek "Sanki, Türkiye için geçerli olan, Fransa için geçerli değilmiş" diye yazdı. (ANKA)

Ramo
09-10-2006, 14:56
Devlete fahiş fiyatla ilaç sattığı gerekçesiyle yargılanan Roche İlaç Şirketi hakkındaki iddialara yenileri eklendi. Firmanın bilgisayarlarına el koyan polis, yaklaşık 1 milyon e-mail’i tek tek inceledi.

Bunlardan 414’ünde suç unsuru bulan İstanbul Organize Suçlar Şube Müdürlüğü, konuyla ilgili hazırladığı raporu mahkemeye sundu.

Vatan Gazetesi’nde dün yer alan habere göre Roche’un ilaçlarını yazdırmak için doktorlara çeşitli hediyeler verdiği, ecza depolarıyla anlaşarak devlete yüksek fiyatla ilaç sattığı, vergi kaçırdığı ve hasta olmayan kişilere bile ‘hastaymış’ gibi ilaç yazdırdığı iddia edildi. E-mail’lerin incelenmesiyle ortaya çıkarılan iddialardan bazıları şöyle: 13 Ekim 2003’te Giresun Devlet Hastanesi’nde Roche’un sponsorluğunda hipertansiyon ve osteoporoz taraması yapıldı. Taramaya katılan 110 hastadan 100’üne kemik erimesi teşhisi konuldu. Bu kişilere kutusu 100 YTL’ye satılan Roche’un kemik erimesi ilacı yazıldı. Roche çalışanları M.E. ve S.Ç.’nin gönderdiği bir e-mail’de de “Kırklareli Kavaklı Belediyesi aracılığıyla 9 Ağustos 2004’ten itibaren bir hafta süreyle osteoporoz, romatoid artrit, hipertansiyon, hiperlipidemi ve obezite taraması yapacağız. Kavaklı, yaklaşık 3 bin 500 nüfusa sahip, büyük çoğunluğu orta yaş ve üzeri. Kavaklı eczanesinde yaptığım reçete analizine göre osteoporoz ve obezite raporlu hastalar yok. Tarama sonucunda osteoporoz ve romatoid artrit tanısı koyulan hastalar Kırklareli Devlet Hastanesi’nde görevli Dr. M.D.’ye, hipertansiyon, obezite tanısı koyulan hastalar da dahiliye uzmanı H.Y.’ye yönlendirilecek.” deniliyor. Başka bir e-mail’de ise “Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Onur Bey, 150 kişilik davetli topluluğunun Hilton Otel’deki eğlence için 850 YTL olan disko giriş ücretini finanse etmemizi istedi. Onur Bey bize çok yakın, Schering Plough’a (ilaç firması) mesafelidir. Pegasys isimli ilacımız piyasaya çıktığı hafta, 4 hastanın Peg-İntron (Schering Plough’un ilacı) raporunu Pegasys’ye çevirmiştir.” ifadeleri bulunuyor. Diğer e-mail’lerde de özel muayenehane açan 4 doktorun, hastalarına Roche’un kanser ilacını yazmaları karşılığında, tadilat işleri için 1.700 YTL talep ettiği ve ordudan bir hekimle anlaşan Roche çalışanının alışveriş çeki karşılığında, askerlere Roche’un mantar ilaçlarını yazmasını sağladığı anlatılıyor.

İstanbul, Zaman

Minik Yorum:Dışardaki içerdeki sülüklere dur demedikçe zor adam oluruz...

buena vista
10-10-2006, 12:26
1960'lar...
Paris'te Madeleine Meydanı'nda bir öğle üzeri...
40 yaşlarındaki Madam Janine Thepenier karşısındaki Türk delikanlıyla sohbet ediyor.
Benoist-Mechin'in "Mustafa Kemal" kitabı yeni çıkmış piyasaya...
Daha önce Türkler ve Türkiye üzerine hiç bilgisi olmayan Fransız kadın kitabı yeni okumuş, bizim delikanlıya sorular soruyor:
"- Şüphesiz Mustafa Kemal davasında haklıymış. Fakat niye bu kadar çok kan dökmüş? İstiklal mahkemelerinde kelle uçurmak olacak iş mi?"
Sonra Menderes'in idamına getiriyor lafı:
"Anayasa'yı çiğnedi diye Başbakan'ı, bakanları asmak doğru mu?"
"Kıbrıs çıkarmasında masumların kanını dökmek günah değil mi?"
Delikanlı satır aralarından "Nedir sizdeki bu vahşet" sorusunu kokluyor. Ve karşı saldırıya geçiyor:
"Benim bildiğim Fransa (1. Dünya Savaşı kahramanı, Mareşal) Petain'i idama mahkûm etmiş, yaşlı diye cezasını süresiz hapse çevirmiştir. Laval'i ise kurşuna dizmiştir. Bunlardan birisi başkan, öteki de bakan değil miydi?"
Madam Thepenier hayretle itiraz ediyor:
"Aaaa, o başka..."
"Peki Danton, Robespierre, Babeuf gibi ihtilal başkanlarının kesildiği yer bu Paris değil midir?"
Cevap aynı:
"Aaaa, o başka..."
"Fransa paraşütçüleriyle Gabon'a niye müdahale etmişti? Eğer Cezayir'de Araplar orada kalmış Fransızları kesmeye, aç bırakmaya ya da sürmeye başlasalardı Fransa müdahale etmeyecek miydi?"
"Aaaa, o başka..."
* * *
Bu çifte standart karşısında saçını başını yolan "Fransa hayranı" delikanlının adı Attilâ İlhan'dı.
Bu izlenimlerini "Hangi Batı"da (Bilgi, 1976, s. 41) şöyle sonlandıracaktı:
"İnsan sonra sonra Batılının, yani Fransızın olayları, insanları ve sorunları iki ayrı gözle gördüğünü, iki ayrı ölçekle değerlendirdiğini fark ediyor.
"Birisi, dünyayı 'yöneten' ülkelerden biri olmaktan gelen yukarı bir ölçü, kendine toz kondurmayan, komşusuna karşı hoşgörülü...
"Ötekisi, 'yönettiği' ya da hizada saydığı ülkelere ve halklara uyguladığı, hafif alaycı, epeyce küçümser, adamakıllı merhametsiz ve toptan haksız bir ölçü. Avrupalı değil misiniz, 'Avrupalıyım' diye 40 yıldır yırtınsanız bile her hareketiniz başka bir ölçüyle yargılanacaktır.
"Diyeceğim, Paris'in iki gözü, iki ayrı renk..."
* * *
Aradan geçen 40 yılda fazla bir şey değişmedi Fransa'da:
Aynı çifte standart, aynı önyargı, aynı kibir...
Şu farkla ki; bu tavrının bedelini, varoşlarından yükselen ve 60'lardakine hiç benzemeyen bir şiddet dalgasıyla ödemeye başladı.
Türkiye ise Batı yolunda komşularıyla barışma, önyargılarından arınma, tarihini sorgulama, yasalarını demokratikleştirme yoluna girdi.
Şimdi Türkiye'de Batılı düşünenler "Soykırım vardır" diyenlerin hapsedilmesine fikir özgürlüğü adına karşı koyarken, "fikir özgürlüğünün Kâbe'si" kabul edilen Batı "Soykırım yoktur" diyenleri hapsetmeye hazırlanıyorsa, bize düşen, Batı'nın değerlerini Batı'ya hatırlatmak, bu çifte standardı yüzlerine vurmak ve en önemlisi yolumuzdan caymamaktır.
Bu vesileyle, yarın 1. ölüm yıldönümünde anacağımız, Paris'teki o "ebedi delikanlı"yı saygıyla selamlıyorum. (Milliyet)

can.dundar@e-kolay.net

buena vista
10-10-2006, 17:28
Sözde Ermeni soykırımını inkarı suç sayan yasa teklifine tepki gösteren Fransız tarihçi Jean-Mıchel Thıbaux, Türk vatandaşlığına geçmek için girişimde bulundu.
Fransız tarihçi, bir Türk arkadaşı aracılığıyla, TBMM Dışişleri Komisyonu Başkanı Antalya Milletvekili Mehmet Dülger’e konuyu iletti. AK Partili Dülger de Fransız tarihçinin bu talebini, AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a iletti.
Dülger’in verdiği bilgiye göre "konuya sıcak bakan" Başbakan Erdoğan, söz konusu talebin, İçişleri Bakanına da iletilmesini istedi. Dülger, görüştüğü İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’nun, başvurunun yapılmasının ardından konunun değerlendireceğini söylediğini belirtti.

"BU UCUZ POLİTİKA METODUNA İSYAN EDİYORUM"

Fransız Tarihçi Jean-Michel Thıbaux’nun, Türk arkadaşına gönderdiği, vatandaşlığa geçme dileğini anlatan elektronik postada, şu görüşler yer alıyor:
"6 yıl önce Türkiye’yi, Ermeni soykırımını tanımaya zorladıkları zaman onu savunmayı üstlenmiştim. Bir kere daha Fransız Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, ’Avrupa Birliğine girmek istiyorsa, Türkiye’nin bu yönde hareket etmesi gerektiğini’ söylüyor.
Türk dostlarıma, burada bir şantaj söz konusu olduğunu ifade etmek isterim ve 6 sene önce olduğu gibi, açıklanmamış amacı, topraklarımızın üzerinde yaşayan Ermeni kökenli insanların seçim sırasında iltifatlarına mazhar olmak olan bu ucuz politika metoduna isyan ediyorum.
Türkiye de Fransa’da 1789 Devrimi esnasında yapılan katliamın tanınmasını isteyebilir. Yüzbinlerce Fransız, bu kanlı yıllar boyunca ölüme gitti. Özgürlük, eşitlik, kardeşlik adına insanların kafası giyotinde kesildi. Erkekler, kadınlar ve çocuklar gırtlaklandı, parça parça edildi, kurşuna dizildi, yakıldı. Dehşet her tarafı kaplamıştı. Meudon atölyelerinde, işkence edilen insanların derilerinden elbiseler dikiliyordu. Ölülerin yağları hapishane mutfaklarında kullanılıyordu.
İşte büyük ihtilalin gerçekleri ve işte Fransa’nın yaptıklarını itiraf etmek için niçin Türkiye’nin hak sahibi olduğu...
O zaman milyonlarca Kızılderili’yi yerlerinden ettikleri için Amerikalıları, Orta Amerika’da ve Güney Amerika’da yerli medeniyetleri ortadan kaldırdıkları için İspanyolları da itham etmek gerekir. Bu şartlarda bütün insanlık tarihi yeniden gözden geçirilmeli ve hiçbir topluluk, bunun dışında kalmamalıdır."

"TÜRKİYE’Yİ SAVUNAN AZ SAYIDA İNSANDAN BİRİYİM"

Türkiye’nin kendini doğrulamaya ihtiyacı olmadığını, genç nesillerin daha iyi bir dünya özlemi içinde olduklarını ve geçmişten dolayı suçlu tutulamayacaklarını ifade eden Thıbaux, şöyle devam etti:
"Oğullar, babaların suçlarının sorumlusu değillerdir. Artık Türkleri işaret parmağımızla göstermekten vazgeçelim. Onlar pek çok noktada bize ders verecek durumdadırlar.
Türkiye’yi seviyorum ve Avrupalı entelektüeller arasında onu savunan az sayıda insandan biriyim.
Eğer Türk Hükümeti onaylarsa ve beni Türk tabiyetine kabul ederse, artık Türkiye benim vatanım olacaktır."
(Milliyet)

buena vista
13-10-2006, 16:25
Japonlar der ki...
Bir Türk, beş Japon'a bedel.
Beş Japon, elli Türk'e bedel.


Organize olma yeteneğidir bu.


Tek tek çok kabiliyetliyiz.
Birlikte hiçiz.

Bakın ne diyor herkes...
"Fransa'da 350 bin Ermeni seçmen var... Ermeni oylarını alabilmek için soykırımı tanıyorlar, yok diyene hapis cezası falan getiriyorlar."


Peki, Almanya'da ne kadar Türk seçmen var?
700 bini geçti.
O halde, neden, Alman Federal Meclisi, Ermenilere yönelik "toplu katliamı" anma önergesini kabul etti ?


350 bin kişi "soykırımcı" sıfatını kabul ettiriyor.
İki katı...
700 bin kişi "toplu katliamcı" sıfatını engelleyemiyor.
Neden?

Dünyanın dört bir yanındaki 10 milyon Türk'e "saldım çayıra" muamelesi yaparsan...
Olacağı budur.

Sadece Fransa üniversitelerinde üç bine yakın Türk öğrenci var.
20 binden fazla da Fransa'dan mezun Türk var.
Bugüne kadar, bir Allah'ın kulu çıkıp, "çocuklar, siz Türkiye'nin konsoloslarısınız... Türk tezine sahip çıkın, anlatın" dedi

Bırakın Fransa'yı...
Şu anda 50 bin Türk çocuğu, ABD'den Almanya'ya, Avustralya'dan İtalya'ya kadar dünyanın hemen her ülkesinde öğrenim görüyor...
Bugüne kadar, bir kez olsun, yurtdışındaki Türk öğrencilerimiz, büyükelçiliklerimize davet edilip, sözde soykırım konusunda bilgilendirildi mi?
"Gerçek budur... Girdiğiniz her ortamda arkadaşlarınıza anlatın" denildi mi?
Zart zurtla olmuyor bu işler.

Ankara Sanayi Odası Başkanı, Paris'e gidecekmiş, "soykırım yoktur" diyecekmiş, bakalım maçaları yetip, onu da içeri tıkacaklar mıymış...
İnsanın göğsü kabarıyor.
Kabarıyor da...
Ankara Sanayi Odası'nın "soykırım yalanı" ile ilgili olarak, üyelerini bilgilendirmek için bastırdığı bir tane kitap var mı?

Kendi insanımıza anlattık mı ki... Kendi insanımız karşılaştığı yabancılara anlatabilsin?
Antalya'daki otelci arkadaş, merak edip "nedir bu mesele" diye soran Hollandalı turiste nasıl bir cevap verebilir mesela?
"Yalan" diyoruz.
"Asıl onlar bizi kesti" diyoruz.
Başka?
Kaçımız, bu meseleyle ilgili "kanıt, belge düzeyinde" bilgi sahibi?
"Soykırım vardır" diyen "uyduruk ifadelerle dolu" yabancı kaynaklı kitap sayısını yazarsam, hepimiz çok utanırız.
Kaç tane Türkçe kitap var bu konuda?

Ne bileyim... "Kocasını aldatan kadınlar" dizisi yapan gazeteler, neden bu konuda vatandaşı bilgilendirici yayın yapmaz?
Boynuzlu erkeklerden daha mı önemsizdir bu milletin onuru?

Ramo
13-10-2006, 21:35
Adımın 'ilaç düşmanı doktor'a çıkmasına ramak kaldığını biliyorum. Bu yüzden 'vitaminlerin faydaları!' ile ilgili bir makale yazmaya karar vermiştim ki İngiltere'de yaşayan bir hastam kontrole geldi. Dönmeden önce grip aşısı olmak istiyormuş. 'Neden İngiltere'de yaptırmıyorsun?' dedim. 'İngiltere'de grip aşısı olmak çok zor...' dedi. Öyle buradaki gibi eczaneye gidip 'Kalfa...yap bana bir aşı, tazesinden olsun...' diyemiyormuşsunuz. Bir-iki doktor gezip de aşı olamayınca 'Nasıl olsa Türkiye'ye gidiyorum orada yaptırırım...' demiş. İngiliz ekonomisi zorda olduğu için kısıtlamaya gitmiş olabilirler! diye düşündüm. Belki de tıptaki gelişmeleri bizim kadar yakından takip etmiyorlardır kim bilir... Neyse efendim.. Hasta gittikten sonra gazetelere göz atarken bir haber gözüme ilişti. 'Çok yakında aylarca etkisini sürdürecek grip salgınında 700 bin kişinin yaşamını yitirebileceğine dikkat çekiliyor...' ve birkaç sayfa sonra bir başka haber 'yeni grip aşısı piyasaya verildi...' Tamam dedim 'korkut-sat kampanyası' başladı...

Fıkrayı bilirsiniz. Şehrin zengini, dedikoduculuğu ile meşhur birini yemeğe davet etmiş. Başlamadan da adama bir kese altın verip 'Senin dedikoducu olduğunu söylediler, al bu altınları, sakın ha benim hakkımda konuşma...' demiş. Gözleri parlayan adam 'Baş üstüne efendim...' deyip keseyi cebe atmış. Yemeğin sonunda ortaya bir tepsi baklava ile turşu getirmişler. Ev sahibi başlamış baklavayla turşuyu birlikte yemeye. Bir turşu, bir baklava atıyor ağzına. Dedikoducu adam bakmış bakmış sonunda 'Aman beyim demiş al sen şu altınlarını geri, ben bunun dedikodusunu yapmazsam çatlarım...' İşte benimki de o hesap; tam grip aşılarının piyasaya verildiği güne denk gelen 700 bin ölümlü grip haberi üzerine ben de kendi kendime 'ne derlerse desinler bu konuyu yaz' dedim....

Efendim taze aşılar piyasaya verildi... Bundan sonraki iki-üç ay boyunca her gün gribin ne kadar öldürücü ne kadar korkunç bir hastalık olduğunu okuyup duracaksınız... Önce salgın tehdidi haberleri, sonra kuş gribi haberleri artacak. Zaten kötü senaryolardan bıkmışsınız, PKK, ekonomi, işsizlik, irtica... 'Bari...' diyeceksiniz...'Bu kadar felaketin arasında bir de grip olmayayım...' Haydi doğru eczaneye...

Sevgili okurlarım, ilaç firmaları ve yoğurtçular; halk arasında 'her kolesterolü olan ilaç kullanmalı' şeklinde 'yanlış' bir genel kanı oluşturmayı başardılar. Şimdi de aşı üreticileri 'herkesin grip aşısı olması gerekir' şeklinde gene yanlış bir düşünceyi topluma yerleştirmeye çalışıyorlar. Grip aşısı 'herkesin' olması gereken bir aşı değildir. 'Bizim ülke için grip aşısı değil 'Hepatit B' aşısı önemlidir...'

DURDUK YERE GRİP AŞISI

OLMAYIN....

1. Grip geçiren kişinin vücudunda o virüse karşı koruyucu antikorlar oluşur ve bir daha aynı virüsle karşılaştığında etkilenmez. Nietzsche'nin 'Beni öldürmeyen, beni güçlü kılar...' dediği gibi geçirdiğiniz her gripten daha güçlü çıkarsınız. Bu yüzden grip olmaktan korkmayın. Tavuk suyuna çorba, nane limon, ıhlamur için, bol bol sebze meyve yiyin, en önemlisi, istirihat edin, biraz tembellik yapıp gribin tadını çıkarın...

2. Çocuklarınıza 'doktoru özellikle önermedikçe' grip aşısı yaptırmayın. İçeriğindeki 'thimerosal' katkı maddesinin civa içerdiğini ve çocuklar için neuro-nefrotoksik olabileceğini unutmayın...

3. Grip aşısının aşı yerinde şişlik, kızarıklık ve ağrıya, nadiren de olsa bizzat kendisinin grip benzeri bir hastalığa yol açabileceğini bilin. Occulo-respiratory sendrom dediğimiz bu durumda hırıltılı öksürük, gözde kızarma, ateş ve kas ağrıları ile grip benzeri bir tablo ortaya çıkar.

4. Grip aşısının özellikle yumurta alerjisi olan kişilerde nadiren ürtiker ve anaflaktik şoka neden olan alerjik reaksiyonlar yapabileceğini bilmenizde fayda var...

5. Unutmayın ki grip aşısı sadece seçilen bazı grip suşlarına karşı koruma sağlar. Aşı olmanız 'kesinlikle grip olmayacağınız' anlamına gelmez.

Peki kimler aşı olacak? FDA, basit bir gribin hayati risk oluşturacağı kadar düşkün ve yaşlı insanların, astımlı ve kronik bronşitli hastaların, kalp hastaları, böbrek hastaları, şeker hastalığı, AIDS gibi kronik hastalığı olanların grip aşısı olmasında fayda olduğunu söylüyor.

Dr. Murat KINIKOĞLU/ Akşam

Ramo
20-10-2006, 12:47
Abdullah Gül’ün “troyka temasları”yla ilgili yapılan TV yorumlarını dinleyip, yazılan yazıları okuyunca, kendi kendime soruyorum: Acaba bende algılama zorluğu mu var?

Neymiş efendim; yol kazası olmasın diye ara formüller bulunmuş, iki tarafı da mutlu edecek çözümler ortaya konmuş, tren raydan çıkmadan bu seneyi de atlatacakmış!

Bu çıkarımları yapıp, bunları Türk kamuoyuna pazarlamaya çalışanlar, acaba Türk halkını aptal mı sanıyorlar?

Değerli dostlar, son 15 gün içinde, İtalya’da ABD tarafından düzenlenen Amerikalı senatörlerin, AB’li milletvekillerinin ve onların deyimiyle “Atlantik’in iki tarafındaki etkinlerin” katılımıyla gerçekleştirilen bir toplantıdan başlayarak Avrupa’daki Türklerin mahalle arasında düzenlediği konuşmalara kadar, birçok oluşuma fiilen katıldım.

Bu katılımım sırasında; gerek Amerikalı-Avrupalı katılımcıların söylemlerinden gerekse Almanya’da Türklere yönelik tamamen insan haklarına aykırı Alman hükümetinin girişimlerinden, net bir sonuç çıkardım: Türkiye’nin AB üyesi olması gibi bir proje yok! Evet, masada bir proje var ama bu bizim algıladığımız var olan yapı ile birleşme değil.

Peki bugüne kadar böyle bir proje gerçekten oldu mu? Hiçbir zaman olmadı. Olmadı ama “Türkiye’ye bir yararı olur” noktasından olaya yaklaşarak “elimizde pazarlanabilir bir tez olsun” diyerek sesimizi çıkarmadık.

Sessiz kalmaya devam edemez miyiz?

Ben detayları aktarayım, sessiz kalıp kalmamaya siz karar verin.

Eğer Almanya’daki Türklerin camilerine kamera konmaya teşebbüs ediliyorsa bazı eyaletlerde meclis kararı ile okul bahçelerindeki Türk çocuklarının anadilde konuşma hakkı polis zoruyla ellerinden alınıyorsa, Türkiye’nin bölünmüş-parçalanmış yeni haritaları AB’li ve ABD’li siyasetçiler, bürokratlar, gazeteciler tarafından cepte dolaştırılıp artık uluslararası toplantılarda korkmadan dile getirilebiliyorsa ve bunları görmezden gelen Türk hükümetinin bakanı hâlâ hiçbir şey yokmuş gibi “AB ile ipler kopmasın” diye Rumları Kıbrıs olarak kısmi tescil etme peşinde koşuyorsa; bu millet, bu gidişe bu hükümete rağmen “dur” deme noktasına gelir.

Daha da açık söylemek gerekirse; Abdullah Gül’ün Brüksel’e gidip “makro veya mikro” yeni bir planı kabul etmesi “Rumlara geçici formüllerle limanları” açma yolunda adımlar atması Türk halkı için hiçbir şey ifade etmez. İstanbul yönetimi “her türlü anlaşmaya” imza atar, Samsun’a çıkanlar arkasına Türk halkını da alarak, gerektiğinde o imzayı tanımazlar. Aynısı daha önce de olmadı mı?

Değerli dostlar, bazen "Acaba iyi niyetliler de biz mi yanlış anlıyoruz" diyerek şüpheye düştüğüm dönemler oldu. Ama son bir yılda özellikle uluslararası toplantılara bizzat katıldığım süreçte, böyle bir şüphe kesinlikle aklımın köşesinde dahi kalmadı. AB ve ABD’nin niyetinin; var olan Türkiye Cumhuriyeti’ni AB’ye üye etmek olmadığını, amacın Türkiye’yi kalıba dökerek bölgede yeni bir proje ile ilerlemek olduğunu net bir şekilde anladım. Bunu yaparken, yani bizi ameliyat ederken kullandıkları “narkoz” da Türkiye’nin AB üyeliği. Daha değişik bir benzetmeyle suda yavaş yavaş kaynayan kurbağa dinamiği.



Fransa üyeliğe onay verir mi



Tesadüfe bakın ki, bir toplantıya gidiyoruz, oraya gelen ABD’nin en büyük gazetesinin Bağdat muhabiri ile ABD’nin en büyük eyaletlerinden birinin senatörü aynı cümlelerle ilk önce “Irak ve Türkiye Kürdistanı” ifadesini kullanıyorlar, daha sonra “serbest Kürdistan projesinden” bahsediyorlar. Tesadüfe bakın ki, ABD’de askeri bir dergide yayımlanan harita da aynı.

Tesadüfe bakın ki AB’li parlamenter de aynı duygulara ve bilgilere sahip.

Tesadüfe bakın ki Fransa, “Türkler Ermenileri katletti” yasası çıkarıyor, aynı yasa daha da genişletilerek, hatta Süryaniler de eklenerek, Hollanda meclisinde sırada bekliyor.

Tesadüfe bakın ki; Almanya, Türk çocuklarının anaokullarını basarak anadilde konuşmalarını engelliyor.

Tesadüfe bakın ki; bütün bunlar olurken “Türkler katliam yaptı” diyen adam Nobel alıyor.

Daha da büyük tesadüfe bakın ki; Fransa’da yasa geçtikten bir saat sonra bu ödül açıklanıyor ve Fransız TV’leri “Doğruyu yaptık, 'Türkler katliam yaptı' diyen Türk yazara Nobel geldi, Nobel ödüllü yazarları bile bize hak veriyor” diye yayına geçiyorlar. Bu noktada bir not ileteyim: Ben çok karamsarım farz edelim ki; Türkiye bütün süreci tamamladı ve son aşamaya gelindi. Bu noktada üyeliğimiz, üye ülkelerin parlamentolarında oylanacak. Yani “Türkiye katildir” yasasını geçiren Fransız parlamentosu, Türkiye’nin üyeliğine onay verecek!

Sonuç 1: Avrupa Birliği projesini “pazarlayabileceğimiz” bir tez olarak ele alıp, “gerçek olmadığını bilip, ona göre davrandığımız sürece devam ettirelim” tezini daha önce sizlerle paylaştım. Hiçbir adım atmadan pazarlamaya devam edebiliyorsak, bu tez hâlâ geçerli olabilir.

Yalnız iş artık Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenlik haklarından vazgeçme noktasına gelmeye başladıysa, Rumlar “Kıbrıs” olarak tescil yoluna girdiyse ve en önemlisi hükümetin “taviz verir” yapısı yüzünden Türk devleti eğildikçe, bırakın üyeliği, AB, oradaki varlığımızı dahi “asimile” etme cüretine kadar işi vardırıyorsa; bu işi bitirme, koparma, “Avrupa’ya yürrü” deme zamanı çoktan gelmiş de geçiyor demektir.

Sonuç 2: Avrupa Birliği üyeliği diye bir şey yok. Hiç de olmadı. Olmayan bir şey ancak olmayanların “fedakârlık” diye masaya konarak pazarlanması ile devam ettirilebilir. Bu hükümet olmayan için olanı vererek yıllarca emek, kan ve gözyaşıyla kazandıklarımızı masaya koyarak, yola devam etmeye çalışıyor.

Son söz: Türkiye’nin AB üyeliği “karanlık bir odada kara kedi aramaktan” ibaret. Bir de kara kedi olmayınca, işler daha da zor.
Yiğit Bulut
http://www.referansgazetesi.com/haber.aspx?HBR_KOD=51703&ForArsiv=1

Ramo
21-10-2006, 11:03
Sermaye Piyasası Kanunu’na muhalefetten 3 yıl hapis cezasına çarptırılan YİMPAŞ Holding A.Ş.’nin Yönetim Kurulu Başkanı Dursun Uyar ve 10 yöneticinin temyizi 4 yıldır sürüyor. Mağdurların avukatı Yargıtay’a başvurup "8 ay sonra zamanaşımı süresi doluyor" diye uyardı.

AVRUPA’da binlerce gurbetçiyi mağdur eden YİMPAŞ Holding A.Ş.’nin Interpol tarafından kırmızı bültenle aranan yönetim kurulu başkanı Dursun Uyar ve 10 arkadaşı hakkında 6 ayda verilen mahkûmiyet kararının 4 yıldır süren temyiz süreci nedeniyle zamanaşımı telaşına kapılan YİMPAŞ’zedeler Yargıtay’a başvurdu. YİMPAŞ mağdurlarının avukatı Acun Papakçı, Yargıtay 1. Başkanlığı’na yaptığı başvuruda ’zamanaşımı’ uyarısı yaptı, olayın ’gizli af’ anlamına geldiğini savundu. Avukat Papakçı, "Yargıtay’da dosyanın beklediği her gün, cezanın zaman aşımı ile kaldırılmasına bir adım daha yaklaştırıyor" dedi.

YASAYA AYKIRI PARA TOPLAMA

Süreç şöyle gelişti: Sermaye Piyasası Kurulu’nun şikayeti üzerine Yozgat Cumhuriyet Savcılığı, YİMPAŞ Holding Yönetim Kurulu Başkanı Dursun Uyar ve 10 yönetim kurulu üyesi hakkında Sermaye Piyasası Kanunu’na muhalefetten dava açtı. Yozgat 1’inci Asliye Ceza Mahkemesi’ndeki yargılama 6 ay sürdü. Bilirkişi raporunda senetlerin kurul kaydı tamamlanmadan halka arzedilip bedellerinin tahsilinden dolayı suçun oluştuğu, 1999 sonuna dek yasaya aykırı şekilde para toplandığı vurgulandı.

DAVAYI UZATMAK İSTEDİLER

Kararda Cumhuriyet Savcısı’nın mahkûmiyet istediği duruşmada sanık avukatı Süleyman Yılmaz’ın davadan çekildiği, bu girişimin de ’davayı uzatmaya ve sürüncemede bırakmaya yönelik’ olduğu vurgulandı. Yasanın öngördüğü ’en üst sınır’dan hüküm kurulan kararda, "Sanıkların kurucusu ve yönetim kurulu üyesi oldukları YİMPAŞ Holding’in halka arz işlemlerinin usulsüz ve kanuna aykırı şekilde gerçekleştirildiği anlaşıldığından, eylemlerine uyan 2499 sayılı yasanın 47/A-4 maddesi uyarınca suç işleme kasıtlarının yoğunluğu, tüm dosya kapsamı, şahsi ve sosyal durumları, geçmişteki halleri nazara alınarak..3’er yıl hapis ve..15.000.000 TL ağır para cezası ile cezalandırılmalarına.." denildi.

ZAMANAŞIMI MEKTUBU

Cezaları ertelemeyen mahkeme, yurtdışı yasağı da koydu. Aradan geçen 4 yılda dosya 2 kez Yargıtay 7. Ceza Dairesi’ne gitti, usül yönünden düzeltmeler oldu. Bu yılın başında yerel mahkemeden Yargıtay’a ulaşan dosyanın raportör görüşünü beklediği bildirildi. Yüzlerce YİMPAŞ’zede adına Yargıtay 1. Başkanlığı’na 3 sayfalık bir dilekçe sunan Avukat Acun Papakçı, davanın incelemesinin 4 yıldır neden bitmediğini anlayamadıklarını vurgulayarak, zamanaşımına dikkat çekti ve dosyanın hangi aşamada olduğunu sordu. Papakçı, Murat Demirel davasının zamanaşımından düştüğünü hatırlattı.

Suç tarihi (31.12.1999) itibarıyla zamanaşımı süresi, mahkumiyet kararı yüzünden yarı yarıya uzadığı için 8 ay sonra doluyor.

Emniyet: Özel hayatı gizlidir

AVUKAT Papakçı’nın 20 aydır kırmızı bültenle arandığı Dışişleri’ne daha önce bildirilen Dursun Uyar’ın Türkiye’de aranıp aranmadığı sorusuna Emniyet Genel Müdürlüğü şu yanıtı verdi: "Talebiniz, kanunun 21. maddesi, ’Kişinin izin verdiği haller saklı kalmak üzere, özel hayatın gizliliği kapsamında, açıklanması halinde kişinin sağlık bilgileri ile özel ve aile hayatına, şeref ve haysiyetine mesleki ve ekonomik değerlerine haksız müdahale oluşturacak bilgiler bilgi edinme kapsamı dışındadır’ hükmü gereğince olumsuz değerlendirilmiştir"

Bakanlık: Vekaletiniz bulunmuyor

AVUKAT Papakçı, Bilgi Edinme Hakkı kapsamında, 23 Ağustos 2006’da Adalet Bakanlığı’na başvurdu. Papakçı, "Dursun Uyar hakkında çıkartılan uluslararası tutuklama kararının bakanlığa gönderilip gönderilmediğini, gönderildiyse bu kararın ulaşma tarihini, bu tutuklama kararının halen geçerli olup olmadığını, Dursun Uyar’ın halen Türk Emniyet tarafından aranıp aranmadığını" öğrenmek istedi. Gelen cevapta hakkında bilgi istenen kişinin başvurana verdiği bir vekaletname bulunmadığı için sorulara yanıt verilemediği bildirildi.
sabah
Minicik yorum:Eşkiya Dünya ya hükümdar olmaz dı.Oldu...

Ramo
22-10-2006, 11:01
1933 de Naziler Almanya da yönetimdedirler.Günün Almanya sının ekonomik ve ticari hayatında önemli rolleri oldukları bilinen Yahudilere karşı ırkçı kampanyalar başlatılır. Birinci Dünya savaşı ile geçen süreçte binlerce yahudi öldürülür yada yerlerinden edilir.

1946 Nurberg mahkemesi galip devletlerce kurulur ve Nazi Almanya sının savaş ve insanlık suçu işlediği 6 milyon yahudiyi katlettiği kararı çıkar.Almanya işlediği bu suçlardan ötürü,hem savaş tazminatıyla hemde sonradan ABD ve İsviçre mahkemelerinde binlerce yahudinin açtığı tazminatlarla cezalandırılır

Günümüzde ülkemize dayatılmak istenilen sözde Ermeni katliamı ile gelinmek istenilen nokta Almanya ya verilen ceza ile aynıdır.Ülkemiz insanlık suçu işlemiş olmakla suçlanmaktadır. Almanya ile aynı kefeye konularak,Ermenilere tazminat ve toprak talebinin yolları açılmak istenilmektedir.

Bugün bazı Avrupa ülke meslislerinin aldığı, Ermeni soykırımı ile ilgili bu karar yarın hızla,dalga dalga diğer ülkelere yayılacak tarih önünde suçlu,utançlı bir toplum mualemesi göreceğiz.Bugün içimizdeki Nobel özürlü yazarlarımızca da dillendirilip, 2 milyon ermeninin katledildiği yaygarası,milletimizin boynunda utanç halkası olarak geçirilmek istenmektedir.Bu utancı milletimize yakıştıran dışta ve içteki mihraklar çok sinsi ve güçlüdür.Susarsak tepkimizi,çalışmalarımızı birleştirmezsek bu halkanın boynumuza geçirilmesi çok yakındır.Bu utançtan nemalanarak kendilerine milletimiz adına utanç madalyaları verilen,iç ve dış zihniyete sus demenin zamanıdır.
Bu utanç halkasının boynumuza geçirilmesinde bugün öncülük eden başda Fransa olmak üzere,bu ülkelerin hiçbir malını almayınız,kullanmayınız.Konumunuz,statünüz her nerede ise elinizden ne geliyorsa bu gelişime set çekecek her türlü çalışmanın içinde özveri ile çalışınız.Konuyu bulunduğunuz her yerde dillendirerek,toplumu uyandırıp bilgilendiriniz.Ülkemizin başına büyük sorunlar açacak,bu belayı savmak için var gücünüzle çalışınız.

Kanımızla,dişimizle tırnağımızla büyük bedeller ödeyerek edindiğimiz Türkiye Cumhuriyeti böyle ağır bir töhmeti hak etmemiştir.Silahla alamadıklarını masa başında usta siyasi oyunlarla hak etme peşindedirler.Büyük çaplı borç sarmalıyla ekonomik olarak sıkılan boğazımıza, birde bu utanç halkası geçirilmek istenmektedir.Bu bilinç ve düşünceyle,yarının geç olduğu fikri ile, bu sarmalı kırmanın yollarını aramak,çalışmak,her Türk vatandaşının birinci ödevidir.

Saygılarımla Ramazan Maden

bikmisbroker
22-10-2006, 15:19
Ülkemizin başına büyük sorunlar açacak,bu belayı savmak için var gücünüzle çalışınız.

Kanımızla,dişimizle tırnağımızla büyük bedeller ödeyerek edindiğimiz Türkiye Cumhuriyeti böyle ağır bir töhmeti hak etmemiştir.Silahla alamadıklarını masa başında usta siyasi oyunlarla hak etme peşindedirler.Büyük çaplı borç sarmalıyla ekonomik olarak sıkılan boğazımıza, birde bu utanç halkası geçirilmek istenmektedir.Bu bilinç ve düşünceyle,yarının geç olduğu fikri ile, bu sarmalı kırmanın yollarını aramak,çalışmak,her Türk vatandaşının birinci ödevidir.

Saygılarımla Ramazan Maden
Yazinizi okurken bogazima birseyler dugumlendi. Cok tesekkur ederim.
Dun esim internette Gazeteleri okurken alttaki haber'e rastlamis.
http://www.milliyet.com/2006/10/22/guncel/gun02.html

Kanada'dan Ermeni sürprizi!

Ermeni soykırımı iddiasını kabul eden Kanada, Türkiye'nin "Konuyu araştırmak için komisyon kurulsun" önerisini kabul etti.
UTKU ÇAKIRÖZER

Ermeni soykırımı iddialarını 2004'te aldığı parlamento kararıyla kabul eden Kanada, sürpriz bir adım atarak, Türkiye'nin araştırma için tarihçiler komisyonu kurulması önerisini desteklediğini açıkladı.

Türkiye'nin Ottawa Büyükelçiliği'nde yapılan Türk-Kanada Dostluk Grubu toplantısına katılan Kanada Dışişleri Bakanı Peter MacKay, 1915 olaylarına değinerek, "Doğu Anadolu'daki Ermenilerin çektiği acılar insanlık tarihinin trajik bir bölümüdür ve bir daha meydana gelmemesi için hatırlanması çok önemlidir.

İşte bu nedenle hükümetimiz Türk hükümetinin Türk, Ermeni ve üçüncü ülkelerin tarihçilerinden oluşan bir ortak komite kurma yönündeki önerisine destek veriyor ve Ermeni hükümetini de bu komiteye katılmaya teşvik ediyor" dedi.

MacKay, toplantıya katılan Türk yetkililere, aynı günlerde Kanada'yı ziyaret eden Ermenistan Dışişleri Bakanı Vartan Oskanyan'a da aynı mesajı verdiğini belirterek, "Ancak pek hoşuna gitmedi" ifadesini kullandı .

Turkiye etrafinda oynanmak istenen Politik oyunu bozacak tek gercek TARiH ve Osmanli arsivleridir. 1.ci Dunya savasi sirasinda doguda yasanan ve savas hali ile meydana gelen goc ve neticelerinin arsivlerimizde sakli bulunan belgeler ile curutulmesi ve asla bir daha gundeme gelmeyecek sekilde CURUTULMESi hususunda caba gosterilmesinin saglanmasi-ve bu konuda LOBi faaliyetinin yurutulmesi-Ozellikle yurt disinda bulunan her Turk vatandasinin ASLi gorevi olmalidir.

Kanada orneginin diger butun ulkeler nezdinde dis islerimiz vasitasi ile CIG gibi cogalmasi ve akabinde tarihi gerceklerin belgeleri ile ortaya konmasi SART tir.

Bu vesile ile yazmis oldugunuz bu GUZEL yazidan dolayi size tesekkur ediyorum.

Saygilarimla,

Bikmisbroker

Bu da Haberin devami.. DOGRU da olsa KISSAS'a KISAS!!

Geri adımın nedeni santral ihalesi mi?

Türkiye'nin Kanada Büyükelçisi Aydemir Erman, MacKay'ın getirdiği açılımı, "Bozulan ilişkilerin rayına oturtulması yönünde önemli bir adım. Ancak bu adımın devamını da getirmelerini bekliyoruz" sözleriyle değerlendirdi.
MacKay ile New York'daki BM toplantıları sırasında görüşen Dışişleri Bakanı Gül, 2004'teki parlamento kararıyla, Kanada Başbakanı Stephen Harper'in soykırım iddialarını kabul eden açıklamasının Türk halkında hayal kırıklığına neden olduğu vurgulamıştı.
MacKay'in tarihçiler komisyonu önerisine destek verdikleri bilgisini de resmen ilettiği öğrenildi.
Kulislerde, 'geri adım'ın arkasında, "Türkiye'nin 20 milyar dolarlık nükleer santral ihalesine girebilme amacı"nın yattığı konuşuluyor.

Ramo
24-10-2006, 17:51
Kim Kime zulüm yaptı yada kim kimi katletti.

http://www.denizlieml.com/news_details.asp?News=278

Ramo
29-10-2006, 15:23
Ermeni soykırımını savunan Akçam, yeni kitabında Orhan Pamuk'un eski bir mektubuna yer verdi: Bu kitap organize yok edişin kusursuz bir muhasebesidir.

Türkiye'yi Ermeni soykırımıyla suçlayan kitapların yazarı Taner Akçam, daha önce yazdığı bir kitabı genişleterek "A Shameful Act" (Bir Utanç Eylemi) adıyla ABD'de piyasaya çıkarıyor. Akçam, kitabın arka kapağında Nobel'li Orhan Pamuk'un şu sözlerine yer verdi:

Eski mektuptan aldım
"Bu kitap, hayatını olayları tarihsel kayda geçirmeye adamış cesur bir Türk akademisyen tarafından yazılmış ve Osmanlı Ermenilerine yönelik organize yok edişin kusursuz bir muhasebesidir..." Akçam, bu ifadeleri Pamuk'un kendisine 1999'da yazdığı kitaptan sonra yolladığı mektuptan aldığını söyledi.

Pamuk'u zorda bırakacak
Nobel Edebiyat Ödülü'nü alan Orhan Pamuk Türkiye'de gördüğü tepkiler üzerine Ermeni olayları konusunda yumuşak bir tavır almaya çalışırken, Taner Akçam'ın kitabına koyduğu bu ifadeler kendisini yeniden zor duruma sokacak.

Katılmadığı konferansa akçam aracı olmuştu
Orhan Pamuk, Nobel ödülünü alınca, Minnesota Üniversitesi'nde Ermeni vakfının da sponsor olduğu konferansa katılmaktan vazgeçmişti. Taner Akçam da aynı üniversitenin tarih bölümünde öğretim görevlisi.

http://www.sabah.com.tr/gnd123.html

Ramo
30-10-2006, 23:15
NÜFUS káğıdında "Türk" yazan birinin Nobel Ödülü alması çok sevindirici oldu.

Hele bazıları sevinçten adeta göbek attı. İşin perde arkasını irdeleyenlerin sesleri medyaya fazla yansımadı. Bu ortamda yansıması da zaten beklenmezdi.

"Türk"e Nobel Ödülü verilmesi süreci uzun süredir başlamıştı. "Türkler bir milyon Ermeni, 30 bin Kürt kesti" sözlerini o arkadaş boşuna söylememişti. Ödülü kapmak için bu ve benzer sözleri söylemek, romanlarında durup dururken Atatürk'ü aşağılamak gerekiyordu. Bu kulisler öylesine "ustaca" yapılacaktı ki, Bay Corc Bush İstanbul gezisinde kendisinden övgüyle söz edecek, Türkiye'yi abluka altına alan AB komiserleri onu evinde ziyaret edip övgüler düzecekti.

Corc Bush İstanbul'da yaptığı konuşmada o zattan boşuna "büyük yazar" diye söz etmedi. Elbet bir bildiği vardı.

Prof. Dr. Erol Manisalı, olacakları hepimizden önce görmüştü. 19 Aralık 2005 tarihli Cumhuriyet Gazetesi'ndeki yazısının başlığı şöyleydi: "Orhan Pamuk Nobel'i garantiledi." Özetle şunları yazmıştı:

"Pamuk popüler bir yazar. Pamuk meselesi bundan mı kaynaklanıyor? Hayır. Onun sözde Ermeni soykırım meselesinde, ABD ve AB siyasi çevrelerinin görüşlerine destek vermesinden kaynaklanıyor. Bu desteği verirken Türkiye'yi aşağılayıcı bir üslup kullanıyor. Başkan Bush, Ortaköy'de yaptığı konuşmasında Pamuk'tan övgüyle söz ediyor. Brüksel (AB) siyasi çevreleri de her an arkasındalar. Washington ve Brüksel siyasilerinin ve bürokratlarının dayatmak istedikleri emperyalist tutuma destek veren açıklamalar yapıyor. Bush ve Brüksel çevrelerinin Orhan Pamuk'a verdiği desteğin nedenleri ortaya çıkıyor. Ben söylemiyorum, kendileri söylüyor. Emperyalizmin çirkin yüzünün içimize yansıyan çarpıklığını yaşıyoruz.

Sömürgecilerin ekmeğine yağ sürüyorsunuz ve bunu özgürlük adına, demokrasi adına diye pazarlıyorsunuz. Ne acı..."

Erol Manisalı, bu arkadaşın Nobel'i hangi yöntemlerle, hangi pazarlıklarla garantilediğini taaa 10 ay önce yazmış.

* * *

Şimdi de TC uyruklu ve Nobel'li arkadaşın bir romanından Atatürk'le ilgili birkaç alıntı yapalım!

"Çocukluğunda kız kardeşiyle tarlada karga kovalayan sapık bir padişah... Sonra kasaba meydanına dolanır, Atatürk heykeline sıçan güvercinleri ayıplar... Atatürk kendini içkiye vermiş meyhane kalabalığına Cumhuriyet'i emanet etmiş olmanın güveniyle gülümsüyordu... Atatürk'ün leblebi zevkinin ülkemiz için ne büyük bir felaket olduğu..."

Rahmetli Ahmet Taner Kışlalı öldürülmeden kısa süre önce, 27 Ocak 1999 tarihli yazısında Orhan Pamuk için şöyle yazıyordu:

"İnandıklarını açıkça savunanlara hep saygı duydum. O düşüncelere karşı olsam bile. Ama o yürekliliği gösteremeyip de bunu sinsice yapmaya kalkışanlara, oraya buraya 'bityeniği' sokuşturanlara hep tiksinerek bakmışımdır. Bunu hep zayıf bir kişiliğin, zavallı bir ruh halinin yansıması olarak görmüşümdür. Oyun maskesiz oynanmalıdır. Çirkinlikleri gizleyen maskelerin indirilmesini de tüm 'gerçek aydınlar' görev saymalıdır... Ve Pamuk adlı yazarı isteyen okumalı, isteyen sevmelidir.

Ama ne olduğunu, kim olduğunu bilerek! Maskenin ardındaki gerçek yüzü görerek!"

* * *

Hayat öğrenmekle geçiyor! Şimdi bir şeyi daha öğrenmiş olduk. İsveç'ten Nobel kazanmak için Orhan Pamuk gibi olacaksın. O ülkelerde ağırlanacak, gelir elde edecek, lobi faaliyetini hem ABD, hem de AB nezdinde çok iyi sürdüreceksin.

Türklerin Ermenileri ve Kürtleri kestiğini engin bilginle açıklayacak, hatta bilançoyu bile vereceksin!

"Bir milyon Ermeni, 30 bin Kürt!"

AB ülkeleri ve Nobel Ödülü'nü veren İsveç seni ayakta alkışlayacak, Nobel kulisleri kızışacak. "Bizim Orhan tam isteğimiz adam" sözleri Avrupa ve İsveç'te yankılanacak.

Ama o veciz sözlerinde Ermenilerin kestiği on binlerce Müslüman Türk, PKK'nın şehit ettiği altı bin askerimiz ve polisimiz yer bulmayacak.

Yazdıkların ve verdiğin demeçler için onlardan hep "aferin" alacaksın.

Ermenileri ve Kürtleri kestiğimizi, soykırım yaptığımızı savunacak, Atatürk'le alay edeceksin.

Yine de, ben bu arkadaşa Nobel Ödülü verilmiş olmasından dolayı çok mutluyum valla! Niçin?..

Çünkü onun kimliğinde "TC" yazıyor. O bir "Türk!"

İnanmayan nüfus káğıdına, pasaportuna baksın!

Arkadaş ABD ve AB'yi hoşnut kılmayı başarmış, kulisini yapmış ve yaptırmış, Fransız Parlamentosu Ermeni tasarısını onaylarken, aynı anda ödülü kapmış. Rastlantı!

Türkiye'de daha nice Orhan Pamuk'lar var, darısı onların başına!
Emin Çölaşan

http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=5270637&yazarid=5

Ramo
04-11-2006, 11:44
'En kolay inançlı insan dolandırılır' deyin Selçuk Parsadan'ın Cüppeli Hoca’yla ilgili anılarında cami için birlikte halktan nasıl para topladıkları yer alıyor.

Tansu Çiller’in Başbakanlığı dönemindeki örtülü ödenek skandalıyla Türkiye’nin bir dönemine damgasını vuran Selçuk Parsadan, ölümünden önce kendisiyle yapılan söyleşide, geçtiğimiz günlerde jet-skili tatil fotoğraflarıyla gündeme gelen Cüppeli Hoca’yla birlikte “cami yaptıracağız” diyerek halktan para topladıklarını anlattı.

Geçtiğimiz 25 Temmuz’da yaşamını yitiren ünlü dolandırıcı Selçuk Parsadan’la yaptığı uzun söyleşi, yazar Oktay Güzeloğlu tarafından “Yüzyılın Dolandırıcısı Selçuk Parsadan” adıyla kitap haline getirildi.

Kitapta, Parsadan’ın örtülü olayı başta olmak üzere yaptığı tüm dolandırıcılıklar, kişisel yaşamı, cezaevi yaşamı başta olmak üzere anıları kendi ağzından anlatımlarla yer aldı. Parsadan, linç tartışmasını da beraberinde getiren imam cinayeti ve ardından da jet-skili tatiliyle gündeme gelen ve Cüppeli Hoca olarak bilinen Fatih-Çarşamba semtinin İsmailağa Camii imamlarından Ahmet Mahmut Ünlü’yle birlikte ‘cami yaptıracağız” diyerek halktan para toplamalarını da anlattı. “Cübbeli A? Hoca’yla çalıştık. Ben 11 tane cami parası alarak. 1 tane cami yaptırmama sevabını işleyen bir insanım” ifadesini kullanan Parsadan’ın Cüppeli Hoca’ya ilişkin anlatımları kitapta soru-yanıt olarak şöyle yer aldı:

MAKBUZLARI BANA GÖNDERİYORLARDI

“-Soru: Cüppeli Hoca’ya telefon açtın mı?

-Parsadan: Cüppeli’yle ortak çalıştık biz. Mahmut Bilmemneoğlu(Mahmut Ustaosmanoğlu) vardı 1989 senesinde. Güngören’de, Bağcılar’da, Tozkoparan’da ‘cami yaptıracağız’ diye cami parası topladım.

-Soru:Hayır, Mahmut Bilmemneoğlu’nun haberi var mıydı bundan?

-Parsadan:Olmaz olur mu.

-Soru: Onla nasıl tanıştın ki?

-Parsadan: Abicim, hocaları, imamları dernek makbuzlarıyla yolluyordu. Bana gönderiyorlardı. Ülker Sokak’tayım, bir oğlanın evindeydim o zamanlar. Girişte sağdaki ilk apartmandaydım, orda bir yazıhanem vardı. Sabahtan akşama kadar ‘ben Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim üyelerinden bilmem kim’ hesabı Alo çekiyordum. Cami yaptırıyoruz hesabı.

-Soru: Onlara ilahiyattan hoca ya da profesör olarak açıyordun.

-Parsadan: Tabii, ‘dekanım, profesörüm’ diye açıyordum telefonu.

-Soru: Kime açıyordun mesela?

-Parsadan: Aklına gelen bütün genel müdürlere.

-Soru: Hoca’yla oturup konuştun mu sen?

-Parsadan: Bire bir değil, Ama aynı tezgah işte, onların da adamı geliyor, gidiyor. İmamları, hocaları geliyor, paralar öyle gidiyor.

YÜZDE 90’INI BEN ALIYORDUM YÜZDE 10’UNU ONLARA VERİYORDUM

-Soru: Senden mi alıyorlardı paraları?

-Parsadan: Parayı topluyordum, Yüzde 50’sini ben alıyordum. Hesapta yüzde 50 ama verir miyim onlara, yüzde 90’ını ben götürüyordum, yüzde 10 veriyordum?

-Soru: Veriyordun ama?

-Parsadan: Yahu yüzde 10 falan verip kandırıyordum ya. Ben para verir miyim? Tezgah tabi ki. Diyelim ki günde 50 bin dolar topluyordum mesela, 5 bin dolar topladım diyordum, alın 2.5 size, 2.5 bana.

ONLARIN SİSTEMİ DOLANDIRICILIK ÜZERİNE

-Soru: Onlar da senin nasıl topladığını biliyorlar?

-Parsadan: Tabii? Bu kadar kazıklayacağımı düşünmüyorlardı herhalde. Bilmez olurlar mı? Onların sistemi dolandırıcılık üzerine. Bunların hangisi inanan insan ya? Herif nasıl toplarsa toplasın da bizim de hesabımızı versin. Aksın bir yerden para, gelsin diyorlar. Ve benim onlara fazla okkalayacağımı zannetmiyorlar.

EN KOLAY İNANÇLI İNSAN DOLANDIRILIR

-Soru: Akıllarına gelmiyor değil mi?

-Parsadan: Gelmiyor. ‘yarısını alır, bırakır’ diyorlar. Yarısını verir miyim ben? İşin bu kadar büyük geldiğini bilmiyorlar. Bunlar senden benden şeytan. Bak hayatta en kolay dolandıracağın insan inançlı insandır. Bir insan ne kadar inanırsa dünyevi olaylardan o kadar uzaklaşır. Ama onların adamları, takımı bana geldiler. Yani ben nasıl 30 sene adamları dolandırdım ve kimse benim yüzümü göremediyse, hepsini taktiği böyledir.

-Soru. Sana bırakıyorlar yani?

-Parsadan: Bana bırakırlardı. Akşamleyin gelir ben makbuzları ne yaparım bilir misin; üst koçanı diyelim Pamukbank’tan almışım, 20 milyon, alt koçanına 2 milyon yazarım. Bunlar gelince yarı yarıya paylaşırız.

-Soru: Alo yaptığını bilmiyorlar değil mi?

-Parsadan: Biliyorlar canım. Bende bir keramet olduğunu, benim para topladığımı her şeyi biliyorlar, her şeyi.

-Soru. Yine de makbuzları getiriyorlar.

-Parsadan:_Getiriyorlar. Ne gelirse nerden gelirse gelsin kardır hesabı? Bunlar nasıl para topluyorlar biliyor musun? Cami yaptırma derneğine 10 lira, 20 lira, 5 lira toplarken? Bir anda bunlara 20 milyon, 50 milyon(1988’den bahsediyorum, o zaman bir Doğan alıyorsun, 17-18 milyon anahtar teslim) bunların ceplerine 5 milyon-10 milyon para koyuyorum, şaşırıyorlar. Ama bana 95 milyon koyuyorum o başka. Yani dört günde bir bunlara sıfır araba parası veriyorum, cami yaptıracaklar ya hesapta, uçuyorlar?

_Soru. İyi ama onlar da camiye 1 lira verecekler 10 lira cebe

-Parsadan: Yahu ne camisi be ağabeycim. Cami dediğin bedavaya yaptırılır. Bunlar yaptırır mı? Yine gariban inananlar çalışır yaptırmak için ya. Bunlar cebellezi. Uğur Dündar hepsini çıkarttı işte ya.

-Soru: Cebellezi değil mi?

-Parsadan: Cebellezi tabi ya. Bunlar ya.En kolay Müslüman, Hristiyan, Katolik her neyse, inanan insanlar kazıklanır. Çünkü saftırlar. Hadi gelsinler beni kandırsınlar.”
ANKA
http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/5374437.asp?m=1&gid=112&srid=3431&oid=2
Minik Yorum:Yazı başlığı inançlı insan dolandırılı olmuş ama,Kimler dolandırılmadıki? Bir gecede %100 artan dolar,bankerzadeler;Yada bankzadeler filan falan.

Ramo
04-11-2006, 12:11
Bu arada sizinle başımdan geçen küçük bir anımı Paylaşayım.Sene 1987 şu an çalıştığım okuluma yeni geldim.Okul fokur fokur kaynıyor.Herkes bir köşede fısıl,fısıl mark,döviz muhabbeti yapıyor.Bazıları daha da ileri götürüp günlük mark değişimini el yazısı ile yazıp öğretmenler odasına asıyor.Biraz zor ve güç olsada işin aslını ve organizasyon şefini öğreniyorum.
Herkesin hayatından pek memnun olduğunu,dışarıda kuyumcu bir zatı muhteremin marka %20 kar payı verdiğini öğreniyorum.
Yeni evliyiz,elimizde düğün takı filan üç beş kuruş var.
Hemen falancayı bul deli para kazanıyoruz diye elimde para olduğunu duyan lar peşimde dolanyor.Kıllanıyorum ama yinede öyle anlatıyorlarki kanmamak elde değil.

Velhasıl bu işi organize eden muhterem öğretmen arkadaş bir çay içme ayağına ziyarete geldi.O geldi diye herkes orda,etrafımda nerdeyse herkesin bu işe para yatırmış olduğunun şakınlığı var.
Ummadığım adamların bile bu oyunda olduğunu hayretlerle görüyorum.İçimden bir ses bir "tek senmi akıllısın bu kadar adam aptal mı?"diyor
Artık baya bir ikna olmuş tavırla.Az da heyacanla.
"Hocam bu zat ne kadar faiz veriyor" cümlesi ağzımdan çıkmazmı!
Ortalık buz kesiyor.Bunun faiz olmadığı,kar payı olduğu dinen faizin haram olduğunu vb.Organizatör dindersi öğretmenimiz sitemli bir serzenişle daha yüksek bir sesle gözümün içine bakarak anlatılıyor.
Bu kadar zılgıtı yedikten sonra "Hocam üç beş kuruşda bizim var.Bizde yatıralım diyemiyorum.
İyi kide demiyorum.Bu olaydan kısa bir süre sonra.Bu işi yapan kuyumcu zatı muhterem ortadan yok oluyor.Dükkanına kar payı almaya gidenler,iş değişikliği nedeniyle kapalıyız yazısı çıkıyor.İyi niyetli olarak İstanbulda fabrika kuruyormuş sözleri filan çıktıysa da vatandaşın paralarını iç ettiği anlaşılmakta gecikmiyor.
Yukarıda okulumuzda bu işin ayağı olduğunu söylediğim Din bilgisi öğretmenimin Çok uzun süreler,İnanç dünyası adlı programı TRT2 de yaptığını da hatırlatalım.
Çok lafın özü,Gerçek inançları para olanların,Bu hedeflerine varabilmek için Kutsal değerler dahil kullanmayacakları şeyler olmadığını bizzat yaşayarak da öğrenmiş biri olarak.
Kendini dinci yadar dindar,Çok milliyetci yadar vatansever yada iyilik meleği gibi reklam etmelerinden nefret ederim.Hoca Nasrettin in kürküne benzetirim bu davranışları.Saygılar

buena vista
04-11-2006, 14:30
Zeynep GÖĞÜŞ

ZEYTİNYAĞI gibi suyun üstüne çıkmak... Bu güzel deyim Kıbrıs bağlamında Rum tarafının yaklaşımına çok uyuyor. Sen hem anlaşmaya yanaşmayan taraf ol, hem de işi Türkler bozdu diye propaganda yap.

Öte yandan Türkiye’nin kendini iyi pazarlayamadığı da gerçek. Ama biz zaten bu "pazarlama" sözcüğüne alerjik sayılırız. Neymiş öyle kadın pazarlar gibi memleketi pazarlamak! Hatırlarsanız bu alerjimiz yüzünden "Türkiye’yi pazarlamalıyız" dediği için Başbakan’ın yemediği medya zılgıtı kalmadı. Eh ne de olsa Türkiye medyasında suyun başını tutanlar olarak kapalı ekonomi çocuklarıyız. Başbakan pazarlama yerine "marketing" demiş olsaydı pek kimse bir laf etmezdi, bu da ayrı bir gerçek...

Neyse ki artık Avrupa Birliği tarafında da bu Rumların zeytinyağı numarasını yutmayanlar var. Fakat sonuç değişmiyor. Kıbrıs sorunu çözümsüz kaldıkça AB ilişkisini yüreğimiz ağzımızda izlemeye devam.

* * *

Zeytinyağı deyince... Öte yandan bizim AB ile çok ciddi ve gerçek zeytinyağı sorunumuz da var. Türk zeytinyağını marketlerde rastladığımız şık şişeler içinde AB’ye ihraç etmemiz yasak. Zira Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki Gümrük Birliği anlaşmasına göre şişelenmiş ya da kutulanmış zeytinyağı paketlenmiş sınai ürün özelliği kazandığından AB’ye giremiyor. Türkiye ancak dökme zeytinyağı ihraç edebiliyor. Bu da bizim için ciddi bir katma değer kaybı demek.

AB ile ilişkilerimizi zeytinyağı boyutunda izlemenin de anlamlı olacağını düşünüyorum. Hem bizim, hem karşı tarafın hataları var. Önce kendi hatalarımıza bakalım. Hedef elbette markalı ihracatın artırılması olmalı, ama Türk ailesi ve Türk restoranları hálá zeytinyağı kullanımı konusunda ikna edilmiş değil. Ve daha da önemlisi ne kamuoyu önderleri ne de siyasi karar mekanizmalarını yönetenler bu ürünün stratejik önemini anlamış değiller.

Bugün AB ile markalı ürün ihracatında sorunumuz var, ama Gümrük Birliği öncesinde de dökme zeytinyağı ihracatı bugünkü seviyelerinde değilmiş. Rakamlar 95’ten itibaren ihracatın hız kazandığını gösteriyor. Demek ki AB’nin olumlu bir etkisi olmuş. Son 10 yıllık dönemde ihracatın yüzde 40’ı İtalya’ya, yüzde 20’si İspanya’ya dökme olarak yapılıyor, onlar kutulayıp satıyorlar.

* * *

Bu sorun nasıl aşılacak? İspanya’da başbakanın kendisi çıkıp zeytinyağı reklamında oynamış. Bizim de siyasetçilerimiz bu cesareti gösterebilmeli. Liderlik vasfı "pazarlamacı" suçlamalarına göğüs germeyi gerektirir. Ama işimiz yazının başında da söylediğim nedenlerle zor.

Zeytin ülkesi olmak Tanrı’nın bir lütfu. Türkiye’de 130 milyon zeytin ağacı var. Zeytin üretiminde ikinci, zeytinyağında beşinciyiz. Türkiye markasının stratejik ana ürünlerinden biri pekala zeytinyağı olabilir, ama planlı hareket etmek, kafa yormak ve pazarlamaya önem vermek koşuluyla.

buena vista
05-11-2006, 08:04
Dünya Değerler Araştırması'na göre günümüz insanı, ülkesi için daha fazla demokrasi ve özgürlük talep ederken, kendisi kurallara uymuyor


Dün de yazdım. Dünya Değerler Araştırması'nın 25. yılı nedeniyle araştırmayı değişik ülkelerde yürüten sosyal bilimciler, İstanbul'da 2 günlük konferansta bir araya geldiler ve insani değerlerin son 25 yılda ne gibi değişikliklere uğradığını masaya yatırdılar.
80 ülkede yürütülen ve dünya nüfusunun % 85'ini kapsayan araştırmanın 25. yılı değerlendirmesinde bana en çarpıcı gelen, günümüz insanının demokrasiyle ilgili çifte standardıydı.

Kâğıt üzerinde evet
Latinobarometer'in Direktörü Şilili Marta Lagos'un değerlendirmesi elbette Latin Amerika ülkeleriyle sınırlıydı, ama başta Fransa'da, Avrupa'da, hatta Türkiye'de de durum farklı değil:
"Latin Amerika'da demokrasi gelişiyor, demokrasiyle yönetilen ülkelerin sayısı son 25 yılda çok arttı. Anket çalışmalarında Şilili, Brezilyalı, Meksikalı, Arjantinli fark etmiyor; kime sorsanız demokrasinin yararlarından söz ediyor; daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük istiyor. Ama birey olarak kendi hayatında, demokratik bir toplumda yaşamanın gereklerini, yükümlülüklerini yerine getirmiyor, kurallara uymuyor.
Meksika'yı ele alalım. Meksika'da 70 yıllık tek parti yönetiminin ardından 2000 yılında demokrasiye geçildi. Meksikalılar kurumsal olarak demokrasinin ateşli savunucuları, ama aynı Meksikalıların bireysel davranışlarında geleneksel değerlere dönüş var. Kural tanımazlık artıyor, demokratik bir toplumda yaşamanın gerekleri unutuluyor."
Marta Lagos'un bu tespitleri, Ermeni soykırımını inkâr yasasını Meclis'ten geçiren Fransızlar için geçerli değil mi? Aslında şu ülke bu ülke diye ayırım yapmaya da gerek yok. Günümüz insanı mutlaka demokratik bir toplumda yaşamak istiyor; kendisinin özgürlük alanı genişlesin, ama o başkalarının özgürlüklerini ihlal edebilsin! Anketlere verilen yanıtlardan çıkan sonuç bu.

Gösterilerde artış
Araştırmanın Avrupa ayağında yer alan Bremen Uluslararası Üniversitesi'nden Prof. Dr. Christian Wetzel'in şu tespitini de sizlerle paylaşmak istiyorum:
"Dünyada son 25 yılda 'hayatı idame ettirme' değerlerinden 'kendini ifade etme' değerlerine geçen insan sayısı büyük ölçüde arttı. İnsanlar her alanda kendilerini daha fazla ifade etmek ve katılımcı olmak istiyorlar. Sokak gösterilerine katılanların sayısı da son 25 yılda 2 katına çıktı."
Haaa, şimdi burada bir terslik var. Gösterilere katılanların sayısı 2 katına çıktıysa, biz bunları neden göremiyoruz? Yapılan gösterilerin niteliği mi bu süreçte değişti, yoksa medya olarak bizlerin onları göstermeme gibi bir kusuru mu var?

Ve seçkinler...
Son olarak Madrid Üniversitesi'nden Prof. Juan Diez - Nicolas'ın seçkinlerle ilgili kapsamlı araştırmasından çarpıcı bir bulgu:
"Azgelişmiş ülkelerin seçkinleriyle zengin ülkelerdeki seçkinlerin yaşam tarzları aşağı - yukarı aynı. Zengin ülkelerin seçkinleriyle seçkin olmayanların yaşam tarzları arasında çok abartılı bir farklılık yok, ancak azgelişmiş ülkelerde seçkinlerle seçkin olmayanların yaşam tarzları arasında bir uçurum var."
Bu tespit, size çok tanıdık gelmiyor mu? :;sicakkahve

mtamer@milliyet.com.tr

Ramo
09-11-2006, 12:43
İnternette bir kurgu yazıya rastladım.. Başlık 2007 ’ye girerken… yazı şöyle ..

Geçen ay Birleşmiş Milletler tarafından dünya çapında bir anket yapılmış ve sadece şu soru sorulmuş:

“Lütfen dünyanın geri kalan kısmındaki yiyecek eksikliğine yönelik bir çözüm ile ilgili kişisel görüşünüzü dürüstçe belirtiniz.”

Anket başarısızlıkla sonuçlanmış. Çünkü:

Afrika’daki insanlar “yiyecek” kelimesinin Batı Avrupa’daki insanlar “eksiklik” kelimesinin Doğu Avrupa’daki insanlar “kişisel görüş”ün, Ortadoğu’daki insanlar “çözüm”ün, Güney Amerika’daki insanlar “lütfen”in, Asya’daki insanlar “dürüstlük” kelimesinin, Amerika’daki insanlar da “dünyanın geri kalan kısmı”nın ne anlama geldiğini bilmiyorlarmış.

Küreselleşme sürecinde bu kadar farklı sosyal yapıdaki ülkelerin bir araya gelip, aynı köyün insanı olmaları nasıl mümkün olacak?

Küreselleşme, ekonomik anlamda da olsa, Dünyada fakir ve zenginlik farkı, küreselleşme önünde çok önemli bir engel olarak görülmektedir.

Ümidimiz, küreselleşme içinde bu farkların azalmasıdır.

Dünyada bazı toplumların çok zengin bazılarının ise çok fakir olması elbetteki yalnızca tesadüflerle açıklanamaz.. Örneğin, güney yarı kürenin fakir, kuzey yarı kürenin zengin olmasında, iklim şartlarının da etkisi olduğu muhakkaktır.. Ancak elbetteki tek neden değildir.. Daha önemli başka nedenler de vardır..

Örneğin , Sosyo-ekonomik sistem bu nedenlerden birisidir.. Aksi halde Kuzey Kore’nin fakir, güney Kore’nin daha zengin olması, yalnızca iklim koşullarıyla açıklanamaz.

Diğer taraftan, din faktörü ve gelenekler de insanların çalışmasını zenginlik ve fakirliği tayin eden etkenlerdir.

Musevilerin dünyanın her yerinde zengin olmasında, din faktörünün önemli bir etkisi vardır.. İslam ülkelerinin fakir olmasında ise İslam dini değil Arap geleneğinin etkisi vardır.. Zira Araplar uygulamada İslam dinini kendi geleneklerine göre yorumladılar..

Ülkelerin kalkınmasında, genetik etkide önemli bir faktördür. Örneğin her dini bayramda 10 gün tatil yapmak, yılda 140 gün tatil yapmak bize özgü bir tembelliktir.

Toplumların gelenekleri, vergi yapısını bile etkilemiştir.

Anglo Sakson Ülkelerde öteden beri gelir ve kurumlar vergisi gibi dolaysız vergiler ön planda tutulmuştur. Latin kökenli ülkelerde, Fransa, İtalya ve Güney Amerika’da ise, tüketim vergileri gibi dolaylı vergiler ön planda olmuştur.

Aynı şekilde, vergi tarihinde Anglo Sakson toplumlar vergiye karşı daha az Latin kökenli ülkeler ise daha çok tepki göstermiştir.

Biz çok sıkışınca çözüm üreten toplumuz .. .

Önce dere yatağına kaçak yapılar yapıyoruz.. İlgili kuruluşlar göz yumuyor.. Arkasından sel felaketi olunca hesabını kim verecek diye soruyoruz ?

Yolsuzluk ve yoksulluk , anarşi ve törörü de tımandırdı..

Aklımızın başına gelmesi için daha nelere katlanmalıyız ?

Prof Esfender Korkmaz

Ramo
10-11-2006, 14:40
Bağımsız Kamu Görevlileri Sendikaları Konfederasyonu’nun (BASK) yaptığı araştırmaya göre, AKP’nin iktidarda olduğu son 4 yıllık dönemde Türkiye’nin iç ve dış borç stoku yüde 55.5 oranında artarak 544.2 milyar YTL’ye, kişi başına borç miktarı ise yüzde 46.5’lik artışla 7 bin 367.02 YTL’ye ulaştı.


BASK uzmanlarınca yapılan araştırmaya göre, AKP hükümetinin kurulduğ 2002 yılı sonunda 144.2 milyar YTL’si iç, 205.7 milyar YTL’si de dış borç olmak üzere toplam 349.9 milyar YTL olan Türkiye'nin borç stoku son 4 yıllık dönemde yüzde 55.5’lik artışla 544.2 milyar YTL’ye ulaştı. Türkiye’nin borçlarının 251.9 milyar YTL’sini iç, 292.3 milyar YTL’sini ise dış borçlar oluşturdu.

Araştırmaya göre, AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında 2 bin 72.41 YTL olan kişi başına iç borç miktarı 3 bin 409.83 YTL’ye, dış borç miktarı da 2 bin 955.69 YTL’den 3 bin 957.19 YTL’ye çıktı. Buna göre, 2002 yılında 5 bin 28.10 YTL düzeyinde bulunan kişi başına toplam borç miktarı da yüzde 46.5’lik artışla 7 bin 367.02 YTL’ye çıktı. Başka bir deşiyle AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında her bebek 5 bin 28.10 YTL borçla dünyaya gelirken, 2006 yılında bu borç miktarı 7 bin 367.02 YTL’ye ulaştı.

“ÜRKÜTÜCÜ TABLO”

BASK Genel Başkanı Resul Akay, yaptığı açıklamada, son 4 yıllık dönemde Türkiye’nin toplam borç stokunun 544.2 milyar YTL’ye ulaşmasını “ürkütücü bir gelişme” olarak değerlendirirken, “Ekonomide toz pembe bir portre çizenlerin, bu tablo karşısında nasıl bir savunma yapacaklarını merak ediyoruz” dedi.

“TÜRK EKONOMİSİ ROTASINI KAYBETMİŞ BİR GEMİ GİBİ”

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın her fırsatta, Türkiye ekonomisinin hızla büyüdüğünü ve ekonominin iyiye gittiğini söylediğini anımsatan Akay, “Oysa göstergeler bunun tam tersini söylemektedir. Bu rakamlar göstermiştir ki Türk ekonomisi rotasını kaybetmiş bir gemi gibi kayalıklara doğru hızla ilerlemektedir. Bu tablo, ilköğretim düzeyinde ekonomi bilgisine sahip çocukları dahi dehşete düşürmektedir” diye konuştu.

http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/5220238.asp?gid=52

buena vista
11-11-2006, 09:25
Madalyonun iki yüzü

AB Komisyonu'nun Türkiye İlerleme Raporu başucu kitabımız oldu. Belgedeki uzun eleştiriler ve eksikler listesini okudukça iç çekiyoruz. Sonra Avrupa'ya bakıyor, bir daha iç çekiyoruz.
Çünkü tam da "Ele verir talkını" atasözünü çağrıştıran bir durum var. İşte rapordan ve Avrupa'dan kesitler:
- "Türk Ceza Kanunu'nun 301'inci maddesi ifade özgürlüğü önünde engel oluşturuyor. AB standartlarının yakalanması için bu maddenin değiştirilmesi gerekiyor." (İlerleme Raporu'ndan)
Polonya Anayasa Mahkemesi, Ceza Yasası'nın "İftira" suçuna hapis öngören 212'nci maddesinin iptalini reddetti. Madde "Her kim bir kişiyi kamuoyu önünde aşağılarsa bir yıla kadar hapisle cezalandırılır" diyor ve suç medya aracılığıyla işlenirse cezanın iki katına çıkarılmasını hükme bağlıyor. Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütü, bu maddenin ifade özgürlüğü önünde engel oluşturduğunu bildirdi ve Polonya'yı "Avrupa'nın kötü öğrencisi" ilan etti. (Not: Polonya 1 Mayıs 2004'ten bu yana AB üyesi)

Yeni dönemin asıl sorunu
* "Türk yetkililere göre, Lozan Antlaşması uyarınca Türkiye'deki azınlıklar Yahudiler, Ermeniler ve Rumlar olmak üzere gayrımüslimlerden oluşuyor. Fakat ilgili uluslararası ve Avrupa standartlarına göre Türkiye'de azınlık olarak tanımlanabilecek başka toplumlar da var. " (İlerleme Raporu'ndan)
Slovenya, nüfusunun yüzde 1'ini oluşturan bir topluluğu vatandaşlıktan çıkardı. Kimlik kartları imha edilen, konut, istihdam ve emeklilik haklarından yoksun bırakılan bu topluluk, en az yarım yüzyıldır Slovenya topraklarında yaşayan eski Yugoslavya vatandaşlarından oluşuyor. Hükümet ne mahkeme kararlarına uyuyor, ne AB'nin uyarılarına kulak asıyor. (Not: Slovenya, 1 Mayıs 2004'ten bu yana AB üyesi)
* "Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından hazırlanan vaazlarda ve yayınlarda misyonerlik faaliyetlerine düşmanca yaklaşım gösteriliyor." (İlerleme Raporu'ndan)
Slovakya Milliyetçi Partisi lideri Jan Slota, Almanlar'ı topraklarından süren Çekler'ı kıskandığını söyledi, "Elimden gelse topraklarımızdaki tüm Macarlar'ı bir uçağa doldurur, ellerine sadece gidiş bileti tutuşturarak Mars'a gönderirdim" dedi. (Not: Slovakya, 1 Mayıs 2004'ten bu yana AB üyesi)
Kamuoyu araştırmalarına göre halkın sevgilisi haline gelen milyarder işadamı Gigi Becali Romenler'i hem dış düşmanlara (IMF, NATO ve AB), hem de iç düşmanlara (Romanlar, Türkler, Macarlar) karşı savaşa çağırdı. Bizim Romanya Partisi lideri Vadim Tudor ise Romen kökenli olmayan herkesin kovulmasını istedi. (Not: Romanya 1 Ocak 2007 tarihinde AB'ye katılacak)
* "Avrupa Birliği bir değerler birliğidir." (AB Komisyonu belgelerinden)
Polonya Cumhurbaşkanı Lech Kaczynski, idam cezasını geri getirme kararlılığını koruduğunu, kürtaj ve eşcinsellik gibi "Günahlar"a karşı daha etkin bir politika izleyeceğini bildirdi.
Bu tabloya bakınca, gel de AB'nin Türkiye'ye sıraladığı eleştirileri "Bahane" olarak görenleri ikna et. Gel de The Wall Street Journal'ın "Avrupalılar'ın Türkiye'nin üyeliğine soğuk davranmalarında bu ülkenin eksiklerinin hiçbir ilgisi yok" gözlemine katılma
Brüksel'e hatırlatırız: Sorun artık sadece Türkiye'de AB'ye desteğin azalması veya karşıtlığın artması değil. Asıl sorun, AB'nin ard veya kötü niyetli olduğuna inananların hızla çoğalması...
İyi ama bu gelişmenin, AB'nin de derdi olması gerekmiyor mu? Çünkü yine The Wall Street Journal'ın dediği gibi, "Türkiye, Avrupasız da büyüyüp gelişebilir ama AB, Türkiye'siz büyüyüp gelişemez." Erdal Safak (Sabah)

Ramo
13-11-2006, 22:00
Türkiye'de 15 kentte 2 bin 100 denek üzerinde yapılan bir araştırma, en çok güvenilen mesleklerin başına öğretmen, profesör, işçi, doktor savcı ve hakimlerin bulunduğunu ortaya koyarken, ordu ve cumhurbaşkanlığı gibi makamlar da en güvenilen kurumlar arasında üst sıraları paylaştı.

Araştırmaya göre, halk en az milletvekilliği, müteahhitlik, politikacılık, din adamlığı gibi mesleklere güven duyuyor.

İzmir'de bulunan Uluslararası Stratejik Araştırma Eğitim ve Danışma Merkezi Platformu (USADEM), Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Mersin, Bursa, Balıkesir, Aydın, Antalya, Kayseri, Malatya, Kahramanmaraş, Diyarbakır, Trabzon ve Kars illerindeki toplam 2 bin 100 denekle ''Kurumsal ve Mesleksel Güvenilirlik'' anketi yaptı.

AA muhabirinin aldığı bilgiye göre, deneklerden bin 900'ünün değerlendirmeye tabi tutulduğu ankette katılımcılara, içinde kurum ve kuruluşların da yer aldığı 44 meslek seçeneği sunuldu.

Çalışmaya katılanların yüzde 82.29'u öğretmenliği en güvendiği meslek olarak işaretlerken, bunu yüzde 79.84 ile profesörlük, yüzde 77.98'le işçilik, yüzde 68.09'la doktorluk, yüzde 66.10'la savcılık, yüzde 64.84 ile hakimlik meslekleri izledi.

Bu arada, ordu (yüzde 81.94), Cumhurbaşkanlığı (yüzde 79.41), üniversiteler (yüzde 70.96), mahkemeler (yüzde 64.46), sivil toplum kuruluşları (yüzde 64.41) en güvenilir kurumlar olarak belirlendi.

-''GÜVEN DUYULMAYANLAR''-

Katılımcıların en az güven duydukları mesleklerin başını ise milletvekilliği aldı. Milletvekilliği yüzde 7.19 ile en az güven duyulan meslek olarak seçilirken, bunu sırasıyla müteahhitlik (yüzde 7.50), kooperatifçilik (yüzde 8.53), politikacılık (yüzde 11.14) ve din adamlığı (yüzde 24.39) izledi.

Avukatlık (yüzde 30.05), hayat kadınlığı (yüzde 31.54), gazetecilik (yüzde 35.28) ve televizyonculuk (27.26) oy oranı ile en az güvenilen meslekler arasında yer aldı.

Araştırmaya katılanlar en az güven duydukları kurumu yüzde 7.30 ile siyasi partiler olarak belirlerken, hükümetler yüzde 20.50, yerel yönetimler ise yüzde 35.45 ile güvenilmeyen öteki kurumlar arasında yer aldı.

Öte yandan, bazı toplumsal grupların güvenilirliği sıralamasında ise köylü vatandaşlar yüzde 74.16 ile ilk sıraya yerleşti. Yüzde 74.14 ile komşular, yüzde 62,64 ile gençlik, yüzde 59.05 ile kadınlar güvenilirlik elde ederken, bu kategoride erkeklerin oranı yüzde 51.27'de kaldı.

-''HALK CUMHURİYETE VE DEVLETİNE GÜVENİYOR''-

USADEM Koordinatörü Sosyolog Prof. Dr. İbrahim Armağan, çalışmanın sonuçlarıyla ilgili olarak AA'ya yaptığı değerlendirmede, halkın ekonomik ve güvenlik sorunlarının çözümünü siyasetçiden, hükümetlerden beklediğini, ancak bu sorunları gideremeyen siyasetçileri başarısız gördüğünü kaydetti.

Aynı araştırmada deneklere yöneltilen ''Kendinizi nasıl görüyorsunuz?'' sorusunu yanıtlayanların ancak yüzde 5'ten aşağısının şeriat düzeni taraftarı olduklarını ifade eden Prof. Dr. Armağan, sözlerini şöyle sürdürdü:

''Buna tersinden baktığınızda halkın yüzde 95'ten fazlasının Cumhuriyet rejimini, devletini benimsediği, buna sahip çıkmak istediği sonucu görülüyor. Ancak politikacılara güvenmeyince cumhuriyet ve devletin temsilcisi olarak cumhurbaşkanını, devletin ve cumhuriyetin koruyucusu olarak da orduyu görüyor. Halk kurumları değerlendirirken, ideolojik değil, sağduyulu bakıyor. Sorunlara göre bir değerlendirmede bulunuyor ve siyasetçilerde bunu bulamayınca ortaya çıkan boşluğu cumhurbaşkanlığı, ordu gibi kurumlar dolduruyor. Halk, devletine ve cumhuriyet rejimine güveniyor.''

Prof. Dr. Armağan, güvenilir meslekler arasında eğitimciler ve akademisyenleri ilk sıraya yerleştiren vatandaşın, bilime ve eğitime olan güvenini ortaya koyduğunu, hakim, savcı ve doktorları öne alarak, adalete olan inancını gösterdiğini bildirdi.

Prof. Dr. İbrahim Armağan, sivil toplum kuruluşlarının aldığı yüksek oy oranlarının ise halkın bir anlamda sorunları çözmede kendine olan güvenini gösterdiğini sözlerine ekledi.

ZAMAN GAZETESİ
Minik Yorum:Ali hocamla karşılıklı sevinelim.Öğretmenler güvenilir.İmamlar mütahitler iş bilir.Sahi hocam hangisi geçer akçe giderek kafam karışmıyor dersem yalan olur...

buena vista
16-11-2006, 19:02
AB iki krizi birden yönetecek yeteneğe ve beceriye sahip mi, hep birlikte göreceğiz.
Bir yanda Kıbrıs yüzünden Türkiye ile kriz... Öbür yanda Polonya yüzünden Rusya ile kriz...
İlki AB Komisyonu'nun genişleme komiseri Olli Rehn'e saç yolduruyor, ikincisi ise AB'nin Dış Politika ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi Javier Solana'ya sadece saç değil, sakal da.
Uykuları kaçan dönem başkanı Finlandiya ise netameli görevi Almanya'ya devretmek için gün sayıyor.
Çünkü iki krizde de köşeye sıkıştırılmak istenenler, geri adım atmaya zerrece niyetli değiller. Ne Türkiye, ne de Rusya. Yerden göğe haklı olarak.
Rusya krizi, AB dışişleri bakanlarının 13 Kasım'daki toplantısında patlak verdi. Türkiye'nin gündemin ilk sırasında yer aldığı o toplantıda, AB Komisyonu'na Rusya'yla yeni ortaklık ve işbirliği anlaşması müzakerelerini başlatma yetkisi verilmesi karara bağlanacaktı. Beklenmedik bir gelişme oldu, Polonya veto etti.
Gerekçesi: AB'de yeni üyelerin sorunlarının gözardı edilmesi, onlara "İkinci sınıf üye" muamelesi yapılması!
Bu yakınmanın ardında şu talepler bulunuyor: Rusya sığır eti ve tahılda Polonya'ya uyguladığı ambargoyu kaldırsın. Polonya'yı bypass ederek Baltık Denizi altından Almanya'ya gaz boru hattı döşenmesi projesini durdursun. 17 Aralık 1994'te Lizbon'da imzalanan "Enerji Şartı"nı onaylasın.
Türkiye'nin de imzası bulunan bu sözleşme, petrol ve doğal gaz yataklarının işletilmesini ve taşınmasını rekabete açmayı öngörüyor. AB geçen kış Ukrayna yüzünden patlak veren doğal gaz krizinden sonra bu sözleşmeyi daha da önemsedi. Çünkü enerji ihtiyacının karşılanmasında güvence olarak görmeye başladı.

Restse al sana rest
Ancak Rusya eski Başkan Yeltsin döneminde imzaladığı sözleşmeyi parlamentodan geçirip yürürlüğe koymayı reddediyor. (Tıpkı bizim Rumlar'a limanları açmayı kabul edip Meclis'ten geçirmeyi, dolayısıyla yürürlüğe sokmayı reddetmemiz gibi.) Başkan Putin'in gerekçesi şöyle: "Sözleşme Rusya'daki petrol ve gaz yataklarının Batı şirketlerince işletilmesinin, boru hatlarının satılmasının yolunu açıyor. İyi ama petrol ve gaz bizde, boru hatları da bizde. Bunları açarsak Batı'dan karşılığında ne alacağız?"
Putin'in bu sorusuna makul yanıt veremeyen AB'nin büyükleri (Fransa, Almanya, İngiltere, İtalya) enerji güvenliğinde çözümü Rusya'yla ikili anlaşmalar yapmakta buldular. Polonya'ya da "Ne halin varsa gör" dediler.
İşte Polonya şimdi hem o bencilliğe tepki gösteriyor, hem de geçmişinden gelen komplekslerin etkisiyleRusya'dan sözde intikam almaya çalışıyor.
Sözde diyoruz; çünkü Putin'in umurunda değil. İşte Rus basınındaki yorumlar: "AB'nin bazı yeni üyeleri iç sorunlarını birliğe taşıdılar." "Şantaja boyun eğmektense AB ile işbirliğinden de, ortaklıktan da vazgeçeriz."
Ve işte Putin'in yanıtı: "Hiç kimse bizden karşılıksız olarak bu anlaşmayı onaylamamızı beklemesin!" İstediği karşılık: Rus şirketlerinin AB ülkelerindeki enerji dağıtım şirketlerini satın alabilmeleri.
Brüksel'deki bazı yorumlara göre, Polonya'yı aslında Rusya'yı bu talebinden vazgeçmeye zorlamak isteyen bazı AB üyeleri (başta Almanya ve Fransa) kışkırtıyor.
Malum; liman krizinde de Rumlar'ı Türkiye'yi imtiyazlı ortaklığa razı etmek isteyen bazı AB üyelerinin öne sürdüğü biliniyor.
Peki, sıkıştırmaya çalışılan iki stratejik güç "Ne haliniz varsa görün" deyip -Ankara'da bazı çevrelerin önerdikleri gibi- stratejik ortaklığa giderlerse, kopacak jeostratejik kıyamete AB yeterince hazır mı? Erdal Safak (SABAH)

yorum: bir yandan Türkiye, diger yandan Rusya..AB``yi dagitacaklar bu gidisle..

buena vista
17-11-2006, 17:51
AB müzakerecisi Babacan: Üyelik için kararlıyız ve tüm çabamız üye olabilmek için. Ama yine de garanti değil.

Devlet Bakanı Ali Babacan, 5 AB başkenti turunun son durağı Kopenhag'da 'açık' mesajlar verdi: "Avrupa'nın kendi içinde başta işsizlik olmak üzere çok sorunu var. Bizim de yapacak işimiz çok, üyelik gerçekleşir mi gerçekleşmez mi bilemeyiz. Ancak çabalarımız bu yönde."



'Üyelik garanti değil'

Devlet Bakanı Babacan Kopenhag'da, Türkiye'nin AB üyesi olmak için reformlar yaptığını ancak hâlâ yapılacak şeyler olduğunu belirterek "Üyelik gerçekleşir mi, gerçekleşmez mi bilemeyiz" dedi.

Brüksel, Paris, Lüksemburg, Stokholm ve Kopenhag turuna çıkan Avrupa Başmüzakerecisi ve Devlet Bakanı Ali Babacan, dün Kopenhag'da Danimarkalı işadamlarına yönelik düzenlenen bir toplantıda Türkiye'nin AB'ye üyeliğinin garanti olmadığını söyledi. Danimarka Avrupa Hareketi'nin Sanayiciler ve İşadamları Derneği (Dansk Industri) ve Politiken gazetesi ile birlikte düzenlediği toplantıda konuşan Babacan, Türkiye'nin son yıllarda gerçekleştirdiği sosyal ve ekonomik reformlara değindi. Türkiye'nin AB'ye üyeliği için kararlı olduğunu ve tüm çabalarının da üye olabilme amacını taşıdığını belirten Babacan, "Ancak yine de üyelik garanti değil. Avrupa'nın kendi içinde de başta artan işsizlik olmak üzere çok büyük sorunları var. Birliğe alınan yeni ülkelerin de üyeliğe hazır olmadan alınması sorun oldu. Bizim de yapacak işimiz çok, üyelik gerçekleşir mi gerçekleşmez mi bilemeyiz, ama tüm çabalarımız bu yöndedir" dedi. Avrupa'da milyonlarca kişi ve onlarca siyasi parti olduğunu söyleyen Babacan, şöyle devam etti: "Türkiye'nin üyeliği hakkında olumsuz düşünenler olması doğaldır. Dönemsel olarak bu değişiklik gösterebilir. Bizim de eleştirel düşünenlere karşı sabırlı ve anlayışlı olmamız gerekiyor. AB'ye yine de güveniyoruz, inandırıcılığın kaybolmaması önemlidir." Babacan ayrıca, Türkiye'nin AB'ye girmesinin sadece AB'ye ya da Türkiye'ye fayda sağlamayacağını, tüm dünyaya faydası olacağını ifade ederek, Arap dünyasından, Kuzey Afrika'ya, Malezya'ya, Endonezya'ya kadar birçok Müslüman ülkenin Türkiye'nin üyelik görüşmelerini yakından takip ettiklerini söyledi ve Türkiye'nin AB'nin sadece 28'inci üyesi olmayacağını, 20'nci yüzyılın en büyük barış projesi olarak gördükleri AB için bunun ötesinde bir üyelik olacağını belirtti.

Laiklik vurgusu
İzleyicilerden gelen bir soruyu yanıtlayan Babacan, Türkiye'nin laik bir cumhuriyet olduğunu vurgulayarak, Türkiye'de din özgürlüğünün olduğunu ve bu alanda bir sorun yaşanmadığını söyledi. Babacan, "Tabii ki Türkiye önünde katetmesi gereken bir yol var. Laiklik ile demokrasinin bir arada yaşayabileceğini gösteriyoruz" dedi.
Sadi TEKELİOĞLU - KOPENHAG

minik yorum: biz bilmiyorduk.! Ancak, yol almak bu konuda fena olmaz sanirim..

buena vista
18-11-2006, 08:17
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=204871

buena vista
19-11-2006, 09:07
Bir yandan çalışan bir yandan da okuma yazma kursuna giden Suphet Düşün çocuklarını da okutmaya çalışıyor. Düşün'ün en büyük hayali ev sahibi olmak. F

Suphet Düşün 13 yaşında, 35 yaşındaki bir adama kuma olarak verildi. Her gece dayak yedi. Ailesine sığındı. Geri gönderildi. Emniyet duyarsız kaldı 20 yıl boyunca korkuyla yaşadıktan sonra 'Yeter' dedi. Töreye ve ailesine karşı geldi. Kendisine ev kiraladı, bir lokantada çalışıyor geleceğe umutla bakıyor..

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=204958

Ramo
19-11-2006, 13:23
Çoğu kişi yakınır...
"Boğaz'ı mahvettiler."
"Beton yığınına çevirdiler."
Doğruluk payı vardır bu sözlerin.
Ama bunu söyleyene sorun...
"İster misin o evlerden birini?"
Yılışık bir gülümseme belirir yüzünde.
Yavşar.
"Tabii" der, "kim istemez ki."


Gerçekten sahip olmayı bırakın...
Şaka yollu teklifte bile omurgalı durmayı beceremez.

Bakın daha dün...
"Suudiler, Mekke'deki Osmanlı kalesi Ecyad'ı yıkıyor" diye, dünyayı ayağa kaldırdık.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin Kültür Bakanlığı, Suudi Arabistan'ı resmen kınadı.
"Ecdadımıza hakarettir" denildi.
"Türk milletine küfürdür" denildi.
"Siz nasıl müslümansınız... Kabe'yi korumak için o kalede can veren Türk şehitlerinden utanın" denildi.
Yetmedi...
İmza kampanyaları yaptık.
UNESCO'ya şikayet ettik.
Yetmedi...
TBMM'de gündeme getirdik.
Milletvekilleri ağzına geleni söyledi.
Nasıl yapacağını açıklamamakla beraber, "gökkubbeyi başlarına yıkarız" diyen bile oldu.
Yetmedi...
Suudi Arabistan'ın Ankara Büyükelçisi, Dışişleri Bakanlığı'na çağrıldı... Fırçalandı.
"Höt" falan denildi.

Dinlemedi tabii adam.
Ciddiye bile almadı.
Önce...
Türk düşmanı İngiliz ajanın Cidde'de oturduğu evi, restore etti... Kapısına da, "Bu ev, Türkler'e karşı bağımsızlık savaşı vermemize yardımcı olan Lawrence'in karargahıdır" plaketi astı.
Nispet yapar gibi.
Sonra...
Yıktı kalemizi.
Dozerle.
Yerine de binalar yaptı.

E bugün bakıyoruz...
O binalardaki dairelerden en çok kim satın almış, devremülk olarak?
Biz.

Bitirmeden ilave edeyim...
Bizim "hele bi yık" diye babalandığımız dönemde, Suudi yönetiminin sesi olarak bilinen Okaz gazetesi, şu manşeti atmıştı:
"Tarih bilinci hakkında konuşacak en son ülke, Türkiye'dir."

Haklıymış Arap.
Ben kendi payıma, özür dilerim.

Yılmaz Özdil
http://www.sabah.com.tr/yaz1365-40-130.html

Ramo
19-11-2006, 13:43
Bir yandan çalışan bir yandan da okuma yazma kursuna giden Suphet Düşün çocuklarını da okutmaya çalışıyor. Düşün'ün en büyük hayali ev sahibi olmak. F

Suphet Düşün 13 yaşında, 35 yaşındaki bir adama kuma olarak verildi. Her gece dayak yedi. Ailesine sığındı. Geri gönderildi. Emniyet duyarsız kaldı 20 yıl boyunca korkuyla yaşadıktan sonra 'Yeter' dedi. Töreye ve ailesine karşı geldi. Kendisine ev kiraladı, bir lokantada çalışıyor geleceğe umutla bakıyor..

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=204958

Kültürleri,gelenekleri,töreleri yerin dibine batsın.Çok utandığım bir vakada bunların töre savunucuları yada avukatlarının bir kuruluşun yaptığı ankete göre köklü üniversitelerimizde bile yer buluyor olması.

Hiç bahsetmedim.Konuştuğumda yada aklıma geldiğinde gözlerim su koyveriyor.
Baldızım bu yöreden bir insanla evlendi.Sevgi ve akş evliliği idi.Çok kısa süre sonra sorunlar çıkmaya,dayak vb olaylar olmaya başladı.Üç yıllık ızdıraplı bir evlilikleri ve birde bu evlikten bir kız çocukları oldu.Sonuçta da boşanmayla bitti.Boşanmada çok sorunlu oldu ama kafanızı ağrıtmayalım.

Kızımızın yaş günü,ailemizin büyükleri ve çocuğumuzun arkadaşları toplanmışız.Herkes keyifli.

Babam beni ararmı ki anne sözcüğü bomba gibi bu keyifli ortamı sarstı.Yaş gününü kutlamak isteyen,burada olamayıp telefonla kutlamak için arayan herkesin telefonuna "babam arıyor" diyerek koştu.Yatma saatini uzunca bir süre geciktirdi.Sonrada yatağına çekilip iç geçirmelerle ağladı.

Kız evladını evlat saymayan,kocaman bir yüksek okul mezunu bu zati muhterem.Bugün 17 yaşında olan,kendi kanından,iliğinden kuzucuğunu bayramlarda yada,özel günlerinde bir kez bile arama zahmetinde bulunmayan baba korkuluğu.

Deme sevgili BUENA dost gönderme böyle şeyleri bu dibi kara tencereye ateşi fazlalaşıp,taşırmasın suyunu.Çokça kaynayıpta yüreklerde ki söndürülmeye çalışılan külleri alevlendirmesin...

buena vista
19-11-2006, 16:18
Peki, sevgili dost Ramo.. Sizleri üzmek icin degildi bu gönderi..
SLMlar..

buena vista

alihoca
19-11-2006, 20:32
Bir yandan çalışan bir yandan da okuma yazma kursuna giden Suphet Düşün çocuklarını da okutmaya çalışıyor. Düşün'ün en büyük hayali ev sahibi olmak. F

Suphet Düşün 13 yaşında, 35 yaşındaki bir adama kuma olarak verildi. Her gece dayak yedi. Ailesine sığındı. Geri gönderildi. Emniyet duyarsız kaldı 20 yıl boyunca korkuyla yaşadıktan sonra 'Yeter' dedi. Töreye ve ailesine karşı geldi. Kendisine ev kiraladı, bir lokantada çalışıyor geleceğe umutla bakıyor..

Buena Vista Dost;

Benzer haberleri her okuyuşumda;
Türkiye Cumhuriyetine örtülü-açık saldırmayı biricik asli görevi sayan KÜRT Aydınları aklıma gelir. Bu adı aydınlar genellikle İstanbul'da ikamet ederler. Kitap yazar, gazetelerde yazarlık yapar, türkü söyler, tiyatro yazar ve oyunculuğu yaparak şöhret olurlar. Hatta yaptıkları milyon dolar bütçeli filmlerinde yine devlete inceden sokuşturma görevini eda ederler. Daha niceleri gibi müzik ve film piyasası da bunların elindedir.

Her ne hikmetse hiç biri binlerce yıllık AĞA-ŞIH düzenine saldırmaz. Hatta yazdıkları kitap, çevirdikleri film ve dizilerde üzerine hafiften mistisizm sosu ekledikleri töre gibi ortaçağ temalarını keyifle işlerler. Boğaz manzaralı daire ve köşklerini bırakmaya kıyıp doğdukları yörelere yaptıkları ender ziyaretlerde AĞA sofralarının baş konuğu olmakta da hiç bir beis görmezler.

Devlete sövmekte bir koro olabilmeyi başaranların bir başka ortak noktası daha vardır. Türk-Kürt otuz bin cana mal olan apoya tek kelime etmemekte ağız birliği etmek bir başka ortak noktalarıdır. Eh böyle olunca; Marksist kökenli bir örgütte nasıl AĞALAR baş rol alabiliyor? Sorusunu sormalarını beklemelerini boşuna beklemiş oluyoruz.

Tekrarlayacak olursam;
Benzer haberleri her okuyuşumda;
Türkiye Cumhuriyetine örtülü-açık saldırmayı biricik asli görevi sayan KÜRT Aydınları aklıma gelir.

Ve içim cızz eder.

alihoca
19-11-2006, 20:45
Deme sevgili BUENA dost gönderme böyle şeyleri bu dibi kara tencereye ateşi fazlalaşıp,taşırmasın suyunu.Çokça kaynayıpta yüreklerde ki söndürülmeye çalışılan külleri alevlendirmesin...
Güzel Hocam;

Acını tazelemiş ama bizlere de acını paylaşma fırsatı vermiş.

Ramo
19-11-2006, 21:46
Teşekkür ederim Ali hocam,Bu haberleri ne zaman okusam boğazım düğümlenir.Eline sağlık eksik kalanlarıda sen yazmışsın.Devletine söven,yaşadığı topraklarda ihanet çemberi oluşturan,kendilerine aydın sıfatı veren bu cücelerin,nedense minicik yavrular töre adına yok edilirken hiç sesleri solukları çıkmaz.Öldürülen yavrucakların namuslarına göz diken alçaklara da birşey yapılmaz.Bu ızdırabı kirletilerek yaşayan bu yavrucaklara ikinci bir ceza olarak beyaz kefen dikilir.

Acıdır ki bugün medya kirli yüzlerini değil,bir çok dizi de,sert,mert delikanlı anlayışı ile bu kültürü empoze eden bir anlayış içerisindedir.

buena vista
19-11-2006, 22:12
Buena Vista Dost;

Benzer haberleri her okuyuşumda;
Türkiye Cumhuriyetine örtülü-açık saldırmayı biricik asli görevi sayan KÜRT Aydınları aklıma gelir. Bu adı aydınlar genellikle İstanbul'da ikamet ederler. Kitap yazar, gazetelerde yazarlık yapar, türkü söyler, tiyatro yazar ve oyunculuğu yaparak şöhret olurlar. Hatta yaptıkları milyon dolar bütçeli filmlerinde yine devlete inceden sokuşturma görevini eda ederler. Daha niceleri gibi müzik ve film piyasası da bunların elindedir.

Her ne hikmetse hiç biri binlerce yıllık AĞA-ŞIH düzenine saldırmaz. Hatta yazdıkları kitap, çevirdikleri film ve dizilerde üzerine hafiften mistisizm sosu ekledikleri töre gibi ortaçağ temalarını keyifle işlerler. Boğaz manzaralı daire ve köşklerini bırakmaya kıyıp doğdukları yörelere yaptıkları ender ziyaretlerde AĞA sofralarının baş konuğu olmakta da hiç bir beis görmezler.

Devlete sövmekte bir koro olabilmeyi başaranların bir başka ortak noktası daha vardır. Türk-Kürt otuz bin cana mal olan apoya tek kelime etmemekte ağız birliği etmek bir başka ortak noktalarıdır. Eh böyle olunca; Marksist kökenli bir örgütte nasıl AĞALAR baş rol alabiliyor? Sorusunu sormalarını beklemelerini boşuna beklemiş oluyoruz.

Tekrarlayacak olursam;
Benzer haberleri her okuyuşumda;
Türkiye Cumhuriyetine örtülü-açık saldırmayı biricik asli görevi sayan KÜRT Aydınları aklıma gelir.

Ve içim cızz eder.

Degerli Hocam,

Ucurum büyük..
Kadini hayat arkadasi olarak niteleyen bir doguluya rastladiniz mi hiç ?

buena vista

alihoca
19-11-2006, 22:53
Degerli Hocam,

Ucurum büyük..
Kadini hayat arkadasi olarak niteleyen bir doguluya rastladiniz mi hiç ?

buena vista
Var, Güzel İnsan.
Var da..
Gönül, daha çook olsun. Çoğunluk olsun diyor.

Öncülüğünü de, karşısındakine ha bire çuvaldız sokacağına, iğneyi eline alacak olan Aydınları yapsın diyor. Gönül, hep deyip duruyor da; İstanbul'da oturup, 4x4'lere binip bu Ülkenin kaymağını yiyinler madam ağzı ile konuşmaya devam ediyorlar.

Hayırlısı diyeceeem ama gelişmeler pek de hayra alamet gibi gibi değil...


Sağlıcakla kal Güzel İnsan.

buena vista
20-11-2006, 20:21
Tufan TÜRENÇ tturenc@hurriyet.com.tr


ÇAĞDAŞ eğitim temel olarak akıl ve bilimi esas alır. Amaç, bilgi çağına ayak uydurabilecek donanım ve bilgiye sahip nesiller yetiştirebilmektir.

Dini eğitim ise vahiyi esas alır. Onu aklın ve bilimin önüne koyar.

O nedenle çağdaş eğitimin içinde dini eğitim yer alamaz.

İmam hatip okullarında ise normal eğitimin içinde dini eğitim de verilmektedir.

Bugüne kadarki uygulamada bu okullarda verilen eğitimde dini anlayışın ön plana geçtiği görülmüştür.

Yani vahiy daima aklın ve bilimin önüne konmuştur.

Bu durum, çağdaş eğitimin felsefesine ve amacına terstir.

Aydın ve çağdaş din adamları yetiştirmek amacıyla kurulan imam hatipler, zaman içinde laik demokratik cumhuriyet karşıtı insan yetiştirir hale getirilmişlerdir.

Ayrıca iktidarların oy hesapları nedeniyle ihtiyacın çok çok üzerinde imam hatip lisesi açılmış ve öğrenci sayısı yüz binleri bulmuştur.

Bununla da yetinilmemiş, iş kız imam hatip liselerine kadar götürülmüştür.
* * *

Zaman içinde imam hatip lisesi mezunlarının bütün fakültelere girmesi için çalışmalar başlatılmıştır.

İmam öğretmen, imam doktor, imam yargıç, imam vali yetiştirmek için üniversite giriş sınavlarında delikler açılmaya çalışılmıştır.

Burada strateji şudur: "Laik cumhuriyeti İslam anlayışının egemen olduğu bir devlet haline getirmek..."

Ama bu hedefe bugüne kadar ulaşılamamış, üniversiteler ele geçirilememiştir.

Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra Tayyip Erdoğan veya aynı dünya görüşüne sahip bir kişinin Çankaya’ya çıkmasıyla bu hedefe varılacaktır.

Çağdaş Eğitim Vakfı’nın açıkladığı bir araştırma, imam hatip okullarında okuyan öğrencilerin beyinlerinin hangi dünya görüşü ile doldurulduğunu ortaya koymaktadır.

"Bu okullarda okuyan öğrencilerin yüzde 80’i Anayasa’nın İslami kurallara dayandırılmasını istemektedir.

Yüzde 83’ü kadınların örtünmesinden yanadır.

Yüzde 60’ı kız ve erkek çocuklarının ayrı okullarda okumasını istiyor.

Yüzde 56’sı Türkiye’nin İslam dünyasının bir parçası olması gerektiğini söylemektedir.

Yüzde 86’sı ise ’Alkol tüm ülkede yasaklansın’ demektedir."

İşte imam hatip liselerinde yetiştirilen öğrencilerin beyinlerine sokulan çağdışı dünya görüşü ile ilgili bazı ipuçları...

Bu kafalara teslim edilen Türkiye’nin nerelere sürükleneceğini görmek hiç de zor değil.

İşte bu gerçekler imam hatiplerin kapatılmasını zorunlu hale getirmektedir.
* * *

Son bir not vermek istiyorum.

Bu yıl 18 Kasım Cumartesi günü itibarıyla Anıtkabir’e Atatürk’e koşan insan sayısı tam 6 milyon 464 bin 336 oldu.

Geçen yıl, yani tüm 2005’te ise bu rakam 3 milyon 801 bin 340 kişiydi.

Başbakan Tayyip Erdoğan ve AKP’liler bu sonuçları doğru değerlendirebilirlerse, önemli dersler çıkarabilirler.

Bunu özellikle de Türkiye’nin medarı iftiharı olan Milli Eğitim Bakanı(!), daha doğrusu imam hatipler bakanı Hüseyin Çelik yapmalıdır.

buena vista
21-11-2006, 18:52
Murat Yetkin

AB, Türkiye ilişkilerindeki fiili donmayı resmileştirecek mi, pas mı gececek? Biraz da 301'e bağlı

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=205199

minik yorum: yorumsuz..!

Gozlemci
21-11-2006, 20:27
Pas gececek!

Cunku iliskiler donarsa, Kibris dahil, AB'nin isine gelmez.

Belki ara bir formulle, bir iki maddeyi muzakereye acmayacaklari gibi diplomatik bir formul de bulabilirler.

Ramo
21-11-2006, 22:00
AB liğinin yaklaşımı çok basit,bir ingiliz taktiği masaya çok aç otur.Doyduğun kadarı ile kalk,nasıl olsa yarın yine açım diye bağırabilirsin.Eğer masaya yem olmak gibi bir talihsiz konumda oturmuşsan,Aç ayı doymadan kalkmayacak,istediklerini yemede ısrar edecek,menüyü her zaman zengin tutması için aşçı başılarını daha bir fazla çalıştıracaktır.Hep taviz veren tarafta
olup,koltuklarını bir süreliğine daha uzatma peşinde koşanlar,Bir gün kilerde verecek bir şey bulamadıklarında,bu savurganlıklarının bedelini,anlarlar mı bilmiyorum.Yada görevlerini mi yaptılar burası uzun konu velhasıl.

Buraya kimle nasıl geldiğimizden daha önemli bir gelişme de AB liğinin,İç işlerimize kadar müdahale edecek,devlet adamlarımızı,hava alanı kapılarında,terörist muamelesi yapacak,Ankara ya uğramadan Diyarbakır a uğrayacak,İnsan hakları adı altında Bölücü anlayışa açık destek verecek.Kısaca bilinen bir sürü şey
Hiç bir millet kendisine bu kadar onur kırıcı davranan bir anlayışa, bu sofra ne kadar zengin olursa olsun oturmaz.Düne kadar AB liğinin ülkemize demokrasi,zenginlik,insan hakları getireceğine inananlar.Bu utanç verici yaklaşımlar sonunda AB karşıtı tavır sergiler oldular.Yapılan anketlerde AB liğine girelim diyenlerin oranı her geçen gün küçülüyor.

Sanırım şunu deme zamanı geldi geçiyor.Siz bizi bu birliğe almak istesenizde,Benim milletim bu birliğe girmek istemiyor.
Önce milletimim gönlünü alacak ne varsa biz sizden istiyoruz.
Önce burnumuzun dibindeki,Horoz seslerini duyduğumuz adaları.Sonra mı Bakarız...

Ramo
21-11-2006, 22:15
Sağa sola bakıyorum, gazete, kitap, dergi okuyorum; Atatürk'e saldırı, taşlama, yergi, eleştiriden geçilmiyor; anlıyorum ki Atatürk büyük suç işlemiş...
Niçin?

Çünkü dünya görüşünde, evrene bakış felsefesinde, ideolojik içeriğinde 'Aydınlanma' yı yeğlemiş Atatürk, 'Akıl inançtan, bilim dinden bağımsızdır' demiş. A benim canım Mustafa Kemal'im, uygarlığın ışığına neden yüzünü dönersin? İran'a bak, Suudi Arabistan'a bak!.. Bırakaydın, bağnazlığın dipsiz kuyusunun bostan dolabında dönenseydik. En büyük suçunu 'Gerçek yol gösterici bilimdir' diyerek işledin.

Atatürk suçlu...

"Vatanın bağrına düşman dayamışsa hançerini" Gazi Paşa görmezlikten geleydi; "İngiliz muhibbi" olaydı, "Amerikan mandacılığı" na sarılaydı; "Ya istiklal ya ölüm" deyip ortalığa atılarak pişmiş aşa neden soğuk su kattı?

Atatürk suçlu...

Osmanlı, Sevr Antlaşması'nı kuzu kuzu imzalamışken bizlere Konya Ovası yetmez miydi? Denizi zaten sevmeyiz, dağların gerisine çekilip bozkırda otururduk. Eloğlu vatanın minarelerine çan takar, bizim cami yaptırma dernekleri de Haymana bölgesinde çalışmalarını yoğunlaştırırdı. Nemize gerek İstiklal Savaşı? Nemize gerek İzmir, Aydın, Edirne, Çanakkale, İstanbul? Nemize gerek Lozan, a Mustafa Kemal Paşa?

Atatürk suçlu...

Sevgili Mustafa Kemal, kadın hakları senin neyine? Bak, şimdilerde genç kızımız başına türban dolarken sana da verip veriştiriyor. Yurttaşlık Yasası çıkardın, erkek karısını iki sözcükle boşayamıyor; ama kadın kara çarşafa girip sana beddua ediyor. Hukuk devrimini neden yaptın Kemal'im?

Atatürk suçlu...

Çünkü cumhuriyeti ilan etti. Haydi padişah efendimize kıydı, hilafete neden dokundu? Laik devletten daha büyük günah olur mu şu dar-ı dünyada Gazi Kemal'im?..

Atatürk suçlu...

Osmanlı'nın cengâverliğinden bizi soyutladı; 1923'ten bu güne "Yurtta barış, dünyada barış" diye yaşamak erkekliğimizi öldürmedi mi? Biz korkak mıyız a Gazi Paşa? Savaşçılıktan nasıl vazgeçeriz? Senin en büyük suçun barışçılık değil mi?



Atatürk suçlu...



Çünkü 1923'te kurulan cumhuriyete 1925'te başkaldıran Şeyh Sait 'e el sürmeyecekti; hilafetçi Said-i Nursi 'yi başkente buyur edip devletin başına oturtacaktı. On bir yıl süren savaşlardan sonra temelini attığı devleti, İngiliz işbirlikçisi şeyhlere, aşiret reislerine, seyyitlere lokma lokma sunarak, parça parça edecekti. A benim Mustafa Kemal Paşam, ayaklanmalara karşı neden beyaz teslim bayrağını çekmedin de üstlerine yürüdün?



Atatürk suçlu...



Öyle bir cumhuriyet kurmuş ki, bir türlü yıkılmıyor. 21'inci yüzyıla yaklaşıyoruz, devleti Amerika'ya teslim edemedik, parçalayamadık; bu yüzden Gazi'ye çok kızıyoruz, cumhuriyetin harcını sağlam karmış diye öfkeleniyoruz.



Atatürk suçlu...



Yetmiş yıl önce bağımsız bir cumhuriyet kurmuş, bize bırakmış; yarım yüzyıldan beri laik cumhuriyeti çağdaş demokrasiye yakışır bir düzeye getiremedik; bu yüzden öfkelendikçe yarım yüzyıl öncesine dönerek Atatürk'e veriştiriyoruz.



Atatürk suçlu...



Çünkü canım Mustafa Kemal, bizim adam olacağımızı sandı, biz cüdam olduk; başımızı dik tutacağımıza, Ortadoğu'da "süper yabancı devlet" in taşeronluğuna soyunduk; içimizdeki aşağılık duygusunu Atatürk'ü eleştirerek gidermeye çabalıyoruz.


Cumhuriyet
İlhan Selçuk

buena vista
22-11-2006, 20:12
Bedri Baykam

Deniz Som’un “Salacak Eylemi” fazlasıyla etkili oldu. Ümit Zileli’nin de konuyu köşesinde işlemesinden sonra tepki, internet yoluyla hızla yayıldı. Yurtsever Hareket olarak da eyleme yoğun bir destek verdik. Sonuçta bu spontan çağrı bile, yüzlerce kişinin orada toplanıp o çağdışı içki yasağını dayatmaya kalkan Üsküdar Belediyesi ve AKP hükümetine o nota gibi ihtarı vermesine yetti.
Som, haftalardır benim de aklımda olan en önemli ve güncel olması gereken Bursa Nutku’nu hatırlattı. Gerçekten de “Gençliğe Hitabe” ve “Bursa Nutku” bugünler için yazılmış metinler. Anayasayı kaale almayan, özgürlük düşmanı, çağdışı yobaz uygulamalarda, Türk insanının nasıl davranması gerektiğini en güzel şekilde anlatan bir kilit manifesto! Herhalde AKP, o gülünç sinsi planlarıyla bizi adım adım kuşatarak şeriatçılığa insanları uyuşturarak geçiş yapabileceğini sanmıyor! Evet, kurbağa yavaş yavaş ısıtıldığının fazlasıyla farkında! Yobaz yasakları ciddiye alıp, uygulamamızı bekliyorlarsa, çok yanılıyorlar. Bursa Nutku’nu bugün gündeme almazsak, ne zaman bunun vakti gelmiş olur, söyler misiniz? Pazar günü Salacak’ta Bursa Nutku’nu yüksek sesle okumadan evvel, bana uzatılan mikrofonlara söylediğim en önemli vurgu şuydu: “Bu küstahlığa izin vermeyeceğiz. Özgürlüklerimize kimseye el sürdürmeyeceğiz. Bu bir alkol düşkünlüğü konusu değil, yaşam tarzımız, hak ve özgürlüklerimize sahip çıkma kararlılığıdır. Hiç kimse, haddini aşıp, sabrımızı taşırmasın, kendi sonunu hızlandırmasın”
Refah Partisi 1994’de, sol partilerin aymazlığı ile tüm önemli belediyeleri kazandıktan sonra, ilk iş olarak Turing’in işletmelerini devralıp içkiyi oralarda ve belediyelere bağlı noktalarda hemen yasaklamıştı. O günlerde “Taban Operasyonu” hareketi olarak benzer bir eylem yapmış ve kendi bira ve alkol şişelerimiz alıp Cemal Reşit Rey’e gitmiş, fuayede açık olarak göstere göstere içmiştik. Belki sembolik kaldı. Ama yine de önemliydi. Bugün, her şey çok daha vahim boyutlarda ve halk tepkisini dökecek fırsat kolluyor. Pazar günkü çıkış, işte bu yüzden çok önemli, kim olduğumuzu ve temel değerlerimizi hatırlamak ve hatırlatmak açısından. Bir de şu kritik, konu var, “aman biz şimdi alkolü erotizmi savunuyor olmayalım, halk bizi yanlış anlar, oklar aleyhimize döner”. İşte bu ürkek ve mahcup tavır, felaketimiz olur; özgürlükler bir bütündür ve hem her dal ayrı ayrı savunulur, hem de gövde.
Şeriatçılar yıllardır her gün saldırıyorlar, laik demokratik yaşam tarzlarına, Atatürk’e, sola. Bizler ise hep müdafaadayız. Ama bu yetmez, ideolojik ve somut veriler üzerinden köktendinciliğe karşı, laik demokrasi her planda taarruza geçmelidir. Çünkü savunmada kalmak, bizim olsa olsa kendi alanlarımızı daha yavaş kaybetmemizi sağlamaktadır, hepsi bu. Üç kalemiz aynı anda saldırıya uğramakta, gücümüz ise, her defasında olsa olsa bir ya da ikisini kurtarmaya yetmekte, bir de üzerimize böylece rehavet çökmektedir.
Bizim için dokunulmazlığı olan saf ve güzel dini duygulardır, köktendincilik veya şeriatçılık değil. Şeriatçı Cumhuriyet hedeflerine ulaşmak için sorumsuzca her uygulamaya giden, her “Allahsız” taktikle Atatürkçülüğü yıpratmaya çalışan, her noktada kadrolaşan, ister tehdit, ister şiddet, ister parayla kirli emellerine ulaşmaya çabalayan bu bahtsızlar, karşılarında Cumhuriyet’i kurmuş korkusuz, gözü pek ve kararlı insanların torunları olduğunu bilmeliler. İster türban, ister kamu yönetimi, ister fiili uygulamalarda olsun, şeriatçı anlayış artık geri püskürtülmeli, kazandığını sandığı alanları hızla iade etmelidir. Cumhuriyetçiler için “müdafaa” dönemi artık derhal sona ermelidir. Sosyal demokrat partiler, acilen tek sepette birleşmeli ve iktidara gelerek, legal yollardan cumhuriyetin tüm dokularını, nefes alma yollarını, deri yüzeyini, hücrelerini A’dan Z’ye temizlemelidirler. Ne CHP ne de başka bir sol partinin bu hedefin dışında kalıp, Türkiye’yi savunabilmesi, artık mümkün değildir.
Yıllardır uygulanan “müdafaa” taktiğinin işe yaramadığını, bu yöntemlerle onların tuzağına düştüğümüzü görüp, ayağa kalkarak karşı taarruza geçme vaktidir artık. Zaten dinin saygınlığını bu ülkede korumak da, ancak şeriatçıların afişe olup, Anayasa karşıtı tüm oyunlarının cezalandırılmaları ile mümkün olabilecektir.

buena vista
24-11-2006, 18:39
CHP Genel Başkanı Baykal ile MHP sözcüleri arasındaki “samimi” övgülerin ucunda bir koalisyon olasılığı düşüncesinin yattığından dün söz etmiştik.

CHP ile MHP’nin ülkenin temel sorunları karşısında aldıkları ortak tavırlar bir süredir herkesin gözünün önünde.

Şu anda üç temel meselede CHP ve MHP sözcüleri tümüyle aynı görüşleri tekrarlıyor. Bunlardan birincisi Avrupa Birliği karşıtlığıdır; ikincisi, Kıbrıs konusunda atılan bütün adımlara karşı çıkılmasıdır, üçüncüsü de TCK’nın 301’inci maddesi gibi düşünce özgürlüğünü kısıtlayan son yasa kalıntılarının ortadan kaldırılmasına gösterilen direniştir.


***

CHP’nin siyasal çizgisinin sosyal demokrat soldan muhafazakâr-milliyetçi çizgiye yönelmesi sadece bu partinin başındaki kadronun bir dönem daha mecliste kalabilme çabasının ürünü olarak ortaya çıkıyor.

Dün, CHP’nin modern genel merkezinde 1970’li yıllarda öldürülen, hangi siyasal görüş mensupları tarafından ölüdürüldüğü bilinen parti üyelerinin bir listesi olup olmadığını da sormuştuk.

CHP’nin eski gençlik kolları başkanlarından Hasan Belovacıklı bu sorunun cevabını iletti:

CHP’nin resmi kayıtlarından çıkardığına göre 1974-1980 arasında öldürülenlerin 437’si CHP’lidir.

Belovacıklı başka şeyleri de;

12 Eylül döneminde MHP’nin ihbarı üzerine açılan CHP davasını, o dönemde hapis yatanları, sıkıyönetim mahkemelerinde yaşananları, tarihe kalacak olan savunmaları da hatırlatıyor.

O dönemi genç bir CHP’li olarak yaşadığı için söyleme hakkına sahip olduğu şu cümleyi de söylüyor Belovacıklı: “Oturdukları modern binanın temelinde benim arkadaşlarımın kanı, canı ve teri vardır...”


***

CHP’nin bugünkü durumunun, 1960’larda Ecevit hareketini desteklemiş, “Umudumuz Ecevit” sloganını yaratmış, dağa taşa “Karaoğlan” diye yazmış ve sosyal demokrat CHP’nin kendi ilkelerine dayanarak ülkenin geleceğine katkıda bulunması için çalışmış onlarca kişi tarafından hazmedilmesi mümkün değildir.

Belovacıklı hatırlatıyor:

1980 öncesinde 437 CHP’li öldürüldü, bunların arasında çok sayıda il ve ilçe örgütü yöneticisi de vardır. 26 yıl sonra MHP ile koalisyon hesapları yapan bir CHP yönetiminin açıklamak zorunda olduğu çok şey vardır. (Vatan)

Okay Gönensin

buena vista
26-11-2006, 08:50
Yiğit çiftine göre mesleğin bir başka yarası da şu: “Düşük maaş alacağımızı bile bile kutsal-saygın bir meslek diye öğretmenliği seçtik. Ama yazık ki toplumun maskarasıyız”


26.11.2006 VATAN



Tuğba (25) ve Fuat (31) Yiğit çifti 2 yıl önce ailelerinin sağladığı bütçeyle ev kurup evlenebilmişler. Biri 5, diğeri 7 yıllık öğretmen. İkisinin toplam maaşları, bin 660 YTL. Yiğit çiftini dinlediğimizde gördük ki öğretmenlerin tek derdi geçim zorluğu değilmiş. Mesleğin asıl sıkıntısını Tuğba ve Fuat Yiğit anlatıyor:

* TOPLUMUN MASKARASI OLDUK: Biz öğretmen olurken, düşük maaşla çalışacağımızı biliyorduk. Ama yine de öğretmenliği seçtik çünkü, saygın ve kutsal bir görev olduğunu biliyorduk. Ancak artık öğretmenlerin saygınlığı yok. Toplumun maskarası olduk.

* KAPICIMIZ BİLE BİZE ACIYOR: Herkes öğretmenlere yükleniyor. Öğrenciler öğretmenleri tehdit eder hale geldi. Veliler sürekli hesap sorup, yargılıyor. Bakanımız bile bize yükleniyor. Kapıcımız bize acıyarak bakıyor. Benim dedem de öğretmenmiş. Bir tören ya da bayram kutlamasında dedem içeri girdiğinde kaymakam kalkar yer verirmiş. Şimdi kaymakamlar öğretmenleri sebepsiz yere azarlayabiliyor bile.

* ÖĞRENCİDEN TEHDİT: Bir arkadaşımız, 8. sınıf öğrencisi bir kız öğrencisini matematik dersinden sınıfta bırakmaya kalktı. Kız öğrenci “Beni bırakırsan taciz ettiğini söylerim, hayatın biter” diyerek tehdit etti. Arkadaşımız mecburen öğrencisini geçirdi. Düşünün öğretmenin ne hale geldiğini. Öğretmenlere, dayakçı, psikopat, sapık gözüyle bakılıyor.

* DEVLET ÖĞRETMENİNİ KAPIKULU GİBİ KULLANIYOR: Bir başka mesele de her işte öğretmenleri kullanıyor olmaları. Sınav olur öğretmenler, seçim olur öğretmenler, nüfus sayımı olur yine öğretmenler. En son kapı kapı dolaştırıp özürlü çocukların edvanterini bile bize tutturdular. Devlet öğretmenini kapıkulu gibi kullanıyor. Öğretmenler bu halde nasıl asıl mesleklerini yapacaklar.

* DİSİPLİN YÖNETMELİĞİ YENİDEN DÜZENLENMELİ: 2 bin YTL maaş da verseniz, saygınlığımızı geri kazandırmadığınız sürece öğretmenlerin durumu iyileşmez. Bunun için Disiplin Yönetmeliği’ni yeniden düzenlemek gerekiyor. Öğretmeni veliyle, öğrenciyle yüz göz etmeye kimsenin hakkı yok.

Ailem ve dostlarım destek olmasa hayatta kalamazdık
Evi tek maaşıyla idare eden Şakire Öğretmen bin 700 YTL kazanıyor. İki çocuğunun eğitimi için bin YTL harcıyor. Kira-yakıt 650 YTL, mutfak masrafı ise 500 YTL. Bu hesabın içinden çıkabilene aşkolsun

Şakire Yalnız, 29 yıllık öğretmen. Eşinin işleri iyi gitmediği için evi o geçindiriyor.

* Aylık geliriniz?
Aylık gelirim ek ders ve etütlerle birlikte bin 700 YTL’ye çıkıyor. Üniversitede okuyan oğlumun masrafı 500 YTL, lise 2’de okuyan oğlum dershaneye gidiyor, servis ücreti ve harçlığıyla birlikte onun masrafı da 500’ü geçiyor. Yani maaşımdan bin YTL gitti bile...

Kira, yakıt ve aidat 650 YTL’yi buluyor. Mutfak masrafımız ise yine 500 YTL’yi geçiyor. Durum böyle olunca geçimimizi kredi kartları, aile ve akrabalarımızın desteğiyle sağlıyoruz. Bu dayanışma olmasa hayatta kalamazdık.

* En son gittiğiniz film?
Babam ve Oğlum’du. Ama ben bir öğretmenim ve kültürel ihtiyaçlarımızı karşılamamız gerekiyor. Sinema için öğretmen arkadaşlarla fon oluşturduk. O ay kimin durumu daha iyiyse o sinema biletlerini alıyor. .

Bir eğitimci için vazgeçilmez olan kitaplar benim hayatımda korsan. Büyük bir vicdan azabıyla korsan kitap almak zorunda kalıyorum. Her defasında kahroluyorum. Oysa bir eğitimci araştırma yapabilmeli, çıkan her yayını takip edebilmeli.

Psikolojimiz bozuluyor
Bu tablo doğal olarak öğretmenlerin psikolojilerini alt üst ediyor. Bir öğretmen sınıfına girdiğinde kafası tamamen rahat olmalı. Ama öyle olmuyor. Sadece psikolojik de değil, fiziksel olarak da sağlıklı değiliz. Bel fıtığı, menüsküs, kronik baş ve omuz ağrıları yaşıyoruz. Bu konuda Bakanlık hiçbir tedavi desteği vermiyor. Hem ekonomik hem de statü olarak çok gerilere itildik. Devlet bize ne kadar iyi bakarsa, geleceğini şekillendirecek çocuklarına da o kadar iyi bakar. Öğretmeninize iyi bakamıyorsanız, ülkenize de iyi bakamıyorsunuz demektir. -BİTTİ-

Haber: Hilal ÖZTÜRK

buena vista
26-11-2006, 11:09
16. Benedictus'un ziyaretinde Ortodoks kilisesiyle birleşme konusu ön planda olacak... Ama bu birleşmenin olabileceğine sadece dinlerin tarihini bilmeyenler ve işgüzarlar inanır

Fax: (0312) 427 20 64

Papa 16. Benedictus hiç kuşkusuz Türklerle iyi diyalog kuramayarak göreve başladı. Prof. Joseph Ratzinger diye bildiğimiz bu teolog bildiği birçok dille ünlüdür. Üstüne Vatikan'ın misyonları ve akidesiyle ilgili ilişkilerini yönetmekle tanındı. İşte o zaman Türklerin AB'ye girişine karşı çıktı.
Şimdi Türkiye'yi resmen ziyaret ediyor. Bunun için Ankara'ya gelecek. Ama öte yandan ve ön planda Rum-Ortodoks Patriki Bartholomeos cenaplarının davetlisi olarak İstanbul'da bulunacak.
Aslında 1960'larda VI. Paul ile başlayan bu birleşme ziyaretleri 40 yıllık bir süreç teşkil ediyor. Buna rağmen Ortodoksluk ve Katolikliğin birleşebileceğine sadece kendi dinlerinin tarihini iyi tanımayanlar ve bizdeki bazı işgüzar çevreler inanıyor. İki kilisenin birleşmesi mümkün değil.
Birinci sebep; "Filique" meselesi. Ortodoksların görüşüne göre; Kutsal Üçlü'de Baba ile Oğul'un ilişkisini yanlış tespit eden bu Latince çeviri, Katolik inancında bir sapkınlık yaratmış.
Diğer sebep, Roma'daki Papa'nın sadece eşitler arasında birinci yere sahip bir psikopos olarak değil, ulûhiyeti olan ruhani ve Tanrı'nın yeryüzündeki vekili sayılan bir kilise babası statüsünü ileri sürmesi. İşte Ortodoks kilisesi bunu katiyen kabul etmiyor.

Birleşme orada kaldı
Aslında bu ilk birleşme teşebbüsü değil; 1442-1444 Floransa ve Ferrara konsillerinde gittikçe eriyen ve Türklerin kapısına dayandığı Bizans (Doğu Roma) İmparatorluğu, Batı Katolik aleminden acil yardım istemişti.
Papalığın itaat şartını İmparator Manuel Paleologos çaresiz kabul etti. Konsilde Doğu dünyasının âlim Metropolit'i Bessarion nefis tövbe nutukları attı. Ondan aşağı kalmayan Katolik dünyanın kardinali Cesarini de tövbe edenleri bağrına basan kilise adına konuştu.
Ortam muhteşemdi, birleşildi ama birleşme orada kaldı. Ne Rusya ne de Bizans birleşenleri kabul etti. Moskova Rusyası, Başpsikopos İsidor'u hapse attı. Besarion lanetlendi. Bizans'ın gözde din adamı eski Patrik Ghennadios'tu. Fatih, fetihten sonra onu yine patrik tayin etti. Ortodoksi ve Katoliklik o gün birleşememişti.
1204 Haçlı istilası sırasında şehirde yapılan yağma, katil, ırza geçme, bizzat Ayasofya'nın aşağılanması, bütün imparatorlukta 50 yıl süren Katolik zulmünün yanı sıra; Girit, Adalar ve Kıbrıs'taki Venedik hakimiyetinin bıraktığı ağır yaralar Helen dünyasıyla Batı'yı onulmaz biçimde uzaklaştırmıştı.
Öte yandan Ortodoksluğun asıl mekanı Rusya ne kadar batılılaşsa da batıya şüpheyle bakar. 19'uncu yüzyılda Çaadayev dışında Katolisizmi gerekli gören filozof pek bulunmaz. Rusya'nın zengin edebiyatı ve felsefesi batıya karşı Ortodoksluğun şampiyonluğunu yapar.

Sorun: İyi tanımamak
Nitekim "Uniat" adı altında doğulu ibadet adetlerini ve kıyafetlerini saklayarak batı kilisesine bağlanan Ukraynalı ve Slav ve az miktarda Yunanlı cemaatler dışında pek kimse bu birleşmeye iltifat etmedi. Bugün de geniş Ortodoks âlemi bu birleşmeye itibar edecek gibi görünmüyor.
Kilisenin sorunları bizi ilgilendirmez ama bu gerekçeyle Türkiye'nin siyasetini dalgalandırmak pek akıllıca görünmüyor. Roma'daki Papa ve İstanbul'daki Patrik'in ilişkileri bazılarının büyüteceği kadar yoğunlukla kabul edilmiş değil. Yeni Vatikan misali bir Ortodoksluk merkezinin ortaya çıkması da sadece bizdekilerin inanacağı hayal.
Kimileri "Bizi yutacaklar" diyor. Pembe ufukları hayal etmekte de felaket endişesinde de ne kadar kolaycıyız. Osmanlı'nın vakur görünümü ama her şeyi gözleyen geniş bilgi dağarcığı bugünkü toplumumuzda yok. Maalesef Hıristiyan dünyasını yeterince değerlendiremiyoruz. Bilgimizin azlığı ölçüsünde gürültü koparıyoruz. Sözde olumlu veya olumsuz yaklaşımların temelinde tek ortak nokta var: İyi tanımamak.
Papa'nın ziyaretinde iki noktayı birbirinden ayırmalıyız. Birincisi diplomatik ilişki içinde olduğumuz bir devletin reisini ağırlıyoruz. Devleti tanıyan biziz. 19'uncu yüzyılda Osmanlı'nın Papalığı ruhani olarak tanımasından sonra Cumhuriyet'in ilk döneminde, yani Lateran Antlaşması'nı takiben dahi Vatikan ile diplomatik ilişki kurulmamıştı. Fakat II. Dünya Savaşı'ndan sonra diplomatik ilişki kuruldu. Bu unutulmayacak bir nokta.
İkincisi ise Türkiye'de küçük bir Katolik azınlığın ruhani liderinin ziyaretinin söz konusu olmasıdır. Bu lider, öteki kilisenin lideri tarafından davet edildi ve kucaklaşmaya geldi. Bu iki yönü birbirinden hem ayırmak hem de bir arada düşünmek konumundayız, zor bir iş. Fakat bilmeli ve yapmalıyız. (Milliyet)

ILBER ORTAYLI

Ramo
30-11-2006, 15:17
http://www.aksam.com.tr/foto/2006/11/30/manset.jpg

buena vista
01-12-2006, 18:15
Yalçın DOĞAN



VAGONLARIN raydan çıktığı kazada ilk imza Devlet Bakanı Beşir Atalay’a ait. İmzayı elbette kendi iradesiyle atmıyor. Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül’ün bastırmasıyla atılan imza, Türkiye’yi AB kazasında bugünlere getiriyor.

17 Aralık 2004, Brüksel, AB Zirvesi. Türkiye görüşmelere başlanması için AB’den vize alıyor. Avrupa kapısı nihayet açılıyor. AKP’liler havai fişekler patlatıyor, renkli balonlar uçuruyor. Büyük gün.

Büyük günü gölgeleyen küçük bir belge var. Atalayın imzaladığı belge. O gün tartışma yaratıyor. Ama, bayram havası içinde, pek dikkat çekmiyor. Hatta, o küçük belgeyi, o gün ben de Brüksel’den yazıyorum, çok kişi bana, "böyle bir günde bu yazılır mı" diye sitem ediyor.

AB’nin sekiz başlıkta görüşmeleri dondurması, Türkiye’nin bu belge ile AB’ye verdiği söze dayanıyor.

Adamlar bir şey yapmıyor. Tersine, Türkiye verdiği sözde durmadığı için, AB sekiz başlığı donduruyor.

O CÜMLE ŞU

Beşir Atalay’ın 17 Aralık 2004’te imzaladığı belgede bir cümle var:

"Ankara Anlaşması gereğince, Türkiye uyum protokolünü Güney Kıbrıs ile gerçekleştirme kararındadır."

Türkiye gümrük anlaşmasını Güney Kıbrıs’a uygulama sözünü veriyor. Herhangi bir kısıtlamaya gitmeden. Onların direttiği limanları ve havaalanlarını açmak dahil.

Böylece, Türkiye kendini bağlıyor. Bütün kozlarını harcıyor. Sokak ortasında çırılçıplak kalmak gibi. Bu belge, o çıplaklığın fotoğrafı.

Devamı var.

TEMMUZDAKİ İMZA

AB bu belgeyle yetinmiyor.

29 Temmuz 2005 tarihinde Ek Protokol imzalanıyor. Ek protokolde, 17 Aralık 2004 tarihli belgeye gönderme yapılıyor, gümrük birliğinin AB’ye katılan yeni on ülkeye uygulanacağını tekrarlanıyor.

Ek protokolle Türkiye AB karşısında hukuki yükümlülük altına giriyor.

AB’nin Ankara’ya, Güney Kıbrıs için limanlarını ve havaalanlarını aç, diye kafa tutması, bu yükümlülüğün sonucu. AB, bu imzalara bakarak, AKP’ye, "sözünde dur" diyor.

Seçimlerin yaklaşması, Cumhurbaşkanlığı seçimi, kamuoyu baskısı ve başka nedenlerden dolayı, AKP’nin bu ortamda sözünde durması güç.

Ancak, sonuç kendi ektiği tohumlar.

İKİYE BÖLÜNME

Güney Kıbrıs için AB’ye söz verilmesi Dışişleri Bakanlığı’nda kadroyu ikiye bölüyor. Bir bölümü, "bu yanlış, başımıza iş açar" derken, bir bölümü, imzalamakta sakınca görmüyor.

Son iki yılda hemen her dış politika sorununda olduğu gibi, burada da Dışişleri ek protokolü yüzüne gözüne bulaştırıyor. Dış politika ikinci sınıf ellere kalıyor. Sefalet üstüne sefalet yaşanıyor.

Dışişleri tarihinin en kötü dönemini yaşıyor. AB politikası bunun en çarpıcı örneği.

GÜL BİR GARİP

Belgelerin altında Abdullah Gül’ün imzası var. Dışişleri Bakanı.

Brüksel’den bir süredir gelen haberler, sekiz değil, ama altı bölümde dondurmaya gidileceğini gösteriyor. AB son anda tarım ve balıkçılık başlıkları ekleyerek, askıya aldığı bölümü sayısını sekize yükseltiyor.

AB’nin beklenen kararına Gül’ün tepkisi: "AB bize şantaj yapıyor."

Şantajla ilgisi yok. AKP çıplak fotoğrafını önceden çektiriyor, elin oğlu AKP’nin verdiği belgelere dayanarak, "sözünde dur, liman ve havaalanlarını aç", dediğinde, "bu şantajdır" diyerek, minderden kaçıyor.

Bunların üstüne Dışişleri’nin dünkü açıklaması evlere şenlik, "AB ile polemiğe girmeyeceğiz".

Girsen ne olur, girmesen ne olur? Bir işe yaramayan laf cambazlıkları yerine, bu işi nasıl temizleyeceğiz, diye düşünmenin zamanı. (Hürriyet)

Ramo
02-12-2006, 11:16
Cumhuriyet gazetesinin "Strateji" ekinde, "Türkiye'ye su kuşatması" incelemesini okudunuz mu?. İnsanın tüylerini ürperten, görünür gelecekte ne tür bir "bela" ile karşılaşacağımızı haykıran bir çalışma... Şu satırlara bakın:



- Dünya nüfusunun yüzde 5'ini, su kaynaklarının da ancak yüzde 1'ini barındıran Ortadoğu, bu konuda da potansiyel kriz bölgesi. Bölgedeki petrol savaşlarında kendisini nispeten dışarıda tutan Türkiye, bu konunun tam merkezinde yer alıyor.



Batı, Türkiye'de doğan ve "sınır aşan sular" olarak bilinen Fırat ve Dicle nehirlerinin "uluslararası sular" statüsüne alınması için her yolu deniyor. Bunu başarırlarsa, dünya standartlarına göre bugün zaten "su sıkıntısı çeken ülkeler" arasında yer alan Türkiye, "su fakiri" kategorisine gerileyecek!..



Avrupa Birliği'nin ünlü 6 Ekim raporunu anımsadınız mı?. Ben size 7 Ekim 2004 tarihli "Vahim, Çok Vahim" başlıklı yazımdan bir bölümle yardımcı olayım:



- Avrupa Birliği Komisyonu'nun 6 Ekim'de yayımladığı üç belgeden "Komisyon Kurmayları Çalışma Belgesi * Türkiye'nin üyelik perspektifi açısından ortaya çıkan önemli konular" başlıklı bölümün 9. sayfasında "ülkeyi aşan konular" kısmını okuyalım:



"Bölgedeki bir anahtar konu, kalkınma için suya ulaşmaktır. Su, önümüzdeki yıllarda Ortadoğu'da giderek artan bir stratejik konu olacaktır ve Türkiye'nin katılımıyla, su kaynaklarıyla ilgili altyapının (Fırat ve Dicle nehir havzalarındaki barajlar ve sulama projeleri, İsrail ve komşu ülkeler arasındaki sınır aşan su işbirliği) uluslararası yönetim beklentisi, AB için önemli bir konu haline gelecektir."



Ne kadar açık değil mi? Ne denli diplomatik dille yazılmış olursa olsun, söylenen çok basit; stratejik önemi giderek artan ve de Türk topraklarından çıkan su, AB ve İsrail işbirliği ile "uluslararası yönetim" adı altında kontrol altına alınacak!!!



İşte Avrupa Birliği'nin Türkiye'nin sularına bakışı böyle!.



********



Peki, Birleşmiş Milletler'in bakışı nasıl?.



Hemen onu da aktaralım; BM Kalkınma Programı (UNDP) 9 Kasım 2006'da yayımladığı İnsani Gelişme Raporu'nda, Türkiye'nin Fırat ve Dicle sularını adaletsiz kullandığı tespitinde bulundu!. Bilin bakalım UNDP'nin başkanı kim? Tabii ki Kemal Derviş !..



Oyun son derece açık... Bela haykırarak "geliyorum" diyor... ABD, ülkelerin haritalarıyla oynarken, onun kontrolündeki BM de su haritalarını dilediği gibi şekillendirmenin önünü açıyor... AB'nin neler düşündüğü ise yukarıda yazılı!. Türkiye'nin çıkarlarını ne pahasına olursa olsun korumakta kararlı bir yurtsever yönetim iktidara gelmezse, çok değil, birkaç yıl içinde bu da gerçekleşir...



- Suyumuzu da alırlar!..



Elbistan


Oraya ilk kez babamla gitmiştim... Yıl 1978'di...



O, Kahramanmaraş Vali Yardımcısı'ydı, ben de lise öğrencisi... Açıkçası, anılarımı karıştırdığımda, pek bir şey bulamadığımı itiraf etmeliyim, karlı Nurhak dağlarının heybetli görünümü dışında...



Bu kez, bir gazeteci olarak oradaydım... Elbistan, coşkuyla, sevgiyle kucakladı beni... Konuşma yaptığım salon yetmediği için yandaki salona kapalı devre televizyon sistemi kuruldu. Kitaplarımı imzalamaktan elime kramp girdi desem abartmış sayılmam!. Türkiye'nin her yerinde olduğu gibi orada da insanlar üzgün, insanlar kaygılı, insanlar öfkeliydi... Ve onlar da "elini taşın altına koymakta" deyim yerindeyse "ölümüne" kararlıydı... Her birine, teker teker gönül borcum oluştu. Sevgili Veysel Yılmaz ve Atalay Erdoğan 'ın şahsında tümüne yürekten sevgilerimi yolluyorum. Bu ülke o güzel insanların varlığı sayesinde, her türlü ihanete karşın ayakta duruyor, duracak...

http://www.haber3.com/artikel.php?artikel_id=101276

buena vista
02-12-2006, 14:27
Bugün yalniz Suriye ve Irak``la degil, ilerideki yillarda Ürdün, Lübnan, Israil ve öteki
Ortadogu ülkeleriyle hep su sorunu olacak..
Bizler için ise sorun, kaynaklarimizin nasil kullanilacagi, nasil degerlendirileceginden
ibaret.
Bana göre bölgemizdeki su sorunu, petrolden çok daha fazla bir önem kazaniyor her geçen
gün.Su sorununun önemini bilen, buna önlem alan ülkelerin basinda Israil geliyor.Digerleri
ise hala birbirlerini yermekle mesguller..Ortadogu ülkeleriyle olan iliskilerimizde su sorunu
hep karsimiza cikacak ..Bugün petrol için yapildigi söylenen kavgalar, su sorunu için
yapiliyor olmasin sakin!

buena vista

Ramo
03-12-2006, 19:25
Hikaye bu ya;

Vaktiyle Ege`nin bir yöresinde tüm çevreyi titreten, astığı astık,
kestiği
kestik bir efe varmış. Boylu, poslu ve çok da yakışıklıymış ama
hiçbir
kıza gönül vermediği gibi kızlara bağlanırım diye mümkün mertebe
soygunlar dışında köylerden de uzak durmaya çalışıyormuş.

Gel zaman git zaman, bizim efe şeytana uymuş ve gece şehre yalnız
inmiş.
Şehrin ileri gelen zenginlerinden bir Rum, efe` yi korkudan evinde
ağırlamış.. Zengin Rum`un güzel ve işveli kızını gören bizim efe de
kıza
deli gibi tutulmuş.

Sabah dağa dönen efenin günleri, artık hep kızı hayal etmekle
geçiyormuş.
Adamları ile eskisi kadar ilgilenmediği gibi artık soygunlara da
pek
iştahlı katılmaz olmuş. Dağda otoritesinin azalacağından korkan
efe, kızı
babasından istemeye
karar vermiş. Öyle ya; Kızın babası zengin.. Evlenip şehre
yerleşirse
hayatı da kurtulacak ve dağda ihtiyarlamak zorunda kalmayacak.

Kızı babasından ister ama kız, ailenin tek kızıdır ve babasının
şartları
vardır. Kızın babası "İlk şartım; Madem benim damadım olacaksın. O
zaman
bizim gibi kültürlü, medeni olmalısın. Önce bıyıklarını keseceksin
ve
dağda bir ay öyle Efelik yapacaksın. Sonra diğer iki şartımı da
yerine
getirirsen kız senin!" diye şart koşar. Bizim efe celallenir
"Bıyıksız
efe mi olur lan?!" diye bağırır, kızar ama adam Nuh der peygamber
demez.
Kaçıracak ama kız da babasının sözünden çıkmamaktadır. Efe ne
yapsın? Tek
çare babayı memnun etmekten geçiyor.

Güç de olsa bıyıkları keser. Ama bu kez dağda otoritesi sarsılmaya
başlar.. Adamları " Efem bu ne iştir?" derler. Efe de bir kıza
tutulduğunu ama babasının bu şartı öne sürdüğünü söylese de
adamları
inanmazlar.

Bir ay sonra kızın babasına gider ve ilk şartı yerine getirdiğini
söyler.
Kızın babası, bu kez; " Senin niyetinin ciddi olduğunu anladım.
Benim
kızım için çeyiz dizmek gerek. Dağdaki tüm altınlarını bana
getireceksin.
Nasıl olsa kızımı aldığında benim mallarımın tamamı senin olacak."
Efe
çaresiz dağa çıkar, adamlarının hisselerine düşen altınları da
borç
olarak alır. Sözünde duracağının nişanesi olarak da tüfeğini
arkadaşlarına verir, tabancası ile şehre gelir. Kızın babasına
paranın
tamamını verir. Kızın babası da " Nikah yapılmadan evimde
oturamazsın.
Söz yüzüğü takma törenine kadar benim bahçıvanım Yorgo ile
kulübesinde
kalırsınız." diyerek efe`yi Yorgo`nun kulübesine gönderir. Yorgo
da çam
yarması gibi bir heriftir ama efe`den çekinir. Yorgo ile efe bir
müddet
aynı kulübede yaşarlar.

Aradan bir süre geçtikten sonra efe kızın babasının karşısına
dikilerek;
Söz takma töreninin hala niye yapılmadığını sorar. Kızın babası da
"Yarın
bir ziyafet veriyorum. Şehrin tüm ileri gelenleri katılacaklar. Sen
de o
toplantıya katılacaksın ve herkesin önünde benden kızımı istersin.
Ben de
herkesin şahitliğinde kızı sana veririm. Kimse bana kızını korkudan
verdi
demez." der ve efe de kabullenir ama arkadan üçüncü şart gelir;
"Sen dağda
yaşamaktan insan içine pek çıkmamışsın. Böyle kaba konuşma ve
yürüme ile
olmaz. Benim kız sana yürümeyi ve kibar konuşmayı öğretsin de; bizi
törende mahcup etme!" der.

Efe için son şart çok ağır gelmiştir ama kızı almak için tek yol bu
kalmıştır. Kızdan vazgeçse dahi, artık dağa da çıkamayacaktır.
Dağdakiler,
alacaklarını isteyeceklerdir. Çaresiz, son şartı da kabul eder ve
ne
kadar ağır gelse de kızdan yürüme, kibar konuşma derslerini alır..

Akşam konakta büyük bir ziyafet vardır.. Şehrin tüm ileri gelenleri
ile
efenin dağdan gelen arkadaşları toplanmışlardır. Bizim efe de
şehirliler
gibi giyinir ama görünüşü, duruşu, konuşması itibariyle artık eski
efe
değildir. Yemekte herkes gözlerine inanamamaktadır. Efe yemek
esnasında
"Kuşum Aydın " gibi yürüyerek kızın babasının önüne gelir ve "Ben
efe
...... olarak, herkesin şahitliğinde kızınıza talibim." der.

Kızın babası ise " BENİM İ...NE` YE VERİLECEK KIZIM YOK ! " diye
kestirip
atar.

* * *
Galiba AB yolunda Efe(!) gibi olacağız.

* " Terörle mücadele yasasını değiştirin. " dediler. Yasayı
değiştirdik,
terörle mücadele edemez hale geldik. Artık teröristler,
İstanbul`da,
Mersinde, İzmir`de kısacası her yerde yürüyüş yapar hale geldiler.
( Şu
anda, ABD de veya AB de El kaide yandaşları Usame Bin Ladin
resimleri ile
gösteri yürüyüşü yapabilir mi? ) Oysa biz, hala da şehitler
veriyoruz.

* " 48 saatlik gözaltı
süreniz uzun kısaltın." dediler. 24 saate düşürdük. Kendileri ise
Londra
Metro saldırılarından sonra 28 güne çıkardılar.

* " İfade özgürlüğünü genişletin ." dediler. Atalarımıza sövenleri
yargılayamazken ( O. PAMUK `un davasının hangi kanuna dayanarak
düştüğünü
açıklayabilecek hukukçu var mı? ) Kendileri Ermeni soykırımı
olmamıştır
diyenleri yargılayabiliyorlar.

* " Dil özgürlüğünü genişletin." dediler. Genişlettik, Kürtçe,
Zazaca
kursları açtık. Kendileri (Hollanda) sokakta başka dillerin
konuşulmasını
yasaklamaya çalışıyorlar.

* " Her türlü şartı yerine getirseniz dahi, sizin ülkeniz ve
nüfusunuz çok
büyük olduğundan son kararda AB nin hazmetme kapasitesine
(İngilizcesi
tam bu anlamı vermiyor ama gazetelerde bu şekilde tercüme
ediliyor.) göre
sizi alıp almayacağımıza karar vereceğiz." diyorlar. Kahin değilim
ama
yaptıkları çalışmalara göre, Türkiye AB`nin
tahmini müzakere süreci sonunda küçülmüş iki Devlet veya Federasyon
olacaktır. İnanmayan Sayın Osman DİYADİN` in Ben şehit miyim, Hain
mi?..
adlı kitabını ve bu haftanın (3 Şubat 2006) TEMPO dergisini okusun.
Adamlar Diyarbakır Kürtlerin başkentidir diyebiliyorlar. Artık
hangisini
hazmedebilirlerse onu alırlar. (Peki bu kadar verdiğimiz sivil -
asker
şehitlerimiz mi? diye sormayın nasıl olsa onlar Türk` tü (!) )

* "Güney Kıbrıs Rum Kesimi için; Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanıyın,
yoksa
giremezsiniz! " diyorlar. Bizimkiler yakında tanıyacaktırlar. Daha
doğrusu
tanımak zorundadırlar. Tanıdığımızda ise; KKTC`den vazgeçtiğimiz
gibi,
bağımsız bir ülkenin toprağını da silah zoru ile 33 sene işgal
altında
tutmuş olacağımızdan(!) 33 yıllık işgal tazminatı ödeyeceğiz.
(Louzidiu
davası benzeri) Yetmedi; 1973 Barış harekatında ölen Rum askerleri
için
dahi tazminat ödeyeceğiz. Tüm bu
tazminatları ödeyebilmek için herhalde Trakya`yı versek yine
ödeyemeyiz.
(Ya bizim şehitlerimiz? diye sormayın nasıl olsa onlar Türk` tü
(!) )

* " Ermeni soykırımını biz tanıdık. Siz de tanıyın, yoksa
giremezsiniz!"
diyorlar. Haklı olmamız veya bizim insanlarımızın soykırıma uğramış
olması
önemli değil. Önemli olan onların tanımış olmaları. Yoksa, "Sizi
aramıza
almayız." diyorlar. Diyelim ki tanıdık; bu kez haksız yere katil
millet
olarak damgalanacak ve korkunç tazminatlar ödeyeceğiz.
Tazminatların
peşinden toprak talebi de gelecek. (Ermenilerce şehit edilen
atalarımız
mı? nasıl olsa onlar Türk` tü (!) )

* " Azınlıklar ve Din özgürlüğünde adım atmalısınız! " dediler.
Henüz biz
adım atmadan Misyoner radyolarını kurdular (İstanbul`dan
dinlenebilen
Müjde FM), her gün 24 saat Hıristiyanlık propagandası yapılıyor.
Aynı
derginin (TEMPO) 51. sayfasında da Watch Tower İncil ve
Dua Örgütünün verilerine dayanarak Türkiye`de 1679 Protestan
misyonerin
görev yaptığını, 243 kişinin Hıristiyanlaştırılıp vaftiz edildiği
belirtiliyor. Hepimiz bir gecede hıristiyanlaşsak bile bizi
aralarına
kabul etmezler.

* " Özelleştirmeleri hızlandırın." dediler. Biz kıçımızdaki
donumuzu bile
satmaya kalkışıyoruz.

(Atatürk Samsun`a çıktığında Madenler yabancılarda idi, Şehir
hatları
yabancılarda idi, Demiryolları, sanayii yabancılarda idi. (Hatta T.
ÖZAKMAN Şu Çılgın Türkler kitabında Konya`dan askeri birliği
taşıyan
trenin makinistinin Rum olduğunu, Türklere bu işin öğretilmediğini

Artık kesinlikle eminim ki, biz de Efe`nin akıbetine uğrayacağız

buena vista
06-12-2006, 19:55
15 no'lu başlık

Almanya Başbakanı Merkel dün 1330 yıllık Mettlach kasabasında ağırladığı Fransa Cumhurbaşkanı Chirac ve Polonya Cumhurbaşkanı Kaczynski'yle Türkiye krizinin yanı sıra gelecek ay üstleneceği dönem başkanlığı önceliklerini de görüştü.
Bu önceliklerin en başında enerji geliyor. Merkel'e göre, "AB üretici, transit ve tüketici ülkelerle sağlam bir ortaklık zemini oluşturmak zorunda." Zaten AB Komisyonu da geçen Mart'ta yayınladığı "Avrupa'nın enerji çıkarlarını gözeten bir dış politika" başlıklı raporunda benzer öneride bulundu, özellikle "Hazar havzası ile Orta Asya'yı AB'ye bağlayacak yeni ve büyük petrol boru hatları kurulmasının ne denli hayati önem taşıdığını " uzun uzun anlattı.
Pek dikkat çekmeyen bir gelişmeyi de aktaralım: Birleşmiş Milletler de geçen hafta sonunda yayınladığı raporda, "Dünyanın enerji güvenliğinin Hazar havzası petrol ve doğalgaz rezervlerine, bunların değerlendirilmesine ve pazarlara ulaştırılmasına bağlı olduğunu" vurguladı. Bu tespit, yanıbaşımızdaki toprakların yakında gezegenimizin en önemli ve en hassas bölgesi olacağı anlamına geliyor. Ve de Çin, Hindistan, Rusya, AB ve ABD arasında müthiş çıkar çatışmalarının haberini veriyor.
Enerjide bugün yüzde 50 olan dışa bağımlılığı 2020'de yüzde 70'e çıkacak AB, güvenliği için kaynaklarını çoğaltmak amacıyla Kafkaslar'a uzandı bile. Önceki gün Brüksel'de AB Komisyonu ile Kazakistan Cumhurbaşkanı Nazarbayev arasında enerji işbirliği anlaşması imzalandı.Ondan önce de 30 Kasım'da Kazakistan'ın başkenti Astana'da AB üyeleri ile Hazar ve Karadeniz i ülkeleri enerji bakanlarını biraraya getiren konferans düzenlendi. Türkiye'nin de katıldığı konferansta AB-Karadeniz-Hazar ortak enerji pazarı kurulması için AB müktesebatıyla uyumlu hukuki çerçevenin hazırlanması kararlaştırıldı. Ayrıca Kazakistan, Türkmenistan, Azerbaycan petrolü ve gazını güvenli yollardan AB'ye ulaştıracak ortak yatırımlara gidilmesi de karara bağlandı.

AB'nin kilidi Türkiye'de
Peki bu petrol ve doğalgaz AB'ye nasıl ulaştırılacak? İki yol var: Ya Rusya ya Türkiye üstünden. AB, Rusya'nın enerjiyi ne denli etkili bir silaha dönüştürdüğünü geçen kış yaşadığı krizle çok iyi gördüğü için, Türkiye'yi tercih ediyor. Zaten AB Komisyonu'nun yukarda sözünü ettiğimiz raporunda da buna vurgu yapıldı: "Ana enerji kavşağı olan Türkiye'ye potansiyelini tam olarak değerlendirmesi için destek verilmeli. Çünkü Türkiye özellikle Hazar, Orta Asya, İran, Irak, Suriye ve Mısır gibi enerji kaynaklarına ulaşım açısından stratejik önem taşıyor. Türkiye'nin Enerji Topluluğu Anlaşması'na bir an önce tam entegrasyonu teşvik edilmeli..."
Merkel de AB dönem başkanlığında Komisyon'un bu önerileri doğrultusunda Türkiye'yle enerji ortaklığını güçlendirmeyi amaçlayacak. Yani, bizi AB'nin enerji politikalarına ve müktesebatına entegre etmeyi!
Enerji, AB ile üyelik müzakerelerinde 15'inci başlığı oluşturuyor. Komisyon'un Rumlar'a limanların açılmamasına misilleme olarak askıya alınmasını istediği 8 başlık arasında yok.
Peki, bu karara cevap olarak Ankara da enerji başlığını görüşmeyi reddedemez mi? Öyle ya; Rumlar'ın bütün derdi tanker filosunun Ceyhan'dan Irak ve Azeri petrolü taşımacılığından pay almasını sağlamak değil mi? Yani limanlar sorunu, enerjiyle ilişkili değil mi?
Türkiye "Gözünüzden kaçmış olmalı; enerji başlığını da ben askıya alıyorum ve AB ile enerji entegrasyonunu erteliyorum" derse, seyredin siz pandomimayı...(Sabah)
Erdal Safak

Ramo
06-12-2006, 23:18
Bu millet, "kendi milletini sopalamayan" bir hükümet göremeyecek mi, ömrü
hayatında?

Meclis'in önünde yaşanan rezalete bakın...
Vekiller içerde.
Hesapta "millet için" Sosyal Güvenlik Yasası çıkarılıyor.
Millet dışarıda.
Dayak yiyor.

Hem de öyle böyle değil...
Polis yığmışlar, copların biri kalkıyor, biri iniyor. Havaya ateş açılıyor.
Asker çağırmışlar, asker... Meclis Taburu'nu... Barikat kurup, siper
almışlar. Ellerinde G3'ler.

Yuh be kardeşim...

Utanmasalar, F-16 uçuracaklardı, F-16...
Çünkü "IMF istiyor" diye, öyle bir ucube çıkarmaya çalışıyorlar ki, anca
silah zoruyla, dayak zoruyla kabul ettirebilirsin bu millete.

Örnek mi?
25 yıl çalışan bir işçi, şu anda 357 lira emekli maaşı alıyor.
Yasa çıkınca?
299 lira alacak. 25 yıl çalışan bir memur, şu anda 525 lira emekli maaşı
alıyor.
Yasa çıkınca?
382 lira alacak.

Diyorum ya.
Anca sopayla kabul ettirirsin...

Üstelik, bu yasada "IMF emri" olmayan maddeler de var.
Fırsat bu fırsat ya...
Sokuşturuvermişler araya.

"Üniversite mezunu" 25 yaşından büyük kızlar, 2007'den itibaren annebabası
üzerinden sağlık karnesi alamayacak.
Bak sen...
Peki "üniversite mezunu olmayan" kızlar?
Onlar alacak.

Başka?
"Üniversite mezunu" kızlar, evlenip boşanırsa, annebabası hayatta olsa bile,
sağlık hizmetinden faydalanamayacak.
Peki "üniversite mezunu olmayan" kızlar?
Onlar faydalanacak.

Yani, diyor ki bu yasa:
"Kızları okutmayın..."
"25'inden önce evlendirin."
"Boşanan ayazda kalır..."

E görürsünüz siz, ilk seçimde kim kimi sopalıyor...

Yılmaz özdil, SABAH

buena vista
09-12-2006, 10:11
TÜRKİYE'nin AB ile ilgili giriştiği son diplomatik atağın belki de en önemli sonucu, tam kritik karar aşamasında, AB'nin gündemine yeni bir yön vermiş olmasıdır.
Girişimin açıklandığı önceki güne kadar, AB kurumlarında ve üye ülkelerde, limanları açmamakta direnen Türkiye'ye karşı uygulanacak yaptırımlar tartışılıyordu. Müzakerelerde askıya alınacak fasılların sayısı, Komisyon'un tavsiye ettiği gibi 8 mi, yoksa daha fazla mı -veya daha az mı- olmalıydı? Limanlar açılmadığı takdirde Rumların istediği gibi belirli bir sürenin sonunda müzakereler topyekûn kesilmeli miydi? Veya Almanya'nın önerdiği gibi, 18 ay içinde bir gelişme olmadığı takdirde Komisyon yeni bir "değerlendirme" raporu mu yayımlanmalıydı?
Türkiye'nin diplomatik girişimi, bütün bunları ikinci plana itiverdi. Dün Brüksel'deki daimi temsilciler, "non-paper" (yani resmi belge niteliğinde olmayan) önerileri görüştü. Ama asıl tartışmalar önümüzdeki pazartesi günü Bakanlar Konseyi'nde cereyan edecek. Büyük olasılıkla oradan bir karar çıkmayacak ve bu iş liderlere bırakılacak. Bu görüşmelerde Türk önerisi öne çıkacak, Komisyon'un tavsiyeleri ve diğer istekler, bu önerinin gölgesinde ele alınacak.

Çeşitli senaryolar
Şu anda nihai kararın nasıl çıkacağını tahmin etmek çok zor. Konuyla ilgili Avrupalı diplomatlar dahi, sonucun nasıl olacağını kestiremiyorlar ve çeşitli senaryolar üzerinde duruyorlar.
Belli başlı olasılıklar şöyle:

Türk önerisinin kabulü. Bu en iyimser senaryo.

Sızdığı kadarıyla, Türk önerisinin aynen olduğu gibi benimsenmesi mümkün görünmüyor. Ama bunun bir "müzakere zemini" oluşmasına ve hatta ona dayalı bir "uzlaşma" sağlanmasına şans tanıyanlar var.
AB açısından önemli olan, Türkiye'nin limanlar konusundaki "yükümlülüğü şartsız olarak" yerine getirdiğini göstermesidir. Türkiye açısından ise önemli olan, önerilen zaman içinde, karşılık olarak Ercan Havaalanı'nın açılacağına dair AB'nin resmi bir taahhüde girmesidir. Bu iki unsurun bağdaştırılıp bağdaştırılmayacağı belli değil.

Türk önerisinin reddedilmesi. Bu da en kötümser senaryo.
Diplomatlar, AB liderlerinin -Rum itirazlarına rağmen- bu girişime sırt çevirebileceklerine ihtimal vermiyor.
Ancak Konsey'de bir mutabakat sağlanamaması veya hiçbir karara varılamaması olasılığı da var. O takdirde, nihai karar önümüzdeki yıla ertelenebilir. Bu ne demektir? Müzakereler ya Komisyon'un tavsiyelerine göre (birtakım "yaptırımlar"la) devam eder veya Komisyon'un yeni bir rapor hazırlaması istenir...

"Türkiye zirvesi"
Şimdilik her kafadan bir ses çıkıyor. Anlaşılan bu seferki AB zirvesi gerçekten bir "Türkiye doruğu" olacak.
Ama AB'de hâkim olan görüş, Türk diplomasisinin gerçekten başarılı bir son dakika manevrasıyla gündeme yön vermeyi başardığıdır. Avrupa basınındaki hava da budur. Yani Türkiye psikolojik olarak puan kazanmıştır. Bu kez köşeye sıkışan Rum tarafı ve ona destek verenlerdir.
Şu anda Türkiye bu girişimiyle sadece bir "niyet beyanı"nda bulunmuş bulunuyor. Öneri her ne kadar "şartsız" görünüyorsa da, "karşılıksız" değil. Dolayısıyla şimdiden tavizden, teslimiyetten söz etmek yersiz. Daha doğru bir değerlendirme için birkaç gün daha bekleyelim...

skohen@milliyet.com.tr

Ramo
10-12-2006, 12:59
Cevat Abbas, Atatürk'ün yaveridir. Tam 24 yıl Mustafa Kemal'in savaş meydanlarında, yurt gezilerinde, Meclis görüşmelerinde yanıbaşında bulunmuştur. Cevat Abbas'ın hatıraları o yüzden değerli ve çarpıcı.. Bu anıları kitapçı raflarına yeni çıkan "Atatürk'ün Yaveri Cevat Abbas Gürer" adlı kitapta okuyoruz... Torun Turgut Gürer derlemiş anı ve belgeleri... Bizlere lezzetli satırlar sunuyor... Örneğin... Atatürk, Veliaht Vahdettin'in ordu müşavirliğine tayin edilir edilmez onu Çengelköy üzerindeki köşklerinde ziyarete gitmiş... Bir saat kadar görüşmüşler. Cevat Abbas köşkten çıkar çıkmaz:
- Nasıl buldunuz Paşam? diye hissiyatını sormuş...
Mustafa Kemal demiş ki:
- Önüne bakarak ve gözlerini kapayarak konuşan ve biradere 'bilâder' diyen, kendi halinde bir adam, bundan ne hayır beklenir...
* * *
Kitaptan ilginç bir bölüm daha: Vahdettin, 3. Ordu müfettişi olan Mustafa Kemal'i Samsun ve çevresindeki olayları bastırmak için görevlendirmeseydi de Mustafa Kemal gizlice Anadolu'ya geçecekti...
"Mustafa Kemal Paşa bir gün; Kocaeli Yarımadası'nın Taş köprüsü üzerinden veya İzmit Körfezi'nden istifade edilerek Yirminci Kolordu hudutlarına ulaşacak bir yolun emniyetle alınması tedbirini bana emretti.
Gebze, İzmit ve Değirmendere istikametlerini etüt ettim.
Atatürk'le kendime cephanesiyle birlikte birer mavzer filintasıyla iki el ası hazırlamıştım. Ansızın bir gün Atatürk'ün bizzat tespit ettiği Gebze civarından Tavşancıl'a inen yolu takip ederek Yahya Kaptan ile buluşup Değirmendere'ye geçecektik".

Alıntı:Melih Aşık Milliyet

Ramo
12-12-2006, 19:44
Uzun zamandır, nitelikli ara eleman sıkıntısı yaşadıklarını her fırsatta dile getiren sanayiciler, sorunun çözümü için yurtdışına yönelmenin planlarını yapmaya başladı.
Türkiye'de ağustos itibariyle işsizlik oranı 9.1'i bulurken sanayici, en önemli sorunlarından biri olan nitelikli ara eleman ihtiyacına çözüm bulunamadığı için yurtdışına yönelmek zorunda kaldı. Adana Sanayici ve İşadamları Derneği (ADSİAD) Başkanı Süleyman Onatça, birçok firmanın yurtdışından yetişmiş ara eleman getirmeyi planladığını söyledi.

Uzun zamandır iş dünyasının gündeminde olan nitelikli yetişmiş ara eleman sıkıntısı CNN Türk'te yayımlanan Referans Noktası programında ele alındı. Referans Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Eyüp Can Sağlık'ın sunduğu programa, ADSİAD Başkanı Süleyman Onatça, Türk Girişim ve İş Dünyası Konfederasyonu (TÜRKKONFED) Yönetim Kurulu Başkanı Celal Beysel ve Adana Sanayi Odası (ADASO) Başkanı Ümit Özgümüş katıldı. Ekonominin gelişmesiyle ara eleman sıkıntısının daha çok öne çıktığını belirten Süleyman Onatça, "Yetişmiş ara eleman sıkıntımız uzun yıllardır var ama bugün ekonomi geliştiği için daha fazla ön plana çıkıyor. Bugün dünya ile rekabet ediyoruz" dedi.

Özellikle KOBİ'lerin büyük sıkıntı yaşadığını kaydeden Celal Beysel ise "Büyük firmalar bir şekilde kendi elemanlarını en iyi yetişmiş tabakadan alabiliyor veya kendisi yetiştirebiliyor. KOBİ'ler elemanlarını yetiştirseler de sonra bunlar büyük firmalara geçiyor" dedi. Sorunun çözülmesi için meslek liselerinin tartışılması gerektiğini kaydeden Beysel, sorunun imam hatip liselerinden bağımsız değerlendirilmesini istedi.



İşsizlik fonu meslek eğitimine

Meslek liseleri sorununun çözümü için Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) ve Yüksek Öğretim Kurumu'nun (YÖK) bu okullara yönelik uzun vadeli çalışmalar yapması gerektiğini kaydeden Beysel, "Kısa vadede ise üniversiteye giremeyenlere belli merkezlerden eğitimler verilmeli. Ayrıca 20 milyon YTL'lik işsizlik sigortası fonu meslek eğitimi için kullanılabilir. Organize sanayi bölgelerinin biriktirdikleri fonlardan bir kısmıyla da eğitim merkezleri kurulabilir. Bu çözümler için siyasi irade ve konsensüs gerekir" dedi.

Bütün dünyada meslek liselerinin daha az cazip olduğuna dikkat çeken Beysel, "Genelde gençler ve aileler normal liseleri tercih ediyor. Bu, bir statü sorunu. Aile çocuğunun kapasitesi ne olursa olsun, üniversiteye girsin diye düşünüyor. Gençler de kapasitesi yeterli olmasa bile 'Üniversiteye girerim, askerliğimi er olmak yerine, astsubay olarak yaparım' düşüncesinde" dedi.

Sorunun çözümü için teşvik gerektiğini söyleyen ADSİAD Başkanı Süleyman Onatça ise "Meslek lisesi mezunlarının kısa dönem askerlik yapması, mezunları çalıştıranlara vergi indirimi gibi teşvikler getirilmeli. Ayrıca mezunlara statü kazandırılmalı ve aileler teşvik edilmeli" dedi. ADASO Başkanı Ümit Özgümüş de tam kapasite ile çalışmayan fabrikaların yüzde 13'ünün kalifiye eleman eksikliğinden dolayı çalışmadığını belirterek "Sorun sadece meslek eğitimi değil. Birçok sorunun çözümü için masa başında karar alınıyor. Bu işi uygulayanlarla konuşulması ve siyaset dışına çıkarılması gerekiyor" diye konuştu. Eskiden meslek okullarının çok daha cazip olduğunu dile getiren Özgümüş, zamanla okulların içinin boşaldığını anlatarak iki yılık meslek yüksek okullarından mezun olanların yüksek ücretlerle iş bulmasının teşvik unsuru olacağını söyledi.

Kaynak:

http://www.referansgazetesi.com/haber.aspx?HBR_KOD=54913&ForArsiv=1


Minik Yorum:Sanayici dışarıdan elaman ithal eder sorununu çözer.Ya bizim onlarca işsiz ordusu onlar.Kapgaç,hırsızlık mı yapar? Olur...

Ramo
13-12-2006, 14:10
Amerika Kürtleri terk mi ediyor?
Bir öncekinde olduğu gibi bu yazıda da Eski ABD Dışişleri Bakanı James Baker ve liderliğindeki grubun Irak raporuna değineceğim. Çünkü tartışmanın dozu yükseliyor. Önceki yazıda Barzani’nin rapora tepkisine dikkati çekmiştim. Irak Raporunun bu noktasına, yani Barzani’nin dediğine benim dışımda hiç bir köşe yazarı dikkat çekmedi.

Oysa bu tepki çok ama çok anlamlıydı. Nitekim dün de rapora en şiddetli eleştiri Talabani’den geldi. Gazetecileri etrafına toplayan Talabani, “bu rapor Irak’ın egemenliği ve anayasası için büyük tehlike, halkımızı aşağılıyor” dedi. Konuşmasında oldukça asabi bir tavır sergileyen Talabani rapora verip veriştirdi.

Dün gece AP Ajansı’na Bahreyn’den bir haber daha düştü. Haberde Irak’ın Kürt kökenli Dışişleri Bakanı Hoşyer Zebari de bir demeç patlattı: “ Kerkük bizim kentimiz Türkler karışamaz, Türkiye işimize burnunu sokmasın” dedi.

Bu arada atlamayalım, bilindiği gibi Barzani kurduğu peşmerge ordusunu merkezi hükümetin emrine vermiyor. Önceki gün yine ilginç bir haber düştü medyaya. Kaynak bir Kürt İnternet gazetesiydi. Haberde üst düzey bir kürt yetkiliye dayanarak, “ bizde uçak ve tank hariç, her türlü ağır ve hafif silah var” deniyordu. Yani potansiyel “düşmanlara” gözdağı. Zamanlaması da ne kadar ilginç!

Aslında Kürtlerin kıyameti kopardığı rapor oldukça basit: Dün raporun sahipleri James Baker ve Lee Hamilton raporu savundu. Baker şöyle dedi:”We're not going to win this war militarily; we're going to win it politically." Türkçesi; bu savaşı askeri olarak kazanamayız, ancak politik olarak kazanacağız.” Rapor Amerikan askerinin yavaş yavaş alandan çekilmesini, güvenliğin eğitilen Irak askerine terkedilmesini, daha sonra da Amerika’nın Irak’tan tedricen çekilmesini öneriyor. Bunun için İran ve Suriye ile görüşülmesini tavsiye ediyor. Bush’ta raporu dikkate alacağını söyledi. El mecbur, Rumsfeld’i kurban Verdi.Rumsfeld’in Yerine gelen Gates’de rapordaki gibi düşünüyor, yani “savaşı kaybediyoruz!”

Şimdi bu rapor kürtleri niye kızdırdı? Raporu hazırlayan ekibin 9 ay boyunca kürt bölgesine uğramadığını, sadece telefonla görüştüğünü söyleyen Barzani’nin dediklerini, ardından Talabani ve en son Hoşyer Zebari’nin dediklerini göz önüne alırsak; kürtler Amerika’nın kendilerini terketmeye başladığı, Amerikan şefkatinin gittikçe azaldığı endişesine kapıldılar. Bu kızgınlığın ardında o yatıyor.

Amerika burada sonsuza kadar kalamazdı değil mi? Eninde sonunda Irak’tan gidecek. Önceki yazımızda “kürtler aslına rücü mu ediyor?” diye sorduk. Cevabı galiba “evet” olmalı ki bu kadar ses çıktı.

Tekerrür tarihe musallat olmuş bir hastalıktır. Ama endişe etmesinler, onlar bizim sevgili komşumuz, dostumuz, akrabamızdır. Bu millet onları iyi tanır ihanetlerine rağmen onları sever. Yarın Şiiler Sünniler saldırdığında elde ettiklerini söyledikleri o silahlar onları korumaya yetmez. Bu durumda Türkiye onlara kucağını açacaktır.

Hiç endişe etmeyip gelsinler o kucağa.

Bu ülke büyüktür bu millet şefkatlidir…

www.gazeteci.tv
http://www.haber3.com/artikel.php?artikel_id=101335
Minik Yorum:Eşeğin ömrü yükü çekebildiği kadardır.

buena vista
14-12-2006, 18:43
Bekir COŞKUN bcoskun@hurriyet.com.tr



SON uçağa bindiğimde bunların deve keseceklerini anlamıştım.

Çünkü ben "deve kesecek adamları" nerede olsa ta uzaktan tanırım. Tabii ki tüm ülke gibi THY de "deve kesicilerin" elindedir.

Dünyanın en modern ulaşım aracı uçaklarla, en gelişmiş teknolojiyle, en çağdaş yaşam biçimiyle iç içe de olsalar, akıllarında deve vardır, deve kesicilerin.

Asla uygar olamazlar.

Asla medeniyete saygı duymazlar.

Asla devesiz yapamazlar.

Söyler misiniz; bu çağda hava güvenliğini bir deveyi süsleyerek apronda kesmekle çözümleyen kafa olur mu?

Deve makinist mi?..

Yoksa makine mühendisi mi?..

Bir araya getirin bakalım, oluyor mu:

Uçak, arıza, deve...

*

Artık ne zaman THY uçaklarına binsem aklıma deve gelecek; süslenmiş, yapılan açıklamaya göre görevi personeli "motive etmek" olan, boynu bükük, arıza giderici deve...

Haberlere göre "dua okunarak" deve kesilince "motive olan" bu personel, uçağın diyelim ki bujisini değiştirmek yerine başka yöntemler de uygulayabilir.

Belki bunun duası da vardır:

"El kavmin mıttıl teyyare, el ihya innekül mahşerin, el lezine el afsun kum buji..."

Ne bilelim biz...

*

Asıl soru:

Tam da AB tartışmaları sürerken, apronda böyle deve kesmek size nasıl gözüktü?..

Batı gazetelerinde, televizyonlarında yer aldı uçak arızasına karşı deve kesimi. O elinde et parçalarıyla zıplayan personel, masum bir sevimli deve ve dev uçakların fotoğrafları ile.

Benim başından beri hiç de teknik-diplomatik boyutlara girmeden "Böyle bir toplumu AB’ye almazlar" tezimin en kısa anlatımıdır bu; arızalı uçak için apronda deve kesmek.

Siz hálá bu develerle AB uygarlığına katılabileceğimizi düşünüyor musunuz a dostlar?..

Bu develerle nereye gidilir?..

Nereye varılır bu develerle, söyler misiniz?..

Ramo
17-12-2006, 18:19
Su yok, kocalarımızla yatamıyoruz 17 Aralık 2006



Aksaray’a bağlı Yukarı Dikmen Köyü’nde su sıkıntısı bir türlü giderilemezken, kadınlar, "Susuzluktan kocalarımızla yatamıyoruz" diye tepki gösterdi.

Kent merkezine 35 kilometre uzaklıktaki 150 hane, 1300 nüfuslu köyde yaşayanlar, suyu, yaklaşık 1 kilometre uzaklıktaki dağlık alandaki doğal su kuyularından sağlıyor.
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/5627818.asp?top=1

Minik yorum:Su hayattır...

Ramo
21-12-2006, 18:53
http://www.hurriyet.com.tr/_newsimages/2624893.jpg

buena vista
24-12-2006, 08:46
Murat Bardakçi

Geçmişimizde bu konuda bol bol örnek vardı ve tarih kitaplarımız padişahından paşasına ve hattá sokaktaki adamına kadar çok sayıda erkeğin maceralarından sözetmişlerdi. Ama, 16. asırda yaşamış olan Kapdanıderya Kılıç Ali Paşa’nın "azgın teke sendromu" diğerlerini geride bırakmış ve Paşa, tarihlere "en azgın ve en hızlı teke" olarak geçmişti. Türk denizcilik tarihinin en kahraman amirallerinden biri kabul edilen Kılıç Ali Paşa, seksenini geride bıraktığı yıllarda bile yatağına her gece bir bakire cariye almış ve ölümü de bu yüzden olmuştu. 87 yaşındaki Paşa, 1587’nin 21 Haziran akşamı kendisinden neredeyse 70 yaş küçük cariyelerle beraber sazlı-sözlü bir cümbüşe dalmış ve aynı gece, yataktan Paşa’nın cenazesini çıkarmışlardı.

İSİM babalığını Selahattin Duman’ın yaptığı "azgın teke sendromu" meğer ne çok yaygınmış! Her geçen gün bu sendroma tutulan yeni isimlerle teşerrüf edip maceralarını öğreniyor ve azgın teke vak’asının nasıl artmakta olduğunu görüyoruz.

Basınımızın sendromdaki artışlar konusunda verdiği haberleri okurken, eski asırlardaki benzer hadiseleri düşündüm. Geçmişimizde bu konuda bol bol örnek vardı; tarih kitaplarımız padişahından paşasına, kapdanıderyasından sokaktaki adamına kadar çok sayıda erkeğin benzer maceralarını yazmışlardı. Ama "azgın teke sendromu" kavramı o devirlerde şimdiki gibi ilmi bir şekilde ortaya konmadığı için, málum davranışlardan sadece "kadın düşkünlüğü" yahut "azgınlık" gibisinden isimlerle bahsedilmişti.

Meselá, Sultan İbrahim ile Beşinci Murad, kadınlara olması gerektiğinden çok daha fazla düşkündüler. Sultan İbrahim’in merakı devleti bazan tehlikeli vaziyetlere koyacak, Beşinci Murad’ın yaptıkları ise işitenlerde sessiz tebessümler yaratacaktı.

Sultan İbrahim, devletin önde gelen kumandan paşalarının nikáhlı hanımlarına bile el atmaya kalkışınca Anadolu’da kanlı isyanlar çıkmıştı. 1876’da tahttan indirilmesinden sonra Çırağan Sarayı’na kapatılan Beşinci Murad ise yanındaki genç cariyeleriyle günde on-on defa birarada olmaya başlayınca, annesi Şevkefza Kadın çareyi büyücülerde ve muskacılarda aramış, onlardan şefaat ummuştu. 60 küsur yaşındayken daha yirmisini bulmamış olan cariyesi Ruhşah’a içli aşk mektupları gönderip "Bu gece de gelmez isen vallahi ölümüme sebep olacaksın" diye yakaran Birinci Abdülhamid ise, tarihlere "romantik áşık" olarak geçecekti.

EN AZGIN VE EN HIZLI TEKE

Ama, 16. asırda yaşamış olan Kapdanıderya Kılıç Ali Paşa’daki "azgın teke sendromu", bütün diğer örnekleri geride bırakacak ve Paşa, "en azgın ve en hızlı teke" unvanını asırlar boyunca elinde tutacaktı.

Ali Paşa kimi tarihçiye göre İtalyan, kimine göreyse Barbaros Hayreddin Paşa’nın yetiştirmesi olan bir Türk idi. 1500 yılında doğdu, gençliği Hayreddin ve Turgut Reisler ile beraber deniz savaşlarında geçti. Bahriye tarihimizin en büyük yenilgisi olan 1571’deki İnebahtı Savaşı’nda Türk donanmasının tamamen yokolmasına máni olduğu için Kapdanıderyalığa getirildi ve 1587’nin 21 Haziran’ındaki ölümüne kadar bu vazifede kaldı. Birçok hayır işleri de yapmıştı ve Tophane’de bugün hálá onun ismini taşıyan büyük camii de o inşa ettirmişti.

"Uluç" ve "Kılıç" lákaplarıyla anılan ve "Reis" de denilen Ali Paşa, tarihlere bir zamanların en kuvvetli deniz gücü olan Türk donanmasının yaratıcılarından ve en kahraman amirallerinden biri olarak yazılmasının yanısıra, bir diğer özelliğiyle daha geçti: Bugün "azgın teke sendromu" dediğimiz davranışın en uç örneği olarak... Paşa bu işte öylesine ileriye gitmişti ki, ölümü bile bu uğurda gitmişti...

Kılıç Ali Paşa’nın kadınlara, özellikle de bakirelere karşı aşırı düşkünlüğü o devirlerde herkesin dilindeydi. Seksenini geride bırakmasından sonra bile, her gecesini mutlaka en az bir bakire cariyeyle beraber geçirdiği, üstelik beraberliklerinin sözde kalmadığı, fiiliyatta da başarıyla neticelendiği anlatılır, Paşa’nın bu gücü, yaşıtı olan erkekleri hasetlerinden çatlatırdı.

PAŞA’YA CARİYE PERHİZİ

1587 ilkbaharında artık 87 yaşına gelmiş olan Ali Paşa, birdenbire yatağa düştü. İmparatorluğun en namlı tabipleri, denizlerin ve gecelerin kahramanına şifa bulabilmek için birbirleriyle yarışır oldular. Bitip tükenmek bitmeyen muayenelerden sonra 1587’nin 21 Haziran akşamı "Paşa hazretleri" dediler, "Evvelá şu iláçları almanız ve perhize girmeniz gerek...". Sonra, bahsettikleri perhizin kızartmalarla ve zeytinyağlı yemeklerle alákasının bulunmadığını, "cariyelerden uzak durmak" olduğunu söylediler.

Ama, Paşa’ya söz anlatabilmek ne mümkün? Kılıç Ali Paşa "Benim şifam iláçlarda değil, sizin menetmek istediklerinizdedir" diye kükreyip tabipleri huzurundan kovdu. Sonra, pek mecáli kalmadığından olacak yatağına uzandı, haremağalarına "Avratları tez getüresiniz!" buyurdu ve kendisinden neredeyse 70 yaş küçük cariyelerle sazlı-sözlü cümbüşe daldı.

Paşa’nın o gece yataktan cenazesini çıkardılar.

Tarihimizdeki "azgın teke sendromu"nun en ileri örneğini teşkil eden Kılıç Ali Paşa’nın öyküsü, işte böyle. Paşa’nın yolundan gitmek isteyen ama málum sebepler yüzünden zorluk çekenler için, Paşa’nın yaşadığı devirlerin daha öncesinden kalma elyazması bir tıp kitabındaki bir reçetenin bazı kısımlarını da günümüzün Türkçesi’ne naklederek yayınlıyorum.

VIAGRA’NIN YAN ETKİLERİNDEN ÇEKİNEN AZGIN TEKELERE 500 YILLIK REÇETE

BU sayfada bugüne kadar eski kitaplardan aldığım birçok reçeteyi sevabına yayınladım.

Şimdi, Viagra’nın yüksek tansiyon yahut kalp krizi riski gibi yan etkilerinden çekinenler için yine eski bir metni, 15. yüzyılın ikinci yarısında zamanın hükümdarları için hazırlanan ve cinsel güçsüzlüğü ortadan kaldırdığı söylenen bir macunun nasıl yapılacağını anlatan bir reçeteyi bugünün diline naklederek veriyorum. Ama, ilácı imal etmeye kalkışacak olanların başlarına birşey gelmesi ihtimalini ortadan kaldırmak için macunun içine konması gereken bazı maddeleri yazmadığımı da peşinen söyleyeyim:

İşte, şimdi Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi’nde, muhafaza edilen reçete:

"...Bu macun vücuttaki bütün illeti ve marazı defeder, çocuğu olmayanı çocuk sahibi yapar ve Allah’ın izniyle bütün bozuklukları alır. İlácı kullananlar akşamları bundan altı dirhem yedikleri takdirde, ertesi sabah idrarlarını yaparlarken vücutlarından idrarla beraber nelerin çıktığını görüp hayrete düşerler. Anlayacağınız, bu macunun faydası bir gecede görülür.

İlácın terkibi ve yapılışı şu şekildedir: Onar dirhem karanfil, kebabe, fülfül ve tarçın; beşer dirhem udü’l-kahir ve kereviz tohumu alasın. Gene onar dirhem Mısır anasonu, ısırgan, havuç, şalgam, üzerlik, turp tohumu, mastaki, sakız, sinameki, ak günlük, acıbadem yağı ve yirmi dirhem çörek otunu da bir tarafa koyasın. Bunların hepsini havanda iyice dövüp beyaz bal iláve ederek macun haline getiresin, macunun içine beş çekirdek misk ve altmış dirhem de şeker katasın. Bir káseye koyup sabah ve akşam altışar dirhem yiyesin. Yediğin sırada abdestli olarak bazı duaları okuduğun takdirde, ilácın tesirini daha kuvvetli bir şekilde göresin"

Senelerdir yerlerde sürünen Türk Müziği bu CD ile ayağa kalkıyor

TÜRKİYE’de herşeyin artık günübirlik yaşanır olmasından musiki de çoktan nasibini aldı. Gazetelerin birinci sayfalarındaki zamane sanatçılarının ömrü sadece birkaç ay sürüyor, sonra yerlerini başkaları alıyor. Gündemde kendilerine "sanatçı" dedirterek kalabilmeye azimli olanları ise, isimlerini sanatlarıyla değil, magazin konusu hálinde devam ettirme yolundalar.

Ama, bütün bu toz-duman arasında, sanatı gerçek ve kalıcı bir şekilde yapabilen, ortaya sessiz-sadasız da olsa ciddi eserler koyabilen tek-tük kişiler neyse ki hálá mevcud.

Türkiye’nin Cemil Bey’den sonra yetiştirdiği en seçkin klasik kemençe üstadlarından olan Derya Türkan’ın bugünlerde çıkarttığı "Minstrel’s Era", yani "Saray müzisyenleri çağı" isimli CD, işte bu örneklerden biri.

Derya Türkan, CD’sinde, 17. asırda Osmanlı hükümdarlarının huzurunda icra edilmiş olan saz eserlerini alışılmışın dışında, ama eserin ruhunu bozmayan modern bir yorumla icra ediyor. CD’de, Türkiye’nin en parlak viyolonselcilerinden olan Uğur Işık ile Batı’da gayet iyi tanınan Fransız caz kontrbasçısı Renaul Garcia Fons, 17. yüzyılın nağmelerini Derya Türkan ile beraber bugün hemen herkesin rahatça dinleyip zevk alabileceği bir hále getiriyorlar.

CD’yi dinlerken, klasik kemençenin inanılmaz bir hüzünle dolu sesinin enginlerdeki berrak kanat çırpışlarının refakatinde, bir zamanlar Topkapı Sarayı’nın yaldızlı kubbelerini saran nağmeler kulaklarınızda yankılanacak ve asırlar önce kaybolmuş bir álemin, bugünün giysilerine bürünmüş halde önünüzde durduğunu hissedeceksiniz. Ben, Cemil Bey’in 20. yüzyılın başındaki kayıtlarının müzisyenlerimize hálá ilham veren bir nağmeler deryası olması gibi, Derya Türkan’ın CD’sindeki Rastlar’ın, Nihavendler’in, Buselikler’in ve Mevc-i Deryálar’ın resmigeçidinin de ileriki zamanların müzisyenlerine aynı ilhamı vereceğine inanıyorum. (Hürriyet)

Ramo
25-12-2006, 20:07
Dünya Bankası, bir raporunda ‘’Türkiye, dünyada banka maliyetinin en yüksek olduğu ülkedir.’’ diye yazmıştı. 2001 krizinde bankaların bu topluma maliyeti, bir hesaba göre 50 milyar dolar, bir hesaba göre de çok daha fazladır.

Son 5 senedir, herkes bankalara çalışıyor. Bankaların maliyeti, hazine destekleri dahil, halkın cebinden çıktı.

Yabancılar baktılar ki Türkiye’de banka iflasının maliyeti halkın sırtında, banka satın almak için hücum ettiler. Halk bankası da yabancıya satılırsa, sistemin yarıdan çoğuna yabancılar sahip olacaktır.

Kars-Tiflis demiryolu projesi, Türkiye’yi Kafkaslara ve Orta Asya’ya bağlayacak bir projedir. Gerçekleşmesi halinde hem Doğu Anadolu’nun kalkınmasına, hem de Türkiye’nin kalkınmasına katkı yapacaktır. 2001 yılında projenin finansman kaynağı “Çin kredisi” bulundu. Ancak, Hazine, enflasyonu olumsuz etkiler diye DLH tarafından alınacak 450 milyon dolarlık bu projeye kefalet vermedi. Buna karşılık bu toplum batık bankalar nedeniyle Kars-Tiflis demiryolu proje maliyetinin 100 katına katlandı. Üstelik Kars-Tiflis demiryolu projesi kendini 3-5 yılda finanse edecekti. 50 milyar dolar maliyetin ise en az 30 milyar doları yurt dışına gitti.

Banka batıranların bir kısmı, parayı götürdü.. Dışarıda banka kurdu. Bir kısmı, lüks yatlar, uçaklar satın aldı.. Bir kısmı ise parasını dışarıda tutuyor.

İşte asıl önemli maliyet yurt dışına kaynak transfer etmektir. İçeride kalan kaynak gelir dağılımını bozar. Ancak dışarıya kaynak çıkışı, kan kaybına ve fakirleşmeye neden olur.

Şimdi bankaların yabancılara satışıyla döviz geliyor. Cari açık finanse ediliyor.. Ancak bunlar ömür boyu kar transfer edecek.. Ömür boyu yurt dışına kaynak çıkacak. Ömür boyu cari açık oluşacak.

Kaldı ki Türkiye’de finansal pazar gelişmiş ülkelerden çok dardır. Buna rağmen krizden önce banka sayısı 80’li sayılara çıkmıştı. Elbette ki bu kadar banka rekabet şartları içinde bu pazarı paylaşamaz. Kaldı ki, birçok banka sahibi halkın mevduatını kendi parası zannederek, istediği gibi kullandı.

Şahit olduğum üç olay beni çok etkiledi. 1994’te batan 3 bankadan birisinin sahibi çok sık davet veriyordu. Son davetinde masa örtülerini altın maşalarla tutturmuştu.. Akdeniz’de 60 metre 4 katlı muhteşem bir yat gördüm.. Bunun sahibi kim diye sordum.. “Bu yatı falan adam 2 ay için 2.5 milyon dolara kiraladı. Yatta 24 yabancı personel hizmet veriyor”. Ayrıca kendisine ait 2 yatı daha var..” dediler. Bu yatı kiralayanın bankası da battı..

İki sene önce kışın uçakla İstanbul’a geliyordum.. “Economic class”ta üç kişi vardık. “Business class” ise tam doluydu. Hostese “Business class’a neden bu kadar çok talep var?” diye sordum.. Hostes “Onlar falan bankanın çalışanları” dedi.. Bu banka sahibinin de bir bankası battı.

Batan bankaların 50 milyarlık maliyeti kadar önemli olan bir başka konu, bu kadar banka imtiyazını kim verdi? Devlet bir iş yaparken fizibilite yapmaz mı? İmtiyazlar hangi amaçla verildi? Denetim raporlarını kim hasır altı etti? Devlette yetki ve sorumluluk birlikte işler. Yetkisini kötüyü kullananların, sorumluluk gereği hesap vermesi gerekmez mi? Ve nihayet, Devlet imtiyazını siyasi veya özel çıkarları için dağıtanlar suça yataklık etmiş sayılmaz mı?

Prof Esfender Korkmaz

Ramo
04-01-2007, 21:48
Hatırlar mısınız: İktidardan öteki iktidarlara kadar, medyadaki kimi "her şeyi bilen bilmişler" de, "Büyük Ortadoğu Projesi" diye bir şey anlatıyordu.
Moritanya'dan Ortadoğu ve Orta Asya'ya kadar.
Canını sevdiğimin.
ABD'de, nasıl denir, "dizayn" edilmiş, sivil iktidar, askeri ve sivil bürokratik iktidarlar ile iş dünyası ve "sivil toplum cemaatleri" zekâ küpleri de balıklama atlamıştı.
Medyanın parlakları, birer "posta güvercini" gibi, Washington'dan Ankara'ya, Ankara'dan İstanbul'a, İstanbul'dan Anadolu'ya "proje"nin özel ulaklığını yapıyorlardı.
Bilirsiniz, ünlü deyiştir:
Her başarılı "ulak"ın bir yanında başarılı bir "uşak" da varmış.
Siz bilmezseniz, ben de bilemem!





Şimdi o "proje", amanın da amanın, sevsinler onu, "demokrasi, huzur, özgürlük, barış, kalkınma", artık Allah ne verdiyse o sırada, tüm safraları atıverdi.
Güvercinler de, ayakları bağlı, beyinlerini çözmekte zorlanıyor.
Çırpa çırpına kanatları yamuldu.





"Proje" artık sadede geliyor; siz de gelirseniz.





Türkiye ahalisinin önemli kısmı, iki büyük hata yapmıştı:
1. Seçimlerde yerel merkez dışına kaçtı.
2. Duygularında küresel merkez dışına kaçtı.
Birincisi, AKP'yi iktidar yapan süreç; ikincisi ise "güvenilmez" AKP'nin iktidar olamaması sürecidir.





AKP, sadece manevi dünyalarıyla değil, maddi yoksunlukları yahut talepleriyle, "düzene isyanlarıyla" merkez dışına kaçan kitlelerle seçim kazandı.
Kazanır kazanmaz, onları "sakihleştirip merkeze taşımak" üstüne kaldı.
"Merkez dışı ile merkez çatışması" yerine, "merkezde çatışma" partisine dönüşüverdi.
Bunun ne demek olduğunu şu soruyu sorarak düşünebilirsiniz:
AKP, bu memlekette yoksul, yoksun, orta direk; hırpalanan, örselenen, zımparalanan, ezilen kitlelerin hakiki bir ekonomik-toplumsal-siyasi sözcüsü oldu mu?
Oyları alırken değil; aldıktan sonra.
Sonrası sınıfsal açıdan tamamen ehlileşmesi, evcilleşmesi, düzenleşmesi, merkezleşmesi, herkesleşmesidir!
Sonraki çatışmaların özü, "din-laiklik" gerilimi, bu ülkeye biçilmiş deli gömleğinin ine de, bedenine de uygundur.





İkinci hata, biliyorsunuz, sivil iktidarı da, askeri iktidarı da bir nevi "duygusal rehin" tutan, "ABD karşıtlığı" meselesiydi. Tezkere, anketler vesaire.
Askeri iktidar mantığı; aslında en zayıf noktası olan bu "ABD gölgesi"ni; AB'yi, dinciliği, bölücülüğü "milliyetçilik, ulusalcılık" mevzuu olarak itekleyerek iyice gölgeledi.
Türkiye ahalisinin "vicdani, insani, emperyalizm karşıtı" duyarlılığı, o ortak ve geniş cephe, orta yerinden kırıldı. Bir ötekine nefret o duygusal ortama ikame edildi.





"Yeni proje", PKK meselesi, Türkmen sorunu, Şii İran endişesi, Irak'ın bölünmesi, İsrail'in çekiştirmesi derken, Türkiye'nin "layık olduğu yere", Ortadoğu çamuruna gömülmesidir.
"Büyük proje"nin elde kalan ve şeyimize yaklaştırılan sapı budur.
Başbakan, koştura koştura, askerin de önüne geçip "İlk hedefimiz Irak" demeye getirmiyor boşuna.
Şimdi yarış, o yarıştır.
Kendi sorunları, asıl dertleri, asıl hedefleri, çatışmalara rağmen dokusundaki kardeşliği unutturulmak istenen, bir daha merkez dışına kaçmasına tahammül edilmeyecek ahalinin, birbirinden de nefret halinde, kendini kaybetmesidir.
İç savaş ruhunun savaş nizamına sürüklenmesidir.
İktidar ve karşısındaki "askersivil" cenah, başka başka renklere boyayıp birbirine tokuşturarak, aslında aynı "proje"yi koyacaklar önünüze.
Yerseniz; afiyet olsun!
Yazıklar olsun!
Umur Talu

Ramo
04-01-2007, 22:01
Orhan Erinç (Cumhuriyet, 01.01.2007)


Bayramlarda günlük politika kapsamındaki çekişmeleri sonraya bırakmak eski bir gelenektir.



Yılda beş gün yayımlanan Bayram gazetesinin ilanlarına göz dikerek meslek içi dayanışmayı da torpilleyen anlayışa inat olsun için, geleneği bu bayram da sürdürelim.



Ama bir görev bölümü yapalım...



Geçmişi anımsatmak benden, bugüne ve geleceğe uyarlamak sizlerden olsun...



***



Tanzimat'tan (1839) evvel halk ile devlet memurlarının ilişkileri tamamen başka şekildeydi. Esasen memurlar çok zaman bir sene için tayin olunurlar, sene sonunda azledilerek yerlerine başkaları gelirdi. Açıkta kalanlar ise, tekrar memur olmak için en az bir iki sene ve bazen daha fazla sıra beklerlerdi. Bu yüzden bir memuriyet alan, yalnız o seneki değil, ileride, açıkta kalacağı yıllara ait kazancını da temine mecburdu. Memurlar tabiatıyla halk hizmetinin görülmesinden ziyade şahsi endişelerle meşgul olmaya mecbur kalırlardı.



Bunlardan bir kısmı ise maaş almaz, mensup bulundukları kalemin (devlet dairesinin) aidatı, yani iş sahipleri tarafından ödenen ücretlerle geçinirlerdi. Bu tarzın ne muazzam suiistimallere sebep olacağı aşikârdır. Devlet kapısına işi düşen, avuç ve bazen de etek dolusu para harcamadan bir netice alamazdı.



Tanzimat'tan sonra bu usul değişti. Memurlar, her sene azli değiştirilerek daimi şekilde ve muayyen bir maaşla çalıştırılmaya başladılar. Lakin eski alışkanlıklardan kurtulmak kolay bir şey değildi. İşini para ile gördürmeye alışmış olan halk, yeni usullere uymakta güçlük çekiyor, memurlar da -bütün iyi niyetlerine rağmen- töhmet altında kalmaktan kurtulamıyorlardı.



Eski usul, halk ile memur sınıfı arasında aşırı laubaliliğin oluşmasına yol açmıştı. Halk, memuru, kamu hizmeti gibi şerefli bir vazifeyi yüklenmiş olmaktan ziyade, hemen verilecek paraya göre iş yapan kimseler halinde görmeye başlamıştı.



Bu yüzden, hatta en büyük devlet ricalini (adamlarını), vakitli vakitsiz, yerli yersiz müracaatlarla iş göremez hale getiriyorlardı. Bu müracaatlar devlet dairelerinin açık bulunduğu saatlerle sınırlı kalmıyor, iş sahipleri onları evlerinde ziyaret ediyor, her gece geç saatlere kadar kapı eşiklerini aşındırarak bir an istirahat etmelerine ve kafalarını dinlemelerine imkân bırakmıyorlardı.



Bu hal de Tanzimat'tan sonra on sene kadar devam etti. Nihayet 1849 yılında devletin ileri gelen ricalinin hangi geceler evlerine misafir kabul edebilecekleri kabul ve ilan olundu. (...)



Bu usulün adına, Fransızcadan alınarak suvare denildi. Buna göre devlet ricalinin suvareleri, yani misafir kabul edebilecekleri geceler şu şekilde tertip ve tespit olundu:



Cuma gecesi, sadrazam ile şeyhülislam; cumartesi gecesi, seraskerle tophane müşiri; pazar gecesi, kaptan paşa ve reis paşalar; pazartesi gecesi, hariciye, maliye ve hazine nazırları (bakanları); salı gecesi, reisülrüesa (çeşitli devlet görevlileri ve üst yöneticileri) ile hassa müşiri; çarşamba gecesi, zaptiye müşiri (emniyet günül müdürü) ve ticaret nazırı (bakanı), sadaret müsteşarı (başbakanlık müsteşarı); perşembe gecesi, deavi ve masraf nazırları (mahkeme kararlarının yerine getirilmesi ve sarayın masraflarının yönetilmesiyle tayinlerin uygulanmasını sağlayan görevliler).



Bu usul, üç sene kadar devam ettiyse de koyucusu olan Büyük Reşit Paşa 'nın azli ile unutulup gitti.



Kaynak: Midhat Sertoğlu (1913 - 1995) / Türkler Elinde Güzelleşen Muhteşem İstanbul / Baskı tarihi yok. Ancak içinde gönderme yapılan olaylara göre 1950'lerde yazıldığı anlaşılıyor. Kimi sözcükler tarafımdan güncelleştirilmiştir. O.E.



***



Turgut Özal 'ın "Benim memurum işini bilir" değerlendirmesinin durduk yerde söylenmediği de bu sayede anlaşılıyor sanırım.



Bayramınızı kutluyor, gönlünüzce bir yıl diliyor, kısa bir dinlence arası veriyorum.

buena vista
07-01-2007, 09:31
KARŞI dağlardan gelen ince bir derenin, şirin köyümüz Tülmen’in önündeki harman yerinden akıp gittiğini hatırlıyorum.

Etrafı sık bahçelerle kaplıydı Tülmen’in.

Çeşmelerden sular akardı.

Pınarın önündeki minik gölette, ceviz ağacının dalından atlayarak yüzerdik, o zaman çocuktuk biz.

Erik bahçemizde, babamın minik minik su kanalları açarak, taşlardan küçük havuzlar yaparak bizimle su oyunları oynadığını da hatırlıyorum.

(.......)

Sonra sular çekilmeye başladı.

Liseyi bitirdiğim sene çeşmeler, üniversiteyi bitirdiğim yıllarda pınar kurudu.

Bahçeler bir bir kalktı ortadan.

Evimizin avlusundaki kuyuda su 14 metre derindeydi artık.

Yazının tam burasında, Urfa’ya telefon açıp babama sordum, babam doğaya sevdalıdır, bilir:

Tülmen’de kuraklıktan sonra açılan birçok kuyunun da kuruduğunu, kimi yerlerde suyun 60-70 metreye çekildikten sonra kaybolduğunu anlattı.

*

Ben sadece yaşamımın tanığıyım.

Ama her yerde sular derinlere doğru çekilip kayboluyor, izliyorsunuzdur.

Dünya; güneşte kalmış mandalina gibi kuruyor.

Anadolu’da birçok göl artık yok. Nehirler cılızlaştı, ırmaklar "eski dere yatakları" oluverdiler.

Bugün ocak ayının 7’si...

Ne kar yağıyor, ne yağmur.

Önümüzdeki günlerde yağsa bile, giderek kuraklaşan bir süreçte, fazla bir anlamı yok.

Dünya kuruyor...

*

Bunun sorumlusu insanoğludur.

Akıl almaz biçimde kirletilen atmosfer, yok edilen yeşil örtü, nükleer denemeler, zehir püskürten milyonlarca baca, egzoz, makine...

Temiz bir damlası kalmamış denizler...

Ve aç karınca ordusu gibi yeryüzünün her santimini işgal edip bozan, kirleten, yok eden insanoğlu...

Sadece benim tanık olduğum bölümdür bu.

Bir gün bir tas su için birbirine kurşun sıkacak çocuklarımız.

Çünkü insanoğlu; hálá farkına varmış değil, hálá bir planı yok, hálá bildiğini okuyor, hálá yok ediyor, hálá çıkarcı, hálá yağmacı, hálá hırsız, hálá ahmak...

bcoskun@hurriyet.com.tr

buena vista
11-01-2007, 20:58
GÜRÜLTÜYE gidiyor, oysa Lokmacı Köprüsü şamatasından bin kez daha önemli bir karar var. KKTC hukukunu tanıyan ilk Avrupa kararı.

Karar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) ait.

KKTC’de mülkü bulunan 90’dan fazla Rum, "ya malımızı istiyoruz ya da paramızı" diyerek, AİHM’ye başvuruyor. Aslında, daha önce AİHM bu yönde bir karar veriyor. Ünlü Loizidu davasında, Türkiye tazminat ödemeye mahkum oluyor.

Bu mahkumiyet üzerine, herkes tam "KKTC ve Türkiye artık milyonlarca dolar tazminat ödeyecek" diye düşünürken, çok çarpıcı bir gelişme yaşanıyor.

Yine bir tazminat davası. Xenides Arestis adında bir Rum’un açtığı dava. AİHM, Arestis’e yine tazminat ödenmesine karar veriyor.

Ancak, bu kez farklı.

VATANA İHANET

KKTC, Rumların açtığı mülkiyet davalarıyla ilgili olarak Taşınmaz Mal Komisyonu (TMK) kuruyor.

Buraya başvuran Rumlara TMK, tazminat ödenmesinin yanı sıra, mülkün bedeli karşılığı satın alınması, Rum kesiminde kalan eşdeğer Türk mallarıyla değiştirilmesi gibi seçenekler sunuyor.

Rum Yönetimi, Rumların TMK’ya başvurmasını "vatana ihanet" olarak niteliyor. Buna rağmen, KKTC’de mülkü bulunan 90 Rum TMK’ya başvuruyor.

Bugüne kadar dokuz başvuru dostane biçimde sonuçlanıyor. Nedir bu? Türkler’le Rumlar belli miktar tazminat karşılığı anlaşıyor ve o dosya kapanıyor.

Otuz yıldan bu yana, belki ilk kez Rumlar Kıbrıs’ta Türk tarafının verdiği kararı kabul ediyor.

OTUZ YILDA İLK KEZ

Arestis de TMK’ya başvuruyor, miktarda anlaşmazlık çıkınca, AİHM’ye gidiyor.

AİHM, KKTC komisyonunun verdiği tazminat miktarını benimsiyor, TMK kararını onaylıyor.

Bunun hukuk değeri yanında, siyasal anlamı var.

Avrupa hukuku bir KKTC komisyonunun verdiği kararı ilk kez tanımış oluyor. KKTC’deki bir komisyonu iç hukuk yolu olarak ilk kez tescil ediyor.

KKTC’yi devlet olarak dünyada hiç kimse tanımazken, oradaki bir komisyonun kararını, Avrupa’nın en yüksek mahkemesi hukuken benimsiyor. Bu az şey mi?

Böyle hukuki bir başarıya imza atan Avrupa Konseyi’ndeki büyükelçimiz Daryal Batıbay’ı kutlamak gerek.

RUM YÖNETİMİ SİNİRLİ

Öte yandan, Rum Yönetimi çok sinirli.

Rum lideri Papadopulos AİHM kararına ateş püskürüyor.

İki nedenle. Halka, Annan Planının referandumda reddi karşılığında, mülkiyet davalarını kazanarak, yüklü miktarda tazminat kazanacakları vaadini veriyor. Bu AİHM’den dönüyor.

İkincisi, AİHM’nin KKTC’deki bir komisyon kararına uymasını, "işgal altındaki topraklarda yasa dışı bir komiteye meşruluk kazandırmak" olarak görüyor. Bu arada, komisyona başvuran Rumlara kızmaktan da geri kalmıyor.

Ne yazık, herkes Lokmacı Köprüsü gibi, simgesel bir olayın peşinde gürültü kopartırken, gerçek bir hukuk kazanımıyla kimse ilgili değil. Hatta, KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat bile.

Oysa, bu karar asıl onun yolunu açıyor. Hürriyet /Yalçın DOĞAN

Ramo
14-01-2007, 22:30
http://www.izlesene.com/video/haber/32899/turkce

bikmisbroker
16-01-2007, 11:25
Bizi idare edenlere göre bir ders
ALINTIDIR...

Kisacasi kapitalizm !!!

Durum tespitinden ote bir sey ve dunya ticaretinin baskentlerinden
birinin ilkokul kitaplarinda okutulmasi takdire sayan. Sanki oyku degil,
Turkiye'nin son 50 yili. Ya bu oykuyu yazan Turkiye'den esinlendi, ya da
Turkiye'yi "Kirmizi ibikli Tavuk"a cevirenler bu oykuden esinlendiler.
Yok bunun baska aciklamasi.



KIRMIZI IBIKLI KUCUK TAVUK

Zamanin birinde bir ciftlikte kirmizi ibikli kucuk bir tavuk yasarmis.
Tavuk kendi yiyecegini kendisi bulur ve bu guzel ciftlikte cok mutlu bir
hayat yasarmis. Bir gun bugday taneleri bulmus ve bunlari ekerek daha cok
yiyecek elde edecegini dusunmus. Ancak nasil ekecegini bilmedigi icin
arkadaslarindan yardim istemis:

"- Bu bugday tanelerini ekmek icin kim bana yardim edecek ?"

Ordek cevaplamis:
"- Ben yardim edemem, ancak istersen sana kahve tohumu satabilirim.
Bugday yerine kahve ekersen, cok para kazanir ve istedigin kadar bugday
alirsin."

Domuz oradan seslenmis:
"- Ben de yardim edemem, ancak kahve ekersen urunlerini ben satin alirim."

Fare hemen atlamis:
"- Ben bugday ekiminden anlamam ancak kahve ekmek icin gereken parayi sana
borc verebilirim, sonra odersin."

Ticaretten ve tarimdan anlamayan kirmizi ibikli sirin tavuk, bu sozler
sonrasinda kahve ekmeye karar vermis ve bugdaydan vazgecmis. Ancak kahve
nasil ekilir bilmediginden yine yardim istemis:

"- Kahve ekmek icin kim bana yardim edecek?"

Ordek:
"- Ben yardim edemem, ancak kahvenin cabuk buyumesi icin gereken gubreyi
sana satabilirim" demis.

Domuz:
"- Ben kahve yetistirmekten anlamam ancak kahveleri zararli boceklerden
korumak icin ilaca ihtiyacin var, istersen sana satarim" demis.

Fare de:
"- Gubre ve ilac icin gereken parayi istersen sana borc olarak veririm"
demis.

Sonunda kirmizi ibikli tavuk calismaya baslamis, calismiiiiiis
calismiiiiis. Kahve yetistirmek bugday yetistirmekten daha zormus ve daha
cok gubre ve ilac gerekiyormus. Ama tavugumuz sonunda cok zengin olacagini
hayal ederek sabretmis. Ve sonunda hasat zamani gelmis ve gercekten de
tavuk cok miktarda urun elde etmis, kendisine yol gosteren arkadaslarina
seslenmis:

"- Kahveleri satmama kim yardim edecek?"

Ordek:
"- Ben yardim edemem, ancak kahveleri islemek ve paketlemek icin benim
fabrikama getirmelisin."

Domuz:
"- Ben de yardim edemem, zaten her onune gelen kahve ektigi icin kahve
fiyatlari cok dustu, senin kahven bes para etmez."

Fare:
"- Ben bu islerden anlamam, ayrica artik sana verdigim borclari odemen
lazim."

Sonunda kirmizi ibikli kucuk tavuk gercegin farkina varmis ve bugday
yerine kahve ekmenin buyuk bir hata oldugunu anlamis, cunku borc icinde
imis ve yiyecek tek bir lokmasi yokmus. Acliktan olmemek icin yine yardim
istemis:

"- Yiyecek bir kac lokma bulmama kim yardim edecek?"

Ordek:
"- Ben yardim edemem, senin hic paran yok."

Domuz:
"- Ben de yardim edemem, zaten herkes kahve ektigi icin bugday eken de
kalmadi, yiyecek yok."

Fare:
"- Ben yiyecek bulamam. Ancak bana borclarini odemedigin icin para yerine
senin tarlani almak zorundayim, iyi bir tavuk olursan, belki senin o
tarlada bogaz tokluguna calisip, benim icin bugday yetistirmene izin
verebilirim."

Simdilerde bizim kirmizi ibikli kucuk tavugumuz, artik farenin olan eski
tarlasinda bugday yetistiriyor ve karnini doyurmaya calisiyor.
Kaynak : Ingiltere de ilkokullarda okuma kitabi olarak okutulan "The
Little Red Hen" kitabi.

Ramo
16-01-2007, 14:54
"Türkiye Barışını Arıyor" konferansının sonuç bildirgesinde, "barışın programlanabilmesi için katılımcıların fikir birliğine vardığı" öneriler sıralanmış.



Katılımcılar, anayasa ve seçim kanununda değişiklik istemişler. Koruculuğun kaldırılmasını önermişler. Kalıcı ateşkes üstünde dururken "Kürt sorununun, şiddet ve terorizm sorunu olarak adlandırılmaktan vazgeçilmesini" savunmuşlar.



Çok dilli resmi hizmet, barışın dilde başlatılması, ötekileştirici ve düşmanlaştırıcı söylemlerin terk edilmesi istenmiş.



Bölgenin doğal kaynaklarından ve enerji işletmelerinden sağlanan üretim değerlerinin bir bölümünün, yörenin kalkınması ve yoksullukla mücadele amacıyla kullanılmak üzere tahsisi önerilmiş... Yine aynı doğrultuda, ülkede pamuk üretiminin yüzde 47'sinin gerçekleştirildiği bölgenin istihdam yaratacak türden bir tekstil sanayii merkezi haline getirilmesi de öneriler arasına alınmış.



Bugünkü yazım, " Türkiye Barışını Arıyor Konferansı Sonuç Bildirisini" hazırlayanlarla bendeki kısa metin üstünden bir ana tartışma başlatmayı amaçlamıyor. Bildiride katılmadığım konuları değil; bence özellikle unuttukları asıl sorunu anımsatmak istedim kendilerine..



Feodalizmi unutmuş olanlar...


Onca "ana başlık" altında bildiriye yerleştirilen öneriler arasında, doğu ve güneydoğu bölgemizin yüzyıllardan beri çarpık bir feodalizm burgacında olduğuna değin tek satır görülmediğinin altını çizmek istiyorum.



"Barışa Çağrı Bildirisi ''ni hazırlayanların büyük çoğunluğunun, kaldırılmasını önerdikleri koruculuk sisteminin, yöredeki çarpık ağalık yapılanmasının ya da bir başka deyimle aşiretçiliğin ürünü olduğunu elbette ülkemizin başka bölgelerinde yaşayanlardan çok daha iyi bildiklerini düşünüyorum.



Anadolu'nun öteki yörelerinde doğup yaşamlarını sürdürenler için Güneydoğu'daki "ağa" lık düzeninin çarpıklığını yansıtan örnekler, ne yazık ki medyanın magazin ağırlıklı haber ya da programlarının konusu oluyor. Aşiret düğünlerinde takılan takıların ağırlığı savrulan dolar ya da Avroların sayıları...



Karşılanan parti liderleri, ya da sona eren kan davaları için verilen şölenlerde kesilen hayvan sayıları...



TV dizilerinde izleyiciyi koltuklarına bağlamak amacıyla plato olarak seçilen konaklar... Berdeller...



Bir siyasal partiden ayrılıp ötekine transfer olunurken kendileriyle birlikte kervana katılırcasına uyum içinde yer değiştirdiği iftiharla açıklanan ağa köylerinin sayıları...



Türk insanının çok büyük bir bölümü, televizyon çağının başlamadığı yıllarda bile, Güneydoğu'da yaşayanların feodaliteden neler çektiğini, söz konusu konferansın açış konuşmasını yapan ünlü romancımız Yaşar Kemal' in yapıtlarından öğrenmiş değil miydik?



Saydam ve gerçek bir demokrasinin filiz verebilmesi için ülkenin her yanında; ama belki de öncelikle Güneydoğu Anadolu da bireyi şayet kul olmaktan kurtaracaksak ona her şeyden önce "insan" olmanın erdemlerini sunmak gerektiği bu bildiride, tek harfle bile olsun yer almamış. Tam aksine, "bölgedeki yoğun yoksulluk, pozitif ayırımcılık" türünden eski şablonların içine hapsedilmek istenilmiş!



Mayınlı alanlar bile...


Konferansçılar, "mayınların temizlenmesiyle kazanılacak toprakların, organik tarıma açılması" nı önerirken bugün tapu kayıtlarında Hazine'nin sahibi olan bu yeni ve büyük kazanç kaynağının, çevredeki topraksızların ortak yararlanma alanı haline getirilmesini önermeyi bile unutmuşlar...



Oysa, sadece mayınların temizlenmesiyle açılacak yeni üretim alanları bile yöre halkının ortak faydasına verilebilmiş olsa, farklı nedenlerle büyük kent varoşlarında ırgatlıklarını sürdürmek zorunda kalan binlerce insanımız, Suriye ve Irak ile Türkiye 'yi ayıran sınır bölgesinin ortak sahipleri olarak dönüş yapma fırsatını yakalar.



Yazık... Kürt ya da Türk olduklarını söyleyerek söz konusu konferansa katkı yapanlar, Güneydoğu'daki çarpık yapılanmanın kökenine inmek yerine, günün modası olarak belledikleri ezberleri yinelemenin dayanılmaz cezbesinden kopamamışlar.

Ramo
18-01-2007, 13:25
http://www.madenr.somee.com/ata.jpg

buena vista
20-01-2007, 08:11
bcoskun@hurriyet.com.tr


BİR an bilmediğim, sadece uzaktan tanık olduğum bir yaşam geçti gözlerimin önünden:

Malatya’da doğmuş, o sokaklarda henüz oynamaya vakit bulamadan yetimhanede büyümüş...

Kendisi gibi yetimhaneden bir kızla evlenmiş...

Urfa’da hakkında üç yıldan beri davalar süren... İstanbul’da yargılanıp altı aya mahkûm olmuş bir gazeteci.

Son yazısında taciz ve tehditlerin artık ailesine, hatta yakınlarına kadar ulaştığını söyleyip kendini "ürkek güvercine" benzeten bir yaralı insan...

Dün vuruldu...
*

Şimdi o ebedi bilirkişi-yorumcu (!) koca çeneli adam, televizyonlara çıkacak ve bunun "provokasyon" olduğunu anlatacak.

Öbürleri "dış mihrak", "yabancı parmağı", "tahrik" diyeceklerdir, yine koca çeneleriyle.

Benim ise kafamın içinde yanıtını vermekten korktuğum kendi sorularım var:

Tüm bu süreç, bir tetikçinin işi miydi?..

Peki:

Bu cinayetten sonra... Bir tek Ermeni vatandaşımıza yapılan bunca eziyetten sonra... Bizler dünya kamuoyunun önüne çıkıp "Ermeni soykırımı doğru değildir" diyerek nasıl kendimizi savunacağız?..

Son zamanlarda dozu iyice artmış toplumsal histeriye, akıl almaz çıldırışlara, el ele verip yarattığımız sevgisizliğe ve merhametsizliğe, insani değerlerin bir bir yok oluşuna bakıp yukarıdaki sorunun yanıtlarını nasıl vereceğiz?..

Nasıl?..
*

Hrant Dink’in son yazısında bir paragraf var:

"Güvercinler dahi kentlerin en içlerindeki kalabalıklarda yaşamlarını sürdürüyorlar. Ürkek, ama bir o kadar da özgür..."

Bu satırlar canımı yaktı.

Bu duyguları taşıyan ve kentin meydanlarındaki ürkek güvercinlerin dahi özgürlüğünü özleyen bir gazeteci-yazar dün vuruldu.

"Katil kim?" sorusu çok önemli değil.

Bizler bu ülkeyi bu hale getirdik.

"Asil duygularımız" yüzümüzün karası oluverdi.

Durmadan suç işliyoruz.

Dün yine kötü bir şey oldu.

Güvercini vurdular...

AnnE
20-01-2007, 09:00
İsteseydi Paris'in en mutena caddesinde yaşayıp, 30bin Avro maaşla haftada bir yazı karalayabilirdi.O aşınmış tabanlı papuç giymeyi tercih etti.

bikmisbroker
21-01-2007, 01:34
Vatan hainlerinin düsmanlarimiz tarafindan yüceltilmesini anlamak gerek.
Daha önce kimlere ödül neden ödül verilmis.
Nobel kimmis.
Çok iyi hazirlanmis belgesel bir program.

http://video.google.com/videoplay?docid=1937961257612606068&q=banu+avar

buena vista
21-01-2007, 10:16
Nesin iki küme mektup bıraktı: Yakılacaklar ve sahiplerine postalanacaklar... Yakılanlardan arta kalanlar adreslerine teslim edildi. Ancak "ölüden gelen mektup", alıcıları pek sevindirmedi


can.dundar@e-kolay.net

Allah gecinden versin: Ölürseniz arşiviniz sizden sonra ne olacak; hiç düşündünüz mü?
Belki arşiv tutmuyorsunuzdur.
Benim gibi her yaşadığını günü gününe not edenlerden değilsinizdir.
O yüzden de "Yahu onca yıldır tutulmuş bunca defter ne olacak benden sonra?" diye dertlenmiyorsunuzdur.
Ya da size yazılmış mahrem mektupları, gizlice yollanan notları, bir sonbahar yaprağı üzerine karalanmış itirafları saklama adetiniz yoktur; bencileyin "Saklamam yıllarıma mal oldu, birinin yakması sadece birkaç dakika sürecek" diye düşünmüyorsunuzdur.
Okuma yazma öğrendiği defterden, ilk yurtdışı yolculuğunun biletine kadar her "lüzumsuz belge"yi biriktirmiyorsanız, "Çocukların, torunların başına bela olacak bunlar" türünden dertleriniz yoktur.
Peki yazıp yollamadığınız mektuplarınız, utanıp sakladığınız günlükleriniz, ilkgençlikte yazdığınız acemi şiirleriniz, kenara köşeye not alınmış hatıralarınız, kimse görmesin diye dip köşeye gizlediğiniz fotoğraflarınız yok mu?
Onların istikbalini düşündünüz mü hiç?
Haydi onlar da yok diyelim:
Ya kişisel bilgisayarınızda sakladığınız elektronik postalar?
Fotoğraflar?
Yazılar?
Siz "Sil" komutu vermeden göçerseniz birileri gelip onları "farklı kaydet"meyecek mi?
Ya cep telefonu mesajları?
Onları anında siliyor musunuz; saklıyor musunuz yoksa?
Ne zamana kadar?
Başka birilerinin elinde eğlenceliğe dönüşene kadar mı?
O halde bir an önce ayırt etmeksizin "tümünü seç"ip "sil"menin zamanı mıdır acaba?
Yoksa kıyamayanlardan mısınız, silmeye, yırtmaya, yakmaya?

E-postalar için vasiyet
Geçenlerde Meral Tamer, Foreign Policy dergisinin son sayısında yer alan bir haberden söz etti.
Yazının başlığı şu: "Öldükten sonra e-postalarınız ne olacak?"
Son zamanlarda Amerika'da avukatlar müşterilerine şöyle telkinde bulunuyorlarmış:
"Vasiyetnamenize e-posta şifrelerinizi de yazın ve siz öldükten sonra onları kimin kullanacağını belirtin."
Bu şart vasiyette yer almazsa, internet servis sağlayıcıları, kişinin internet ortamındaki yazışmalarına -aile üyelerine bile- kesinlikle girme izni vermiyorlarmış.
"Vasiyet için daha çok erken" diye düşünüyor olabilirsiniz.
Malum; Tanrı istikbal planları yapanlara çok gülermiş yukarıdan...

Nesin'in dosyaları
Neyse canınızı sıkmayayım.
Ama bu konuda çok etkilendiğim bir örnek var: Aziz Nesin...
Geçen hafta Foreign Policy'deki yazıyla onun vakfına uygulanan haksız saldırılar kesişince ustadan ve onun gizli dosyalarının akıbetinden söz etmek istedim.


AZİZ NESİN'İN VASİYETİ
"Kendimi yakmak gibi..."
Aziz Nesin ölümünden önce yayımlanan son kitabı "Sizin Memlekette Eşek Yok mu?"da geçirdiği ilk kalp krizini ve yaklaşan ölümünü yazmıştı.
Şöyle diyordu:
"Vasiyetimi düşünüyorum. Ne diye bugüne dek vasiyetimi yazmadım? Çok öncelerden yazmalıydım. Zaman zaman da tasarlıyordum. Ölümün hiç gelemeyeceği uzaklarda olduğunu sanıyordum da ondan yazmadım. (...)
O denli çok yapılmamış, yarıda kalmış işlerim var ki... Dünyaya borçlu ölüyorum. (...)
Vasiyetimi yazmadan ölürsem, ki öyle görünüyor, kadınlarım için yazdıklarım, onların mektupları, fotoğraflarımız, benim notlarım... Sevdiğim, çok sevdiğim, beni sevdiklerine inandığım kadınlarım... Beni düş kırıklıklarına uğratanlar... Beni seviyormuş gibi görünenler... Kitaplığımda ayrı dolaplarda dosyalar içinde duruyor bütün o sevi belgeleri... Ne çok, ne çok... Onlar benim en değerli zenginliklerim: İhanete uğramışlıklarım, aldatılmalarım, acılarım, inandıklarım, sevgilerim, yürek çarpıntılarım, bulut oluşum, yağmur oluşum, yel oluşum...
Bu dosyaların hiçbiri ölümümden sonra benden geriye kalmamalı.
Ah, bunları vasiyetimi yazıp belirtmeliydim. Dosyaların kimileri hangi kadınım içinse ona geri verilecekti ya da adresine postalanacaktı. Pek çoğu da yakılacak. Hele üç kadınım var ki onlara değin bütün belgeleri, eski yapı bir küçük sandığa koyup kendilerine gönderilmesini istiyordum, sedef işli ya da kakmalı, oymalı, işlemeli güzel sandıklar... Yazacaktım bütün bunları vasiyetime...
O dosyalarda kurutulmuş çiçekler, yapraklar var; şiirlerimin hammaddeleri var; kağıt peçetelere yazılmış notlar var; tiyatro biletleri, konser çağrılıkları... Birçoğu yakılacak.
Bütün bu dosyalardan romanlar, oyunlar, anılar çıkacaktı. Daha önce kendim yakamazdım bunun için... Kıyamazdım da yakmaya... Kendimi yakmak gibi olurdu bu... Onlar canlıymış, benim canımdan parçalarmış gibi geliyor bana..."


ALİ NESİN ANLATIYOR
"Yakmaya elimiz varmadı"
Peki ne oldu bu vasiyet?
Anlatayım: Aziz Nesin ölümünden önce oğlu Ali'yi çağırdı. Bir dolabı açtı ve kitabında sözünü ettiği dosyaları gösterdi.
20-30 kadardı bunlar... İçlerinde "Nesin'in kadınları" vardı. İki kümeye ayrılmışlardı.
Nesin oğluna önce ilk kümeyi gösterdi:
"Bunlar yakılacak" dedi; "Çoğu özel şeyler. Edebi değerleri yok. Ama ilerde kullanabilirim diye sağlığımda yakamıyorum. Aniden gidersem sen yakacaksın."
Aslında gitmesine pek az zaman kalmıştı. O dosyadaki notlardan bir roman ya da anı kitabı yazamayacağını, buna zamanı kalmadığını kendisi de biliyordu. Yine de onlara kıyamıyordu.
Onları yakmak demek bir nevi ölüme hazırlık demekti. Kendisini maziye bağlayan köprüyü yakmış olacaktı. O yüzden notlarına, daha doğrusu geçmişine, en doğrusu kendisine kıyamıyordu.
Sonra ikinci küme:
"Bunlar da sahiplerine iade edilecek. Adresleri üstünde... Kiminin adresi yok. Onları da sen bulursun artık..."
Tam kitabında yazdığı gibi...
"Tamam" dedi Ali Nesin, "Yapacağım, söz..."
Emin olamadı, güldü Aziz Nesin: "Bak karıştırma; bunlar yakılacak, bunlar sahiplerine iade edilecek."
"Tamam karıştırmam" diye gülümsedi Ali Nesin...
Gün geldi Aziz Nesin öldü.
Oğlu hata yapmadı; iade edilmesi gereken dosyaları adresteki sahiplerine verdi.

Kayıp roman
Düşünsenize; bir sevdiğiniz ölüyor; cenazesine gidiyorsunuz; mezarı başında ağıt yakıyorsunuz. Sonra bir gün kapı çalıyor. Biri size "ölüden mektup" getiriyor.
Sevdiğiniz bir ölüden... Ne yapardınız? Sevinmiş Nesin'in eski sevgilileri...
Ama dosyaları okuduklarında ve eski Türkçe olanları çevirttiklerinde içeriğinden hiç de memnun olmamışlar; hatta bir kısmı ağır bunalıma girmiş.
Bu arada dosyalardan birinde, bitme aşamasında bir roman taslağı varmış. Adı: "Modası Geçmiş Adam".
O da ilgili sevgiliye teslim edilmiş. Lakin "sevgili" evliymiş. Ve dosyayı aldıktan bir süre sonra vefat etmiş.
Acaba ölmeden önce dosyayı yakmış mıydı?
Bilinmiyor.
Sonradan kocasına yazıp romanı istemişler.
Cevap gelmemiş.

Bir edebi cinayet
Sıra zor bölüme gelmiş.
Bu kısmı Ali Nesin'den dinledim. Aktarıyorum:
"Vasiyeti üzerine ölümünden birkaç gün sonra Yönetim Kurulu toplandı. Dosyaları yakacağız... Uzun süre yakamadık. Hiçbirimizin eli varmıyordu. Bir üyemiz karşı çıktı. 'Bu edebi cinayettir, Sizi kamuoyuna şikayet edeceğim' dedi.
Ben de bir ara kuşkuya düştüm. Bu notları paketleyip, 100 yıl sonra açılmak üzere notere teslim etmeyi önerdim hatta... Ama sonra babamın gözünün içine baka baka söz verdiğim aklıma geldi. O sağken söz verdim, ölünce sözümde durmuyorum. Kendime yediremedim babama 'Sen artık öldün. Artık senin iraden geçerli değil' demeyi... Belki yanlış yaptım ama eğer o notları yakmasaydım yaşam bana çok zor gelirdi.
Tutanak tutuldu ve vasiyeti yerine getirildi."
Ne kader: Büyük yangından kurtuldu Aziz Nesin... Ama mektupları kurtulamadı ateşten...
Yandı tiyatro biletleri, konser çağrılıkları, sevda satırları, kağıt peçetede notlar, kurutulmuş çiçekler, yapraklar...
Bugün pazar...
Eski notlara bir göz atmanın zamanı değil mi?

buena vista
26-01-2007, 20:40
Hele şükür! Ermeni iddialarına karşı Türkiye nihayet cesur bir adım atmaya hazırlanıyor.
Sızan haberler doğruysa Batı'nın itibar etmediğisempozyumlarda nefes tüketmek yerine artık uluslararası platformlarda dişe diş mücadele verilecek.
Hatta konuyu La Haye'deki Uluslararası Sürekli Hakemlik Mahkemesi'ne taşımanın bile göze alındığı belirtiliyor. Yürekten destekliyoruz.
Eskiden sadece Nisan ayının bir bölümünde canımızı sıkan iddiaların artık yılın hergünü gündemimizi işgal etmesine son vermenin başka yolu yok.
Bilgi Üniversitesi öğretim üyelerinden tarihçi Christoph K. Neumann'ın ifadesiyle toplumumuzu bu "Ele avuca sığmayan travma"nın tutsaklığından kurtarmanın başka çaresi yok.
Soykırım iddialarını tanıyan ülkeler zincirine her yıl yeni halkalar eklenmesinin beslediği "Uluslararası komplo" korkularının toplumsal tahribatını durdurmanın başka formülü yok.
Ve en önemlisi, Batı'yı o trajik dönemde sorumluluğuyla yüzleştirmenin daha etkili bir çözümü yok.
Çünkü, Batı ülkelerinin soykırım iddialarını tanımak için sıraya girmelerinin ardında, vicdan azaplarının dayanılmaz ağırlığının ciddi bir payı bulunuyor.
Ama Türkiye bugüne kadar sorunun bu yönünün üstüne gitmedi, gidemedi. Batı'nın utancını, ikiyüzlülüğünü haykıramadı. "Birşeyler çıkabileceği" korkusuyla deşemedi.
Artık deşme zamanı. Altından ne çıkarsa çıksın.

Tehcirin mimarları
Deşilmeli ki, 1915'lerde "Tehcir"i hangi ülkelerin onayladığını, hangilerinin teşvik ettiğini, hangilerinin yardım ettiğini dünya öğrensin.
93 Harbi ardından Rusya ile 3 Mart 1878'de imzalanan Ayastefanos Antlaşması'nı ve o anlaşmanın sonuçlarından ürken Avrupa'nın (İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya, İtalya) baskısıyla yapılan Berlin Anntlaşması'nı öğrensin: Osmanlı, Ayastafanos Antlaşması'nda "Ermenistan'da ıslahat" taahhüdünde bulunmuştu. Ancak bu antlaşmayla Rusya'nın Balkanlar'ın hakimi durumuna gelmesinden paniğe kapılan Avrupalılar, Berlin'de bazı hükümleri yumuşattılar. Bunun yanı sıra İngiltere, "Ermenistan'da ıslahat" koşulunu hafifletti ve karşılığında Kıbrıs'ı aldı! Bu güvence sayesinde Sadrazam Küçük Mehmet Sait Paşa ertesi yıl, "Biz ve İngilizler anlaştık; bundan böyle kim Ermeni lafını ağzına almaya kalkarsa çenesini kıracağız" diyecekti.
Bitmedi; dünya İttihat ve Terakki yönetimine "Tehcir"i kimlerin önerdiğini de öğrensin: 1913-1916 arasında İstanbul'da ABD Büyükelçisi olan Henri Mongenthau, "Bu fikir Almanlar'dan çıktı" diye yazacaktı anılarında. O dönemde Osmanlı genelkurmayında görevli Almanlar'dan General Bronsart Von Schellendorf imzaladığı bir emirnamede, "Doğu Anadolu'daki Ermeniler'in sürülmesini" istemişti. Sürülenleri Suriye'de karşılayanların başında da bir başka Alman komutan, Wolffskeel von Reichenberg bulunuyordu.
Daha Kurtuluş Savaşı sırasında Fransızlar'ın Çukurova'da Ermeniler'i kışkırtması ve himayesi altında küçük bir "Ermenistan" kurması var. Daha Sevr Antlaşması hazırlanırken çevrilen dolaplar var. Kitlelerin ayaklandırılıp daha sonra kaderlerine terkedilmesi var.
Merhum İsmail Cem'in son günlerinde okuduğu Kanadalı tarihçi Margaret MacMillan'ın "Paris 1919 Barış Mimarları Lloyd George, Clemenceau ve Wilson Dünya Haritasını Nasıl Yeniden Çizdiler" adlı kapsamlı araştırmasında, bu konuda son derece çarpıcı örnekler yeralıyor.
Deşilsin ki, Anadolu halklarının nasıl emperyalist amaçlar ve hesaplar için acımasızca birbirine kırdırıldığı ortaya çıksın.
Batı'yı günahlarıyla yüzleştirme zamanı geldi... Erdal Safak
(SABAH)

AnnE
27-01-2007, 08:53
Konu cok tartışma kaldırır ama , aslında objektif sonuçları acısından da hiç yanlış sayılmaz.Gülmekten ouyamadım ağlanacak duruma :


Striptiz...

Türkiye, suikastin ardından gündeme getirilen "Ermenistan açılımı" nı tartışıyor...
Açılalım mı?
Açılmayalım mı?





Makarayı az geri saralım hele...





Yunan açılımı yaptık...
Bankalar gitti.
Rum açılımı yaptık...
AB'ye girdiler.
Irak açılımı yaptık...
Çuval geçirdiler.
Arap açılımı yaptık...
İETT garajı gitti.
Lübnan açılımı yaptık...
Telekom'u verdik. Üstüne asker verdik.
İngiliz açılımı yaptık...
Telsim gitti.
Rus açılımı yaptık...
Boru döşediler.
İran açılımı yaptık...
Bir boru da oradan döşediler.
Fransız açılımı yaptık...
Çimento fabrikaları gitti.
Soykırım kanunu geldi.
Erdemir'i zor kurtardık.
İsrail açılımı yaptık...
Galata gitti.
Kuşadası gitti.
Tüpraş'ın yüzde 14'ü nereye gitti?
İspanya açılımı yaptık...
Halkbank'a talip.
Almanya açılımı yaptık...
Gurbetçilerin çifte vatandaşlığı gitti.
Gözü Ziraat Bankası'na dikti.
İtalyan açılımı yaptık...
Memlekette müteahhit kalmamış olacak ki, Bolu Tüneli'ni arkadaşlara verdik.
Topluca AB açılımı yaptık...
Askıdayız.





Vatandaş olarak rica ediyorum...
Gözünüzü seveyim açılım maçılım yapmayın artık... Kurban olam yani.

YILMAZ ÖZDIL ( SABAH)

Ramo
27-01-2007, 20:31
Açacak birşey kalmadı ? sıra bize mi geliyor demek istemiş satır arasında.yada kemerlerinize sahip çıkın mı?

Ramo
29-01-2007, 13:02
Genelkurmay Başkanlığı, Girit ve Sisam adalarında meydana gelen ayrılıkçı terör eylemlerine ilişkin bilgi ve belgeleri bir kitapta topladı. Kitapta özellikle dış kanyaklı desteklerin, ayrılıkçı hareketlerin gelişimindeki rolüne dikkat çekiliyor.

Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı (ATASE), Girit ve Sisam adalarında yaşanan ayrılıkçı terör eylemlerine ait belgeleri gün ışığına çıkardı. ATASE tarafından çıkarılan Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, kitap formatında çıkardığı özel sayısında Girit ve Sisam adalarında yaşanan ayrılıkçı terör eylemlerini, ilk kez yayımlanan belgelerle ele aldı.

Kitapta, 19'ncu yüzyıl sonu ile 20'nci yüzyıl başında "Akdeniz" adalarından Sisam ve Girit'teki terör olaylarının iç yüzü ortaya çıkarılırken, söz konusu eylemlerin "dış bağlantılarına" dikkat çekiliyor. ATASE Başkanı Korgeneral Eyüp Kaptan, kitabın sunuş bölümünde, Girit ve Sisam adalarında meydana gelen ayrılıkçı terör eylemlerinin, yöntem ve amaçlarının çağlar geçse de değişmediğini göstermesi bakımından çarpıcı örnekler ve belgelerin bulunduğunu belirtti. Kaptan, "Özellikle dış kaynaklı desteklerin, bu tür hareketlerin gelişiminde, Girit ve Sisam adasındaki eylemlerde ne denli önemli rol oynadığı da tespit edilmektedir" dedi.

Korgeneral Kaptan, Girit Genel Meclisi'nin Müslüman üyelerinin yayımladığı "24 Mayıs 1896'da Meydana Gelen Girit Olayları" broşürü ile aynı Meclis'in Hıristiyan üyelerinin isteklerine ilişkin bildirilerin karşılaştırılmalı olarak incelenmesi durumunda önemli tespitlerin ortaya çıkacağının altını çizerken, "Böylece tarih araştırmalarındaki dün-bugün mukayesesinin belgelere dayanan bilimsel açıklamaları yapılmış olacaktır" dedi.

YUNANİSTAN'DAN SİLAH YARDIMI

Kitapta, Girit ve Sisam adalarında yaşanan olaylara ilişkin çok sayıda belgeye yer verildi.
Kandiye Sancağı Kaymakam Vekili Hamdi'nin Girit Yüksek Memurluğu'na yazdığı dilekçede, Girit'e Yunanistan tarafından sağlanan silahların ve teröristlerin karaya çıkarılışı şöyle anlatılıyor:

"İki gün önce Şira'dan, Panayama ve Hidra adlı iki Yunan gemisi Resmo ve Kandiye arasındaki kıyılardan birisine gelmiştir. Bu gemilerden 1000-2000 tüfekle 800 kadar ada dışından gelen terörist karaya çıkarılmıştır. 1200 varil kadar da barut çıkardıktan sonra salimen geriye döndüklerini bugün Kandiye'ye gelen Avusturya Posta Vapuru Kaptanı'ndan naklen Fransa'nın Kandiye'deki konsolos vekili Mösyö Aimable özel olarak bana gelip açıklamıştır. Avusturya vapuruyla gelen yolcular da bu haberi aynen anlatmışlardır. Hatta bu Yunan gemilerinin Şira'ya doğru giderken gördüklerini de söylemişlerdir."

Yunanistan'ın Girit'e silah ve terörist çıkarmasına ilişkin diğer bir belgede ise, şunlar kaydediliyor:
"İki Yunan vapurunun kıyıya yanaşarak ada dışından gelen teröristlerle birlikte patlayıcı maddeleri çıkardıkları duyumunun alınması üzerine gerekli mevkilere asker sevk edilmiştir. Meydana gelen çatışmada 32 terörist öldürülmüş, 30 kadar tüfek ve bir takım elbise ele geçirilmiştir. Oradaki kıyıların tamamını layıkıyla korumak ve teröristlerin girişlerine engel olmak üzere Fuat adlı vapurun Kandiye'de bulundurulmasının lüzum ve önemine dair yazınız alınmış ve karakol vapurlarına, kıyıların gerektiği şekilde korunmasına nezaret ve dikkat edilmesi konusunda Bahriye Komutanı Mustafa Paşa tarafından gerekli uyarılar yapılmıştır. Fuat vapurunun da o tarafa gönderildiği arz olunur."

İTALYAN İSYANCI: "RUMLARIN YÜZÜNE BİR DAHA BAKMAYACAĞIM"

İki arkadaşıyla beraber Yunan isyancılarına katılarak Girit adasına gelen ve Kandiye'de sığınma isteyen İtalyan Yovan Papalli'nin ifadeleri ise olayın diğer bir boyutunu ortaya koyuyor.

Papalli ifadesinde, Girit'in köylerinde kadınlara yapılan tecavüz olaylarından, erzak hırsızlıklarına kadar pek çok olayı üzülerek anlatıyor. Papalli'nin ifadeleri şöyle: "?Daha sonra Abzolo Manastırı'na geldik. Bir haftadan beri açtık. Zorla bu manastırda iki günlük erzak aldık. İki gün sonra Selya adlı köye ulaştık. Elimizde bulunan erzakı şiddetle saklayarak birbirimizden erzak çalmaya başladık?

Selya köyü halkını üç günlük erzak tedarik etmeleri için tarif edilemeyecek derecede baskı altına aldık. Köyde kaldığımız altı günlük sürede bir şeyler alamadığımız hiçbir yer kalmadığı gibi, rastladığımız koyun, sığır, tavuk ne varsa kesiyorduk. Yoldaşlarımızın Selya'da yapmadıkları hiçbir kötülük kalmadı. Sağlam hiçbir kadın kalmamıştı. Eşlerin önünde kadınlara zorla çok kötülük yapıyordular?

"Rumların iğrenç ve kabul edilemeyecek seviyedeki karakterleri gerek eski çağlarda ve gerekse yeni çağlarda açıkça görülmektedir. Eski çağlarda teorik olarak bildiğimi bu kez de canlı olarak gözlemlediğim için sağ kaldığım sürece Rumların bir daha yüzlerine bakmayacağım. Onlarla hiçbir yere gitmemeye karar verdim. Müslümanların yaygın bir şekilde bilinen merhametlerini kendim için kurtuluş bilerek iki arkadaşımla isyancıların arasında geceleyin ayrılarak uzaklaştık. Tanrı'ya şükürler olsun Osmanlı Devleti'ne sığındık. Eğer memleketim İtalya'ya sağ salim varırsam Rumların bu hallerini anlatacağımı açıkça ifade ederim."

MÜSLÜMAN HALK KATLEDİLİYOR?

Girit Komutanı Mareşal Abdullah'ın Başkomutanlığa yazdığı 3 Ağustos 1896 tarihli dilekçede, Müslüman halkın köylerini terk ettiği ve göçe zorlandığı şu ifadelerle belirtiliyor:
"?Bir süreden beri Girit'teki Hıristiyanların azgın bir şekilde yaptıkları terörist eylemlerin yavaş yavaş bütün Adaya yayılmasıyla Osmanlı askerleri ve Müslüman halka uyguladıkları meşru olmayan hareketlerden dolayı Müslümanlar tek sığınacak yerler olan küçük kalelere ve şehirlere göç etmektedirler. Göçler esnasında, eşyalarının, hayvanlarının büyük kısmı Hıristiyanlar tarafından yağmalanmaktadır. Bu sırada Müslüman halktan pek çok erkek, kadın hatta masum çocuklar bile katledilmektedir?"

Kaynak Hürriyet

buena vista
01-02-2007, 19:41
Kendimi vurmalı mıyım?..


NE diyorsunuz?..

Bu gece "Latin ırkı" diye vurmalı mıyım sevdiğim kadını?..

Evin içinde deli danalar gibi böğüre böğüre "Titre ve kendine dön..." diye bağırmalı mıyım?..

Çanak-çömlekleri kırmalı mıyım?..

"Tekbir" getirmeli miyim, avazım çıktığı kadar... Ki komşular "Hoca yine vakitsiz okudu ezanı" diye namaza dursunlar...

Ne yapmalıyım?..

"Besmele" getirip boğazını kesmeli miyim "Katolik"imin?..

*

Faşistliğe, ırkçılığa, kafatasçılığa karşı çıktığım için dün bilgisayarıma yağan ve ailemi dahi içine alan "Sen Türk değilsin, Müslüman değilsin" bombardımanı karşısında, yazarken dahi beni utandıran bu yazıyı yazmalı mıyım, yoksa yazmamalı mıyım?

Peki ben nasıl anlatmalıyım onlara "Türk ve Müslüman" olmayan birisini sevdiğimi, sevdamı nasıl anlatmalıyım?..

"Sevgi" olan yerde (bir vatan ya da yuva fark etmez) dostluğun, huzurun, bereketin, ortak sevdaların oluştuğunu... Tüm "iyi insanların" sevilmeye değer olduğunu...

"İnançlarımızı ve kimliğimizi" çöpe atmadan "insanlıkta" el ele verebileceğimizi...

Nasıl anlatmalıyım?..

*

Gelen mesajları "Türk ve Müslüman olmayan" kadınımdan saklıyorum.

O insan olmayan canlıları dahi korumaya çalışırken, bir kuş yavrusuna, bir kedinin bebeğine, evimize girmiş bir kertenkeleye, perdemize konmuş bir çekirgeye dahi kıyamazken, ona insanlar arasındaki bu nefreti nasıl anlatmalıyım?..

Nasıl?..

Yüreğinde yer etmek istediğim günlerde, ona Hazreti Mevláná’nın "Kim olursan ol gel" beytini okumuştum. Yüreklerimizde tüm insanlara sevgi olduğuna Mevláná’yı tanık göstermiştim.

Şimdi "Sadece biz üstünüz" nasıl diyebilirim?

O beyti okuduğum gün sevdalımın ıslanan gözlerine nasıl bakabilirim?

Nasıl?..

Nasıl?..

Bir "ötekini" sevmiş birisi olarak yanıt vermek istiyorum... "Önce insan" demeye çalışıyorum...

Ama kan isteyen çığlıklar arasında boğuluyor sesim.

Ne diyorsunuz?..

Bu gece gidip kendimi yüreğimden vurmalı mıyım?.. BEKIR COSKUN (Hürriyet)

Ramo
01-02-2007, 20:52
* Kızlar karma eğitim yüzünden içine kapanıyor
* Yanına mini etekli bir kız oturan delikanlı da kaybediyor, ders dinleyemiyor
* Karma eğitim kızların sözlü ve fiziki taciz edilmesine zemin hazırlıyor


Milli Eğitim Bakanlığı’nın ders kitabı yazdırdığı Ali Erkan Kavaklı, İsmailağa Cemaati’nin yayın organı olan Beyan Dergisi’nde yazılar kalem almış. Kavaklı, bu yazılarında Türkiye’de tüm okullarda uygulanan kız erkek karma eğitimini ağır bir dille eleştiriyor. Kavaklı Beyan Dergisi’nin son sayısında “Karma Eğitim Yanılgısı” başlığıyla yayınlanan yazısında özetle şunları savunuyor:

* KARMA EĞİTİM İLKELDİR: Türkiye bu ilkel eğitim anlayışı yüzünden hiçbir bilim dalında başarı gösteremedi. Peki, bakanlık bu kararı neden aldı? Çok sayıda veli karma eğitime karşı. Bakanlığın militarist cepheden emir alarak hareket ettikleri açıkça biliniyor.

* TARİKATLAR STK SAYILMALI: Almanya’da tarikat okullarına devlet yardım ediyor, Türkiye’de tarikatlar sivil toplum örgütü bile sayılmıyor, yok edilmeye çalışılıyor.

* KIZLAR İÇİNE KAPANIYOR: Kızlar, erkeklerin bulunduğu sınıflarda çekingenleşiyor, alay edilme korkusuyla içe kapanıyor.

* ERKEKLER BAŞTAN ÇIKIYOR: Ya erkekler? Yanına mini etekli bir kız oturan delikanlı kaybetmiyor mu? O nasıl ders dinleyecek? Âşık olup dersleri tamamıyla boş verenlerin sayısı hiç de az değil. Yine, kızına tecavüz edildiği için mahkemeye giden velilerin durumu da ayrı bir konu başlığı...

* KIZLAR ERKEKLERLE YARIŞAMIYOR: Karma eğitim, pedagojik bir ham ölüdür. Matematik, kimya, fizik, bilgisayar, elişi, spor gibi derslerde kızlar, erkeklerle yarışamıyor, ikinci kategoride kalıyorlar.

* TACİZE ZEMİN HAZIRLIYOR: Karma eğitim toplumda kadın-erkek eşitliğini sağlamaya katkıda bulunmuyor. Kadın ve kızların sözlü ve fiziki taciz edilmesine zemin hazırlıyor.

Bu kafayla, 30 yıl boyunca öğrencileri eğitmiş
ALİ Erkan Kavaklı 30 yılı aşkın süredir Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullarda edebiyat öğretmeni olarak çalışmış. Bahçelievler Anadolu Lisesi, Eyüp İmam Hatip Lisesi, Özel Gökkuşağı Lisesi, Özel Şevkat Lisesi bunlardan bazıları. Bakanlık tarafından Almanya’ya gönderilmiş. Burada 6 yıl çeşitli kurslar ve seminerlere devam etmiş. Kavaklı bu arada çok sayıda kitap yazmış, birçok dergide özellikle türban konusunda yazıları yayınlanmış, çok sayıda konferanslar vermiş. 1999 yılından beri liselerde okutulan Türki Dili ve Edebiyatı ile Kompozisyon kitaplarını yazan ekibin içinde de yer alıyor.

Minik Yorum: işimiz zor dostum zor

http://www.vatangazetesi.com.tr/root.vatan?exec=haberdetay&tarih=01.02.2007&Newsid=106627&Categoryid=1

admin
05-02-2007, 21:16
Kapanmış ve açılması bize birşey kazandırmayacak bir tartışmanın daha fazla uzamaması için bu topicdeki Sayın Ramo, AnnE ve Buddha ya ait son 3 mesaj silinmiştir.


http://i14.photobucket.com/albums/a339/dentodent/hgkjhkhjkfd0.gif

Ramo
05-02-2007, 23:22
Bazen bir boşluğa saplanır düşünceler.Sözünüzün, yazınızın ucunun nerelere varabileceğini hesap edemezsiniz.Bizimkide öyle olmuş güzel arka bahçe dostlarımızdan bazılarıni incitmiş.Kocaman yüreklerine sığınır aflarını dilerim.

Zaten üzerinde durduğumuz konununun ülke gündeminde karanlık sisli bulutlar oluşturduğu.Renkli renki basınımızı günlerdir meşgul ettiği.kendine has ülke birliğine ve bütünlüğüne zarar verecek şoven ve ırkçı boyutlarda stad sloganları haline dönüştüğü,kendine has taraflar yaratarak medeni boyutları dışına taştığı malum.Gidişatın nerelere varacağını,uz gelişmiş ülke siyasetinin bu çirkinlikten bile nemalanmak peşinde koştuğunu görüpte gelecek adına kaygı duymamakta olanaksız.Umarım güzel ülkem ve insanları adına yanlış düşünen bizlerizdir.

Karıncayı bile incitmekten uzak,Arka bahçe uslubuna ters bir konunun dallandırıp budaklandırılmasının da anlamı yok.Ulusumuz üzerine karanlık hesaplar peşinde koşan,Bu milleti Alt,üst kimlik yada adı ne konursa konsun.Parça isimlerle yada sıfatlarla tanımlayıp bütünden parça yaratmak isteyen işkembesi kirli zihniyete alet olmaya da bizim tahammülümüz yok.

Nazikane duygularını şahsıma iletip.Silinen satırların da Arka bahçe dostluğunda şahsım için hiçbir kıymeti yok.Keşke buradaki kadar hoşgörü ve sevgiyi ülkemiz topraklarınıda ekebilsek.Değerli dost Master efendinin gönlünde yeşeren Arka Bahçe ruhununu tüm yurt sathına yayabilsek.Sevgili Annemizin ana kadar sıcak yüreğini,samimiyetini hepimiz taşıyabilsek.Saygılarımla

Ramo
06-02-2007, 13:33
Siz Atina erkekleri, belki de sözlerimin yeterli olmadığını; sizleri ikna edebileceğim sözlerden imtina edişimin davayı kaybetmeme yol açtığını düşünüyorsunuz. Hiç de öyle değil.

Bir yoksunluktan ötürü yenildim, ama bu sözlerin yetersizliği değil, arsızlığın, küstahlığın ve terbizyesizliğin yetersizliğiydi ve ağlayarak, sızlayarak, yakınarak, şikayet ederek ve başka bir çok şey yaparak,onuruma yakışmadığını inandığım şeyleri söyleyerek başkalarından duymaya alışkın olduğunuz, duymaktan hoşlanacağınız şeyleri dile getirmeye razı olmayışımdan ötürü oluşan eksiklikti.



Ayrıca ne daha önce durumumun vehametine bakıp özgür bir erkeğe yakışamayacak şekilde davranmam gerektiğine inandım, ne de şimdi kendimi böyle savunmuş olmaktan pişmanlık duyuyorum; bu tarz savunmayla ölümüme yol açmayı, öteki tarz savunmayla yaşamaya yeğ tutuyorum.

Çünkü ne mahkemenin karşısında, ne savaşta, ne de başka bir yerde insan kendini ölünden kaçmak için her şeyi yapacak duruma getirmemeli. Muharebelerde sık sık,silahlarını atıp kendini kovalayanlara yalvarıp yakaranların canlarını kurtardıkları görülmüştür ve hiç bir eylemden ve sözden kaçınmamayı göze aldıktan sonra her türlü tehlikeden ve ölümden kurtulmanın başka bir yolu bulunmaktadır. Ancak, siz erkekler, zor olan, ölümden kaçınmak değildir; bundan çok daha zor olan, kötülükten kaçınabilmektir, çünkü o, ölümden çok daha hızlı koşar.

Ve şimdi yavaşlamış ve yaşlanmışken, daha yavaş olan tehlike bana yetişti; (benden) daha güçlü ve çevik olan davacılarıma ise hızlı olanı, kötülük yetişti. Ve şimdi çekip gidiyoruz artık: ben sizlerce ölüm cezasına çarptırılarak, sizler ise doğruluk tarafından alçaklık ve adaletsizlikten suçlu bulunarak. Ve ben, aynen sizler gibi (ama farklı nedenlerle), bu hükümden memnunum. Bu böyle sonuçlanmalıydı ve böylesinin iyi olduğuna inanıyourum.

Şimdi size, beni ölüme mahkum etmiş olan sizlere, bir kehanette bulunup bundan sonra ne olacağını bildirmek istiyorum; malum, ben insanların kehanette en yakın oldukları konuma erişmiş bulunuyorum: yani ölüme. Dolayısıyla beni ölüme havale etmiş olan sizleri, ben ölür ölmez, tanrı inandırsın ki, bana verdiğinizden çok daha sert olan bir ceza bekliyor. Bundan sonra hayatınızı yönlendirişinizin hesabını vermekten kurtulacağınızı sandığınız için böyle davrandınız; ama umduğunuzdan bambaşka şeyler gelecek başınıza diyorum size; sizden hesap soracak olan ve şimdiye kadar öne çıkmalarına engel olduğum için hiç bir şey fark etmediğiniz çok kimse gelecek.

Ve ne kadar gençseler o kadar inatçı ve ısrarcı olacaklar ve sizler buna çok daha fazla öfkeleneceksiniz. Doğru yaşamadığınız için insanları öldürerek suçlanmaları önleyebileceğinize inanıyorsanız, yanlış hüküm veriyorsunuz demektir; çünkü bu tarz bir temizlenme gerçekleşmesi tamamen imkansız bir temizlenmedir ve güzel değildir; daha güzel ve kolayı, başkalarını rahatsız etmeyen ve mümkün olduğu kadar iyi olacak şekilde kendini yükselten temizlenmedir. İşte beni mahkum etmiş olan sizlere önceden söyleyeceklerim bunlardır ve sizlere veda ediyorum.

Minik Yorum.Gözümüzün önünde bir yerlerde bu yazı hep durmalı

Ramo
07-02-2007, 14:45
Irak'ın işgalinden bir yıl kadar önce Nisan 2002'de ABD ve İngiltere'de
"Irak Petrollerinin Geleceği" konulu bir toplantı yapıldı. 17 çalışma grubu
oluşturuldu. Gruplar gerek Irak gerekse Ortadoğu bütünündeki petrollerle
ilgili her türlü olasılığı masaya yatırdı. Toplantıya o dönemin Saddam
muhalifleri olarak bilinen Iraklılar da katıldı.

O toplantıya katılanlardan biri İbrahim Bahr Al-Ulo-um 'du...
Bu kişi şimdi Irak Petrol Bakanı!

Salt bu durum bile Irak'ın işgal gerekçesini ve işgal altyapısının
sağlamlığını anlatmaya yetiyor.

ABD Irak'ı 20 Mart 2003'te işgal etmeye başladı. 9 Nisan'da Bağdat'a girdi.
Hemen ertesinde başkentin tüm resmi binaları, Saddam sarayları, müzeleri,
her şeyi talan edildi. Penceresi sağlam resmi bina kalmadı.

Bir yer hariç:

Petrol Bakanlığı...

Amerikan askerleri bu binayı öylesine özenle korudular ki bir tek camı bile
kırılmadı.

Bahr Al-Uloum göreve geldiğinde ne yapması gerektiğini çok iyi biliyordu.
İlk aşamada Irak'ın 80 üretim bölgesinden kriz koşulları gereği devre dışı
kalmış 67'sini uluslararası petrol şirketlerine devredeceklerini ilan etti.
Irak Anayasası'nın enerjiye ilişkin bölümlerini özenle ayırdı. Son olarak da
Irak kaynaklarının yüzde 75'inin yabancılara devrini öngören yasaya mimarlık
etti!

***

Irak'ta işgal altında yapılan bu değişiklik bizim ülkemizde ise AKP
sayesinde gerçekleştirildi. 17 Ocak 2007 günü, sessiz sedasız Meclis'ten bir
yasa geçti:

Türk Petrol Yasası!

Adı dışında her şey yabancı. Anlaşılan o ki, AKP'liler "Hiç değilse yasanın
adında Türk sözü bulunsun" dediler ve 6326 sayılı Petrol Yasası'nı 5574
sayılı Türk Petrol Yasası ile değiştirdiler!

Yasanın getirip götürdüklerini geçen hafta ana hatlarıyla bu köşede
aktardık. Satırbaşlarıyla özetlemek gerekirse:

1. Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) gözden çıkarılıyor. Yabancı
şirketlere kapılar sonuna kadar açılıyor.

2. Çıkarılan petrolden alınan devlet payı yüzde 2'ye kadar indiriliyor.

3. Petrol aramada sınırdı, hassas bölgeydi, bütün kısıtlamalar kaldırılıyor.

4. Petrol arama işine girecek şirketlere neredeyse Türkiye Cumhuriyeti
yasalarının hiçbiri uygulanmıyor.

5. Petrolün çıktığı bölgede devlet payının yarısının yerel yönetime
verilmesiyle bölgeciliğin kapıları aralanıyor.

6. Çıkarılan petrolün "ülke gereksinimi" için ayrılması gereken bölümü
tümüyle kaldırılıyor. Petrolü çıkaran şirket isterse Türkiye'ye bir gram
petrol vermeme hakkına sahip oluyor.

***

Petrol-İş Sendikası'nın "Petrol Sektöründe Yağma, Irak'ta Savaşla Türkiye'de
Yasayla" başlığıyla rapor haline getirdiği son durum, petrol şirketlerinin
devletler üzerinde kurmaya çalıştığı tam egemenliği de ortaya koyuyor.

Venezüella'dan Suudi Arabistan'a petrol ihraç eden ülkeler 20. yüzyıl
boyunca petrol gelirinden olabildiğince yüksek pay alabilmek için büyük çaba
harcadılar. Genel anlamda yüzde 50-50'lik paylaşımı kabul ettirdiler.

21. yüzyılda bu payla yetinmeyen çokuluslu şirketler (ÇUŞ) oranı kendi
lehlerine çevirmek için yeni bir anlaşma çerçevesi hazırladılar. Adı,
Product Sharing Agreements (PSA), yani Üretim Paylaşım Sözleşmesi.
Sözleşmenin ruhunda iki hedef var:

1. Olabildiğince uzun süreli imzalamak.

2. Petrolün çıktığı ülkeye olabildiğince az pay vermek.

Bu nasıl olur? Yerine göre işgalle, yerine göre o ülke hükümetine
çıkarttırılan yasayla!

Sözleşmenin adı "üretim paylaşım" ama, özü şu:

Üretme ve paylaşmama!

Hangi ÇUŞ Türkiye'de AKP gibi bir hükümet istemez!


GÜNDEM MUSTAFA BALBAY

buena vista
13-02-2007, 20:15
Altan Öymen

Ülkemizdeki hıristiyan vatandaşlarımıza mesafeli davrananların gerekçesi, 'mütareke dönemi'nde olup bitenler... O dönemi hatırlatarak 'onlara güvenilmez' diyorlar. Ama, o dönemin Osmanlı başkenti ile bugünkü Türkiye'nin durumları arasında ne kadar büyük farklar olduğunu unutuyorlar.


Türkiye'de 'anasır-ı hıristiyaniye'ye şüpheyle bakmanın nedeni kaldı mı?

"Ama onlar da bize az mı yaptılar? Unutmayalım mütareke döneminde olup bitenleri... Memleket işgal edildi diye bayram edenleri... O dönemin Türkiyesi'ndeki Rumları, Ermenileri..."
Bu, ülkemizdeki gayrimüslimlere karşı tavır alanların, gerekçe olarak kullandıkları bir argümandır.
***
Tabii, şu doğru: 20'nci yüzyılın çokuluslu imparatorluklarının dağılması sürecini başlatan millileşme hareketleri, Osmanlı İmparatorluğu'nda daha 19'uncu yüzyıldan itibaren kendini göstermişti.
Dış güçlerin de etkisiyle, önce Hıristiyan kesimlerde başlayan ayaklanmalar gelişmişti. İmparatorluğun toprak kayıplarına yol açmıştı. O topraklarda, yeni milli devletler kurulmuştu.
Osmanlı Devleti sınırları içinde bulunan halkın bir kesimi, o yeni kurulan devletlerin halkıyla ilişkiliydi... En azından anadilleri aynıydı. Bu gelişmelerden onlar da etkileniyordu. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun içindeki çeşitli unsurlar gibi...
Mütareke dönemine bu şartlar altında girildi...
***
O dönemin gerçekleri de belli:
1918 Ekimi'ndeki Mondros Mütareke'siyle, ülkenin büyük kısmı yabancıların işgali altına girmiş... Bu işgal, ülkedeki gayrimüslim (Müslüman olmayan) azınlıkların bir kısmı tarafından desteklenmiş... Veya en azından benimsenmiş...
İzmir'deki ve civarındaki Rumlardan, karaya çıkan Yunan askerlerini coşkulu alkışlarla karşılayanlar az değil... İstanbul'da Beyoğlu Caddesi'ne Yunan bayrakları asılmış... Ermeni grupları, savaş galibi ülkelerden, isteklerinin gerçekleşmesini bekler hale gelmiş...
O günleri yaşayan yakınlarım, ben gençken hayattaydılar. Gördüklerini, işittiklerini anlatırlardı.
Durumun Türkler için ne kadar kötü olduğu, o anlatımlardan da belliydi. Ama bunu görmek için anlatım dinlemeye de gerek yoktu. İstanbul'un, İzmir'in o yıllardaki fotoğraflarına bakmak da yeterliydi.
Atatürk de zaten, 'Nutuk'un 'manzara-ı umumiye' girişiyle başladığı bölümünde o yılların 'genel görünüş'ünü anlatırken, İngiliz, Fransız ve İtalyanların işgal sırasında yaptıklarıyla birlikte, 'anasır-ı hıristiyaniye' (hıristiyan unsurlar) başlığı altında, Rum ve Ermeni kaynaklı hareketlere de yer verir.
Şimdi de o durumu hatırlatan filmler var. İzleyenleri de çok. Birini, geçenlerde gördüm. Adı 'Son Osmanlı'ydı. Filmin kahramanı 'Yandım Ali' (Kenan İmirzalıoğlu), o zamanın İstanbul'undaki işgal kuvvetleriyle, onların -bazısı gayrimüslim, bazısı Müslüman olan- işbirlikçilerine haddini bildiriyordu. Bazısına silah atarak, bazısını tokatlayarak işlerini bitiriyordu.
Sürükleyici bir filmdi. Seyredenler, Ali'nin mücadelelerini izlerken, o dönemde olup bitenleri düşünebiliyorlardı.
***
Bütün bu olan-bitenin, Kurtuluş Savaşı'nı izleyen dönemi etkilememesi, herhalde mümkün değildi.
Lozan Barış Konferansı'na katılan İsmet Paşa başkanlığındaki Türk heyeti bu konuda çok duyarlıydı. Osmanlı toraklarında yaşayan yabancı uyruklularla birlikte Osmanlı uyruklu olup da 'anasır-ı hıristiyaniye'ye mensup olanların Türkiye toprakları içindeki varlığını ve etkisini azaltmak istiyordu.
Bunun Rumlarla ilgili en kestirme çaresi, 'mübadele'ydi.
Yani, Türkiye'deki Türk vatandaşı Rumlar, Yunanistan'a geçsin. Yunan vatandaşı olsun. Yunanistan'daki Yunan vatandaşı Türkler, Türkiye'ye geçsin, Türk vatandaşı olsun...
İki grubun da malları mülkleri karşılıklı olarak tasfiye edilsin. Tasfiye sonrasındaki hakları korunsun. Yani, o mallarının karşılığını alabilsinler. Ama iki tarafın da artık, öteki ülkeyle bir ilişkisi kalmasın...
Bu, 'karşılıklılık' ilkesi gözetilerek yapılacak bir 'zorunlu göç' uygulamasıydı.
Balkan savaşları sırasında bunu, Balkan ülkeleri önce Türkiye'ye karşı, sonra da birbirlerine karşı, 'fiilen' uygulamışlardı. Başta Türkler olmak üzere, yüz binlerce insanı yerlerinden yurtlarından ayrılmaya zorlamışlardı.
Türkiye de artık, yıllarca süren bir savaşın gerçeklerini, Lozan'daki müzakere masasında, 'karşılıklılık' esasına dayalı bir hukuki çözüme bağlamak istiyordu.
***
Savaş sonucunun gerçekleri şöyleydi:
İstanbul dışındaki Rumların büyük kısmı, destek verdikleri Yunan kuvvetlerinin yenilmesinden sonra, Anadolu topraklarının işgalden kurtarılması sırasında Türkiye'den ayrılmışlardı. Veya ayrılmak zorunda kalmışlardı. Gemilerle ve diğer yollarla Yunanistan'a geçmişlerdi.
Türkiye'den henüz ayrılmamış olan Rumların bir kısmı 'savaş esiri' veya 'rehine' durumundaydı. Geri kalanlarına ise yeniden kurulan Türk yönetimlerince şüpheyle bakılıyordu.
Yunanlıların elinde de, sayıları çok az olmakla beraber Türk esirler ve rehineler vardı. Ayrıca, ülkenin bazı yerlerinde Balkan savaşlarında 'zorunlu göç'ten kurtulmuş -artık Yunan uyruklu- Türkler vardı.
Lozan'daki savaş galibi ülkeler bu durumu da göz önünde tutarak bir orta formül geliştirdiler. Buna göre, iki ülke arasında 'mübadele' olacaktı. Ama bu mübadelenin iki istisnası olacaktı.
Türkiye'de, İstanbul ili içinde yerleşmiş olan Rumlar, Türk vatandaşı olmaya ve İstanbul'da kalmaya devam edeceklerdi.
Yunanistan'ın Batı Trakya'sında yaşayan Türkler de Yunan vatandaşı olmaya ve orada oturmaya devam edeceklerdi.
İki tarafa azınlık statüsü verilecekti. Kendi dinleri, dilleri, eğitim kurumları açısından belirli haklarına dokunulmayacaktı.
Bu haklar, sadece İstanbul'daki Yunanlılara değil, Türkiye'de yaşayan Ermeniler dahil tüm 'gayrimüslim' azınlıklara tanınacaktı.
Ayrıntılarla ilgili uzun müzakerelerden sonra, bu formül kabul edildi. 19 maddelik bir 'nüfus mübadelesi anlaşması', Lozan'da imzalanan diğer anlaşmalar gibi, yürürlüğe girip uygulandı.
***
Tabii, o 'büyük mübadele'den çıkan sorunların çözümü kolay olmadı. Mübadele komisyonları yıllarca çalıştı. O arada, Türkiye'yle Yunanistan arasındaki ilişkiler, iki taraftaki devlet adamlarının attığı adımlarla düzeldi. Geliştirildi.
Türkiye'de 'mütareke dönemi'nin anılarının yerini yavaş yavaş, daha iyi anılar almaya başladı.
Olumsuzluklar, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, Kıbrıs sorunuyla ortaya çıktı.
Tatsız olaylar oldu. Bazısının sorumluluğu (6-7 Eylül olayı gibi) Türk tarafında, bazısının sorumluluğu (1963 ve 1964'teki Kıbrıs olayları gibi) Yunan tarafındadır. O gelişmelerin sonucu olarak, mübadeleden sonra İstanbul'da kalan Rumların büyük bir kısmı daha Yunanistan'a göç etti.
***
Evet, geçmişteki durum bu.
Gelelim bugüne... Bugünün, 1918 yılına ve o yılı izleyen yıllara benzetilebilecek neresi var?
Türkiye, o günkü gibi bir savaştan mağlup olarak çıkmış ve yabancı kuvvetlerce işgal edilmiş bir halde midir?
(Bazen bu soruya, ABD'yle ve AB'yle ilişkilerimizi, IMF'ye borçlarımızı, NATO üyeliğimizi öne sürerek 'Evet' yanıtı verenlere de rastlayabilirsiniz. Eğer vaktiniz varsa, öyle bir tartışmaya da girebilirsiniz. Ama konumuz içinde kalalım.)
Ayrıca: Ülkemizin bugünkü nüfusu 72 milyon civarında. İçindeki -Atatürk'ün deyimiyle- 'anasır-ı hıristiyaniye' nüfusunun ise -3 bini Rum olmak üzere- 70 bini bile bulmadığı tahmin ediliyor.
Büyük kısmı nesiller boyunca Türkiye'de yaşamış, hepimiz kadar Türkiye'yi tanıyan, Türkçe konuşan, sadece dinleri ve etnik kökenleri değişik olan o insanlara, 1918 şartlarını hatırlayarak, şüphe ile bakmanın akla, mantığa sığar yanı var mı?
Bundan 90 yıl önceki savaşlar yüzünden karşı karşıya gelmiş olan toplulukların yeni nesillerine şüpheyle bakmak kural haline gelseydi, bugün Avrupa Birliği ülkelerinin çoğundaki azınlıkların, çoğunluklarla birlikte yaşamaları kolay olmazdı.
Oysa, bugünkü Avrupa Birliği'nin çekirdeğini oluşturan ülkeler, Birinci Dünya Savaşı bir yana, İkinci Dünya Savaşı sırasındaki azınlık-çoğunluk mücadelelerinin tahribatını bile, savaşın bitişinin hemen sonrasında aşmaya başlamışlardır.
70 küsur milyonluk bir Türkiye... Ve onun binde biri kadar 'anasır-ı hıristiyaniye'...
Türkiye, Rum'u, Ermeni'si, Süryani'si, Keldani'siyle o 'anasır'a, şüpheyle değil, sevgiyle bakmaya alışmalıdır.
Bundan kendisine hiçbir zarar gelmeyeceğini, gelemeyeceğini bilmelidir.
'Yandım Ali'lere, 1918-1922 arasında ihtiyaç duymuş olabiliriz.
Bugün onlar artık, sadece o yıllara ait film kahramanları olarak kalmalıdır.

RADIKAL

Ramo
14-02-2007, 19:06
Hangi istiklal var ki, ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planları ile yükselebilsin? Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir

M.Kemal Atatürk

Ramo
16-02-2007, 17:43
Sevgili Bahçevan Dostlar,
Bir süreliğine,Mesleğimle ilgili 90 gün kadar,bir eğitim kursuna katılmak durumunda olduğumdan,bahçe işlerim aksayabilir.

Kısa nicklerimiz arkasında,birbirimizi hiç tanımamış yada görmemiş olmadan, gelişen,yeşillenen güzel Arka Bahçe dostluğunun tüm zamanlarda büyüyerek sürmesi tek dileğimdir.

Bahçemiz temelde ekonomik piyasalar yada adına para denen kirli meta üzerine kurulu isede,bu zor ve çetin arenada kaybedenleri yada kazananlarının ortak düşüncesi,Arka Bahçe felesefesinin hep kazandırdığıdır.Dünya nın herbir köşesinden renkli farklı beceri ve yetenekleri olan dost yüzlü,dost gülücüklü bireyleri bir araya getirerek,hoş,keyifli yazıları,birlikteliği bize kazandırmıştır.
Bu güzelliğin her daim sürmesi dileğiyle,Güzel dostlarıma başarılar bol kazançlar dilerim.

buena vista
24-02-2007, 08:08
ZİYARET sırasında tartışma, akla gelmez konuda yaşanıyor. Bir süre önce Ankara’ya resmi ziyarette bulunan Japon Başbakanı Koizimu heyetler halindeki görüşmede Tayyip Erdoğan’a çok net:

"Orkinos avında usulsüz davranıyor sizin balıkçılarınız. Kaçak orkinos avı yapıyorsunuz. Sizden balık almayacağız."

Durup dururken, bir de kaçak orkinos avı sorunu! İşin bu noktaya gelmesinden önce, orkinos avında ciddi sorunlar var. Bizim adımıza yüz kızartan vaziyetler.

Geçen hafta uluslararası haber ajansları, belki pek kimsenin dikkatini çekmeyen bir haber geçiyor. "Türkiye ile AB, bu kez orkinosta anlaşamıyor" gibi bir haber.

Ne orkinosu, ne anlaşmazlığı? Perde arkası, yine titre ve kendine dön mantığına dayalı.

ÜÇ YERİNE DÖRT

Dünyada orkinos balığı avlamak, türün korunması için kotaya bağlı. Kotayı ICCAT (Atlantik Orkinosu Uluslararası Koruma Komisyonu) veriyor. Akdeniz için bu kota 12 bin ton.

Türkiye orkinos avlama hakkına sahip değil. Kotası yok, çünkü kaçak avlanma almış başını gidiyor.

Bir süre önce Japonya’da ICCAT toplantısı var. Her ülke buraya üç kişi ile katılırken, biz dört kişi ile katılıyoruz. Türk gücünü göstermek üzere. İlk rezalet bu konuda yaşanıyor. Adamlar, dört kişiyi kabul etmek istemiyor, bizimkiler bastırıyor. Anlamsız bir itişme. Orta Asya’dan gelen biz, dağıtıyoruz toplantıyı ve dört kişiyle giriyoruz. Adamlar şaşkın.

TEHDİT VE TEHDİT

Toplantıda bize yılda dört bin ton orkinos avlanma kotası verilmesini istiyoruz. Orkinos taze olarak en çok Japonya’da tüketiliyor, suşi ve benzeri çiğ balık tüketimi. Konserve olarak da, bizdeki ton balığı.

ICCAT bize kota vermeye yanaşmıyor, çünkü pek çok alanda olduğu gibi. Orkinos avında da, bizim yine kuralsız davranışlarımız. Bize kota verilmesine en çok Japonya karşı. Bizim takım toplantıyı tehdit temposunda terk ediyor:

"İster verirsiniz, ister vermezsiniz, biz 2.800 ton orkinos avlayacağız."

Adamlar yine şaşkın.

AB ÇÖZÜMÜ

Akdeniz bölgesi olduğu için, bizim kota almamız, ancak AB’nin kendi kotasından bir bölümünü bize vermesiyle mümkün.

İşi yine de tatlıya bağlamak açısından, AB bize yılda 918 ton orkinos kotası veriyor. Kendi payından bize aktarıyor.

Hayır, olmaz, biz bir kere dört bin ton dedik mi, demedik mi? Akıl alır gibi değil. Ve başlıyor herkesin istediği gibi kafasına takılması, dilim varmıyor, yani kaçak av iddiaları. AB bu yüzden bize bozuk atıyor.

Bu durumda bizden kimse orkinos almıyor. En büyük alıcı Japonya resti çekiyor. Biz, Türk gücü olarak, adale göstermekle kalıyoruz.

Kimin aklına gelir, orkinos nedeniyle AB ve Japonya ile takışmak! Hiç mi düzgün, hiç mi kuralına uygun iş yapmayacağız? ( Hürriyet)

YALCIN DOGAN

dentist
24-02-2007, 09:22
Aslında yazıların altına koyduğumuz Teşekkür butonunun yanına bir kaç tuş daha eklenebilir , mesela pess veya Hadi ordan gibi :)

Şaka bir yana üstteki yazıyı okuyunca pess dedim.

buena vista
24-02-2007, 09:58
Aslında yazıların altına koyduğumuz Teşekkür butonunun yanına bir kaç tuş daha eklenebilir , mesela pess veya Hadi ordan gibi :)

Şaka bir yana üstteki yazıyı okuyunca pess dedim.


Adam gibi otur masada, konus anlas..Önce bir kota hakki al.
Neden meydan okuma, benim aklim iste bunu almiyor..
Balik avlanma kurallarini ihlal eden ülkelerin basinda gelen
Japonya bile, „ sizden balik almayacagiz.“ diyebiliyor..
Pes ki ne pes hemde..

Ramo
24-02-2007, 15:35
Bahara selam demiş İzmir.Her taraf baharın kokusunu içimizde hissettiren beyazlı, morlu papatyalarve kır çiçekleri ile bezenmiş.Baharın habercisi olan badem ağaçları,erik ağaçlarıda bir başka süslüyor bu güzel kentimizi.

Biraz ürkek ve sevdiklerimizi arkada bırakarak eğitime başladık.Kalacağımız yerdeki sorunlar çok.iki kişi kalmamıza rağmen daha önceki uygulamaların tersine yüksek olan konaklama ücreti, bir hayli morellerini bozdu,kursa katılanların.Devletin ödediği günlük 20 ytl,bunun 10 ytl si konaklama gideri.
Yemek ve diğer masraflar derken,bu rakamın çok üzerinde bir harcama kalemi ortaya çıkıyor.Velhasıl kendi cebinizden millet adına, hizmet bekleniyor.Bu memnuniyetsizlik şiddetli bir biçimde moral bozukluğuna ve ilgililere tepkiye dönüşüyor.Malum tasarruf tedbirleri.

Ülkemin her yerinden yetenekli ve konularında yeterliliğini kanıtlamış çalışkan insanları topluyorsunuz,daha iyi olmaları yada daha iyi hizmet üretmeleri için kursa alıyorsunuz,daha başında hizmet beklediklerinize sırtınızı dönerek,hizmet etme adına yanlış yapıyorsunuz.Çocuklarını,sevdiklerini arkada bırakarak,birşeyler yapma peşinde koşan,bu seçilmiş kesime:
Aferin çok iyi çalışmışsınız,ancak çalışmasaydınınız daha iyiydi denilebilecek şekilde vefasızlık örneği sergiliyorsunuz.

Kahramanlarına,çalışanlarına,hizmet edenlerine layıkı ile hürmet göstermeyen bir anlayış başarılı olabilir mi?...

22 yıllık öğretmenliğimde şunu anladım.Birileri bu ülkenin güzellerine düşman.Bu ülkenin sevenlerine düşman.O birileri güçlü,kolları uzun.
Saygılarımla

buena vista
28-02-2007, 19:02
Yalçın DOĞAN


BAŞLIĞI yanlış okumuyorsunuz.

AKP’yi iktidara sol getiriyor.

Sol, AKP’yi iktidara getiriyor.

İktidara AKP’yi sol getiriyor.

Ayna anlama gelen cümleler. Arka arkaya ve tekrar ve tekrar vurgulamak gerek. Sol varken, iktidar olmak için AKP’nin başka bir şeye ihtiyacı yok.

Bu Türkiye’ye çıkan ağır fatura. Türkiye’ye yapılan kötülük. Son elli yılın iç politikada en büyük sorumluluğu. Son elli yılda, sol, bir sağ partiye hiç bir zaman böyle bir şans tanımıyor.

Bu şansın nedeni, soldaki dağınıklık, parçalanmışlık.

Sol parçalı kaldıkça, AKP elini, kollunu sallaya sallaya iktidar.

SORUMLU BAYKAL

Oysa, eğer sol bir araya gelse, AKP’nin iktidar şansı yok. AKP şanslı, çünkü sol dağınık. Solun dağınıklığı AKP’ye yarıyor.

AKP, küçük ama birleşmiş azınlığın, parçalı çoğunluğa karşı iktidarı. Birleşmiş azınlık iktidarda, parçalı çoğunluk muhalefette. Parçalı olduğu için, muhalefette. Aynı anlama gelen bu cümleleri arka arkaya ve tekrar ve tekrar vurgulamak gerek.

Burada en büyük sorumluluk CHP’de. Kurum olarak CHP ile genel başkan olarak Deniz Baykal’ı birbirinden ayırırsak, en büyük sorumluluk Baykal’da.

Çünkü, solun bir araya gelmesini Baykal engelliyor.

Tıpkı, Tayyip Erdoğan’a Başbakanlık yolunu açmış olduğu gibi. Eğer, parçalı durum devam ederse, bu yıl yapılacak seçimlerde, AKP’yi iktidara taşıyan yine Baykal olacak.

DÖRT YILIN BİLANÇOSU

Baykal dört yıllık muhalefet bilançosuna bakalım.

1-Siirt seçimlerinin yenilenmesinde AKP yanında yer alıyor ve Erdoğan Meclis’e giriyor. Yani, Erdoğan’ı Başbakan yapan Baykal.

2-Muhalefet stratejisini AKP parçalanacak, ben iktidar olacağım, tezine oturtuyor. Resimde görüldüğü gibi, AKP hala ayakta ve sapasağlam.

3-Bir yıldır muhalefet etmek bu kez, erken seçim feryatlarına dönüşüyor. O da, olmuyor.

4-Arada, TBMM’de partilere mali yardım konusunda AKP ile işbirliği yapıyor. ANAP’ın Meclis başkan vekilliğini önlüyor. AKP, Meclis’te Baykal’dan memnun. Zaten her yerde memnun. Bunu AKP’liler açıkça söylüyor.

5-Şimdi sıra Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığında. Bu çizgisiyle Baykal, bunu da başarabilir ve Erdoğan’ı Cumhurbaşkanı yapar. Bunu söyleyenler yine AKP’lilerden başkası değil.

ÖNÜMÜZE BAKALIM

Her futbol maçından sonra, yenilen takım oyuncuları aynı sözü söylüyor:

"Stres altındaydık, kötü oynadık. Biz şimdi önümüze bakıyoruz".

Sol da stres altında, çünkü kötü oynuyor, çünkü dağınık. Dört yıllık vahim bilançoyu unutup, şimdi biz de önümüze bakarsak, tablo çok net. Sol parçalı durumdan kurtulmak, bir araya gelmek zorunda.

Aksi halde, ne arka, ne bakacak bir ön. (Hürriyet)

meraklı
06-03-2007, 19:32
Eyaletleşsek demi yürüsek, eyaletleşmesek demi yürüsek:;hayir

Hadi buyrun bakalım, bi de eyaletler konusunda birileri önermiş birileri de sıcak bakmış.Sayısı da belli 8... İstanbul, Ankara, İzmir diye başlarken Diyarbakır ile son buluyor...:kirmizikart:

eeeee....sonra.................

buena vista
07-03-2007, 18:56
bcoskun@hurriyet.com.tr



BU "yalaka" anlamına gelmiyor.

Bu; son günlerde medya-siyaset literatürümüze, Mehmet Barlas’ın Başbakan’ın yanağını okşamasıyla giren yeni bir sözcük:

Yanaka...

Güzel Türkçemizdeki bir büyük boşluğu doldurması açısından önemli ve yeni bir tanım.

Cümle içinde kullanacak olursak:

"Çok yanaka adam..."

Ya da; "Yani bu kadar da yanakalık olmaz" gibi...

*

Bu aynı zamanda Türkiye’nin mutlu geleceği ile doğrudan ilgili bir tanımdır.

Niçin?..

Çünkü yanakalıklar yüzünden bu memleketin başına gelmeyen kalmadığı gibi, gelecek de bize umut vermiyor.

İşte Kenan Evren...

Düşünün; darbe yaptı kimsenin sesi çıkmadı da, "eyalet sistemi" deyince yerden yere vurdular Paşa’yı.

O zamanında demokrasiye ara verdi.

Yaptığı anayasaya kendi cumhurbaşkanlığını monte etti ve "hayır" anlamına gelen mavi rengi yasakladı.

Aydınlardan ses çıkmadı.

Yurdu imam hatiplerle donattı... Atatürk’ün kurumlarını kaldırdı... Mustafa Kemal’in cumhuriyeti emanet ettiği gençlere siyaseti yasakladı, sonuçları ortada...

Ulucanlar’da sabahlara kadar sağdan-soldan gençler asıldı...

"Tık" yoktu...

Ama; belki resim fırçasını kaybettiğinden... Belki yaptığı kuş tavşana benzediğinden, canı sıkılıp da "Netekim eyalet sistemi..." dediği anda kıyamet koptu.

Bu niçin?..

Çünkü o zaman gücü vardı, aydınlar yanaka pozisyonundaydılar.

Bugün gücü yok, azarlıyorlar.

*

Kısacası yanakalık, ulusal yazgıda önemli sonuçları görülen bir şey. Yanak okşamak (yanakalık) orada öyle kalmıyor.

Aydınlar tarafından yanağı okşanan devlet adamları iyi şeyler yaptıklarına inanıyorlar ve kırıp-döküyorlar.

Mehmet Barlas’ın şanssızlığı ise yanaka yaparken objektife yakalanmış olmasıdır sadece.

Yoksa yanaka çok. Bekir COŞKUN

Lizzy
07-03-2007, 19:37
Hep bir panik yaşıyorum onunla ilgili.Nerede acaba?Ne oldu?Yoksa hasta mı?Yoksa ayrıldı mı gazeteden.Şurda üç haftadır her sabah şimşek gibi gazeteyi açıp,gene olmadığını görmek azap vericiydi.Neyse ki döndü bugün.Umarım iyileşmiştir de.Bekir Coşkun'suz bir güne başlamak beni mutsuz ediyor.Tanrı başımızdan eksik etmesin diyorum...

buena vista
07-03-2007, 20:03
Hep bir panik yaşıyorum onunla ilgili.Nerede acaba?Ne oldu?Yoksa hasta mı?Yoksa ayrıldı mı gazeteden.Şurda üç haftadır her sabah şimşek gibi gazeteyi açıp,gene olmadığını görmek azap vericiydi.Neyse ki döndü bugün.Umarım iyileşmiştir de.Bekir Coşkun'suz bir güne başlamak beni mutsuz ediyor.Tanrı başımızdan eksik etmesin diyorum...


Fakat bizim Bekir Coşkun da gözünden çok ciddi bir ameliyat geçirdi. Dolayısıyla bir süre yazı yazamayacak. Geçen cumartesi bana "Sol gözümde tuhaf bir şeyler oluyor, tam göremiyorum, lekeler uçuşuyor" demişti. Pazartesi günü apar topar Gazi Hastanesi'ne gittiler, hemen ameliyata alındı. Meğer retina yırtılmış.

Ameliyatı yapan Prof. Dr. Berati Hasan Reisoğlu "Bir gün daha gecikseydin sol göz gitmiş olacaktı" demiş.

* * *

Yani Bekir bir süre yok. Üçüncü sayfa boş kaldı, hiç değilse beşinciyi dolu tutalım.
( Emin Cölasan`in yazisindan alintidir )

buena vista
10-03-2007, 07:56
bcoskun@hurriyet.com.tr


BEN İstanbul’u, eskiden genç, güzel, alımlı olan bir "hayat kadınına" benzetirim.

Şimdi yine de çekici...

Ama tenindeki kozmetik, koynuna giren áşıklarının bıraktıkları derin tükenişi silmeye yetmiyor.

Baldırında; kum, kömür, taş ocakları olan serseri hovardaların bıçak yerleri var.

Boğazının iki yanında, paralı müteahhitlerin teninde açtıkları derin diş izleri öyle duruyor.

O boğazındaki iki boncuklu gerdanlığı gösteriyor:

"Birisini NATO müteahhidi Süleyman Bey taktı... Şunu da ondan sonra koynuma giren borsacı Turgut Bey..."

Kimi zaman mutlu gözüküyor, Sarayburnu’ndaki gece álemlerini anlatıyor, gazelhanların kendisi için okudukları gazelleri anımsıyor. Şairlerin kendisi için yazdıkları şiirleri, bestecilerin uğruna yaptıkları unutulmaz bestelerini mırıldanıyor.

Ama uzun sürmüyor mutluluğu, bir anda hüzünlenip dalıyor:

"Eskiden neyim vardı biliyor musun?.."

"Neyin?.."

"Ahşap konaklarım, yalılarım... Bahçelerim, koruluklarım... Seni seviyorum deyip koynuma giren sattı-savdı hepsini..."

Artık kötü bir parfümü var.

Koylardan gelen keskin bir losyon...

Burnunda kocaman bir sivilce çıkmış "Gökkafes" diyorlar.

Sonra yine mutlanıyor, yeni zamparalarını sayıyor:

"Ofer, Dubaili Araplar, ecnebiler... Kimi zaman yerli-yabancı yatırım isteyenler birlikte geliyorlar, bilirsiniz grup şeyi yani..."

Muzip muzip gülüyor:

"Acarlar’ı ahlak zabıtası bastı, duymuşsunuzdur... Bir de imamlar gelmeye başladılar... Okuyup-üfleyip istediklerini yapıyorlar... Dikilmiş kule projesini eline alan yanaşıyor... Yeter ki açık bir yerimi bulsunlar, diken dikene..."

*

Ben o kadını otuz sene önce tanımış, herkes gibi sevmiş ve áşık olmuştum güzelliğine.

Benim gibiler sadece uzaktan bakıp onun hüzünlü şarkılarını söylediler.

Ama zengin zamparalar, şehvet salyalarını sile sile bütün güzelliğini aldılar elinden.

Teneke bigudileri, pudraları, kırmızı ruju, kalın fondöteni, akmış rimeli, kötü makyajı, sırasını bekleyen áşıklarıyla orada duruyor.

O İstanbul...

AnnE
10-03-2007, 08:44
Önce Bekir coşkun'u okudum.
Bu yazı bahçede olmalı diye düşünüp bahçeye geldim.
Buena Vista'da aynı şeyi düşünmüş.

Eskinin muhteşem fahişesinin vahşi adamlarca tecavüze uğramış halini.Üstüste ve defalarca ve acımasızca.
Bu şehir bundan güzel anlatılamazdı.

bikmisbroker
12-03-2007, 02:03
Muhtesem break dans..

http://www.metacafe.com/watch/375218/break/

buena vista
13-03-2007, 19:04
bcoskun@hurriyet.com.tr


BÖYLE diyorlar:

"Hasan almaz, basan alır..."

Kim alırmış satışa çıkartılan milletin malını?..

Ahmet, Mehmet, Ali, Veli, Osman, Ömer, Mahmut, Nuri, Tayyar, Kamil, Hüseyin, Hasan alacak değil...

"Basan" alıyor.

Ben "Basan"ı televizyonda görüyorum:

"Beyefendi siz kimsiniz?.."

"Basan..."

*

"Basan bey" ihalelerde parayı bastırıp, diyelim ki İstanbul’un göbeğinde tüm kentlilerin olan açık alanı aldı mı, bizim medyadan sevinç çığlıkları yükseliyor.

"Basan aldı..."

Peki Hasan?..

Hasan’ın durumu bildiğiniz gibi değil:

Eğer o İstanbul’a gelecek olsa, Başbakan’a göre bunun için "vize" alması gerekiyor. Bir de Hasan, İstanbul’a gelmeye kalktı mı, yine Başbakan’a göre ona sormalı:

"Paran var mı?.."

Eeee... Hasan’ın parası yok...

"Basan"ın parası var.

"Basan", parayı basıp Türkiye’nin en özenle saklanması gereken tüm ulusal varlıklarını, yeri, göğü, toprağı, suyu alabiliyor.

Ama Hasan’ın İstanbul’a gelmesi dahi sakıncalı.

*

Ne yapacaksınız?..

Devir "Basan"ın devridir.

Kapitalizmin babalarından Adam Smith’in "Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" felsefesinin Türkiye versiyonudur bu:

"Hasan almaz, basan alır..."

Ki ben onunla karşılaştığımda, iki avucumu birbirine yapıştırıp, ellerimi de iki dizimin arasına sıkı sıkı yerleştirdikten sonra, boynumu hafif yatırarak ve kibarca sorarım:

"Kimsiniz?.."

"Basan..."

O zaman kulaklarımın ucu kıvrılır.

Türkiye kalkınıp büyük ülke olacaksa, hepimiz bilmeliyiz ki bu "Basan" sayesinde olacaktır.

Böyle bir şeydir "Basan".

Ne yapacaksın Hasan?..

buena vista
24-03-2007, 11:23
Yüzyılımızın en stratejik konusu olan "Enerji güvenliği", ABD ile Rusya arasında "Büyük oyun" diye tanımlanan müthiş bir satranç partisine sahne oluyor ve nefes kesici hamleler birbirini izliyor.
Türkiye'nin iç karartan gündeminden bunalanların ağızlarını tatlandırmak için son hamleleri anlatalım.
Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev hafta başında Moskova'da Rusya Başkanı Vladimir Putin'le biraraya geldi. İki saat süren görüşmeden çıkışta Putin'in yüzü asıktı. Çünkü "Kazak petrollerini Karadeniz'deki Rus limanı Novorssisk'e ulaştıran boru hattının kapasitesini artıralım" önerisine Nazarbayev sıcak bakmamıştı. Rus lider bu hamlesiyle Kazakistan'ın BaküTiflisCeyhan hattına katılmasını önlemeyi amaçlıyordu.
Nazarbayev öneriyi reddetmekle kalmadı, Moskova basınının "Rusya'nın ABD'ye karşı büyük zaferi" dediği BurgazDedeağaç boru hattı için "Biz petrolümüzü pompalatmazsak beş para etmez" diye gözdağı da verdi.
Bu hafta Moskova'nın ikinci konuğu Macaristan Başbakanı Ferenc Gyurcsany oldu. Putin'in ona da özel bir önerisi vardı: "Mavi Akım" . Bu proje, Samsun'dan Macaristan'a gaz boru hattı inşasını öngörüyor ve Putin böylece ABD-AB'nin projesi Nabucco'nun önünü kesmeyi amaçlıyor.
Nazik ama güçlü baskılara rağmen Gyurcsany teslim olmadı, "İki proje de hayata geçirilsin. Avrupa'ya gazın yarısı Mavi Akım'la, öbür yarısı Nabucco ile gelsin" diye kestirip attı.
Putin'in düşkırıklığıyla sonuçlanan iki hamlesine ABD esaslı bir karşılık verdi: Üç gün once Washington'da ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice ile Azerbaycan Dışişleri Bakanı Elmer Mehmetyarov, "Hazar bölgesi enerji güvenliği için işbirliği mutabakat zaptı"nı imzaladılar. Amaç: "Yeni nesil boru hatları inşa etmek".

Her yol Türkiye'ye çıkıyor
Gerek anlaşmada, gerekse açıklamada bir dizi masum sözcüğün peşpeşe sıralanmasına aldanmayın, bu "Memorandum" aslında yılın en önemli olaylarından biri. Çünkü "Yeni nesil boru hatları" ifadesiyle Rusya'yı çelmelemeyi amaçlayan ve 2012-2014 arası bitirilmesi öngörülen bir dizi proje kastediliyor. Sayalım:
1-Bakü-Tiflis-Ceyhan hattına Kazak petrollerinin de bağlanması: Kazakistan'ın 54 milyon ton olan yıllık petrol üretimi 2015'te 150 milyon tona çıkacak. Proje, Kazak petrolünün Hazar Denizi'nden tankerlerle Bakü'ye naklini, oradan da boru hattına pompalanmasını öngörüyor. Kazakistan geçen Haziran'da projeye onay verdi.
2-Azeri doğalgazını Türkiye-Yunanistan-İtalya boru hattıyla Avrupa'ya ulaştırmak.
3-Yine Azeri gazını Türkiye-Bulgaristan-Macaristan-Avusturya boru hattıyla Avrupa'ya taşımak. "Nabucco" işte bu projenin adı. Ve TürkmenistanKazakistan boru hattıyla birleştirilerek, bu iki ülkenin gazının da AB'ye ulaştırılması amaçlanıyor.
4-Samsun-Ceyhan petrol boru hattı.
5-ABD'nin planlarında ayrıca Kuzey Irak ile Ceyhan arasında petrol boru hattı döşenmesi de yer alıyor. Bu da Kürt bölgesinde bulunan veya bulunacak petrol yataklarının Türkiye'den dünya pazarlarına ulaştırılmasını sağlayacak.
Kısacası, Washington'da imzalanan "Mutabakat Zaptı" ile Avrasya'nın stratejik haritası değişecek.
Saydığımız projelerin bir ortak noktası var: Hepsi ya Türkiye'de bitiyor, ya Türkiye'den geçiyor. Bu da, Türkiye'nin Avrasya'nın "Sinir merkezi" konumuna gelmesi anlamını taşıyor.
Anlatmaya sözcüklerin yetersiz kaldığı önemdeki bir ülkenin istikrarsızlığa sürüklenmesine hiç seyirci kalınabilir mi? Cumhurbaşkanlığı tartışmalarını bir de bu açıdan değerlendirin. ERDAK SAFAK
(SABAH)

buena vista
28-03-2007, 20:37
Ben bu secimlerde mutlaka oy kullanacagim...Neden mi?
>
>
>Cocuklarim benim yasima geldiginde, ulkemin her karisinda hâlâ
>bayragimiz dalgalansin diye.
>Kizlarimiz isterlerse baslarini ortsunler ama isterlerse de mayo ile
>denize girebilsinler diye.
>Ogullarimiz, Universitlerde oruc tutmadiklari icin dayak yemesinler diye.
>Ulkemizin yeralti ve yerustu kaynaklari, ulkemiz muhendisleri
>tarafindan cikarilip, ulkemiz insaninin yararina kullanilsin diye.
>Adi "Turk" ile baslayan ulusal sirketlerimiz, yabancilara satilmasin ve
>yonetiminde "Jan" lar "Paul" ler, "Moris" ler olmasin diye.
>Bundan sonra ulkemde hic bir basbakan, hic bir vatandasina, "Ananina Da
>Al Git " diyemesin diye.
>Bundan sonra ulkemde hic bir basbakan, bir sehit anasina, "Askerlik Yan
>Gelip Yatma Yeri Degildir" diyemesin diye.
>Bundan sonra ulkemde hic bir basbakan, hic bir Genel Kurmay Baskanina ,
>"Hocam" diye hitap edemesin diye.
>Bundan sonra ulkemde hic bir Milli Egitim Bakani "Canakkale Savasi'nda
>Bal gibi Yenildik" diyemesin diye.
>Bundan sonra ulkemde Buyuk Turk Millet Meclisi catisi altinda, hic bir
>Meclis Baskani "Seyini Seyettigimin Seyi" diyemesin diye.
>Her santimetrekaresinden kultur ve turizm degeri fiskiran ulkemize, bir
>daha surekli uyuyan bir Kultur ve Turizm bakani gelmesin diye.
>Bundan sonra ulkemde, Buyuk Millet Meclisi Genel Kurul Salonunda,
>ayakkabisini cikarip, ayagini kasiyan, Milletvekilleri olamasin diye.

buena vista
30-03-2007, 07:36
bcoskun@hurriyet.com.tr


BEN her zaman, her yerde söylerim; Başbakan Tayyip Erdoğan bir büyük devlet adamıdır.

Böyle büyük Türk büyükleri vardır.

İşte;

İki işaret parmağını havaya dikti, teki bozulmuş araba cam sileceği gibi, birisini sabit tutup öbürünü sağa-sola salladı ve şöyle dedi:

"Biz laik bir devletiz ifadesi yanlıştır, eksiktir... Biz demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletiyiz..."

*

Hiçbiri doğru değil.

Türkiye ne demokratik, ne laik, ne sosyal, ne de hukuk devletidir.

Demokratik değildir, çünkü:

Söyler misiniz; yüzde 30 küsur oy alana parlamentonun yüzde 60 küsurunu veren... Ve yüzde 30’a iktidarın yüzde 100’ünü teslim eden demokratik (!) ülke yeryüzünde başka var mı?

Laik değildir, çünkü:

İslam’ın sadece bir mezhebini tanıyan Diyanet İşleri Başkanlığı’na, ulusal bütçede tam on bir bakanlıktan daha çok para ayıran, başkentinin amblemi minare ve kubbe olan, iktidarı dincilere teslim etmiş bir ülke "laik" olabilir mi?

Sosyal devlet değildir, çünkü:

Verginin yüzde seksenini ödeyen kesimin, ulusal gelirden sadece yüzde yirmi pay aldığı... Zenginliği sadece 350 ailenin paylaştığı... 14 milyon ailenin yoksulluk sınırının altında yaşadığı ülke "sosyal devlet" sayılabilir mi?

Hukuk devleti de değildir, çünkü:

Elli yıldır ülkeyi soyan bir tek siyasetçinin hesap vermediği... Şu andaki Başbakan ve bakanların dosyalarının da "dokunulmazlık" raflarına kaldırıldığı... Suçluların değil, sadece güçsüz ve zavallı insanların mahkeme kapılarında süründürüldüğü... Hukuka-yargıya güvenen tek vatandaşın kalmadığı memleket nasıl "hukuk devleti" olur?..

*

Böyle bir devlettir burası...

Eğer Türkiye gerçekten "demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti" olsaydı, Tayyip Erdoğan asla orada oturan Başbakan olamayacaktı.

Ama o Başbakan...

Ve bizler şimdi onu Cumhurbaşkanı yapmayı düşünüyoruz.

Zaten o da "demokratik, laik, sosyal hukuk devleti" varmış gibi yaparak buna uygun olduğunu gösteriyor.

Haydi Türkiye...

Böyle köye, böyle imam...

Bekir COŞKUN

buena vista
07-04-2007, 18:11
RAHMETLİ Başbakan Adnan Menderes'in oğlu Yüksel Menderes'e "Ben bu görevdeyken ticaret yapamazsın!" dediğini anlatan yazımız ilgi çekti.
Kendi yazımız hakkında "İlgi çekti" diye yazmak huyumuz değildir ama, gerektiği için yazdık.
Tepkilerin bir bölümü yazıyı çok beğenmişti.
Bir başka bölümü ise "İnsanın babasının görevi yüzünden yapacağı işi yapamaması doğru mu?" diye soruyordu.
Bir de üçüncüler vardı ki:
"Madem Adnan Menderes sizin için bu kadar önemli bir insandı, o halde niye astınız?"
Böyle bir soruya cevap vermek bizim yeteneklerimizi aşar, ancak, Farsça bir deyimi hatırlatırız:
"Men çe gûyem, tamburem çe zened?"
Yani, "Ben ne söylerim, tamburum ne çalar?"
* * *
TEPKİLER arasında iki de "tanıtım mektubu" vardı...
Birincisi şöyleydi:
Adı Levent... 35 yaşında, gazeteler, televizyonlar ondan hiç söz etmez. Ücretli, aylığından başka geliri yok, İş Bankası Fon Yönetimi bölümünde çalışıyor, işveren adına aldığı kararların riskini taşıyor, kolay para kazanmıyor.
Türkiye'nin iyi üniversitelerinden ODTÜ İktisat bölümünden mezun. 2004'te kendisi gibi ODTÜ mezunu Evren'le evlendi; Çankaya Köşkü'nde sessiz sedasız, sade bir düğün yapıldı, ne trafik kilitlendi, ne yabancı devlet adamları nikâh şahidi oldu. Davetliler arasında, Köşk personeli, şoförler vardı, takı takma töreni de yapılmadı, gelinin gelinliği Versace marka değildi, Ankara Olgunlaşma Enstitüsü'nde dikilmişti.
* * *
DAMADIN babası, düğün nedeniyle o saatlerde Köşk'te tüketilen elektriğin bedelini cebinden ödedi. Nikâhı kıyan Çankaya Belediye Başkanı, onlardan "laik cumhuriyete sadık evlatlar yetiştirmelerini" diledi.
İstanbul'da 1.200 YTL'ye bir ev kiraladılar, geçenlerde hane halkına bir bebek katıldı, bu doğumdan da öyle herkesin haberi olmadı; hastane kapısında ne gazeteci bekledi, ne kameraman...
* * *
LEVENT arada bir İstanbul'dan Ankara'ya annesini babasını ziyarete geliyor. Uçaktan inince bir taksiye atlıyor, Köşk'ün şatafatlı ana kapısından değil, 5 numaralı ziyaretçi kapısından giriyor, yürüye yürüye konuta çıkıyor.
Kim olduğunu anladınız...
Cumhurbaşkanı Sayın Sezer'in oğlu Levent Sezer.
* * *
İKİNCİ örnek...
Onun da babası üç dönem milletvekilliği ve bir ara iktidar ortağı olan partinin grup başkan vekiliydi.
Babası milletvekiliyken, okulu bitirmiş, babasının adını vermeden iş bulmuş, babasının mesleğini "emekli avukat" diye atlatmıştı. Babasının kim olduğunu öğrenenlerden bazıları hemen torpil istemişler, tayin istemişler, bunları yerine getirmediği için kırılmışlar, surat asmışlardı.
* * *
BAZILARI da, "Babanız size daha iyi bir iş bulamadı mı?" diye dudak bükmüşlerdi. Çalıştığı bir yerden ayrıldıktan sonra üç yıl iş aramış, babasına "Size bu kadar insan geliyor, bir emrin var mı? diye soruyorlar, siz de, benim kıza bir iş bulun, desenize" demeyi aklından bile geçirmemişti.
* * *
ŞU anda yine de işsizdir; daha doğrusu, "Madem iş bulamıyorum, o halde ben de kendi işimi kurarım!" demiş, bir de bunu denemeye karar vermiştir.
Bu da DYP'li Aydın Milletvekili Ali Rıza Gönül'ün kızı Pınar Gönül'dür.
Bu bir örnektir, böyle olan insanlar vardır.
Bakalım, bu yazıya kimler ters tepki gösterecek?..
Öyle ya "Havada bulut var!" dedik...
Onlar da "Vay, sen bana ördek dedin!" diye hemen alınırlar da...

h.pulur@milliyet.com.tr

Master
08-04-2007, 21:58
''Gördüm ki,

Bazı kadınlar, birliktelikleri varken, başka arayışlar içerisindeler; Yargılamadım,

Gördüm ki, Bazı kadınlar biri ile beraberken ayni anda birden fazla erkeği idare edebilme yeteneğine sahipler; Kınamadım,

Gördüm ki, Bazi kadınlar, hem soyluyu, hem alçagı oynamaktalar. Belli ki oynadiklari oyunun arkasinda varolduklarına yönelik bir yanılsama içindeler;

Şasırmadım,

Gördüm ki, Bazı kadınlar, daha yolun yarisina gelmeden yorgunlar, bezginler ve hayalleri neredeyse tükenmiş durumda;

Inanamadım,

Gördüm ki, Bazı kadnlar, sahneye maske takarak çıkıyorlar, maskenin arkasındaki gerçek görüntü ortaya çıktığında;

Sindiremedim,

Gördüm ki, Bazı kadınlar eski saflıklarını mumla aramaktalar, nasil ki insan eski safliğına yeniden kavuşmak için yazmaktaysa;

Anlayamadim,

Gördüm ki, Bazı kadınlar, sevgililerinin imgesinden asla vazgeçemiyorlar ve olur olmadik kişilere olmayacak sıfatlar yüklüyorlar;

Bilemedim,

Gördüm ki, Bazı kadınlar, yaşları ilerledikçe, daha gerçekçi olabilmekte, ancak tabularini geride birakabilmekte;

Sevinemedim,

Gördüm ki, Bazı kadınlar, çürük bir dişe giren dil gibi, korkunç bir zorunlulukla durmadan ayni plağı pikaba koymakta ısrar etmekteler,

Kızamadım,

Görmek isterdim ki, Bazı kadınlar, bazı kadınlar gibi olmayanlardan olabilsinler…

Hiç degilse bazı kadınlar….''

buena vista
12-04-2007, 06:35
Bekir COŞKUN


BEN Tayyip Erdoğan’ı "cumhurbaşkanı" görmek istemem.

Çünkü:

367 sayısı, her şarta uyan maddeler, kılıflar, kalıplar, uydurmalar benim umurumda değil.

Ben; bir siyasetçinin yüzde 30 küsur oy ile TBMM’nin yüzde 60’ına sahip olup ülkeyi beş yıl yönetmesi bile tartışılırken... Aynı kişinin beş yıl önceki aynı oy ile, bu kez artı 7 yıl cumhurbaşkanı olmasını demokrasinin hiçbir yerine sığdıramam.

Beş yıl önce AKP’ye oy veren birisine sorsalar:

"Bu seninki nasıl bir oy ki, arkadaşı beş yıl başbakan yapmaya yettiği gibi, şimdi de artı yedi yıl cumhurbaşkanı yapmaya yetiyor?.."

*

Ben Tayyip Erdoğan’ı "cumhurbaşkanı" görmek istemem.

Çünkü:

Ağızlarındaki "Atatürk" sözcükleri, dillerindeki "cumhuriyet" kelimeleri, söylemlerindeki "laiklik-maiklik" lafları umurumda değil.

Ben; Türkiye’nin türbanlı bir hanım tarafından temsil edilmesini, tüm dünyanın karşısına "Türkiye’nin first leydisi" olarak bir tesettürlü-türbanlı kadının çıkmasını istemem...

*

Ben Tayyip Erdoğan’ın "cumhurbaşkanı" olmasını istemem.

Çünkü:

Onun "yıldız ülke" müjdeleri benim umurumda değil.

Ben; daha geçtiğimiz cuma günü Kırıkkale’de "Bir çocuğum var" diyen kadına dönüp "Bir tane yetmez, yola devam" diyen... "Bakabildiğiniz kadar değil, doğurabildiğiniz kadar doğurun" diye düşünen bir zihniyetin ülkenin tepesine oturmasını istemem...

*

Bizim aydınlık umutlarımız, ışığa doğru bir yolumuz vardı.

Bizler her şeye rağmen çağdaş, uygar, Batılı bir toplum olmak için çırpınıp durduk.

Çocuklarımıza "Dağ başını duman almış" olsa bile, Mustafa Kemal’in tasarladığı parlak bir geleceğe doğru "yürümeyi" şarkılarla öğrettik.

Şimdi ise; tarikat okulları ile donatılmış bir Anadolu’yu, türbanlılara vaat edilmiş üniversiteleri, laikliği değiştirme olanağı sunulmuş devlet adamlarını, ulema özlemlerini, imamlar tarafından yönetilen bir Türkiye’yi istemem...

O "istikrar" denilen süreç umurumda değil.

Çünkü:

Benim için bir tek Türkiye var.

Onun başına Tayyip Erdoğan’ı "cumhurbaşkanı" istemem.


Hürriyet

Master
12-04-2007, 08:21
Svg buena vista Demek ki söz bitti....

buena vista
12-04-2007, 18:39
Svg buena vista Demek ki söz bitti....

Sn Master,

Yok Yok öyle degil..Söz henüz bitmedi..
Ben RTE `nin aday olabilecegini düsünemiyorum..Ancak, iki sivilden sonra
ilimli, asker kökenli biri aday gösterilebilir. Muhalefetin olumsuz bakmayacagi
dengeleri elinde tutabilecek biri neden olmasin..? Hem ortamin gerilmesinin
kime yarari dokunur ?
Iki sivilden sonra bir asker olur mu? Sanirim evet.. Hayirlisi..

buena vista

buena vista
14-04-2007, 08:39
Sn Master,

Yok Yok öyle degil..Söz henüz bitmedi..
Ben RTE `nin aday olabilecegini düsünemiyorum..Ancak, iki sivilden sonra
ilimli, asker kökenli biri aday gösterilebilir. Muhalefetin olumsuz bakmayacagi
dengeleri elinde tutabilecek biri neden olmasin..? Hem ortamin gerilmesinin
kime yarari dokunur ?
Iki sivilden sonra bir asker olur mu? Sanirim evet.. Hayirlisi..

buena vista

"iki sivilden sonra ilimli...." cümlesinde geçen, iki rakamini üç seklinde düzeltir, özür dilerim.
buena vista

meraklı
14-04-2007, 23:40
Toplumumuzda var olan ama görmeyi reddettiğimiz gayri safi milli hasılada da payı olan ama, acımayı seçtiğimiz ,yoğunlukta da yok saydığımız körlerrr..

Onlar varlar. Onlar yaşamaya çalışıyorlar. Onlar üretiyorlar. Onlar o kadar hassas ki bizim önemsemediğimiz esprileri ciddiye alıp küsebiliyorlar bile.

Onlar varlar. Aralarında toplu birleşim sağlayıp birbirlerine destek olarak sosyal hayatta varlıklarını inatla sürdürebiliyorlar. Onlar serigrafta kurşun kalem basıp, konser verip, okullarda ve sair yerlerde engelli vatandaşların nasıl bir mücadele içinde olduklarını anlatmaya çalışıyorlar.

Onlar hassas, onlar yapıcı, onlar oldukça kibar. İncitmek son dilekleri. Kimileri doğuştan kimileri sonradan dünya gözlerini yitirmişler. Ama onlar hala görüyor.

Bizim görmeyi reddettiğimiz pekçok şeyi görüyor. Onlar insanı görüyor.
Yaşam mücadelesinde harcadıkları enerji, sevilerindeki yücelik ama kırgınlıkları ile varlar.
Haydarpaşa daki konuşan yaya ışığına tepki veren kadın gibi " niye bu ha bire konuşuyor" a karşılık onlar yaşıyor. Onlar caddeleri, göremedikleri ışıkları, tökezledikleri kaldırımlarıyla yaşıyorlar.

Onlar ürettikleri çorapla, bastıkları reklamlardan elde ettikleri ile yaşıyorlar. Onlar veremediğiniz suyla, ancak sesini duyup ısısını hissettikleri cattle ya da ocaklarla yaşıyorlar.
Onlar anahtar deliklerini parmaklarının hassasiyeti ile yoklayarak bulup açtıkları kapının gerisinde yaşıyorlar.

Onlar yaşıyorlar........

Kimilerinin göz kapakları tamamen yapışmış, kimilerinin göz bebekleri yok sadece beyazı ortada....optik göz uzvu alacak bütçeleri olmadan kara gözlüklerin arkasında yaşıyorlar.

Onlar aynayı bilmeden ayna gibi yansıtarak yaşıyorlar. Çoğu eş sahibi olamadan, çocuğum diyerek sevemediği çocuklarla yaşıyorlar. Onlar size-bize inat yaşıyorlar.

Renkler vardır ya gördüğümüz ama algılama güçlüğü çektiğimiz, işte o renkleri içlerinde yaşatan rengin verdiği enerjiyle rengi tanıyan onlar var ya, işte onlar bizimle aynı caddeleri aynı kaldırımları paylaşıyorlar. Sözde güya yapılan esprileri, alaydır bunlar ancak, kimilerinin yaşamsal külfeti kaldıramadıkları hasetlikten doğan bir kıskançlıktır- hoş karşılamaya ancak karşılayamadıkları anda kabuklarına çekilip sadece kendilerine dönmelerine sebebtir.

Hakkımız var mı...Onlara yaşama kolaylığı getirmek yerine onları zorlamaya hakkımız var mı....??

Görme duyusunun yokluğu, gönül gözünü ve diğer duyuları alarma geçirir...Bir nevi savunma mekanizması. Onlar dokunarak, duyarak ve koklayarak anlarlar. Bir insanın ona gerçekten samimi yoksa lâleddayin mi yaklaştığını sadece duyumsarlar...

Eyyyy ahaliiii, var mı siz de böylesi bir yeti. Kapatın gözlerinizi ve yazmaya çalışın. Ne yazdınız. Yazabildikleriniz karanlık dünyanızda sadece olan -bilinen kelimeler...Ama onlar yaşıyorlar................


www.gormeengelliler.com.tr

buena vista
15-04-2007, 14:23
SAYIN Meclis Başkanı'mız buyurmuşlar: "Kendinizi yeni Türkiye'ye ayarlayın!"
Oooo, kusura bakmayın ama, biz onu çoktan yaptık, hani bir deyim vardır -affınıza sığınarak söyleyelim- "Yaya kaldın Tatar ağası!" derler.
Biz kendimizi, sizin mensubu olduğunuz parti iktidara geldiğinden beri ayarlamıştık, üstelik, maziniz geleceğin teminatıydı... Maziniz deyince hemen kaşlarınızı çatmayın, Erbakan Hoca'nın partileri mazinizdi... Yine affınıza sığınarak söyleyelim ki, boynuzun kulağı geçtiğini de bilenlerdeniz.
Bazıları, sizin cumartesi günkü mitinge, hakkında soruşturma bile açılmamış, ortada delil olmayan bir söylenti için, "Sakın haaa, bu darbecinin mitingine gitmeyin!" diye nasihat vermenizi yadırgamışlar. Öyle ya, ortada dedikodudan başka laf yok, ama sizin böyle söylemenizi hem bulunduğunuz makamın yüceliğiyle hem de cebinizdeki hukuk diplomasıyla bağdaştıramamışlar...
Gafiller!
Kendilerini "Yeni Türkiye"'ye ayarlayamamışlar; alışa alışa ayarlanacaklar, şeyini şey ettiğiniz şeyler!
* * *
ONLAR bir Başbakan danışmanının, Amerikalılara yaranmak, onlara hulus çakmak için patronunu pazarlarken "Adamı hemen deliğe süpürmeyin!" demesini de yadırgamışlardı herhalde...
Oysa "Merdikıpti şecaat arz ederken sirkatin söylermiş!" diye bir deyim de vardır.
* * *
BİZ laikliğin elden gideceğine kendimizi alıştırmışız, ayarlamışızdır.
Bugünün Başbakanı, yarının Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, ayarın nasıl yapılacağını açık seçik göstermiştir:
"Tutturmuşlar, laiklik elden gidiyor, diye. Yahu bu millet istemedikten sonra, tabii elden gidecek..."
İşte, bu lafın söylendiği günden beri biz kendimizi ayarladık.
* * *
BİZ "laiklikle Müslümanlığın birlikte yaşanacağına" iman edenlerdendik.
Ne zaman ki muhtemel cumhurbaşkanının "Hem laik hem Müslüman olunmaz!" hikmetiyle sarsıldık, imanımızdan kuşku duymaya başladık; hemen kendimizi ayarladık, laiklikle Müslümanlığı ayırdık.
* * *
ATATÜRK "Ne mutlu Türküm!" diyene der, biz de "Türküz!" diye kendimizi mutlu sanırdık, meğer değilmiş.
Ne zaman ki muhtemel cumhurbaşkanımız, "Yahu bu milletin bütünlüğü, ne mutlu Türküm, diyene ifadesiyle sağlanır mı? Osmanlı 30'u aşkın etnik grubu ümmet düşüncesiyle bir arada tuttu" deyince, "Ne mutlu Türküm!" lafını da yeni bir ayara tabi tutmamız gerektiğini anladık ve yeni ayarı yaptık.
* * *
DOĞRUSU birtakım alametlere bakıp "Türkiye Cezayir olur mu?" diye bayağı ayarımız bozuluyordu.
Bereket versin, muhtemel cumhurbaşkanımız, "Merak etmeyin, biz hazmettire hazmettire geliyoruz" deyince ayarımızı, bu müjdeye göre ayarladık.
* * *
VELHASIL, sayın Meclis Başkanı merak buyurmasınlar, bizim ayarımız tamamdır ama, ileride zatıalilerinin ayarı ne olur, bunu bilemeyiz.
Ola ki sandıktan "ayarı bozuk" oylar çıkar da...

h.pulur@milliyet.com.tr

buena vista
16-04-2007, 19:25
Aksaray yakınlarında geçirdikleri trafik kazasında can veren Zafer İlköğretim Okulu öğrenci ve velileri son yolculuklarına gönderildi

İLKER ÇOBAN/ÖZGE İPEKÇİOĞULLARI/SÜLEYMAN SAĞAT/KADİR KEMALOĞLU
Yeniasir

Okul gezisine giderken Aksaray yakınlarında geçirdikleri trafik kazasında yaşamlarını yitiren Zafer İlköğretim Okulu öğrenci ve velileri binlerce İzmirlinin katıldığı törenle son yolculuklarına uğurlandı. İzmir Valiliği'nin kararıyla cenazeler, merhum Belediye Başkanı Ahmet Piriştina'nın cenaze töreninin yapıldığı Konak Meydanı'ndan kaldırıldı. Kazada yaşamlarını yitirenlerin yakınlarının feryatları, yürekleri dağladı. Cenaze törenine Hükümet adına Devlet Bakanı Mehmet Aydın'la birlikte katılan Başbakan Yardımcısı ve Spordan Sorumlu Devlet bakanı Mehmet Ali Şahin, "Şehit olarak kabul ettiğim bu kardeşlerimizin ruhları şad olsun" diye konuştu. Öte yandan İl Milli Milli Eğitim Müdürü Kamil Aydoğan, tüm okullara yazı göndererek bugün sabah İstiklal Marşı öncesinde ölenler için saygı duruşunda bulunulmasını istedi.

Polisler teselli etti
İzmir'in kalbi dün, saat 12.00'de Konak Meydanı'nda attı. Elim kazada vefat edenlerin yakınları saat 11.00'den itibaren Hükümet Konağı önünü doldurmaya başladı. Gidenlerin ardından ağıtlar yakan vatandaşlar, polisler tarafından teselli edildi. Aileleri tarafından son yolculuğuna Konak Meydanı'ndan uğurlanmasına karar verilen 18 cenaze saat 12.00'de Konak Meydanı'na getirildi. Alkışlar arasında meydana giren tabutlar, vefat edenlerin yakınlarının önünden geçirilirken acı dolu görüntüler yaşandı. Ölenlerin yakınları önlerinden geçen tabutlara sarılmak isterken polisler tarafından güçlükle engellendi. Bu sırada ölen İbadettin Açan'ın amcası Yusuf Açan, kısa süreli baygınlık geçirdi. Baygınlık geçirenlere, sağlık ekipleri ve polisler müdahale etti. Valilik önüne getirilen tabutlara sarılan aileler, gözyaşlarına boğuldu.

Yüreklerimizde yaşatacağız
Cenaze törenine öğle namazından hemen önce Spordan Sorumlu Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin ve Devlet Bakanı Mehmet Aydın da katıldı. Şahin ve Aydın, kürsünün hemen önündeki Elif Çalmanda'nın bulunduğu tabutun başındaki dedesi Aziz Çalmanda'ya başsağlığı dileklerini iletti. Cenaze namazı öncesinde konuşan İl Milli Eğitim Müdürü Kamil Aydoğan, eğitim camiasının çok büyük bir acı içinde olduğunu belirterek, "Ateş yüreklerimizi yakmaktadır. Hayatını kaybeden yavrularımız ve meslektaşlarımız ebediyen yüreklerimizde yaşayacaktır" diye konuştu.
Kamil Aydoğan'ın ardından Spordan Sorumlu Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin, kalabalığa seslendi. Şahin, ünlü şair Cahit Sıtkı Tarancı'nın ölümü anlatan şiiri ile başladığı konuşmasında şunları söyledi: "'Neylersin ölüm herkesin başında, Uyudun uyanamadığın olacak, Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında? Bir namazlık saltanatın olacak, Taht misali o musalla taşında' diyor Cahit Sıtkı Tarancı. Milletçe acımız çok büyük. Herkes yas tutuyor. Hayatını kaybeden herkese devletim ve hükümetim adına rahmetler, kederli ailelerin yakınlarına sabır ve başsağlığı diliyorum. Sözlerin sükut ettiği zamanı yaşıyoruz."

Alkışlamayın, dua edin
Şahin'in konuşmasının ardından cenaze namazı kılındı. Namazda kadın ve erkekle birarada saf tuttu. Cenaze namazını İl Müftü Vekili İlyas Öztürk, Konak Müftüsü Ümit Çimen ve Buca Müftüsü Mehmet Gündoğdu birlikte kıldırdı. Erkekler, kadınlar ve çocuklar için 3 kez ayrı ayrı niyet edilerek 3 ayrı namaz kılındı. Namazın ardından İl Müftü Vekili İlyas Öztürk, "Dinimizde cenazelerin alkışlanması gibi bir şey yok. Lütfen dualarla uğurlayınız" diye uyararak alkışlanmaması isteğinde bulundu. Konak Meydanı'na gelen 18 cenazenin 16'sı defnedilmek üzere Buca Kaynaklar Mezarlığı'na, 2 cenaze ise, Kemalpaşa'ya götürüldü.

11 cenazeyi ailesi aldı
İzmir'e getirilen 29 cenazeden 18'i Konak Meydanı'nda törende yer alırken Azize Sevinç ile Çağan Adıgüzel, Kadifekale'deki Yapıcoğlu Camii'nde kılınan öğle namazının ardından toprağa verildi. Naz Tümek, Yeşim Aygün, Ergül Aygün ve Serpil Öznur da Buca Laleli Camii'nde kılınan ikindi namazının ardından Kaynaklar Mezarlığı'nda toprağa verildi. Beyhan Saruhan Bayındır'da, İbrahim Yalçınkaya Foça'da, Gülşen Dayan Balıkesir'in Edremit ilçesinde, Halil Adıgüzel Kütahya'nın Simav ilçesinde ve Özlem İncesi de Menderes'te aileleri tarafından son yolculuğuna uğurlandı.


Pilot: "En üzücü uçuşumdu"
Cenazeleri İzmir'e getiren İZ-AİR'e ait uçağın 43 yıllık deneyimli pilotu Necmi Ekinci ise yolculuk sırasında yaşadığı olayların etkisinden uzun süre kurtulamadı. Hayatının en üzücü uçuşu olduğunu söyleyen pilot Ekinci, "43 yıllık uçuş hayatımda tek üzüntülü uçuşumdu. Bu kadar yavrunun cansız bedenini taşımak bana çok zor geldi. Onların tabutlarını sırtımda taşıdım. Allah, böyle bir acı bir daha kimseye yaşatmasın" diye konuştu.

'Cennet' şarkısıyla cennete gittiler

Kaza öncesi kullanılan kamera görüntülerinde öğrencilerin Ferhat Göçer'in parçasını söyleyip eğlendikleri görüldü

ŞARKININ SÖZLERİ
Bana ne gelecekse dünyanın sonu
Bitecekse bitsin artık hayat yolu
Korkum yok içim rahat huzurla dolu
Aşkı yaşadım senle bir ömür boyu

Yüzümdeki çizgilerin bile adı sen
Aldığım her nefesin sebebi sen..

Dünyaya bir daha gelsem sevgilim,
Arar bulurum yine seni severim..
Cenneti değişmem saçının teline,
Ömrümün yettiği kadar seni severim..

mini yorum: inanilacak gibi degil..Bu kaza beni aglatti..Büyük bir aci..

Master
16-04-2007, 22:34
392 kısa ve öz..

buena vista
19-04-2007, 18:40
Yalçın DOĞAN



SEKİZ, on yaşlarında ilkokul çocukları. Kız çocukların hepsi türbanlı.

Denizli’nin Bereketli Beldesi’nde ilkokul çocukları hafta sonlarında camide Kuran kursuna gidiyor. Caminin imamı onları çalıştırıyor.

Kutlu Doğum Haftası nedeniyle, imamın çalıştırdığı sekiz, on yaşındaki çocuklar, imamın yönetiminde ilahi okuyor.

Ayrıca, çocuklar bir oyun sahneliyor. Oyunda kötülüğü temsil eden dört başlı canavar tekbirler ve dualarla öldürülüyor. Hangi çağı temsil ediyor bu oyun? Sekiz, on yaşındaki çocuklara ne aşılanıyor?

Etkinliği vali yardımcısı, belediye başkan vekili ve birileri daha izliyor. DHA’nın bu haberi ve fotoğrafı dün bazı gazetelerde var.

Koro oluşturmak, oyun sahnelemek, gibi masum görünen etkinlikler, ideolojik şırıngalar için, sinsi oyunlar. Ve sekiz, on yaşında ilkokula giden türbanlı kız çocukları.

İşte, Tayyip Erdoğan bu fotoğraf nedeniyle cumhurbaşkanı ol-ma-ma-lı.

Bu fotoğraf bir sembol. AKP zihniyeti bu fotoğrafta. Ne AB, ne yabancı sermaye, ne Batı ile diyalog, onlar aldatmaca. Gerçek, bu fotoğrafta.

İşte, bu fotoğraf nedeniyle Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı ol-ma-ma-lı.

Erdoğan’da kamplaşma kaygısı

TAYYİP Erdoğan önceki gün Mehmet Ağar ile Erkan Mumcu’yu ziyaret ediyor.

Ziyaretin temelinde, 367 kaygısı var. Zaten iki parti liderine de, "siz oylamaya girecek misiniz" diye soruyor. Hiç alttan almayan, kimseye yüz vermeyen o üslup bir anda toz oluyor, yerine, kaderini karşıdakinin tavrına bağlamış, düşünceli ve her sözünü tartan bir kişi geliyor. Sanki mağlubiyet duygusu. O ünlü inat ve tiratlardan eser yok. Kendi sözlüğü ile, tevekkül.

Erdoğan’daki asıl kaygı, 14 Nisan mitingi. Görüşmelerinde mitingin etkisinde kaldığı belli. Her ne kadar, kendi parti grubunda mitingle ilgili esip savuruyorsa da, kapalı kapılar ardında, "Türkiye’de kamplaşma süreci zorlanıyor" diyor.

Buradaki süreç, ona göre, yargı organlarının, YÖK’ün, Cumhurbaşkanı Sezer’in çıkışları ve nihayet 14 Nisan mitingi.

Bu kamplaşmanın kendi Cumhurbaşkanlığına zarar vereceğini düşünüyor. Önce, seçimde zorlanacağı, arkasından, Çankaya’ya çıktıktan sonra, ortaya çıkabilecek rahatsızlıklar. Demokratik ölçüler içinde toplumsal tepki.

ANAP Genel Merkezi’ni ziyareti sırasında, "Burası Özal’ın binası, ama hiç oturmadı, çünkü Cumhurbaşkanı seçildi" denildiğinde, Erdoğan binayı yukardan aşağıya süzüyor, ama susmayı tercih ediyor.

Belki de, kaygıların yarattığı bir iç hesaplaşma.




SEKİZ, on yaşlarında ilkokul çocukları. Kız çocukların hepsi türbanlı.

Denizli’nin Bereketli Beldesi’nde ilkokul çocukları hafta sonlarında camide Kuran kursuna gidiyor. Caminin imamı onları çalıştırıyor.

Kutlu Doğum Haftası nedeniyle, imamın çalıştırdığı sekiz, on yaşındaki çocuklar, imamın yönetiminde ilahi okuyor.

Ayrıca, çocuklar bir oyun sahneliyor. Oyunda kötülüğü temsil eden dört başlı canavar tekbirler ve dualarla öldürülüyor. Hangi çağı temsil ediyor bu oyun? Sekiz, on yaşındaki çocuklara ne aşılanıyor?

Etkinliği vali yardımcısı, belediye başkan vekili ve birileri daha izliyor. DHA’nın bu haberi ve fotoğrafı dün bazı gazetelerde var.

Koro oluşturmak, oyun sahnelemek, gibi masum görünen etkinlikler, ideolojik şırıngalar için, sinsi oyunlar. Ve sekiz, on yaşında ilkokula giden türbanlı kız çocukları.

İşte, Tayyip Erdoğan bu fotoğraf nedeniyle cumhurbaşkanı ol-ma-ma-lı.

Bu fotoğraf bir sembol. AKP zihniyeti bu fotoğrafta. Ne AB, ne yabancı sermaye, ne Batı ile diyalog, onlar aldatmaca. Gerçek, bu fotoğrafta.

İşte, bu fotoğraf nedeniyle Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı ol-ma-ma-lı.

Erdoğan’da kamplaşma kaygısı

TAYYİP Erdoğan önceki gün Mehmet Ağar ile Erkan Mumcu’yu ziyaret ediyor.

Ziyaretin temelinde, 367 kaygısı var. Zaten iki parti liderine de, "siz oylamaya girecek misiniz" diye soruyor. Hiç alttan almayan, kimseye yüz vermeyen o üslup bir anda toz oluyor, yerine, kaderini karşıdakinin tavrına bağlamış, düşünceli ve her sözünü tartan bir kişi geliyor. Sanki mağlubiyet duygusu. O ünlü inat ve tiratlardan eser yok. Kendi sözlüğü ile, tevekkül.

Erdoğan’daki asıl kaygı, 14 Nisan mitingi. Görüşmelerinde mitingin etkisinde kaldığı belli. Her ne kadar, kendi parti grubunda mitingle ilgili esip savuruyorsa da, kapalı kapılar ardında, "Türkiye’de kamplaşma süreci zorlanıyor" diyor.

Buradaki süreç, ona göre, yargı organlarının, YÖK’ün, Cumhurbaşkanı Sezer’in çıkışları ve nihayet 14 Nisan mitingi.

Bu kamplaşmanın kendi Cumhurbaşkanlığına zarar vereceğini düşünüyor. Önce, seçimde zorlanacağı, arkasından, Çankaya’ya çıktıktan sonra, ortaya çıkabilecek rahatsızlıklar. Demokratik ölçüler içinde toplumsal tepki.

ANAP Genel Merkezi’ni ziyareti sırasında, "Burası Özal’ın binası, ama hiç oturmadı, çünkü Cumhurbaşkanı seçildi" denildiğinde, Erdoğan binayı yukardan aşağıya süzüyor, ama susmayı tercih ediyor.

Belki de, kaygıların yarattığı bir iç hesaplaşma. (Hürriyet)

buena vista
21-04-2007, 20:49
Celal ÖZCAN

Almanya’nın Münih kenti Belediye Meclisi’nde büyük çoğunluğa sahip olan Sosyal Demokrat Parti (SPD) grubu küresel ısınmaya karşı Türkiye’deki dolmuş sistemini örnek alan bir plan hazırladı.

Bu plana göre, araçların kente girmesine sınırlama getirilecek. Bunun yerine Türkiye’de olduğu gibi bir hareket planı ve durağı olmadan, dolunca kalkan ve el kaldırıldığı yerde durup yolcu indirme-bindirme yapan dolmuş sistemine geçilecek. Ancak Türkiye’den farklı olarak dolmuşlar elektrikle ya da doğalgazla çalışacak. Küresel ısınmaya karşı SPD grubu adına planı hazırlayan Münih Belediye Meclisi üyesi Sven Thanheiser, "Türkiye’deki dolmuş sistemi genel olarak örnek alınması gereken çok akıllıca bir taşımacılık sistemi. İstanbul’daki dolmuşlardan tek fark olarak buradaki dolmuşların elektrikle veya doğalgazla çalışması gerekir" dedi.

FİKİR TÜRKİYE’DE DOĞDU: Thanheiser, şöyle konuştu: "Münih’e her gün 380 bin civarında araç giriyor. Bu araçlar yılda 400 bin ton karbondioksit salıyor. Karbondioksit küresel ısınmaya neden oluyor ve kentte sağlıklı yaşamı olumsuz etkiliyor. O nedenle elektrikle veya doğalgazla çalışan dolmuşlar küresel ısınmaya karşı son derece yararlı olacaktır. BMW gibi büyük firmalar zaten çalışanları için servis otobüsü hizmeti sunuyor. Yani benzeri bir sistem zaten işliyor. Bu nedenle metro veya banliyö trenlerinin çalışmadığı yerlerden kentteki büyük işyerleri arasında dolmuş seferleri kentteki trafik yükünü azaltmada çok büyük rol oynar. Ayrıca bu sistemin iyi çalıştığını Türkiye’den biliyoruz. Ben İstanbul’a gidince hep dolmuşla yolculuk yapıyorum. Dolmuşta hem yolcuya hürmet var hem de çok sosyal. Ben daha geçenlerde Antalya’dan Kemer’e dolmuşla gittim. Zaten dolmuş fikri de bende daha önce Antalya’dan Kemer’e dolmuşla yolculuk ederken doğdu. Aynı Türkiye’deki gibi dolunca kalkan ve uygun yerlerde yolcu indirme ve bindirme yapan dolmuş sistemini ben çok ideal buluyorum. Burada Türkiye’yi örnek almamız lazım."

buena vista
29-04-2007, 08:23
Gülden AYDIN gaydin@hurriyet.com.tr
Fotoğraflar: Kutup DALGAKIRAN

Üç Hıristiyan’ın vahşice öldürüldüğü Malatya’dan kuş uçumu 300 kilometre uzaktaki Hatay’da, farklı din ve cemaatlerin üyeleri Gökkuşağı Korosu’nda buluştu. Hep bir ağızdan Ermenice, Latince, İbranice, Arapça ve Türkçe ilahiler, şarkılar söylüyorlar. 90 kişilik koronun üyeleri Hatay Müftülüğü’nün imamları, Katolik Kilisesi’nin rahibeleri, Ortodoks Kilisesi’nin papazları, başları kipalı Museviler, Vakıflı Ermeni Köyü’nün gençleri, Alevi dedeleri.

Güneşli bir nisan ikindisinde, portakal çiçeği kokan Antakya caddelerinden geçip koronun çalıştığı Mozaik Müzesi’ne vardığımızda müzik caddelere taşmıştı. Beethoven’ın 9’ncu Senfonisi’nden koral bölümü söylüyorlardı; Schiller’in Neşeye Övgü’sünü. "Kardeş olun ey insanlar, bunu ister Tanrımız." Hedefleri, Hatay’a sığmayacak kadar büyük. Kudüs’te, Vatikan’da Ağca’nın Papa’yı vurduğu yerde şarkı söylemek istiyorlar. Amaçları, "Türkiye farklı din ve inançların özgürce yaşadığı bir ülke" mesajını vermek.

AKŞAM YEMEĞİNDE FASIL

Koronun Mozaik Müzesi’nin büyük salonundaki konserini fotoğraf makineli, kameralı ziyaretçiler dinliyor. Finaldeki Memleketim şarkısına coşkuyla eşlik ediyorlar. Bittiğinde tezahürattan camlar sallanıyor. Her cemaatin koro kostümü farklı. Aleviler pembe, Katolikler beyaz, Ermeniler mavi beyaz, imamlar lacivert, Museviler siyahı tercih etmiş. Ortodoks koristlerin bordolu kostümleri, ünlü tasarımcı Bahar Korçan’dan armağan.

Vali Yardımcısı Ömer Sağsöz, koristler ve aileleri için Öğretmenevi’nde akşam yemeği veriyor. Herkes çok şık. Yaşlı çiftler dans ediyor. Ardından Vakıflı köylülerinin söylediği Ermenice şarkılara herkes kendi dilinde eşlik ediyor. Musevi korist Harun Cemal’in söylediği "Unutturamaz Seni Hiçbir Şey"e tüm salonla birlikte imamlar ve eşleri de eşlik ediyor. Vakıflı kızları Ermenice "Nino"yu söylerken salon hareketleniyor, rahipler, rahibeler oyuna katılıyor.

EN YAŞLISI 72 YAŞINDA

Turizm Müdürü Nizamettin Duran’la Proje Koordinatörü Yılmaz Özfırat, bir buçuk ay önce Hatay Valiliği’nden koro kurulması kararı çıkar çıkmaz, kentteki üç din ve altı cemaatin önderlerine gitti. Hatay Müftülüğü dahil, hepsi büyük bir memnuniyetle 15’er koristle temsil edilmeyi uygun buldu. 55 kişilik Musevi cemaati, dört kişi verebildi. Her din ve cemaat, üçer dakika süren iki ilahisini okuyacaktı. Aleviler’i Hatay Ehlibeyt Kültür ve Dayanışma Vakfı mensupları, Ermeniler’i Vakıflı Köyü temsil etti. Koro şefi, Müzik Öğretmeni Şeyda Akgöl. Müzik düzenlemesini Gaziantep Üniversitesi öğretim görevlilerinden Adil Çete ile Emin Beyazçiçek yaptı.

Koronun sorumlusu ve fikir babası, Hatay Vali Yardımcısı Ömer Sağsöz. Öğrenci, din adamı, kuyumcu, bankacı, arkeolog, doktor, terzi, manifaturacı, restoran işletmecisi koristlerin en genci 15, en yaşlısı 72 yaşında.

MEHMET KARASU (Korodaki Sünni imamların sözcüsü)

Beethoven’ı, Memleketim’i söylerken mutlu oluyoruz

Karşılıklı sevgi, saygı varsa hiçbir problem olmaz. Bunu Hatay’da yaşıyoruz. Çeşitli dinlerdeki kardeşlerimiz ticaretle uğraşıyor, resmi dairelerde çalışıyor, beraber yiyip içiyor. Son cinayetleri kınıyor, esefle karşılıyoruz. Malatya’daki vahşettir, zulümdür, tasvip edilmesi düşünülemez. Allah böyle bir olay bir daha yaşatmasın. Koroda şarkı söylemiyoruz. Sevgiyi, güzelliği anlatan koroda söylüyoruz. Beethoven’ı, Memleketim’i söylerken mutlu oluyoruz.

ŞAUL CENUDİOĞLU (Musevi Cemaati Başkanı)

Sesimizi dünya duysa da saadete erse

Her yıl üç semavi dinin merkezi Kudüs’e gidiyorum. Hatay’daki hoşgörü orada yok. Ayrı yerlerde ibadet etsek de, sonrasında kardeşiz. Hamursuz Bayramı’mızda mülki amirler, Ortodoks cemaati ve Müslüman kardeşlerimiz ziyarete geldi. Sonraki hafta Ortodoks kardeşlerimizin Paskalyası, ardından Müslüman kardeşlerimizin Kutlu Doğum Haftası’na biz de katıldık. Bu örneğe dünyanın hiçbir yerinde rastlanmaz. Hatay’ı anlamak için yaşamak lazım. İnşallah dünya sesimizi duyar, saadete erer.

JOZEF NASEH (Ortodoks Cemaati Başkanı)

Hatay’daki kültürler mozaik değil alaşım

Hatay’daki kültürler mozaik değil, alaşımdır. Aramızdaki sevgi armonisi, öz ritmimiz koronun çok başarılı ve örnek olmasını sağladı. Kaynağımız koro üyelerinin yüreğindeki sevgi. Bunu silmeye kimsenin gücü yetmez. Aramızdaki güçlü sevgi, dayanışma, yurtseverlik bağı senaryocuları başarısız kılacak. Dinlerin uzlaşması gerekmiyor. İnanç kültürlerinin uzlaşması yeterli. Din, Tanrı’yla birey arasındaki özel bir yol. Birbirimizin inanç kültürünü ne kadar öğrenirsek, o kadar bütünleşiriz.

ALİ YARAR (Alevilerin sözcüsü - Ehlibeyt Vakfı Başkanı)

Bütün Türkiye Hatay olacak

Hatay’daki Aleviler 1420 yıldır, kimsenin kimseye karışmadığı, suçlamadığı bir ortamda yaşıyor. Yaktığımız kardeşlik meşalesinin ülkemize, dünyaya yayılmasını umut ediyoruz. Son zamanlarda farklı dindeki kardeşlerimize kıyılması Türklük ve İslam adına utanç verici. Türkiye’de yaşamanın ilk kuralı Müslüman olmak değildir. Din adına işlenen cinayetler, dine ve tüm insanlığa karşı işlenir. Koromuzda, Alevi’nin ilahisini Yahudi, Yahudi’nin ilahisini Sünni, Sünni’nin ilahisini Ermeni söylüyor. Bu güzellik dünyanın neresinde var? Farklı inançlara yaşama hakkı tanımayan dar zihniyet, bu atmosferi görürse Türkiye ve dünya büyük bir Hatay olacak.

BARBARA KALLASCH (Katolik Kilisesi Rahibesi)

Aziz Petrus’un anahtarı

Koro çalışmalarıyla kardeşliğin ve farklılıklarımızın zenginlik olduğunu bir kez daha algıladık. Hataylı derviş Ignasius "Aranızda Tanrı’nın melodisini oluşturun" demiş. Birbirimize kulak verdik, farklı renk ve güzelliklerden armoni yarattık. İlahi söyleyen iki kez dua eder, derler. Dua ediyor hem de barışı destekliyoruz. Aziz Petrus’un kayıp anahtarını değil, müziğin sol anahtarını bulduk.

GARBİS KUŞ (Vakıflı Köyü Ermeni Cemaati Başkanı)

Kimse bize Ermenisin imasında bile bulunmuyor

Hatay’da Ermeni, Müslüman, Yahudi fark etmez. Herkes Vakıflı köylülerine dostça yaklaşır. En ufak bir ima yok. Kimse Ermenisin, demiyor. Koro teklifi geldiğinde çok duygulandım. Köyde çocuk koromuz vardı. Gençlerimiz provalara aksatmaksızın gitti. Koroyla dünya ve Türkiye’ye hoşgörünün, kardeşliğin temsilcisi olduğumuzu gösterdik.

YILMAZ ÖZFIRAT

(Proje koordinatörü-Halk Eğitim Merkezi THO öğretmeni)

Birlikte gece gündüz çalıştık her aşamayı kısa sürede geçtik. Ortodokslar’ın ve Alevilerin Arapçası birbirinden çok farklı. Tüm ilahilerin aslına uygun söylenmesine çaba gösterdik. Her din ve cemaate ayrılan süre eşit olmalıydı. İstanbul’da Aya İrini’de, Kudüs’te, Vatikan’da Papa’nın vurulduğu yerde konser vermek istiyoruz. Türkiye gerçeği o vahşet değildir, demek istiyoruz. Başbakanlık Tanıtma Fonu’nun bu koroyu desteklemesini istiyoruz.

ÖMER BEDRETTİN SAĞSÖZ (Hatay Vali Yardımcısı)

Hatay’ın en önemli özelliği, hoşgörü

Antakya’nın en önemli özelliği, hoşgörü. Gökkuşağı Korosu’na valilik bütçe ayırmadı. Masrafları, ulaşımlarını kendileri sağladı. Koro, Türkiye’nin tanıtımında rol oynayacak. Repertuvar genişletilecek, görsel yönü zenginleştirilecek. Uluslararası festivallere çıkması sağlanacak. Koristleri artıracağız. Profesyonel destekle düzenleme yapacağız. Sponsor arayışına gireceğiz.

DİMİTRİ DOĞUM (Peder-Aziz Petrus ve Pavlus Ortodoks Kilisesi)

Biz zaten böyle yaşıyoruz

Üç semavi dinin bir araya geldiği iki şehirden Kudüs’tekiler birbirini öldürürken biz kardeşçe yaşıyoruz. Bu cemaatlerden biri olmazsa şehrin güzelliği eksilir. İbadetimiz ayrı ama Tanrımız, cennetimiz bir. Koroyu haber olmak, TV’ye çıkmak için kurmadık. Zaten böyle yaşıyoruz. Aynı kasaptan et alıyoruz, yemek pişirme yöntemlerimiz aynı. Annelerimiz aynı avluda yaprak sardı, içli köfte yaptı. Bütün insanlığın Antakya’daki gibi yaşamasını arzu ediyoruz.

ANİ ORAL (19-Ermeni)

Koro hayatımdaki en güzel şey. Akşam olsa da provaya gitsek, diyorum. İmamlarla, papazlarla kanka olduk. Kim, hangi dinden bazen şaşırıyoruz. Diğer kentlerdeki cinayetleri duyunca üzülüyoruz. Biz de maruz kalır mıyız, diye korkuyoruz. Ama birliğimizi korumak için her şeyi yapacağız.

JAN DELÜLLER (Peder-Aziz Petrus ve Pavlus Ortodoks Kilisesi)

Doğu medeniyetini Batı’ya aktaran bu tarihi kentte doğdum. Koromuz, düşmanlıklara karşı, birbirine sımsıkı sarılıyor. Aynı potada eridiğimizi gelip görsünler. Mutfağımız da bu kültürlerin damak tadının bileşimi. Maalesef unutulan hatır sayma, çok şükür ki Hatay’da mevcut.

ŞEYDA AKGÖL (Müzik öğretmeni-koro şefi)

Beş haftalık koromuzda 15 cami imamı, iki rahibe, üç peder var. Bir bakıyoruz müftülüğün imamı çıkmış Ortodokslarla, Katolik koristler Ermenilerle söylüyor. Beş dildeki ilahileri ezberlemeden önce her cemaatin farklı şivesini öğrendim.

buena vista
06-05-2007, 08:08
Çağlayan mitingiyle başlayıp tüm Türkiye'ye yayılmaya hazırlanan hareketin arkasında dokuz kadın duruyor


ÜMRAN AVCI (MILLIYET)

Ankara'da 14 Nisan'da düzenlenen Tandoğan mitinginden sonra, Cumhuriyet'in dokuz kadını, bu defa 29 Nisan'da İstanbul'a öncülük etti ve Çağlayan'a topladığı milyonların hep bir ağızdan "Türkiye laiktir laik kalacak" diye bağırmasına önayak oldu.
Miting günü platformda yan yana oturan kadınlar, çocuğunun düğününde ev sahibi olarak konukları karşılayan, gelen her misafirle gözleri parlayıp gururlanan annelere benziyordu.
Bu dokuz Cumhuriyet annesinin Çağlayan'da, Cumhuriyet için yükselen gür sesten sonra içlerinden "Gözümüz arkada kalmaz" diye düşündüklerini söylemek de mümkün.
İşte biz bu kadınları bir araya getirdik ve Çağlayan mitinginin nasıl doğduğunu, perde arkasında yaşananları, izlenimlerini ve hissettiklerini sorduk.

Bu miting nasıl ortaya çıktı?
Necla Arat: Uzun zamandır böyle bir şey yapılması için çeşitli örgütlerden de baskılar vardı. Fakat iyi hazırlanalım diye bunu erteleme kararı almıştık. Nitekim Ankara'nın miting yapacağı haberi gelince biz öncelikle Ankara'ya destek verelim dedik. Ankara'dan döndükten sonra "Bu iş mutlaka yapılmalı" şeklindeki talepler daha da arttı. Sonra bir dostumuzun yemek davetinde böyle bir niyetimiz olduğunu söyledik. Dostumuz bize "Size her türlü desteği veririz, arkanızda oluruz" deyince hazırlıklara başladık.

Bu dostunuzu öğrenebilir miyiz?
Necla A.: Tuncay Özkan. Bizi, Ankara'daki mitinge katkımızdan dolayı teşekkür için yemeğe davet etmişti. O yemekte ses düzeni ve platform konusunda destek sözü verince yola çıktık.
Aydeniz Alisbah Tuskan: Yıllarca çok suskun kaldık. Hep birlikte miting alanına çıkalım, ulusal egemenliğin halkta olduğunu haykıralım dedik. Cumhuriyet'in değerleri ayaklar altındaydı. Ben artık kadın olarak tedirgindim. Halk Eğitimdeki toplantı ve konferans için talepte bulunduğumuzda dahi iş "Kim ne konuşacak?" noktasına geldi. "Konuşmanızı bir görelim" diyorlar.
Necla A.: Bıçak kemiğe dayanmıştı. "Yapmayın" diye uyardılar. "Zaman dar, bu kadar kısa sürede bu yapılamaz, Ankara üç ay çalıştı" dediler. Bu yönde bir kaygı vardı. Biz çarşamba günü yemekte buluştuk, perşembe günü bir sonraki pazar günü için yasal müracaatımızı yaptık.

Yani sadece dokuz gün içinde yapıldı bütün hazırlıklar. Bu dokuz günlük süreç nasıl geçti?
Aydeniz A.T.: Avukatım ama hazırlıklara başladığımız günden beri büroya bir veya iki defa yarım saatliğine uğradım. Bel fıtığı olduğum için Ankara mitingine de katılamamıştım ama Çağlayan mitingi bittiğinde ayaklarımın üstüne basamıyordum. O gün 12 saat ayakta kaldım ama hiç umurumda değildi.

"Cumhuriyet'in tehlikeye girmesi cüzamdan beter"
Türkan hanım hele siz sabah kemoterapi, akşam toplantı... Canınızla uğraşırken koşturup durdunuz.
Türkan Saylan: Serumum giderken koluma bakıyorum, saate bakıyorum toplantıya yarım saat kaldı, bir an evvel bitse diyorum.
O arada bana ne oldu, bulantım mı geldi, yorgun muyum hiç bunu düşünmüyorum. Köşeme çekilirsem çoktan giderdim gürültüye. Bu beni besliyor. Yıllarca bilimsel olarak cüzzamla mücadele ettim ama Cumhuriyet'in tehlikeye girmesi cüzamdan da beter. Onun tedavisi var hiç olmazsa. Önyargıların tedavisi yok.

Bu süre içinde size haddinizi bildirmek isteyenler oldu mu hiç?
Aydeniz A.T.: Hayır, öyle bir durum olmadı. Ankara'nın gölgesi altında kalabilir diye çok baskı altında tutulduk.
Necla A.: "Sakın bu mitingi İstanbul'da yapmayın, kalabalık olmazsa Ankara'nın başarısını da ortadan kaldırmış olur. Külfet altına girmiş olursunuz" dediler.
Pervin Öztabağ: Sosyal baskı hissettik.
Türkan S.: Can güvenliğimizden endişe ettiler.

İzin alırken bir zorluk çıktı mı?
Necla A.: Hemen "olur" geldi.
Aydeniz A.T.: Düzenleme komitesinde emniyetten sorumluydum. Emniyetle çok iyi ilişkiler içindeydik. Bu yüzden 1 Mayıs gibi nahoş hadiselerle karşılaşmadık.
Necla A.: Sultanahmet'te yapmak istedik vermediler, Beyazıt'ı da vermediler. Kadıköy'le Çağlayan arasında seçim yapmak durumunda kaldık. Biz Çağlayan'a razı olduk.
Türkan S.: Sultanahmet şık, hoş bir şey olurdu. Sultanahmet'i Cumhuriyet öncesi ilk mitingin yapıldığı yer olduğu için istedik.
Aydeniz A.T.: Sloganlarımıza kadar emniyete verdik. Bunların haricinde Cumhuriyet Mitingleri Organizasyon Komitesi (CMOK) sorumlu oldu, arkadaşlarımız kendi gruplarımızı kontrol etti. Yanlış bir slogan bile atılmadı diye düşünüyorum.
Necla A.: Arada kaçamaklar oldu
Türkan S.: Çok az zorlukla karşılaştık. Günlerce emniyette toplantılar yapıldı, güzergahlar belirlendi vs.

"1989'daki ilk buluşmamız da Çağlayan'daydı"

Kendi içinizde güvenliği kaç kişi sağladı?
Necla A.: Her örgütün kendi üyelerini denetlemek üzere ve yabancıların karışmasını engellemek üzere ikişer görevlisi vardı. Alanın tamamında 250'nin üzerinde Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD), Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) ve CMOK'tan gençler görev aldı.

Ne kadara mal oldu?
Necla A.: Büyük maliyeti olan ses düzeni ve platform karşılandığı için ötekiler önemli değil.

23.30'daki Genelkurmay açıklamasının katılıma etkisi oldu mu?
Necla A.: 450 örgüt o zamana kadar katılımcılar listesinde yerini almıştı. O bildirinin bizi etkilediği kanısında değilim. Hatta tersi olabilir dediler. Bu bildiri sizi negatif etkiyebilir, bu işle ilgilenenler var, artık güvenli bir ortamdayız, gitmeyebiliriz diyenler olabilir düşüncesinde olanlar oldu.
Aysel Ekşi: Televizyon başındaki insanlar tehlikenin farkına vardı.
Pervin Ö.: Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı adayı ilan edilmesi şok etkisi yarattı. Katılımı etkiledi.

Grupça kaç yıldır birbirinizi tanıyorsunuz?
Necla A.: Pek çoğumuz 1988'den beri beraberiz. ÇYDD'yi birlikte kurduk.

Dokuz kadın bir araya geldiniz, ortak paydanız cumhuriyet ve demokrasiydi. Siyasi görüşleriniz de aynı mı?
Türkan S.: Sanıyorum hepimiz sosyal demokratız, Atatürkçüyüz. Ayrıldığımız konular da olabilir tabii. Ama biz görüş birliğine, ortak paydaya varmayı bilen insanlarız. Hepimiz mutfakta çalışmaya alışmış insanlarız. Ben öne geçeyim durumumuz yoktur.
Aysel E.: Bizim ilk çalışmalarımız, ilk beraberliğimiz yine Çağlayan'da başladı. 1989'da ÇYDD'nin ilk kurulduğu günlerde yine Çağlayan'da buluştuk. O zaman ben başkandım, Türkan Saylan, Necla Arat, Aysel Çelikel ve bütün arkadaşlar vardı.

Neden kadınlar var sadece düzenleme komitesinde? Tesadüf mü? Aranıza erkek almayı düşündünüz mü?
Türkan S.: Cumhuriyetin ve laik düzenin en önemli parçası biziz, bizi çok ilgilendiriyor, bu işi biz ele alalım dedik. Ayrıca bir ayrıcalığı olsun istedik. Görüntüde kadınlar, arka planda kadın ve erkeklerden hepimizin orduları var. Erkek ordumuz var.

İsimsiz kahraman

Her ne kadar miting düzenleme komitesinin resmi listesinde adı olmasa da dokuz Cumhuriyet annesiyle kol kola çalışanlardan biri de Kadıköy Kadın Konseyi Başkanı İnci Beşpınar'dı.

"Belediye bazı ilçelere astığımız bez afişlerimizi indirdi"

Hiç olumsuzluklarla karşılaşmadınız mı?
Necla A.: İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından bazı ilçelerdeki bez afişlerimiz indirilip atıldı mesela. İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ni aradığımızda, "Çevre kirliliğini önlemek için indiriyoruz" yanıtıyla karşılaştık.
Pervin Ö.: Kadıköy'de de indirildi bu afişler.
Nazan Moroğlu: İETT otobüslerinin sabah erken saatlerde müşteri almadığı, yollara çıkmadığı yolunda çok telefon aldık.
Pervin Ö.: Metro yavaşlatılmış.
Nazan M.: Özellikle Şişli'de belki 20 otobüsün yürüyenleri engelleyici bir şekilde boş olarak kalabalık arasından geçtiğini söylediler.
Türkan S.: Küçükçekmece ve Büyükçekmece'den gelen otobüsler dolusu insan durdurulmuş, otobüslere sen götürmeyeceksin denmiş. Otobüslere paraları ödenmiş. "Ortada kaldık, ne yapalım?" diye telefon ettiler. Şişli Belediyesi otobüs gönderdi, onları aldırdı. Kalanlar hepimizi aradılar. Toplu tutulan otobüslerin paraları ödenerek indirilmişler. Bunlar tatsız şeyler.

Sanatçı organizasyonu?
Türkan S.: Sezen Aksu Kıbrıs'taydı.
Aysel E.: Gençler Kenan Doğulu'yu sever dedik ama o da yurtdışındaydı.

Mitinge katılanların profili nasıldı?
Gülseven Güven Yaşer: Gençlerimizi ilk defa alanda gördük. Ankara'da da bu vardı. Kadınlarımız başörtülerinin üzerine "Atam izindeyiz" bandını takmışlardı. Başı kapalı kadın sayısı çoktu. Son miting hepimizi kaynaştırdı.
Aysel E.: Gençleri ilk kez bu kadar coşkulu gördük dediler.

"Turizme çok büyük katkısı olacak"

O gün hiç endişeniz oldu mu? Duygularınız neydi?
Nazan M.: Kaç kişi gelecek, katılım nasıl olacak düşüncesi birbirimize söylemesek bile hep aklımızdaydı.
Necla A.: Çok heyecan verici bir tabloydu. Aslında olmayan bir şeyleri bekliyor ve olacağını seziyorduk. Kadınca bir sezgi de diyebilirsiniz buna belki.
Nazan M.: 14 Nisan'daki uyanışı medya görmezden geldi. Ama 29 Nisan'da tam sayfa verdiler manşetten. Dünyaya tanıtıldı Türkiye. Turizme büyük katkısı olacak. Büyük tanıtımdır, Mustafa Kemal Atatürk'e armağan bu.
Türkan S.: 14 Nisan'daki miting sanki darbe çağrıştıracak gibi bir izlenim aldığı için basının temkinli davrandığını biliyoruz. İlk toplantımızdan sonra ortaya çıkan sloganlarımızda "Ne şeriat ne darbe, demokratik Türkiye" sloganı, ayrıca "Biz şeriata, ırkçılığa, bölücülüğe, darbelere karşıyız" söylemimiz bence birçok insanda büyük rahatlık getirdi. Basının da katılımını sağladı. İş dünyasından birçok kişi belki uzak kalmış olabilir ama pek çok ticari kurumla sponsorumuz olduğu için iç içeyiz. Birçok telefon aldım, "Bedenen orada değiliz ama yüreğimiz sizinle" dediler.
Aydeniz A.T.: Sabahtan akşama kadar açtık, hiçbir şey yemedik. Tuvalet yok, şekerle kaldık.

Polise göre 180 bin kişi katılmış. Ne diyorsunuz?
Türkan S.: Keşke hiç konuşmasalar. Çünkü inandırıcılıklarını yitiriyorlar. İşkembeden atmaya alışıyoruz. Keşke sussalar da güvenilirliklerini yitirmeseler.

"Hırsızlık olmadı; içi dolu dört cüzdan bulundu"

"Mitinge giderken kocasını çekiştiren bir kadın gördüm. İhtiyar eşi bayrak almak istiyor, kadın ise 'Sakın alma, bütçemiz sarsılır' diyor. Satıcıya sordum, 5 milyon liraymış bayrak. O parayı bile veremeyecek insanlar Atatürk için mitinge geliyor"

Çağlayan'dan ilginç anılarınız ve gözlemleriniz var mı?
Nazan M.: Çağlayan'da yapılan miting, en çok bayrakçıların yüzünü güldürdü. İnanılmaz sayıda bayrak sattılar. Bir arkadaşımız da böyle düşünerek bayrak aldığı adama takılmak istemiş ve "İktidara dua et. Onların sayesinde bol bol bayrak satıp para kazanıyorsun" demiş.
Bayrakçı öyle bir cevap vermiş ki arkadaşımız gözyaşları içinde kalmış: "Ben vatanımı satmıyorum, vatanını sevenlere bayrak satıyorum. Üç kuruş kazanmak için vicdanını satanlara dua mua etmem. Ver bayrağımı geri!"
Gülseven G.Y.: Tam arabadan indim geliyorum, kadın kocasını çekiştiriyor, "Gel, bütçemiz yeterli olmaz" diyor. İhtiyar eşi de bayrak almak istiyor. Kaç lira diye sordum, satıcı "5 milyon" dedi. Kadın "Bütçemiz sarsılır, sakın alma" diyor. "Müsaade eder misiniz ben bizim vakıftan size bir bayrak hediye etmek istiyorum" dedim. 5 milyonu veremeyecek bir aile oraya Cumhuriyet ve Atatürk için geliyor.
Nazan M.: Oraya kimler gelmemişti ki? 1 yaşındaki kızı pusetin içinde, kendisi de üç ay sonra yine bir kız çocuğu bekleyen hamile bir kadın vardı. Diyordu ki, puseti ve karnını göstererek, "Bu kızım ve işte bu kızım için Cumhuriyet'i korumaya geldim" diyordu.
Türkan S.: Bu hanımı ben gördüm. Karnını okşadım. "Bu çocuğun adı Çağlayan olsun" dedim. Durdu, "Ama ben kız çocuğu bekliyorum" dedi. "Olsun kız da ne güzel olur" dedim. "Tamam bebeğin adını Çağlayan koyacağız" deyip gittiler.
Nazan M.: Kürsüye yakın olan bir yerde Türkiye'nin hemen hemen ilk hukukçularından olan, Hukukçu Kadınlar Derneği'nden bir üyemiz vardı. 82 yaşında ve inanın sabah 09.00'da onu gördüm. Saat 17.00'de ayrılıyorduk, hâlâ oradaydı. "Ata'nın devrimlerine sahip çıkan halkımı gördüm, artık gözüm açık gitmez" dedi.
Türkan S.: Evimize temizliğe gelen başı örtülü yardımcım, "Biz bütün Hisarüstü orada olacağız" dedi. Ben bir doktor olarak onların birçok hastalığıyla uğraştım. Çünkü o kapalılık içerisinde, stres içinde müthiş hastalıklar oluyor. Halkın bizi örtünme düşmanı gibi görmediğini anladık.
Nur Serter: Mitinge katılanların ahlakı dikkatimi çekti. En ufak bir hırsızlık, kapkaç, taciz olmadığı gibi içi dolu dört cüzdan ve bir cep telefonu bulundu.

AnnE
06-05-2007, 10:26
Yukarıdaki alıntıdan bir alıntı ; Türkiye Gazetelerinde pek görülemeyen güzellikte bir cümle , altını çizmek istedim :

Miting günü platformda yan yana oturan kadınlar, çocuğunun düğününde ev sahibi olarak konukları karşılayan, gelen her misafirle gözleri parlayıp gururlanan annelere benziyordu.

zumbul
07-05-2007, 08:38
Yukarıdaki alıntıdan bir alıntı ; Türkiye Gazetelerinde pek görülemeyen güzellikte bir cümle , altını çizmek istedim :

Miting günü platformda yan yana oturan kadınlar, çocuğunun düğününde ev sahibi olarak konukları karşılayan, gelen her misafirle gözleri parlayıp gururlanan annelere benziyordu.
O zaman zifaf çok yakın desenize ;)

meraklı
10-05-2007, 20:46
Lokman Ayva tam vaktinde işe girişmiş..Hem 16 sında başlayacak olan sakatlar haftası sebebiyle bir adım atmak babında-işte iş yapıyoruz mantığı- hem de AkP nin biraz daha taban genişletme çabasına artılar ekleme gayreti..:))

Neyse bu elbette hem bedensel engeli olanlar hemde görme engelliler için bir ışık, bir şevk olacak...Bizler şükürler olsun kendimizi tam sayıyoruz- duygusal eksikliklerimizin olmadığını var sayarsak- işimizi birilerine ihtiyaç duymaksızın yürütebiliyoruz. Ama görme engelliler dünya renklerinden uzak, karanlıkta yarattıkları renklerle hissedip duygularıyla gören, elleriye şekillendirip gönlüyle kendini ortaya koyan vatandaşlarımız var ki, hassas, esprili, kıvrak zeka ile dikkat ve disiplin sahibi olarak hayatlarını idame ettiriyorlar. Öyle ki sadece dilenmekle ya da orda burda tezgah açıp bağış toplamakla geçinmeyi düşünmeyip el becerileri ile kendilerine istihdam yaratmışlar.

Sözün özü, eksiklerimizi tamamlarken, tamamlanamayan eksiklerimiz olmadığı için , aslında herzaman eksik bir tarafımızın olduğu bilinciyle, hem tamlayan hem de tamlanan olduğu konusu da göz önüne alınarak hayatın getirdiği ve tercihlerimiz doğrultusunda yaptığımız hataları hayata mal ederken eksiklerimizi bilerek başkalarının eksikliğine takmadan yaşamak dileğiyle...:)kalınız sağlıcakla...:friends:-

buena vista
12-05-2007, 08:11
Bekir COŞKUN
bcoskun@hurriyet.com.tr


"DIŞARDA deli dalgalar..."

Ben bu şarkının sadece bu ilk satırını söylerim.

Çünkü ikinci satıra geldiğimde gözlerim dolar, burnum akar, dilim daha da dolanır, dudaklarım eğilir, çenem yamulur...

Söylerim söylemesine de, anlaşılmaz.

Çevremdekiler "Üzülme ama... Bak iyi şeyler de var... Üzül üzül nereye kadar... Çaresi var mı, yok..." diyerek beni avutmaya kalkarlar, su dayatanlar, mendil yetiştirenler, sırtıma vuranlar arasında, şarkımı söylemekten vazgeçip öyle sessiz-sakin otururum.

Daha ilk satırda...

Ağzımı var gücümle açıp "Dışarda deli dalgalar..." demenin hemen akabinde...

Susarım...

Devamını hiç söyleyemedim şarkımın.

Ben bu şarkıyı yıllar önce, bir gece vakti İzmir sokaklarında duymuş ve öğrenmiştim.

Bizim sevdamızın şarkısıydı bu, bütün dostlarımız bilir, hálá da bizim şarkımızdır.

Ve arada bir söylemeye kalktığım, ama sadece ilk satırını söyleyebildiğim tek şarkı.

*

Yarın İzmirliler bunu Alsancak’ta söyleyecekler:

"Dışarda deli dalgalar..."

Yine bir sevdanın şarkısı olarak:

Cumhuriyet sevdasının...

Benim áşık olduğum kenttir İzmir. Her zaman İzmir’e dikkat etmelisiniz. İzmir, Türkiye’nin "nasıl olması gerektiğini" gösteren şehirdir.

İzmir’i içinden çıkarttığınız zaman Türkiye Türkiye olmaz.

Áşık olduğum şehrin, hayran olduğum kadınları-erkekleri-gençleri, yarın bir ağızdan, aydınlık yüzlerini güneşe doğru çevirip hep birlikte haykıracaklar.

Mağrur, güçlü, dudakları titremeden, asla yarım bırakmadan ve kararlı.

*

"Deli dalgalar" yarın İzmir’de vuracak, ülkemize reva görülen karanlığın duvarlarına.

İzmir’de şarkılar yarım kalmaz.

Sonuna kadar...

Yarın İzmirliler haykıracaklar:

"Dışarda deli dalgalar..."

Ramo
14-05-2007, 09:58
14 Mayıs 2007

Rahmi TURAN
rturan@hurriyet.com.tr

Yalaka inek, kasabın bıçağını bile yalar!


MEYDANLARDA "Laik Cumhuriyet fırtınası" esiyor! Siyasal bir kasırga bu...

Fırtınanın geleceğini anlamak için meteoroloji uzmanı olmaya gerek yoktur.

Gök kapkara bulutlarla kaplanıp, rüzgár çılgınca esmeye başladığı vakit, gelen fırtınayı en budala insan bile anlar. Az sonra kıyamet kopar, göz gözü görmez olur!

Siyasal kasırganın geldiğini anlamak için de siyaset bilgini olmaya gerek yoktu! Görünen köy kılavuz istemez, değil mi?

Peki, bunu görmediler mi? Elbette gördüler ama önlemeye duyguları ve güçleri yetmedi. Hırsları akıllarından bir karış havada olduğu için durumun ciddiyetini kavrayamadılar. Hálá kavrayamıyorlar!

* * *

Bu iktidarın, ülkeyi götürmek istediği yer belliydi...

Zaten bu nedenle ip koptu, milyonlarca insan meydanlara koştu.

Buna rağmen hálá iktidara şakşakçılık yapanlara, yağ çekenlere bakıyorum da:

"Yalaka inek, kasabın bıçağını bile yalar!" sözünü hatırlıyorum. O yalakaların, iktidarı pohpohlamaları ve uzlaşma kültüründen yoksun insanların salakça inatlaşması, ülkeyi fırtınalı bir havaya soktu.

Ne kadar akıllı olurlarsa olsunlar, gücü elde edenler yağcılıktan, dalkavukluktan hoşlanıyorlar! Her devirde ortaya çıkan kılavuz kargalar onların başlarını pisliğe sokuyor!

İktidarı ele geçirenlerin, yağdanlıklara inanmamaları gerekiyor ama, ne hikmettense hep kanıyor, aldanıyorlar! Sonuçta bunun çilesini ülke çekiyor, hepimiz çekiyoruz!

* * *

Türk insanı ne zaman rahat bir "Ohh" diyecek?

Bu kafayla gidilirse hiçbir zaman!

Şeriat özlemi, türban dalaşı, din kavgaları, suikastlar, muhtıralar, çıkarcılık, yargıya baskı, üniversitelere gözdağı, partizan kadrolaşma...

Tüm bunlardan milletçe bıktık artık, iyice bunaldık!

Bu nedenle mitinglere milyonlarca insan aktı. Aslında askerler değil, halk muhtıra verdi AKP’ye... Fakat anladıkları şüpheli... Meclis’teki son çabaları bunu gösteriyor!

İktidar mensuplarına bakıyorum da, yalnız gözleri değil, yürekleri de körleşmiş gibi sanki... Hálá "Dediğimiz dedik" inadında görünüyorlar. Oysa "Laf olsun, torba dolsun" siyasetiyle işler yürümüyor!

* * *

İktidarın önde gelen kişilerinin "Türkiye Cumhuriyeti’nin sonu geldi. Kesinlikle laik sistemi değiştirmek istiyoruz" şeklindeki söylemleri kafalara çakılan çiviler gibi derin yaralar açtı. AKP’nin antidemokratik yapısı böylece net bir biçimde ortaya çıktı.

Geniş halk kitleleri "Sandık mı? Boşver! Nasıl olsa asker düzeltir!" şeklindeki sorumsuzluğunun acı sonuçlarını yaşayarak gördü.

Seçmenin tekrar aynı hatayı yapacağını sanmıyorum. Malûm; "Kör bile aynı çukura iki defa düşmez" denir. Peki, ya düşersek? O zaman aklımız da körleşmiş demektir!

* * *

Türkiye’nin tablosu düzelir mi? Düzelir elbette...

Kim ki, bu ülkenin vatandaşlarının yarısından çoğuna "Bunlar benden değil" diye rızkını vermiyorsa, yandaşlarını ihale zengini yapıyorsa, devlet kadrolarını kendi militanlarıyla dolduruyorsa, seçim cehennem sıcağında bile olsa, onları sandıkta yok etmek gerekiyor!

Eski hamam eski tas olup sadece tellaklar değişirse, yani kişiler başka olup da aynı zihniyet tekrar iktidara gelirse, umut yok demektir.

Kurtulmak isteyip istemediğine millet sandıkta karar verecek!

buena vista
17-05-2007, 12:21
SOLI ÖZEL

İçeride yaşanan ve seçimlerden sonra da sürmesi ihtimali hayli yüksek olan krizin zararı yalnızca içeriyle sınırlı değil. Şu anda Türkiye'nin fiilen bir dışişleri bakanı yok. Kurumlar arasında epeydir süren anlaşmazlık ve bunun yarattığı kilitlenme aşılmadı. Türkiye'nin dış politika kurgulama, oluşturma ve şekillendirme mekanizmaları hasarlı. Hükümet tüm enerjisini ordu baskısı ve seçim stratejisiyle uğraşmaya ayırmak zorunda. Uluslararası sistemdeki değişen manzaraya gereken ilgiyi gösteremez. Kaldı ki dış politikanın temel parametrelerini oluşturan siyasetlerin hepsinde en azından bir belirsizlik hali hakim.
AB ile ilişkilerin sorunlu olduğu, ABD ile ilişkilerdeki gerginlik kaynaklarının kurumadığı zaten ortada. Washington'un muhtıra karşısındaki ikircikli tutumu ise tatmin edici olmaktan çok uzak açıklamalara rağmen hükümet cenahında ve demokrat kamuoyunda huzursuzluk yarattı. Gerçi Türkiye'deki demokratik sistemin askıya alınması ihtimali özellikle AB içinde bir telaş da yaratmış gibi. Türkiye'nin özensiz politikalara maruz bırakılmasının bedelsiz olmayacağı Avrupa başkentlerinde anlaşılmışa benziyor.

Arap dünyası da kaygılı
Yalnızca Avrupa ülkelerinde değil başta Arap dünyası olmak üzere dünyanın çeşitli köşelerinde Türkiye deneyiminin başarısızlığı ihtimali kaygı yarattı. Türkiye'ye duyulan ilgiyi arttırdı. Ülkenin nesnel konumunun ağırlığı pekişti.
Ancak tüm bunlar Türkiye'nin çok daha ciddi bir problemi olduğu gerçeğini gözlerden kaçırmamalı. Türk dış politikasına son dönemde hakim olan gönülden geçeni gerçek sayma eğiliminin ve siyasetle halkla ilişkileri fazlasıyla birbirine karıştırmanın olumsuz sonuçları bir bir ortaya dökülüyor. Ülkenin nesnel önemi ve ağırlığıyla yetinmeyen ve hemen her alanda kendini gösteren hatalı bir aktivizmin krizini de yaşıyoruz. Bu şekilde siyaset oluşturmanın sonuçlarından birisi yükselen beklentilerin tatmin edilememesi oldu. Bir diğer sonucu ise Türkiye'nin kendinde vehmettiği merkezilik özelliğinin darbe almasıydı.

İç politika dağınık
Türkiye'nin çevresindeki tüm gelişmelerde dikkate alınması gereken bir ülke olduğuna kuşku yok. Ancak kaynaklarının tüm gelişmelerde belirleyici bir rol oynamasına yetmediği de ortada. Hele iç politikada muazzam bir dağınıklık söz konusuysa. Bu anlamda Ortadoğu barış sürecinde Türkiye ancak kısıtlı bir rol oynayabilir. Balkanlarda ağırlığı sınırlıdır. Irak'ın geleceğinde Arapların ve İran'ın fevkinde bir rol oynaması söz konusu değildir.
Son günlerde Ankara'nın bir süredir ön plana çıkardığı Türkiye'nin enerji koridoru hatta terminali olma iddiasına ciddi sekte vuracak anlaşmalar Rusya ile Kazakistan ve Türkmenistan arasında imzalandı. Aslında bu anlaşmalarda yeni bir unsur olduğunu söylemek de zor. Bu ülkelerin doğal gazının Avrupa piyasalarına Rusya üzerinden ulaştırılması yönünde Rusya daha önceki iradesini teyid etti. Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin Rusya'ya yönelik hasmane davranışlarına Cuma günü gerçekleşecek AB-Rusya zirvesinden önce bir cevap da verdi. Aynı zamanda Rusya, Türkiye ile olan ilişkilerindeki kendi lehine var olan eşitsizliğin de altını çizmiş oldu.
Türkiye uluslararası ilişkilerindeki parametreleri ve güç dengesini doğru okumadığı taktirde doğru strateji üretemeyecektir. Son Rusya örneğinde Almanya'nın bir Berlin-Moskova eksenine verdiği önemin göz ardı edilmesi yanlış hesapların temelinde yatan unsurlardan birisidir. İç politikada bu denli savrulan ve savrulmaya da devam edecek bir ülkenin neyi doğru okuyabileceği ise ayrıca sorulması gereken bir sorudur. (SABAH)

alihoca
17-05-2007, 16:04
Sn Buena Vista;

Hoş görüne sığınarak son yazıya denk gelen görüşümü paylaşayım.

Sabah Medya Gurubunun Ciner Gurubuna geçişinden başlayıp, hileli anlaşmanın itirafı sonrasında TMSF’YE iadesine kadar olan dönemde izlemiş olduğu yayın anlayışının en azından AKP’ye açıktan bir muhalefet anlayışı içinde olmadığı söylenebilir sanıyorum.

Ayrıca TMSF’ye (tekrar) geçişi aşamasında kimi yazarların yazılarına karşı iletilen kimi ricalar sonrasında, Sabah Gurubu Genel Yayın Yönetmeninin istifası da az çok bilinmektedir.

Tabii ki bunlar ile Sn Soli ÖZEL’in yazı ve yorumları arasında doğrudan bir ilişki kurulamayacağını da belirtmemiz gerekir. Ama yine de bu durum yazılanları ölçülü bir şüphecilik süzgecinden geçirmemizi gerektirebilir.

Sn Soli ÖZEL’in bugünkü tespit ve yorumlarına da aynı şüphecilik ile yaklaşmayı deneyelim. Bugünkü yorumda Türkiye’nin AB, Rusya, Arap Ülkeleri ve diğer Dış Dünya ile ilişkilerinde ortaya çıkan sorunlar hakkında doğru tespitler yaptığını teslim etmeliyiz.

Ama burada ilginç olan, bu sorunların ortaya çıkmasında rol oynayan nedenlere Sn ÖZEL’İN bakışını incelediğimizde ‘Notlar’ başlığında birazcık değinmeye çalıştığım AKP’nin bu sorunların ortaya çıkışında nerdeyse masumlaştırıldığı havası veriyor gibi geldi.

Birinci cümle de ''Türkiye'nin dış politika kurgulama, oluşturma ve şekillendirme mekanizmaları hasarlı.'' söylenebilcek olan şey sorunun doğru bir tespitle ortaya konmuş olduğudur.

İkinci cümle de ise ''Hükümet tüm enerjisini ordu baskısı ve seçim stratejisiyle uğraşmaya ayırmak zorunda. Uluslararası sistemdeki değişen manzaraya gereken ilgiyi gösteremez.'' diyerek soruna çare üretecek olan AKP Hükümetinin içerde ve tamamen kendisi istemi dışında oluşan Ordu baskısı ile enerjisini harcadığı için bu sorunları eğilemiyor diyor.

Bir cümle de ''Arap dünyası da kaygılı'' diyerek bir sorunu ortaya koyuyor.
İkinci cümle de ''Yalnızca Avrupa ülkelerinde değil başta Arap dünyası olmak üzere dünyanın çeşitli köşelerinde Türkiye deneyiminin başarısızlığı ihtimali kaygı yarattı.'' diyerek,

AKP Hükümetine karşı içerde oluşturulan baskı sonucunda Araplar da oluşan ''Türkiye deneyiminin başarısızlığı ihtimali kaygı yarattı.'' Bir kaygıya dikkat çekiyor.

İlginç olan Arap Ülkelerinde niye ve neden bir kaygı yaratıldığının yorumunun kendiliğinden oluşması bekleniyor. Bu arada Arapların kaygısının ne olduğu ve neden kaygılı olabilecekleri kısmının boşlukta kalmış olması da çok manidardır. Ama bu yazıya, yaratabileceği çağrışımlar nedeni ile 'Arabın Kaygısının'' eklenmesi bile belli bir bilgi birikimi ve bilinç gerektirdiğinin altı çizilmelidir zannımca.

Sonuçta AKP’nin elinde olmayan, istek ve istemi dışında gelişen engeller sayesinde AKP Hükümeti doğru politikalarını uygulayamamış ve dolayısı ile de Türkiye’nin Dış Dünya ile sorunları çözülemiyor diyor.

Şimdi Sn ÖZEL’İN bu yazısını okuyanlarda mevcut sorun ve gelişmelerden ‘AKP ve Sn Tayyip ERDOĞAN’ın ne suçu var ki?' gibi bir duyguya kapılmamak mümkün mü?

Malum şüpheci paranoyamla sorayım.
Sn Soli ÖZEL tarafından verilmek istenen düşünce ve oluşturulmak istenen his gerçekten doğru mu?


Yoksa tedavi sınırlarını çoktan aştım mı?

buena vista
17-05-2007, 18:34
Sn Ali hocam,

Yazdiklarinizin birçok bölümüne katiliyorum. Sizin de belirttiginiz gibi ben de kendisini
Dis politika , özellikle Ortadogu konularinda yazdiklarindan taniyorum. Dogru saptamalar
yaptigi konusunda (bugünkü yazisinda oldugu gibi) emin degilim.Ancak, okunmaya deger
buluyorum.Okudugum ilginç köse yazilarini ve haberleri de kopyaliyorum ara sira..
Kendisinin AKP iktidarini öven, destekleyen yazilarina rasgelmemistim ne yalan söyleyeyim.
Bu arada, medyanin elle degil, eldivenle bile tutulacak yani kalmadi..Haklisiniz..Hem de çok.
Asagidaki alinti medyada kimi gazetecilerin kalemlerini nasil kullandiklari hakkinda bir fikir
verebilir saniyorum..Buyrun, yorum sizin..

Piyasanın sırları!

İngiltere'de büyük bir petrol firmasında çalışan dostumuzla konuşuyorduk... Söz büyük firmaların basınla ilişkilerinden açıldı. Dostumuz:
- Zaman zaman medyada saldırıya uğruyoruz tabii, dedi, ama bizim de basında yazar dostlarımız var... Bize saldırı oldu mu onlar da harekete geçiyor. Bizi savunuyor.
Peki bu savunmanın bedeli nasıl ödeniyor? Dostumuz gülümsüyor:
- Örneğin Londra'da (gazete adı da veriyor) bir yazar dostumuz vardır. Zaman zaman seyahate davet ederiz. Zaman zaman konferans verdiririz. Geçenlerde yine bir konferans verdirdik ve 10 bin sterlin ödedik. Elbet bu paranın tümünün konferans ücreti olmadığını bilmektedir...
Medyada adam satın almanın çok yolu var... Bakıyorsunuz sıradan bir tetikçiye 3 aylık ABD daveti gelmiş... Bir başkasını Amerikan üniversitesi ders verdirmek üzere davet etmiş. Eğer AB'nin duyarlı olduğu konularda ülkenizi eleştirirseniz ikide bir Avrupa daveti alır, değerli fikirlerinizi Avrupa mahfillerinde bol bol ifade fırsatı bulursunuz... Medyada ikinci cumhuriyetçi takılmak o yüzden pek yararlıdır. Elbet okurlar bu satışları göremez. Saf saf sorarlar:
- Yahu falanca yazar neden bu kadar döndü? Neden bu kadar körü körüne yalakalık yapıyor?
Kimileri de ekstra bir şey almadan yalakalık yaparlar. Çünkü tarafsız bir yazar olarak o sütunda tutunmaları mümkün değildir. Ancak güçlü odaklara yapışarak ve yamanarak meslekte kalabilirler. O yüzden yağ tenekesini ellerinden eksik etmezler... Bir âlemdir bizim piyasa...
Melih Asik`in “Açik Pencere" isimli köse yazisindan..Milliyet

Minik not: Petrol Ofisi`nin vergi borçlari da kesile kesile kusa döndü..!!

alihoca
17-05-2007, 21:51
Sn Ali hocam,

Yazdıklarınızın birçok bölümüne katılıyorum. Sizin de belirttiğiniz gibi ben de kendisini
Dış politika, özellikle Ortadoğu konularında yazdıklarından tanıyorum. Doğru saptamalar
yaptığı konusunda (bugünkü yazısında olduğu gibi) emin değilim. Ancak, okunmaya değer
buluyorum.
Sn Buena Vista;

Genel bir sorunumuza alıntıladığım kısımda aslında işaret etmişsiniz. Şu anda halkın önünde ışık olacak, yol gösterecek, sonunun taa özüne inen derin tahliller yapabilecek, çözüm alternatifleri üretip sunacak, demokrat aydın sorunumuz olunca geriye mevcutları okumaktan gayrı seçeneğimiz olamıyor maalesef.

Tüm medyada yapacağımız bir tarama da; malumu ilan ve bilineni bellenen şekilde ısıtıp ısıtıp önümüze sunanlar dışında;

Örneğin güncel sorunumuzla ilişkilendirerek;
Değişik düşünce pencereleri açan, yeni bakış açıları ve alternatifler sunan araştırmacı kişilikler olarak verebileceğimiz kaç isim var.

-Arapçanın yanısıra İngilizceye hakim olup, Kur'an, Hadis gibi İslami başyapıtlarda uzman,
-Ulusal yada Uluslararası alanda İslami basını yakından izleyen,
-İslami Finans hareketlerini sürekli araştıran kaç yazar sayabiliriz.
-İslami örgütler hakkında alan uzmanlığına ulaşmış kaç yazarımız var.

Diye bir küçük araştırma yaptığımızda sorunumuzun büyüklüğü ile sanırım yüzleşiyoruz.

Ve Turan DURSUN, Bahriye ÜÇOK, Muammer AKSOY ve Uğur MUMCU gibi kalemlerimizin kırılışının gerisindeki gerçek nedenlerini anlayıveriyoruz.

Bakın biraz değişik bakışlar sunan Metin MÜNİR, Cüneyt ÜLSEVER, Hadi ULUENGİN'İ ele alalım.

Kim bunlar, hangi zihniyetin insanlarıdır?

Efendim, ‘Doğan bunları malum nedenleri ile Hürriyette yazar yaptı’ demek işi fazla basite indirgemek olacağı gibi ve gerçek sorunumuz olan; araştıramayan, kendini yenileyemeyen ve üretemeyen Aydın sorunumuzu tespit edip görmemizi engeller gibime geliyor.

Petrol Ofisi ve Doğan Gurubunun son miting ve yürüyüşlerdeki sessizliği konusunda ise biraz farklı düşüncelerim var. Aslında bu sadece Doğan Gurubu ile de sınırlı değildir. Bu halkaya rahatlıkla Sabancı, Koç ve TÜSİAD gibi sanayii ve Sermaye kesiminin diğer üyelerini dâhil ettiğimizde Sanayi kesiminin alması gereken tavrı almadıkları rahatlıkla söylenebilir.

Burada neden diye sorup, bunu ‘AKP ile kurdukları menfaat sarmalının gereği’ şeklinde açıklamaya kalkmak, bana pek yeterli olmaz gibi geliyor.

Dünya siyasi tarihinde radikal dini hareketlerle amaç biriliği etmiş bir sermaye ve sanayi kesimi yoktur. Hatta bu durum kendi sınıfsal çıkarlarına ihanettir bile denilebilir.

Sevgili Nedo’muzun açmış olduğu ‘Yaşanılmaz ülke Türkiye’ başlığında bu konuya ‘Demokrasinin gerçek sahipleri kimlerdir?’ sorusunu sorarak, Sanayi Kapitalizmine dönüşen bir Burjuva kesiminin Demokrasinin gerçek sahipleri olduğuna dikkatleri çekmek istemiştim.

Bizdeki Sanayii ve Sermaye Kesiminin Demokrasiye neden sahiplenmeyişinin gerisinde ise Demokrasiye batılı anlamı ile SAHİP OLAMAYIŞINDA aramamız gerekir diye düşünüyorum.

Batılı anlamda Devleti ele geçiremeyenlerin, hatta devlete bağımlı kalan bir kapitalizmin devletten korkuşunu bir yerde normal karşılamak bile gerekebilir.

Bunlar bir yana Petrol Ofisine neden ceza kesildi diye konuya yaklaştığımızda; Hükümetin iktidar erkini nasıl ve hangi amaçlarla kullanabildiğini ve Sanayi/Sermaye Kesimi ile Onun sesi olması gereken Medyanın ses kısıklığı arasında bağlantı anlaşılır hale gelebilir.

Diğer bazı konuları işleyerek daha sonra incelemeyi düşündüğüm bir yazı konusuna kısa da olsa değinme fırsatı verdiğin için ayrıca teşekkür ediyorum.

Ramo
17-05-2007, 23:52
Aralık 2000, Hürriyet.
İşsizlik geriledi, yüzde 5.6'ya düştü.
Ekim 2001, NTV.
İşsizlik geriledi, yüzde 8.5'e düştü.
Aralık 2002, Takvim.
İşsizlik geriledi, yüzde 9'a düştü.
Eylül 2004, Milliyet.
İşsizlik geriledi, yüzde 9.3'e düştü.
Mayıs 2005, Vatan.
İşsizlik geriledi, yüzde 9.5'e düştü.
Temmuz 2005, Radikal.
İşsizlik geriledi, yüzde 10'a düştü.
Aralık 2005, Zaman.
İşsizlik geriledi, yüzde 10.3'e düştü.
Aralık 2006, Sabah.
İşsizlik geriledi, yüzde 10.4'e düştü.
Mart 2007, Referans. İ
şsizlik geriledi, yüzde 10.5'e düştü.
Nisan 2007, Yeni Şafak.
İşsizlik geriledi, yüzde 11'e düştü.

Ve...

Mayıs 2007, CNNTÜRK.
İşsizlik geriledi, yüzde 11.4'e düştü.

http://www.sabah.com.tr/2007/05/16/haber,10574AE2FBB440998BAA2EDFAB5057FB.html

meraklı
18-05-2007, 20:45
Tayyip Erdogan´in 4 kasim konusmasindan:

AKP demokrasiye saygili olacak
ve hep boyle kalacaktir. Bu parti gerilim yaratacak
kadar salak degildir. Ilk firsatta iktidarin
nimetlerini halka sunacagiz. Ve bu onurun
tek sahibi olacagiz. Seriatin gelmesi
icin calistigimizi soyleyenler guc odaklarina
yakindir. Uzulerek soyluyorum, belki de kan-
dirmak icin daha yalanlar atacaklar. Siyaset kavga-
lı olacak. Olsun varsin. Biz Muslumanlar, laik-
lere dusman Degiliz. Ortaligi karistiran kisi-
lerin hakkindan gelmesini biliriz!


bulmacanın cevabı ....neymişşş:mad: :mad:



Analardır adam eden adamı
aydınlıklardır önümüzde gider.
Sizi de bir ana doğurmadı mı?
Analara kıymayın efendiler.
Bulutlar adam öldürmesin.

Koşuyor altı yaşında bir oğlan,
uçurtması geçiyor ağaçlardan,
siz de böyle koşmuştunuz bir zaman.
Çocuklara kıymayın efendiler.
Bulutlar adam öldürmesin.

Gelinler aynada saçını tarar,
aynanın içinde birini arar.
Elbet böyle sizi de aradılar.
Gelinlere kıymayın efendiler.
Bulutlar adam öldürmesin.

İhtiyarlıkta aklına insanın,
tatlı anıları gelmeli yalnız.
Yazıktır, ihtiyarlara kıymayın,
efendiler, siz de ihtiyarsınız.
Bulutlar adam öldürmesin.


Nazım Hikmet RAN